top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • İstanbul Ağrısı

    kanatları parça parça bu ağustos geceleri yıldızlar kayarken şangur şungur ayaklarımın dibine dökülen sen eğer yine istanbul'san yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim pançak pançak şiirler tüküreceğim demek yine ben limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları mavi asfaltlara çökmüş diz bağlıyor eğer sen yine istanbul'san kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan sirkeci garı'nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp intihar dumanları içindeki haydarpaşa'dan anadolu üstlerine bakıp bakıp ağlıyan sen eğer yine istanbul'san aldanmıyorsam yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar yine senin emrindeyim utanmasam gözlerimi damla damla kadehime damlatarak kendimi yani şu bildiğin attila ilhan'ı zehirleyebilirim sonbahar karanlıkları tuttu tutacak tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden tophane iskelesinde dizel kamyonları sarhoş direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler uykusuz dalgalanıyor ulan istanbul sen misin senin ellerin mi bu eller ulan bu gemiler senin gemilerin mi minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında liman liman götüren ulan bu mazot tüküren bu dövmeli gemiler senin mi akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor antenlerinden neden peki istanbul ya ben ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu abbas ya benim kahrım ya senin ağrın ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi burgu burgu içime boşalttığın o senin ağrın o senin eğer sen yine istanbul'san yanılmıyorsam koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine satır satır okumak istediğim sen eğer yine İstanbul'san eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim ulan yine sen kazandın İstanbul sen kazandın ben yenildim kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar yine emrindeyim ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa yanılmıyorsam sen eğer yine İstanbul'san senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir ulan bunu sen de bilirsin İstanbul kaç kere yazdım kim bilir kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken 1949 eylül'ünde birader mırç ve ben sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık sana taptık ulan unuttun mu sana taptık *** ATTİLA İLHAN ( 15 Haziran 1925-10 Ekim 2005, İstanbul Şair, romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmen.Türk Edebiyatının KAPTANI Attilâ İlhan, aydın çalışmalarıyla Türk edebiyat ve düşünce dünyasına önemli katkılarda bulunmuş ve değerli eserler vermiştir.

  • Ben Sana Mecburum

    ben sana mecburum bilemezsin adını mıh gibi aklımda tutuyorum büyüdükçe büyüyor gözlerin ben sana mecburum bilemezsin içimi seninle ısıtıyorum ağaçlar sonbahara hazırlanıyor bu şehir o eski istanbul mudur? karanlıkta bulutlar parçalanıyor sokak lambaları birden yanıyor kaldırımlarda yağmur kokusu ben sana mecburum sen yoksun sevmek kimi zaman rezilce korkudur insan bir akşam üstü ansızın yorulur tutsak ustura ağzında yaşamaktan kimi zaman ellerini kırar tutkusu birkaç hayat çıkarır yaşamasından hangi kapıyı çalsa kimi zaman arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor eski zamanlardan bir cuma çalıyor durup köşe başında deliksiz dinlesem sana kullanılmamış bir gök getirsem haftalar ellerimde ufalanıyor ne yapsam ne tutsam nereye gitsem ben sana mecburum sen yoksun belki Haziranda mavi benekli çocuksun ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor belki körsün kırılmışsın telâş içindesin kötü rüzgâr saçlarını götürüyor ne vakit bir yaşamak düşünsem bu kurtlar sofrasında belki zor ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden ne vakit bir yaşamak düşünsem sus deyip adınla başlıyorum içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin hayır başka türlü olmayacak ben sana mecburum bilemezsin..

  • Çoğullama

    Biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri Seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle Bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba? Evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz Orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz Ama biliyorsunuz ki gene de Hepimiz, işte hepimiz Bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde. Gözler mi? Tavana dikili, hayır, pencereye Yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde Çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları Mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de Bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o Orman, dağ, kısacası evrenle. Biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz Biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz Bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba? Evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz Sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin Kim bilir, belki de biz Tanrısıyız en olunmaz şeylerin. Bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak Asılıp kalmışız sokak fenerlerine Asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor Görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle Doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz Ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece Cansız Ve gidip geliyoruz dikkatle. Biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize Boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz Bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba? Evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz Biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz Ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak Ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.​

  • AVATAR

    MİLENYUM SONRASININ EN GÜZEL FİLMİ AİLECE İZLEYİN

  • Rosa Luxemburg

    Rosa Luxemburg 5 Mart 1871 - 15 Ocak 1919 Polonya dogumlu Alman Marksist politika teorisyeni, filozof ve devrimcidir. * 1871 yılının (bazı kaynaklara göre 1870) 5 Mart’ında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya’da doğan Luxemburg, daha genç yaşlarında sosyalizmle tanışmış ve dönemin solcu gruplarında yer almıştır. Daha 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre’ye kaçmak zorunda kalmıştır. 1889’da Zürih Üniversitesine girip burada felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi görmüş, hayatında büyük etki bırakacak isimlerle de bu okulda tanışmıştır 1890 yılında Bismarck’ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunun lağvedilmesi ardından, sosyalist parlamentoya giren Luxemburg, dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşması üzerine parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmalar yürütmüştür. Bu uzaklaşma, Rosa Luxemburg’un da dahil olduğu devrimci görüş çizgisindekileri rahatsız etmiştir. Bu sırada Zürih’te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamlamıştır. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam eden Rosa’nın kafasındaki tabloda Almanya, Avusturya ve Rusya’da devrim gerçekleştiği taktirde Polonya özgür olabilecektir. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisi’nin ondan daha da uzaklaşmasına neden olmuştur. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasına yol açacaktır. 1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berlin’e taşınan Luxemburg, Alman vatandaşlığı kazanmıştır. SPD’nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi olmuştur. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg’un fikirleri tüm Avrupa’da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmektedir. Özellikle Eduard Bernstein’in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkan Rosa, Alman militarizminin yükselen değer olmasından ziyadesiyle rahatsız olmuştur ve bu konuda partiyle de ters düşmüştür. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle üç kez hapse girmiştir. Aldığı hapis cezaları onu yıldırmamış, faaliyetlerine devam etmiştir. SPD’nin eğitim merkezlerinde ekonomi ve Marksizm öğretmeye başlamıştır. Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD’nin de milliyetçi eğilime yönelmesine neden olmuştur. Bu Luxemburg’un fikirleri ile tamamen tezatlık oluşturmuştur ve bu sebeple Rosa partiyle olan tüm ilişkisini kesmiştir. 5 Ağustos 1914’de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurmuştur. 1 Ocak 1916’da grubun adı Spartaküs Birliği (Spartakistler – Almanca Spartakusbund) olmuştur. Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916’da Luxemburg hapis cezasına çarptırılmıştır. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme almıştır. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır. 1918 Kasım’ında Luxemburg hapisten çıkmıştır. Faaliyetlerine devam etmiş ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti’sini kurmuştur. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, bir militarist güç olan Freikorps tarafından tutuklanmışlardır, Sonradan Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin (Doğu Almanya) ilk Devlet Başkanı olacak olan Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybetmişlerdir. Aynı gün, Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış, Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştür. Kaynak: wikipedia

  • Beyaz Karga

    Bir Film Önerisi The White Crow , David Hare tarafından yazılan ve Ralph Fiennes tarafından yönetilen 2018 yapımı biyografik bir drama filmidir. Film ünlü balet Rudolf Nureyev'i anlatmaktadır. 22 yaşında dikkat çekici bir genç dansçı olan Rudolf Nureyev, 1961'de Sovyetler Birliği dışındaki ilk gösterileri için Paris'e seyahat eden dünyaca ünlü Kirov Bale Topluluğu'nun bir üyesidir. Ancak KGB görevlileri her hareketini izlemekte, davranışlarından ve genç Parisli Clara Sain ile olan arkadaşlığından giderek daha fazla şüphelenmektedir. Sonunda Nureyev’i şok eden bir taleple gelen görevliler, genç dansçıyı hayatının gidişatını sonsuza dek değiştirebilecek ve ailesi ile arkadaşlarını korkunç bir tehlikeye sokabilecek bir karar vermek zorunda bırakır. * TÜR: Biyografi, DramYAPIM YILI: 2018 YAPIM:İngiltere, FransaIMDB PUANI:6.6 FİLM SÜRESİ:2 saat 7 dakika YÖNETMEN:Ralph Fiennes OYUNCULAR:Adèle Exarchopoulos, Louis Hofmann, Oleg Ivenko, Ralph Fiennes

  • Harita Metod Defteri'yle Geçmişe Yolculuk

    2015 yılının Kasım ayında yayınlanan Murathan Mungan’ın "Harita Metod Defteri" adlı kitabı, yazarın kendi yaşamını, doğduğu toprakları, ailesini anlattığı biyografik bir roman ya da anılar kitabı. İkinci kez okumaya başladığım kitabın her bir sayfasını içim burkularak, bazen gözlerim dolarak yeniden heyecanla okuyorum. "Geçmişi yalnızca ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız," demiş eski ustalardan biri. Ben kendi payıma geçmişimden bunu yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Ömrünün yıllarla ölçülen süresi 'kaç ortalı' olursa olsun, yaşamı boyunca kendine çizdiği yol haritasını izleyerek bıkmadan usanmadan ders çalışan, elinden kolundan, kucağından defter, kitap, kalem eksik olmayan “bir çocuğun” anılarını yazdığı kitaba Harita Metod Defteri adının yakışacağını düşündüm. Umarım okunması, yaşanmasından daha güzel bir hayatın kitabı olmuştur…. Diyor Murathan Mungan kitabın tanıtımında. Murathan Mungan, İsmail Beyle Muazzez Hanımın çocuğu olarak 1955 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Kısa bir zaman sonra annesinin psikolojik rahatsızlıkları ortaya çıkınca, babası henüz bir buçuk yaşındaki oğlunu alıp memleketi Mardin’e döner ve ikinci evliliğini yapar Habibe Hanımla. Murathan Mungan “Haboş” dediği annesinin, öz annesi olmadığını on yedi yaşına gelince öğrenir ve öz annesini aramaya başlar… Yazar kitabında çocukluğunu, gençliğini, o yaşlardaki duygularını, yaşadığı kentleri, anne ve babasını anlatırken bir yandan da ülkenin yakın tarihine ışık tutuyor. İşte Harita Metod Defteri bu minval üzre, yazarın yaşamının her sayfasını anlattığı, içiniz burkularak ve kendinizden pek çok şey bularak okuyacağınız bir kitap… Aynı dönemin, aynı toprakların çocukları olduğumuzdan, ben de kitapta öylesine çok ortak yaşanmışlık ve anı buldum ki kitabı bitirmek istemiyorum. Tabii Murathan Mungan'la çocukluğumuzda aynı evi, aynı oyuncağı paylaşmanın etkisi de var bunda. Yazarın geçen yıl yaptığı bir söyleşisinde o evin fotoğrafına bakarak çok kısa da olsa geçmişe bir yolculuk yaptık yıllar sonra… ............ Mardin'de iki katlı bir ev, alt katta biz oturuyoruz; annem, hasta babam ve kardeşlerim… Beş ya da altı yaşlarındayım, çoğu zaman kendi kendime oynuyorum evde, bazen de yakında oturan amcamlara gidiyoruz kardeşlerimle. Babam hep yatıyor, yarı felçli, ancak bastonuna tutunarak zar zor ayağa kalkabiliyor. Annem çalıştığı için evde yalnızken en büyük eğlencem, pencerenin içindeki geniş cumbada annemin diktiği bez bebeğimle ve oyuncaklarımla oynamak. Pencerenin önünden, üst kattan inen elektrik telleri geçiyor. Bir gün belki bilerek, belki de farkında olmadan o tellere dokunuyorum ve cereyana kapılıyorum. O gün okula gitmeyen ağabeyim de beni kurtarmak için bana sarılınca ikimiz birden bayılıyoruz. Yattığı yerden ne olduğunu anlamaya çalışan ve durumun kötüye gittiğini fark eden babam zar zor kalktığı yatağından uzanarak bastonuyla telleri koparıyor ve bizi kurtarıyor. Babamın bağrışlarına ilk koşan üst kat komşumuz, avukat amcanın karısı Habibe teyze oluyor. Ve bizi apar topar hastaneye götürüyorlar. Hastanedeki tedavi faslından sonra eve geliyoruz ve çocukluğumun en tatlı (!) anılarından biri olan bir kucak dolusu şeker kalıyor aklımda o günlerden… Habibe Teyzenin benim yaşlarımda, Muro diye seslendikleri bir oğlu var, Murathan. Ona üstü açık spor bir oyuncak araba alıyorlar, içine binilebilen türden, rengi kıpkırmızı… Muro bazen beni de arabasına bindiriyor ve evin önündeki kaldırımda geziyoruz, etrafa caka satarak. O sanki benim 'Beyaz atlı prensim'… Benim onunla paylaşacağım öyle süslü, pahalı oyuncaklarım yok. O nedenle ben de ona, yarım yamalak öğrendiğim, içinde onun adı geçen bir türkü söylüyorum… Muratgilin damından atlayamadım Liralarım döküldü toplayamadım. Mardin kapısında vurdular beni Hevsel bahçesine koydular beni Gözüm kapanmadan görseydim seni Vurmayın arkadaşlar ben yaralıyam El alem al giymiş ben karalıyam İşte ben bu türküyü ne zaman duysam gözlerim dolar ve hep o kırmızı arabayı, beni arabasıyla gezdiren Murat'ı hatırlarım. Sene 1960… Babamın hastalığının ağırlaşması üzerine onu İstanbul'a götürmek için Mardin’den trene biniyoruz. Günlerce süren tren yolculuğu ve korkudan gözlerimi kapayarak ağladığım, bitmez tükenmez kapkara, upuzun tüneller... Mardin'den belleğime kazınmış en acı (belki de en güzel) anılar… Sene 2012, aradan 52 yıl geçmiş. Efil efil ıhlamur kokan bir mayıs günü… Okuduğum gazetede yazar Murathan Mungan'la yapılmış bir söyleşi çarpıyor gözüme. O güne kadar Murathan Mungan, benim için bir sürü kitabı, şiiri olan usta bir kalem. Hepsini değilse de kitaplarından bazılarını okumuşum ama işte o kadar. Yaşamı hakkında çok da bir şey bilmiyorum… Yazar gazetedeki söyleşide çocukluğunun Mardin'de geçtiğini, oradaki evlerini filan anlatıyor. Birden zihnimde bir şimşek çakıyor, gözümün önünde çocukluğum canlanıyor, “acaba?” diyorum ve o güne kadar dikkat etmediğim bazı ayrıntıları internetten araştırarak öğreniyorum. Murathan Mungan Mardinli, babası avukat, 1955 doğumlu vs. vs. Tekrar “acaba?” diyorum, bu Murathan benim çocukluk arkadaşım Muro olabilir mi? Hemen ağabeyimi arıyorum telefonla, aklıma takılanları soruyorum. Habibe teyzelerin soyadının Mungan olduğunu teyid ediyorum. Severek okuduğum ünlü yazarın çocukluk arkadaşım olduğunu yıllar sonra fark ediyorum, hem şaşırıyor hem de çok seviniyorum. Yıllar öncesinin anıları yeniden resm-i geçit yapıyor gözlerimin önünde… Bir imza gününde buluşuncaya değin… Ve Harita Metod defterine benim adım da kaydoluyor...

  • 12 YILLIK ESARET

    BİR FİLM ÖNERİSİ *

  • Deli ve Dahi

    Bir Film Önerisi * Akıllarda yer edecek, unutulmazlar arasına girecek bir film / oxford ingilizce sözlüğü'nün yaradılışının gerçek hikayesi * TÜR:Biyografi, Dram, Gizem DİL:Türkçe Altyazılı, Türkçe Dublaj YAPIM YILI:2019 KATEGORİ:İMDB 7.0 +YAPIM:İrlanda IMDB PUANI:7.3FİLM SÜRESİ:2 saat 4 dakika YÖNETMEN:Farhad Safinia OYUNCULAR:Mel Gibson, Natalie Dormer, Sean Penn, Steve Coogan Oxford sözlüğü'nün yaradılışının gerçek hikayesini konu edinen mükemmel bir film. deli ve dâhi ya da gerçek adı ile the professor and the madman olan simon winchester'ın the surgeon of crowthorne isimli kitabından uyarlanmış, sean penn i am sam filmindeki etkinin aynısını bu filmde de yakalatmış ve filmi tek başına alıp götürmüştür. esaretin bedeli, forrest gump, i am sam, ölü ozanlar derneği... gibi akıllarda yer edinmiş filmler arasına girecek asla unutamayacağınız bir film olacak. * maviADA FİLMLERİ FARKIYLA

  • Baharı Zehir Ettiler

    Çiçekler açarken renk renk Sarı saçlı, siyah saçlı, lüle lüle kıvır kıvır bebeler Solduruldu, sindirildi, ağlatıldı. Ağaçlar, çimenler yeşerirken Gök gözlü, çimen gözlü, üzüm gözlü çocuklar Gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Kuşlar cıvıltılarla karşılarken baharı Yorgun, bitkin, aç açık yavrular Örselendi, inletildi. En masumken en mağdur Savaş nedir, öfke nedir, kin nedir bilmeyen küçükler Dondurulmuş, korkutulmuş, yaralanmış. Hazırlamadıkları pis bir ortamda Çiçekleri soldurdular, kuşları susturdular, minikleri ezdiler. Ciğerimizi yaktı, yüreğimizi dağladılar. Baharımızı zehir ettiler.

  • Su Çürüdü

    1 Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?) Bütün belleğimdekileri yok ettim. Elektrikli bir aygıtla yaktım, jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül edip savurdum. Adımdan gayrısını bilmiyorum. 2 Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktan kömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibi yırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunu zorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdim sesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri, peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar, soruyorlar, soruyorlar... Adımdan gayrısını bilmiyorum. 3 İki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi? Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla, dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbir duvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adı yoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu. Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi... Adımdan gayrısını bilmiyorum. 4 Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtar deliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki bir kadının memelerini hiç okşamamış, sıcaklığını duymamış. Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Ne beyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının, vebalının bir rengi vardır. İrinin bir rengi... Ölünün bile bir rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın... Adımdan gayrısını bilmiyorum. 5 Kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık. Soyumun neye benzediğini unuttum. "İnsana benziyorlardı" diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık... Adımdan gayrısını bilmiyorum. 6 Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böcek sokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru bir yaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca. Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. İnçe bir kan şeridi sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah... Adımdan gayrısını bilmiyorum. 7 Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündür sakındığım ve her gün ancak bir kere dudaklarımı değdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suya dokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorum dudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütün vantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da bir su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi artık. Küstü, öldürdü kendini su... Su çürüdü... Adımdan gayrısını bilmiyorum…

  • İYİ KÖTÜ ÇİRKİN

    Bir FİLM Önerisi Türünün en iyisi / Yönetmen: Sergio Leone Ülke: Batı Almanya | İspanya | İtalya Tür: Macera | Western | Yabancı Film IMDB: 8.8 720P: 9 Vizyon Tarihi: 01.01.1969 Süre: 161 dk Türkçe Adı: İyi, Kötü ve Çirkin Nam-ı Diğer: The Good, the Bad and the Ugly, The Good, the Bad and the Ugly, The Good, the Ugly, the Bad, iyi kotu cirkin, iyi kötü çirkin Ödüller: 1 ödül Bütçe: $1,200,000 Hasılat: $19,000,000 FİLM: Tuco (çirkin), üzerine ödül konulmuş bir kanun kaçağıdır. Keskin nişancı Blondie (iyi) adlı kovboyla işbirliği yaparak kasabaları dolaşmaktadırlar. Tuco'yu kanun adamlarına teslim eden Blondie, ödülü alıp Tuco'yu asılmaktan son anda kurtarmaktadır. Bir kasabada işlerin ters gitmesi üzerine ortaklıkları bozulur. Melekgöz (kötü) lakaplı Sentenza ise Bill Carson adında büyük miktarda altını ele geçirmiş eski bir askerin izini sürmektedir. Tuco'nun çölde Blondie'yi öldürmek üzere olduğu bir anda Bill Carson'la karşılaşmaları tüm planları değiştirir. Carson, altınları İç Savaş'ın hareketli olduğu bir cephede mezarlığa saklamıştır. Ancak Tuco mezarlığın yerini, Blondie ise mezarın adını öğrenebilmiştir. Mecburen işbirliğine tekrar dönen ikili altınları aramaya koyulur. Sonunda üçünün yolu altınların olduğu yerde birleşir.

  • Bahar Sarhoşluğu

    İlk sevgilimin gülüşüne benzer Bir nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır; Allahaısmarladık kaldırımlar. Giyenler düşünsün dar elbiseyi; Ölçülü sözü, hesaplı adımı Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan; Saltanat sürer gibi uçuyorum, Erik ağacının gelin olduğu gün. Hayranım bu şehrin bacalarına. İrili ufaklı, hep bir ağızdan, Nasıl derinden gökyüzüne doğru Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz! Dumanın daim olsun güzel baca! Yuvası saçakta kalan kırlangıç, Yuvası dallara emanet serçe. Derken camiler üstünde güvercin, Minareler katında geçiyorum, Gökyüzü mahallesi İstanbul'un. Süt beyaz bir martıyım açıklarda. Gemilere ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilere. Bir kanat vuruşta bulutlardayım; Bir süzülüşte vatanım dalgalar!

  • Eğitim Kişiye Bütünü Kavrama Yeteneği Kazandırmalı

    * Eğitim Kişiye Bütünü Kavramayı kazandırmalıdır Kişilerin içinde yaşadığı dünyayı ve onun işleyiş mekanizmasını öncelikle kavraması gerekir. Yaşamı bütünsel kavraması sosyal yaşamında da kişilerin olay ve olgular arasında doğru ilişki kurmasına yol açacaktır. Doğal olarak insan içinde doğduğu doğayı, toplumu ve ortanı tanımak ve ona göre kendine bir yaşam yol haritası çıkarmak ister. Bu süreçte insanı asıl insan yapan verdiği uğraşılarıdır. Bu süreçte doğal ihtiyaçların giderilmesi konusundaki çabaların ötesinde yaşama ne katmak istediği, savundukları ve bunları gerçekleştirmek için uğraşısı daha da önemlidir. Uğrunda mücadele edilmeyen hiçbir şeyin kıymeti yok ve kıymeti de bilinmez. Kişinin yaşam dair beslenme ve üremenin dışında bir ereği ve bu uğruda verdiği bir çabası olmalıdır. Ereği ve eylemi akla uygun, yapılabilirliği ve sonuçları da gerçeğe uygun olmalıdır. Eğitim birazda bu tür konuları kişiye kazandıracak ortam ve eylemlilik içinde olmalıdır. “Goethe’ye göre ise, “eği­tim temeli olarak bütün bir kültürü teşkil et­mek­tedir”. Kızılderili kültürünü korumak için halen insanını kendi binlerce yıllık geleneksel kültürü ile eğitiyor. Eğitim kişiye farkındalık yaratıyorsa, kişinin kendi bilincini oluşturuyorsa önemlilik kazanmıştır demektedir. Yunus Emre’nin, “ilim ilimdir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmesen bu ne tür okumaktır”. Kişi kim olduğunu, ne yaptığını ne tür sorumlulukları ve sınırları olduğunu bilmiyorsa bir sorun var demektir. Eğitim ve öğretim alan kişinin bu süreçte kendini tanıması için bütün dünyada eğitmenlerin niteliği kadar eğitim ortamının yaratığı ortamda ayrı önem taşımaktadır. Okul üniversite ortamı kişinin içinde yaşadığı doğayı kavraması (başta kozmosu bilmesi), fen okuryazarı olması, tarih, coğrafya, sosyoloji felsefe, mantık ve psikoloji bilmesi önemli. Ayrıca çalışma prensipleri ve değerler eğitimi alarak yetişkin bir birey olması önemli. Ancak son yıllarda öğrencilerimizin gerek sınıf içindeki derse ilgisi, gerek sınıf dışındaki davranışları beni düşündüren derecede geride olmalardır. Ayrıca son dönemlerde öğrencilerin sınav kâğıtlarında yazdıkları çok daha korkutucu. Adeta bu gençlik ile ülkemiz “ileriye taşınamaz “dedirtiyor. Gençliğini koruyamayan geleceğini koruyamaz görünüyor. Yetişkin Birey Olma Özeliğini Kazanmak Önemli Birey olma yanı evet veya hayır kavramlarını yerine göre kullanmaktan geçer. Başkaları için yaşayan ve başkasını önemseyen kişi karşılığını almayanınca hayal kırklığına uğrar. Birçok insan gerek eğitim sisteminin yetersizliği veya yaşamda aile ve arkadaş çevresinde ve kendi gözlemleri ile kendi yaşam yol haritası sağlıklı kuramamışsa muhtemelen hep sorunlu yaşayacaktır. Hayata mutlu olmak için değil de para kazanmak için mesleğini ve diğer hayatı derecedeki ilişkilerine yönelmişse başından sorunlu başlamış olabilir. Hep derler ya kendini tanımak en büyük başarıdır, kişinin kendi potansiyelini keşfetmesi veya farkına varması ve yeteneklerini ortaya çıkarması en büyük başarıdır. Kişinin kendi kendisi ile diyaloğa geçmesi, kendisini sorgulaması gerekiyor. Ben kimim, ben yaşamda ne istiyorum, hayallerim neler, nelerden hoşlanıyorum veya tersinden neyi istemiyorum sorularının cevaplarını sorularını kendimize sormalıyız. Görünen o ki, hayatında kendi kendisine “Ben ne istiyorum” veya ben ne istemiyorum sorularını kendine hiç sormayan o kadar çok insan var. Böyle kişilerin ezbere yaşadıkları çok rahatlıkla günlük yaşamdaki pratiklerinde söylemlerinde sıkça rastlarız. Felsefe, Sanat ve Bilim İnsanın Aydınlanması İçin Şart Kişilerin ve toplumların gerçeğe ulaşması için felsefe, bilim ve sanat en önemli yardımcı araçlardır. Bu araçlardan yoksun kişi ve toplumlar ne yazık ki gelişme ve uygarlaşma yolunda geride kalmaktadırlar. İleri bir gelişmişliğe ve medeniyet düzeyine ulaşmış toplumların tamamında felsefe, bilim ve sanat eğitiminin öğrenim programlarında önemli yer tutuğu görülecektir. Bugün Avrupa ülkelerinin bir bütün olarak 2500 yıllık bir geçmişten gelen felsefe ve sanat eğitimi ve tanışması ve Rönesans’la birlikte de bir bilim eğitimine sahip oldukları ve bu sayede görece ileri toplumlar olarak kabul edilmektedirler. Son yıllarda eğitim sistemimizin yaşadığı sorunlar ve öğrencilerimizin araştırmacı ve sorgulayıcı yönünün gelişmemesinin altında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji ve sanat eğitiminin bilimsel esaslara göre verilmemesi sorgulanıyor. Araştıran, sorgulayan ve bilgi üreten ürettiği bilgiyi teknolojiye dönüştürmeyi bilen yaşama farklı boyutlarda bakabilen düşünce geliştiren insanlar yetiştirmek istiyorsak, öncelikle eğitim sisteminin ve ortamının değişmesi acilen değişmesi gerekir. Tevfik Fikret’in belirtiği gibi fikir ve düşüncesi hür nesiler yetiştirmek için gençlerin mutlaka bu bilinci ve özgürlüğü sağlayacak bilim, felsefe ve sanat eğitimi almaları gerekiyor. Baştan Sona Eğitim Sitemimizi Gözden Gerekir Gerekir, Durum Çok Parlak değil Ülkemiz düşün hayatı ve sağlıklı geleceği için nitelikli eğitim hayati önemde bir konu. Maalesef ülkemiz Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsediği ve amaç edindiği muasır medeniyetler seviyesine çıkma konusunda amaç edindiği eğitim amacını soğuk savaş sürecinde kaybetti. Nitelikli eğitim kurumlarının başında gelen Köy Enstitülerini kapattı. Öğretmem yetiştirme sistemini sulandırdı. Üniversitelerini uluslararası ölçekte nitelikler kazandıracak özerk kurumlar durumunda muhafaza edemedi. Ulusal düzeyde bir bilim politikası ve stratejisi geliştiremedi. Üniversitelerinde nitelikli bilim insanı barındırmadı. İyi eğittiği çoğu insanında beyin göçüne feda etti. Halende iyi gençlerini elinde tutacak bir mekanizması ve programı bulunmamaktadır. Son 40 yılda teste dayalı sınavlar kıskacında öğrencilerini hayata hazırlamadı. Temel eğitimde hayta nitelikli öğrenci hazırlama yerine sınava hazırlana öğrenciler, hiçbir kültürel ve sanatsal yetkinlik kazanmadan, hiçbir değer ve bilinç kazandırılmadan mezun edilir oldu. Çoğu gencimiz tarih, edebiyat ve tartışmadan uzak görmek üzüyor tabii. Dünyadaki olay ve olguları tartışmaktan çok genel bilgi sahibi ancak derinlemesine analiz etme, analitik sorgulamadan uzak oldukları görülüyor. Çoğunlukla sahip oldukları bilgi sosyal medya üzerinden kırıntı bilgiden öteye geçemiyor. Son sınavlardan sonra öğrencilerimizde gömdüğüm boşluğun korkunç boyuta olduğunu hissetim ve içim yanıyor. Sorun belki tek tek öğrencilerin kendi sorumluluğunda. Ancak bir de işleyen bir yapı ve okul, üniversite yapısı var. Üniversitenin en azında kişinin kendisinin bilincine varması farkı fark ettirecek ortamlar sunması beklenir. Biraz analitik düşünme, yöntem kazandırması beklenir. Bu bağlamda yeni eğitim dönemi hayırlı olsun. Önce sağlık, sonrada gençlerimizin kendilerine ve beyinlerine değer vermesi dileği ile. Prof. Dr. İbrahim Ortaş

  • peter pan

    Kanca (Hook) Türkçe Dublaj İzle Peter Banning, işkolik bir avukattır. Karısı ve iki çocuğunu fazlasıyla ihmal etmektedir. Ailece İngiltere'deki büyükanne Wendy'i ziyarete gittiklerinde, çocukları Kaptan Hook tarafından kaçırılır. Peter, peri Tinkerbell'in yardımıyla Olmayan Ülke'ye döner. Peter Banning, artık Peter Pan olmuştur ve Kayıp Çocuklar'ın da yardımıyla çocukluk anılarını ve uçmayı hatırlayacak ve Kaptan Hook ile savaşacaktır. İMBD: 6.8 Film yaş sınırı: Her yaş için Vizyon tarihi : 1 Mayis 1992 (Turkey) Ayrıca film böyle tanınır: Hook, Hook, a Volta do Capitão Gancho, Хук, Capitaine Crochet, Kapetan Kuka, Kapten Konkskäsi, Hook - Kapteeni Koukku, Kapteeni Koukku, Hook ou la revanche du Capitaine Crochet, Captain Hook, Κάπτεν Χουκ, Hook - Capitan Uncino, フック, Kablys, Hook, el regreso del capitan Garfio, Капитан Крюк, Kuka, Hook (El capitán Garfio), 虎克船長, Капітан Крюк, Hook: El regreso del Capitán Garfio Yapım : USA Süre : 2 saat 22 dakika Filmin ödülleri : 5 Oscar, 7 Ödül & 22 Adaylik. Film müzikleri: We Dont Wanna Grow Up, When Youre Alone, Pickem Up, Take Me Out To The Ballgame, God Rest Ye Merry, Gentlemen Filmin toplam bütçesi : $70,000,000 Filmin toplam hasılatı : $300,854,823 Filmin çekim yapıldığı ülke :Griffith Park - 4730 Crystal Springs Drive, Los Angeles, California, USA Senaryo:J.M. Barrie Yönetmen Steven Spielberg Yönetmen Oyuncular Dustin Hoffman Captain Hook Robin Williams Peter Banning Julia Roberts Tinkerbell Bob Hoskins Smee Maggie Smith Granny Wendy Caroline Goodall Moira Banning Charlie Korsmo Jack Jackie Banning Amber Scott Maggie Banning Laurel Cronin Liza Wendys Housekeeper Phil Collins Inspector Good Arthur Malet Tootles Isaiah Robinson Pockets Jasen Fisher Ace Dante Basco Rufio Raushan Hammond Thud Butt / FİLMİ İZLEMEK İÇİN TIKLA

  • Yaşar Kemal

    Destanlar Yazarı / "Insan evrende gövdesi kadar degil, yüregi kadar yer kaplar." Ağıtlar… Ölüp, yitenin ardından yakılan ağıtlar… Kaf dağının ve aynanın ötesini merak eden yerinde duramaz bir çocuğun ilgisini çekmez mi hiç? Anadolu’nun Avşarlarından tutun da en doğusuna ağıt geleneği vardır. O anki acılarını böylesine duygulu dile getiren, dinleyenin içine işleyen sözleri unutmamak için, yazmasını ve okuması gerektiğini şiddetle hisseden Kemal Sadık Gökçeli sırf bu yüzden, evet evet sırf bu yüzden okula gitmek istedi. Üç ayda okuma yazma öğrenecek ve aklında tutamadığı ağıtları, şiirleri kendi sarı defterine kaydedecekti. Çocuktum… Ben de Toros Ekspresinin isli camından sarktığımda gördüklerimle büyülenmiştim. Bugün gibi hala aklımdadır, Torosları yaran tam otuz beş tünel. O gizem dolu dağın eteklerinde kimler yaşar neler yapardı, ne acılar, ne sevinçler gizlerdi kim bilir? Orada olmayı, aralarında yaşamayı düşlemiştim çocuk dünyamda. “Herkesin bir Çukurova’sı vardır” der Kemal Sadık Gökçeli, namı diğer Yaşar Kemal. Doğru der… O Çukurova ki; insanı, böyle inanılmaz incelikte ve güzellikte anlatan eserler yaratmaya iter. İllaki, ünlü üniversitelerde okumak gerekmez bunları yaratmak için.. O ayrıntıyı görebilen göz ister yazanda. İşte Yaşar Kemal’i dünyaca tanınan eserlerin yazarı yapan da o yetidir. Kendisine sorulan "Durmadan, niçin hep Çukurova’yı yazıyorsun?" sorusuna: ”Ben mi yalnız Çukurova’yı yazdım, öyle mi sanıyorsunuz, bakın size söyleyeyim, şu dünya yazarları içinde Çukurova’yı yazan tek kişi ben değilim ki, Kafka da, Joyce da, Tolstoy da, Dostoyevski de, Çehov da, Balzac da, Stendhal da… Herkes herkes Çukurova’yı yazdı. Ben gökyüzünden yere inmedim ki, Çukurova’da, bir köyde doğdum, bir kasabayı, bir şehri, bir toprak parçasının doğasını yaşadım. Akdeniz’i, Torosları yaşadım. Kafka bir bürokrat takımı içinde yaşamasaydı Dava’yı, Şato’yu yazabilir miydi? Bir Yahudi olmasaydı, o kurşun geçirmez karanlık onun ülkesi olabilir miydi? Dostoyevski Petrograd’ı Sibirya’yı yaşamasaydı, oradaki insanları yaşamasaydı, insan psikolojisini böylesine sağlıklı, derinlemesine verebilir miydi” Çocukluğunda, babasının üzerine adadığı kurban kesimi sırasında seken bıçağın, sağ gözüne saplanmasını saymazsak, ilk göz ağrısıdır ağıtlar Yaşar Kemal’in. İlk kitabı da ağıtlardan oluşur. Beş yıl boyunca yaya olarak ne çok köy, kasaba dolaştı, araştırıp ilk ağızdan ağıtlar, destanlar derledi. Çukurova’da Ceyhan nehrinin kıyısında, bol kayalıklı Hamite köyünün, “huğ” denilen, duvarı kamış, damı saz evlerinden birinde doğdu Yaşar Kemal. Karacaoğlan şiiri bilmeyenlerin ayıplandığı çocukluk yıllarının Çukurova’sında halk şairlerini, destancıları, ağıtları dinleye dinleye büyümüş, okuma yazma bilmediği halde, daha altı yedi yaşlarındayken kendisi de şiirler söylemeye başlamıştı. Ne de olsa büyük kürt şair Abdele Zeyniki’nin diz çöküp destan söylemesiyle övünülen bir evin havasını solumuştu Yaşar Kemal de. İster istemez etkilenen Yaşar Kemal’in “Aşık Kemal”e çıkan lakabı Çukurova’ya yayılmıştı bile. Yaşar Kemal için Karacaoğlan’a benzemek inanılmaz özendiği şeylerdendi kuşkusuz. İlkokulu bitirip de diplomasını aldığında, ya köylerine gelen Aşık Rahmi’nin teklifi üzerine; birlikte köy köy, kasaba kasaba gezip destanlar söyleyecek, şiirler okuyacaklardı ya da ortaokula gidecekti. Günlerce uykusuz geçen gecelerin ardından, annesinin de hiç istekli olmadığı bu gitmelerden vazgeçerek ortaokula devam kararı aldı. Cumhuriyet tarihimizin en büyük yazarlarından, romanımızın ustalarından Yaşar Kemal’in okuma tutkusu; ortaokulu son sınıfında yarıda bırakmasına karşın, amelebaşılık, ırgatlık, pirinç tarlalarında su bekçiliği, arzuhalcilik, öğretmenlik, kütüphane memurluğu gibi bir dolu işe girip çıksa da artarak devam edecekti. İlle de kütüphane memurluğu yaptığı sırada, dünya kadar kitap okumuştu. İlk okumalarından şöyle söz eder Yaşar Kemal: “Ömrümde ilk okuduğum roman Alphonse Daudet’in Le patit Chase’u idi. Ondan sonra da Kerem ile Aslı’yı okuduğumda ilkokul beşinci sınıftaydım. Beni ilk etkileyen kitap Don Kişot oldu. Onu okuduğumda on yedi yaşındaydım. Daha önce Don Kişot’dan parçaları bizim ilkokul kitabında okumuştum ama, işte öyle, pek ciddiye almamıştım. Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu. Bu günlerde de, politik yüzden ilk karakola çağrılmıştım. Bu romanı okumadan, daha çok önceleri de kitap yazmaya kararlıydım. Şiirler yazıyor, şiirlerim edebiyat dergilerinde yayımlanıyordu.” Yaşar Kemal’e ilk klasikleri ve Don Kişot’u tanıtan ise, o yıllarda sürgün olarak Adana’da yaşayan, ressam Abidin Dino’nun ağabeyi Arif Dino olmuştu. Daha sonraları Yaşar Kemal: “Don Kişot el kitabımdır. Biçim bakımından Alexandre Dumas Fils’ten faydalandım. İlyada, Odise benim toprağımın ürünüdür. Ülkemde hala epope geleneği yaşar. Benim en çok sevdiğim romancı Stendhal’dir.Çehov’un etkisinde kaldım.” diye söz eder. Artık sıra yazmaya gelmişti. Yıllar sonra yazarlığının ve geçmiş o günlerin bir muhasebesini yaparken: “… benim yazma isteğim ne fizik gereksinme, ne delilikti. Bu işe bilinçle hazırlanıyordum. Hazır olduğumu anladığım gün de işe koyuldum.” Diyecekti Yaşar Kemal. İlk hikayesi “Pis hikaye”yi 1946 da yazdı, sonra da diğer hikayelerini. Ve yayınlanmayan ilk romanını… Yaşar Kemal, Adana’nın Kadirli ilçesinde öyle bir göz hapsi içinde yaşamıştı ki o yıllarda. Tek parti döneminin haktan ve hukuktan söz edilemez döneminde, yaşadığı sıkıntıları ve canım romanının başına gelenleri şöyle dillendirir : “Bu kasaba bana çok çektirmişti. Rusya’ya casusluk yaptığımı onlar icat etmişler, bana yapmadıklarını bırakmamışlar, evimi taşlamışlardı. Bir de polis haftada bir kere evimi basıyor, evde bulduğu en küçük bir kağıt parçasını alıp götürüyordu. Her aramada da evin önü yüzlerce insanla doluyor, kalabalık bana bir tuhaf, aydan gelmiş bir yaratığa bakar gibi bakıyordu. Bu aramalarda en güzel romanım saydığım romanımı da candarma aldı götürdü. O romanı gecemi gündüzüme katarak öylesine çok çalışarak yazmıştım ki: 1949’da bütün günlerimi bu romana vermiştim” Yaşar Kemal, büyük emek ve duygu yoğunluğu içinde yazdığı bu ilk romanını hiç unutmadı. Belki de aynı güzellikte, aynı coşkuyla yazamayacağı endişesiyle tekrar yazmaya cesaret edemedi. 1953 Şubatı… Tuna’dan inen buz parçaları boğazı tutmuş, ötesini siz hesaplayın artık. İstanbul en sert kışlardan birini yaşıyor. Beşiktaş Serencebey’de yeni yapılmış küçük bir katta Erzurum’dan aldığı kalın eldivenlerle, tüm ayrıntılarıyla hafızasında biriktirdiği İnce Memed’i üç ayda tamamlıyor. Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen İnce Memet’le Yaşar Kemal efsanesi de yazılmaya başlıyor. Çukurova’nın ücra köşesinde yaşayan yoksul bir gencin isyanının 50’ler Türkiye’sinde, ardından, çevirisi yapılan bütün ülkelerde, heyecan yaratıp, beğeni toplaması Yaşar Kemal romancılığını incelemeye değer kılıyor. Yaşar Kemal, malzemesini içeriğiyle iyice yoğurmuş bir yazar, kahramanlarının hemen hepsinin hakkını verdiği bir destansı anlatı ustası olup, Karacaoğlan ve Homeros dan devir aldığı bu mirası yalnızca korumakla durmamış çoğaltmış, çağımıza taşımıştır. Yitmiş gitmiş ölü ruhundan çok, yaşadığı çağın insanının, dramını, direnme gücünü, doğa-insan arasındaki uyum ve uzlaşmayı anlatmıştır romanlarında. Hünerbazlığını göstermek amacıyla yapılmayan, tükenmek bilmez bir kaynaktan fışkırırcasına üretir betimlemelerini.Yaşar Kemal’de betim öykünün ta kendisidir aslında. Çiçeklerin, böceklerin,dağların, ovaların rengini, kokusunu, sesini duyarsınız.Her birinden ayrı ayrı etkilenen Yaşar Kemal, bunları anlatırken hiç aceleci değildir. Hiç bitmeyecek bir masalın içinde yaşarsınız. İnsana, doğaya, söze duyduğu sevgiyle yazar romanlarını. İnce Memed romanlarında toros dağlarının başkaldıran insanını; Orta Direk’te Çukurova köylülerinin umudunu; Yer Demir, Gök Bakır’ da insanların çaresizliği aşmak için mite sığınışlarını, Ölmez Otu’nda yine inandıkları mitin yıkılış hikayesini, Teneke’de çeltik işçilerinin direnişine destek olan Kaymakamı; Binboğalar Efsanesi’nde Türkmen göçerlerin, yerleşik düzene geçiş sırasındaki düş kırıklıklarını; Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufcuk Yusuf ve Kimsecik’te Çukurova’daki geleneksel toplum yapısındaki çürümeyi ve çözülmeye tanık olmuş bir çocuğun korkularını; Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti ve Deniz Küstü’de bir sahil kasabasını… Romanlarının hepsinde insanı ve insanın direnme gücünü anlatmıştır. Dünya Edebiyatının yaşayan en büyük romancılarından Yaşar Kemal son kitabı “Binbir Çiçekli Bahçe” de; çok çeşitli kültür zenginliği olan dünyayı bin bir çiçekli bahçeye benzetiyor. Bu kıymet biçilemez kültür zenginliğinin değerinin bilinmesi konusunda duygularını paylaşırken, edebi düşüncelerini de bu kitapta topluyor.

  • Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk

    ŞİİR: Sezen AKSU , ŞARKI: Levent YÜKSEL / Bak yüreğime bak Ateşimi gör içimi hisset Hadi hazırım yeter ki Onursuz olmasın aşk Gel sokağıma gel Pencerimi aç yatağıma gel Hadi hazırım yeter ki Onursuz olmasın aşk Ölürüm yoluna ölürüm de Yine boyun eğmem Yakarım dünyayı uğruna Ama sana eğilmem Öyle sınırsız öyle derin Öyle çok severim ki Korkarsın Kuruyup çöle dönsem de Pare pare olsam da yenilmem

  • Ölü Ozanlar Derneği

    50'lerin Welton Akademisi, ciddi, disiplinli ve akademik çevrelerde saygınlığı yüksek olan bir okuldur. Okul yönetiminin muhafazakar ve ortodoks tavırları okulu öğrenciler için sıkıcı ve bunaltıcı bir hale getirmektedir. Fakat yeni ingilizce öğretmeni John Keating'in okula atanmasıyla çok şey değişecektir. Yönetmen: Peter Weir: OyuncularEthan Hawke, Josh Charles, Robert Sean Leonard, Robin Williams Bütçe:$16,400,000Hasılat:$235,860,116Ödül:1 Oscar ödülü. 18 farklı ödül ve 18 adaylık.

  • AY PERİSİ

    , Gülgün ÇAKO Ay Perisi Bursa, maviADA Dergisi Yayını *** Çogu kez kimi yaratıcı yazın ürünleri, kuskusuz en basta siir, bildigimiz dili degil, özel bir jargonu kullanır; anlamak için açıklamalar, anlatılar ister. Onu ancak bir savunma kurarsanız evrensel bir paydaya oturtursunuz … ve kabul görür. Oysa edebiyatın bu damıtılmış en yücesi, anlatılmaz, duyumsanır. İşte Gülgün ÇAKO’nun şiiri, o özel jargonu sihirle giydirip en özgününden kullananlardan, ama anlatılmasına gerek duyulmadan kalbinize yerleşme sihrine de sahip. O ne doğmaların büyüleyen yüksek sesine, ne de insana gereksinmelerini daha çok duyumsatarak, açlığı anımsatıp alma hissini zorlayan pazarlamacı anlatıya gereksinme duyuyor. O sadece şiir, bir şiir her neyse, yalnız o… O şiirin her hası gibi çıplak, ama boydan boya insan donanımıyla güçlü ve gözü pek kutuplara ceviz ağacı dikiyor. Ne güzel olurdu bir düşünün, böyle erirken dünya? Dergimizin ülküsü buydu, edebiyat sahnesine yeni kahramanlar sunmak… Emek ve gayretiyle çok özel bir yere geleceğinin imlerini taşıyan yeni sairimizi okurlarımızın da seveceğine inanıyoruz. İlk yazıları maviADA Dergisinde 2008'de yer alan öğretmen Gülgün Çako'nun Ay Perisi ikinci kitabı. Senol YAZICI, Ocak 2010, Bursa ========================= Gülgün Çako’dan “Ay Perisi” ŞİİR, 2010 OCAK, Bursa maviADA Dergisi YAYINI Gönen doğumlu şair, eğitim fakültesi mezunu. Ay Perisi (Mavi Ada dergisi yayını, 80 sayfa, Nisan 2010) İçimizde Bir İz’den sonra, şairin ikinci kitabı. Bu kitapta dikkatimi çeken, çarpıcı benzetmeler, yıpranmamış özgün imgeler. Şiirin olmazsa olmazlarındandır bu. Yeterli değildir kuşkusuz. İmge avcılığına dönüşür şiir yazmak o zaman ve yazılan, şiir olmaktan çıkar. Çako’nun şiiri böyle değil; hayat kokuyor ve hayata çok farklı pencerelerden bakıyor. Gülgün Çako, şiiri, şiiri olanı biliyor. Şiire etkileyici başlığı koymak ustalık ister. Şu başlıklara bir bakalım: Rüzgâr Böylesi Yeşil, Ay Işığında Ay Yüzlü Rezene, Rüzgârın Kanatları, Çöldeki Kızgın Kumların Güneşi, Göl Kurusu, Gözlerindeki Kahveden İçtim de Geçtim, Yitik Ülkenin Göçer Düşleri, Bebek Mendili, Ay Perisi, Göl Yazısı. Bu ve buna benzer etkileyici başlıkları okuyunca, altındaki dizeleri daha çok merak ediyor insan. Sağlam dizelerle şiirini güçlendiren Gülgün Çako’yu kutluyorum. Daha başarılı şiirlere yelken açabilecek bir öz taşıyor Çako. Şairin başarılı dizelerinden sadece birkaç örnek: rüzgârın koynuna saklanmış korkusuzluğu çocuğun (Dolu, 15. s.) sanki çocukmuşum da gece parkta unutulmuşum (Asrın Vedbası, 26. s.) bu sesi bir şiirden apardım o yüzden yarı çıplak (Su Sesi, 56. s.) dile gelecek nice pare sözlerini unutur sesinde günü kaybeder hece sen şarkını dinlersin (Nü An S, 61. s.) anlamak sıcak yaz günü bir külah dondurmayla avutmaktır içimizdekini (Sevmek Anlamaktan Gelir, 65. s.) Ay Perisi’ni edinmek isteyenler, Mavi Ada dergisinin elektronik adresine (adamavi@gmail.com) yazabilirler. Kitap, şairin elektronik adresinden de (gulguncako@msn.com) edinilebilirler. / Ihsan Topçu, Agustos 2010 * — Mavi Işık ile birlikte.

  • ADA

    ve Şenol Yazıcı / Şenol Yazıcı’nın yazılarının sırrını izlediğim etkinliklerinde fark etmiştim, okurken değil. Sadece zengin dili, gözlem yeteneği, büyük birikiminde değildi sihir. YAZICI, insan merkezli yazan toplumsal gerçekçi bir sanatçı… Sözde kalmaz salt; yazar, insandan yana, sisteme kökten muhaliftir, söylemi. Çağdaşlığı sonuna kadar savunur, ama edebiyatı insansızlaştıran post modernizmi asla benimsemez, ilk bakışta görülür bu. Ne var ki, derin baksanız, örtüşen bir yanı da vardır. Bildiğiniz gibi postmodernist edebiyat yazıda atlayışlar, geçişler yapma olanağı tanır yazana. Bu da insan ruhunun coşkulu haline çok uyan, duygusal karmaşamızı, çatışmalarımızı, med cezirlerimizi değişen ruh halimizi başarıyla veren bir yan… Oysa klasik edebiyat anlayışı nesnelerle ve yaşam gerçeğiyle ilişki kurarken, sistemli poetikayı izleyeceğim diye, istemeden de olsa bir kuruluğa, anlatmaya düşüyor. Alın elinize, bu türün en iyilerinden Semerkant’ı, tarih okursunuz, en karizmatik kahramanlarıyla birlikte… Ömer Hayyam, Nizami Mülk ve tarihin en çılgın, ama orijinal katili Hasan Sabbah… Haklarında ne yazsanız su gibi satar… Bu yüzden, sağlam bir kurgudan öte zenginliği olmayan sıradan bir edebiyat okurun itişiyle gelir en ön sıralara yerleşir. Yerleşir de bir şey eksik kalır. O eksik kalan önemsiz nokta, insan yanımızdır; eşsiz bulmacamız, derin karmaşamız… Belki bu nedenle postmodernizm hız çağının insanında alıcı bulurken klasik edebiyat hakkı olan itibarı bulmakta zorlanıyor. Bence ŞENOL YAZICI’nın sırrı burada… Nesnelerle ilişki kuran edebiyatı yeğliyor ama insan ruhunun bütün çalkantısını vermeyi de başarıyor. Onun yazılarında duygulanıyor, coşuyor, bütün yükseliş ve çakılışları yaşıyorsunuz… Çok az yazarın başarabildiğini başarıyor YAZICI… İşte burada postmodernizmle örtüşüyor yazdıkları. Onun sihri sadece anlattığında değil okura hissettirdiklerinde...”

bottom of page