top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yaşlılar Haftası

    Hemen her güne, her haftaya bir etiket yapıştırıp yaftalamayı seven birileri 18-24 Mart arasındaki haftayı da yaşlılara lütfetmişler ve adına da "Yaşlılara Saygı Haftası" demişler. Hepimizin bildiği gibi yaşam çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi göreceli kavramlar arasına sıkıştırılmış bir süreç. Bu süreçte bir yanda henüz yirmili yaşlarını sürmesine karşın kendini yaşlı hisseden, umudunu yitirmiş pek çok genç varken çevremizde, bir yandan da seksenli yaşlarında hâlâ üreten, yaşama direnen hayat dolu yaşlıları görüyoruz Her ne kadar yaşlılık kavramı, belli rakamlar arasına sıkıştırılmış fiziksel bir kavram olsa da aslında insan hissettiği yaşı yaşıyor; ama yaş aldıkça bir yandan yaşadığı fiziksel değişime dertleniyor, bir yandan da yaşam mücadelesi içinde heder ettiği günlerine yanıyor ve şaşkınlıkla ruhunun yaşlanmadığını görüyor. Böylece ya her şeyden elini eteğini çekiyor ya da yaşama daha sıkı tutunmaya çalışıyor, İşte, biz de “Yaşlılara Saygı Haftası” diye adlandırılan bu haftada saygı ve sevgi dileklerimizle birkaç söz derledik; ruhu genç, eli öpülesi büyüklerimiz için… *Yaşamak, direnmek; sevmek ise güvenmektir. Şunu unutma: İnsan çoğu zaman dünyanın hâkimi, bazen de küçük bir kalbin esiridir (Mevlânâ) *Gençlikte günler kısa, yollar uzun; yaşlılıkta ise günler uzun, yollar kısadır (Immanuel Kant) *Mutluluğun temel koşulları; yapacak bir şeye, sevecek bir şeye, umut edecek bir şeye sahip olmaktır (İlka Chase) *Hoş bir biçimde yaşlanmanın sırrı, yeni insanlar tanıma ve yeni şeyler görme coşkusunu asla kaybetmemektir (Jackson Brown) Unutma, bir kalbi kırdıktan sonra özür dilemek fayda sağlamaz. Bil ki telafisi olmayan şeylerin izahı gereksizdir (Victor Hugo) *Hepiniz inancınız kadar genç, şüpheniz kadar ihtiyar; kendinize olan güveniniz kadar genç, korkunuz kadar ihtiyar; umudunuz kadar genç, yeisiniz kadar ihtiyarsınız (Samuel Ullman) *İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri? (Özdemir Asaf) *İnsanda, hayallerin yerini anılar almaya başlamışsa, yaşlılık başlamış demektir. (James Brewer) *Bir mutluluk kapısı kapandığında diğeri açılır. Ancak biz kapanan kapıya o kadar uzun bakarız ki, bizim için açılmış bulunan yeni kapıyı görmeyiz (Helen Keller) *Giden dönmeyecekse; kalanların değerini bileceksin. Ölenle ölünmüyorsa eğer kalanlarla yaşamaya devam edeceksin (Dostoyevski) *İnsanlar, dünyada çabuk yükselen şeylere değer verirler ama hiçbir şey toz ve tüy kadar çabuk yükselmez (Horace Mann) *Eden kendisine eder, yapan bulur ve çeker. Unutma, kazanmak koca bir ömür ister. Kaybetmeye ise anlık gaflet yeter (Mevlânâ) *Gençlik ilkbahar gibidir, yaşlılık ise kışa benzer, öyle bir kış ki arkasından bahar gelmez (Firdevsi) *Bir kalbin içinde ne taşındığını asla bilemezsin. Kırmadan önce iyi düşün. Belki de içindeki sensin (William Butler) *Gençken bilgi ağacını dikelim ki yaşlandığımızda, gölgesinde barınacak bir yerimiz olsun (Lord Chesterfield) *Yeni baştan yaşama fırsatım olsaydı, bu sefer daha fazla hata yapma yürekliliğini gösterir, sakinleşir, jimnastik yapardım. Şimdiki yolculuğumdan daha uçarı bir insan olurdum (Nadine Stair) Hazırlayan: Nurten B. AKSOY

  • Ağva, Şile, Polenezköy

    Mayısın en güzel günleri, Hızır’la İlyas’ın buluştuğu gün sabahın beşinde yollardayım. maviADA’dan geziye katılmak için gelen Şenol Yazıcı ve öteki konuklarımı arabayla almaya daha erken çıkınca uykum gözümde yarım… Gül fideleri açmaya sevdalı birer tomurcuk dallarda… Dilekler, yüzlerce umut taşıyan pembe, sarı, kırmızı güllerin filizlerine tutuşturulmuş. Otobüsümüz gün doğarken Yalova’dan hareket ettiğinde mahmur gözler, güneşin parlak ışıklarıyla iyice küçülmüştü. Marmara’yı aşıp da İzmit’ten Karadeniz’e uzanan yeşile doymuş, kıvrılarak öyle akan Kandıra yoluna saptığımızda herkesin neşesi ancak yerine geldi. Yalova Tema Vakfı’nın düzenlemesiydi gezi. Doğa tutkunu yirmi sekiz kişi bu güzel hıdrellez sabahı, baharı soluyarak çıkmıştık yola.. İlk durağımız Ağva’ydı. Yol çok uzun sürmüyor ya da bana öyle geliyor. Ağva çıkışında Marimar denilen kır bahçesinde güzel bir kahvaltının ardından içtiğimiz çaylarla iyice ayılıyoruz. Göksu ve Yeşilçay deresinde motorla yapılan gezi esnasında öğreniyoruz Ağva’nın anlamını. İki derenin ortasına kurulan yer anlamına geliyormuş Ağva… Yemyeşil bir ormana yaslanmış, masmavi bir denize ise yüzünü dönerek, iki nehir arasında gülümseyen gerçekten doğa harikası bir yer bu küçük kasaba. Yemyeşil suda süzülüyor bindiğimiz motor. Baraja yaklaşırken motoru susturan rehber, doğayı dinlememizi salık veriyor, sanki aksi mümkünmüş gibi… Kaplumbağalar, Osman Hamdi Bey’in tablosuna nispet; terbiyeciye ihtiyaç duymadan hem de, doğanın ahengiyle; sarkan dallara sıralanmış uzun eşek oynuyorlar… Biz de bir süre bu olağanüstü senfoniyle iç sesimizi dinliyoruz. Terapi gibi geliyor herkese bu kısa sessizlik. Sonsuza kadar böyle kalsak diye geçiriyorum içimden. Her şey doğal suyunda gidip yolunu bulacakmış, tıpkı bu Göksu gibi akarak, denize kavuşacakmış gibi… Karışmasak olmaz… dengeyi ille bozacağız ya, o korkunç kirli sesiyle motor, güzelim rüyayı parçalıyor. Bu kez rüyayı zoraki sürdürmek niyetiyle, gözlerimiz yarı kapalı, türküler söylüyoruz hep bir ağızdan. Derenin iki tarafını otel, motel ve ahşap evler süslüyor. Turistler el sallayarak türkülerimize eşlik ediyorlar. Temacılar içi sızlayarak anıyor otuz yedi yıl önce kıyılan fidanlara. Aramızda o yıllardaki Ağva’yı iyi bilenler, eski kasabayı, iğne atsan yere düşmeyecek şimdiyse yok edilmiş, ormanları anlatıyor. Öğle yemeğinin ardından ayrılıyoruz. Göksu deresindeki motor gezisi ve güneşlenen tosbağalar kalıyor bir resim gibi aklımda. Yemyeşil ormanların içinden kıvrılarak uzayan yoldan Şile’ye ulaşıyoruz. Kıyıdaki yüksek bir kayanın üzerine yapılmış bir parktan sahile bakıyoruz. Tarihi kalıntılar yükseliyor iki taraflı. Gezmeye görmeye değer bir yer olduğu belli. Birkaç fotoğraf çekebiliyoruz ancak. Kısa bir seyirle kalıyor gözümde, güzel Şile. Bu duruma tur arkadaşlarımla birlikte içerliyoruz doğal olarak. En çok yer ayrılması gereken yer nedense kısa sürede bitiriliyor, Temanın hizmet satın aldığı turu düzenleyen hanım da arabada, eleştiriyoruz ama pek aldırdığı yok. O çok merak ettiğim Şile bezlerinden yapılma giysilerin satıldığı çarşısını da göremeden, cam ocaklarını ve cam üfleme sanatıyla ilgili vakfı gezmek üzere ayrılıyoruz. Cam işlemeciliği ve yaratılan ilginç figürler ilgi çekici. Küçük bir gösteriyle başlıyor atölye gezimiz. Bu işin yirmi yıllık ustası, bir semazen ve renkli boncuk yapıyor hemen. Hepimiz gözümüzü kırpmadan izliyoruz gösteriyi. Sonra ocağı ve hepsi birbirinden özel cam eserlerin sergilendiği salonu geziyoruz. Belki sembolik bir şey alacağız… Ancak etiketlerdeki fiyatlar gözümüzü korkutuyor, sadece bakmakla yetinerek, dışarıda alıyoruz soluğu. Son durak Polenezköy … 1800’lü yıllarda Polonyalıların yerleştiği bu şirin beldenin hemen merkezinde, kültür kütüphanesinin yanı başında tahta heykellerin sergilendiği kültür parkta dinlendiriyoruz yol yorgunu ayaklarımızı. İlginç geliyor, fotoğraf çektiriyoruz heykellerle. Mor salkımlar bezemiş sokakları dolaşıyoruz, mis gibi kokular yayılıyor etrafa. Yaşanası çok güzel evler görüyoruz, bahçeleri bin bir çeşit çiçeklerle süslenmiş. Görülecek bir kilise ve bir de anı evinden söz ediyorlar yol arkadaşlarımız. Anı evinin salt bahçesini ve kapısını görürken, kiliseyi ise uzaktan bile görme şansını bulamıyoruz. Belki bir başka sefere… Ve İstanbul üzerinden dönüşe geçiyoruz. Ormanların arasından Boğaz’a inerken tüylerimiz diken diken oluyor. Dağ taş gazetelerde de konu edilen villalarla dolmuş. Çok yakında İstanbul suyu olduğu gibi havayı da uzaklardan borularla taşımak zorunda kalacak, cinayet bu. Yalova’ya döndüğümüzde herkes gülümsüyor. Usandıran kışın ardından, gelmek bilmeyen baharı kucaklamak herkese iyi gelmiş gibi… Yeni gezi beklentilerimizi seslendirerek vedalaşıyoruz. * maviADA 19.SAYI

  • Sineklerin Tanrısı

    Bedava KİTAP OKU * Sineklerin Tanrısı, Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz romancı ve şair William Golding'in 1954 yılında yazdığı alegorik romanıdır. Özgün adı Lord of the Flies olan roman Türkiye'de özgün adının tam çevirisi olan Sineklerin Tanrısı'nın yanı sıra bazı yayın evleri tarafından İşte Bizim Dünya adıyla da yayımlanmıştı. Romanın İngilizce versiyonu 1970'li yıllarda Türkiye'de yabancı dille eğitim yapan devlet okullarında İngilizce derslerinde okutulmuştur. Sineklerin Tanrısı, Liderlik savaşının insanların doğal yapısında olduğunu ve bunu kazanmak için de dost kazanma ve düşman kaybetme (gerekirse yok etme) yöntemlerini uygulamasını gösteren bir roman. Gruplaşmaların temelinde insanın en derinlerinde saklı pırıltıları ve kötülükleri meydana çıkarma uğraşındaki insanları betimliyor.

  • Orson Welles - I know what it is to be young

    Gençlikte bir anlamı olmuyor, Asla üstünde durmuyorsun, Bir gün bir yaşlı adam çıkıp gelip bunları söyleyinceye dek; "Ben gençliğin ne olduğunu bilirim, Ama sen yaşlılığın ne olduğunu asla bilemezsin..." Orson Welles - I know what it is to be young

  • ÇERKES SÜRGÜNÜ

    BİR SOYKIRIM ÖYKÜSÜ Ekrem Hayri Peker Kitap * Anavatanları Kafkasya'dan 1864 yılında sürülen Adiğelerin acı öyküsünü yazmak istedim. Belki de bu dünyamızdaki bilinçli olarak yapılan ilk soykırımın öyküsüdür. Rus Çarlığı ile yapılan sürekli savaşlar diğer yanda yüzyıllardır süren köle ticaretinin Adiğe nüfusuna verdiği zararları yazmaya çalıştım. Osmanlı topraklarına doğru yola çıkan nüfusun üçte birinin yollarda, üçte birinin yerleştiği bu topraklarda ölmelerini, İngiliz ve Osmanlı Devleti politikalarının Adiğelere yansıyan olumsuz etkilerini farklı bir bakış açısıyla yazıya aktarmaya çalıştım. Bundan 152 yıl önce Hazar Denizine (Kaspi Denizi) adını veren Kas ırkının son temsilcileri ana yurtlarından sürüldüler. Binlerce yıldır Kafkasya’da yaşayan ve Ön Asya’ya, Orta Doğu’ya demiri ve tekerleği tanıtmış bir halkın son temsilcileri, son istilacıya karşı verdikleri savaşı kaybettiler. Tarihte çok katliam, göçe zorlama olmuştur. Ancak Çerkeslerin sürgününü geçmişteki örnekleriyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. Çerkesler II. Dünya Savaşı’ndan sonra tanımlanan “SOYKIRIM” a uyan bir muameleye maruz kalmışlardır. 1992 yılında Kabardey-Balkar, 1996 yılında Adıgey cumhuriyetlerinin parlamentoları 19. Yüzyılda Rus Çarlığının Çerkeslere yaptığı uygulamaları soykırım olarak tanımlamıştır. Çerkeslerin yurtlarından sürülmelerinden 14 yıl sonra Rus orduları Balkanları aşıp, Yeşilköy'e geldi. Doğuda ise Sivas'a kadar geldiler. Yaklaşık 60 yıl sonra da Osmanlı İmparatorluğu sona erdi. Yok edilen sadece bölgede yaşayan halk değildi. Antik Çağ’dan günümüze uzanan bir kültürdü. Günümüzde Kafkasya, İsrail, Suriye, Ürdün ve Anadolu’da son günlerini yaşayan bir kültüre dönüştü. Kafkas kökenli halklar Antik Çağ’da Kafkasya’dan, İspanya'nın Bask’a bölgesinden Trakya’ya, Ukrayna’dan Sümer’e, Mısır'a, Trakya ve Balkanlara, Bugünkü Yunanistan’a, İran’ın batısına, Hazar’ın ötesin, Kırgızistan kadar uzanan bölgede yaşamışlar ve geride iz bırakmışlardır. * Ekrem Hayri Peker

  • Kuğu Gölü Balesi

    Kuğu Gölü ( Swan Lake), Tchaikovsky’nin ilk temsili, 1876 yılında Moskova’da sergilenen dört perdelik ölümsüz balesi. Bale, dendiğinde akla gelen ilk eser olsa gerek. Baleyle uzak yakın ilgisi olmayanın bile bildiğidir. Bazen eser yaratıcısının önüne geçmiyor değil. Tchaikovsky, 1871 yazında, çok sevdiği yeğenleri için evde eğlensinler diye kısa bir bale müziği yazdı ve ismini de Kuğu Gölü koydu. Evdeki herkese rol dağıttı, kardeşi Modest, prens olmuş, çok eğlenmişlerdi. Oyun ailenin yakın dost çevresi önünde de sahnelendi ve gördüğü ilgi Tchaikovsky’inin dikkatinden kaçmadı. 1875 Mayıs’ında Kuğu Gölü’nü tam uzunlukta bir bale olarak bestelemek üzere avans alınca hemen işe başladı. Rimsky Korsakov’a daha sonra anlatacağı gibi, bu öneriyi “kısmen paraya gereksinimi olduğu için kabul etmiş” ama çok uzun bir süredir bu tür bir müzik yazma özlemi onu yönlendiren esas etken olmuştu. Bütün insani duyguları esir alan, umuttan umutsuzluğa, korkudan şefkate, melankoliden coşkuya koşan eser, güzellik ve büyünün, koreografi ve müziğin aşk evliliğidir... PETER İLYİÇ ÇAYKOVSKİ, 7 Mayıs 1840’da Ural dağlarında bir maden kenti olan Votkinsk’te doğdu.İyi bir öğrenim gördü ve özel müzik dersleri aldı. Ailesi Petersburg’a yerleşince bu kentte hukuk öğrenimine başladı ve 19 yaşında eğitimini tamamlayarak devlet memuru oldu. 21 yaşında iken annesinin ölümü üzerine yeniden besteci olma arzusu duydu ve işinden ayrılarak, sonradan Petersburg Konservatuvarı’na dönüşecek yeni bir müzik okuluna kaydoldu. 1865 yılında mezun oldu ve Moskova Konservatuvarı’nda müzik öğretmenliğine başladı. Bu kurumda çalıştığı 11 yıl boyunca birçok büyük eser yaratan Çaykovski, ilk defa Alınyazısı adlı senfonik şiirde kendi bestecilik üslubunu ortaya koydu: Tutku ve özlem dolu, küçük şarkıları yeğleyen bir üslup. 1878’de varlıklı bir müziksever olan Nadezhda von Meck ile tanıştı. 11 çocuklu bu genç kadın Çaykovski'yi maddi olarak destekledi. Aldığı maddi destek sayesinde Çaykovski öğretmenlikten ayrılıp kendisini bestelerine verdi. 1878 - 1885 yıllarını Avrupa-Rusya arasında gidip gelerek geçiren besteci, gittiği ülkelerde orkestralar yönetti. 1891’de ise ABD'ye giderek kendi eserlerinden oluşan dinletiler gerçekleştirdi. Çaykovski, 1875’de ilk kez seslendirilen 1. Piyano Konçertosu ve 1876’da sahnelenen Kuğu Gölü Balesi ile büyük başarı kazanmıştı; en başarılı operası olan Yevgeni Onegin’i 1879’da tamamladı; 1880'de 1812 Yılı Uvertürünü yazdı; 1881’de ilk kez seslendirilen Keman Konçertosu zamanla keman dağarcığının en gözde eserlerinden birisi oldu; 5. Senfoni 1888’deki ilk seslendirilişinden itibaren büyük başarı kazandı; 1889’da Uyuyan Güzel balesi sahnelendi; 1890’da yazdığı Maça Kızı, o yıl Çarlık Operaevi’nde sahnelendi. Romantik dönem Rus klasik müzik bestecisi, 6 Kasım 1893, St. Petersburg’da öldü. Çaykovski, sekiz senfoni, on bir opera, üç bale, üçü piyano, biri keman olmak üzere dört konçerto, üç yaylı dördül, en ünlüsü Andante Cantabile (1. yaylı dördülün ağır bölümü) olan çeşitli oda müziği eserleri bestelemiştir.

  • YURT

    Şendir dönüşü gemicinin yuvaya sakin akıntının üstünde, Uzak adalardan, bereketli olmuşsa hasadı; Öyle dönerdim ben de yurda, toplayabilseydim İyilikleri acılar kadar. Siz sevgili kıyılar, beni yetiştiren bir zamanlar, Dindirir misiniz acılarını sevginin, vaat eder misiniz Siz gençliğimin ormanları, geldiğimde Huzuru yeniden bana? Serin dere kıyısına, dalgaların oyunlarını, Akıntının yanına, kayan gemileri gördüğüm, Varırım hemen şimdi ve sararsınız beni, Ki sarmalanmış gibi sağala yüreğim, Siz sadıklar! Ama bilirim, bilirim, Çabuk sağalmaz bu sevgi acım benim, Söylemez hiçbir umut şarkısı bu avunan Ölümlülerin söylediği gibi gönülden bana. Çünkü onlar, bize göksel ateşi ödünç verenler, Tanrılar, kutsal toprağı da bağışlar bize. Kalsın bu öyleyse. Bir oğlu gibiyim ben Yeryüzünün, sevmek için yaratılmış, acı çekmek için. Friedrich HÖLDERLİN Çeviri: Oruç ARUOBA Friedrich Hölderlin: 20 Mart 1770 - 7 Haziran 1843, Alman lirik şair. Friedrich Hölderlin klasik çağın ve romantizmin en önemli temsilcilerindendir.

  • Yaşamak Bir Ağaç Gibi

    Kimi zaman düşen bir tohum, kimi zaman özenle dikilen bir fidan toprağın sıcak koynunda kök salmaya başlar. Önce baş kaldırır usulca, deler toprağın yüzünü, güneşle göz göze gelir. Boy verir günbegün, açar kollarını semaya doğru. Yağmurlarla ıslanır, fırtınalara boyun eğer, büyür büyür büyür… Gün gelir ağaç olur, pembe-beyaz çiçeklerle donanır baharda. Akasya olur, ıhlamur olur, erguvan olur, mimoza olur… görenler büyülenir. Mis gibi kokusuyla başları döndürür, sarhoş eder alemi. En görkemli demidir bahar mevsimi ağacın Yeşilin her tonundan yapraklarıyla sarılır sarmalanır her yanı. Bir bakarsın çeşit çeşit, rengarenk meyve verir ya da yapraklarıyla şenlenir, büyür çınar olur, servi olur, köknar olur… merdiven dayar gökyüzüne. Hasat mevsimi gelir sonra, toplanır o bal gibi, olgunlaşmış meyveler. Mevsim yazdır artık. Sıcaklar yavaştan kavurmaya başlar yaprakları, o yemyeşil yapraklar sararır safran gibi. Sonra güneş daha az ısıtmaya, günler kısalmaya başlar, sonbahardır artık, yani hazan mevsimi. Önce hafiften başlayan meltemler bazen lodosa döner. Savurur sararan yapraklarını ağacın. Rüzgarların peşi sıra gidenler karışıverir orada toprağa. Bazen de bir fırtına kırar dallarını en ince yerinden, yaralar onu, ta ki bir başka bahar gelene kadar. Zaman geçer, devran döner, kış geliverir. Artık ne yeşil bir yaprağı vardır çoğu ağacın, ne çiçeği ne de meyvesi. Kuru dallarıyla çırılçıplak, yapayalnız kalmıştır bir anda o koca ağaç. Bazen bir serçe, bazen bir karga konuk olur dallarına. Tepelerde bir yerdeyse bazen bir leylek yuvası çarpar gözümüze. İşte soğuk bir kış mevsimi daha bitiyor. Biliyorum yakında baharın müjdecisi cemreler düşecek, su yürüyecek yeniden dalların uçlarına, göğerecek yeniden ağaçlar… Aslında ne çok benziyoruz ağaçlara…Ben de çoğumuz gibi baharda severdim ağaçları, yemyeşil olduklarında, çiçekler açtığında. Oysa bu kış kuruyan ağaçlar bir başka görünür oldu gözüme. Güneşin kızıl ışıklarıyla alev alan, dua edercesine göğe ellerini açan, cıvıldayan kuşları konuk eden o kuru ağaçlar huzur veriyor artık bana. İnsanlara belki de kendime benzettiğimden bir başka görünüyor kış ağaçları artık bana. Tıpkı ana rahmine düşen bir zerrenin hayat bulması, dünyaya gelmesi, büyümesi; ömrün ilkbaharı olan gençlikte tüm güzelliklere sahip olması, sonra olgunlaşması, meyve vermesi, çoluk çocuğa karışması ve yaz mevsimini bazen güzellikleriyle bazen zorluklarıyla yaşaması gibi. Hiç beklenmedik bir zamanda kapımızı çalan sonbaharda sararıp, solup yapraklarımızı dökmüyor muyuz ağaçlar gibi. Ve bir gün bir başka baharın olmayacağını bilerek girmiyor muyuz kış mevsimine ? Ama olsun kış mevsiminde bile gün batımını izlemek, giden geminin ardından bakakalmak, ağaçlar gibi tekrar baharı yaşayamayacak olduğumu bilsem de kışı yaşamak her şeye rağmen güzel… Nazım’ın dediğince: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…”

  • MEHMET’İN TARİHSEL YANILGISI

    Bir yazımdan ötürü Fatsa Savcılığının hakkımda açtığı soruşturma için polis aracılığı ile verdiğim ifade metnini “vatandaşlık Görevimi Yaptım” başlığı ile yayımlamıştım. Çok sayıda arkadaş, “geçmiş olsun” diyen notlar gönderdiler. Bu arkadaşlardan biri de benden birkaç yaş küçük çocukluk arkadaşım ve akrabam Mehmet. (Adını bu yazı için değiştirmiş bulunuyorum.) Şöyle yazmış: “Şu kibar üslubunuz çocukluğumdan beri bizleri etkilemiyor desem yalan olur. Sıradan vatandaş olsa patır kütür üslup kullanır siz bunu bir mizah üslubuyla okuyanı bıktırmadan anlatıyorsunuz. Keşke komünist olmasaydınız bizim gibi mütedeyyin kesimden olsaydınız Ben de kardeş - komşuluk hakkımı kullanıyor' çok geçmiş olsun diyorum. Saygılar.” Gelen 216 ileti içinde beni en çok düşündüren Mehmet’inki oldu. Dikkat çekmeyecek gibi değil. Aynı kırlarda mal güttüğümüz, köyümüzün derelerinde birlikte çimdiğimiz çocukluk arkadaşım, benim düpedüz “komünist” olduğumu yazıyor ve kendisi gibi mütedeyyin biri olmayışıma hayıflanıyor. Bununla birlikte kardeş ve komşuluk “hakkını” kullanarak geçmiş olsun diyor. Ona çok teşekkür ediyorum fakat şu komünistlikle mütedeyyinliği karşı karşıya koyması konusunda bir şeyler yazmak zorundayım. Mehmet’le aramızdaki dünya görüşü farkları oluşmasının nedeni, öyle sanırım ki, benim ilkokuldan sonra öğretmen okuluna gidişim, daha sonra yüksek öğrenim de yapmam, farklı çevrelerle ve kitaplarla karşılaşıp Hanya’yı Konya’yı öğrenmem, Mehmet’in ise ilkokuldan sonra eğitim imkânını bulamayışıdır. On çocuklu az topraklı bir ailenin ilk çocuğu olan Mehmet, genç yaşında İstanbul’a giderek inşaatlarda çalışmış, emekçilerin nasıl ezildiğini yaşayarak görmüş ve bu dünyada yaşayamadıklarını öte dünyada yaşamak için kendini dine vermiştir. Onu son olarak yıllarca önce İstanbul’a bir akrabamızın cenazesinde, cami çıkışında karşılaşmıştık. Kimliğini belli etmek için uzunca bir sakalla geziyordu. MEHMET İYİ BİR İNSAN Çocukluk arkadaşlarına karşı sıcak bir ilgi gösteren, benim için de sevimli olmaya devam eden Mehmet’in iyi bir insan olduğundan hiç kuşkum yok. Çünkü o, kimseyi sömürmüyor, kimseye zulüm yapmıyor, aksine şu adaletsiz düzenin çarkları arasında ezilmiş bir emekçi. Fakat yanıldığı bir nokta var. Mütedeyyin olmayanların komünist olduklarına inanıyor! Bu iki kavramı birbirinin zıddı sayıyor. Mehmet’teki bu yanılgı, onu ve hepimizi ezen kapitalistler tarafından uydurulmuş bir yalandan kaynaklanıyor. İlk Çağlardan beri kölelerin ve ezilenlerin rüyası olan ortaklaşmacı bir düzeni halkın gözünden düşürmek için bunu isteyenlerin dinsiz olduğunu yayıyorlar. Bu dünyada değilse de öldükten sonra kurtuluşu dinde gören yoksulların hıncını devrimcilere yöneltiyorlar. Komünizmin ne olduğunu Türkçe Sözlük şöyle açıklıyor: “Bütün malların ortaklaşa kullanıldığı ve özel mülkiyetin olmadığı toplum düzeni.” Bu, aslında özel mülkiyetçi düzenimiz için bir ütopyadır. Günümüz devrimcilerinin hedefi, üretim araçlarının toplumsallaştırıldığı bağımsız bir ülkedir. Aslında, Mehmet de eşitlikçi düzenin gizli hayranlarındandır ve onun sözlüğünde bunun adı cennettir. Orada ne ezen ne ezilen vardır. Cennetin bal akan ırmakları ve yeşil çayırları kimsenin tapusunda değildir. Mehmet’in komşusu Ali Hafızoğlu’nun (birkaç yıl önce rahmetli oldu) hayatı yoksulluklarla geçmişti. Dindardı ve hep sağ partilere oy vermişti. Ali Hafızoğlu Kitabı’na da aldığım gibi ona sormuştum: “Ali Emmi, bütün topraklardaki mülkiyeti kaldırsalar, sonra bunları nüfusa göre eşit olarak bölüştürseler nasıl karşılarsın?” “Çok iyi olur!” diye cevap vermişti. Bu soruyu bir ağaya, zengin köylüye veya tefeciye sorsaydım, beni “komünist” sopa ile kovalardı. Firavunlar, ölümden sonraki hayatta da saltanatlarının devam edeceğini sanırlar ve öte dünyada kullanacakları araçları ve hizmetçileri de kendileriyle birlikte mezarlarına koydururlardı. Kölelerin bir ruhu bile yoktu! Musa’dan başlayarak tek tanrılı dinlerin kurucuları ise bu inançları yıkarak cennette herkese yer açmışlar ve oradaki mülkiyeti kaldırmışlardır. MEHMET’LE ESASLI BİR ORTAK NOKTAMIZ VAR Mehmet’le önemli bir ortak noktamız var. Eşitlikçilik. Farkımız ise onun bu dünyada eşitlikçi bir düzen kurulacağı konusunda umudunun olmaması, komünist diye beğenmediği kişilerin ise bu dünyayı cennet yapmak için mücadele etmesidir. Mehmet düşünmelidir: Tarih boyunca komünistler niçin acımasızca ezilmişlerdir? Niçin öldürülmüşler, niçin hapishanelerde çürütülmüşlerdir? Mütedeyyin olmadıkları için mi? Kendi deneyimimi aktarayım: Okuldan ve meslekten atıldığım, sürgüne gönderildiğim, hapsedildiğim hiçbir davada neden mütedeyyin olmadığım sorulmadı. Çünkü bu Türkiye’yi yönetenlerin derdi değildi. Onlar, beni ve benim gibilerimi, Amerikan emperyalizmine karşı çıktığımız, kapitalist düzeni yıkmak istediğimiz, bu düzenin bekçisi olan hükümete hükümetlere itaat etmediğimiz için suçladılar. İsa benzer nedenlerle çarmıha gerildi. Hazreti Muhammet, Mekke asilzadelerinin düzenini bozduğu gerekçesiyle öldürülmek istediği için Mekke’den Medine’ye kaçmak zorunda kaldı. Ne var ki, devletle birlikte din kurumunu kullanan zenginler, bu dünyanın nimetlerini kendilerine ayırdılar ve yoksulların ise öte dünya ile avunmalarını yeter gördüler. Ah Mehmet! Spartaküs’ü hiç duydun mu? Şeyh Bedrettin olayını okudun mu? Türkiye Halk İştirakiyun Partisi, Türkiye İşçi Partisi sana hiçbir şey anlatmıyor mu? “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” Mehmet. Biz aynı sınıfın insanıyız ve sınıfımızın tarihsel zincirlerinden kurtulması için birlikte mücadele edeceğiz. (15 Mart 2021) Zeki Sarıhan

  • Aramızdan Bir Kimse

    Gülseren ENGİN yazar * SÖYLEŞİ / Zeliha AYDOĞMUŞ 1946'da İstanbul’da doğdu. Çocukluğu ve gençlik yılları Ankara’da geçti. 1971'de hekim oldu. Ülkenin pek çok yöresinde ve Almanya’da çalıştı. İlk şiiri 1963'te Gözgü Dergisi’nde, ilk öyküsü 1965'te Ankara Sanat dergisinde yayımlandı. Şiir, öykü, roman, deneme, makale, gezi yazıları, tiyatro oyunları, senaryolar yazdı / yazıyor. Hâlen pek çok dergi ve gazetede yazılar ve eleştiriler yazmakta. Bir süre maviADA da yazılarını okuduğumuz yazar, anı zamanda resim de yapıyor ve pek çok karma ve kişisel resim sergisine katıldı. · İlk kitabi Yorgun Konak 1989’da, son kitabı Smyrna'nın Yazgısı 2020’de çıkan yazarın yirmiyi geçkin, değişik türlerde basılı eseri ve birkaç ödülü var · İzmir’de yaşıyor. maviADA adına söyleşiyi Zeliha AYDOĞMUŞ yaptı. * Zeliha AYDOĞMUŞ : Adettendir, önce sizi tanıyalım mı? Kimdir Gülseren Engin? Gülseren ENGİN : Merhaba Zeliha Aydoğmuş. Bundan çok çok yıl önce bir mayıs öğle vakti İstanbul’da doğmuşum. Aslında Bursa’lıyım. Babamın memleketi Bursa / Osmangazi’de nüfus kaydım; ancak çok sevdiğim bu kent akrabalarımın yaşadığı ve sık sık ziyaret ettiğim bir kent olarak kaldı. Henüz iki aylıkken babamın işi gereği Ankara’ya gitmişim. Gidiş o gidiş… Yaklaşık ilk otuz yılım Ankara’da geçti. İlk, orta, lise ve Hacettepe Tıp Fakültesinde öğrencilik; sonra Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi derken diploma alışım ve Ankara’ya dönüşüm. Gezginliğim Erzurum’a gidişimle başladı demeliyim. Ardından Trabzon’da zorunlu hizmet, Ankara’ya dönüş ve Numune Hastanesinde Fizik Tedavi uzmanlık eğitimine başlayışım, konuyu sevmediğim için ayrılıp zorunlu hizmetimi tamamlamak üzere Ankara’nın Güdül İlçesine Sağlık Ocağı hekimi olarak gidişim… Hizmetim bittiğinde Hacettepe Tıp Fakültesi Patoloji bölümünde uzmanlık alışımla birlikte Ankara maceramın bitişi… Sonrası çok hareketli yıllar… Mersin, Adana, İzmir, İstanbul, Almanya (Orada da Mannheim, Heidelberg ve Hamburg kentleri), dönüş İstanbul; sonra İzmir, Karadeniz Ereğlisi, yeniden İstanbul, Rize ve şimdilik İzmir… Ufukta Mersin olduğunu biliyorsunuz. Başınız döndü değil mi? Bunca koşuşturma içinde şef yardımcılığı, şeflik sınavları, ellinin üstünde tıbbi araştırma ve yayın, dört sağlık başvuru kitabı, Kanser Bilgi Danışma Merkezi’ni kuruş ve yönetiş… Elbette annelik… Bir kızım var. Bunca koşuşturma içinde iyi bir anne oldum mu bilemiyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: Kanser Bilgi Danışma Merkezi hakkında biraz bilgi verir misiniz? GÜLSEREN ENGİN: Heidelberg’de böyle bir merkezde çalışmıştım. Almanya’dan dönüşte Türkiye’de ilk kez böyle bir merkez kurmak istedim. Bütün dünyada var olan bir hizmet kurumu bu. Ancak ne üniversiteler, ne Sağlık Bakanlığı ne de Kanser Vakıfları proje ile ilgilenmeyince maaşımı ortaya koyup üç yıl boyunca halka kanser konusunda BEDAVA bilgi verdim. Ben de kansere yakalanmış ve onu yenmiş biri olarak hastaların bilgi almaya ne kadar gereksinimleri olduğunu biliyordum.Üç yıldan sonra BEDAVA Hizmet suç denildi ve suçlu gibi pek çok savunma vermek durumunda kaldım. Zorunlu olarak bu merkezi kapattım. Ben patolog olarak kanserin ne olduğunu öğrencilerime ve asistanlarıma öğretiyordum; ama “Bana kanser konusunda hastalara bilgi veremezsin “ diyorlardı. Aradan yirmi yıl geçti ve hâlâ ülkemizde böyle bir kurum yok. Oysa hastalar için o kadar yararlı ki… Hâlâ beni telefonla arar hastalıklarıyla ilgili bilgi alırlar. Zeliha AYDOĞMUŞ : “Ülkemizde Edebiyat” deyip bir başlık atsam ve altını kısa ama açıklayıcı cümlelerle doldurmanızı rica etsem neler söylerdiniz? Gülseren ENGİN : Ülkemiz edebiyat yönünden verimli bir toprağa ve iklime sahip. Bu topraklar dünyanın oluştuğu zamanlardan bu yana pek çok kavmin gelip yerleştiği, kültürünü bıraktığı topraklar… İnsanlarımız da bu kültürden beslenip zenginleşmişler. Bütün sanatçılar için olduğu gibi kalem ustaları için de geçerli bu… Şairlerimiz, öykücülerimiz, romancılarımız ve oyun yazarlarımız bu bereketli topraklardan adeta fışkırıyorlar. Birbiri ardına ürünler veriyorlar. Bu zenginliği seviyorum. Elbette üreticiliğin bir nedeni de bu sancılı topraklarda yaşanan acılar…Yıllar süren savaşlar, açlık, yoksulluk… Sanat ürünleri rahat bir yaşamda doğmazlar. Zeliha AYDOĞMUŞ Ülkemizde doktorlarımızı, sanatın çeşitli kollarında ve edebiyat alanında eserler verirken görüyoruz. Oysa eğitiminiz uzun, işiniz zor? Neden kaynaklanıyor bu? Acaba yazmak, yaşamınızın yoğunluğunda temiz hava, rahat bir soluk almak için ruhunuzda açtığınız bir pencere miydi? Gülseren ENGİN : Güzel bir tanımlama; ancak ben hekim olmazdan önce yazardım. Bu işe biraz erken başladım. Ortaokulda içe kapanık, arkadaşlarıyla iletişim kuramayan, hayal kurmayı ve okumayı çok seven bir çocuktum. O dönemde fazla çocuk kitabı yoktu. Kemalettin Tuğcu’nun yaşamın acıklı hikâyelerini anlatan kitaplarını okuyordum. Ben de böyle bir roman yazmak istedim. Boş derslerde arkadaşlarım koşup oynarken bir kenara çekilip harıl harıl acıklı bir roman yazıyordum. Bir süre sonra diğer çocuklar ne yazdığımı merak edip yanıma geldiler. Roman yazdığımı duyunca okumamı istediler. Bir süre sonra sınıf sessizleşti. Herkes beni dinliyordu. Böylece insanlarla iletişim kurmanın yolunu öğrendim. Ondan sonra yazmayı hiç bırakmadım. Lisedeyken 1963'te ilk şiirlerim Gözgü Dergisinde yayımlandı. İlk öykülerim ise 1965'de Ankara Sanat Dergisinde yer aldı. Ne tıp fakültesindeyken, ne hekimlik yaparken yazmayı hiç bırakmadım. Evet yaşamın güçlüklerine dayanabilmek için sanat çok önemli. Biraz da içten gelen bir dürtü. Kendini ifade etmenin yolu…Ben de hayata direnebilmek için hâlâ yazıyorum. “Yazmazsam deli olurdum” diyenlerdenim. 16. Kitabım “Smyrna’nın Yazgısı” yeni yayımlandı biliyorsunuz. Yetmiş beş yaşıma girdim; ama yazmaya, üretmeye devam ediyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: Gülseren ENGİN'in kitaplarında ulaşmayı hedeflediği bir ereği var mı, varsa nedir? Gülseren ENGİN: Elbette edebiyat sanatında olgunlaşmak, iyiye, varsa mükemmele ulaşmak. Temiz bir Türkçe ile yalın bir anlatımla yazmak ve anlaşılır olmak dileğim. Önce şiir yazmayı denedim. Şairim diyemem. Zor zanaat… Beni düz yazı konusunda yüreklendiren değerli usta Aziz Nesin’dir. Ona bir dosyada şiirlerimi göndermiştim. Hemen yanıtlamıştı beni. Şair olmadığı için şiirlerimi değerlendiremeyeceğini söylüyor ve ekliyordu, “Mektubunuzdan anladığıma göre düz yazıda çok başarılısınız. Öyküler yazın ve içinizdeki şiiri öykülere yedirin” diyordu. Onu dinledim ve öyküler yazdım. Sokaktaki sıradan insanları anlatan, onların sıradan gibi görünen; ama aslında hiç de sıradan olmayan hikayelerini, acılarını anlattım. İlk öykü kitabım “Yorgun Konak (1989 )…” Bunu “Sevgi’nin Masalı” (1992) ve “Kaçış Düşleri”(1994 ) izledi. “Kurutulmuş Çiçek Bahçesi”( 2003) ilk iki öykü kitabının bir arada yeni basımı aslında. Arada “Gezi İzleri”( 2000) adlı gezi anılarım ve “Geç Kalan Öyküler”(2002) var. Bu kitap iki ödüllü, okurla gerçekten geç buluşan bir kitap oldu. Zeliha AYDOĞMUŞ: Ödüllerinizden de söz eder misiniz? GÜLSEREN ENGİN: Evet , ilk ödülümü 1993'te aldım. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ikincilik ödülü… 1994 yılında aynı yarışmada özel ödül, 1998'de “Sıradan Öyküler” adlı dosyamla Yunus Nadi Öykü Ödülünü. 2001 de “Bozgun Dönemeci” adlı dosyamla Orhan Kemal Öykü Birincilik Ödülünü kazandım. Bu iki dosya sonradan “Geç Kalan Öyküler “ kitabımı oluşturdu. Zeliha AYDOĞMUŞ : İlk çıkan kitabınızdan bu güne kadar verdiğiniz eserleri; kronolojik sıralaması, çıkış noktaları, yani hangi düşünce ile yazıldıklarını ve amaçlarının ne olduğunu bizimle paylaşır mısınız? GÜLSEREN ENGİN: Öykülerimden söz ettim. Roman daha uzun soluklu bir çalışma… Hele tarihi romanlar… Kanser Bilgi Merkezini kapattıktan sonra emekli oldum. Tam o sıra Yunus Nadi Öykü Yarışmasını kazandım. Onun da verdiği güçle roman yazmaya karar verdim. İlk Romanım “Cehennemde Bir Ada” ( 2001) dört çocuğun gözünden II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan acıları anlatıyordu. Bu, bir SAVAŞA HAYIR romanıydı. Bu ana tema hiç değişmedi. Bütün romanlarımda aynı temayı işliyorum. İkinci romanım “Yorgun ve Yaralı” (2004 ) ise bir aşk öyküsü zemininde, Balkan savaşlarından başlayarak Osmanlı’nın çöküşünü anlatıyor. Düşünün bu topraklarda 1908 den başlayarak 1922 ye kadar hep savaşlar yaşandı. 14 Yıl sürekli savaştı Anadolu insanı… Benim dedem de Çanakkale gazisiydi. Pek çoğumuzun dedeleri hatta nineleri savaştılar. Oysa günümüz gençliği yaşanan savaşları sadece tarihleri oluşturan sayılar olarak biliyorlar. Çekilen acıları, özverileri bilmiyorlar. Onlara bunu tarih kitaplarındaki kuru bilgilerle anlatamayız. Bu yüzden tarihi romana devam ettim. Gençlerimize bunları romanlarımla öğretmeyi görev edindim. “Yorgun ve Yaralı” aslında Dedem ve babaannemin hikayesidir. Aynı zamanda Çanakkale savaşının da destanıdır. Bu arada bir yayınevinin isteği üzerine “Sancılı Kent Ankara” kitabını yazdım ( 2008 ). Kendi anılarımı da içeren; ama ilk çağlardan günümüze Ankara’nın hikayesini anlatan bir kitaptır.. Türler üstü bir kitap oldu. Tarih, roman, anı ve fantastik hikayelerden oluştu ve çok beğenildi. Yorgun ve Yaralı ile başladığım çöküş dönemi romanını işgal ve kurtuluş savaşıyla sürdürmek istedim. Smyrna üçlemesi böylece ortaya çıktı. “Ağlama Smyrna Döneceğim” (2012), İzmir’in Yunan işgalinden, “Smyrna’nın Gözyaşları” ( 2017 ) ile Ege halkının direnişine ve kurtuluş savaşına uzandım. “Smyrna’nın Yazgısı” (2020) kitabıyla, İzmir’in 9 Eylülde kurtuluşuyla bitirdim üçlemeyi. Ancak bu üçlemede Yorgun ve Yaralı romanının kahramanları da yer aldılar ve böylece bir nehir roman gelişti. Gençlerimizin gerçekte ülkenin ne zorluklar yaşadığını belgelere dayalı bu romanlardan öğreneceklerini ve hiç unutmayacaklarını umuyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: Edebiyat alanında yaşamınıza ışık tutmuş, yazın becerinizin gelişimine kılavuzluk etmiş, çok severek okuyup etkilendiğiniz isimler var mıdır? Bir de mutlaka okunmalı diyebileceğiniz, aklınızdan çıkaramadığınız eserler hangileridir? Gülseren ENGİN: Çocukluğumdan beri kitap kurduydum. Hâlâ öyleyim. Yerli ve yabancı pek çok yazar bana yol göstermiştir. Çok uzun bir liste oluşturur. Öykü konusunda Tarık Dursun K., Sait Faik, Haldun Taner ve Aziz Nesin ilk aklıma gelenler… Yabancılardan Edgar Alan Poe, Jack London, Cortazar , Carlos Fuentes diyebilirim. Romanı bana öğreten ilk yazar Kemalettin Tuğcu demiştim. Onu Halide Edip Adıvar, Recaizade Ekrem gibi klasik romancılarımız ve günümüzden Ayla Kutlu, izledi..Aslında öyle çok yazar ve kitap var ki… Araştırmacı yazar olmayı ise bana sevdiren yabancı gazeteci yazarlardır. Aynı zamanda hekim olan Robin Cook da çok başarılı, araştırmaya dayalı romanlar yazar. Yazım tekniğimi Michel Zevako’dan aldım. Onun Pardanyanlar serisi gençliğimde severek okuduğum kitaplardandır. Agata Christie’nin polisiyelerini de çok severim. Romanlarımda bu iki yazarın tekniğini kullanarak merak ögesini diri tutmaya çalışırım. Saint Exupery’nin “Küçük Prens “ kitabı başucu kitabım oldu uzun yıllar. Vasconcelos’un “Şeker Portakalı, Mark Twain’in “ Tom Sawyer” kitabı ve Jules Verne’nin bütün kitaplarını çok severim. Bunda hâlâ çocuk yanımın büyümemekte ısrar etmesi önemli rol oynamakta… Marquez’in “Yüzyıllık Yanlızlığı” başta olmak üzere bütün kitapları… Kutsal İsyan yazarımız Hasan İzzettin Dinemo’ya ise saygım sonsuzdur. Bütün kitapları okunmalıdır. Şiir denince Nazım Hikmet elbette… Atilla İlhan, Orhan Veli… Tiyatro oyun kitaplarını da çok severim. Başta Shakespeare olmak üzere Lorca, Albee,Tennessee Williams, Haldun Taner, Hidayet Sayın, Orhan Asena… Zeliha AYDOĞMUŞ : Cumhuriyet tarihiyle yakından ilgili bir yazar olarak, Cumhuriyetin ilanından bu güne ülkemizin gelişim sürecini değerlendirmenizi istesem; aksayan tarafların giderilmesi adına neler yapılabiliri sorgulasam, özellikle doğu ile batı arasındaki medeni gelişmeler yönünden oluşan farkın sebepleri nelerdir ve bu negatif farkların giderilmesi için neler yapılabilir sizce? Gülseren ENGİN : Çok sey yapılabilir. En başta doğru ve eşit eğitimle kafa yapılarının değişmesi gerek. Köy Enstitüleri yeniden kurulsa ne iyi olur diye düşünüyorum çoğu zaman. Zeliha AYDOĞMUŞ : Gülseren ENGİN'in kesinlikle tahammül edemediği ve olmazsa olmaz dediği karakteristik özellikler nelerdir? Gülseren ENGİN: Doğruluk, içtenlik, adalet ve iyi zeka… Zekânın kötüsü insana da topluma da zarar verir. Aptallığa ve geri kafalığa dayanamıyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: Edebiyat, tamam; hemen hemen tüm sanatların temel unsurunu oluşturuyor, peki sizin ilgilendiğiniz başka sanatsal veya toplumsal uğraşlarınız oldu mu, olduysa bunları bizlerle paylaşır mısınız? Gülseren ENGİN: Evet, yine çocukluktan beri resim yaparım. Bu konuda çeşitli ustalardan ders de aldım. Pek çok karma ve kişisel sergim oldu. Ne yazık ki son yıllarda resim yapamıyorum. Müzikle ilgim şarkı söylemek düzeyindeydi; ama yaşlanınca ses de gidiyor. Tiyatro bir tutkuydu benim için; ama Üniversite dışında oynama olanağım olmadı. Tiyatro aşkımı oyun yazarak gideriyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: En sevdikleriniz; şehir, eşya, bitki ve hayvan oyununa buyur etsem sizi; Gülseren ENGİN: İzmir, bilgisayarım, gül ve kedi desem… Zeliha AYDOĞMUŞ: Mesleki yaşamınızla ilgili ilginç, unutamadığınız bir anınızı bizlere aktarmanızı rica etsem, mümkün mü? Gülseren ENGİN: Trabzon’un Arsin ilçesinde sağlık ocağında hekim olarak çalışıyordum. Bir akşamüstü mesai bitişinde kaymakam ve karısı muayene için geldiler. Ben lojman olmadığından ocakta depo odasını boşaltmış, orada kalıyordum. Henüz okuldan yeni mezun olmuş, 26 yaşında genç bir kızdım. Kaymakam ve karısını muayene edip ilaçlarını yazdıktan sonra onlara kahve pişirmek üzere mutfağa gittim. Tam elimde kahve tepsisi mutfaktan çıkarken kapıda iri yarı bir adamla karşılaştım. Ellerini beline dayamış bana tabancasını gösteriyordu. Zaten o yıllarda Trabzon’da kadınlar bile tabanca taşıyorlardı. ”Hastam var. Köye gideceğiz” dedi. Nefesi buram buram içki kokuyordu. “Biraz bekleyin, hastam var” dedim; ama korkmuştum. Akşam vakti sarhoş ve silahlı bu adamla köye nasıl gidecektim? Odaya girdiğimde yüzümden Kaymakam bir sorun olduğunu anlamıştı. “Bir hasta varmış.” Köye götüreceklermiş” dedim. Kaymakam ve karısı kahvelerinden iki yudum almamışlardı ki kapı hızla açıldı ve adam içeriye daldı. “Benim hastam ölüyor, siz burada keyif çatıyorsunuz” dedi. Ben soğukkanlılığımı korumaya çalışarak açıkladım. “Kaymakam Bey eşini muayeneye getirdi. Dışarıda bekleyin” dedim. Kaymakam sözünü duyunca homurdanarak çıktı adam. Kaymakam: “Size engel olmayalım “ dedi. Kalktılar. Kapıya kadar geçirdim. Dışarıda bir kamyon vardı. Şoför mahallinde de iki adam daha… Beni herhalde kucaklarında götüreceklerdi. “Bu kamyonla mı gideceğiz” diye sordum. “Evet” dediler. Kaymakam da adamın içkili olduğunu anlamıştı. “Böyle gidemezsiniz. Benim jipe gelin, ben götüreyim” dedi. O zamanlar jipler askeriyeden gelme, çadır beziyle kaplı ilkel arazi araçlarıydı. Cep telefonu filan da yoktu ki jandarma çağırsın. Kaymakam direksiyona geçti, yanında karısı, ben de arkaya oturdum. Kamyon önde biz arkada ilçeden çıkıp yayla yoluna saptık. Fındıkların arasından dağa doğru tırmanıyoruz. Bir yer geldi, yol bitti. Kamyon durdu. Etrafta ev filan görülmüyordu. İçkili adam gelip bundan sonra yürüyerek gideceğimizi söyledi. Kaymakam beni bu adamla gönderemeyeceğini düşünüp torpidodan tabancasını aldı, beline soktu. Karısına “Sen jipte kal” dedi; ama dağ başında, fındıklığın içinde jip de güvenli değildi. Neyse İçkili adamın peşinden fındıklıkta epeyi tırmandık; sonunda ev göründü. Hasta kadın iki gündür yemiyor, içmiyormuş. Sık sık bayılıyormuş. Benim elimde bir tansiyon cihazı ve bir dinleme aleti dışında hiçbir şey yoktu. İlaç da… Ne yapabilirdim ki… Kadınla konuşunca sorun anlaşıldı. İçkili adam Almanya’da çalışıyormuş, izine gelmiş. Hasta kadın kız kardeşiymiş ve onun kocası da Almanya’da işçiymiş. Bir Alman kadına tutulmuş ve onunla evlenmiş. Bu kadının resmi nikâhı olmadığından çocuklarıyla ortada kalmış. Günlerdir yemeden içmeden kesilmiş, ağlar dururmuş. Derin bir soluk aldım. Hemen bir sakinleştirici ilaç yazdım ve içkili adama verdim. ”Yemek yedirin, bol su içirin bir şeyi kalmaz” dedim. Kaymakam ve ben yeniden yokuşu inip jipe geldik. Bu arada akşam karanlığı çökmüş, kuş sesleri azalmıştı. Uzaktan köpek ulumaları geliyordu. Kaymakamın karısı bembeyaz bir yüzle jipte büzülmüş oturuyordu. Belli ki çok korkmuştu. Yeniden yola koyulup ilçeye dönerken hiç birimiz konuşmuyorduk. Zeliha AYDOĞMUŞ: Nelerle mutlu olursunuz? Gülseren ENGİN: Sevdiğim insanlar, yani kızım ve torunlarım başta olmak üzere ailem ve arkadaşlarımla bir arada olmak çok mutlu eder beni. Hele deniz kenarındaysak, denizi seyrediyorsak… Zeliha AYDOĞMUŞ : Korkularınız, iyi ki ve keşkeleriniz; Gülseren ENGİN : Gelecek güvencesi önemlidir benim için. İhtiyarlığın ne olduğunu iyi bilirim. Başkalarına yük olacak kadar yaşamaktan korkarım. İyi ki hekim olmuşum. Önemli ve yararlı bir mesleğim var. Ekonomik özgürlüğümü kazandırıyor bana. Kimseye muhtaç olmadan yaşayabiliyorum. Bu da gerçek anlamda özgür olmak demek. İyi ki hâlâ aklım başımda, bir üniversitede ders verebilecek kadar… Yeni şeyler öğrenebilecek kadar. Örneğin son zamanlarda Portekizce öğreniyorum. Keşke sesime özen gösterseydim de onu kaybetmeseydim. Zeliha AYDOĞMUŞ: Belki çok erken, sonuçta kitabınızın henüz dumanı üstünde, yine de sormadan geçemeyeceğim; yeni bir kitap hazırlığınız var mı, varsa bizlere biraz bahseder misiniz? Gülseren ENGİN: Smyrna Üçlemesinin son kitabı “Smyrna’nın Yazgısı” beş yıllık ağır bir çalışmayla bitti. Şu sıra dinleniyorum; ama henüz yayımlanmamış, çoktan bitirilmiş dosyalarım var. Romanlar, öyküler, gezi ve çocuk kitapları… Zeliha AYDOĞMUŞ: maviADA Dergisi adına yaptığım bu söyleşide sorularıma samimiyetle ve içtenlikle cevap verdiniz. Öncelikle bunun için teşekkür ediyorum. Son olarak okurlarınıza iletmemizi istediğiniz bir mesajınız var mı? Gülseren ENGİN: Okumayı seviniz. Her kitap size yeni ve ilginç dünyalar sunar. TV ve sinemadan çok farklıdır. Okuduklarınız beyninizde hayal dünyasının kapılarını açar ve siz kafanızda bambaşka düşsel evrenler yaratırsınız. O hayaller size özeldir; biriciktir. Siz okumayı seviniz ki çocuklarınız da sevsinler. Ülkemiz okuyan insanların ülkesi olmalı ki geri kalmaktan kurtulalım. Yeni kitaplarda buluşmak üzere…Sevgiyle Gülseren Engin’in son kitabı “Smyrna’nın Yazgısı” bir üçleme; Kurtuluş Savaşı yıllarını işleyen kitapların sonuncusu 2020 Sonbaharında çıktı. SÖYLEŞİyi İNDİRMEK için aşağıya tıklayın

  • Aramızdan Bir KİMSE

    ESRA ODMAN İYİER SÖYLEŞİ / Zeliha AYDOĞMUŞ * İYİER'in yazım dili oldukça keyifli, rahat bir söyleyişi var, yaratıcı yazın diline kendinden özellikler katmayı, yani bir üslup yaratmayı ve olumlu sonuçlar almayı başarmış. Sıradan sözcükleri kendi biçiminde harmanlayıp keyifle okunan metinler üretmiş. ''Ak köpükler teknenin dalgalara her başkaldırışında, al dudaklı bir kadın gibi göğsüne öpücükler konduruyordu. Gençliğinin en güzel günlerini; bu dalgalanıp durulan, taşıp boşalan kadının köpüklü bedenini keşfetmekle geçiriyordu.'' ( GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL / Vakit Düşündüğünden Geç ) ''Sonradan sonraya araya giren sessizliği iteleyip ''Sen neler yaptın?'' diye sordu. ( GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL/Vergi Dairesi ) ''Açılmış bir yumak gibi kendi içimden dışıma yuvarlanırken, kadının beni çözmeye başlaması korkutuyor'' ( GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL / Unutulmuş Bir Yıldönümü Hikâyesi ) Bir kitabının tanıtımı için şöyle yazılmış: “BOŞLUK’’ sağlam bir anlatım, özgün bir ritim doğru yere oturmuş sözcükler… ve ÖTEKİNİ öldürebilecek ne varsa yüklenmiş bir imge ırmağı… … Esra Odman’ın dilinde, kadim anlatıcıların zenginliğinin yanında ülkemizin çoğu yazarının saplanıp kaldığı evrensele ulaşmayan bireyselliğin iç bayıltan kısırlığını aşmış, dünya caddelerinde güvenle dolaşmaya hazır bir özgüven var...” Şenol YAZICI, 11 Nisan 2012, maviADA Dergisi BAHAR Sayısı Doğru söze ne denir. Yazarı ilk olarak maviADA’da yayımlanan 'TUVALET KAFE' isimli öyküsüyle tanımış; en zoru başardığını düşünmüştüm. Öyle ya çalışma odası olarak oldurulan tuvaletten gülümseyerek okuyacağınız harika bir öykü çıkarmak kaç kişinin harcı? Etkiledi beni; farklı bir şeyler vardı bu kadının yazdıklarında, okunası... O kadar lezzetliydi ki; bir öykü, bir öykü daha… yok muydu, dedirten cinsten. Hatta size bir sır vereyim, kendisinin dahi haberi yok ama biz onunla Tuvalet Kafe'de oturmuş, bir çay içimlik süre de olsa sohbet etmiştik. Önemli şeylerden, hem de çok önemli şeylerden bahsetmişti bana: En çok KADINDAN! Sonra İNSAN olma sanatından… Yazar insanın en iyi bildiğinin ancak kendisi olabileceğinin farkında; kadın ve insan olma temalı öyküleri hayli fazla. Onunla çıktığım yolculuğa, maviADA Dergisinde yayımlanan diğer öyküleriyle devam ettik. Yazar Esra ODMAN İYİER hayalini kurduğu o kadim ülkeden, umuttan, insan olmaktan, insanca yaşamaktan bahsediyordu. Satır aralarına, öykülerinin orasına burasına küçük bir kız çocuğunun üstünü başını bezer gibi giydirdiği hep güzel duyguları, en çok sevgiyi serpiştiriyordu. Kitaplarına baktığımda Esra ODMAN İYİER; okurları için güzel şarkılar mırıldanıyor, kocaman bir kalp bırakıyordu yazdıklarıyla... O denli büyük ki içinde başta adalet kavramı olmak üzere, insan onuruna dair her şeyi var etmiş bulunan ve herkese yetecek kadar konforlu yeri olan bir kalp... Her yazar gibi tek derdi okuyucularına ulaşmak, gerekli bulduğu konularda zihinlerde soru işaretleri yaratmak, aynı zamanda büyük ışımaları başlatan bir kıvılcım çakmak. Özellikle de ülkemizde kadına biçilen o eprimiş elbiseyi değiştirmek niyeti barındıran kıvılcımlar. Söyleşiye geçelim mi? DEVAMINI OKUMAK İÇİN AŞAĞIYA TIKLAYIN

  • Son Pasta

    Durup düşündüğüm zaman, bu Korona illeti, iyi ki benim okul çağlarıma denk gelmemiş diyorum. O üç aylık yaz tatilinde bile okulum, arkadaşlarım burnumda tüter, açılışını büyük bir özlem ve heyecanla beklerdim. Hepsi bu gün gibi aklımda. Bugünlerdeyse okulun en haylaz çocukları bile, bu uzatmalı ve zorunlu tatilden sonra, okul özlemiyle nasıl yanıyorlar... tahmin etmek zor değil. Ne korkunç bir yıldı. Korona'nın başlaması ile birlikte, ilk ölüm haberi geldi...üçtü, beşti derken hızlanarak devam etti. İki haneli rakamlardayken dikkatle takip edebiliyorduk da yüzleri aşıp, binleri bulduğunda, pek çoğumuzda her felaketten sonraki o hal oldu gene; korkularımız büyürken olayı kanıksadık. Dünya kadar senaryo ürettik, günah keçileri aramaya koyulduk . Kuşkusuz tümden de köksüz değildi düşündüklerimiz. Hele bazı kararların ve yasakların türlü türlü uygulamalarına da ''Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.'' dediğimiz de çok oldu. En çok maskelere alışmakta zorlandık...Hoş bilim adamları da zorlandı, baştan işe yaramaz denildi, sonradan en büyük koruyucu oldu. Hele takış biçimlerimiz ibretlik... Kimimiz çene altında hazır kıta tutarken onları, kimimiz bileklerine geçirdi. Sonra, bize bir şey olmaz kafasını taşıyan, efsunlu ya da süper kahramanların gücüne sahip olduğunu düşünüp, sarılmaktan, burnumuzun dibine kadar girip, öyle konuşmaktan çekinmeyen insanları da yakın çevremizde az görmedik hani. Virüsmüş, salgınmış, dünyayı sarmışmış...Hele hele ölümler mi? Bunlar, hani o hayal ürünü beyaz perdeden fırlamışçasına algıladığımız virüs ve yayın organlarında akıp giden rakamlar kime ne anlatıyordu ki! İtiraf ediyorum, ta ki virüs kaynaklı ölümler yakın çevremizden birilerine el uzatana ve çember daralana değin, algılarımızda bir kurgu film olma özelliğini korumuştu. Doğru ya, havalar ısınıp, yaz aylarına kavuşur kavuşmaz, sahillere de gitmiştik, denizde insan seli halinde de çimmiştik, çalgılı çengili düğünlerimizi de etmiş, omuz omuza halay bile çekmiştik...hem de vaka sayılarının yükselişine aldırış etmeden. Bizdeki hali gören turistler de gelir diye umup biraz da abarttık ama çok kanmadı elin gavuru, gelmedi. Yine de olumlu bir etkisi vardı, depremde bile Tanrı'yı işe karıştırıp "azanları cezalandırdı" diyenler bu kez bilimsel verilere kulak vermek zorunda kaldı. Süreç uzadığından, ekonomik zorlukları başta olmak üzere, psikolojik zorlukları ortaya çıktıkça, hep bir ağızdan; ''Şu küçücük virüsün koca dünyaya, bilim ve teknolojide, son yüzyılda inanılmaz icatlara imza atan insanlara ettiğine bak.'' der olduk. Öyle ya, gözle dahi görülmeyen minicik bir düşmanın elinden, pek çok insanımız kurtulamadığı gibi, canlarımızı emanet ettiğimiz, bu süreçte değerleri kat be kat anlaşılan, pek çok doktorumuz, sağlık personelimiz ölmüştü. Doktor deyip geçmeyelim, kolay mı onca sene dirsek çürütmek, bunu da bir kenara bırakalım, sonuçta onlar da insan...Kiminin gözü yaşlı sevgilisi, kiminin eşi, kiminin çocuğu, ana, baba ve kardeşi ardında gözü yaşlı kaldı. Bunca kayıptan, düşmanın elle tutulur cinsten olmayışından başkaca, bu salgının en yıpratıcı yanı da, ne zaman biteceğinin ve ne zaman normal yaşama döneceğimizin bilinemeyişi kuşkusuz. İşte karikatürde de görüldüğü gibi, tatlısıyla diyemiyorum, çoğunlukla acılarıyla koca bir yılı devirmiştik bile. İflas eden şirketler, işsiz kalan insanlar, hala okullarına gidemeyen çocuklar, daha acısı, artık bıçak kemiği parçalamış olmalı ki; intihar eden insanlar... Bunlara vurgu yapıyorum yapmasına da iyi şeyler de oluyor... Yavaş da olsa umut veren güzel gelişmeler bunlar...Örneğin bu gün yayınlanan bir haberde, vaka sayısı en az olan illerimizden birinde, normalleşme sürecine gidileceği açıklaması yer aldı. Fakat, yine de bir yıllık zamanda Korona'nın durulur gibi olup şahlanışını, mutasyona uğradığı haberlerini de göz ardı ederek sevinç çığlıkları atamıyor insan. Umalım iyi olsun. Yeniden serbestledik. Geçen yaz ki serbestlemeyi ve sonuçlarını unutamıyor insan, ama iyiye de yormak istiyor. Şimdi, tüm insanların yaptığını yapmak en güzelidir belki, yani elimize geçen en ufak umut kırıntısına sıkıca sarılıp, yarınlara insanlığın baharını dilemek benim de arzum. Yine de dikkatli olmalı, temizliği , mesafeyi, korunmayı ihmal etmeden , moralimizi bozmadan, umutla bakmayı öneriyor ve madem ortada bir pasta var, deyip dileğimi tutuyorum; ''Korona'nın ilk yaş günü, son yaş günü olsun.''

  • Boyacı

    - Annen var mı senin? - Var tabiî. - Ne iş yapar? - Çamaşıra gidiyor. - Sen ne olacaksın büyüyünce? - Ben mi? dedi. Gözlerini gözüme kaldırdı. İkimiz de birbirimize baktık. -Ben, dedi, boyacı olacağım. - Ne boyacısı? - Kundura boyacısı. - Neden kundura boyacısı? - Ya ne olayım? - Doktor ol, dedim. - Olmam, dedi. - Neden ? - Olmam işte. - Neden ama? - Doktoru sevmem ki. - Olur mu ya? Bak, dedim. Doktor sevilmez olur mu ? - Tabiî sevmem, dedi. Annem hasta oldu. Evimize geldi. Kumbaramızı kırdık. Bütün yirmi beşlikleri ona verdik. Sonra çeyrekler kaldı. Onlarla da reçeteyi yaptırdık. O da zorlan. - Ama annen iyileşti. - Annem iyileşti ama paramız gitti. İki gün, yemek yemedim ben. - Peki, dedim, öğretmen ol. - Ben mektebe gitmiyorum ki. - Neden? - Öğretmen beni dövüyor. - Neden? - Yaramazlık ediyorum da ondan. - Sen de yaramazlık yapma. - Ben yaramazlık ne demek bilmiyorum ki. - Öğretmenin yapma dediği şey, dedim. - Belli olmuyor ki!.. Bir gün arkadaşımın biri “Çamaşırcının p.çi” dedi. Ben de döğdüm onu. Öğretmen de beni döğdü. Ondan sonra hep çamaşırcının p.çi diye çağırdılar. Hiç kimseyi döğmedim. Yaramazlıkmış diye. Birkaç gün sonra yanımdaki arkadaşın iki kalemi vardı. Birini aldım. Hırsızsın sen diye döğdüler. Benim kalemim yoktu aldım. Sonra o da yaramazlıkmış, hem de çok fena bir şeymiş. Bir daha kimsenin kalemini almam dedim. Defterini aldım. Bu sefer hem döğdüler, hem mektepten koğdular. - Çok fena yapmışsın. - Fena yaptım. Ben adam olmak istemiyorum ki. - Ne olmak istiyorsun ya? - Boyacı olacağım dedim ya...

  • Sefiller

    Victor Hugo’nun 19. Yüzyıl Fransa’sında geçen klasik romanından kurgulanan başarılı sahne müzikalinin bu uyarlamasında şartlı tahliyeyle salınmış Jean Valjean kurtuluş aramaktadır… Mahkum 24601, Jean Valjean hapishaneden şartlı tahliyeyle çıkmıştır ve inatçı müfettiş Javert’ten uzak durmaya çalışırken bir yandan da yeni bir hayat kurmaya çalışmaktadır… 19. Yüzyıl Fransa’sında geçen hikaye 1832 Temmuz Devrimi’nin perde arkasında sonuca bağlanmaktadır. 7.6 (6 votes, average: 4,50 out of 10) Metascore : 63 Eklenme tarihi : 15-12-2014 Film yaş sınırı: Vizyon tarihi : 1 Mart 2013 (Turkey) Ayrıca film böyle tanınır: Les Misérables, Los miserables, Os Miseráveis, Клетниците, Bei Can Shi Jie, Jadnici, Bidnici, Hüljatud, Oi athlioi, Οι άθλιοι, A nyomorultak, Bi Navayan, Aluvey hehayim, Re Mizeraburu, レ・ミゼラブル, Nožēlojamie, Vargdieniai, Les misérables: Nędznicy, Mizerabilii, Отверженные, Јадници, Bedári, 悲慘世界, Sefiller, Знедолені, Les Miz, Nhung Nguoi Khôn Khô Yapım : UK Süre : 2 saat 38 dakika Filmin ödülleri : 3 Oscar, 84 Ödül & 174 Adaylik. Film müzikleri: Amanda Seyfried, Eddie Redmayne, Samantha Barks and Hugh Jackman - In My Life, Aaron Tveit, Eddie Redmayne, George Blagden, Killian Donnelly, Fra Fee, Gabriel Vick, Hugh Skinner, Stuart Neal , Alistair Brammer, Iwan Lewis & Daniel Huttlestone - Drink With Me, Hugh Jackman, Anne Hathaway, Eddie Redmayne Samantha Barks,Aaron Tveit, George Blagden, Killian Donnelly, Fra Fee, Gabriel Vick, Hugh Skinner, Stuart Neal , Alistair Brammer, Iwan Lewis, Daniel Huttlestone and chorus - Do You Hear The People Sing?, Hugh Jackman and Colm Wilkinson - On Parole, Sacha Baron Cohen and Helena Bonham Carter - Beggars At The Feast, Colm Wilkinson - Valjean Arrested, Valjean Forgiven, Linzi Hateley Gemma Wardle, Gina Beck, Katie Hall, Lisa Hull, Andrea Deck, Jessica Duncan, Kerry Ingram, Sophie Hutchinson, Ella Hunt, Claire Machin, Brenda Moore, Mischa Purnell and Annette Yeo - Turning, Hugh Jackman - Valjeans Soliloquy, Anne Hathaway , Michael Jibson , Kate Fleetwood , Hannah Waddingham , Hugh Jackman, Richard Bremmer, Alexander Brooks, Eleanor Bruce, Emma Dukes, Stephen Matthews, Peter Saracen, Sebastian Sykes, Phil Zimmerman, Bessie Carter, Helen Cotterill, Tricia Deighton, Mandy Holliday, Charlotte Hope, Jackie Marks, Sara Pelosi, Mary Roscoe, Amelia Scaramucci and Caroline Sheen - At the End of the Day, Hugh Jackman and Russell Crowe - The Sewers, Russell Crowe and Hugh Jackman - The Runaway Cart, David Stoller, Ross McCormack, Jaygann Ayeh, Frances Ruffelle, Nicola Sloane, Charlotte Spencer, Julia Worsley, Anne Hathaway, Daniel Evans, Adrian Scarborough, Lorna Brown, Antonia Clarke, Mary Cormack, Sonya Cullingford, Holly Dale Spencer, Amy Griffiths, Fania Grigoriou, Amanda Henderson, Alexia Khadime, Luisa Lazzaro, "Gemma O'Duffy', Amy Ellen Richardson, Olivia Rose Aaron, Robyn Miranda Simpson, Rachel Stanley, Nancy Sullivan, Rebecca Sutherland and Tabitha Webb - Lovely Ladies, Anne Hathaway - I Dreamed a Dream, Bertie Carvel, Anne Hathaway, Russell Crowe and Hugh Jackman - Fantines Arrest, Hugh Jackman - Who Am I?, Hugh Jackman - Bring Him Home, Anne Hathaway and Hugh Jackman - Come to Me, Hugh Jackman and Russell Crowe. - The Confrontation, Russell Crowe - Javerts Suicide, Hadley Fraser,Aaron Tveit,Killian Donnelly, and Fra Fee, Iwan Lewis, Alistair Brammer, Gabriel Vick and Eddie Redmayne - The Final Battle, Isabelle Allen and Helena Bonham Carter - Castle on a Cloud, Eddie Redmayne - Empty Chairs At Empty Tables, Sacha Baron Cohen, Helena Bonham Carter, Gerard Bentall, Tony Bignell, Michael Cahill, Richard Colson, Mark Donovan Kerry Jane Ellis, Simon Fisher-Becker, Sarah Flind, Kelly-Anne Gower, James Greene, Nick Holder, Chris Howell, Alison Jiear, Terry Keely, Martin Marquez, Sally Mates, Jeff Nicholson, Adam Searles and Simon Shorten - Master of the House, Hugh Jackman, Anne Hathaway, Colm Wilkinson, Amanda Seyfried and Eddie Redmayne - Epilogue, Hugh Jackman - Suddenly, Russell Crowe. - Stars, Daniel Huttlestone, Eddie Redmayne, Killian Donnelly, Fra Fee, Aaron Tveit & Chorus - Look Down, Sacha Baron Cohen, Hugh Jackman, Russell Crowe, Helena Bonham Carter & Samantha Barks - The Robbery/Javerts Intervention, Samantha Barks & Eddie Redmayne - Eponines Errand, Aaron Tveit, Eddie Redmayne, George Blagden, Killian Donnelly, Fra Fee, Gabriel Vick, Hugh Skinner, Stuart Neal , Alistair Brammer, Daniel Huttlestone and Iwan Lewis - ABC Café / Red and Black, Amanda Seyfried, Eddie Redmayne and Samantha Barks - A Heart Full of Love, Samantha Barks - On My Own, Sacha Baron Cohen, Ian Pirie, Adam Pearce, Julian Bleach, Marc Pickering, Samantha Barks, Hugh Jackman & Amanda Seyfried - Attack on the Rue Plumet, Hugh Jackman, Amanda Seyfried, Eddie Redmayne, Aaron Tveit, Russell Crowe, Samantha Barks, Helena Bonham Carter, Sacha Baron Cohen,Daniel Huttlestone, George Blagden, Killian Donnelly, Fra Fee, Gabriel Vick, Hugh Skinner, Stuart Neal , Alistair Brammer, Iwan Lewis, Katy Secombe and chorus - One Day More!, Aaron Tveit, Russell Crowe, Daniel Huttlestone, George Blagden, and Alistair Brammer - Little People, Eddie Redmayne and Samantha Barks - A Little Fall Of Rain, Hugh Jackman, George Blagden, Killian Donnelly, Hugh Skinner and Russell Crowe - The Night Of Anguish, Colm Wilkinson - The Bishop, Hugh Jackman and Isabelle Allen - The Well Scene, Helena Bonham Carter, Sacha Baron Cohen, Hugh Jackman, and Isabelle Allen - The Thénardier Waltz Of Treachery, Russell Crowe, Hugh Jackman, Cavin Cornwall, Josef Altin, Dave Hawley, Adam Jones, and John Barr - Work Song, Russell Crowe, George Blagden, Fra Fee, Samantha Barks, Eddie Redmayne, Hugh Skinner, Aaron Tveit, Daniel Huttlestone, Alistair Brammer, Killian Donnelly, Hugh Skinner, and chorus - Building The Barricade (Upon These Stones), Aaron Tveit, Russell Crowe, Daniel Huttlestone, George Blagden and Alistair Brammer - Javerts Arrival, Amanda Seyfried, Eddie Redmayne, Hugh Jackman, and Patrick Godfrey - Every Day/A Heart Full Of Love (Reprise), Daniel Huttlestone, Iwan Lewis, Aaron Tveit, Alistair Brammer, Killian Donnelly, Gabriel Vick, Eddie Redmayne and chorus - The Death of Gavroche, Eddie Redmayne, Sacha Baron Cohen, Helena Bonham Carter and chorus - The Wedding, Hugh Jackman and Eddie Redmayne - Valjeans Confession, Amanda Seyfried and Eddie Redmayne - Suddenly (Reprise) Filmin toplam bütçesi : $61,000,000 Filmin toplam hasılatı : $441,809,770 Filmin çekim yapıldığı ülke :Chatham Historic Dockyard, Chatham, Kent, England, UK Senaryo:William Nicholson 2012 FilmleriDram Yönetmen Tom Hooper Yönetmen Oyuncular Hugh Jackman Jean Valjean Russell Crowe Javert Anne Hathaway Fantine Amanda Seyfried Cosette Sacha Baron Cohen Thénardier Helena Bonham Carter Madame Thénardier Eddie Redmayne Marius Aaron Tveit Enjolras Samantha Barks Éponine Daniel Huttlestone Gavroche Cavin Cornwall Convict 1 Josef Altin Convict 2 Dave Hawley Convict 3 Adam Jones Convict 4 John Barr Convict 5

  • Vazoda Tozlu Güller

    yanılmayan iki el kapandı birbirinin üzerine gözleri sisli kır, ad kavmi kırık mühürler yılların derin kalıntısından bağışlamasız bir duruş seçti kendine sanki artık hiç bir şey kımıldatamaz içinde küllenen o beyaz pişmanlığı her şeyi sessizliğiyle bütünleyerek geçiyor kullanmadığı günlerin içinden başka ellerin kurduğu bütün saatleri bırakmış tozlu ayrıntıların zulmüne akşamsefaları gibi dalgındı geçen yaz sonu onu görmeye gittiğimde benden öteye bakıyordu benden çoktan geçmiş bakışları bir tek yağmurun sesiyle tanıdık bir şeyler geçiyordu yüzünden bir ölünün anısı kadar belirsiz bir aydınlık nasıl birikmiş içinde bunca süzülmüş acı, nasıl ulaşmış içindeki tedirgin erince kopkoyu bir kötülüğe dönüşmüş onca hayal kırıklığı kayıp kıtalar gibi baktık birbirimize. Tamamen silinmiş aklımdan eski fotoğraflarda buluştuğumuz yer Oraya nereden gidilir şimdi? Oysa karşımda oturuyor O opal lambanın gölgesinde iyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleriyle Bir de vazoda tozlu güller

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 19.SAYI 2009 YAZ * Derginin hepsini okumak için Resme TIKLAYIN

  • Aşk ve Zeka

    Kısa bir dönem 1990-2001 arası sinemayı alt üst eden masum güzel Meg Ryan'ın da başrolünde olduğu Albert EinstEin'in de -rol icabı- yer aldığı ailecek izlenebilecek eğlenceli, romantik komedi filmi kaçırmayın.

  • Kültür ve Medeniyet

    Alman tarihçilerinin dilinde kültür deyişi, daha önce var olan medeniyete çok yakın bir anlam kazanır. Bununla beraber bir takım ayrılıklar önerilir. Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kollektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır. Medeniyet ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi… Ama bunun aksini ileri sürenler de var. Onlara göre, medeniyet toplum yaşayışının maddi ve faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin, üretimin, teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık. Peki kültür, o da toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir. Bu tekliflerden hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit hem de birikim olarak. Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri Alman sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş. Fakat antropolog ve sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve karanlık bulmuş. Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar arasında böyle bir ikilik kurulamaz. Sosyolog ve antropologların yüzde doksanı “medeniyet” kelimesini kullanmaz, “kültür” kelimesini tercih ederler. Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır. Kimine göre farklı. Bu iki kavramı ayıran çağdaş sosyologlara göre, medeniyet kelimesi aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürler bütününü belirtmek için kullanılmalıdır. Mesela Batı medeniyeti denince Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan kültürleri anlaşılmalıdır. Yani kültür kavramı belli bir topluma bağlıdır. “Medeniyet” ise zaman ve mekanda çok daha geniş, çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmalıdır. Durkheim (Durkheym) ile Mauss, medeniyetten, belli bir sosyal organizmaya bağlı olmayan sosyal olayları anlarlar; bu olaylar milli ülkeleri aşar, belli bir toplumun tarihi ile de sınırlanamaz, milletlerüstü bir hayatları vardır.” Medeniyet kelimesi, ilmi ve teknik gelişme, şehirleşme, sosyal organizasyonun giriftliği bakımından daha ileri bir aşamada bulunan toplumlar için kullanılır. Kelimenin eski anlamı bu idi. Zamanımızda daha çok, sanayileşme, modernleşme, gelişme gibi lafızlar tercih edilmektedir. Medeniyet kelimesinin beraberinde getirdiği değer hükümlerinden sıyrılmanın başka çaresi yoktur.

  • Ceviz Hırsızı Kargadan Doğa Dersi

    -Ceviz Agacı Biz Ceviz Yiyelim Diye Ceviz Vermiyor !- Marketin Önündeki Torbadan Ceviz Çalan Karganın Öğrettiği Sosyal medyada bir marketin önünde satışa sunulan plastik torbalara paketlenmiş cevizler görüntüleniyor. Bir anda bir karga gelip gagasıyla torbayı yırtıyor ve bir ceviz alıp gidiyor. Bir süre sonra başka kargalar da geliyorlar, benzer şekilde birer ceviz alıp gidiyorlar. Kargaların zekâsı hep ilgi çekmiştir. Çaldıkları cevizin içini çıkarmak için yüksekten bırakarak kırılmasını sağlıyor ve sonra da içi alıp besleniyorlar. Paylaşımın yapıldığı ortamın altındaki ifade ilginç: “Ceviz Hırsızı Kargalar”. Evet, olay nereden baktığınıza bağlı. Market sahibine göre hırsız karga cevizlerin plastik paketini yırttı, standart paketler bozuldu. Karga cevizleri çalmakla kalmadı, yeniden paketleme için de iş çıkardı. Bir başka pencereden bakınca karga da bir can ve onun da yaşama hakkı var. Yaşamak için de doğası gereği ihtiyacı kadarını yemek zorunda. Doğanın bir gerçeği olarak, karganın beslenmek amacıyla, kimseye aldırmadan cevizleri alıp gitmesi kayıt altına alınmıştı. Binlerce insanın yaşadığı kent merkezinde, korkusuzca marketin önündeki ceviz torbasını yırtıp ihtiyacı olan cevizi kapan karga, oldu hırsız karga. Evet, kargaların açıktan, kent merkezinde bir bakkalın ürünlerini alıp götürmeleri haber oldu. Muhtemelen kargalar o coğrafyada uzun zamandır yaşıyordu. Kentlerin büyümesi sonucu, hayvanların yaşam ve beslenme alanları insanların yaşam alanları arasında sıkıştı kaldı. Bir pencereden bakılırsa, doğadaki canlılar beslenmek için kimseden izin almadan ihtiyaçları kadar gıdayı, belli ve zorlu mücadelelerle, temin etmektedirler. Diğer pencereye göre ise, karga başkasının ürününü aldığı için hırsız olarak nitelendiriliyor. Ancak bu canlılar bizlerden farklı olarak sadece ihtiyaçları kadar alıyorlar. Bu hırsızlıkta derin bir öğretici bilgi okuyor ve görüyorum. İhtiyacı ve taşıyabileceği kadar ceviz alan karganın öğretisini çok önemsedim. Bu çerçevede karınlarını doyurmak için yaptıkları makul görülmek zorunda. Hayvanlar gıdalarını kendileri üretemedikleri ve hazırlayamadıkları için doğanın sunduğu olanakları en iyi şekilde değerlendirmek zorundadırlar. Ayrıca hayvanlar gıdaları hazmetme özellikleri nedeniyle de beslenmelerinde çok seçicidirler. Ne yiyebileceklerini çok iyi seçip öğrenebiliyorlar. Ayrıca hayvanların çoğu ihtiyacı kadar gıda topluyor. Bazı canlılar özellikle karıncalar, arılar ve toprak altında yaşayan canlılar kışlık gıda biriktiriyorlar. Ancak bu canlılar ürettikleri ve tükettikleri ile doğaya dolaylı olarak katkıda bulunmaktadırlar. Belgesellerde çoğu zaman üzülerek izlediğimiz, etobur kedigillerin bir geyik, keçi veya başka bir hayvanı avlamasına dayanamıyoruz. Sürüye dalan büyük kediler sürüdeki en zayıf veya hasta olanı yakalayıp yiyorlar, ta ki bir sonra karınları acıkıncaya kadar. Ancak işin doğası öyle. Doğa kendi halinde iken canlılar azalmıyor, denge korunuyor. Doğayı-Ekolojiyi Mutlaka Erken Dönemde Öğretmemiz Gerekiyor Doğanın işleyişi eğitim yolu ile insanımıza kazandırılamadığı için, biz insanlar yaşamı çoğu zaman "ben merkezli" gözü ile değerlendiriyoruz, veya çıkarımıza yenik düşüyoruz. Doğayı ve ekolojiyi tam anlamadığımız için yanlış analizler yapıyoruz. Sebep-sonuç ilişkisi içinde yanlış analiz istenmedik sonuçları doğuruyor. Bu sarmalda, birçok konu ve nedenden dolayı da ciddi sorunlar yaşadığımızı düşünüyorum. Eğitimde çok erken dönemlerde ekolojik kavramlar öğrencilere fark ettirilip benimsetilseydi, sanırım daha paylaşımcı ve bencilikten kurtulmuş, empati yapıyor olurduk. Bugün ben merkezli yaşayan geniş bir insan topluluğu yaşıyor dünyamızda. Çoğunlukla da doğadan uzak, beton duvarlar arasında, gürültü ile atmosfere gaz salan araçlar ve işe yetişmeye çalışan insanların koşuşturmasından başka bir şey görmeyen bir insan topluluğu, başka bir canlının canı olduğunu ve onun da gıda ihtiyacı olacağını nasıl fark edebilir. Geçimini sağlamak için iş bulmak amacı ile kırsaldan koparak kentlere yerleşen insanların gözü, yeni kapalı kent yaşamında, artık başka bir şeyi görmüyor. Eğitimin amacı olan farkındalık yaratmayı amacından çıkarıp çok para kazanmak, başkasını yönetecek konuma gelmek için, sınava dayalı bir yarışın içine soktuk öğrencilerimizi. Geçenlerde vefat eden Doğan Cüceloğlu hocamız analığının önemli bir “yaşamı anlama öğretisini” sıkça anlatıyordu : Doğan bey çocukluğunda bir serçeyi öldürmek ister. Analığı “yavrum onun da bir canı var, onun da bir annesi babası var der”. Doğan bey çok sonraları bu farkındalığı anladığını belirtir. Evet her canlının yaşama hakkı vardır ve kutsaldır. Yeryüzü tek başına hiç kimseye değil, yaşayan her canlıya aittir. Karganın, kuşun, börtü böceğin, virüsün sınırı ve pasaportu yoktur. Biz insanlar gibi bir yerden bir yere gitmek için izne tabi değildirler. Pandemiden dolayı evden dışarı çıkmamıza bile müsaade edilmiyor, fakat biz çoğu zaman kendimizi doğanın efendisi sanıyoruz. Ancak hırsızlıkla suçlanan karga mı özgür, yoksa biz mi? Doğada Canlılar Nesillerini Devam Ettirmek İçin Meyve-Tohum-Yumurta Üretir, Biz Ceviz Yiyelim Diye Ceviz Ağacı Ceviz Vermiyor ! Doğayı biraz daha derinden gözlediğimizde, kendi içinde bütünlüklü bir işleyişi ve dengesi olduğu anlaşılmaktadır. Aslında doğada kendiliğinden yetişen bir ceviz ağacı neslini devam ettirmek için meyve üretiyor. Ancak kendini o ceviz ağacının ve toprağın sahibi gören bir çiftçi-üretici ağacın cevizini malı olarak toplayıp pazarda satışa sundu. Ceviz ağacı ve hatta karga açısından, çiftçi vatandaş farkına varmadan, yerinde hareket edemeyen ağacın meyvesine el koymuş, hatta izin almadan hırsızlık yapmış gibi oldu. Aslında o ceviz ağacı insanlar ceviz yesin diye meyve üretmedi, ancak biz el koyduk ve para kazanmak için pazara taşıdık. Karga da karnını doyurmak için geldi, o meyveleri toplayan insanın cevizlerine sahip çıktı. Gerçekte olan doğada olması gerekendir. O karga cevizi sadece yemekle kalmıyor, aynı zamanda o ceviz ağacının daha geniş alanlara yayılmasına da destek olmuş oluyor. Kargaların bu hizmet karşılığı tükettikleri ceviz miktarının asla zarar verecek boyutta olmayacağını biliyoruz. Burada sadece ortam değişmiştir, aslında olan doğadaki ile aynıdır. Cevizi gören kargalar doğalarında olan bir davranışı tekrarlamışlardır ki bu da bilenler için hiç de şaşırtıcı olmamıştır. Doğa Öğretisi Kendimizi Anlamamızı Sağladı İnsanlık tarihi başında beri kendi doğal sosyolojinin ilkelerini “insan-doğa” ve “insan-insan ilişkisi” eksenlerine indirgemiştir. İnsan doğa ile ilişkisinde “algı-sezgi” ve “akıl-bilim önceliğinde” kurgulamasını sürdürerek ve/de geliştirerek doğayı ve yaslarını önemli ölçüde kavradı. Doğa anlaşıldıkça, doğa-insan ilişkisi daha çok anlaşılır oldu. Newton “Doğa okunacak en büyük kitaptır” diyordu. Albert Einstein da Newton için “Doğa onun için, harflerini çaba göstermeden, kolayca okuyabildiği açık bir kitaptı” demişti. Ne kadar önemli, doğayı okumak ve onu anlamak. Varlığını sürdürmek için gıda arayışındaki karganın ihtiyacı olan bir cevizi alması, diğer tarafa doğanın kurallarının ötesinden tüm cevizleri toplayıp satan insanoğlu. Aslında doğayı anlamanın kendimizi anlamakla eşanlamlı olduğu da bir gerçektir. İnsanın bugün yaşadığı sorunların temelinde kişisel çıkarlarını doğanın ve kamunun çıkarlarının önüne almasından başka bir şey değildir. Bu bağlamda doğa ve ekoloji temelli yaşam çok öğretici olup bu tür paylaşımların geniş kitlelere ulaşmasını çok önemsediğimi vurgulamak istiyorum. Özet olarak; doğanın bu bağlamda bize öğretisi, her canlı bir başka canlıyı yiyerek varlığını devam ettirmektedir. Milyonlarca yıllık canlı yaşamında doğadan veya hiçbir canlıdan izin alamdan doğanın sunduğu gıdalar ile beslendik. Diğer canlılarla nerdeyse besin elde etmede eşit koşullara sahiptik. Ta ki insan tarım yapana kadar ve diğer hayvanları evcilleştirene kadar. Bu aşamadan sonra doğadan ayrıcalıklı kıldık kendimizi. Diğer canlılar ihtiyacı kadarına el koyuyor, biz ise hepsine el koyuyoruz. Ekolojik dengenin dışına çıktık. Sonuç olarak ekosistem gözü ile hırsız kim? Ceviz ağcının meyvelerin tümüne el koyup pazara sunan insan mı? Yoksa marketin önünde satışa sunulan cevizden yiyeceği kadarını alan karga mı? Yoksa hepimiz doğadaki her canlının varlığını sürdürmek için ürettiklerini çalan hırsızlar mıyız? Yoksa diğer canlılarda göremediğimiz benciliğin verdiği duygu ile her şeyi kendinde toplamak için gücü gücüne yetenin oluşturulduğu çarpık sosyolojide başkasına bir ceviz bile yetirmeyen bizler miyiz? NOT: Prof. Dr. Alaettin Taysun hocanın paylastıgı bir videodan esinlenilerek yazı kaleme alındı. Prof. Dr. Cengiz Darıcı hocam makaleyi okuyarak katkı koydular. Hocalarıma tesekkür ederim. / Prof. Dr. İbrahim Ortaş, iortas@cu.edu.tr

  • Çocukluk Aşkı

    Düşün, düşün ki anne ben daha çok küçüğüm, Ilık ellerimden tut, beraber götür beni, Oyuncakçıda büyük mavi bir gemi gördüm, İşlenmiş, dalgaların köpüğüyle yelkeni. Şu renk renk toplara bak, anne, ne güzel renk renk Dönüyor içimde bir bayram yeri dönüyor, Yuvarlanıyor gönlüm şu uçan toplara denk, Bir yokuştan koşarak kalbim sana iniyor. Kan değil, zafer akar benim savaşlarımda, Hürriyet için ölür genç kurşun askerlerim, İnsanlığın cenneti saklı göz yaşlarımda, Yeni bir bahar çağı getirecek zaferim! Korkma, korkma kaçmam ben, tahta atımla dağa, Senden daha güzel bir dağ var mı rüyalarda? Niçin uğraşsın küçük kuş yurdundan kaçmağa, Yaşarken annesinin yeşerttiği kırlarda? Kırılır, bütün iyi oyuncaklar kırılır, Çocuk kalplerinden mi yaparlar hep onları, Niçin oyun biterken en sonra hatırlanır, Hâtıralarımızın en tatlı oyunları? Satılır mı zengin bir oyuncakçıda söyle, Anne, dün okuduğun masaldaki güzel kız? Yeter, altın bir kalbim olsun, Tanrıdan dile, Bütün zenginliğimi verir onu alırız.

bottom of page