top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Pierre Loti

    Aslında Pierre Loti’nin adını İstanbul’da yaşayan ya da şehri gezmeye gelen herkes bilir. Eyüp semtinde mezarlıkların arasından çıkılarak ulaşılan, eşsiz Haliç ve İstanbul manzaralı bu tepe, adını İstanbul’a hayran bir Fransız yazardan almıştır. Biz de hem bu yazarı anlatmak hem de bu güzel yeri hatırlatmak istedik. Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde Pierre Loti isimli bir Fransız yazar Türkiye'de meşhur olur. Türkleri ve Türkiye’yi çok seven, birçok defalar Türkiye’ye gelip giden, savaşlar sırasında Türkiye’yi savunan bu yazarın asıl adı Louis Marie Julien Viaud’dı. 14 Ocak 1850 tarihinde Fransa’nın Rochefort kentinde dünyaya gelen yazar 10 Haziran 1923 tarihinde yine Fransa’da hayata veda eder. Pierre Loti isminin yazara, kimi kaynaklara göre öğrencilik yıllarında; kimi kaynaklara göreyse 1867 yılında yaptığı Okyanusya seferi sırasında Tahitili yerliler tarafından verildiği söylenir. “Loti” egzotik iklimlerde yetişen egzotik bir çiçeğin ismidir. Protestan bir ailenin en küçüğü olan Pierre 17 yaşında Fransız Deniz Kuvvetleri’ne girer. Denizcilik eğitimini tamamladıktan sonra 1881’de yüzbaşı olur ve ilerleyen yıllarda da terfi ederek albaylığa kadar yükselir. Pierre Loti görevi sırasında Ortadoğu ve Uzakdoğuyu gezer. Bu arada bir deniz subayı olarak romanlarında konu ettiği yabancı kültürleri pek çok yer gezerek tanıma fırsatı bulur. Bu yolculuklarında edindiği deneyimlerini ve gözlemlerini de daha sonra kitaplarında yazar. Bu gezileri sırasında birçok kez İstanbul’a gelip kalan Pierre Loti, ilk kez 1876 yılında bir Fransız gemisiyle, görevli subay olarak geldiği bu şehirde Osmanlı yaşam biçiminden çok etkilenir ve pek çok eserinde bu etkiyi yansıtır. 1879’da ilk yarı-otobiyografik romanı olan ve o dönemin Osmanlı Türkiye’sinden kesitler veren Aziyâde’yi yazar. 27 yaşındaki bir İngiliz subayın 1876’da Selanik ve İstanbul’da görevli olduğu dönemde Aziyâde isimli 18 yaşındaki bir Çerkez kızı ile yaşadığı gizli aşkın öyküsü olan kitap, roman kahramanı subayın hatıratı ile arkadaşları ve kız kardeşine yazılmış mektuplar şeklinde kaleme alınmıştır. Devrin siyasal olayları, romantik İstanbul betimlemeleri, günlük hayata dair pek çok gözlem içeren roman, yazarın bir Fransız deniz subayı olarak Osmanlı Devleti’nde görev yaptığı dönemde tuttuğu günlüğe dayanır. Romana konu olan aşkın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı ve roman kişisi Aziyade’nin kurgu bir karakter olup olmadığı, tartışma konusudur. Aziyade’den sonra İzlanda Balıkçısı adlı romanını yayınlayan Loti, kendini edebiyat çevrelerine kabul ettirmiş bir yazar olur ve kitapları geniş kitlelerce okunur. Pierre Loti’nin oldukça yalın bir dili vardır. Eserlerinde edebiyattaki izlenimci kişiliğiyle derin bir umutsuzluğu dile getiren yazar, aşkın yanı sıra ölüm duygusuna da geniş yer verir. İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Eyüp’te yaşayan ve İstanbul’a hayran olan Pierre Loti, kendisini her zaman Türk dostu olarak nitelendirmişti. 1913 yılında yazdığı La Turquie Agonisante (Can Çekişen Türkiye) kitabıyla Batı politikalarını eleştiren Loti aynı yıl devlet konuğu olarak Türkiye’ye gelir ve Tophane rıhtımında büyük bir törenle karşılanarak Sultan Reşat tarafından sarayda ağırlanır. Boğaz’da ikametine tahsis edilen yalıda gerçek bir saltanat süren yazar, Osmanlı Devletinin en ileri gelen kişileriyle sürekli görüşür, Osmanlı aydınları ile saatler süren edebiyat ve sanat sohbetlerine katılır. Pierre Loti; Balkan Savaşında, I. Dünya Savaşında ve sonrasında Anadolu’nun işgal edildiği dönemde Avrupa’ya karşı hep Türkler’i savunur. Milli Mücadele döneminde Anadolu’daki direnişe destek vermesi ve kendi ülkesi olan işgalci Fransa’yı ağır bir dille eleştirmesiyle Türk halkının sempatisini kazanır. 1920 yılında “İstanbul Şehri Fahri Hemşehrisi” olarak kabul edilir. Divanyolu’nda bir caddeye “Pierre Loti Caddesi” ve Eyüp’te bir kahvehaneye de “Pierre Loti Kahvesi” adı verilir. Tabii kahvenin olduğu tepe de onun adıyla anılır artık. Ancak tüm bunlara rağmen Loti, Türk aydınlarını ikiye böler. Kimi aydınlar onun gerçekten bir Türk dostu olduğuna inanırken, kimileri de onun aslında Osmanlının zayıf ve geri kalmış hâline acıyarak sevdiğini savunurlar. 1925 yılında Nazım Hikmet yazdığı “Şarlatan Piyer Loti” adlı şiirinde onu bir burjuva olarak tanımlar. Diğer yandan yazar Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul ve Pierre Loti adlı kitabında Loti’ye övgüler yağdırır ve Loti’nin yazılarının bazı Türklerin yazdıklarından daha millî bir his ve zevk taşıdığını söyleyerek, onun Türkiye ile ilgili bütün eserlerinin Türkçeye çevrilmesini diler… Eğer siz de İstanbul’a bir tepeden bakmak isterseniz Pierre Loti tepesine teleferikle çıkıp, bir kahve eşliğinde o güzel manzarayı seyrederken yazarın anılarına dalabilirsiniz.

  • SUYUN ÖZELLİKLERİ

    VE SU’LU OLMAYAN BİR YAZI / Su en azından dünyamızda yaşamın temeli ve olmazsa olmazıdır. Susuz bir yaşam düşünülemez. Suyun tanımı da pek yalındır. Renksiz, kokusuz, saydam bir sıvıdır. Su katı, sıvı ve gaz halinde bulunan tek maddedir. Artı dört derecede deniz seviyesinde yüz derecede kaynar, sıfır derecede donar. Su yüz derecede kaynayınca buharlaşır. Kimyasal olarak iki molekül hidrojen, bir molekül oksijenden meydana gelir. Işığı emer. Su saydam olduğundan güneş ışınları su içinde hareket edebilmektedir. Bu sayede su içinde bitkilerin veya bitki benzeri ototrof canlıların yaşamlarını sürdürmeleri mümkün olmaktadır Akışkandır. Bulunduğu kabın biçimini alır. İyi bir çözücüdür. Gökkuşağı, yağmur damlacıklarının tabii optik prizma özelliği ile ışığın yansımasından oluşur. Su, kohezyon kuvvetine (moleküllerin birbirini çekmesi) sahip bir maddedir, yani kendi molekülleri arasında çekim kuvveti sayesinde dağılmadan kalabilir. Moleküllerin dipol (zıt kutuplu) olması nedeniyle su, birçok maddeye yapışabilir, suyun ıslatma özelliği buradan gelmektedir. Suyun (kohezyon ve adhezyon) bu özellikleri, suyun belirli kılcal yapılar içinde kopmadan yükselmesine ve taşınmasına yardımcı olur. Bu da bitkilerin karada yaşamlarını sürdürmeleri açısından önem arz eder. Daha açık bir anlatımla su çok yüksek ağaçların tepesine dahi bu yolla taşınır. Temel olarak, su akışı, nehirler ve tarım için su ihtiyacı gibi, insanlık tarihinde büyük roller oynamıştır. Nehirler ve denizler, ticaret ve ulaşım için elverişli yollar sunmuştur. Su akışı, erozyon etkisi ile çevrenin şekillenmesinde büyük roller oynayarak, vadiler ve deltalar oluşmasını sağlamış ve insanların yerleşimine uygun arazi ve alanlar meydana getirmiştir. Su aynı zamanda zemine nüfuz ederek, yer altına doğru iner. Bu yeraltı suları daha sonra tekrar yüzeye çıkarak tabii kaynaklar, sıcak su kaynakları ve gayzerler oluşturur. Yeraltı suları, aynı zamanda ambalajlanarak maden suyu olarak satılmaktadır. Su hidrojen ve oksijenin birleşmesinden oluşur. Hidrojen yanıcı,oksijen ise yakıcı bir maddedir.Fakat birleşip de suyu ye meydana getirdiklerinde ateşi söndüren bir özelliğe kavuşmaktadır. Suya bir molekül daha eklediğimizde yani H2O2 olduğunda hidrojen peroksit su olmaktan çıkar ve dezenfektan bir özelliğe kavuşur. Halk dilinde buna oksijenli su denir. Yaraları temizlemekte, mikropları öldürmede kullanılır. Su diğer maddelerin tersine donduğunda büzüşmez. Genleşir. Özgül ağırlığı azalır. Isıtıldığında buz erir. Özgül ağırlığı yükselir ve büzüşür, Bu müthiş özelliği sayesinde nehirler, göller hatta denizlerde donan sular, buz olup suyun üstüne çıkar ve buzun altında yaşam devam eder. Tersi olsaydı, nehirler göller denizlerin, dibinden başlayacak donma ile hayat olmayacak ve dünya bir buzullaşmaya sahne olacaktı. Su biraz daha ısındığında buharlaşır ve gaz halini alır. Bu su buharları gökyüzünde bulutları oluşturur. Bulutlar görsel bir şölenden ziyade, suyun dünya üzerindeki devinimini hazırlar. Yağış hayatın devamını sağlar. Bu yağış yağmur, kar ve dolu olarak dünyaya döner. Bu yağışlarda da müthiş özellikler kendini gösterir. Yeryüzüne inen milyonlarca yağmur damlaları ve kar taneleri bir biri ile çarpışmaz. Bu nedenle de kar tanelerinin her biri tıpkı bir insanın parmak izi gibi ayrı bir karakteristiğe sahiptir. Birinin deseni asla diğerine benzemez. Eğer yağmur tanelerini meleklerin yere indirdiğine inanıyorsanız mesele yok. Ama melekler değil de yerçekiminden ötürü yere iniyorlarsa niçin çarpışmadıklarını sorgulamak zorundasın. Yağış taneleri aynı elektro statiğe sahip olduklarından birbirlerini iterler ve bu nedenle de çarpışmazlar. Yağmur bulutları 600-800 metre yükseklikte oluşur. Ve yağmur damlaları bu kadar yükseklikten yere inmelerine rağmen insanlara, bitkilere zarar vermezler. Hatta ortam uygunsa romantik bir gezinti olabilir,şairlere ressamlara ilham verebilir. Yağmur tanecikleri havanın direnci ve düşüş hızı (terminal hız) dengelenir ve kafamızı yüzümüzü berelemez. Aynı biçimde talih kuşu kakaları da kafamızı yarmaz. Yağmur ya da su akıntıları erozyona ve doğanın değişimlere uğramasına yol açar. Verimli ovalar bu sayede oluşur. Gediz, Menderes, Po, Bakü, Kahire ovaları bunlara tipik örnektir. Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya’da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında çok fazla olabilirken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur. Suyun aldığı ısıyı geç vermesinin sonucu deniz yöreleri kışın bile ılık olur. Su değirmenleri, hidroelektrik santralli suyun enerjisinin pratiğe yansımaları değil midir? Bu nedenle atalarımız su gibi aziz ol derken suyun kutsallığına, bu özelliklerine ve susuz hayatın olamayacağına işaret ederler. Sizler de su gibi aziz olun. NOT: Su ile ilgili fantastik bir soru: Yagmur yagarken normal bir biçimde yürüyen insan mı daha çok ıslanır, kosarak hedefine giden mi. Buyurun. Cevaplarınızı bekliyorum.

  • GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ ÇOCUKLAR!

    -77 Yaşıma Basmam Nedeniyle- İkinci Dünya Savaşı’nın bütün dünyayı kasıp kavurduğu 1944 yılının 28 Temmuz Cuma günü altı ahır olan iki katlı ahşap köy evinde dünyaya gözlerimi açmışım. Dokuz çocuk sahibi ailenin beşinci çocuğuyum. Köyde aynı yıl doğan çocuklardan bazıları salgın hastalıklardan ölmüş. Evimizin yanında şırıl şırıl akan Koca Pınar’ın suyu, pancar çorbası, mısır ekmeği ile büyüdüm. Yedi yaşıma kadar yalınayak ve sırtımda anamın dokuduğu bir kendir gömlekle gezdim. Öteki köy çocukları gibi, hayvan güttüm, derelerde çimdim. Dokuz yaşımda babamı kaybetmeme rağmen, annemin evlatlarına kol kanat germesi sayesinde çocukluğum mutsuzluk içinde geçmedi. Anamın ak sütü bedenimi nasıl beslediyse, onun arı ve duru dili, dinlediğim masallar, mısır kazma imecelerinde söylenen türkülerle de iç varlığım biçimlendi. Benim doğduğum günlerde, köylüler yol vergisini tedarik edemezlerse 15 gün yol yapımında çalıştırılıyorlardı. Vergi memurlarından kurtarmak için hayvanlarını sayım sırasında uzak yerlere saklıyorlardı. Gaz, şeker karneyle veriliyordu ve köylülerin zahireleri yetmiyordu. Buna karşılık karaborsacıların zenginlikleri artıyordu. O yıl dışarıya 177.900.000 dolarlık mal satılmış, bunun karşılık 126.200.000 dolar mal ithal edilmiş, dış ticaret 51.700.000 dolar fazlalık vermişti! Zenginler bedel verip askere gitmiyorlardı. Benim doğduğum 1944 yılında, Sovyet Orduları işgal ettikleri yerleri harabeye çeviren Alman NAZİ Ordusunun belini kırmış, kovalıyordu. Başımızda Millî Şef vardı. Hükümet, daha önce desteklediği Almanların yenileneceğini anlayınca bu ülke ile ilişiği kesti, Almancı faşistleri de baskı altına aldı. Irkçılar, solcu Tan Matbaasını tahrip etti. Köy Enstitülerinde öğretmen ve öğrenciler yeni bir Türkiye ülküsüyle çalışıp okuyorlardı. Gerede, Bolu, Çankırı ve Adapazarı’ndaki depremlere 7.457 kişi öldü. Başbakan Şükrü Saraçoğlu Anıtkabir’in temellerini attı. Söz ve basın özgürlüğü yoktu. Sendikalar da yasaktı. Ezan ve kamet Türkçe okunuyordu. Ayasofya on yıl önce müzeye çevrilmişti. Sosyalistler takip altındaydı. Nazım Hikmet altı yıldır hapisteydi. Kuvayı Milliye Destanı’nı yazıyordu. Öğretmen Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” adlı şiir kitabı yasaklanmıştı. Benim bütün bunlardan tabii çok sonra haberim oldu. Kim tahmin ederdi, dinledikçe, okudukça, muhakeme ettikçe köylülerin çektiği yoksulluklara, halkçı aydınların uğradıkları baskılara isyan edeceğimi, içimdeki dinmeyen fırtınalarla fırtınalı bir hayatın içinden geçeceğimi, her düşürüldüğüm yerden kalkıp üstümü başımı silkeleyerek yoluma devam etmeye çalışacağımı… 28 Temmuz’da 76 yaşımı tamamladım. Daha kaç bahar, kaç yaz göreceğimi bilmeme imkân yok. Fakat hayatımın sonbaharını yaşadığımın bilincindeyim. İçimizi ısıtan Ilık güneşi, dallardaki meyveleri ve bereketli bağ bozumu ile güz mevsimini seviyorum. Sosyal medyadan eski ve yeni arkadaşlarım, hemşerilerim, öğrencilerim, meslektaşlarım, önemsemez göründüğüm bu yaş günümde anlamlı iletilerle bana moral verdiler. Kimini geçmiş mücadele ortamlarındaki arkadaşlığımızdan tanıyorum. Kimiyle geçmiş ilişkilerimizi çıkarmaya çalışıyorum. Birçoğunu hiç görmedim. Yazdıklarından, yılların tahrip ettiği, otların ve dikenlerin bürüdüğü yolda şaşmadan birlikte yürüdüğümüzü anlıyorum. Bu yoldan dönüş yok! Namık Kemal’in “Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” dizesi bize örnek oluyor. Onun kavga ettiği istibdat yılları 33 yıl sürmüştü. Bu günkü istibdadın o kadar sürmesi mümkün değil. Güzel günler göreceğiz çocuklar! (29 Temmuz 2020) www.zekisarihan.com

  • Pİ'nin Yaşamı

    Pi'nin Yaşamı; inanç, umut ve hayatta kalma mücadelesini işleyen masal kıvamında bir film. İzleyiciye farklı bir deneyim yaratacak olan “Pİ’NİN YAŞAMI”, bizleri genç bir çocuğun inanılmaz macerasına sürüklüyor – heyecan verici, spiritüel, keyifli, tüyler ürpertici, espirili ve aynı zamanda trajik bir hikaye. Pi Patel’in Hindistan’daki egzotik bir hayvanat bahçesinden Pasifik’e uzanan yolculuğunda yaşadığı gemi kazası sonucu bir sandalda bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ile hayatta kalan tek insan olarak yaşadığı akıl almaz hikayesini sunuyor. Pi, uçsuz bucaksız okyanusta bir sandalda başbaşa kalan bu enteresan dörtlünün arasında hayatta kalma savaşı verirken, zekası sonucu besin zincirine kurban gitmemeyi başarır ve sonunda Kaplan Richar Parker ile başbaşa kalır. Pi hayatta kalmak için bu devasa kaplana büyük bir anlayışla yanaşmak zorundadır ve inanılmaz masalları böylece devam eder.

  • Mona Lisa'nın Gülüşü Niçin Bu Kadar Özel

    Nurullah ATAÇ * Mona Lisa tablosunu herkes bilir. Bugüne kadar hiçbir tablo onun kadar taklit edilmedi. Tablodaki gizemin Mona Lisa'nın gülüşünde olduğu söylenir. Peki bu gülüş neden bu kadar ilgi çekici? Paris'teki Louvre müzesinin bir salonunda kalın bir cam vitrinin arkasında sergilenen Mona Lisa tablosunu her yıl milyonlarca ziyaretçi büyük bir hayranlıkla izliyor. Aynı salonda en az bu tablo kadar hatta daha güzel eserler de sergilenmekte ama hiçbirinin önünde Mona Lisa'daki kadar büyük bir izdiham yaşanmıyor. Herkes kim olduğu bile bilinmeyen bir kadının resmini mümkün olduğu kadar yakından görebil­mek için cam vitrinin önündeki ahşap engele kadar ulaşmak için büyük bir çaba harcıyor. Evet, tablodaki kadının kimliği hala bir sır perdesinin ardında gizli. Kimi uzmanlar ressamın ken­disini kadın kimliğiyle resmettiğini söylerken, kimileri da Vinci'nin hiçbir model kullanmadığını, bunun yerine hayalindeki bir kadını resmettiğini düşünür. Bilindiği kadarıyla tablo 16.yy'da Mailand'da (Kuzey İtalya) yapılmış. Ressam, tabloyu ölümünden kısa bir süre önce kral Franz l'e sattığı için tablonun kimin tarafından sipariş edildiği bile bilinmemekte. Bir zamanlar Napolyon'un yatak odasını da süsleyen tablo, 20.yy'ın başından bu yana Paris'teki Louvre müzesinde sergilenmekte. İlginin nedeni Peki Mona Lisa tablosu niçin bu kadar ilgi çekmekte? Birçokları bunu gizemli gülüşüne bağlıyor­lar. Aslında dikkatli incelendiğinde gülüşün gerçek bir gülüş olmadığı görülmekte. Gizemli gülüş izleyi­cinin bakış açısına göre mutluluğu veya üzüncü yansıtır. Ressam bu etkiyi tabii ki bilerek yaratmıştır. Mona Lisa'nın dudaklarına ve ağız çevresine dikkatlice baktığınız zaman kenarlarının hiç de belirgin çizilmediğini görürsünüz. Fakat Mona Lisa'nın diğer dikkat çekici bir özelliği de bakışları. İzleyici nereden bakarsa baksın, Mona Lisa sanki hep doğrudan doğruya onun gözlerinin içine bakıyor gibi duruyor. Leonardo da Vinci, bilimsel deneyimlerini eserlerinde kullanan ender sanatçılardan biriydi. Eserle­rinde özellikle de izleyicinin üzerindeki optik etkiye önem veren ve üçboyutlu görüntülere yaklaşmaya çalışan ressam, her sanatçının eserlerini kusursuz olarak yaratabilmesi için doğayı çok iyi bilmesi ge­rektiğine inanırdı. Kim bilir belki de bu tabloyu bu kadar eşsiz kılan bilim ve sanatın buluşmasıydı. (Cumhuriyet, 3 Ekim 1942) */ ÇOK OKUNANLAR 2019 İLK YAYINLAMA maviADA dergi SAYFASINDA 369 ziyaretçi , iNTERNET GENELİNDE 1360 ZİYARETÇİ

  • Söylendim Durdum

    Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu, çayırlık mı, orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli zehirlerle zehirlenmiş yeşil bir su. Köpek leşi gibi uyuyor şehir: Yok, değil, öyle değil… Köpek leşi, kokusu yönünden iğrenç yoksa ölmüş bir köpekte kırılmış bir çocuk oyuncağının hüznünden başka, tatsız ne vardır? Koku cihetinden öyle bu şehir. Pis şehir bu. Alabildiğine pis şehir: Bit gezmemiş kanepe, sümük sürülmemiş, tükürülmemiş, balgam atılmamış hiçbir yeri yok. Yakamızdaki kir, fabrika dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan. Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu şehirde düşünülemez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah’ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avaidini isterler. Ben fukarayı severim, dersin kendi kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini; yüzünden açlığı, kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? Kimdir şu sevdiğin insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız … Ama kim? Kim olacak? Sensin. Kendi kendisinin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkan yoktur. Hani bazı insanlar vardır, iyilik edersin. Bir edersin, iki edersin, üç edersin. Sonra edemeyecek hale gelirsin de elinden bir şey yapmak gelmez. O zaman bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. Hepimiz öyleyiz işte. Bütün iyilikleri, bütün dostlukları, tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar pandomina, kocaman dedikodu. Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgar, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız. Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenler, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler bu şehri. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında. Kime bütün bunları istiyorum gibi geliyorsa, namussuz olan odur. İstemiyorum. Aldanma konuşmama. Bırak Allah’ı bir tarafa! O nasıl bizi sessizce bırakıp gittiyse, biz onu tekrar buluncaya, yahut büsbütün yoktur deyinceye kadar, o bizim işimize karışacağa benzemiyor. Ama bu şehir artık şehre benzemeli, ama nasıl? Nasıl mı? Sen mi çare düşüneceksin? Gülerim. Ama evvela sen! Sen yazıcı! Bırak eşekliği artık! Olmazsa yazma. Çekil, otur oturduğun yerde. Sen mi süsleyeceksin, sen mi temin edeceksin metresini gazete çıkaranın, sen mi onun şöhretini, kalemini, otomobilini Avrupa’ dan getireceksin. Sonra gidip Haşet Kütüphanesi’nin vitrinlerindeki üç yüz elli franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder, diye düşüneceksin. Şu J.P.S. müthiş adam. İsmini duydun. Daha bir kitabını bile okumadın. Okumak istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran bile içemezsin. O, bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı, dolandırıcılığı bile bile … Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları. Yap bir güğüm ayran evde. Koy o herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayran sat, sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa öldürtsün. Kestane sat bir çıkmaz sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır, sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazmış; senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da senden almazlarmış. Varsın almasınlar. Bütün şehirle dost değilsin a! Sen başla bir defa işe. Bir haftaya kalmaz; şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgara karşı içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın. Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar katibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.

  • "Bizim Kadınlarımız"

    Bizim kuşak erkeklerinin genelde problemli bir ilişkisi oldu kadınlarla... Bir ara kuşaktık. Babalarımız kadınsız ortamlarda büyümüş, eşlerini ilk kez gerdek gecesi çıplak görmüştü. Oğullarımız ise ilkokulda cinsel eğitim dersiyle büyüyecekti. "Babalarımızdan ileri, oğullarımızdan geri"ydik; her kuşak gibi... Ama zor bir ergenlik geçirdik. Boğaziçi'nde o ağaçtan bu ağaca kovalamaca oynayan âşıklar gitmiş, okul çıkışı film afişlerinde anadan üryan kevaşeler tahrik edici pozlarla bizi karanlık salonlara davet eder hale gelmişti. O salonların perdesinde inleyen kadınların cüretkârlığıyla mahalledeki kızların taassubu arasındaki uçurumda büyüdük. Perdedekine ısınamadan, ısındığımıza dokunamadan... * * * Sonra gün geldi "bacı" oldu çevremizdeki kadınlar... Onlar kadın değil siperde yan yana saf tuttuğumuz, omuz omuza halaya durduğumuz "yoldaşlar"dı. "Onca yoksulluk varken" gönül işleriyle uğraşmayı kendimize yediremedik. Sarp ihtilal yollarında sevdayla yitirilecek vakit yoktu. O yolda el ele gezenlere, aşk acısı çekenlere, bacılara göz dikenlere iyi gözle bakılmazdı. Vuslatı devrim ertesine erteleye erteleye tamamladık ergenliğimizi... Siperler çöküp halaylar sustuğunda, "yarin yanağından gayri" her konuda birikim sahibiydik. * * * "Büyük suskunluk"un ardından "bacılar"ımız yeniden ortaya çıktığında "kadın olmak" diye bir meseleleri vardı. Artık siyasetin değil, kadınlığın diliyle konuşuyorlardı. Pos bıyıklı eski yoldaşları maçolukla suçluyorlardı; "eril bir dil"den, "erkek iktidarı meselesinden" dem vuruyorlardı. Bazı "ilişki guruları", "Bizim de cinselliğimiz var" diye haykırıyor, yatakları, odaları, evleri ayırmayı öneriyorlardı. Daha birleştirememiştik ki... Bu yeni dili öğrenmeye koyulduk: "İşadamı", "bilim adamı" demek ayıptı; "iş insanı" "bilim insanı" demeye alışmalıydık. Bir ömür verdiğimiz adab-ı muaşeret bilgimiz sıfırlanmıştı: Palto tutsak, kapı açsak, yol versek, hesap ödesek kızıyorlardı. Bize kibarlık diye öğretilen şeyler bir anda eşitliği tahrip eden davranış kalıpları haline gelmişti. Pısırıklaştık. * * * Bu şaşkınlık döneminin ardından "yeni ortama uyma" seferberliği başladı: Pos bıyıklar kesildi. Şınav seanslarında göbekler eritildi. "Aşk Hikâyesi" filminin oğlanı gibi fitilli kadife ceket altına kot pantol giyildi. Fakat heyhat! Çilemiz bitmemişti. Bacıların bir kısmı türbana bürünüp "hacı" oluvermişti. Bir kısmı ise iş hayatına dalıp kariyer hırsına kapılmıştı. Bu ikinciler çoğu kez iki soyadlı oluyordu: biri babadan, öbürü kocadan... Her alanda rakiptik artık... "maçoluk"ta bile... Bebek bezi bağlayabilen pısırık erkekler gözden düşmüştü. Karizmatik, iktidar sahibi, maço erkek tarih sahnesine dönmüştü. Kesik bıyıklarımız ve yırtık adab-ı muaşeret kitaplarımızla ortada kalmıştık. * * * Maçta fanatik, işte karizmatik, ilişkide antipatik kadınlar çıkmıştı ortaya... İlişki kuramaz, kursak tutunamaz olmuştuk. Vuslata eremeden boşanma çağını karşımızda bulmuştuk. Gönlünce kadın bulamayınca ameliyatla kadın olanlar ya da erkeklere bıyık buranlar çıktı aramızdan... Annesi gibi iffetli kadın arayanlar, cepte Viagra Rus avına çıkanlar, "Hadi eller havaya" alemlere dalanlar, internet sitelerinde eş bakanlar, aczini şiddet kullanarak bastıranlar, sığınağı erkek erkeğe ortamlarda bulanlar... Her değişim dalgasında geri ve her daim acemiydik kadın konusunda... Galiba da hep öyle kalacaktık. Üzerimizde hakkı olan tüm kadınların Kadınlar Günü kutlu olsun.

  • Doğunun Kadınları

    biz batan güne sahip çıktığımızda ay, bitlis'te sarı tütün ya da bir akarsu imgesi gibi yiğit ve bütün bir ağıttı kadınlarımızda onlar hüznü bir çeyiz çileyi ince bir nergis ve gülerken bir dağ silsilesi taşırlar ve birer acıdan ibarettirler kayıtlarımızda kadınlar ki alınlarımızda doğuyu mavi bir nokta ve yazgıları çok uzakta bir nehir yoluna karışırlar ölümleri duvaktan beyaz ve ahlat, erciş, adilcevaz üzerinden geçen bir kederle yarışırlar ve birer yazmadan ibarettirler sevdalarımızda biz bir yazın ayağında en küçük bir gurbeti bile içi titreyerek okuyan ve bir gülü tersinden dokuyan umutlarımızda başlığı kınadan turaç bebesi doğuştan kıraç ve bir ninniyle darılıp bir türküyle barışırlar ve birer hasretten ibarettirler mektuplarımızda

  • CUMHURİYET KADINI NE DEMEK?

    Biraz da ezber bozalım-13 Ortalıkta bir “Cumhuriyet kadını” lafıdır gidiyor. Cumhuriyet kadını aşağı, Cumhuriyet kadını yukarı… Kimler Cumhuriyet kadınıdır? Şekil şemaline bakarak söylemek mümkündür ki Cumhuriyet kadını kentte oturur. Eğitimlidir. Tesettüre girmemiştir. Modern (Avrupai) tarzda giyinir. Onuncu Yıl Marşını, İzmir Marşını söylemeye bayılır. Parti ve derneklerin faaliyetine, balolara katılır. Genel tip böyle olmakla birlikte, başörtüsünü çıkarmasa ve biraz arkadan yürüse de da bir memur ve eşraf eşi olarak bu topluluğun ikinci halkasında yer alanlara da Cumhuriyet kadını derler. Bu tanımlamaya göre annem köyümüzdeki bütün kadınlar gibi, Cumhuriyet kadını olamadı. O 1916’da doğduğu yıl, babası Seferberlikte hastalanıp hava değişimine köyüne geldiğinde beşikteki kızını öksüz bırakıp ölmüştür. Çok geçmeden annesini de kaybetmiş, amcasının elinde büyümüştür. Bütün köylü çocukları gibi mahalle mektebine devam ettiyse de, iş güç içinde orada öğrendiklerini de unutmuştur. 1929’da köy camisinde açılan Millet Mektebine de gitmiştir ama köyde okunacak hiçbir şey olmadığı için Türkçe okuyup yazmayı da unutmuştur. 16 yaşındayken aynı köyden babam tarafından kaçırılmış, kalabalık bir evin gelini olmuş, 18 yaşında ilk çocuğunu kucağına almıştır. Evdeki esas işi tarla, bahçe işlerinde çalışmaktır. Taşçı ustası kocası da evin geçimine katkıda bulunmak için sık sık gurbete giderek çalışmaktadır. Buna rağmen dokuz çocuk doğurmuş, bunlardan dördü, daha yedi yaşına basmadan toprak olmuştur. Onuncu çocuğunu tarlada kazma sallarken düşürmüştür. Mısır ununa patates ve kepek katılarak ekmek yapılan, köye tahsildar geldiğinde evdeki birkaç hayvanın köy dışında görünmeyecek bir yere saklandığı yıllardır. Evden çarıkla çıkmakta, köyden çıkınca onu eskimesin diye çıkararak yalınayak çalışmakta, köyün içine girerken onu yeniden giymektedirler. Bu yıllar için “Gitsin de bir daha gelmesin!” diye anmaktadır. Dayandığı en büyük güç Allah’tır. Onun emirlerini yerine getirirse öte dünyada mutlu bir hayata kavuşacağına inanmıştır. Beş vakit namazını, orucunu hiç bırakmamış, bel çıkığı nedeniyle alçıda yattığı yıl içinde Kur’an okumayı öğrenmiş, 37 yaşındayken kaybettiği kocası başta olmak üzere her Cuma gecesi ölmüşlerinin ruhuna Yasin okumuştur. Hayatı boyunca ağzına bir yudum içki koymadığı gibi, içki içenlerin cehennemde yanacaklarına adı gibi emindir. Onun sudan başka içkileri, ayran, pekmez sulaması, turşu suyu, şıradır. Hiç topuklu ayakkabı giymemiş, düğünlerin kadınlara özgü şenliklerindekiler dışında hiç dans etmemiştir. Önceleri Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin seçmeni iken evlatlarının anlatımlarına inanarak Mehmet Ali Aybar’ın, Ecevit’in partisine oy vermiştir. Buna rağmen o bir Cumhuriyet kadını olamamıştır. Ona “Cumhuriyet kadınları kimlerdir?” diye sorulsaydı, her halde “şehirlerde olur!” yanıtını verirdi. Şehrin de her yerinde değil, amir, memur, tüccar ve esnafın oturduğu semtler. O hiç cumhuriyet kadını olmaya özenmemiştir de. Hatta Cumhuriyet kadınlarının giyim ve kuşamlarını, davranışlarını yadırgamıştır. Şu söz ona aittir: “Onlar kundura ile tıkır tıkır gezerken biz yalınayak geziyorduk.” EMEKÇİ KADIN O Cumhuriyet kadını olamamıştır ama ocağını tüttürmeyi başarmıştır. Kocası öldükten sonra da kuluçkaya yatmış tavuklar gibi hayatta kalan evlatlarını kimseye muhtaç etmeden büyütmüş, öğrenim çağı geçmemiş olanları okutmak için deyim yerindeyse saçını süpürge etmiştir. Bunlardan devletin sürgün ettikleri, hapse attıklarına bütün analar gibi yüreği titremiş, yalnız ana yüreği taşıdığı için haklı olduklarına inanarak onlara sahip çıkmış ve moral destek vermiştir. Yaptığımız ve herhalde herkesçe kabul gören tanıma vurursak o bir Cumhuriyet kadını değildir. Yalnızca ve sözcüğün bütün kapsamıyla bir anadır, köylü kadınıdır. Cumhuriyet kadını ile aralarında kadınlık ve analık gibi bir ortak yan bulunsa da ona yalnızca “kadın” demek yeter. Cumhuriyet kadınlarının bir kısmının anası da onun gibidir. “Cumhuriyet kadını” tanımlaması, “Cumhuriyet öğretmeni” gibi, ideolojik ve sınıfsal değil, bir kültürel tanımıdır ki en kestirme anlatımla “modern kadın” anlamına geliyor. Mütarekede buna benzer “Asri Kadınlar Derneği” vardı ama bağımsızlık için sırtlarında cephane taşıyan ve kağnı kollarında can verenler Asri kadınlar değil, köylü kadınlardı. Kadınlar arasında da bütün nüfus arasında olduğu gibi kültürel, sınıfsal farklar vardır. Bir kadın derneğinin yapması gereken kadınları kültürel özelliklerine göre değil sınıfsal özelliklerinden kavrayıp kadınların kurtuluşu ile birlikte bütün insanlığın kurtuluşuna hizmet etmektir. Böyle bir kadın örgütlenmesinin kadınlar arasında etnik ayrımlar yapması da mümkün değildir. Nerde bir ırkçı eylem varsa pankartını alıp oraya koşan kadın, Cumhuriyet kadını ise buna diyecek bir söz bulunamaz… Öyleyse birçoklarının diline yapışmış olan bu “Cumhuriyet kadını” ifadesini bırakmak gerekir. Eğer kadınlar için bir dernek adı tercih etmek gerekse “İlerici Kadınlar Derneği” daha anlamlıdır. “Kadınlar Derneği”, “Kadın Hakları Derneği” adları da daha kapsayıcıdır. “Emekçi Kadınlar Derneği” veya şimdiye kadar kullanılmamış olan “Halkçı Kadınlar Derneği” adlarının ise sınıfsal bir içeriği vardır ki doğru anlayış budur. Halkçı kadın, güncel sınıflama ile söyleyecek olursak başı açık veya kapalı kadın ayırımı yapmaz. Asri bir hayat tarzına mı yoksa geleneksel bir yaşam içinde mi olduğunu hesaba katmaz. Halkçı kadın, emekçi kadınların özgürleşmesi, bu yolla ve bu vesileyle bütün halkın baskı ve sömürüden kurtulması için mücadele eden kadın demektir. (22 Kasım 2017) Fotoğraf: Köyüm Beyceli’de bir grup kadın.

  • Emekçi Kadınlarımıza Andaç

    EMEKÇİ OLDUĞUNU BİLMEZDİ… * Doğmuştu, büyümüştü, çalışmazsa ne karnı doyacaktı ne de Nazilli basmasından işliği, donu, kara lastiği olacaktı. Yaşamak, eşit çalışmaya. Hiç kitap okumadan bilenlerdendi. Bir gözü görmeyen, bir kulağı duymayan yoksul anadan doğdu. Babası topraksız kır emekçisi, yapı işçisiydi. Babası öldüğünde üç yaşında, kardeşi üç aylık, ağası on, abası on bir yaşındaydı. Bir göz Kapadokya evinde, ahırlı samanlıklı yaşamaya başladılar. Topraksız, salt kol gücüne dayanan bir yaşamları oldu. Dul anası kocaya gitmedi “…Çocuklarıma babalık tokadı vurdurmam!...”diyerek. İş yaramazken evde görevi tavuğa danaya göz kulak olmaktı. Abası okula gönderilmedi, kendisi de; yoksul, öksüz ve de kız olduklarından. Erkeklere özgüydü okul, önlük, kalem, defter. Belediyede muhasipti dayısı, hatırına yazmayıverdiler okula. Anasının donuna yapışıp ekin tarlalarında, harmanlarda, bağ bahçe işlerinde çalıştı. Hamur yoğurdu ekmek açtı. Az beslendi, çok çalıştı, havadan sudan olsa gerek dal gibi sivrilip gül gibi görümlendi. Abası on sekizine varmadan gelin oldu komşunun kır yoksulu oğluna. Ağası dalgacı çıktı, az çalıştı, çok yedi. Küçüğünü okula saldılar yarım bırakıp kaçtı. Geçim yükünü anasıyla omuzladı. ‘…Anası kadın olarak ne biliyorsa…’ ile yetinmedi, konudan komşudan iğne tutmasını, el işini öğrendi boş kaldıkça. Boyuna posuna, çalışkanlığına, görümüne imrenen, eline ekmek tutuşturmayan akrabaları, komşuları dünürcü oldular arka arkaya. İşi zora dökmek de vardı işin içinde. Komşunun iti daladı günlerden bir gün, kasaba hastanesine gitti geldi Kuduz aşısına. Yüzünü anımsamadığı teyze oğluyla göz göze geldiler köprübaşında. İyi de ‘…solcu… Komünist diyorlardı ona. Nasıl bir şeydi ki o dedikleri?... Eli yüzü düzgün biriydi… Uzak bir yerlerde öğretmen diyorlardı.. Teyzesi de pek yukardan atıyordu hani...” Teyzesi diz ağrılarından iş göremiyor deseler de, kaçırılmak korkusundan hizmetçiliğe gönderdiler onu. Bir yaz boyu dillerini bilmedikleri büyükçe bir köyde birlikte yaşarken olanak buldukça konuşarak ısınıverdiler birbirlerine. “Ben de senin gibi emekçi bir insanım, çalışıp karnımı doyuruyorum sencileyin. Yoksulluğuma katlanırsan, yaşadıklarımızdan yakınmazsan birlikte bir yaşam kuralım. Dört ay düşün kendince, kimseden akıl sorma, sen onlardan akıllısın. Dört ay sonra gelirim, seni alır giderim…” demişti. Beşinci ayın sonunda gelmişti sözünü tutarak, düştün peşine gözü karalığına, inancına güvenerek. Kimsenin karışamadığı, iki kişilik, yoksul ama sıcak bir evin olmuştu doğunun uzak bir köyünde. Mutluydu kendince de, okuma yazma bilmemenin utancını söyleyemiyordu. Her yeri karların kapladığı bir gece döktü içini. Sabah uyandığında masa olarak kullandıkları eski okul sırasının üzerinde yeni defter, kalem, silgi vardı. Üçünü de gizlice koklayıp ağlamıştı gizlice. Dayançla, bir oyun oynarcasına başladığı abece savaşını otuz gün sonra kazandı. Duvarda asılı tabaka büyüklüğündeki radyoyu, defteri, kalemi, ‘Nasrettin Hoca Fıkraları’nı çok sevdi. İki ay sürdü mutlu günleri ama okuma yazmayı,12 Mart balyozunu, eşinin korkulacak biri olmadığını da öğrendi. Teyzesi trafik kazsında ölmüş, anası da yaralanmıştı. Aklı ve özlemi doğuda, bedeni teyze evinde kaynına, görümcesine, yaşlı ebeye bakarak geçti bir sürem. Kayınbaba ikinci evliliğini yapınca yeniden eski günlerine dönemedi, tedirgin ortamdan, eşinden kaygılanırken yakınmadı anne olmanın yükünden. Tuz gölünün kıyıcığında iki göz toprak damlı eve kurdu göçebeliğini. İlk oğlunu doğurdu, ölü yüzünü öpüp koydu mezara. Düzene girdi yaşamı, arka arkaya üç kız doğurdu, yakınlarının ‘…kız doğuramadın…’ horlamalarına sessizce direnmesini de bildi. Elektriksiz, yolsuz, susuz, bakkalsız köylerde yaşamadan da yakınmadı. Eşinin dernek, sendika, toplantı, eylem, yazma, okuma çabalarından yakınmadan, kolaylaştırarak yaşadı. Başarılarından, sevilmesinden, aranan bir öğretmen olmasından da övünmedi. Ülkenin geçtiği zor günleri, sıkıntıları, saldırıları, dövmeler, öldürmeleri, asmaları anlayabildiğinden yasını birlikte tuttu, eşini avutmasını da bildi. Yaslı, acılı, dayanılmaz günlerden adlar seçti kızlarına. Yetmeyen aylıktan dolayı yakınmaktansa ekip dikmeyi denedi soluklanmak için. İş bulsa çalışmayı da düşündü, kadınların ev işlerinin dışında çalışmasının ayıplandığı yerlerden sıkıldı. Kasabada yaşamayı öğrendi, çocuğunu doktora, okula, götürmeyi, eşini çantasında ekmek bıçağıyla izleyip korumasını yaşam dayatması olarak öğrenmek zorunda kaldı. 12 Eylül’de sokağa çıkmamayı, saklananları korumayı, hapishane ziyaretlerini, üç yılda dört ev değiştirmeyi, polis baskınlarını, jandarma aramalarını, sekiz yaşındaki kızına aldığı gazeteden dolayı sövülmesinin acısını içine atmayı, duvarına yazılan sövgü sözlerini kireçle kapatmayı, beş çocukla dul kalan ablanın çığlıklarını paylaşmayı sindirdi küçücük yüreğine. Erkek kardeşlerine iş bulmanın sevincini yaşamadan kapısına dayanan sürgünü duyumsayıp ‘…Kuzguna leş gagalatmamak…’ için doğduğu topraklara sürgün yaşamayı yeğlemeyi de. Kendi toprağına, yağmuruna, havasına uymayan batı kasabasında mevsimlik tarım işçiliğiyle kan verdi beş horantalı evine. Küçükmenderes ovasının tarlalarında elli derece sıcakta, yağmurda, soğukta çalışmayı, aldığı gündelikle üç kızını, eşinin eğitimine can suyu vermeyi görev saydı övünmedi. Yoksul insanlar erken olgunlaşırmış, kızlarını da erken olgunlaştırdı tarım işlerinin zorluğunu yaşatarak. Yatılı liselerin, üniversitelerin kapılarında dolaştı yıllarca, azık çekti yurtların, öğrenci evlerinin yalnızlığına. Umut, sevgi, dayanca, direnç taşıdı çocuklarına. Sınav geceleri uyumadan sabahlamayı, sonuç öğrenmek için telefon beklemeyi öğrendi. Kazanılan her okuldan umutlu, biten her okuldan mutlu olmayı öğrendi. Çocuklarını iyi yerlerde görünce sevindi sevinmesine de gösteriş yapmaktan arlandı. Düğünü, derneği, kıtalar arası gurbeti gördü, torun sevdi. Anaç bir kartalın kanatlarınca genişti kolları, yavrularını korumada üstüne yoktu. Gözden, dizden, ciğerden, kan basıncından hasta olsa da sakladı hastalığını çocuklarından, bir eşi bildi derdin. Onun elinin ekmeğe ulaştığı yıllarda insanlar sendikadan, dernekten, sigortadan, Bağ kur’dan kaçarlardı öcüden korkarcasına. Çok istemesine karşın hiç bir sosyal güvenlik kurumuna almadılar onu ev kadını, gündelikçi tarım işçisi olduğundan. Televizyondan, gazeteden mi imrenirdi bilmez ama eşinin her eylemine gönüllü destek verirdi. Meydanlarda bağırdı, kuru gevrek yedi, ücret fişi yaktı, hastane kapılarında bağırdı. Geçtiğimiz kışta dizlerini döverek Tekel işçisi kadınların direnişlerinde ağladı. Televizyonda tek sevdiği diziydi ‘ Hanımın Çiftliği’; çapa yapan, pamuk toplayan, işsiz kalan, zorla evlendirilen kadınlara ağladı gizlice. Emekçi kadın olduğunu bile bilmezdi; yaşamın acı tokatlarını yiyerek öğrendi. Dünyanın her yerinde kendisi gibilerin alın teriyle kurulan zenginlikleri tanıdı. Kendisinin aç kalmamak için alın teri dökmesinin yeterli olmadığını, daha iyi bir yaşam kurmak için birlikte savaşımın gereğini tarlalarda, işletmelerde, çapada, üretimde, derimde terleye üşüye sezerek öğrendiğinden dayanışmada öncü olmayı, gündelik diretmelerinde sözcü, arkadaşına arka olmayı da ilke edindi. Anlattığım emekçi kadın aranızda yaşıyor, emekçi olduğunu bilmiyordu, kitaptan okumadan yaşayarak öğrendi. Sigortasız, maaşsız, yeşil kartsız da olsa yaşıyor. Papatya, çullar sultanı olamadı, yılın kadını da seçilemediğinden görselde göremediniz/göremeyeceksiniz de. Sevgisi, saygısı YÜREĞİMİZDEDİR. 5 Mart 2018 &

  • Kadınlarımız

    ... Toprak öyle bitip tükenmez, / dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişemeyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşaleden tekerlekleriyle Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık kısacıktılar ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak, ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehriban başlı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve on beşlik şaraplenin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üzerinden Afyon`a doğru... ...

  • ADAPAZARI

    Bir önyargım var: Sevimsiz anıların olan sevgili, memleket... terk ettiğin neyse işte ona, bir daha dönmeyeceksin diye; o gün haklıysan hep haklısındır, kurcalama... Ayrıca bir saplantım da var; hatalı olsa da o geçmiş senin doğrularının da temel taşıdır; o zaman ebediyete değin nikahlındır, saklamalısın.. Nasıl bir çelişkiyse? Bu kaygım vardı, ısrarla davet ettiklerinde de anlatmıştım açık yürekle: "Orda incitildim ben, gelmeyeyim. Ben beni bilirim, içimde saklar, tepkisiz de dururum ama, o hazmettiğimden değil, en şık tepkiyi hala bulamayışımdandır. Belli ki anlamaya çalışmışımdır otuz küsur yıl; Acaba benim hatam neydi? Zor anlıyormuşum işte. Şimdi anlayıp da kendimi aklarsam savunmam şiddetli olabilir, hava da bozulur. " diye... Yanıt beylikti: Geçmişi kurcalamanın kime ne yararı var? Gel de bana anlat... Ya da dayağı yiyene... Bilmediklerim çok ama kendimi bilmem mi? Şimdi üç yıl sonra bu yazı hala gündeme geliyorsa demek ki kesin ve evrensel bir yargıya dönüşmüş. Suçlu olan birileri var ama ben değilim. Öyle de gel de uygula: Terk ettiğin yere bir daha dönme... Dünyanı her adımda genişletmek ne kadar mümkün, güç, zaman...sorunu. O zaman bir süre sonra yumurta kabuğu kadar bir şeye dönünce dünyan, çift sarılı olsa ne yazar, yinelemeler de kaçınılmaz olur. Olsun onun da güzel yanı var: Kıyaslama şansın oluyor. Yaşadıklarında eksi ve artıları görebiliyorsun. Ya da sanırsın... Yok yok, siz siz olun; dün niye öyleydi diye asla bir yere dönmeyin... Çünkü bulacağın gerçek seni üzebilir, daha da ötesi bir anlamı kalmadığından ben bunu niye yaptım der olursun ki, onun adı "keşke"dir. Ruhun en büyük kanseri de o keşkelerdir, yakalanmayın. ADAPAZARI benim yaşamımda hiç de sevimli anıları olmayan bir yerdir. Ötesi ciddi bir kırılma noktamdır. * ATMED yani ADAPAZARI TİCARET LİSESİ MEZUNLARI her yıl öğretmen ve öğrencileri buluşturdukları bir gece düzenliyor. Dile kolay, tam kırk beş yıldır... Herhalde daha önce yaşım tutmuyordu, son beş yıldır davet ediliyorum, ama nedense içim git demiyordu hiç... Asıl sakıncam bir yana tarzım değil, kimsenin birbirini anlamadan konuştuğu, gürültünün şenlendirdiği eğlenceler... Kuşkusuz davetleri onur vericiydi, ama keşke bir amaç yükleseler, kültür sanat, siyaset...her neyse güncele dair bir konu...ekleseler de yararlı olacağımı sanacağım bir etkinliğe filan çağırsalardı, koşarak giderdim, ama şimdi... Öyle ya otuz yıl olmuş ayrılalı, ne yapacaktım ki işlevi olmayan bir eğlencede? Aramda birkaç yaş fark olan, şimdi elbette benim gibi ışığı solmaya başlamış öğrencimle ya da meslektaşlarımla yitip gitmiş anıların arasından değerli bir şeyler bulup çıkarmaya çalışmak bana pek sevimli gözükmüyordu. Ki o değerli olan da o gün değerliydi, bugün ne ederdi kimbilir? Ne var ki bu kez telefondaki davete iyi halimde yakalandım, hayır diyemedim. "Biliyorum ayıp ediyorum," döküldü ağzımdan. "Ama bu kez geleceğim..." Belki biraz da öteki gözle bakmak istedim. * Otuz yıl önce bir şiir gibiydi ADAPAZARI. Ama kahırlı... Ülkenin en büyük nehirlerinden biri ondan akardı; taşıdığı alüvyonlarla dünyanın en bereketli vadisine çevirdiği ovada adam diksen yeşerirdi. Karadeniz'e cephe, Marmara'ya su kadar yakındı; irili ufaklı gölleri, balta girmemiş ormanlarıyla, sık sık yoklayan depremlerinden de belli sıcak su, kaplıca kaynaklarıyla; Manavından, 93 harbi göçmenlerine, Kafkas halklarına, kendine yetemeyen Doğu'dan, binbir felaketle atayurduna savrulmuş Balkan insanlarına... Onca ırkın rengini, ışığını taşıyan zengin bir mozaik kültürle donanmıştı. Orta Anadolu'dan gelenlerin yanında başkentle ülkenin en büyük şehrini birbirine bağlayan, Avrupa'ya değin uzanan tren, otoyollar ondan geçerdi. Oysa "Yalnızlık Sonatı"ndaki "... Bir gece vakti, kimliksiz bir köy kıyısında, Dağ çocuklarının gözleri gibi karanlıkken ömrün…" dizelerini dedirtecek gibiydi... Hadi kendi özkaynaklarını kullanmıyor, içinden geçen o lüks arabalardan, mavisine kadar rengarenk trenlerden, her birinden bir sözcük, bir icat, bir yenilik kapsa dünya zengini olacak , çağını aşacak bir yer olması mümkünken, ülke ortalamasının aşağılarında bir yerde, arkaik bir kültür ve sosyal yanı olmayan bir yaşam girdabında, saldırgan bir gericiliğinin yanında yapıştırma bir çağdaşlığı, ham bir ilericiliği nasıl becerirse bir arada yaşatırdı; ülkenin çoğu gibi... Helvaya hiç eksik yoktu ama, helva da yoktu... ... İçinden trenler geçer, düdük düdüğe, İstanbul geçer, Vivaldi geçer, “Ay Işığı” çalar kemanında; Hiç bilmediğin… Bir kılıç gibi yarar sonsuz geceni, Işık ışığa ülkeler geçer; Döşer raylarını yüreğinin tam ortasına, Yıkar toprak damlı evini başına, Geçer trenler; Hiç binmediğin…" türden yani... Öyle kasvetli öyle karanlıktı. Belki bir bendeki his oydu, röportaj yapmadım hoş, bilemem... 12 Eylül'ün eli bana da değince bozkırda olsa da Ege kokan Uşak'tan denizin hemen kıyısında, Marmara'nın göbeğinde, gölü, ormanı içinde, ağaç değil insan diksen yeşerir geniş, verimli topraklarına karşın anlaşılmaz bir gizemle kavruk kalmış Adapazarı'nda öğretmen bulmuştum kendimi. Önemliyse boykota katılırken düşünseydin, hem dünyanın en kötüsü değildi sonuçta... Müdür, öğretmenler... derler ya elektrik iyiydi, sevdim okulu. Sanırım öğrencilerim de beni sevdi, güzel şeyler yaptık onlarla... Bir meslek lisesinden beklenmeyecek çapta etkinliklere imza attık birlikte. Hele Atatürk devrimlerini simgeleyen bir gösterimiz vardı; çarşaftan çağdaşlığa geçen kadın... Hele Öztürk'çe kullanmaktaki titizliğim... Çok konuşuldu, beğenildi... Ya da ben öyle sandım. Oysa fermanımı künyeme yazmışım o gün, ne bileyim. Bilmezsen anlamaz, hatta acı çekmezsin... Özetle burası asıl sakınca özetimdir. Adapazarı en ciddi dayağımı yediğim yerlerden biridir. Okul, kitaplar, yeni yeni yazıyorum, onların çalışmaları yetiyor bana... Bir de sinema; bolca sinemaya gidiyorum. Yoksa o yıllar ADA büyük bir ıssızlık, sosyal yönden... Sokağa hakim egemen bakış çağdışı, hatta o günlerde bütün ülkeye ihraç yapacak dende gelişkin: Bir Cuma günü bir iş adamının bürosunda otururken çarşaflı, tanımadığımız bir kadının gelip de " Utanmıyor musunuz Cuma saati burda oturmaya," diye çıkışması hala aklımda... Yıl 80'ler... Şeker, Vagon fabrikalarına, askeri birliğine, ta padişah zamanında 'Çark Mesiresi'ne gelen yolcularıyla dolu "meserret" trenleriyle ünlü garına karşın, sık sık yoklayan deprem nedeniyle nasılsa yıkılacak denilerek öylece yapılmış ve bırakılmış derme çatma evleriyle büyük boy bir köy gibi görünen kabuğunu bir türlü kıramayan, kırmayı aklına bile getirmeyen bir yerleşimdi seksenli yılların ADAPAZARI. Oysa onca farklı kültürün donatıp yolladığı insanının yanında, köklü bir köy enstitüsü geçmişi, dönemine göre hayli fazla fabrikalarında çalışan çok da işçisi vardı. Hani aydınlığın ve o parlak geleceğin öncüleri olacağı varsayılan bilinçli proleterleri... Çanak gibi bir düzlükte yer almasından olsa gerek güneş tabana inmekte zorlandı. Belki sadece ben öyle hissediyordum. O kadar ki, buradan bakınca bir damlacık, büyük boy bir kasaba Uşak bana çok modern, çekirdek çitleyerek dolaştığımız tek caddesi, alçakgönüllü bir Paris Şanzelize... geliyor, nasıl özlüyordum. Galiba bir yerin ne olduğu önemli değil, sizde bıraktığı algı önemli. Sonuçta burada 'Öztürkçe' kullanıyorum diye kendi siyasi anlayışını ülkenin sahibi, beni de parya sayan birilerince sürüldüm, meslektaşlarımın bir kısmı da arkamdan teneke çaldılar, kolayca aşabildiğim bir travma dersem siz de inanmazsanız. Aşamadım. Önce hastalandım, bir fakültede bana ölümcül bir rahatsızlık teşhisi koydular. Binbir güçlükle aldığım evimi sattım, okuluma, herhangi bir kişiye allahaısmarladık bile demeden ADAPAZARI'ndan ayrıldım. Yıllarca da bana rehber olmamı söyleyen ve başımı o belaya sokan müdür dışında kimseye de merhaba demedim ADA'dan... Hastalığım mı? O bir yerli film, İstanbul'daki tıp fakültesi bana yanlış teşhis koymuşmuş... Bir yazımda anlattım bile, belki de okumuşsunuzdur da; Attila İlhan'la ilgili bir yazımda... Hayat bu, ne çok takmışsın...diyenler vardır. Arızalı mıyım? Ben başka bir şeyim demedim ki? İnsanın arızasızı neye yarar? Depremde evim yıkıldıktan sonra gittiğim İzmir'de yaşamaya çalışırken, tek arkadaşım olan bir yakınımın, yıkılan evimi hiç konu bile etmeden, o günlerde çalınan benden daha yaşlı arabasını her fırsatta anlatması sinirlerimi bozardı. Demek ateş düştüğü yeri yakarmış. Seni de tehdit etmedikçe... Peki hırsızın hiç mi günahı yoktu? Askeri yönetim, kim ne derse desin bence doğru zamanda müdahale etmiş, on yıldır önüne geçilemeyen, çoğu direk meclisten beslenen anarşiye dur demişler, ülkeye, o kan denizine bir sükunet gelmişti ama ardındaki dört general bana öyle geliyor ki ülkeyi kışla sanıyorlar, başka türlüsüne de hazırlıkları olmadığından öyle de yönetiyorlardı... 1938'den sonra her iktidara gelen gibi de II. Atatürk olmak örtülü güdüsüyle onlara göre muhteşem, aslında ön hazırlığı, birikimi, yetişkin elamanı olmayan, kulaktan duyma projelerle ortaya çıkıyorlardı. Elbette de çoğu hiçbir şey bile olamadan tarihin çöplüğüne atılıyordu. Okullara buyurdukları rehberlik teşkilatı da bunlardan biriydi. Bana, sen bunu yaparsın diyen müdür de bilerek demiyordu ya, bilir gibi yapıyordu, işgüzarlığı had safhada, bir güvercin uçurmakla kendini peygamber sanan ben de... Ne kaynak, ne kitap, ne bilen... Bir oda verdiler, bir ay kadar geceli gündüzlü çalıştım, ilgili arkadaşlardan, ordan burdan kaynaklar buldum ve belki de ülkenin ilk Rehberlik Örgüt'ünü tüzüğüyle, programıyla kurdum. Resmen olmasa da fahri uzman rehber oldum. İş öğretmenler kurulunda onaya kalmıştı. Orada da adının "Rehberlik Örgütü" değil, "teşkilatı" olması gerektiği tartışmaları nedeniyle kıyamet koptu. Her ne kadar bakanlığın önerdiği projede isim bu desem de beni epey hırpaladı, iktidar olamamış, ama günümüzde bile başkaları üstünden hep iktidarda olmuş bir siyasi partinin okul ayağı. Oylama yapıldı ve ezici bir çoğunlukla projem ve "uzmanlığım" onaylandı. Ne var ki çok zoruma gitti, o haksız eleştiriler ve nankörlük... Hazmedemedim, bütün emeğimi bırakıp rehberlikten de ayrıldım. O yıl müdür de siyasi baskılarla görevini bıraktı ve yeni müdür okula atandı. Görünen yeni müdür benim projeyi eleştirenlerin iyi adamıydı...ve hakkımda bir güzel bilgi sahibi yapıldı. Kısa süre sonra beni çağırdı ve "Güzel şeyler yapmışsınız, bir de şöyle bir program yapsak..." diyerek daha önce ülkü ocaklarının bilmem nere şubesinin yaptığı ŞÖLEN başlıklı davetiyeyi elime tutuşturdu. Onun siyaseti vardı da benim olmaz mı? Nasıl da tapumuzdu, Cumhuriyet değerlerine bağlılık? Öfkemi güçlükle bastırarak davetiyeyi masaya atmıştım: " Benim yapabileceğim bir şey değil..." demiştim. Ve ertesi yıl, sözlü olarak Öztürkçe kullandığımdan, yazılı olarak bir gerekçe gösterilmeden beni başka bir okula, İmam Hatip'e sürdüler. Bu kadardı. Ne var ki bu yollarda değişti: O güne değin demokrat, çağdaş, Atatürkçü bir öğretmendim, meslektaşlarımın kimileri komünistliğimi böylece keşfettiler. Beni her yönüyle onaylamasalar da yıllarca teftiş puanlarım takdirle geliyordu, ikinci kez süreci tamamlarsam maaşla ödüllendirilecektim. Çok önemli değildi ama bekliyordum da... Sonradan öğrenecektim, o senesi, benim ödülü de öldürmüşlerdi; belli ki o yılın puanı zayıfa düşmemiş, ama takdirden de iyiye düşmüştü. Ertesi yıl görevime dönmeyi başarsam da bu yasadışı, keyfi uygulamayı hazmedemedim. Kısa süre sonra o müdür, dayattığı partisel kimliğiyle büyük başarılara imza atmış olmalı ki, bakanlık müfettişliğine sıçramış, bense yaşadığım kırılmayla kendi kendimi sürgün ederek, başka kente tayin istemiştim. Şimdi o geceye giderken içimdeki endişe haksız mı? Arkamdan teneke çalanlarla karşılaşırsam kendimi kaybeder miyim acaba. Buna ihtiyacım olduğunu da biliyorum, ama mantıklı bir yan da bulamıyorum. Kimsenin anlayamayacağı bir hikayeyle kendimi küçük düşüreceğim diye kaygılanıyorum. Otuz yıl sonra ilgiyle adım adım dolaşıyorum kenti. Keşke ayrılmasaydım dedirtecek bir şey arıyorum. Her yer gibi Adapazarı da günün getirdiği yeniliklerden payını almış, yeni yollar açılmış, güzel parklar yapılmış. Deprem sonrası kurulan yeni kent çağdaş bir görünüm sergiliyor. Çark deresi ıslah edilmiş, çok öncelerindeki anlatılan güzelliğine dönmüş. Son dönem yapılmış gösterişli binalar arasından, artık hiçbir 'meserret treninin' uğramadığı garın önünden yürüyorum... Bir zamanların parlak gezinti yeri olan, şimdi zevksiz bir patikaya dönmüş İstasyon önünden, trafiğe kapatılmış, kalabalık Çark Caddesi'nden geçiyorum. Arka mahallelere girsem de aynı yargıya varırdım geliyor bana... Deprem bile bu kentin kaderini değiştiremedi. ADAPAZARI bana hala güneş almıyor geliyor. Keşkem yok... ATMED bu sisin içinde güzel bir geleneğe imza atmış. Keşke bütün okullar bunu örnek alsa dedirtecek bir gelenek... Kırk beş yıldır, yılda bir kez de olsa unutamadıkları okullarına gülümsetecek bir jest yapıyorlar. Şimdi Adapazarı'nda her biri iş adamı, rol sahibi olmuş mezunlar, her yıl Mayıs ayında bir eğlence düzenliyor. Katılımcıların seçtikleri öğretmenlere de çağrı yapıyorlar. İl dışından gelecek konukların kalacak yerleri hazır, bir gecelik giderlerini de karşılıyorlar. Her kültürden, her anlayıştan mezun var. Yemekte isteyen içki de alabiliyor, sadece siyaset yasak... Nasıl da uyumlu, öğretmenlerine saygılı ve özenliler... Değişik yaşlardan, kimileri seksenine merdiven dayamış öğretmenlerin gözlerinden taşan mutluluğu görmek gerek... Hiç üzerinde düşünmemiştim ama farkına varıyorum, okul sadece hemşerilik gibi aidiyeti doyuran bir kaynak değil, müthiş bir sosyalizasyon çekirdeğiymiş aslında. Korktuğum başıma geliyor. Geçmişte benim sürgüne gönderilmemden mutlu olanlarla da karşılaşıyorum. Sorun arıyormuş gibi inadına merhaba diyorum, tanışlık veriyorum. Ne garip, dost gibiler, hatta pişman gibi, sanki aynı siyasi anlayışa gelmişiz, ülkenin geleceğinden aynı kaygıları duyuyormuşuz gibi konuşuyorlar. Belki ben öyle sanmak istiyorum. Affettim mi? Affetmek önce beni onaracak biliyorum, ama hayır, sadece anlıyorum. Mantığım olmaz böyle şey diyor. Onları başka bir siyasi anlayışa sahip oldukları için kınamıyorum, bu her bireyin en doğal hakkı, senin olduğu kadar. Seni sevmek zorunda değillerdi, seni alkışlamak zorunda hiç... Ama onlar, kendi güçleriyle de değil bir partinin gücünü arkalarına alarak kendilerine hiçbir kötülüğü dokunmayan bir insanın, hayatıyla gizlice oynayabilecek ve gerçekleşince alay edebilecek dende zalim olabildiler. Ben bunu kimseye yapamadım, eleştirdim, tartıştım, ama arkasından onun ekmeğiyle, canıyla oynayacak hiçbir eylemde, yeni deyişle kumpasta yer almadım. Uşak'ta olayların en yoğun zamanında sol örgütler sınıfımdan öğrencileri almak istediklerinde her şeyi göze alarak vermediğimi anımsıyorum. Şükret o zaman Şenol, diyor içim. Birilerini farklı düşünüyor diye öldürdüler de seni sadece sürdüler. Hatta geçmişte salt bireyler değil, bizzat devlet de yaptı bunu. Neyi anlatır, neyin işareti ki bu, diye düşünüyorum. Bir süre dikkatle izliyorum onları. O farkı görmeye çalışıyorum. Yalan söyleyecek değilim. Bir şey göremiyorum, sen ben gibiler. Hepimiz her zaman her rolü oynayabiliriz gibi... Sonunda bu bir insanlık, kişilik, ahlak sorunu diyorum, belki kendimi avutmak için. Güçsüz insanın emanet aldığı, hatta kullandığı devlet gücünde benim de hakkım olduğunu düşünürsen çalıntı güçlerle mahalleye dayılanması gibi... Sana onu reva görenler kimbilir yaşamlarında daha ne kadar benzeri eyleme imza atmışlardır ve şimdi nasıl vicdanlarıyla boğuşuyorlardır. Hiç sanmam, o, o zamandı, şimdi bu zaman... Bir şeyler bizi aynı çizgiye getiriyor, geçmişi de bir güzel silip unutuyoruz. Sen de anla ve unut. Gelmem iyi olmuş; iyi olmuş, o saniye unutuyorum. Geceye dönüyorum. Bu kadar yaşlıyı ve anıyı bir araya toplarsan ne olur? Elli yılın anılarıyla sohbet ettik, o yılların popüler tüm şarkılarıyla dans ettik, İzmir Marşı'nı hep birlikte söyledik... İnsanların nedenleri başka başka olsa da gülmeye, unutmaya ihtiyaçları var. Ne kadar bakındıysam tek bir eski öğrencimi göremedim. Çoğu başörtülü, artık benim gibi yaşlanmaya dönmüş eski öğrenciler arasında onları görsem de tanımazdım, yine de arandım. En azından seçip önerdikleri ve konuk edilmem için katkıda bulundukları için teşekkür etmek isterdim, ama o şansım olmadı. Sormayı düşünmedim değil, ama aynı masada oturduğumuz, birlikte çalıştığımız zamanlarda iyi tanıştığım, gösterişli güzel bir kadın olan ama şimdi ancak arkadaşlardan sorup öğrenince güçlükle tanıyabildiğim, benden hayli yaşlı bir öğretmen hanım, bana "Siz hangi dönemde okumuştunuz bu okulda," diye sorunca daha genç sanılmaktan gururlansam da sorma hevesim söndü. Anılar güzeldir, ama galiba yerindeyken... Yine de ertesi gün kahvaltıda o güzel insanlarla vedalaşıp ayrılırken "Keşke hayat yolunda denk geldiğimiz bazı insanları da yanımızda götürebilsek, ömrün sonunda ne zengin olurduk ," diye düşünmeden edemiyorum. Olsun, sonuçta yaşadığın her yer dört duvar, bir sokak, baktığın da tavan ya da gökyüzü... Asıl yaşadığınsa beyninde, insan gittiği her yere kendini; yani anılarını da, şehirlerini de, insanlarını da... sırtlayıp götürüyor, nerede olduğun, oldukları ne fark eder? Belki kuş olsam hava sahamı değiştirip geçmezdim bu şehirden, ölsem ölüm cesedini sırtlayıp başka mekan arardı, ama şimdi olabilir diyecek kadar iyiyim. Sağol ATMED, SEN ÇOK YAŞA... Yine de hüzün duyuyorum; hava aynı hava, ADAPAZARI'nda her şey olsa da o helva hiç kavrulmayacak biliyorum... Olsun, diyorum, sonuçta sen arandın. Hani terk ettiğin yere dönmeyecektin. Şimdi bulduğunla yetin.

  • 2012

    Heycan arayanlara... Artık FİLMler de kesmiyor diyorsanız sıkı durun... KALBİNİZ VARSA İZLEMEYİN!

  • Ruh Atölyesi Kadınlarımız

    KADINLAR HER TOPLUMUN İNSAN YARATMA, YETİŞTİRME, RUH OLDURMA ATÖLYELERİ... . BİZ NEYSEK, NE KADARSAK; NE KADAR İNSAN, NE KADAR KAHRAMAN, NE KADAR ALÇAK ve KADAR SOYLUYSAK ONLARIN ESERİ ASLINDA... “Bir başka deyişle, cinsiyetimiz farklı da olsa gerçekte ruhumuz analarımızın ilmik ilmik ördüğü kadardır” diye yazmıştım, Özgecan kardeşin öldürülmesi üzerine sosyal sitelerde yazılan bayan yorumlarından sonra... BİZ NEYSEK ONLARIN ESERİYİZ ASLINDA. Bir başka deyişle , cinsiyetimiz farklı da olsa gerçekte ruhumuz kadınlarımız kadardır. O zaman son olaylarda canilere öngördükleri cezalardaki dudak uçurtan yaratıcılığa ne dersiniz? * Zavallı Özgecan Aslan, insanı kanını donduracak hunharca bir cinayetle öldürüldü... Ailesi duydukları büyük acıya karşın bağrına taş basıp sağduyulu açıklamalar yapmaya çalıştı. Türkiye ayağa kalktı. Geç bile kalınmıştı. Sözde yükseltilmeye çalışılan kadın yönünden pozitif bir ayrımcılık varmış gibi duruyordu ama uygulamada ya da sonuçta öyle miydi? Devlet korumasındayken öldürülen kadınları, katillerine kravat taktı diye öngörülen cezai yatırımlarının gülünçlüğünü düşünüyorum da , bir tiyatro gibi... Vahşeti duyan sosyal ağları kullanan hemen herkes, her kesimden insan bir yorum bir öneri getiriyor. İdam geri gelsin, diyenlerden tutun da bu tiplerin hadım edilmesine değin farklı çözüm ve düşüncelerin seslendirildiği bir ulusal mahkeme jürisi oluşmuştu sanki... Kuşkusuz bu duyarlılık çoktandır olması gerekendi. Katile ve ona yadım edenlere en ağır ceza verilmeliydi ama öngörülecek cezalardaki vahşet şaşırtıcı.Adaletin yerini bulması caydırıcı olması önemli ama kontrolsüz bir kesip doğrama hali ne? Tepkilerin, hazırlığı yapılan güvenlik yasalarına malzeme olacağı kaygısı ortamı haramilere bırakıp ülkeyi terk etmeye neden olamaz. Önceki örnekleri yaşandığında sessiz kalan toplumun şimdiki isyanına, niye şimdi, sorusu komplo teorisi gibi kalır; bardağı taşıran hep son bir damladır. Ayrıca her sosyal patlama birilerinin işine yarar, birilerini zayıflatır. Tepkilerin arasında en ilginci, en dikkat çekici olan da kadınların seslendirdiği katillerin cezalandırmalarına dair önerilerdi. Sosyal ağlarda düşüncelerini paylaşanlar çoğu kez, eğitimli, çağdaş, okumuş yazmış kadınlar...Dikkat çekici olan kadınların önerdiği çözümlerin çoğunun yasayla, adaletle ilgisi olmayan korku filminin senaryocusunu yaya bırakacak cinsten olması. İdamın ya da bir tür ölüm cezasının onlara az geleceğini, bir anda kurtulacaklarını, onun yerine işkence tarihine geçecek yöntemlerle çoğu "organ" odaklı ezmekten, doğramaya, içine kızgın şiş, sokmaya, kazık çakmaya, defalarca tecavüze... değin öneriler yığınla... Sanki bunlar kan görmekten korkan, şiddetten nefret eden zarif, kibar hanımlar değil de, her biri kan içinde yüzen kasap, cellat... Acının en derin hissedildiği, paylaşıldıkça çoğaldığı böyle bir anda doğal gibi gözüken bu ruh hali, azıcık düşününce dehşete kapılmaya yetiyor... Ne korkunç bir deha, ne büyük bir yaratıcı güç ve nasıl da gemlenmiş işkence etme yeteneği?.. Kabul etmeli, kadınların baskılanmış birer potansiyel cellada dönmelerinde biz erkek yüzlü toplumun büyük katkısı vardır, vardır ama bu kadar da olur mu, insan dediğin hiç dış etkilere direnip doğasını yaşatmaz mı? Yaşatıp biz erkekleri utandırmaz mı? KADINLAR insan yetiştirme ve ruh oldurma atölyelerimizse ve en niteliklileri böyle düşünüp uygulamaya hazırsa o adamların çokluğuna niye şaşırıyoruz.? Kim yetiştirdi onları, kim ninnilerinin yanına ülkülerini yerleştirdi fısıltıyla. Nereden öğrendiklerini hala merak ediyor muyuz? AK Parti Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarla yine olay oldu. Tülay Babuşçu, "Cumhuriyetin Osmanlı imparatorluğunun reklam arası” olduğu şeklindeki tweetinden sonra tartışmalı bir paylaşımda daha bulundu. AK Parti’den yeniden aday adayı olan Tülay Babuşçu, “BAŞKAN RTE” adlı Twitter kullanıcısının “Bizans dostu kahpe İsmet İnönü” başlıklı tweetini paylaştı. Tweetin devamında yer alan akıl almaz tarihi çarpıtmalara, iddialara hiç değinmiyorum, benim şaşkınlığım bir hanımın bu sözleri içeren bir teweti onaylamak, alkışlamak anlamına gelen paylaşması... Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda büyük rolü olan Kazım Karabekir'i doğmatik, gensel ya da bilinçli bir nedenle sevmeyebilirsiniz; hatta onun değerini, önemini, Cumhuriyetin kuruluşundaki büyük katkılarını inkar da edebilirsiniz, vicdanınız yetiyorsa... Ama ona yukarıdaki gibi küfürlerle seslenebilir misiniz? Kurtuluş Savaşının "Galip Hoca"sı Bayar'ı ellili yıllara bakarak aykırı görebilir, TEK PARTİLİ bastonuna bakarak nefret de edebilirsiniz, sizin bileceğiniz, ama "kahpe" der misiniz? Siz erkekler küfrü, hakareti seversiniz; kutsal saydığınız anaları, bacıları maçlarda ya da küçük bir tartışmada ne ilgisi var diye düşünmeden işe karıştırıp bütün bayramlarını (!) kutlarsınız, inkar etmeyin; ama bir kavga ve şuursuzluk modunda bile olsanız sizin siyasi anlayışınıza ters de olsa bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının, bir kurtuluş gazisinin, bir yaşlı adamın ya da ölmüş birinin ardından böyle der misiniz? Eleştirmek elbette hakkınız; şunu yapsaydı, şunu yapmasaydı demek de... Ama bir Kurtuluş Savaşı albayına, bir cumhuriyet generaline, cumhuriyet kurucusuna, bir eski başbakan, cumhurbaşkanı, bir siyaset adamımıza, en önemlisi ölmüş bir büyüğümüze eğitimli, çağdaş görünümlü bir vekil hanım böyle diyebiliyorsa ya da diyene katılıyorsa... Saldırıya uğramamış, dara düşmemiş, yani şuurunu kaybetmemiş, sadece bilgisayar başında internette gezinen bir bayan bunu nasıl onaylayıp paylaşıyor, diye düşünmek sizi çıldırtabilir, iyisi mi yormayın kendinizi... Benim aklım almıyor, bir bayan bunu nasıl doğru bulur? Kişi İsmet İnönü değil de sıradan biri bile olsa ağza nasıl alınır? Ne oluyor kadınlarımız? "KAHPE" sözcüğünün anlamını mı bilmiyor? Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyetin kuruluşunu hadi kitaplarda okumadı, filmlerde filan da mı görmedi , İnönü nereye düşer haritada bulamaz mı? Bizans nerde kaldı, İnönü ne zaman yaşadı, bilmiyor olabilir mi? Milli Parklara İngilizler istemedi diye değil, yasalar izin vermediğinden inşaat yapılamayacağını bilmiyor mu yani? Yok hanımlar, söylenecek söz yok! Bu hanımın yıktığını milyonunuz bir araya gelse onaramaz sanki... Siz gerçekten bu muydunuz? Yok, günahını tümden size yıkmayalım... Bu kadar olumsuzluk örneği erkek davranışlarının sorumlusu elbette tek başına analar olamazdı. ANALAR sorumludurlar , çünkü sözünün geçtiği, gücünün yettiği aile bireylerinde en azından çocuğunda olumsuz davranışlar biçimlenirken onlara müdahale etmeyip erkek egemen toplumun alkışçısı oldukları için... Etkendiler; çünkü daha güzel bir dünya için, kızlarının daha iyi bir gelecekte yaşamaları için erkek çocuklarına sevgiyi, iyiliği, sorumluluğu, daha güzel insan olmayı öğretmedikleri için... Ama tek sorumlu değildiler. Onlara şekil veren, çerçeveler çizip dayatan, biz erkekler payımıza düşenin ne kadarını yapıyor ya da yapabiliyorduk ki onlardan bunu bekliyorduk. Onları kendi vicdan ve akıllarına bırakmayıp bizim anlayışımıza payanda olmalarını, destek ve onay vermelerini isteyen de biz değil miydik? Onları galiba annelerle elele verip biz ürettik... Biz gerçekten BU MUYDUK? Susalım ve utanalım!!! Hepimiz sorumluyuz!

  • Bir Adı GÜN

    /Öte Yüzü Kadim Kardeşliği Bozanlara İnat:İMERA / KİM DEMİŞ Kİ OLMAZ DİYE: İŞTE İMERA Ne kadar oldu, dilinize dolanacak bir şarkı duymayalı? Ülkemizdeki çok şey gibi kültür sanat , en çok da müzik rotasız gemiler gibi rüzgara göre bir o yana bir bu yana yalpalıyor. Yetenekli şarkıcılar, özgün besteler yok mu? Elbet vardır, ama suyun yüzüne çıkmak orada kalmak kolay mı? Bu kirlilikte fark edilmek bile öyle zorken... Ama birileri yapıyor. İnatla azimle ne olmaz, diyerek.... İşte İmera... Ve herkesin diline dolanan güzel şarkıları: Emri Olur Ne güzel sözdür o, kırk "aşkım"a bedel... Kandırmayın kendinizi, Ömrünüzde hiç kalbinden dememişse size biri, boşa yaşamışsınız demektir; atın bir çarpı, yeniden yazın o hayatı... * 2014'te kolları sıvayıp başlamışlar. Sosyal alanlarda paylaştıkları çalışmalar ilgi gördükçe hem hevesleri artmış, hem üreticelikleri. Kısa sürede ses almayı başarmışlar... Şimdi de ülkenin dört yanına konserlere gidiyorlar. Çoğu Karadenizli olan topluluk [Hüseyin ULUSAN - Solist],[Merve BÜYÜKTAŞ - Back Vokal][Yıldıray YANLI - Back Vokal / Bağlama, Cura, Tambur][Berat BAYRAKTAR - Back Vokal / Kemençe],[Cem YAZICI - Tulum],[Barış ENGİN - Perküsyon],[Murat SÖNMEZ - Klavye],[Yiğit İNSAN - Klasik ve Akustik Gitar]' dan oluşuyor. Kendilerini ve kısa özgeçmişlerini şöyle anlatıyorlar. "Akıp giden zamanın içinde, Yıldıray YANLI ve Hüseyin ULUSAN tarafından 2014 yılının Ocak ayında kurulan İMERA; ismini Karadeniz coğrafyasına miras kalan dillerden Rumcada ''Gün'' anlamına gelen sözcükten almıştır. Köklerini Karadeniz’in doğasında, geçmiş günlere uzatan İMERA, dallarını gelecek günlere ulaştırmayı ve geleceğe uzanan bu dallarda yetiştirdiği her bir ürünü, sizlere hak ettiği değerlerde sunmayı kendine gaye edinmiştir. Logomuzda, Karadeniz coğrafyasının ve İmera’nın ilham aldığı üç önemli unsuru kullandık. Kullanılan Sümela tasviri tarihimizi, yeşil renkle tasvir edilen ağaçlar Karadeniz’in doğasını, mavi renkle tasvir edilen deniz ise Karadeniz’i temsil etmektedir. Bu 3 unsur ışığının ardından doğan İmera, ‘’Her gün, bir hikâye Karadeniz’de…’’ düşüncesi ile coğrafyamızın tozlu tarihinde kimsenin el sürmediği, kaybolmaya yüz tutmuş ezgileri ve hikâyeleri ortaya çıkarmayı, korunmaya değer otantik yapısı ile müziği korumayı, kendisine hedef edinmiştir. Karadeniz kültürünü temsil etme amacımızın; bilgili olmak, birikimli olmak, çok çalışmak, özverili olmak ve en önemlisi sorumluluk yükünü taşımaktan geçtiğinin bilincindeyiz. Coğrafyamızın kültürel zenginliği ile yürümeye başladığımız bu yolda, popüler kültürle idam edilmiş, sözde Karadeniz müziğine karşı; Karadeniz’de halen yaşatılan çeşitli dillerdeki destanları, ağıtları, türküleri araştırıp, hassas yapılarını bozmadan, yeniden yorumlamayı; evrensel boyuta taşımayı amaç edindik. Bu amaç doğrultusunda, serüvenin ilk basamağı olan ''ENA'' isimli 1. albüm çalışmamızı 2014 yılının Temmuz ayında sizlere sunduk. Rumcada ilk / bir anlamına gelen ''ENA'' isimli albümümüz, yaklaşık 3 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Bu albümde anonim eserlerin yanı sıra çok sayıda beste de bulunmaktadır. Albümümüzde bir çok sanatçı dostumuz ve müzisyen arkadaşımız emek harcamış, bizlere destek olmuştur. Bu uzun yolda desteklerini bizlerden esirgemeyen tüm sanatçı ve müzisyen dostlarımıza, bizleri takip eden siz değerli dostlarımıza sonsuz teşekkür ederiz. Ve diyoruz ki; Karadeniz'deki sevda, özlem, hasret, kavuşma hikayelerini sizlere sunmak için geldik. Günü kaçırmayın! İmera sizlerle..." Bu güzel birlikteliğe ve hevese nazar değmezse İmera'yı çok dinleyeceğiz görünüyor.

  • Hasret Benim İşim

    Güz geldi vurdu rüzgar Bir gül idim dalında Bülbülüm ya var ya yok Bir ıslandım bir kurudum Tek tek düştüm yerlere Solmak benim işim Şiirler okudum ve yazdım da Şarkılar dinledim Senden uzakta her güne güldüm geçtim Ya vardın ya yoktun Ayrılık benim işim... Kah Afrika'da acıktım Kah vuruldum Ortadoğu'da Bir çocuk olup büyüdüm rahimlerinizde Gençlik nedir bilmedim Ölüm benim işim... Sen zulüm edersin Sıkarsın kurşunları Acılar saçarsın yeryüzüne Bakar dururum uzaklardan Çaresizlik benim işim... Kim varsa yeryüzünde aydın Ve hangi şair Yazmışlar kitabını başkaldırının Susmak benim işim... El sallarsın yine de uzaklardan Kalbimde yaşar gidersin Çekip gidersen de bir şey diyemem Hasret benim işim...

  • Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm

    Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Şehre simsiyah bir kar yağar Yollar kalbimle örtülür Parmaklarımın arasından Gecenin geldiğini görürüm Çocuklar sinemaya gider Yüzümü bir çiçeğe gömüp Ağlamak gibi isterim Derinden bir tren geçer Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Alıp başımı gitmek isterim Bir akşam bir kente girerim Kayısı ağaçları arasından Gidip denize bakarım Bir tiyatro seyrederim Ben ölürsem akşamüstü ölürüm Uzaktan bir bulut geçer Karanlık bir çocukluk bulutu Gerçeküstücü bir ressam Dünyayı değiştirmeye başlar Kuş sesleri, haykırışlar Denizin ve kırların Rengi birbirine karışır Sana bir şiir getiririm Sözler rüyamdan fışkırır Dünya bölümlere ayrılır Birinde bir pazar sabahı Birinde bir gökyüzü Birinde sararmış yapraklar Birinde bir adam Her şeye yeniden başlar (1972)

  • KIRILIR

    Sezemeyiz çoğunu: Kırılmaz dediğimiz her şey kırılır. Karanlık kırılır. Tutku kırılır. Dermansız soruların gölgesinde ağlayan sırlar kırılır. Şimdi bile tüm gücüyle hissedebilirsiniz dediğimi! Duvardaki saate delirtici bir derinlikle bakan şu çıldırmış an kırılır. Yüzümüze taktığımız tüm görünüşler, tüm o sisli vakitler! Onlar da kırılır. Kırılır ilgisizlik bile bir lambanın içine hapsolmuş ışık kırılır Yağmur terk etti aslını, büyük tehlike yüzümüzü tırmalayan damlaların dalgaları arasından... Yağdıkça kırılır. Yüreğe oturdukça alışkanlık, birbirine alışan her şey kırılır hızla seçtiğimiz çarpıtmalar ki en çok –sığınaklar- kırılır. #DERİNZORLU #EDEBİYAT #ŞİİR #CumartesiŞiirleri

  • Aysel Git Başımdan

    aysel git başımdan, ben sana göre değilim ölümüm birden olacak seziyorum hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim aysel git başımdan, istemiyorum benim yağmurumda gezinemezsin, üşürsün dağıtır gecelerim sarışınlığını uykularımı uyusan nasıl korkarsın hiçbir dakikamı yaşayamazsın aysel git başımdan, ben sana göre değilim benim için kirletme aydınlığını hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim Islığımı denesen hemen düşürürsün gözlerim hızlandırır tenhalığını yanlış şehirlere götürür trenlerim ya ölmek ustalığını kazanırsın ya korku biriktirmek yetisini acılarım iyice bol gelir sana sevincim bir türlü tutmaz sevincini aysel git başımdan, ben sana göre değilim ümitsizliğimi olsun anlasana hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim sevindiğim anda sen üzülürsün sonbahar uğultusu duymamışsın ki içinden bir gemi kalkıp gitmemiş uzak yalnızlık limanlarına aykırı bir yolcuyum dünya geniş büyük bir kulak çınlıyor içimdeki çetrefil yolculuğum kesinleşmiş sakın başka bir şey getirme aklına aysel git başımdan, ben sana göre değilim ölümüm birden olacak seziyorum hem kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim aysel git başımdan, seni seviyorum

  • Ayrılık Sevdaya Dahil

    “açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın en görkemli saatinde yıldız alacasının gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde keder uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın rüzgâr uzak karanlıklara sürmüş yıldızları mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan onu çok arıyorum onu çok arıyorum her yerinde vücudumun ağır yanık sızıları bir yerlere yıldırım düşüyorum ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş tedirgin gülümser çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili hiç bir anı tek başına yaşayamazlar her an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu yıldızlar inanılmayacak bir irilikte yansımalar tutmuş bütün sâhili çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık hava ağır toprak ağır yaprak ağır su tozları yağıyor üstümüze özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı karanlık çöktü denize yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin ne yanına dönsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin kapını bir çalan olmadı mı hele elini bir tutan bilekleri bembeyaz kuğu boynu parmakları uzun ve ince sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak bir türlü çözemedikleri bu ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız ikimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız hiç yanılmamışız her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi tuz parça kırılsak da hâlâ içimizde o yanardağ ağzı hâlâ kıpkızıl gülümseyen -sanki ateşten bir tebessüm- zehir zemberek aşkımız” / tablo: W.KANDİNSKY

bottom of page