top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yazında Tekelleşme

    DOSYA / Katılanlar: Şenol Yazıcı Gülsüm Cengiz Zübeyde Seven Turan Gönül Çatalcalı Sultan Su Esen * maviADA 2010 KIŞ SAYISI

  • Nokta Nereye Düşer

    Noktalamanın kullanım alanı olan yazı dilden çok ama çok sonra ortaya çıkmış. Bilinen tarih 4-6 bin yıl arası... Dilse herhalde insanın tarih sahnesine çıkmasıyla çok ilişkili yani milyon yıl, günümüze benzer dillerin ortaya çıkışı ise Homo Sapiens'le ilişkilendirilir yani en az 100 bin yıl... Dil insanın kendi aralarında anlaşmak için anonim olarak oldurduğu karmaşık bir yapı ama sesçil, yani konuşmaya odaklı bir yapı, başlangıcında yazıyla hiç işi yok. Her ne kadar asıl güç ve işlevini onunla; edebiyatla kazansa da ... Çünkü yazıdır kültürü kalıcı kılan. Konuşurken jestler, mimikler, duralamalar, nefes almalar, seste vurgu ve tonlamalar neyse yazıda da noktalama o. Uzaktaki bir insanın sizi doğru anlamasını istiyorsanız moda noktalama işaretlerini bilmek ve kullanmak zorundasınız. Moda dedik, çünkü bazen zamana, ülkeye...göre değişebilir de ondan. Peki yaratıcı yazında ne kadar gereklidir? Kolay anlaşılmaksa derdiniz evet, olmazsa olmazıdır. Ne var ki noktalama işaretleri uzmanı olmanız yazınızı yaratıcı yazın yapmaz. Bir moda başladı, internette edebi yazıların da paylaşımının yaygınlaşmasından sonra. Yapıtın değerlendirilmesi noktalamaya ya da yazın kurallarına bağlanır oldu. Oysa yaratıcı yazının belki en son akla gelen yönüdür bu. Kim ne derse desin, bir edebiyat şaheserini belirleyecek ölçütlerden biri, yazının vazgeçilmezi olan yazın ve noktalama kurallarına uygunluk değildir. Dahası gereğinden fazla titizlik o yazıyı yaratıcı yazın olmaktan çıkarabilir. Öyle ya her dizesinde bir noktalı virgül, bir ünlem, bir soru işareti olan bir şiir düşünün; işaretleri mi çözeceksin, şiiri mi? Kimilerine göre bazı noktalama işaretleri de gereksizdir. Ne yani yaptığınız baya espriye burda gülün diyerek mi koyuyorsunuz o ünlemi? Noktalı virgül nedir ki, virgülden fazla... Bu da bir bakış açısı. Hem yazının vazgeçilmezi, hem önemli değil, çelişki gibi duruyor değil mi? Elbette önemli, çünkü okuyan için yol gösteren trafik işaretleri düzeneğidir onlar, yazanın anlatmak istediğini uzaklardaki okura hissettirmenin tam olmasa da bir yoludur. Ne var ki trafik işaretleri gibi onlar da sürekli değişip gelişirken, ülkesine, yazanına göre de farklılıklar gösterebilir. Oysa yaratıcı anlatı kadim devirlerden beri vardır ve çok da değişmemiştir. Ayrıca edebi eser salt yazılı değildir ki, yazılı biçimi de vardır, ama sözlü biçimine ne diyeceksiniz? Noktalama işaretleri yapıtı bir santim ileri taşımadıkları gibi, özüne, edebi değerine bir şey de katmazlar. Sadece okurun işini kolaylaştırırlar, bu nedenle önemlidirler. Toplumun çoğu kör olsaydı ve özel bir kör alfabesiyle yazıya geçirilirdi yapıt, salt onlar için yazılan kimi kitaplar gibi. Bu onu edebiyat şaheseri yapar mı? Sadece daha kolay okunur kılar. Tabi o özel işaretlerin anlamını bilen okuru bulursa... Noktalama işaretlerinin tarihi, M.Ö 2.YY da Bizanslı dil bilgini Aristophanes ile başlar. XVI. yüzyılda matbaanın bulunuşu ile düzenli olarak kullanımı hız kazanmış, bizdeki yaygın kullanımı ise ancak 19.yüzyıldan sonra mümkün olabilmiştir. Yazılı, hele düz anlatılarda çok önemli bir yer tutan, tıpkı yol işaretlerinin görevini yapan, meramınızı tam aktarmanızı, eksiksiz anlaşılmamızı, doğru okunmamızı sağlayan bu salt yazınsal unsur, konu sanatsal anlatı olduğunda, hele çağımızın yayıncılığını düşününce hiçbir şeydir. Elbette yazar toplumundan ödünç aldığı en büyük malzemesi dile saygılı ve özenli olmalıdır, ama noktalama işaretleri, yazın kuralları dil olmadığı gibi milli de değildir ki? Dilin tanımında bile geçmezler, çoğu kez de ulustan ulusa, hatta dönemden döneme farklılık gösterirler, dahası biz de yazım kuralları iktidar buyruğuyla gün be gün değişir durur. Eğer olmazsa olmaz sayılsalar, daha dün, 19.yüzyılda yaygın kullanım kazanan bu işaretlerin olmadığı dönemlerde yazılan görkemli kitapların hiçbir değeri olmadığı gibi bir sonuca varılırdı ki buna kimse gülemez bile. Çok söze gerek yok, gözünüzün önüne getirin, Kaşgarlı Mahmut’u, Kelile ve Dimne’yi, Dante’yi, William Shakespeare’i, Dede Korkut’u… Bırakın onları, Eski Ahit, Yeni Ahit ya da Kuran’ı düşünün… Biliyor musunuz çoğu alan uzmanı, kadim kitapların noktalama işaretleriyle yeniden yazılmasını o kitapları yorum katmak, tahrip etmek olarak yorumluyor… Hem şunu da akıldan çıkarmamalı. Söz beyinsel bir süreçle oluşup ağızdan çıkar, doğru özüne en yakın hali odur, öyle olduğu halde yanlış anlaşıldığı hayli çoktur. Yazıya geçmesi içinse kırk aşama geçirir. Siz onu yazdığınızı sanarken, kalem, tüy bile yok artık, birer teknoloji dangalağı olan daktilo, telefon ve bilgisayar ne kadar sizin dediğinizi yazar, tuş atlar, şaryo kilitlenir; sonra o basıma gider, gene başka eller işe karışır ve... O nedenle günümüzde yapıtı kolay okunur ve anlaşılır kılan, bu eylemi yayınevlerinde yapan, yazarlar değil, görevleri bu olan editörler vardır. Hem Japonya'daki adam sizi nasıl çevirecek, ne katacak, ne çıkaracak hangi noktalama işaretleri kullanacak biliyor musunuz? O nedenle bazı çeviriler aslından çok daha iyi olur. İyisi mi siz siz olun, cümlenin anlamını hissettirecek olan kadarını koyun noktalama işareti olarak. Okur onu kendine göre noktalayacaktır. Koskoca bir yapıtı tek başına noktalama işaretiyle ya da yanlış yazılmış iki sözcükle tu kaka diyerek mahkûm eden deneyimli, deneyimli denilmemeli aslında, sözcüğün tam anlamıyla eski yazarın, şairin aslında edebi değerlendirmeyle ilkokuldaki sıfırcı öğretmeninin yaptığı “tahrir” ödevi değerlendirmesini karıştırdığı, ama başına geçirilmiş sarıktan dolayı kerameti çizdirmemek için bir şey söylemek zorunda kaldığı geliyor, aklıma. İyi bir edebi yapıtı, değil noktalama işaretiyle, tek kişinin, birkaç basma kalıp ölçütle değerlendiremeyeceğini düşünürüm. Biçim mi, anlam mı, anlatım mı, uslub mu, tür özellikleri mi, yaşam, coğrafya ve insan gerçeğine benzerlik, temasal ya da kurgusal üstünlük, özgünlük, tipler, karakterler mi, geleneğe uyum mu, dil kullanımı, kompozisyon ödevlerinde olduğu gibi yazım ve noktalama mı?.. Her birine ayrı bir uzman gerek, kim yapacak bunu? O tek bir uzmanlık alanı değildir ki? Varsayın ki bunların üçünden beşinden sınıfı geçmiş çok edebiyat yapıtı okunmazlar sırasında en başta yer alabilir de… Oysa iyi bir edebi yapıtı sıradanlıktan kurtaran en önemli yön; çok katmanlı olmasıdır. Edebi yapıtın öteki anlatılardan ayrıldığı temel nokta da budur. Bu sihirli gücü ona yükleyen de imgeler ve söz sanatlarıdır aslında. Bildiğimiz benzetmeler, ad aktarmaları, eğretilemeler anlamı yükseltir. Bu nedenle her okur tarafından ayrı ayrı ve her defasında da başka tat alınarak, durmadan çoğalarak okunurlar. İyi bir edebiyat yapıtı kuramsal doğrulara uygunluğu ve anlattıklarından daha çok hissettirdikleriyle değerli ve güzeldirler, noktalama işaretleriyle değil. yukarıda saydıklarımı anlamak ve uygulamak zor geldiğinden olsa gerek, bilgeliğin kanıtı olması için görünür ve herkesin bildiği noktalama işaretlerinden yardım umuluyor anlaşılan. Anlamak zor değil, ortalama bir zekada noktalama işaretlerini öğrenmek birkaç günlük özel ilgi ve gayrettir ama bir edebiyat yapıtını üretmek ya da değerlendirme yetkinliğine ulaşmak bir ömür isteyebilir. Edebi yapıtı anlamak çözmek ve değerlendirip not vermek, okurluktan da öte bir uzmanlık işidir. Yazanla paydası en çok noktalama işaretlerini bilmek olan sosyal medya kullanıcısının bende "bir bilenim" formatı oluşturmak için geliştirdiğini düşündüğüm bu yüzeysel yaklaşıma kimi yazan çizenin de eklenmesi asıl şaşırtıcıdır. Şenol Yazıcı,19 Şubat 2013 BU adresten ALINTIDIR

  • Tüyap Günlüğü

    28.Kitap Fuarında, maviADA dergisinin stantında imzadayken gerçekle sanrı arasında gidip geliyorum. Kitaba kutsal bir değer biçen köy enstitülü bir öğretmen babanın kızı olarak geç karıştığım, ama asla bitmesin istediğim bir düşü sürdürüyorum. Bir kitap yazmak… Anne olan bilir; gösterişli bir geleceği kuracağına inandığınız bir bebektir o… Hayalim maviADA'nın desteğiyle gerçeğe dönüşmüş, kitabım yayınlanalı üç yıl olmuş. Ne umutla beklemiştim, ilk kitabımı. O gün, sanki yaşamımda aklımın erdiği ilk bayramdı. En sevdiğim ayakkabılarım yatağımın başucundaydı, bir elim kaybolurlar diye hep üstlerinde…uyursun ya, öyleydim. Dün gibi matbaa mürekkebi kokan kitabımdan gönderilenlerin elime vardığı zaman. Oysa ne çok zaman geçmiş… Salt bana değil ki, maviADA ve onun çekirdeği KimseSİZ dergileri yazma heveslisi kaç kişiye liman oldu bilinmez. Kaç kişinin yazmasına, dergi çıkarmasına, kitabını yapmasına karşılıksız omuz verdi… İlk onda yazıp da kendini geliştiren, emek veren ülkenin en büyük edebiyat ödüllerini alan arkadaşlarımız var biliyorum. Minnetle bizi ananları olduğu gibi, ödülleri alınca bırak teşekkürü, biz artık büyüdük, bu dergiye sığmayız diyerek, kanatlanan, onca yılda hiçbir yere uçamayanları, ama umduklarına varamadan arkasız, kimsesiz kalınca geri gelenleri, onca yeteneğine karşın kaybolup gidenleri de anımsıyorum… Dergiler etik güç birlikleriydi, bunu fark edip gereğini yapacak kişiler varsa o dergi büyür, yazarını da büyütürdü. Herkesin kendine çalıştığı bir dergi ise küresel sermayenin karşısında yem bile olamadan kaybolup çöpe giderdi Böyle düşünmek burkuyor içimi… Bırak diyor aklım bana, bırak olumsuzlukları, güzel düşün: Tekelleşen yazın, iyi yazsan da kendinden olmayana şans vermez diyordu, yanımdaki yazar dostlar. Kimin umurunda?.. Kitabım elimdeydi ya… Dünyanın bir yerlerinde her zaman, ben ölsem bile, birileri denk gelecek okuyacak, adımı anacaktı ya… Öte yandan, kitabım kadar, hatta daha çok önemsediğim, kuruluşunda ve yayın serüveninde hep yoldaşlık ettiğim maviADA’nın her geçen gün biraz daha kökleşmesi, kurumlaşması gururumu okşuyordu… İtiraf etmeli KimseSİZ'de cesaret edememiştim, ilk deneylerimdi, hayal gerçek olabilirdi, ama ruhen hazır değildim, o nedenle birkaç kez takma adla yazar olmuşsam da çoğu seyirciydim. Bu nedenle olsa gerek maviADA'nın KimseSİZ'İn yerini alışında, yapılanmasında yer almayı özellikle istedim Şenol Yazıcı'dan; onun yayın hayatının içinde yer almak, sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak yaşamıma apayrı bir anlam katmıştı. Yazmaya ilk onlarla başlamış, ilk öykülerim onda yayımlanmış ve kitabım da onun destek ve katkılarıyla çıkmıştı. Çok etkinlikte onun bir yazarı olarak diğer yazar arkadaşlarımla çıkıp sunumlar yapmıştım. O, zaman zaman ülkenin kimi yerlerinden bize katılanlarla birlikte bin bir emekle yarattığımız, yaşattığımız çok emek isteyen, ama verileni inkâr etmeyen çocuğumuzdu. Dün sokağa çıksa endişelendiğimiz, şimdi üniversite sonda okuyan, Avrupalarda gidip gezip burnu bile kanamadan gelen kızım Eylül gibi, dergimiz de şimdi gürbüz bir genç olmuş, kendi mahallesinden çok uzaklarda İstanbul Tüyap’ta uluslar arası kitap fuarında, emsallerinin, dahası dev yayınevlerinin yanında hiç de ezilmeden gösterişle dolaşıyordu. maviADA Dergisi daha önce de hemen hemen bütün büyük fuarlarda yazarlarıyla yer almıştı. Ne var ki, bu seferki istanbul Tüyap, dergi için önemli bir adımdı; çünkü ilk defa, fuar boyunca kendine ait bir standı olacaktı. Sekiz gün boyunca açık olan stant dergi yazarlarının okurlarıyla buluşması, kitaplarını imzalaması, sergilemesi için güzel bir fırsattı. Aramızdaki deneyimli, önceden bir kaç kitabı çıkmış olanlar için öyle gözükmese de, bizler gibi yeni başlayanlara, çılgın bir okyanusun ortasında bir fener gibi gözüküyordu maviADA’nın küçük, hoyrat kuzey rüzgârına açık kapı ağzındaki küçük standı. Ülkenin farklı kentlerinden gelen maviADA yazarlarıyla o limana sığınmış, Tüyap’ın ekonomik beklentilerin oluşturduğu keskin bıçak gibi havanın, koşuşturmaların, uğultunun dışında kalarak demlediğimiz çayımızı içiyor, baba evindeymiş gibi erinçle sohbet ediyorduk. Aramızda kendi kitaplarını kendisi yapmış, imzaya gideceği yeri olmayan üyemiz olmayanlar da vardı. Dergi Mevlana gibiydi, yüreğinde kültür sanat sevgisi olan herkese karşılıksız açıktı. Kimse bizden çok kitap satmamızı, bilinçsiz bakınan okuru ayartmamızı beklemiyor, bizler de bir güzellik yarışmasındaymış gibi duyumsamıyor, olağanüstü kahramanlar gibi gözükmeye uğraşmıyorduk. Burası savunduğu gibi bir yerdi. maviADA ülke kültürüne edebiyata katkı, düşünene atölye, yazmaya, anlatmaya niyetliye okul, güzel şeyler üretenin yaptığını sunacağı salondu. Derginin “Yazınımızda Tekelleşme” yi konu alan bir de panel etkinliği de vardı fuarın üçüncü günü. Bu etkinliği, bir Anadolu dergisinin kıt olanaklarıyla, Uluslararası bir Fuar’da derginin on yazarıyla yapıyor olması da alkışlanacak bir ilkti kuşkusuz. Dergiyi bugüne taşımakta büyük emeği geçen yayın yönetmeni Şenol YAZICI’nın, etkinlikte benim de katılımcı olarak yer almamı istemesi elbette onur vericiydi. Sevinçle katılacağımı belirttim. Derginin güz sayısında, ulusal gazete dergi ve televizyonlarda yer alan etkinlik programlarında da duyurulduğumu görmek, uzaklardaki akrabalarımın medyadan görünce arayıp başarılar dilemesi beni çok mutlu etmişti. Hevesle hazırlanmaya başladım. Zor bir konu değildi. Yazın dünyasına bulaşan herkesin, hatta bilinçli bir okurun bile bu konuda söyleyeceği çok şey vardır, eminim. Yine de Tüyap gibi bu işin bir tür arenası olan bir yerde onca deneyimli yazarla yan yana konuşma düşüncesi ürkütüyordu beni. Daha önceki konuşmacı olduğum etkinliklerde böyle duyumsamamıştım oysa şimdi ne oluyorsa bana. Tüm hazırlığımı gene de yaptım. Ancak, bir hafta kala bir nedenle gittiğim doktor aşırı heyecanı kaldıramayacak bir rahatsızlık geçirdiğimi söyleyince kalakaldım. Şenol Yazıcı’ya durumu ilettiğimde önce inanmadı, abartıyorsun dedi, sonra küçük bir risk bile varsa katılmaman daha doğru dedi. O anda ne kadar üzüldüğümü anlatamam, ama doktorun uyarısını hesaba katarak çok da itiraz etmedim. Yine de kararlıydım, dergimi o gün yalnız bırakmayacaktım, imza günüme gidecek, etkinlikte bulunacaktım. İmza günümde Emine AZBOZ, Sultan Su ESEN ve Zübeyde Seven TURAN’la beraberdik. Medyanın reklâm bombardımanıyla pompalamadığı her yazar gibi, uğrayan birkaç kişiyi saymazsan, hiç yorulmadık. Sonra birkaç farklı etkinliğe izleyici olarak katıldım. Uluslar arası ünü olan yerli, yabancı yazarların söyleşilerinde bile salonlar bomboştu. Yazarların yerine şimdi bir şarkıcı olsa tıklım tıklım dolardı. Ne olmuştu bu halkımıza? Oysa okumak kısa bir süre önce ne kadar değerli bir özellikti. Kendi kendime görünen, bizim etkinlik farklı olmayacak, izleyici olmak konuşmacı olmaktan daha önemli şu an, diye düşünüp teselli buluyordum. İmza günümün ertesiydi etkinlik. Fırtınalı, yağmurlu o sabah hiç erinmedim, Taksim’den kalkıp yaşadığım kente göre en büyüğünden bir ülke gibi duran İstanbul’un öteki ucundaki fuara ulaştım. Saat yaklaşınca da panele katılacak yazarların isimleri anons edildi. İsmimi duymak olağanüstü heyecanlandırdı beni. Heybeli Ada Toplantı salonu, öteki kentlerdeki Tüyap salonlarına göre küçüktü. Deneylerinden zaten izleyici gelmediğini bilen yetkililer salonları küçük tutuyordu, ama güzel döşüyorlardı, demek ki. Bir kütüphane havasındaki salonun duvarları boydan boya kitaptı. Daha önce Bursa’da yaptığımız etkinliklerde tıklım tıklım dolan büyük salonlarımızı aklıma getirince buraya sığmayacaklar diye düşünmüşsem de, içeride çok insan olmadığını görünce rahatladım. Ama kızdım da bir yandan, İstanbul’da yazısı bizde yer alsın diye çırpınan, ileti üstüne ileti, telefon üstüne telefon eden onca maviADA üyesi vardı, şimdi nerdeydiler? Ya üyemiz olmadığı halde Edirne’den geldiğinde dışarıda bırakmadığımız, kendimiz kalkıp imzasına yer açtığımız arkadaş başta olmak üzere, hiç tanımadıklarımız şimdi nerdeydi? Nankördü bu yazın dünyası? Büyük sözlerine, erdem dağıtmalarına karşın çok nankördü. İlk söz, yağmur ve fırtına sebebiyle Anadolu yakasından programa ucu ucuna yetişen Gülsüm Cengiz’e verildi. G.Cengiz kötü deneyimlerinden örnekler vererek yazın tekelciliğinin, yazana yansımalarını anlattı. Okuyucunun, edebiyat dünyasının sermaye - mal ilişkisinden dolaylı olarak nasıl etkilendiğine, bazı yayınevlerinin dayatmalı uygulamalarının önüne nasıl geçilebilir diye düşünmek gerektiğine değindi. Zübeyde Turan ikinci sözü Öner Yağcı’ya verdiğinde, Yağcı’nın izleyici azlığına serzenişle: Yedi de yedi maç yapacağız galiba… sözleriyle ortam birden gevşeyerek kahkahalar koptu. Yağcı, her ne kadar sermayenin, yapıtlara pazarlanacak meta gözüyle bakıp, reklâm araçlarını sonsuz kullansa da, gerçek sanatın hep var olacağını bunu hiçbir gücün engelleyemeyeceğini savunması konuşmasının özünü oluşturdu. Onca o kadar büyük yayınevlerinin desteği ile yıllardır sürdürülen dergiciliğe inat, Anadolu dergiciliğinin hala var olma çabalarını anlattı. Büyük bir özveri gösteren taşra dergiciliğine örnek de MaviADA’yı gösterdiğinde, doğrusu içten içe gönendim. Sultan Su Esen ve Emine Azboz’ da kendi yazarlık yolculuklarında kaçınılmaz bir biçimde denk geldikleri tekelleşmenin hışmına dair anılarından söz ettiler. “Yazında Tekelleşmenin” konu alındığı panelin yayıncılık dünyasından konuğu Can Öz’dü. Özellikle geçmiş yıllarda herkesin kitaplarının çıkmasını istediği; takdirle anılan yazar Erdal Öz’ün kurup güçlendirdiği Can Yayınlarının varisi Can Öz, gençliğine karşın, donanımlı olduğunu gösterince ilgi topladı. Gerek dünya ülkelerinde, gerekse bizdeki yayın politikasına, tekelleşen yayıncılığa yaptığı değinmelerin herkesi ilgilendirdiği katılımcı yazarların yönelttiği sorulardan da belliydi. Can Öz, çözüm için batı ülkelerinde örneklerini gördüğü gibi bir yol öneriyordu. Her ilde, her kentte küçük yayınevleri açılmasını öneriyordu. İnsanlar kendi kitaplarını kendileri yapsınlardı. Nasıl dağıtırlar, nasıl satarlar sorusu boşlukta kalmıştı ama fena düşünce değil gibi geldi.. Bize ayrılan süreyi geçirmiştik. Programı bağlayıcı konuşma için son sözü maviADA’nın yayın yönetmeni Yazar Şenol Yazıcı aldı. Tekelleşmenin, biraz da kaçınılmaz olarak yaşamın her alanında artık var olduğunu, doğru olmayanın, rekabet eden kurumlar ya da düşüncelerin tek el biçimine dönüşürken kullandıkları acımasız yöntemlerde görüldüğünü, buna karşı koymanın en iyi yönteminin de bilinçli insana yaslanmak, bireye fırsat vermek olduğunu ve kişisel olarak da çözümü "KORSAN KİTAP " yazmakta gördüğünü söylemesi ilginçti. Genel olarak, konuşmacıların söylediklerinin hepsine katıldığını ve yinelemenin gereksizliğini belirterek bir başka yöne kısaca değinmek istediğini belirtti: Tekelleşmenin önüne geçmek mümkün değil. Gerçekte herkesin böyle bir ideali var. Bir dergi olarak bizim de bir alternatif gelenek başlatma düşüncesiyle bir araya geldiğimizden, söz etti. Belki para beklemiyoruz, belki bilinen anlamda iktidar değil derdimiz, ama her dergi bir iktidar, her dergi bir kurallar bütünüdür. Bunu yapabilen anlamlıdır. Bu da bir yönlü tekeldir. Toplumsal ahlâk da bir tekeldir. Bence tekelde kötü olan, uygulanma biçimi, birilerinin ötekileştirilmesi, yok sayılması, insanın hiçlenmesi olsa gerek. Önlem için, sözün güçlenmesi, ütopyaların yaşama geçirilmesi için yetişen bilinçli bireyin özgün düşüncelerle ortaya çıkması gerektiğine değindi. “ Son eylem için kitleler gereklidir kuşkusuz, ama aydınlık ve özgün düşünceleri bireyler yaratır, tekeller değil. Kıvılcımı birey çakar… Spartaküs var diye başkaldırı vazgeçilmezidir, çaresiz insanın, Muhammet var diye Müslümanlık, İsa var diye Hıristiyanlık, Atatürk var diye çağdaş Türkiye Cumhuriyeti vardır…Sonuç olarak tekelleşmenin önüne geçmek olanaksız, yazar olarak yargım biraz kich olsa dahi, birini bulup kitabımı korsan yaptırmak, iyi gelebilir. Program için bize ayrılan zamanı geçirdiğimizden sözü çok uzatmayı doğru bulmadığını söyleyerek, katılımcı yazarlara tek tek teşekkür etti. Ayrıca Can Öz’e dönerek: “Babanızla kısa süreli de olsa dostluğum oldu, siz de onun ruhu var. Önümüzdeki yapılacak olan, Bursa, Ankara ve İzmir Tüyap’ta da yanımızda sizi de görmekten mutlu olacağız, bunun sözünü verirseniz seviniriz.” dedi. Can Öz’ün: “Elbette seve seve katılırım” sözleri, herkesten kuvvetli alkış topladı. Sonradan gördüğü ilginin sarhoşu olduğu, verdiği sözleri de o nedenle pek iyi anımsamadığı anlaşılacaktı ama…olsun, o gün mutlu edecek bir gence ihtiyacımız varmış demek ki… Neredeyse bir buçuk saati bulan etkinlik programının ardından, katılımcıların birbirlerini kutlamaları aldı sırayı. Bir başka etkinliğe hazırlık nedeniyle salonu boşaltmamız nazikçe hatırlatıldı. Bu çok zaman almayacaktı kuşkusuz. Etkinlik sonrası, kendimizi özel hissettiren VĐP salonunda, çaylı sohbetli dinlence Tüyap’ a yazar olarak katılmanın en keyifli yanıydı… Konuşamamıştım, ama bir izleyici olarak çok önemli bir sorumluluğumu yerine getirdiğime inanarak, gönlüm rahat dinlenceye katılmayı ihmal etmedim. * maviADA Ocak 2010,21.Sayı

  • Adı Aşk

    ağaçları uçlarında taze, ışkınlarını dudağımı uzatmışım, gökyüzünü öpüyor gibi oluyorum sesinin tınısıyla çiçeklerinden başladığım bahara senin için ve bana kadar ölümsüz kelebekler yaratmasını yalvarıyorum Tanrıya dip not olarak düşüyorum; O beni hep sevdi yıldızlar çakırkeyif olmuşken ay ışığı ısınıyor bakıyorum çoktan kafayı bulmuş şarap kırmızısı mitolojik ve şiirden dilimde dudağımda ballanan üç dilden bir sayıklama; je t'aime I love you ich liebe dich denizde dalga ay ışığı ön dişleri kamaşık sırnaşıyor yakamozlara

  • Ben NEFES

    En sevdiklerimizdir canımızı yakan. Bazen atmak isteyip de atamadıklarımız, huylarımız, davranışlarımız, kaçışlarımız, bir türlü anlam veremediklerimiz. Bir kez görebilmek ya da bir kahve hatırı aştığımız sonra da bir selamla bıraktığımız tepeler, yollara düşen hayallerimiz. Köklerimiz sadece bize ait olan, hiç düşünmeden uğruna ateşe atladıklarımız. Günlerce acaba düşünür mü diyerek iç geçirdiklerimiz…Onlar değil midir? Ne garip hem en çok canımızı yakan hem de iyi ki varlar dediğimiz aynı şeyler.. Keşkeleri nasıl da çoğalıyor insanın; genç yaşta akıllı olmayı başarabilseydik. Belki de hiç düşünmeye de layık olmayan insanlarla sabır değirmenine su taşıyacak yerde… Hayat işte olmuyor oldurmuyor. Olsaydı, şimdi sadece hasretle dokunabileceğim, ucundan da olsa paylaşmaya cesaret edemediğim tenine hasret kalmazdım.. Sen de eskir miydin yoksa? Hiç sanmam, tutkuyu yaratan akıl değil ki, akıldır her şeyi eskiten, yenilenmesi gerektiğini hissettiren. İşte , al sana bir ömür. Neresindesin hiç düşündün mü? Belki de bir hiçliğin ortasında debelenip duruyor aldığım nefes. Bakamıyorum, görmekten korkuyorum. Kaybetmekten yorulmuş yüreğim cesaret edemiyor, omuz veremeyecek kadar aciz. Artık yeni bir ben ! Ama nasıl? Tüm geçmişi bir sandığa kapatıp atmak zor da olsa başarmak... ve benden “yeniyi” yaratmak. Bir zamanlar yüzleşmekten korktuğum, bir şekilde yoluna girer dediklerimin giderek artan ağırlığını şimdi bir ölçüde kurtulduktan sonra bile çok hissettiklerimin, altından ezilmeden çıkmak en akıllıca olanı. Ah akıl , sen değil misin ömrümü heder eden… Şimdi de… Korkmanın çaresizliği sisli bir tan yeri gibi, her şey bitti, artık gün ağrıyor. Hiç düşünmeden açtım kendimi, görmek zor olmadı. Biriken acılarım, dertlerim, hüzünlerim sevinçlerim ne ararsam karşımda. Öylesine atılanları artık sıraya dizerek sandığı kilitlemek vakti. Hatta hiç ihtimal vermeden üzerini çivilemeli vidalamalı ve tekrar zincirlemeli. Bu yolun dönüşü yok!! “ Vedası zor olmadı” Başlamak için ise her zaman erken. Bıraktım derin ufuklara herkes kendi yoluna. Pişmanlıklar çaresizliğe dönüşmeden koparıp atma zamanı BİTTİ... Martı öldü der ya Şenol Yazıcı Hocam.. Martı öldü, müzik bitti…artık gitme zamanı… Ya da uğruna kaybettiğim her şeyi geri alma vakti. Anladım ki kimi şeyler her dem eksik kalacak… Böyle düşününce mavi uçsuz bucaksız semada, büyük bir mutlulukla açılan bahar dalı gibiyim. Sade kendi haline. Hiç unutamadığım sürekli bugüne getirdiğim yapamadıklarım, olsun artık hepsi benim. Başkasının bahçesinde ağaç olmaktansa ,kendi bahçemde dal olmayı hatta yaprak olmayı tercih ediyorum. Bu da bir seçim değil mi? Öyle dememe bakma gene de içim yanıyor…aslında, sadece denemişim. En büyük şansım çocuklarım. Onlara tutunmak onların gözlerindeki ışık yaşam kaynağım oldu. Elele bir ömür boyu. Allahım ! Sevdiklerimin acısını bana yaşatma. Henüz yeni başladık. Dizimde derman bitse de, gönlümde açan kardelenler misali yarınlar… Akan göz yaşlarımda olsa, kışın ayazında kalır. Ömür dediğimiz neydi? Güneşin doğuşu ve batışı, güz ayında sallanan yaprak gibi düşmekte kararsız. Daha dün yolumuz çok derken! tükenen ömür yaşanmadan bitti. Ertelediğin yarınlar dünde kaldı. Yine de bilmek istiyorum; nerde hata yaptım? Galiba kabullenmeyi de öğretiyor hayat. Hayat bir mizan gibidir her şey apacık önünde. Ötesi zaten arkada kalmış. En derinden silerken zamanı, izlerinden kurtulmalı, olur ya alışkanlıkları bırakmak zaman alır. Bende öyle yaptım. Silmedim öylece sandığıyla hiç iz bırakmadan yaktım.. Artık geçmiş beni acıtamaz ! Çökmedim , yıkılmadım, sadece başka baharlar için yaprak döküyorum. Nazlanacak kimsen olmayınca anlatılamayanlar yüreğine hapsolur. Nereye gidilirse gidilsin, aslında gittiğin yer aynısıdır. Gündüz gözüyle söylenen masalları, içimde büyütürken anlatacak kimsen olmuyor. Şimdi gel yüreğim bir ömür birlikte nefesim ol. 24/03/2020

  • AVUSTRALYA

    BİR FİLM ÖNERİSİ / yorumlardan * Biraz uzun ama güzel bir film izlenmesi gerekir.. 11YANITLA @adanick 4 sene önceİki buçuk saat ancak bu kadar akıcı ve güzel geçebilirdi. Nicola Kidman ve Hugh Jackman o kadar muhteşem canlandırmışlar ki karakterleri etkisinden çıkamıyosunuz film bitincede. Mükemmeldi 11YANITLA @ibiha 5 sene önceÇoookk güzel… 11YANITLA @gasell 5 sene öncetavsiye ediyorum.izlenmeli 11YANITLA @nightmare23 5 sene önce2008'de çekilmesine rağmen gayet başarılı bir şekilde 1900 öncesi bir tarihte çekilmişcesine tat veriyor. Tam bir Nicole Kidman klasiği. Romantik-Tarihi film severler için ideal bir film. *

  • Binalar, Binalar…

    Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. (Nazım Hikmet) İnsanın anayurdu çocukluğudur... Jorge Amado demişti bunu. Çünkü çocukluğunuz evinizdir. Evinizden önce sokağınız mahalleniz yaşadığınız semt ordaki bahçe okulunuz kediler ağaçlar her şey çocukluğunuza aittir. Elbette küçümsemiyorum hatta bazen yadırgadıklarımız da oluyor ama doğmadıkları çocukluğunu yaşamadıkları başka anayurtlardan kopup gelenler o yerde sizin yaşadıklarınızla aynı hisleri paylaşmazlar çünkü her bir şey her şeyden önce onlara değil size aittir… Elbet hor kullananlar çocukluğunu orada geçirenlerden çıktığı kadar aksine çocukluğunu yaşamadıkları halde göçtüğü yerlere daha çok sevip bağlanan insanlar da olabiliyor. Çünkü koşullar insanlara yeni sürprizler sunar… Bahsettiklerim tabiî ki anılar… Bir yerde “süs bitkilerini babadan gelen bir ilgiyle tanıdım bazılarını bilmesem de çoğunu isimleriyle sayarım (babam özgün; latince isimlerini ezbere bilirdi) Kır çiçeklerine de sonradan merak sardım.” demiştim…Bu ilgiye beni bulunduğum ortamlar ister istemez çekiyor.. Kimi bu ilgiyi abartılı buluyor hatta dudak büküyor belki de eleştirebiliyor. Ama “olsun” diyorum çünkü ben ağaçları da en az bazı insanlar kadar sevebiliyorum. O zaman ne mutlu bana… Bir bitki bir hayvan için insanlarla tartıştığım çok olmuştur. Çalıştığım ortamlarda yadırgayıcı davranışlar bir yana öfkeli tepkiyle karşılaştığım durumlar da oldu ama hiç yüksünmedim hatta çoğu zaman rahatça onlara “galip geldim” diyebiliyorum, çünkü bazıları çeşitli bahaneler ve varsayımlarla bu türden ilgileri adeta bir muhalefet sayıyorlardı. Oysa ben bozkırda bir akasya fidanına bile can suyu vermeyi kendime büyük bir vazife bilenlerdendim… Mahallenizde kokular saçan altında sohbet edebileceğiniz bir iğde ağacınız var mı? Hala varsa ne mutlu size… ''Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !'' M.Kemal’i ağlarken tarih çok ender tespit etmiş. İlki Çanakkale’de topçu atışı başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye: Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış o iğde ağacının önünden geçişlerinde özellikle durdurur yanına gidermiş. Mahiyetindekilere “İşte bu benim...”dediği bir iğde ağacı, ikincisi işte o ağaç kesildiğinde… Paşa, o sözünü başka bir yerde daha kullanmış: Yalova köşküne doğru çıkmakta olan bir ağaç için köşkün yerini değiştirdiğini herkes bilir. Ağacı kesmeyi önerenlere de aynı sözleri sarfettiğini, “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye? Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız”... Yine Çankaya Köşkü'ndeki Bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor: Atatürk'ün Çankaya Köşkü'ndeki bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt,diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata,havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: ''Emrederseniz derhal keselim Paşam.'' Bir an yüzüme baktı, sonra: ''Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !'' dedi… “Binalar, binalar… yetmiyormuş gibi bir de yenilerini yapıyorlar. Türk’ün parası olunca binaya gidermiş. Başka neye gider?” (S. 313, Tutunamayanlar, Oğuz Atay, İletişim Yay, 61.Baskı) Sanki müteahhitlerde (siyasilerde) geçmişin acısını çıkartırcasına Bursa’da son yıllarda hararetli bir bina inşaat dikim işleri var. Siyaset deyince Türkiye’de müteahhit hakimiyeti olduğunu bilirsiniz. 1950’lere kadar ne yapıldı ise kamuya münhasıran yapılmışlardı. Sonra adına kısaca “plan yerine pilav” denen bir dönem geldi ki pir geldi. Kamuya ait ne varsa yıkılmak bir yana ağaç bahçe orman bile dinlememeye başladı. Son yıllarda iktidarla muhalefetin bu konuda birbirinden pek farkı kalmadı. Çünkü Türkiye’de en karlı sektörün bu olduğunun varsayıldığına eminim (Avrupa'da yüzde 5-6 Türkiye'de ise yüzde 300, bir vakitler bir emlak uzmanının yazısında okumuştum). O yüzden her şeyi göze alıyorlar. Kamuoyu mu? Onlar zaten ne yapılırsa bizim için yapılıyor diyen bir kısımla sessiz bir çoğunluk şimdi… En büyük tepkiyi gösterdikleri gezi olaylarını ve akıbetini anımsarsanız ne demek istediğim anlaşılır… Bursa’da yapılan ağaç kıyımlarına Bursa’da son zamanlarda pek fazla rastlamak mümkün. İnsan bazılarına karşı hiç mi hiç kayıtsız kalamıyor. Zafer Meydanı’ndaki çınar ağacının başına gelen bir… O çok göz önündeydi. İster istemez çok kişinin tepkisini çekti. “Çürümüştü” denildi ve anıt ağacın yerine körpe bir fidan dikildi o şimdi büyüyor… Sonra insanda münhasıran zaafa giden bitki sosyolojisi vardır mutlaka o kente ait…Örneğin doğduğum büyüdüğüm mahalleme giderken geçiş yolum üzerindeki Gençosman kavşağı’nın bitişiğinde şimdi hastane ve yeni yapılan otelin bulunduğu köşedeki iğdeler.. Her geçişimde benim de acaba yerlerinde duruyorlar mı diye endişe duyduğum iğde ağaçları onlar var… Bursa ovasında eflatuni rengin erguvanlardan biri… Örneğin, Hocahasan Parkı’nda bulunan sonra kesilen o eflatun top halindeki şahane erguvan ağacı kaç kişinin dikkatini çekmiştir: Şimdi yerinde mi ne var? Bakınız:Kara çarşaflı gelin !... “ahmet uysal mı, lavanta kokulu, tozlu bir yolmuş meğer!” Ayda yılda bir yolum düşse bile geçerken eğilip koklamadan edemediğim sonra dayanamayıp satırlara geçtiğim o “lavantalı yol” tarumar edilmekte gecikmedi.. Nilüfer Park bitişiğindeki; oysa daha dün en son ağacına varıncaya kadar “yıkmayacağız, kesmeyeceğiz.” denilerek ağaç envanteri çıkarılan o yerdeki insanı kokularıyla bihuş eden çiçekler de nasibini aldı bina dikme furyasından… Her gördükleri yere bina tesis etmekte inat edenler eski resimlere bir baksın bir ağaç kolay yetişiyor mu? Aziz Nesin, Türkiye’nin ABD’ye verdiği tavizleri eleştiren üstelik daha yayımlanmamış bir yazı nedeniyle 1948'de 4 ay 10 gün süreyle Bursa’da zorunlu bir ikamete tabi tutulmuştu. Yani sürgün.. Sonra Bursa anılarını gözlemlerini iki kitap halinde kaleme aldı. 1990’da Bursa’ya sürgün edildiği yılları Bursalı şair yayıncı Nahit Kayabaşı’yla yapılan bir söyleşide de anlatır. Bursaname adlı albüm anı kitabında da yayınlanan “Sora Sora Cennet Bulunur” adındaki söyleşiden yapılan derlemede Bursa için (43 Yıl Sonra Bursa) Aziz Nesin şöyle demiştir: “Bursa’ya sürgün edilişimden 43 yıl geçmiş! O zamandan bu yana Bursa’da çok şey değişmiş. 1947’den sonra bu kente üç dört kez geldim. Bir gelişimizde Ruhi Su’yla birlikteydik, o konser verdi, ben konuşma yaptım. Bursa şimdi o yemyeşil kent değil. Doğasıyla, havasıyla, suyuyla cennet gibi bir yerdi…” (Bursaname, Nesin Yayınevi, S.74-75) Kara kesilmiş şimdiki “Gri Bursa”nın müsebbibi, her gördükleri yere bina tesis etmekte diretenler... Bir gün o lüks arabalarınızdan Ankara’ya giderken başınızı pencereden uzatıp da bakınız şöyle bir bu haliyle bile Bursa ile oraların farkını görebilmek için... .. Bari geride kalan yeşilliği Bursa’ya bırakınız… Sizler yani bugün sorumluları için ne demişti Gülten Akın bir şiirinde... evleri yüksek kurdular cama betona boğdular usumuzdaydı unuttuk topraktan uzakta kaldı toprağa bağlı olanlar *

  • Diyalektik Mutsuzluklar

    bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı ellerinde rüzgarın taşınmaz çamurları var köpürmüş soylarımı toplarken çürüyen yanlarımdan inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar gözlerinde unuttuğum o eski aciz miras almaya gelsem soluğumda dalgın yosun kokusu biliyorum artık hiçbir gemi beni taşımaz ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi terkedilmek korkusu susarsın bir silahsızlanma akşamı susarsın dudaklarında ıslıklar kanar öpülmez dudakların ıslık yarası mavzerdir dokunmalarım kirvem bilirsin öpemem, öpersem tekmil bir aşiret tragedyası hüznünü ver bana yeter, gizli hüznünü kolları bağlı hüzün olsun dört yanım ırağına vurma beni kirvem, ağlarım, delirirsin sonra derler haklıdır sevdası geç olur ki artık onarmaz rakılar geç olur bir yaraya rakının dağılması sen şehre sırtını dönen uykusuz dağlı gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin) nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini) barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında o eski şark yelini biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır dokunmasam eşkıya uykusuzluğu çetin silahlar gibi

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA KIŞ 2010 SAYISI OKUMAK İSTERSENİZ RESME TIKLAYIN *

  • Yaşlı Rüzgar

    Ayşe Ç. YAMAÇ Bugün, duvarlar üstüme üstüme geliyor. Neden, beni böylesine bunaltıyor? Yalnızlığım, yeni yaram değil ki. Üç yıldır, alışamadım gitti... Ne yapsam? Neyle oyalansam? Nasıl zaman geçirsem? Birisi duysa, güler söylediklerime. Oysa, her geçen dakikanın yaşamımdan götürdüğünü biliyorum, ama böyle yaşamak… Dışarısı ne güzel görünüyor… Ayaklarım tutsa da yürüyebilsem; şu bahar kokusunu, doya doya içime çekebilsem; mor salkımlı erguvanların altına oturabilsem; dallarına uzanıp salkımlarını okşayabilsem; koparmadan koklayabilsem! Ya da, şu salıncaktaki çocuğun yerinde olabilsem! Havalandırsam bedenimle birlikte düşlerimi de. Çimlerde emekleyen şu çocuğun yerinde olsam da olur. Yeşile dokunabilsem, yeşili duyumsayabilsem, yemyeşil olsam!.. Ya da rengarenk yediverenlerin yapraklarında, bir çiy tanesi... Onların kokusunu içebilsem; uzanıversem kadife yumuşaklığına. Ne güzel kokuyordur şimdi çimenler; taze ottan gelen bahar kokusu, en sevdiğim kokudur. Güneş bedenimi ılık ılık okşarken, çimlerde doyasıya koşabilsem.; yuvarlansam olabildiğince... Arasıra bir tutam koparıp bedenime baharı yükleyebilsem. Sonra da rüzgarla yarışsam. Baharın ılık, tatlı esintisine bedenimi versem… Bedenim, usul usul okşansa… Saçlarım rüzgarda uçuşsa… Alabildiğine özgür olsam... Oh! Yağmur başladı işte. Şimdi, otlar, çiçekler daha güzel kokar. Tüm doğa, tozundan kirinden arınır. Biraz daha canlanır yeşil, biraz daha boy atar; boyları, bileklerime çoktan ulaşmıştır zaten. Şimdi kırlar halı gibidir. Çimenlerin arasında gelincikler de açmış mıdır acaba? Açmıştır açmıştır... Açmaz mı? Yemyeşil çayırlar, kırmızı gülücüklerle süslenmiştir. Yalnız kırmızı mı? Pembeli, morlu tüm kır çiçekleri de açmıştır. Kırlara koşun, çağrısı... Önüme şeker koymuşlar. Şekerin ambalajı da süslü; pırıl pırıl. Sanki, kır çiçeklerine benzetmek istemişler. Benzer mi hiç? Ben, şekeri ne yapayım? Çıkarın dışarıya da baharı soluyayım. Anlamazlar ki… Şu kapıyı bir açabilsem, bu dört duvardan kurtulurum, ama açamıyorum işte! O zaman belki, dizlerime de can gelir. Tüm doğayı canlandıran bahar, benim dizlerimi canlandırmaz mı? Yorulurmuşum, yaşlanmışım, dayanamazmışım... Avuntuları da hazır. Bırakın ya; burada kalıp çürümektense yorulup yıpranayım! Neden anlamıyorsunuz beni? Yanlış mı duydum acaba? Yoooo! Yanlış olamaz; bu, Sedef’in kişnemesi. Onu hemen çağırmalıyım. Sesimi duymalı. Sedef bu. Oh beee! Sonunda, sesimi duymuş. Ağzıyla kapıyı açmaya çalışıyor. Ha gayret, Sedef! Başaracaksın, biliyorum. Aaaa! Kapı açıldı sonunda... Sana dememiş miydim; bak, başardın. Teşekkür ederim Sedef! Teşekkür ederim! Bunu hiç unutmayacağım! Al, şekerim de senin olsun. Beni, kırlara mı götürmek istiyorsun? Yalnız, sen gençsin. Ben, senin kadar hızlı koşamam; yürüyemem bile. Haaaa, anladıııım! Zamanla açılır dizlerin, diyorsun. Umarım haklısındır. Oh beee! Haklıymışsın. Bak, hızlı hızlı yürümeye başladım bile. Biraz sonra koşacağıma da inanıyorum. Bir kez daha teşekkür ederim Sedef; beni, sütçü beygiri olmaktan kurtardın. Şimdi, kırlarda özgürce dolaşmak istiyorum. Bak, koşuyorum bile. Sen de mi benimle geliyorsun? Hayır mı? Peki, sen bilirsin. Aslında, seni anlıyorum; şu anda sen, benim gençliğimsin. Yarış atı olmanın keyfini yaşıyor, bulutlara ulaşıp rüzgarla yarışıyorsun. Sana başarılar dilerim. Hoşçakal! -Oh beee; böyle özgürce koşabilmek ne güzel! Sedef haklıymış, dizlerim açılmaya başladı bile. Kim tutar beni! Bekleyin yemyeşil kırlar, yaşlı Rüzgar size geliyor. * maviADA 20.SAYI 2009

  • Kaldırım Serçesi

    (La Vie en Rose) Yaşamak, şarkı söylemek ve sevmek için zor bir mücadele veren Fransız diva Edith Piaf’ın içe işleyen ve etkili biyografisi. Piaf’ın zamanındaki Paris’i inanılmaz bir şekilde betimleyen, gerçek bir başyapıt. İMDp: 7.6 Film yaş sınırı: Vizyon tarihi : 3 Agustos 2007 (Turkey) Ayrıca film böyle tanınır: La Môme, La Vie En Rose, Piaf Um Hino Ao Amor, Piaf, Едит Пиаф: Животът в розово, Едит Пиаф, Život U Ružičastom, Edith Piaf, Berättelsen Om Edith Piaf, Zoi san triantafyllo, Ζωή σαν τριαντάφυλλο, Edith Piaf: Ai No Sanka, Dzīve Rožainā Gaismā, Edith Piaf: Rozinis Gyvenimas, Niczego nie żałuję: Edith Piaf, Жизнь в розовом цвете, Zivljenje V Roznatem, La vida en rosa (Edith Piaf), La Vie En Rose: Berättelsen Om Edith Piaf, 玫瑰人生, Kaldırım Sercesi, Життя в рожевому кольорі Yapım : France Süre : 2 saat 20 dakika Filmin ödülleri : 2 Oscar, 46 Ödül & 61 Adaylik. Film müzikleri: Édith Piaf - Heaven Have a Mercy, Emmanuelle Seigner and Mistinguett - Il ma Vu Nue, Édith Piaf - Cri du Coeur, Jil Aigrot - Du Gris, Cassandre Berger - La Marseillaise, Damia and Jil Aigrot - LÉtranger, Édith Piaf and Frédéric Foret - La Vie en Rose, Jil Aigrot - Padam... Padam..., Mario Hacquard and Édith Piaf - Non, je ne Regrette rien, Clotilde Courau - Moi... je mEnnuie, Esther Lekain - La Petite Tonkinoise, Lucile Panis and Marion Cotillard - Frou-Frou, Édith Piaf - La Foule, Édith Piaf - Rien de Rien, Maya Barsony - Fascination, Jil Aigrot - Les Mômes de la Cloche, Jil Aigrot - Les Hiboux, Aubert Fenoy and Jil Aigrot - LAccordéoniste, Édith Piaf - Mon Dieu, Édith Piaf and Frédéric Foret - Hymne à lAmour, Édith Piaf - Milord, Alceo Passeo and Jil Aigrot - Mon Légionnaire, Jil Aigrot - Comme un Moineau, Igor Outkine and Jil Aigrot - Mon Homme, Édith Piaf and Noël Glanzberg - Mon Manège à Moi Filmin toplam bütçesi : $25,000,000 Filmin toplam hasılatı : $86,274,793 Filmin çekim yapıldığı ülke :Brasserie Julien, 16 rue du Faubourg Saint-Denis, Paris 10, Paris, France Senaryo:Isabelle Sobelman

  • KALEMLERİM

    İlk kaleme ilkokula başlamadan beş gün önce sahip oldum. Okula başlayacağım haftanın öncesindeki çarşamba günü (Maçka’nın pazarı) babam, çarşıya inip bir alfabe, bir çizgili defter, bir tekerlek kırmızı silgi, bir kurşun kalem, kaplama kâğıdı ve etiketler aldı. Eve gelince kitap ve defteri özenle kapladı, etiketledi. Kalemin ucunun iki santim yukarısından çakısıyla daire biçiminde bir işaretleme yaptı. Sonra kalemin ucunu ustalıkla açtı. Silgiye bir ip takıldı. Okulda madalya gibi boynumda taşıdım. Hazırlanan malzemeler hasır zembile yerleştirilince kırtasiye hazırlığım tamamlanmış oldu. Sevinçten uçuyordum. Bana ait malzemem vardı. Arada çıkarıp bakıyor, sonra yerine yerleştiriyordum. Okulda pek çok öğrenci gibi kalemi çok kısa tutuyor ve bastıra bastıra yazıyordum. Kalemin ucu sıkça kırılıyordu. Eski bir jiletle veya bıçakla açmaya çalışsam da kalemin ucu küreleşiyordu. Derste uç kırılırsa dişimle de açtığım oluyordu. Tadını, tatsızlığını anımsarım. İkinci sınıfta önce kırmızı, sonra bir tarafı kırmızı, diğer tarafı mavi kuru boya kalemlerim de oldu. Hayatım renklenmeye başlamıştı. Dördüncü sınıfta sıra arkadaşım İrfan, resmi işlemlerde kullanılan sabit kalemi (zabıt kalemi) yarıp içini suda eriterek lila renkli bir mürekkep oluşturup dolmakalemde kullanıyor, bana da deneme fırsatı veriyordu. Bu arada sıralar, ellerimiz, kağıtlar da batıyordu. Resim derslerinde altılı kuru boya kalemleri de kullanıyordum. Ortaokula gidince bir dolmakalemim oldu. Dolmakalem olunca mürekkep ve çeşitli mürekkep hokkalarıyla tanıştım. Türkçe derslerinden birinde güzel yazı yazılırdı. Yazı defterine yazı uçlarıyla yazılıyordu. Hokkanın kapağına dökülüp kullanılan mürekkep çok defa dökülüyor, giysilerimiz, sıramız defterimiz batıyor, arkadaş kavgaları oluyordu. Dolmakalemler pompalı veya pistonlu idi. Öğretmen okulunda kalemlerin kalitesi yükseldi. Yeşil-siyah Pelikanlar, mavi Parker, Scrikss ve bordo Sheafferler. Platin, çelik uçlar, renk renk mürekkepler dolma kalem kullanma zevkimi, becerimi arttırdı. Öğretmen okulunda yazı dersi çok önemliydi. İyi ki de öyleydi. Sadece yazı dersinden sınıfta kalanlar oluyordu. Divitler, çeşitli uçlar, ağaçtan ya da kamıştan yapılmış N, T, Z kesik uçlar ve mürekkep olarak siyah, - bloklar için- kırmızı çini mürekkepler. Bu araçlarla da güzel yazılar yazabiliyordum. Sonra kartuşlu dolmakalemler, ispirtolu kalemler, pilot kalemler ve bütün pisliğiyle tükenmez kalemler. Günümüzde en çok tükenmez ve Pilot türü kalemler kullanılıyor. Dolmakalemler ancak imza törenlerinde kullanılıyor. Gerçi kalemin yerini daktilolar, bilgisayarlar, lazerler aldı ama bizim kuşağımız için dolma kalem unutulmazdır. Her birimizin saklısında bir dolma kalem vardır. Benim favorim yeşil Pelikandır. Tam bir asalet. Döndürülerek açılan kapak, altın sarısı uç, harika bir kömür. Kullanılmaya kıyılamaz, elde dolaştırılır, silinir, kaldırılır. Yazma, düşünme, koklama, resim yapma, sağı solu çizme, arkadaşları dürtme aracıydı kalem geçmişte. Şimdi bunlardan ne kaldı elimde? 21.03.2021 Fuat ÖZGEN

  • BİR GÜN

    Apansız uyanırsan gecenin bir yerinde Gözlerin uzun uzun karanlığa dalarsa Bir sıcaklık duyarsan üşüyen ellerinde Ve saatler gecikmiş zamanları çalarsa Bil ki seni düşünüyorum Bir vapur yanaşırsa rıhtımına bin, açıl Örtün karanlıkları masmavi denizlerde Ve dinle kalbimi bak nasıl çarpıyor nasıl O bütün özlemlerin koyulaştığı yerde Bil ki seni bekliyorum Bir sabah gün doğarken aç perdelerini, bak Sevinçle balkonuna konuyorsa martılar Kendini tadılmamış derin bir hazza bırak Dökülsün dudağından en umutlu şarkılar Bil ki seni istiyorum Gecelerden bir gece uyanırsın apansız Uzaklarda elemli, garip bir kuş öterse Bir ceylan ağlıyorsa dağlarda yapayalnız Ve bir gün kabrimde bir sarı çiçek biterse Bil ki seni seviyorum

  • Sürü Adamı

    Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde “kendi kendisi” olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fikirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İradesi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bilmez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini kendinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen fikre, bir akideye başkasının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın, her şeyin, her gün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır. İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu hipnotize eden sakallının adını öğrenmek yetişir. Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır. Peyami SAFA

  • AŞK

    NE ZAMAN KİRLENİR? / Özdemir İnce, bir şiirinde; “Temiz kalmış ne bulunur çöplükte!/ Aşk da kirlenir elbet insanla birlikte” diyor. Çevrenin durmadan kirlendiği doğanın yok edilmeye yüz tuttuğu bu dünyada insan da aşk da temiz kalacak değil ya... Sanat, edebiyat, özellikle şiir, aşkın, insanların kirlenmelerini bir nebze önlüyor. Kirlilikten kurtulmamız bu yüce değerlere bağlı. Kirli sözleri bırakalım da gönlümüzün çiçeklenmesini, düşünce ve duygularımızın temiz olmasını sağlayan örneklere yer verelim, ne dersiniz? A, Kadir Kaçar, Sevgi Sensin adlı denemelerinde aşk ve sevgi hakkında şunları söylüyor: “Sevgiler acılarını peşin, mutluluklarını taksit taksit öderler... Gülümseyene yakındır sevgi. İnsan, insan olduğunu sevince anlar. Sevgiyi içinde bulamazsan başka yerde arama. Sevgi pembedir, sevgi beyaz/ Sevgi yemyeşil ilkyaz. Sevgi sevenine göre renk alır/Sevmeye karanlıkları kalır. Sevgi tohumu ekilen yürekte nefret ağacı bitmez. Sevmek sanattır ama insanın ömrü hep çıraklıkla geçer. Bedenin dilidir sevgi... Seven kendini keşfeder. Mermere yontu, sevgiye acı şekil verir. Sevmek öğrenmektir kendini. Unutma!/Sevgin kadarsın.” Osman Şahin, Berfin Bahar dergisinde çıkan bir yazısında, “Aşk insanı insan yapan duyguların özüdür. Aşk duyguların sütüdür. Yüreğin ipekleşmesidir. Katıksız bir madde olan süte, azıcık yabancı bir madde karışsın, hemen bozulur, kesilir. Aşka maddi çıkarlar yükleyecek olursanız bir gün bel verecektir. Bencil insanlar, sçu o zaman bencil çıkarlarında değil, aşkta bulacaklardır.” Diyor. İsmet Kemal Karadayı aşkla savaş ve uygarlık arasında bir bağıntı kuruyor: “Aşk dinlendiren savaştır Bunu geç anladım... ** Bir içimlik tat için Aşk parmağını uzatmaktır uygarlığa Ve anlaşmak...” Orhan Pamuk, Şeküreniz diyor ki “Evlenmeden önce alevlenen aşk yangını evlilikte söner. Geriye boş,kederli bir yangın yeri kalır. Evlendikten sonra duyulan aşk da biter ama onun yerini mutluluk alır.” Ona katılıyor musunuz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Evet. Hayat tecrübem bana gösteriyor ki evlenmeden önce birbirlerine âşık olan, hatta aşklarının şiddetini teşhir eden kişiler, evlendikten sonra sıkıcı ve aşksız hayata girip kısa sürede mutsuz olurlar. Ama evlenmeden öne başkalarına övünemeyecekleri kadar kısıtlı aşk hayatı yaşayanlar, evlendikten sonra ona ihtimamla bakarlar ve aşklarını korurlar” Sedat Umran, aşkı bayramlık bir giysi olarak görüyor: “Aşk ruhlarımıza giydirilen bayramlık giysi Işıldar üstünde sevincin elmas düğmeleri Aşktır hor kullanılmadan taşınacak giysi Çünkü bir kez delindi miydi yamanması güç” Ülfeti, “Eğer bindin ise aşk atın/Bizim menzilimiz ırak denir mi?” diye soruyor. Cahit Külebi sevgiyi yalvaç olmakla bir tutuyor: “Sevgi dediğin yalvaç olmaktır, Arınmaktır tüm kötülüklerden, Yıldız ırmakları akan gözlerden Toprak bir testiye doldurmaktır.” Aşk hakkında şair ve yazarlar neler demiş bakalım: “Aşk öyle bir şeydir ki, gün gelir bir fahişeyi azize, bir azizeyi ise fahişe haline getirebilir.” Ahmet Altan “Aşk fiilinin gelecek zaman çekimi yoktur. Gelecek geldiği zaman da aşk yoktur. Aşka ömür biçerek, aşkı anlamaya çalışanlar kendilerini kandırıyorlar” Haşmet Babaoğlu “Aşk üstüne çok sözler işittik nicedir Çözmüş değiliz o sırrı, hep bilmecedir Yalnız şu yalın gerçeği öğrendik ki Aşksız sürülen ömür soğuk bir gecedir.” “Aşk açıp kapayacağın bir musluk değildir, ırmaktır denize doğru akan ama kimi zaman ona ulaşamadan kurur gider.” Bir filmden “Aşk, güzelin kısacık ömrüne, gidenin çekiciliğine, sevgilini hayaline yakılmış bir ağıttır.” Ahmet Ümit (Aşk Köpekliktir) “Aşk kapitalizmdeki komünizmdir.” Vlrich Beck “Acıdır aşkı aşk yapan ve her aşk/Bir mutsuzluğun başlangıcıdır.” Gürel Aydın (Acı) “Aşk, gönlümün semaverinde demlenen duygu.” Bülent Ecevit “Sınanmayan hiçbir aşk gerçek değildir.” “Aşk küçük bir sözcüktür, onu büyüten sevenlerdir.” “Aşk bir savaştır; savaş için geçerli olan kuşatma, manevra, tuzak ve saldırı aşk için de geçerlidir.” Jean Paul Sartre “Aşkından kibrit oldum/Üflesen yanıyorum.” Bir halk türküsünden “Güzelliğin on par’etmez/Bu bendeki aşk olmasa” Âşık Veysel “Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden uçar.” T. Fullur Can Dündar, Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısında aşkı bir yara bandına benzeterek şöyle diyor: “Aşk, şiirlerde, güllerle, bülbüllerle anlatılır hep: Dev çınarın gövdesine kazınmış kocaman kalpte buluşan iki harftir aşk... Eros’un fırlattığı okla delinmiş kıpkırmızı bir yürek gibi resmedilir. Oysa aslında çoğu zaman aşk, bir yara bandıdır. Kanayan yererimize sürdüğümüz bir tentürdiyot... Panik halinde iken, camı kırıp kullandığımız bir müsekkin... Çaresizliğimizin koltuk değneği... Güllerde çok küllerden doğan bir mucize... Bir terapi seansı... Ölümün üstesinden gelebilecek ve bize bir saat içinde hayatı bahşedebilecek bir sihirli iksir...” İskender Pala, Ah Mine’l-Aşk adlı kitabında aşkı tasavvuf açısından ele alıp şunları yazıyor: “Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir toprakları altına dönüştürür. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mesteder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır. Aşk oluca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar... Hastaların şifa bulması aşktandır... Aşk, Mecnun’dan Leyla’ya bir feryat, Mansur’dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur...” “Mutluluk kaynaklarımız arasında önemli bir yer tutuyor aşk. Yaşamak bir bakıma ilgilenmek demektir. Çeşitli ilgilerimiz, aşırı bir çizgiye varınca, aşk adını alıyor. Ruhbilim, aşkın ilk basamağı olan sevgiyi bir içgüdü saymaktadır. Düşünce çeşidi kadar aşk çeşidi vardır.” Tolstoy Aşkla sevgiyi karıştırırız çoğu kez. Bu yazıyı iyi okuyanlar karıştırmazlar artık... Necati Cumalı, Yağmurlarla Topraklar romanında aşkı uçurtma örneğiyle anlatıyor: “Tıpkı uçurtma örneğinde olduğu gibi, aşk da sevmek istediği kadından kızdan gelmeye başladı mı artık kendi denetiminden kurtulurdu. Böyle bir alışkanlık doğardı sevdiği kadınla arasında. Gerçekte aşk, belki de bu alışkanlıklardan sonra doğan, gelişen bir duyguydu. Bir süre bu alışkanlık yönetirdi bütün davranışlarını. Elinde olmadan sürüklendiğini duyardı. Günün birinde ayrılmak zorunda kalıp da ayrıldılar mı tütün gibi, alkol gibi arardı kadını.” Adam Smith, mutluluğun aşkla olacağını vurguluyor: “Dünya içine aşk karışmamış hiçbir mutluluk yoktur; aşk ise kendimizi başkalarında bulmamız ve bu buluşun bizde yarattığı mutluluktur.” Aşkı en güzel yaşayan ve anlatan ozanlarımızdan Nazım Hikmet, aşkı kelebekle özdeşleştiriyor: “Kelebek misaldir aşk/ Anlamayana ömrü günlük,/Anlayana bir ömürlük.” “Aşk ya düettir ya da düello!” deniliyor bir yerde. Bence diyalog olmalıydı, monolog değil ha! Cennet nerdedir biliyor musunuz? “Cennet, aşkın oturduğu yerdedir.” J.P. Richer Bir duvar yazısında “Aşk bir yalansa doğru olmak istemem” deniliyor... Bir Çin atasözüne göre, “İnsanları açlık ve aşk yönetir.” Bovee, aşka pek inanmıyor: “İlk ve son aşkımız kendimize karşı olandır.” Aşkın ne zaman, nasıl geleceği belli olmaz ama gidiş nedeni bellidir: “Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden gider”miş... Gelin şimdi de sevgi konulu sözlere bir göz atalım: “Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir.” H. Hesse “İnsan görmeden de öğrenir; ama görmeden sevemez.” Mustafa Balbay “Koca sağ sever, komşu var sever.” Bir halk sözü “Sevmeden evlenmek, inanmadan ibadet etmeye benzer.” Çehov “Kadınlar sevdikleri zaman gerçekte sevdikleri biz değilizdir. Ama bir sabah vakti birini sevmediklerini anlayıverirlerse işte o biziz.” Henri de Montherland “Sevgi, iki insanın birbirini evcilleştirmesidir.” Exupery “Dostluk, sevgi; karşındakine göç halidir, unutma, sevdiğine-dostuna göç etmeyi başaramazsan, sadece mülteci olabilirsin. Sevgilimin hayali bana Halil(içten dostluk) gibidir. Sureti put ama anlamı putları kırmaktır.” Mevlana- Mesnevi’den- “Sevgi, doğanın yazdığı bir kitaptır.” G. Chamman “Sevmek en güzel yalan/İnandığım” Ayhan Kırdar “İnsan sevince sevdiği şey kadar güzel” Fazıl Hüsnü Dağlarca “Ne kadar çok sevilmek istiyorsan o kadar alçakgönüllü ol.” Oscar Wilde “Erkek gözüyle sever, kadın kulağıyla.” “Sevinci kışkırtmayan sevgi yalandır. Başkaların sevdiklerine saygı duymayan sevgi zorbalıktır.” Haşmet Babaoğlu “Sevgi tabiatın yazdığı bir kitaptır.” George Şaman “Sevgi insanları diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren, insanın içindeki etkin bir güçtür.” Fromm. Duvar ustalarına duyurulur! Rauf Mutluay sevgiyle sanat arasında şöyle bir bağlantı kuruyor: “En büyük dirlik, başka insanlarla aynı sevgide birleşildiği zaman duyulur. Sanat eserleri işte bunu sağlar önce.” Elif Şafak, Araf adlı romanında aşkı şöyle adlandırıyor: “Âşık olmak sevgilinin isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi. İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir.(...) Dokunaklı bir büyüleri vardır âşıkların ve tümüyle kendileriyle doludur, daha doğrusu kendisiyle çünkü âşık çiftler, iki bağımsız benlik olarak buluştukları halde, son tahlilde “iki” değil(bir artı bir) “sıfır” olurlar(bir eksi bir)” Ümit Yaşar, sevgiyi şöyle şiirleştiriyor: “Bir hiçiz tek başımıza sen ve ben/ Yoksa neye yarar bu gözler, bu ten İnsanları insan yapan, yücelten/ İçinde ışıldayan sevgidir.” Haşmet Babaoğlu, “Hayatı doğurmayan, ölümü çağıran sevgi kirlidir” diyor. Doğayı ve aşkı kirletmeyelim, güzellikleri çoğaltalım, güzelliklerle dolup taşalım. DERLEME Bu yazı buradan alınmıştır.

  • Akademik Kadrolar ve Nitelik Arayışı

    Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nde YÖK’ün Yaptığı Zorunlu Değişiklik ve Kaçınılmaz Araştırıcı Kalitesi Hakkında Öneriler Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir. Kök Sorun: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır. Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelerde yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir. Resmî Gazete ’de yayımlanan değişiklikle, yönetmeliğin “genel şartları” düzenleyen maddesine “İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi, ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara yer verilemez” cümlesi eklendi. Genelde üniversiteler gibi kurumlarda, özellikli niteliklere sahip kişilerin amaca uygun olarak, kendi alanının en iyileri içinde özenle seçilmesi gerekir. Aday arayışı özerk üniversite marifeti ile, ihtiyaç duyulan alan, kadro derecesi belirtilerek Basın İlan Kurumu aracılığı ile ilan edilerek ilgililerin bilgisine sunulur. İlanlarda, aranan öğretim üyesinin çok (kişiye) özel eğitim ve çalışma alanı ayrıntılı bir biçimde tanımlanmadan verilmesine özen gösterilir. Ancak neredeyse “kişinin ayakkabı numarası” yazılı diye basının “tiye” aldığı bazı ilanlarda, bu kadar da olmaz dedirtecek şekilde, alınacak öğretim üyelerinin adı da önceden yazılmıştı, hatta büyük bir skandala imza atılan bu ilanda alınacak adayların isimlerinin yanında çeşitli notlar da alınmıştı. Anlıyoruz ki ilan kurum kültürü ciddiyeti ile dikkatlice hazırlanmamış ve hiç kimse okumadan basın ilana gönderilmiş. Basın ilan ve gazetedeki sorumlular da okumamışlardır ilandaki bilgileri. Sayısız örneklerden sonra, YÖK’ün 9 Mart 2021 tarihli resmî gazetede yayınladığı önemli, ancak yetersiz yönetmenliği çerçevesinde; Araştırma görevlisi ve Öğretim üyesi alımlarında üniversitelerin niteliğine ve saygınlığına zarar vermeyecek, liyakate dayalı nitelikli ölçüte kavuşturacak bir düzenleme gerekiyor. YÖK’ün de rahatsız olduğu, kayırmacılığın giderilmesi ve yapılan düzenleme olumlu, fakat hem yetersiz hem de sorun çok derin. YÖK’ün yönetmenliğinin de altının doldurulması için ölçüt getirmek gerekir. Tabii öncelikle üniversitenin ne olduğunun temelden bilinmesi, ona göre de ölçütlerinin belirlenmesi ve benimsenmesi gerekir. Üniversiteler bilimsel yöntemler ışığında araştırmaların yapılıp bilginin üretildiği ve yayıldığı, bilim, felsefe ve her türlü düşüncenin en üst düzeyde kabul görüp özgürce tartışıldığı, öncelikle ülke ve insanlarının karşılaşabilecekleri sorunları önceden fark edip gerekli önlemleri belirleyen, insanların gelişimi ve refahını arttıracak yeni araştırmaları kendine amaç edinen özerk kurumlardır. Üniversite ortamı, ortalama bilgi ve kültür alt yapısı üzerine ulaşmış, felsefi tartışma (bilgi sever) ve analitik düşünmeyi öğrenmiş, araştırma ve sorgulama becerileri gelişmiş, çağının en üst düzeyde yetkinliklerini kavramış, sorumluluk almaya hazır ve sorun çözme metodolojisine sahip nitelikli insanların bir araya geldiği bir ortamdır. Üniversiteler, siyasetin kişilerin gönül düşüncelerinde var olduğu bilinen, ancak olay ve olgularda objektif olarak her zaman doğa ve insandan yana taraf tutan evrensel kurumlardır. Bilim insanlığı bu bağlamda bir meslek değil, tüm benliğiyle benimsenmiş özel bir yaşam tarzıdır/ biçimidir. Bilim insanı, dünyanın her yerinde, bulunduğu konum ve görevi (misyonu) gereği, temelde bilinenlerden ve bilinmeyenlerden yola çıkarak, yeni bilgi ve düşünceleri üretme, ürettiklerini toplum yararına söyleme, yazma ve uygulama hakkına, doğal olarak sahip olan kişidir. Bilim insanının en önemli özelliği, salt bilgi üretmenin ötesinde, ürettiği bilgiyle ilgili olgu ve olayları tartışma ve yorumlama birikimi ve becerisine sahip olmasıdır. Bu nedenle, evrensel ölçekte akademik kadrolar oluşurken aşağıdan yukarıya doğru bütün aşamalarda liyakat, bilgi, yaratıcılık, analitik ve eleştirel düşünce becerilerine sahip olma, sorumluluk alma gibi birçok kriter değerlendirilir. Geçmişte yapılan araştırma görevlisi sınavlarında ezbere değil, çok yönlü sınav soruları ile adayın bilgiye ulaşma ve bilgi üretebilme becerisi belirlenmeye çalışılmıştır. Sonra da sözlü sınav ile kişinin amaç ve hedeflerinin olup olmadığı, analitik düşünme becerisi ölçülürdü. Akademisyen Sınavlarında kişinin alan yeterliliği kadar, sorumluluk alma yeni bir şey söyleme, kuruma yeni bir bakış açısı kazandırması da işin doğası gereği aranmıştır. Bu da ancak özerk kurumlarda gerçekleşebilir. Bilim İnsanı Seçiminde Nelere Dikkat Edilir? Bilim insanı seçiminde kişinin her yönü ile irdelenmesi önem taşımaktadır. Duygusal zekâlı sorun çözebilme becerisi, bilgi düzeyi yanında sosyal ve kültürel birikimi de rol model olması nedeniyle önemsenmektedir. Üniversiteye alınacak bilim insanı seçiminde insani yönü, kişilerin duyguları ve beklentileri elbette önem taşımaktadır. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurum kültürü yerleşmediği ve üniversite bir işyeri gibi görüldüğü için, bilim insanı adayını belirleme sürecinde istenmeyen tartışmalar yaşanmaktadır. Tıpta uzmanlık sınavlarında geçmişte yaşanmış sorunlara çözüm olarak, başta Tıp Fakültelerine merkezi sınav TUS ile uzman alımı çok tartışılmış ve diğer fakültelerde de Lisansüstü ve akademik aşamaya başlamada LES, ALES ağırlık puanı sürece katılmıştır. Ancak bu sefer de basına yansıyan haberlerde, ÖSYM sınavlarında soruların çalınması sonucu, çok sayıda kişinin hak etmeden başkasının önüne geçtiği belirtiliyor. Hak etmedikleri halde başkasının önüne geçmekle kalınmıyor, aynı şekilde önemli kurumların köşe mevkilerini tutan bu insanların çalıştıkları kurumları da çalıştırmadıkları sıkça vurgulanmaktadır. Açıkçası işin doğasına uygun doğru kişi belirlemede ne ölçü getirebildik ne de haksızlık yapmamayı öğrenemedik. Bu da bugün yaşadığımız birçok sorunun temelini oluşturmakta, yansıması ise az gelişmiş bir toplum görünümüdür. Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar basına çok sık yansımaktadır. Üniversitelerdeki akademik kadrolara torpilli kişilerin alınması üniversite gibi bilgi, analitik ve soyut düşünme yeteneği, çalışma azmi gerektiren kurumlara ciddi zararlar vermektedir. Eğer insan yetiştirecek, her yönü ile nitelik sahibi olması gereken bilim insanınız yetersiz ise, orada ülkenin geleceği için gerekli nitelikli insanların yetiştirilmesi de imkânsız olacaktır. Üniversite ve Akademik Kadrolar Bilgi ve Liyakati ile Örnek Olmalı ve Güven Duyulmalı Kamuoyuna yansıyan haberlerde, kadrolara alınan kişilerin akademik kaygılar ve toplumun bilim ve eğitim düzeyini yukarı taşımaktan çok güvenilir bir iş arayışı ve statü arayışına girdikleri görülüyor. O zaman bu anlayışın üniversiteleri iyi üniversite değil, devlet dairesine dönüştürdüğü algısı oluşuyor. Bilim, araştırma, sanat ve eğitimi geliştirip yüceltecek nitelikli insanları daha üst perdeden, işin niteliğine göre seçerek ülkenin nitelikli insan gücü oluşturmamız için ölçüt geliştirmemiz gerekir. Sıradan halkın çocuklarının cumhuriyetin yarattığı fırsat eşitliği sayesinde, eğitim yolu ile, aşağıdan yukarıya doğru yükselmesinin mümkün olduğu güvencesi öğrencilere verilmelidir. Genç akademisyenlerin kadroya alımında, seçimi ve hak ediyorsa, hakkını hiçbir dış etkiye bakılmaksızın alacağı duygusu mutlaka verilmeli. Ona göre öğrenciler lisansta, varsa hedeflerine uygun olarak çalışmalıdırlar. Yoksa başta üniversiteler yaratıcılıktan ve yenilikten uzak birer kuru ağaç görünümüne dönerler ki bunun hiç kimseye faydası olmaz. Akademik Kadroların Oluşmasında Üniversite Teamülleri Ve Liyakatin Önemi Bölümlerde boşalan akademik kadro veya yeni alınacak öğretim üyesi için ilgili kadro ilanla aranır. Kimin ve nasıl atanacağı çok uzun ve kritik incelemelerle, akademik CV’ler ve sınavlar sonrası, bölüm akademik kurulunun titiz sorgulaması sonucu belirlenir. Açıkçası duygusallık yerine, akıl süzgeci ve bilimin geleceği dikkate alınmaktadır. Üniversiteler akademisyen seçimini doğru yaparsa eminim ki kendi bölüm başkanını, dekanını ve rektörünü de doğru seçecektir. Bugün yaşanan birçok tartışma da kendiliğinden sona ermiş olur. Üniversitenin dinamikler yerine, işin doğasına ve yetkinliğine uygun olmayan akademik kadrolar ile gideceği yer buradan daha ilerisi olmayacaktır. Son TÜBA 2020 ve YÖK bildirimlerinde de anlaşıldığı gibi, ülkemizin bilimsel verimliliği, akademik başarısı ve uluslararası kredisi düşüktür. Türkiye üniversiteleri nicel büyümesini tamamladı ve kaliteye önem verme yol ayrımında. Artık ciddi akademik ölçütler geliştirme zamanı geldi ve geçiyor. 21. Yy da çağının gerisinde kalmayı istemiyorsa konunun doğasına uygun uluslararası ölçütlere göre yürütülmesi gerekir. NE YAPILABİLİR? Lisans Üstü Araştırmacı Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri Akademik yaşamın en çok öğrenilen ve üretilen dönemini doktora eğitimi sağlamaktadır. Bu dönemde çok yönlü bilimsel metodoloji, bilim tarihi, bilim felsefesi eksenli bir eğitim yanında nitelikli araştırma yapılmaktadır. Asıl olan doktora olup diğer unvanlar bu eğitimde kazanılanların üzerine eklenen bilgi, beceri ve birikimler sayesinde kazanılmaktadır. Lisansüstü eğitime alınacak adayların belirlenmesinde mevcut ALES sınavı amaca uygun kişinin akademik yeterlilikleri yanında, akademik önceliklerini de belirleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Ezbere kitap bilgisi değil, kişinin yaratıcılığı, arzu düzeyi, sahiplenme duygusu, algı ve geleceğe bakışı de değerlendirilmelidir. Bölümlerin Araştırıma Görevlisi Kadroları Gelecek Planlamaya Göre Belirlenmelidir. Fiks Sınav Tarihleri Seçicilik İlkesi ile Çelişmektedir. Mevcut durumda Ar-Gör kadroları için verilen ilanlarda “uygun adayınız yoksa ve kadroya uygun aday bulunmamıştır” dediğiniz anda bir başka zaman aynı kadroyu kullanamıyorsunuz. Aslında kadro her zaman birimin kadrosu olarak kalmalı, uygun aday bulunduğu zaman kullanılmalıdır. Eğer uygun aday yoksa başka şansınız yok anlayışı mutlaka değişmeli. Bu durumda istenmeyen kişiler Ar-Gör kadrosuna alınmaktadır. Ar-Gör alımı için fiks sınav tarihine esneklik getirilmesi gerekiyor. Birçok sınavda zorunlu olarak, aranan yeterlilikler sağlanmadan, kadromuz yanmasın diye, adayların alındığı sıkça belirtilmektedir. Ar-Gör ilanlarında ilanlar herkese açık genelleştirilmeli. Sınavlar nitelikli yapılmalı, uygun aday belirlenmemişse başak sınavlar yeniden düzenlenebilmelidir. Öneri olarak, ilk kadroya alınmada çıta biraz seçici olarak yüksek tutularak, ALES sınav başarısı 75, yabancı dil bilme düzeyi en az 60 puan şartı aranabilir. Mümkünse dil sınavı test yerine yazılı ve konuşmayı da içermelidir. Öğretim Üyeliği Kadrolarına Atama İlkeleri Uluslararası Ölçeklere Yakın Olmalı. İlk Kadro Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri Birçok gelişmiş ülkede, doktora sonrası belirli bir süre izlenen potansiyel adaylar daimî kadroya Doçentlik unvanı ile ders veren sıfatı ile kadroya alınır, bizdeki eski Yardımcı Doçent. Bugün öğretim üyesi alımlarında üniversitenin kendi akademik atama kriterlerine göre ilan ve arkasında bir dizi arama faaliyetleri ile seçilerek kadroya alınılır. Her şeyden önce adayın doktora konusu, doktoradan üretilen yayınlar, doktora sonrası post-dok süreci, yayınları, deneyim ve başarılarını yansıtan CV’si belirli komisyonlarca incelenir. Potansiyel adaylar akademik kurul üyeleri ile tanışır, adayın mutlaka çalışmaları ekseninde seminer vermesi istenir. Seminer kişinin ders anlatmanın ötesinde, konuşma kabiliyeti, bilgi düzeyi, bilimsel idealarını belirlemede önemli bir ölçüt oluşturmaktadır. Sonra da seminere katılan öğrenci ve hocaların kararı dikkate alınmaktadır. 11 Ekim 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde Tolga Candaş’ın görüştüğü, Nobel Kimya ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar “Hatırlıyorum ABD’de ilk denememde bir öğrenci çocuğunun “Onu ilk gemiye koyup Türkiye’ye geri yollayın” dediğini hatırlatmıştı. Ülkemizde bence uygulamaların yapılması için hiçbir engel bulunmamaktadır. Akademik kadroya alınacak kişinin sağlanacak imkanlarla en az bir yıl yurtdışı bir kurumda araştırma yapmış olması, Q1 derecesindeki dergilerde makalesinin olması, uluslararası kongrelerde sözlü sunum yapmış olması akademik kalitenin sağlanması ve artmasına ciddi katkı sağlayacaktır. Doçent ve Profesör Kadroları Araştırmacı Alımında Aranacak Ölçüt Önerileri Doçent kadrolarında belli ölçütlerin olması mutlaka sağlanmalıdır. Avrupa’da halen doktora derecesinden sonra “habilitasyon” adlı bir bilimsel bir araştırma ve tez hazırlanma süreci daha bulunmaktadır. Habilitasyon çalışması doçentlik sınavı karşılığı olarak, Avrupa ve Asya ülkelerinde en yüksek seviyeli akademik sınav olarak uygulanmaktadır. ABD'nde doçentlik bir bakıma üniversitede akademik özgürlüğü güvence altına alan "tenure", ömür boyu iş garantisi şeklinde de değerlendirilebilen yükselme anlamında değerlendirilmelidir. ABD’de Doçentliğe giden süreç üniversiteden üniversiteye değişmekle birlikte 6 ve 7 yılın sonunda, üniversite kendi ölçütlerine göre doçentlik koşullarını belirler ve yetkin profesörler adayın dosyasının üniversite ölçütlerine uygun olup olmadığını Değerlendirirler. Ülkemizde merkezi bir sistemle belirlenen yabancı dil bilgisi ve minimum sayıda makale sunan adaylar doçent olmaya hak kazanmaktadır. Bazı üniversiteler kendi kurallarını koymakta, ancak çoğu zaman konu mahkemelere yansımaktadır. Türkiye’de de mutlaka “habilitasyon”, benzeri geçmişte uygulanan doçentlik tezi, deneme dersi yanında üniversiteler akademik kalite çıtalarına uygun olarak akademik kadrolarını belirlemelidirler... Profesörlük Kadroları: Doktora ve doçentlik süreçleri nitelikli olmadığı zaman profesörlükte eleştiri konusu olmakta ve değişik sorunlar yaşanıyor. Bazı profesörlerin yetersiz bilgi ve önyargılarla yaptıkları açıklamalar basın ve kamuoyunda ciddi eleştirilmektedir. Bunları engellemek için profesörlük unvanının da daha sıkı elemeler ve ölçütlere dayandırılması düşünülmelidir. Doçentlikten sonra 5 yılını tamamlamış, Üniversiteye ne tür yenilik getireceğini bilmeyen, herhangi bir ideası ve hipotezi olmayan, nitelikli bir dosyası olmayan ve herkese profesörlük kadrosu verilmemeli. Hele araştırma üniversitesi ideasındaki yerleşik üniversitelerin çıtayı artık yükseltmesi, kaliteden taviz vermemesi, üniversitenin topluma güven vermesi bakımından önemlidir. Üniversitenin kurucu fakülteleri ve birimlerin akademik kadro ilkelerini çoktan ölçütlere bağlamış olması beklenir. Ayrıca akademik kadro başvurularını değerlendirecek jüri üyelerinin belli bir birikimi ve yayınının olması gerekir. “Herhangi bir makale yazmamış, bir tane bile TÜBİTAK projesi yazmamış veya katılmamış kişiler jürilerde görev almamalı. Dünyanın hiçbir yerinde kimse bu kişileri bırakın jüri üyeliği, kadroya bile almaz. Akademik Kadroların Göreve Yükseltilmesinde Jüri Üyelerinin Akademik Yeterliliği Aranmalıdır Öğretim üyesi jürileri ve dosya değerlendirmede 3 değil, en az 6 jüri üyesi (3 üye kendi kurumu, 3 üye yurtiçi Üniversiteler) olmalı. Üniversitelerden, Liyakate dayalı hak edene hakkı verileceği duygusu yaratılmayıp nepotist yaklaşımlar engellenemezse toplumun güveninin kaybolacağı bilinmelidir. Son olarak, üniversitelerimiz ve bilim kuruluşlarımızın uluslararası konuma ve saygınlığa kavuşması hepimizin dileğidir. O zaman bugün yaşanan pek çok sıkıntı, dekan ve rektör atamaları da çok az konuşulur olacaktır. Ülkemiz üniversitelerinin özerk konumu ile desteklendiği taktirde dünya çapında nitelikli bilim ve araştırma yapacak kadroları üreteceğine olan inancım tamdır. Yeter ki bilim ve üniversite kendi bilim işleyişi doğasına uygun ortam bulabilsin. * Prof. Dr. İbrahim Ortaş, iortas@cu.edu.tr

  • Ölü Bir Sincaba Ağıt

    Akçakavaklar pamuklamaya başladığında tüylü görkemli kuyruğu, titrek bıyıkları, sincabı rengiyle ilkbaharın cümbüşüne katılırdı. Bodur meşelerin ve ulu gürgenlerin altına oturduğumuzda, meşe palamudu ve çam kozalağı stoklarının kıyıda köşede kalmış son taneciklerini küçük ön patilerinin arasına alıp kemirirken, üstümüze kavak pamukçuklarından haziran karları yağdırırdı. Birden, okuduğumuz kitabın sayfaları arasına düşen bir palamut parçasından, yarısı dişlenmiş bir fındıktan, mevsimsiz bir kozalaktan anlardık orada olduğunu. Sokağın köşesindeki mahalle fırınından aldığımız, ninelerimizinkini anımsatan kurabiyelerden küçük parçalar koparıp ağacın tam dibine koyar, sessiz ve hareketsiz beklemeye başlardık. Şimdi, körpe dalların, taze yeşil yaprakların arasına gizlenmiş, kuyruğunun ucundan bıyıklarına kadar dikkat kesilmiş, çevreyi, bizi ve asıl kurabiye kırıntılarını gözlüyordur. Küçücük boncuk gözleri ışıl ışıl, zaman zaman ürperen, ürperdikçe harelenen kürkü pırıl pırıldır. Birazdan, bol tüylü ünlü kuyruğu havada, dört küçük ayağı ve tırnaklarıyla ağacın gövdesine tutunarak, hızlı, ürkek ve çevik, inecek aşağıya. Kurabiye kırıntılarını ön patileri arasına alıp küçücük kafasını huzursuz bir dikkatle bir o yana bir bu yana çevirerek kemirecek. Sonra, sessizliği bozan ilk yaprak hışırtısında, ilk dal çıtırtısında ya da bir kuşun kanat çırpışında, şimşek gibi tırmanacak ağaca. Yapraklar arasında uçuk bir kızıl kahve renk, incecik bir dal çıtırtısı, havada asılı kalan bir ürkeklik, birkaç ağaç ötede bir küçük çocuğun sevinç çığlığı olacak. Baharın ilk güneşiyle birlikte, dünyayı değiştirmenin sırlarını saklayan ders notlarını, kitapları -diyalektiğin üç kuralı, beş yasası; devrimin genel geçer yasallıkları; strateji, taktik. -koltuğumuzun altına sıkıştırıp kenti çevreleyen ormanlara, parklara, güneşli çayırlara çıktığımız; yaşamayı, dünyayı, tarihi, insanı, kendimizi müthiş ciddiye alıp geleceğinden asla kuşku duymadığımız bir devrimin öncüleri olmanın tüm yükü omuzlarımızda, dersten derse, konferanstan konferansa, kitaplıktan kitaplığa koştuğumuz; inancımızın amentüleri olan kitapları sayfa sayfa, satır satır didiklediğimiz ve hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkıveren bir dostluğu ilmek ilmek, duygu duygu, anı anı örmeye, beslemeye, büyütmeye çalıştığımız günlerden kalan ufacık, ürkek, güzel bir sincap... Anımsıyor musun? Ulu ağaçların nefti gölgesinin düştüğü karanlık, rutubetli, esrarlı avlulara bakan penceremizin önündeki yeşil örtülü çalışma masamızın soluk ışığı geceyarılarmı aşardı. Yüreğimizde, birbirimizle bile paylaşamadığımız bir kuşku, bir heyecan … “Dönebilecek miyiz? Nereye? Ne zaman?” Kışlada savaşı bekleyen askerler gibi iğne üstünde, huzursuz, ama göreve hazır; yatılı okul öğrencileri gibi haşarı, taşkın; uzun Rus kışlarına hazırlanan sincaplar gibi ciddi; baharla birlikte akçakavaklardan dökülen bembeyaz haziran karları gibi hafif; ilk müminler gibi coşkulu ve inançlı; doğru yanda olduğumuzdan, gerçeğin ve geleceğin anahtarını elimizde tuttuğumuzdan, tarihi değiştireceğimizden emindik. Anımsıyor musun? On yıl, yüzünü değiştiremedi, sesini de. Sadece, bir an sonra yüzünü aydınlatacak pırıl pırıl bir gülüşün; neşeli, güvenli, biraz da alaycı sözlerin habercisi o belli belirsiz bezgin ifade, bir daha sökülmemek üzere yerleşti bakışlarına. Uzun, yorucu bir günden, bitip tükenmez tartışmalardan, didişmelerden sonra, dudağının kenarına bir saniye konup hemen kaybolan bezginlik, şimdi özenli bir makyaj gibi oturmuş yüzüne. Seni en çok o zamanlar, anlık yenilgiler, geçici teslimiyetler yüzüne, gözlerine, bakışlarına yansıdığında severdim. Sesini değiştirmemeye çalışırdın. Yine de dudağının ucunun hafifçe bükülüşünden, kaşlarını başındaki ağrıyı kovmak istercesine yukarı kaldırışından, bakışlarından anlardım. Kim bilir kime, hangi kalın kafalı inatçıya kızmışsındır! Sen, gün gibi açık, sapasağlam, tartışma götürmez doğrularımızı ne kadar anlatmaya çalışırsan çalış, o taş kafa anlamamıştır. Bıkkınlık çökmüştür üstüne, yorgunsundur … Sana uysal bir görünüm veren bu yorgunluğu severdim. Yenilgiler, bıkkınlıklar kısa süreli, anlık olurdu zaten. Kaçınılmaz bir zafere yazgılı askerlerin umursamazlığı içinde, sonuna kadar güvenli ve küstahtık. Birkaç dakika sonra ince mizahın ve en muzip sesinle sorardın: “Hemşire, şu cansıkıcı münasebetsiz adamı da huzura kavuştursak mı acaba?” Aramızdaki dostluk, yakınlık parolası, güzel şaka … Konuklarını ahududu likörüne kattıkları arsenikle zehirleyip “huzura kavuşturan” iki yaşlı kızkardeşi taklit etmek için, sesimi incelterek karşılık verirdim: “huzura kavuşsun hemşire! Ben ahududu likörünü kadehlere doldurayım … ” Gizli bir köşeden çıkardığım; kuyruklarda saatlerce bekleyerek, bin bir çabayla elde edilmiş konyağı, ince belli çay fincanlarına doldururken birbirimize bir göz atar, gülüşürdük. Çay rengi konyak kadehlerimizi tokuştururken, budalaca bir yasağa karşı çıkmanın tadı Ermeni konyağının kuru üzüm ve kayısı kokusuna karışırdı. On yıl, saçlarının rengini değiştiremedi. Bal rengi, güneş vurduğunda yakamozlu. Dobra dobra bir eleştiriyi ya da iğneli bir şakayı yumuşatmak için attığın o küçük, telaşlı kahkaha da yerli yerinde. Mutfakta, bir yandan akşam rakısına eşlik edecek mezeleri birlikte hazırlar, bir yandan konuşup tartışırken, aynı yüz, aynı ses, aynı gülüş, aynı kendinden emin, biraz iddiacı, sevimli, şirret tavır … Aynı mı? Peki sırtımdaki bu ürperti, yüreğimdeki bu sinsi korku – seni yitirme korkusu – bu her sözü bir kez daha açıklama gereksinimi, bu yabancılık, uzaklık da ne? Sarmısakları tuzla ezdiğim çatalı tabağın içine bırakıp gözlerini arıyorum. Gözlerin yanıltmaz, gözlerin bana yalan söyleyemez … Bıkkınlığın, kanıksamışlığın, kaçaklığın gözlerinin içine, bakışlarına yerleştiğini hınzırca biliyorsun, ama umursamıyorsun. Her zamanki gibi neysen O’sun; saklamıyorsun. Aksine, üstüne üstüne gidiyor, şimdi de yenilgine meydan okuyorsun. Cılız bir umutla soruyorum: “Hani bir sincabımız vardı, anımsıyor musun?” Yumuşacık, usul bir yel geçiyor aramızdan. Bir fındık yere düşüyor. “Havada asılı kalan ürkek bir güzellik.” Elimizi uzatsak yumuşak, tüylü kuyruğunu okşayacağız sanki. “Hayal meyal hatırlıyorum. Budalalar gibi ‘ders çalıştığımız’ parktaydı. Şimdi düşünüyorum da, amma havaya girmişiz. Üstelik en sersemleri de biz değildik hani! Devrimin genelgeçer yasalarını ezberlerdik … ” O çok tanıdık, çok sevgili, alaycı, acımasız küçük kahkaha … Sonra alabildiğine hırslı, sert, buruk: “Genelgeçer değil, delergeçer yasalarmış meğer … Kaybolmuş yıllarımızdı. Budalaca imandı. Beynimizi, yüreğimizi, ahlakımızı başkalarına teslim etmeyi marifet saymaktı … ” Sussan, bu kadar acıtmasan; böylesine ezip yok etmeye çalışmasan ortak kimliğimizi. Bir daha asla geri dönülemeyecek, asla yeniden başlanamayacak, değiştirilemeyecek ve unutulamayacak geçmişimizi inkarda bu kadar ödünsüz, kesin, gaddar olmasan … Bu huyunu bilirim. Daha çok acıtmak istiyor şimdi. Sonuna kadar gitmek; sağlam, güzel, sevmeye değer hiçbir şey bırakmamak; sincabı, ahududu likörünü, umutları, dostluklarıyla, ortak geçmişimize ait ne varsa yok etmek, silmek… “Sen bir de İspanya iç savaşı diye tutturmuştun o sıralarda. Neydi İspanya iç savaşı, şimdiki aklımızla bakacak olursan? Romantizmden ve ‘devrimcilik’ten kurtulup da biraz eşeledin mi, komünistlerle anarşistlerin, birbirlerini falanjistlerden daha fazla öldürdüklerini görürsün. 17 neydi peki? Buz gibi darbecilik. Bir avuç serdengeçti; hani şu öncüler!.. Biz de öncüydük ya! Al sana devrimin genelgeçer yasaların. Sincaplı parkta onları ezberledik. 70 yılda böyle gümbür gümbür çökeceği de yazılı mıydı o yasalarda?” Ezilmiş sarmısakları cacığın yoğurduna katarken, nedense, çok eskilerde, yıllar öncesinde, çocukluğumda kalmış bir olayı -hayır, bir duyguyu-anımsıyorum… ( Oturduğumuz küçük kasabadaki tek oyuncakçı dükkanının prensesi, gözleri kapanan, sarı saçları bukle bukle omuzlarına dökülen bebeği çok istediğimi, kimselere, teyzeme bile söylemeye cesaret edememiştim. “Paramız yok o kadar,” sözünü duymaktan nefret eder, korkar, utanırdım. Çocuk ayaklarıma söz geçiremeyip dükkanın önünden her geçişimizde burnumu dakikalarca vitrine dayamamdan anlamışlardı yine de. Bebeğin doğum günümde alınacağını söylediklerinde inanmamış, kandırıp alay ettiklerini sanmıştım. “O kadar istemiyorum, zaten paramız yetmez,” diye mırıldanmıştım çocuk gururumu koruyabilmek için. Yine de, doğum günü sofrasına oturup annemin özenerek yaptığı, üzerinde altı mum yanan pastanın mumlarını üflemeden önce, kimselere belli etmemeye çalışarak gözlerimle bütün odayı tarayıp, büyük güzel bir kutu aramaktan alamamıştım kendimi. Babam üzgün bir sesle: “Bebeği bu doğum gününde de alamadık, o kadar paramız yoktu,” demişti. İçim ezilerek, dişlerimi sıkarak susmuştum. Pastanın mumlarını hırsla, bir nefeste söndürmüş; annemin çok kızacağını bile bile, çikolatalı pastayı beyaz sofra örtüsüne düşürmek için özel çaba göstererek ellerimle yemeye koyulmuştum. Babamın sofradan sessizce kalkıp yatak odasına gittiğini, elinde büyük bir karton kutuyla döndüğünü, yapmacık bir zafer nidasıyla, “Aaa, işte senin bebek buradaymış,” dediğini anımsıyorum. O anda içimde duyduğum korkunç öfkeyi, çaresiz acıyı, kendimi yerlere atılıp tekmelenmişçesine aşağılanmış hissedişimi anımsıyorum. Hiç sesimi çıkarmamıştım. Ne alamadıklarını söylediklerinde, ne de küçük kızlarını büyük özveriler pahasına sevindirmiş olmaktan duydukları gururla kutuyu elime tutuşturduklarında hiçbir şey dememiştim. Mevsimsiz soğukların yaşandığı yağmurlu, kasvetli bir sonbahar günüydü. Kış erken gelmişti; demir soba köşede çıtır çıtır yanıyordu. Kutuyu hiç açmadım; bebeğin yüzüne bir kez olsun bakmadım. Bir kez yüzünü görürsem, kucağıma alırsam yapamayacağımdan korkuyordum çünkü. Kutu kollarımda, sobaya doğru ağır ağır yürüdüğümü, sobanın alt kapağını açıp, kutuyu zorlana zorlana sobaya tıkmaya çalıştığımı, elimin yandığını, babamın ürkmüş -ama anlamış-bakışlarını; annemin çığlıklarını, “Ben demez miydim size bu yumurcak deli diye! Seni değer bilmez şımarık seni!” Ve sobanın açık kalan kapağından dışarı taşan alevleri, kıvılcımları, ama en çok da içimdeki o karşı konmaz öç alma duygusunu -Hayır, beni ezdikleri için onlardan değil, ezilmeye meydan verdiğim için kendimden öç alma isteği - kendime acı vermekten, en sevdiğim şeyi yok etmekten duyduğum zevki, çocukluğumun en büyük hayalini yok ederken tattığım o kurtuluş ve özgürlük duygusunu anımsıyorum. “Tıpkı bebeği sobaya attığım andaki ben gibisin.” Yüksek sesle mi söyledim bunları? Duydun mu, bilmiyorum. Cacık tamam, salata da… Sofrayı kuralım yavaş yavaş. Tabaklar burada, kadehleri içerideki dolaptan alır mısın? Gündelik, zararsız konularda kalalım ki yabancılık, uzaklık, acıtma isteğin daha da artmasın. Mutfak kapısına dayanıp duruşun, ne üzgün, ne trajik, ne ciddi, hatta denebilir ki biraz muzip, hafifmeşrep, umursamaz, pürüzsüz sesin … “Bir şey söylesem inanır mısın? Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hele birilerine öncülük etmek, hiç! Çok yaşamayı da düşünmüyorum zaten. Altmışı, altmış beşi buldum mu, bir kadeh ahududu likörü … Hık!.. Huzura kavuşurum … ” Yılların tünelinde yankılanan muzip, neşeli, genç bir ses: “Hemşire, şu adamı da huzura kavuştursak mı acaba?” Çay fincanlarında gizlice içilen kayısı kokulu bir konyak. Dışarıda lapa lapa yağan kar … O çok sevdiğimiz altın yaldız renginde kubbeler … Ürkek bir umutla, can çekişen küçük bir kuş gibi çırpınan bir yürekle gözlerini arıyorum. Gözlerin, her şeyin kötü, tatsız bir şaka olduğunu hemen belli eder. Ama yüzünde, bakışlarında, küçücük bir bezginlik çizgisi, o anlık, geçici bıkkınlık gölgesi bile yok. Yüzün açık, duru, gölgesiz, dingin. Meydan okumanın, hayatı yenmenin yeni bir biçimi, yenilgiye teslim olmamanın, yenilgiyi yenmenin bir başka yolu belki. Yakın mısın, uzak mısın, dost musun, düşman mısın, bilmiyorum. Seni eskisi kadar seviyor muyum, sevmiyor muyum bilmiyorum. Orada öyle mutfak kapısına dayanıp durmuşsun. Omzunda tüylü güzel kuyruğu, ürkek zeki bakışlarıyla Gorki Parkındaki sincap. Çayırın üstüne bağdaş kurmuş, Devrim Tarihi kitabımızı önüne açmışsın. Daha her şey yerli yerinde. Ne duvarlar, ne inançlar yıkılmış; ne yıldızlar, ne heykeller, ne umutlar parçalanmış. Yüzüne zaman zaman o bezgin anlatım gelse de -Şu sıcak günlerde otuzundan, kırkından sonra böyle ders çalışmak! -ilk yaprak kıpırtısında, sincabın daldan dala ilk sıçrayışında, ya da yaptığım bir şakada aydınlanıveriyorsun. Yaşama sevincimiz her türlü yorgunluğu yeniyor. “Hemşire, şu parti tarihi hocasını huzura kavuşturalım mı, ne dersin?” Sincap ürküp omzundan yere atlıyor. Bir fındık kapıp şimşek hızıyla tırmanıyor ağaca. “Havada asılı kalan bir sincap anısı…” Uzanıp elini tutuyorum. Gorki Parkının sincabı daldan dala atlıyor durmadan. “Hadi gelin, geç kalacağız …” Kolundan çekiyorum, sincap yine omzunda. Aydınlık, yeşil bir zaman tüneline dalıyoruz. İstanbul tepelerindeki gecekondu mahallelerinden, yarı çıplak çocukların oynadığı tozlu yollardan, greve durmuş fabrikaların önlerinden hızla geçiyoruz. Başlarımızda beyaz örtüler, ellerimizde ölü resimleri, Dolmabahçe’den Taksim’e yürüyoruz. Sokağa çıkma yasağı gecelerinde, 12’ye beş kala, yüreğimize yapışmış buz gibi bir korkuyla bir ev arıyoruz. Sincabın yüreği mi, bizim yüreğimiz mi bu atan? Korkuyu yenmek gerek, acelemiz var, yapacak işlerimiz var. Korku dehlizlerindeyiz, kaçağız, yorgunuz, gizlenecek kuytu bir yer arıyoruz. Kolundan çekiyorum, korkulu, ama umutlu yılları aşırıyorum sana. Sincap hep omzunda. Birlikte öte yana atlıyoruz. Bak bu meydanı tanırsın, bu nehre bakan tepeleri, şu kubbeleri, şu uzakta parlayan yıldızı, şu insanı ezen binaları, anıtları… Kar yağıyor, cebimizde sıcak kestaneler ve kuyruklarda itile kakıla bekleyip aldığımız küçük konyak şişemiz, Leningrad’ın köprülerinden, kanallarından geçiyoruz. Biraz daha hızlı gidelim, arada ayrılıklar var, atlayalım onları. Madrid’de alabildiğine büyük taş bir meydandayız şimdi. Oradan Granada’nın yasemin kokulu bahçelerine uzanıp taşın şiir oluşunu, mermerin tül oluşunu seyrediyoruz. Rengarenk çarşılarda dolaşıyoruz, bana çiçekli bir kedi hediye ediyorsun. Hızlı, biraz daha hızlı ne olur! Akropol’den inerken mor salkımlı çardaklı bir meyhane vardır, güneş batmadan yetişelim. Sen Nehrinin köprülerinden Notre Dame’ı seyrederken sincap yine omzunda. Oslo’da Vikinglerin gemilerine binip kar altındaki Norveç kırlarına, tahta kiliselerin ıssız dinginliğine kavuşmak şimdi bize gereken. Buz tutmuş fiyordlardan Nerya mağarasının duvar resimlerine, oradan Luvar Nehri kıyılarına, su şatolarına ulaşıyoruz. Roma’da aslanlara atılan ilk Hıristiyanları düşünürken suskunuz. “Biz de tıpkı onlar gibiydik…” Elini daha sıkı tutuyorum. Sincap omzunda ürkek duruyor. Kuzey denizlerinin kurşuni, yabancı sularından dönen sarı yağmurluklu balıkçıların, tanımadığımız, bir türlü sevemediğimiz bu denizlerin balıklarını teknelerinden indirişlerini seyrediyoruz. Kolundan çekip, bir yerlere, yeni kıyılara varmak için çılgınlar gibi koşturuyorum seni. Denize yüksekten bakan beyaz İspanyol köylerini, Toskana’nın sonsuza kadar sıra sıra uzanan buğulu tepelerini, unutulmaz selvilerini, Etna’nın ateşli karlı doruklarını ardımızda bırakırken seni yitiriyorum. Sonra tam artık buluşamayacağımızı sandığımız anda tünelin ışığının yeşilden griye, griden mora döndüğü noktada Ravenna’nın ebemkuşağı mozaiklerinde, kurnalardan su içen mavi güvercinlerinde, serin taş meydanlarında karşılaşıyoruz. Frankfurt’ta garip bir pazarda Hint parfümlü kokulu, mor çiçekli ipek bir sarıya bürünüyoruz. Elinden son bir kez çekiyorum seni, sevgiyle, usulca. Zaman tünelini aşıp tanımadığımız çok sakin, çok mavi, çok uzak bir kıyıya varıyoruz. Yüzün, bunca uzun yoldan, böyle uzun bir koşudan yorgun, ağzının sol kenarında o küçücük bezginlik çizgisi… Sanki her şey eskisi gibi. Sincap yavaşça yere düşüyor omzundan. Havada, ölü bir sincaptan arta kalan hüzünlü boşluk … Kaynak: Ölü Bir Sincaba Ağıt, Oya Baydar

  • ANAMA

    Dokuz ay koynunda gezdirdi beni Ne cefalar çekti ne etti anam Acı tatlı zahmetime katlandı Uçurdu yuvadan yürüttü anam Anaların hakkı kolay ödenmez Analara ne yakışmaz ne denmez Kan uykudan gece kalkar gücenmez Emzirdi salladı uyuttu anam Anam doğurdu beni Sivas ilinde Sivralan Köyünde tarla yolunda Azığı sırtında orak elinde Taşlı tarlalarda avuttu anam Ben yürürdüm anam bakar gülerdi Huysuzluk edersem kalkar döverdi Hemen kucaklayıp okşar severdi Çirkin huylarımı soyuttu Anam Çocuğudum anam bana ders verdi Okumamı çalışmamı öngördü Milletine bağlı ol da dur derdi Vatan sevgisini giyitti anam Tükenmez borcum var anama benim Onun varlığından oldu bedenim Kimi köylü kızı kimisi hanım Ta ezel tarihte kayıtlı anam Veysel der kopar mı analar bağı Analar doğurmuş ağayı beyi İşte budur sözlerimin gerçeği Okuttu öğretti büyüttü anam Aşık Veysel

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 20. Sayı Güz 2009 "Ah ömrüm, Bilmez miyim!.. Güz yelleri eser daglarına, Kimi hala yaz tasır, kimi zemheri... nasıl da saskın... Zamanıdır, Hani ölümse ölüm; Bir daha görür müsün, görmez misin? Yeter ki yakıssın... Bozuk bir saat önünde Kurşuna dizilmek ister gibisin / Şenol YAZICI ... ... maviADA 20. Sayı Güz 2009 resme TIKLA

  • Anadolu İslamı’nda Hümanizm (*)

    Tehlikeli biçimde birbirine düşman eden cemaatçilik, genişleyen dünyayı tehdit eden bir öge olarak karşımızı çıkıyor. Cemaatçiliğin alternatifi evrensel bir beraber yaşama teorisi ya da inancı olabilir. Böyle bir amaca ulaşılabilmesi için 20. yüzyılda çeşitli modeller denendi. Özellikle Almanya’nın uygulamaya çalıştığı ve “multi-kulti” adı verilen çok-kültürlülük programının yarar sağladığını söylemek epeyce zor. Çünkü multi-kulti programı, başat (dominant) bir kültürün yanında yer almış kültür gettoları yaratılması sonucunu doğurdu. Azınlık içinde azınlık grupları yarattı. Olumlu ayrımcılık (positive discrimination) denilen olgulara yol açtı. Kısacası Alman federal ve eyalet hükümetlerinin büyük paralarla uygulamaya çalıştığı program, cemaatleşmenin önüne geçemedi. İslam dininin cemaatçilik ögesi de son zamanlarda çok vurgulanır oldu. Hatta İslam’da cemaatçiliğin kaçınılmaz olduğunu savunan görüşler ortaya atıldı. Peki, cemaatçiliğin önüne nasıl geçilebilir? Nasıl bir program bu tehlikeli kutuplaşmaları önleyebilir? Bu konuda Anadolu’da yüzyıllar önce yaşanmış ve bugün de izleri sürüp gelen bir geleneği hatırlatarak bazı sonuçlara varmak istiyorum. Bugün Türkiye mahkemelerinde 27 bin cinayet davası görülmekte. Çeşitli nedenlerle adam öldürmenin makul görülebildiği ve hatta zaman zaman insana şan ve şeref kazandırdığı geleneklere sahip olan Türkiye için şaşırtıcı bir sayı değil bu. Çünkü din uğruna, vatan, namus, ideoloji uğruna, hatta erkeklik uğruna cinayet işlenmesi geleneklere göre pek de utanılacak bir şey değil. Diğer suçlar ise cinayetle ölçülemeyecek kadar fazla sayıda. Ne yazık ki bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil. Suç ve şiddet, dünyanın değişik bölgelerine yayılmış durumda. Son zamanlarda Amerikan halkını dehşete düşüren çocuk cinayetleri de bunun göstergelerinden biri. Şimdi size Orta Anadolu’da, Hacıbektaş adlı bir kasabadan söz etmek istiyorum. Adını 13. yüzyılda Horasan’dan gelerek buraya yerleşmiş bir manevi otoriteden alan bu kasabaya, her yıl Ağustos ayında 500 bin kişi geliyor. Türkiye’nin her yöresinden Hacı Bektaş’ı anmak için bu kasabaya gelenleri ağırlayacak otel yok. Sıcak havada kadın erkek ağaç altında yatıyorlar. Sularını, ekmeklerini bölüşüyorlar. Ve günlerce süren bu festival sırasında hiç “suç” kapsamına girecek bir fiil işlenmiyor. Ne hırsızlık var, ne kavga, ne yankesicilik, ne ırza tecavüz, ne hakaret. Yarım milyon insan, o zor şartlarda kardeş olarak yaşıyor. Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar. Kasabada cami yok. İslam’ın alışık olduğumuz ibadet biçimlerinden hiçbirine rastlanmıyor burada. Şimdi işin en can alıcı bölümüne geliyorum. Bu kasabada yıllardan beri hiç suç işlenmediği için Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı, 1995 yılında aldığı bir kararla hapishaneyi kapattı. Çünkü işlevsiz bir bina olarak boş duruyordu. İşlenmiş bir tek suç kaydı olmadığı için, jandarma ve polis defterleri de tertemiz. Suçun her gün arttığı bir dünyada, Türkiye’nin tam ortasındaki bir kasaba nasıl oluyor da şiddetten yüzde yüz arınabiliyor? Suçun her çeşidini dışlayabiliyor? Bu sorulara verilecek cevap tek kelimelik: Kültür! Bu insanların geleneksel kültürleri onları suçtan koruyor. Hacı Bektaş’ın geleneği, suç işlemeye engel olduğu gibi; ırk, dil, din ve cinsiyet ayrımını da ortadan kaldırıyor. Bugün Türkiye’de onun yolunu izleyen milyonlarca insan, “insan kardeşliği” düşüncesinde birleşiyorlar. Yaşadıkları kasaba ve köylerde cami yok. Namaz kılmıyor, kutsal ramazan ayında oruç tutmuyorlar. İbadetlerini saz eşliğinde söyledikleri semahlar ve bunlara uygun danslarla yapıyorlar. Hem de kadın erkek bir arada. Kadınları çarşaf içinde değil. Erkeklerin dört kadınla evlenmelerine de hiç bir zaman izin verilmemiş. Bırakın dört kadını, ikinci bir kadın almak bile “yol düşkünü” olmak sonucunu doğuruyor. “Yol düşkünü”, işlediği herhangi bir suçtan dolayı toplum dışına itilmek anlamını taşıyor. Şarap yapmayı biliyorlar, içki içiyorlar. Şenlikleri ve törenleri Dioniysos bağ bozumu ayinlerine çok benzeyen bir coşkunlukta. 21. yüzyıla aktarılan ve bugün de milyonlarca kişi tarafından devam ettirilen bu barışçı kültür nasıl oluşturuldu, nasıl gelişti? Bu soruların cevabını bulmak için 700 yıl öncesine, 13. Yüzyıla gitmek gerekiyor. 13. yüzyılın Anadolu’su bir ırklar, dinler, diller karmaşasıydı. Bizans ve Selçuklu egemenliğinde yaşamış olan insanlar, Asya ile Avrupa arasında bir köprü gibi uzanan Anadolu yarımadasını çeşitlilikleriyle zenginleştirmişlerdi. Araplar, Yahudiler, Mecusiler, Yezidiler, Kürtler, Türkler, Pontuslular, Hristiyanlar, Müslümanlar, Mezopotamyalılar, Süryaniler, Arnavutlar, Asyalılar, Orta Asya steplerinden at sürüp gelen göçebeler, Yunanlılar, Ermeniler, Persler neredeyse bir Babil Kulesi oluşturuyordu. Bu insan zenginliğine Horasan’daki din bilgini ve Sufi, Ahmed-i Yesevi’nin öğrencisi olan Hacı Bektaş da katıldı. Bugün kendi adıyla anılan Suluca Karahöyük denilen yere geldi ve hümanist öğretisini yaymaya başladı. Aynı yüzyılda, babası Belh şehrinden Anadolu’ya göç eden Mevlana Celaleddin-i Rumi’ de eski Bizans kenti olan İkonia’da yaşıyordu. Büyük şair ve düşünür Yunus Emre, gezici bir derviş kimliğiyle Anadolu’yu dolaşıyordu. Ahi Evran, çalışanlar arsında lonca örgütlenmesini kuruyordu. Şeyh Edebali ise Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey’in manevi öğretmeni olarak, hümanist düşüncelerini yaymaya devam ediyordu. Bu kadar büyük hümanistlerin aynı yüzyılda Anadolu’da öğretilerini yayıyor olması, etkisini çok kısa zamanda gösterdi. Yıpratıcı, yok edici savaşlardan, Haçlı Seferleri’nden, din çarpışmalarından yorgun ve yoksul düşmüş olan Anadolulular, bu hümanist ve birleştirici düşüncelere dört elle sarıldılar. Anadolu’yu Türkleştiren temel etken bu oldu. Dağların, nehirlerin, köylerin, kentlerin ismi Türkçeleştirildi. Ve varlığını 600 yıl sürdürecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi temelleri bu dönemde atıldı. Yüzyıllar öncesinden kalan bir halk şiiri, Hacı Bektaş’ın Anadolu’daki etkisini şöyle anlatır. “Rumelin fethinde ol gerçek veli Tahta kılıç tutar ol batın eli” Şiirde geçen Rumeli, Türkler açısından Doğu Roma toprakları anlamında kullanılıyordu. Mevlana Celaleddin’e “Rumi” denmesinin nedeni de buydu. Tahta kılıç ise bir barış simgesi olarak ele alınıyordu. Tahta bir kılıçla savaşılamayacağını, fetih yapılamayacağını herkes bilirdi ama bunun bir simgesel anlamı daha vardı: Tahta kılıç Şamanların kutsal saydığı simgelerden birisiydi. Horasan’dan Anadolu’ya geçen Türkmenlerin geldikleri yer ise şaman Orta Asya boylarıydı. Bu boylar 10. Yüzyıldan itibaren İslam dinini kabul ederken, Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemişler ve yeni kabul ettikleri dine, Şaman geleneklerini de karıştırmışlardı. Türklerin İslam dinine geçmelerinin yüzlerce yıl sürmesi ve Şaman geleneklerinden bütünüyle vazgeçmemeleri bu konuda araştırma yapan bilim adamlarının üzerinde birleştiği bir gerçektir. Türkler yalnız Şaman değildiler. Mani Dini'nden Budizm’e, Nesturilik, Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık ve Museviliğe kadar pek çok dini benimsemiş Türk boyları vardı. Bugün bile bu dini inançlara sahip Türk kavimlerine rastlamak mümkündür. Anadolu Aleviliği 11.yüzyılda, Anadolu Selçukluları döneminde ortaya çıkmış ve 13. yüzyılda gelişmiştir. Bu dini akımın doğuşu ve yayılışındaki en büyük etken Horasan'dan Anadolu'ya geçen gezici dervişler olmuştur. Bu gezici dervişlere Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri ve Rum Erenleri denilmektedir. Türkistan Orta Asya'da, Horasan İran'dadır. Rum deyimi ise Anadolu'yu, yani Doğu Roma topraklarını anlatmak için kullanılmaktadır. Bu erenlerin en önemli pirlerinden birisi Ahmed-i Yesevi'dir. "Türkistan'ın doksan dokuz bin pirinin piri" denilen Ahmed-i Yesevi'ye, Horasan'daki yetmiş yedi bin pirin de bağlı olduğu Vilayetname gibi kaynaklarda yazılıdır. Rum'da yani Anadolu'da da 57 bin pir vardır. Şamanist öğelerle İslam’ı karıştırarak, Ortodoks İslam anlayışının dışında bir akın geliştiren Ahmed-i Yesevi, yetiştirdiği öğrencileri, bu anlayışı yaymak üzere çeşitli ülkelere gönderiyordu. İlk başta heterodoks bir inanç biçimi olarak görülen Yesevi düşüncesi, bu gezici dervişler yoluyla Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Yesevi'nin öğrencilerinden Hacı Bektaş, Orta Anadolu'ya bugün Hacı Bektaş kasabası olan Suluca Kara Höyük'e geldi. Otman Dede ve Baba İshak Amasya'ya, Sarı Saltık Bulgaristan'a, Dede Kargın Antalya'ya yerleşerek öğretiyi yaymaya başladı. Aradan yedi yüz yıl geçmesine rağmen Yugoslavya'da, Arnavutluk'ta, Bulgaristan'da büyük bir Alevi kitlesinin yaşamakta oluşu ve Anadolu'da 23 milyon Alevi'nin varlığı bu etkinin gücü hakkında bir fikir verebilir sanırım. Ahmed-i Yesevi'nin öğrencilerinin 13. yüzyılda din fanatizmine, cinsel ayrımcılığa ve ırk ayrımına karşı çıkışları nasıl açıklanabilir? Belki de bunun cevabı, Anadolu'nun karmaşık dinsel ve ırksal yapısında gizli. O yılların Anadolu'su Moğol saldırıları altında karmaşık ve çalkantılı bir dönem yaşıyordu ve birçok din ve ırk bir araya gelmişti. Belki de hoşgörülü olmaktan başka bir çareleri yoktu. Bir arada yaşamanın ve birbirlerini öldürmemenin tek yöntemi olarak gezici dervişlerin temsil ettiği hümanizm ve hoşgörü öğretisine sarıldılar. Ahmed-i Yesevi öğretisinin yüzyılları aşan gücü böyle ortaya çıktı. Ama bu inancın oluşmasında, 13. yüzyıl öncesi Mezopotamya ve İran kültürünün de büyük etkileri olabilir. Örneğin, Milattan Önce 600 dolaylarında İran'da yayılmış bulunan Zerdüşt (Zarahustra) dini de Spenta Mainyu adlı iyilik ve Angra Mainyu adındaki kötülük ruhlarına sahipti. Bu, Alevilerin etkilendiği Şamanizm'e çok yakın bir inanç formuydu. 5.yüzyıl sonlarında yine İran'da ortaya çıkan Mazdek akımı da iyilik ve kötülük arasındaki mücadeleye inanıyordu. İyi aynı zamanda ışıktı, kötü ise karanlık. Işık Tanrısının 7 veziri ve 12 ruhsal varlığı vardı. Bu sayılar Alevi inancındaki kutsal 7 sayısına ve 12 İmam'a tekabül ediyor. Mazdekçiler insan öldüremezdi. Düşmanlarına karşı bile iyi ve kibar olmaları öğütleniyordu. Bu dinin kurucusu olan Mazdek, insanlar arasındaki kavgayı ortadan kaldırmak amacıyla bütün malların ve bütün kadınların ortak kullanılması ilkesini ortaya atmıştı. Bu dinin 8.yüzyıla kadar devam etmiş olduğunu biliyoruz. Eşitlikçi mezheplerden biri de Güneydoğu Anadolu'da Samsat'ta ortaya çıkmış bulunan Heretik Hristiyan mezhebi Bogomiller'di. Umberto Eco'nun kitaplarında geniş yer ayırdığı Bogomiller, insanların eşit doğduğunu ve sevgiliden başka her şeyin paylaşılması gerektiğini düşünüyorlardı. Onlar için İsa sadece bir melekti. Bogomiller Samsat'tan, Batı Anadolu'daki Alaşehir'e geçtiler ve oradan da Akdeniz üzerinden Güney Fransa'ya ulaştılar. Pirene dağları üzerinde inşa ettikleri kaşede yaşayan Bogomiller'in buradaki adı Cathar Şövalyeleri oldu. Yunanca cathar (arınma) kelimesinden ilham almışlardı. Bogomillerin macerası Montsegur kalesinin Fransızlar tarafından kuşatılarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. Daha sonra İtalya'ya geçen bazı Cathar şövalyeleri de bu ülkede yitip gittiler ve 15.yüzyıldan sonra adları duyulmaz oldu. Yine Ortadoğu inançlarından olan ve bugün de süren Yezidiler, şeytana tapanlar olarak tanındılar. Şeyh Adi bin Misafir'in önderlik ettiği bu grup, aslında şeytanın Tanrı tarafından affedildiğine ve en büyük melek olduğuna inanıyorlardı. Bu birkaç akımdan söz etmemin nedeni, o dönemde Anadolu'da uçuşan fikirleri ve kök salmış dini inançları biraz gözümüzde canlandırabilmek ve Ahmed-i Yesevi dervişlerinin yarattığı hümanizmin izini sürebilmektir. Bu dervişlerin bir kısmı, gezici halk şairi olarak dolaşıyor, halka şiirler okuyorlardı. Sözel edebiyat olarak günümüze ulaşan bu şiirlerin çoğunun 6 heceli, bazen de 6 ve 5 heceli olduğu görülüyor. Bu da bana dervişlerden yüz yıllarca önce Anadolu'da dolaşan ve heksameter olarak adlandırdığımız 6 heceli Homeros şiirleri okuyan gezici ozanları düşündürüyor. Bu ozan ve dervişlerin söylemlerinde hümanizm çok açık ve net biçimde ortaya çıkıyordu. Hacı Bektaş bir şiirinde şöyle diyordu: Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, tacda değildir Her ne arar isen kendinde ara Mekke'de, Kudüs'de, hacda değildirmaviADA 14 maviADA YAZ 2009 5 Aynı dönemin büyük şairi Yunus Emre ise şöyle demekteydi: "Sen kendine ne sanırsan Ayruğa da onu san Dört kitabın manası Budur işte var ise" Yine aynı dönemde, Orta Anadolu'da Konya'da yaşayan, Alevi inancıyla ilgisi olmamasına rağmen hümanizm bakımından benzerlik gösteren Mevlana Celaleddin Rumi insanlara şöyle sesleniyordu: Gel, gel! Ne olursan ol gel! Kafir, putperest, ateşe tapan mecusi olsan da gel! Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel! Bizim kapımız ümit kapısıdır Nasılsan öyle! Bu insanların hepsi din büyükleri olarak tanınıyorlardı. Ve ilginç bir şekilde bugün de böyle algılanmaktadırlar. 13. yüzyılda bu şiirleri yazan kişiler, Türkiye'de her mezhepten, her inançtan milyonlarca insan tarafından kutsal kişi olarak saygı görmektedir. Anadolu Aleviliği'nin kurucusu olarak Hacı Bektaş gösterilir. Efsaneler, her yıl Ağustos ayında 500 bin kişinin anmaya gittiği Hacı Bektaş’ın, Anadolu'ya bir güvercin kılığında geldiğini anlatır. Burada hem Şaman inancındaki kutsal kuş motifine hem de barış temasına gönderme yapılmaktadır. Efsanedeki barış vurgusu, kuşku götürmeyecek kadar açıktır. Çünkü güvercin kılığındaki Hacı Bektaş, bugün kendi adını taşıyan kasabanın üstüne geldiğinde, yerdeki bir kadın "üstlerinden bir erkek geçtiğini" söyler. Bunun üzerine şahin kılığına giren Kara Donlu Can Baba adlı kişi güvercinin peşine düşer. Güvercin silkinerek insan olur ve şahini boğazından kavrar. Şahin, "İnsan insana zulmeder mi?" diye sorar. Hacı Bektaş'ın ona verdiği cevap, efsanenin amacını açıklar niteliktedir: "Ben Anadolu'ya gelirken, bulabildiğim en masum yaratığın kılığına girdim. Güvercinden daha masumunu bulsaydım o kılığa girerdim." Alevilerin yarattığı güçlü edebiyat içinde yer alan bütün efsaneler, şiirler ve özlü sözler, barış, masumiyet, dostluk, şiddet karşıtlığı, komşuluk, eşitlik, sevgi temalarını işlemektedir. Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim. Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi "oluşum"dur. Tanrının ilk biçimi insanla tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler geçirmiştir ve (Hegelci mantıkta olduğu gibi) kendine yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı’nın olması mümkün değildir. Bu yüzden insan, Tanrı’nın bir yaratısı, Tanrı’nın yeryüzündeki belirtisi ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisidir. Adem’in yeryüzüne sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl bunu şöyle yorumlamaktadır: "Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek Tanrı’dır. Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları belirleme hakkına sahiptir. İnsan, ruhsal varlığı ile meleklerden daha aşağı bir kademededir. Ama bu ruhsal varlık, çok değerli olan insan bedeniyle birleşince bir melekten daha yüksek düşünme kapasitesine sahip olabilir. Bu yeteneğe ulaşmış olan insanlar kamil insan mertebesine yükselir. Bütün bu nedenlerle insan bedeni, cinsellik ve sanat Aleviliğin mutlak olarak olumladığı değerlerdir." Genç Abdal şiirinde diyor ki: "Tanrı’yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı’nın içindedir, onlar Tanrı’dır." Bu tip düşüncelerin, Ortodoks İslam sayılan Sünni mezhebi üyelerini çok kızdırdığı kolayca anlaşılabilir. Bu düşünceleri taşıyan şair Nesimi, 1714'de Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda çok büyük baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını çarşaf ve peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Anadolu'daki Sünni Müslümanlar, Alevileri ahlaksızlıkla, ensest ilişkilerle suçlamışlar ve bu söylentiler Alevilik karşıtı bir propagandanın aracı olarak kullanmışlardır. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; "eline, diline, beline sahip olmak"tır. Bu ilkeler elle yapılacak hırsızlık, dövme gibi kötülüklerden uzak durma, dille hakaret edip yalan söylememe ve cinsel olarak tecavüzde bulanmama anlamına gelir. Aslında bu üç kural da Aleviliğin kökleri hakkında bilgi vermektedir bizlere. Profesör İrene Melikoff bu üç kuralı eski Mani dinine bağlar. Ağzın, elin ve kalbin mühürleri vardır, Mani inancında. 8. yüzyılda Mani dinine sahip Uygur metinleri, bu kuralı "üç damga" olarak adlandırıyor. Orhun yazıtlarında şöyle deniliyor: "Bugüne kadar etle beslenen halk, bundan böyle pirinçle beslenecek; öldürmenin kınandığı ülke, iyilik öğütlenen ülke olacak." Alevilerin toplu ibadetlerine "cem ayini" denilmektedir. Bu törenlerde insanlar birbirlerinin yüzlerini görecek biçimde, daireler oluşturarak otururlar. Camide namaz kılan Müslümanların birbirinin arkasına sıralanması ve önündekinin sırtını görmesi Alevi anlayışına uygun değildir. Kutsal sayılan kadın ve erkek yüzleri birbirini görebilmelidir. Cem töreni, dini lider "dede" tarafından yönetilir. Dedeler genellikle saz çalarlar. Saz Türklerin Orta Asya'dan getirdikleri "kopuz" denilen çalgının gelişmiş biçimidir. Uzun saplı telli bir enstrümandır. Bu çalgı eşliğinde eski ozanların şiirleri seslendirilir, Ali'ye ve 12 İmam'a dua edilir, topluma öğütler verilir. Törenin belli bir bölümünde kadın ve erkekler birlikte "semah" denilen dansı yaparlar. Bu dans, turna kuşunun hareketlerini andırması bakımından ilginçtir. Alevilikteki ruhun göçü ve başka bedene girmesi "reenkarnasyon" inancına göre bu ruhları taşıyan kuş, turnadır. Cem törenlerinden bazılarında ben de bulundum. Özellikle Doğu Anadolu'daki Keşiş Dağları doruklarında, modern dünyayla pek az ilişkisi olan, karlarla kaplı Hınzoru köyündeki cem töreni, geçmiş yüzyıllardan bu yana pek az değişiklik göstermiş olabilir. Cemin en ilginç bölümlerinden birisi "özünü dara çekmek" (kendini dar ağacına asmak) olarak adlandırılan, öz eleştiri töreniydi. Suç işlemiş bir kişi toplumun önüne çıkarak bu suçunu itiraf ediyor ve sonra dede tarafından kendisine bir ceza veriliyordu. Kiliselerdeki günah çıkarmayı hatırlatan bu gelenek, her bireyin kendi kendisiyle hesaplaşması sonucunu doğuruyordu. Verilen cezalar genellikle toplum yararına yiyecek temini gibi cezalardı. Daha önce de belirttiğim gibi insan öldürme ve cinsel suçlar kesinlikle bağışlanmıyor, o kişi toplum dışı olarak ilan ediliyordu. Cemin bir başka bölümünde birbiriyle çözemedikleri sorunları olanlar, bu sorunları dedenin ve toplumun önüne taşıyorlardı. Birbirleri aleyhinde yaptıkları şikayetler, köyün tanıklığı ve dedenin kararıyla çözümleniyordu. Alevi inancının en önemli kurumlarından birisi "müsahip" geleneğidir. İki insan birbirinin müsahibi olunca, ölene kadar birçok yükümlülükler üstlenir. Müsahip kurumu insanlar arasındaki arkadaşlığı pekiştiren ve toplumda dayanışmayı artıran bir işleve sahiptir. Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nden antropolog Altan Gökalp, bu kurumu, Fransız İhtilalinden Saint Juste'ün oluşturduğu mahalle dayanışması fikrine benzetmektedir. Anadolu Aleviliği, Ali ve onun soyundan gelenleri kutsal sayar. Bu yüzden çoğu zaman İran'daki Ali taraftarı Şii'lerle karıştırılırlar. Oysa Alevilik, Şiilikten çok farklı. İran'daki Şii yönetiminin katı din kurallarına sahip olduğunu ve camilerde namaz kılmak gibi dini ibadete çok bağlı bulunduğunu, kadınların kapalı gezdiğini ve alkol kullanmanın yasak edildiğini biliyoruz. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Alevilerde bunların hiçbiri yoktur. Aleviler öncelikle kutsak kitap Kuran'ın bugünkü biçimine inanmazlar. Onlara göre, içinde çokça Ali'den bahsedilen gerçek Kuran yazılmamış, daha sonra da üçüncü halife Osman tarafından yazılan Kuran ise Muhammet ve Ali düşmanlarının istedikleri gibi manipüle edilmiş, birçok yeri değiştirilmiştir. Bu anlayışların, neden Merkezi Osmanlı idaresi tarafından hoş görülemediği kolayca anlaşılabilir. Çünkü Osmanlı Sultanları, çok geniş bir alana yayılan imparatorluğu yönetebilmek için katı din kuralları olan ve İslam Ortodoksluğu sayılan Sünni mezhebini tercih etmişlerdir. 13.yüzyıl sonunda imparatorluğu kuran Sultan Osman ve Orhan'ın Alevi-Bektaşi inancına yakınlığı ve Yeniçeri ordusunun Hacı Bektaş'a bağlı olması bu gerçeği değiştirmemiştir. Özellikle 16. yüzyıl başlarında İran'da yönetimi ele alan Türk asıllı Şah İsmail'in Anadolu Alevileri arasında çok sayıda taraftar toplaması, padişah Yavuz Sultan Selim'i çok rahatsız etti ve İran-Osmanlı savaşı öncesinde Anadolu'da çok büyük bir Alevi katliamı yaşandı. Hayatta kalanlar dağlara çekilip, saklanarak ibadet ve yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Bu savaşı Osmanlıların kazanması, Alevi inancının bir yönetim biçimi haline gelmesini engelledi. Daha sonra yüzyıllarca baskı altında kalan Alevi-Bektaşi anlayışı, 20.yüzyıl başlarında Jön Türk hareketinin kendilerine ilgi duymasıyla tekrar gün ışığına çıktı. Ve Anadolu'da bir direniş hareketi öğütleyen Mustafa Kemal Atatürk, Hacı Bektaş kasabasına giderek, orada Hacı Bektaş'a vekalet eden manevi liderden destek aldı. Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin, Atatürk reformlarının, kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin ve daha sonra da sosyal demokrat hareketlerin yanında yer aldılar. Mevlana'yı, Hacı Bektaş'ı, öğrencileri aracılığıyla Anadolu'yu çok etkilemiş olan Ahmed-i Yesevi'yi, Tapduk Emre'yi, Şeyh Edibali'yi, Ahi Evran'ı düşünün. Biz 13.yüzyılda bir mucize yaşadık. Ne yazık ki bu mucize, 21.yüzyıl Türkiye'sini yeteri kadar aydınlatmıyor. Çünkü gözlerimizi kapatmaya çalışıyoruz. (*) Ilk kez maviADA’da yayınlanan bu yazı Z. Livaneli’nin, Princeton Üniversitesinde verdigi konferansın Türkçe metnidir * maviADA YAZ 2009

bottom of page