top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • SAP VE BALTA

    Fuat ÖZGEN * Sap ağaç, balta demir Sapı ağaç olan baltanın Ağacı kesmesine ne denir Sapla baltanın iş birliği Bitirir ormandaki dirliği Sap ve balta tek başına Oldukça işlevsiz Oldukça kaba Yakıştırılmazlar düzgün insana İkisini de yapan insan Bilinçsizce kullananı Ne sanırsan san Yaş kesen baş keser Baş kesene ne derler Teşbihte hata olmaz da Bir baltaya sap olmak deyimi Yönlendiriyor beyini Baltalar Elimizde şarkılarıyla Eğitirsek yavruları Tez zamanda bitiririz ormanları Baltaya sap olmamak Baltayı baltalayıp Yıkımı durdurmayı sağlamak

  • UNUTMASAK

    Yusuf AKSOY * Bir bilsek dağlarının ardının değil evlerimizin önünün zifiri karanlık ve sis içinde olduğunu   mahcubiyeti ve utancı yenerek bir görsek hesapsız ve kitapsız kaçmaya alışık gözlerimizle çok uzaklarda sandığımız kar altında kan kesen el ve ayakların bizim olduğunu   çorba tadında da olsun hani yaşamak için tütmeyen baca kalmasın diye sabahtan ve geceden habersiz rüyalarını özleyen uykuları çalınan çocukları açlarla birlikte toklar da bir görse üşür mü kimimizin serçe titremesindeki bedeni kimimizin soğuk bilmez yüzü   darda, yolda ve ateş içinde kalanları su gibi aş gibi hiç unutmasak kucaklayan ellerle dolu olsa gölgelerle dolu olan köy ve kentler donar mı pencerelerden süzülen annelerin gözyaşları suskunluğa boğulmuş babaların dilleri yangın yeri şimdi annelerin yüreği dokunamadığımız eller kor kor ateş kara kışta ağıtlar olur muydu hiç lügatını unuttuğumuz ekmeği bölüşür gibi bölüşmemiz gereken sevgiyi unutturanlar olmasa

  • RIFAT ILGAZ

    AYDIN MISIN? Kilim gibi dokumada mutsuzluğu Gidip gelen kara kuşlar havada Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllelerin Duymuyor musun Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun Ses ol ışık ol yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol Tam çağı ise başlamanın doğan günle Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden Her satırında buram alın teri Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil Yırt otuzunda aldığın diplomayı Alfabelik çocuk ol Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol * RIFAT ILGAZ ÖZETLE Rıfat ILGAZ * 1911 yılında Kastomonu Cide'de doğdu. Öğretmenlik yaptı. Kitapları yüzünden soruşturmalara uğradı, tutuklandı. 7 Temmuz 1997'de aramızdan ayrıldı. 1911 yılında yedi çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak Kastamonu’nun Cide ilçesinde dünyaya geldi. Daha ortaokuldayken liseye devam edip üniversite okumak istemesine ve çalışkan olduğu için, öğretmenlerinin bu konuda onu desteklemesine rağmen babası vefat edince Kastamonu Muallim Mektebi’ne (Öğretmen Okulu) girdi. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra bir müddet çeşitli illerde öğretmenlik yaptı, evlendi, askere gitti ve 1936 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne girdi. Mezuniyetinden sonra Adapazarı’na atanan Ilgaz, verem hastalığına yakalanınca öğretmenlik yapamadan buradan ayrıldı ve tedavi için İstanbul Yakacık Sanatoryumu’na yattı. II. Dünya Savaşı’nın sürdüğü günlerde İstanbul’dayken hem Karagümrük’te bir ortaokulda Türkçe öğretmenliği yapıyor hem de fakültede felsefe okuyordu. 1943 yılında çalıştığı ortaokulda bir öğretmenle kavga ettiği için Nişantaşı’nda bir başka okula sürüldü ve yaşadığı bu günleri “Karartma Geceleri” adlı kitabında anlattı. Utancımı Anlatamıyorum ölüm hiç özenilecek şey değil sevgilim, ölümün güzeli yok bir çirkin oluyor insan görme sevmeyi, düşünmeyi unutuyor ölecek misin; ya bir meydan da öl ya da dağ başında kavgan için böyle yatakta miskince ölme önce ellerden başlıyor ölmek hiç yarım kalmış bardak gördün mü kitap gördün mü az önce okunmuş görmedin değil mi, ben çok gördüm bu yüzden ölemiyorum kolay kolay hem ölmek de nereden aklıma geliyor insanlar uzayda dolaşırken bütün ilaçları içiyorum yarım kalmasın diye bütün kitapları okuyup bitiriyorum boyuna kuruyorum saatimi getirdiğin portakalları yiyorum sana beğendirmek zorundayım kendimi bilmiyorsun, direnmek zorundayım utanırım karşında ölmekten yaşıyorum böylesi daha iyi... Rıfat Ilgaz’ın adliyeler ve hapishaneyle tanışması 1944 yılında yayınladığı “Sınıf” kitabıyla başladı ve bir süre çeşitli yerlerde saklanan yazar nihayet Birinci Şube’ye teslim oldu ve altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Ancak yazarımız hapishaneden çıktığında hem öğrenciliğini hem de öğretmenliğini kaybetmişti. Hastalığı da oldukça ilerleyen Ilgaz, Heybeliada Sanatoryumu’na yattı. 1946 yılında öğretmenliğe kısa bir süreliğine dönse de 1947 yılında meslekten atıldı, bununla birlikte sanatoryumda tedavi hakkını da kaybetmiş oluyordu. Rıfat Ilgaz artık bir yandan gazetecilik ve dergicilik yaparak bir yandan da şiirlerini yazarak devam ettiriyordu yaşamını. 1953 yılında bu defa da “Devam” kitabı toplatıldı ve yazar hakkında soruşturma açıldı. 27 Mayıs’tan hemen önce gönderilmesi planlanan sürgünden 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesiyle kurtuldu. Rıfat Ilgaz artık bir yandan gazetecilik ve dergicilik yaparak bir yandan da şiirlerini yazarak devam ettiriyordu yaşamını. 1953 yılında bu defa da “Devam” kitabı toplatıldı ve yazar hakkında soruşturma açıldı. 27 Mayıs’tan hemen önce gönderilmesi planlanan sürgünden 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesiyle kurtuldu. 1974’te emekli olan Rıfat Ilgaz, memleketi Cide’ye yerleşti. Ancak 12 Eylül döneminde burada sürekli tehdit edildi, rahatsız edildi. Örneğin, bir gün oturduğu evin karşısındaki binaya “Rıfat Ilgaz evden atılmadığı takdirde evin taranacağına” dair not asılmıştı. Yazar, Cide’de “Yıldız Karayel” romanını yazarken bir gece gözaltına alındı. Gözleri bağlanarak ve zincirlenerek merkeze kadar yürütülen yazarımız, Kastamonu’da mezbahadan bozma bir hapishaneye kondu. Doktor muayenesi isteyerek hastalığını kanıtlayınca jandarma tarafından Ballıdağ Sanatoryumu’na yatırıldı. Gözaltına alınmasının belirli bir nedeni bulunmadığı için genel sorgudan sonra serbest bırakıldı ve oğlu Aydın Ilgaz ile yaşamak üzere İstanbul’a yerleşti. İstanbul’da öncelikli olarak şiir ve öykü yazmaya devam etti. Adına etkinlikler ve festivaller düzenlendi. Ömrünün son demlerinde devlet tarafından bir çeşit iade-i itibar olmak üzere kendisine Kültür Bakanlığı plaketi verildi. 2 Temmuz Sivas Madımak Oteli Olaylarında başta yakın dostu Asım Bezirci olmak üzere birçok kişinin katledildiği haberine çok üzülen Ilgaz, bundan 5 gün sonra, 7 Temmuz 1993’te evinde vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığında Asım Bezirci’nin yanına defnedildi. Rıfat Ilgaz ilk başlarda kişisel şiirler yazsa da, daha sonra bunların hiçbirini kitaplarına almadı. Ona göre bu şiirler “Gözü kapalı yaşadığı yılların” ifadesiydi. Bir süre şiir tekniğine yeni bir soluk getirdiğine inandığı Nazım Hikmet ile çalıştı. Onun Bursa Hapishanesi’nden gönderdiği şiirleri İbrahim Sabri mahlasıyla yayınlıyordu. Nazım da Ilgaz’dan umutla söz ediyordu. YAŞIYORUZ Ben ölmedim… Beni öldüremediler de; Yaşıyorum, yaşıyorum işte, At kıçında sinek gibi, Töööbe, töbe! Kapandı yüzümüze dergi kapakları, Bir varmış bir yokmuş olduk sağlığımızda. Şiir… O yosmanın boyuna. Gazete… Gelene gidene başyazı. Ara ki bulasın sayfalarda Şair Rıfaz Ilgaz’ı. Düştükse itibardan Ölmedik ya, yaşıyoruz işte, Yaşıyoruz dedik, yaşıyoruz be, Heeeey, fincancı katırları! Rıfat Ilgaz, II. Dünya Savaşı döneminde öğretmenlik yaparken hayatında ve çevresinde gördükleriyle toplumcu bir anlayışa yöneldi. Halktan biri olması ve halkın çektiklerini kendisinin de çekiyor olması onda, yaşadıklarını anlatma isteği ve ihtiyacı yarattı. Bu amaçla çıkardığı ilk şiir kitabı Yarenlik’te (1943) çevresindeki insan hayatını anlattı. Doğduğu ve yetiştiği kent olan Kastamonu’ya bağlılığını her fırsatta dile getiren Rıfat Ilgaz, Soyadı Kanunu’yla kendine çok sevdiği bu kentin en büyük simgesi olan Ilgaz Dağları’nın ismini soyadı olarak seçti (1934). Özellikle doğduğu Cide’nin kültürüne, insanına yapıtlarında yer verdi. Sarı Yazma, Yıldız Karayel, Halime Kaptan ve Karadeniz'in Kıyıcığında gibi romanlarında bu yöreyi tema olarak aldı. Rıfat Ilgaz, 1940’lı ve 50’li yıllarda yoğun bir şekilde dergicilikle uğraştı. Bu dönemde özellikle Sabahattin Ali ve Aziz Nesin‘le birlikte çıkardıkları Marko Paşa adlı dergi, Türk siyasi edebiyat tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Mizah yoluyla ülkedeki gidişatı eleştiren yazılara yer veren dergi, kısa sürede büyük ilgi topladı ve iyi bir satış seviyesine ulaştı; ancak dergi, çıkan yazılar nedeniyle sürekli kapatılıyordu ve kapatıldıkça Hür Marko Paşa, Yedi-Sekiz Paşa gibi başka isimlerle tekrar çıkıyordu. Hatta bu dergilerin benzer isimlerle sahteleri dahi türemişti. Bu dönem Türk Edebiyatında dergicilik dönemiydi ve benzer kadrolar sürekli olarak farklı dergilerde yazıyorlardı. Öğretmenlik yıllarından kalma bir idealizmle özellikle yeni nesle yönelik çalışmaları tercih etti yazarımız. 1910’lardan bu yana Türkiye’nin tarihsel geçmişini bizzat yaşadığı için, onun anıları uzun bir tarihsel geçmişe ışık tutuyordu. O yüzden, onun için çocuk romanları yeni bir sürece hazırlık görevi gören unsurlardı. Bu yüzden yaşamının son dönemlerinde, özellikle anı ile çocuk edebiyatı türüne ağırlık verdi.

  • Apollon

    Aziz NESİN * Aydın’da bir müzedeki bekçinin hikayesi; Müzenin bekçisi müzenin müştemilatında ailesi ile birlikte yaşıyormuş. Bir gün bir yönetici bekçiye uğrar, ve birkaç gün içinde önemli bir heyetin müzeyi ziyaret edeceğini ve her tarafın pırıl pırıl olmasını ister. Müzeye gelen heyet yeni bulunan Apollon heykelini özellikle göreceklerdir. Bekçi ailesiyle beraber müzeyi tertemiz yapar, misafirlere hazır hale getirir. Bir sabah eşi erken uyanmış, bir eksik var mı diye müzeye gitmiş. Ama ne görsün, müzenin kapıları açık içeride bazı heykeller ve Apollon heykeli yok, çalınmış yani. Koşarak eşine haber verir. Eşi yöneticilere… Yöneticiler ve vali ne yapacaklarını bilemezler. Emniyet güçleri takibe, araştırmaya başlarlar. Neyse ki adamları çaldıkları heykel ve eserlerle yakalarlar. Eserler müzeye getirilir. Yerlerine konur. Fakat yöneticiler çalınan eserlerden en önemlisi olan Apollo heykelinin erkeklik organının yerinde olmadığını görürler. Ziyaret ertesi gündür. Yönetici bekçiye dönerek yarına kadar eksik bölümü bulup yerine koymasını ister, aksi takdirde kovulacaktır. Bekçi Murtaza kara kara düşünür, nereden bulsun, Aile her yeri arar ama. nafile… Gece olur, saatler azalır. Birden Murtaza’nın karısı ayağa fırlar, buldum Murtaza diye bağırır. Murtaza şaşkın, ne buldun hanım der. Eşi ben çok güzel hamur işi yaparım bilirsin, Müzedeki tamir alçısını getir hemen işe koyulayım der . Murtaza alçıyı getirir. Hanımı Murtaza’ya soyun der. Murtaza şaşkın soyunur. Ertesi günü heyet müzeyi gezer. Çok beğenirler. Özellikle de Apollon heykelini. Yöneticiler Murtaza’ya teşekkür ederler. Ama hepsinin kafasında bir soru işareti vardır, özellikle de Vatikan grubunun: "Apollon Müslüman mıydı ?" * Kaynak: iNTERNET *Aziz Nesin’den bir alıntı… 1960'lı yıllardaki Akbaba dergisinden. EKLEYEN: Uğur ÖZIŞIK

  • Aziz Nesin

    Arkadaşım Badem Ağacı * Sen ağaçların aptalı Ben insanların Seni kandırır havalar Beni sevdalar Bir ılıman hava esmeye görsün Düşünmeden gelecek karakış.. Acarsın çiçeklerini .. Bense hayra yorarım gördüğüm düşü... Bir güler yüz bir tatlı söz.. Açarım yüreğimi hemen Yemişe durmadan çarpar seni karayel Beni karasevda Hem de bilerek kandırıldığımızı Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza Koş desinler bize şaşkın Sonu gelmese de hiç bir aşkın Açalım yine de çiçeklerimizi Senden yanayım arkadaşım Havanı bulunca aç çiçeklerini Nasıl açıyorsam yüreğimi Belki bu kez kış olmaz Bakarsın sevdan düş olmaz Nasıl vermişsem kendimi son sevdama Vur kendini sen de bu güzel havaya Bir Sürgünün Anıları * Tan gazetesinde patronum olan Halil Lütfi Dördüncü benim tanıdığım dünyanın en cimri adamıdır. Tan gazetesi 4 Aralık 1945’te tek parti iktidarı olan CHP tarafından Istanbul Üniversitesi öğrencilerine yıktırıldıktan sonra Halil Lütfi dergiler çıkartarak basımevini işletiyordu. Markopaşa’nın yönetim müdürü Haluk Yetiş, Halil Lütfi’nin yanında çalışmaktaydı. Ben de Istanbul’daki bütün işlerimi, başka yakın kimsem olmadığı için Haluk Yetiş aracılığıyla yürütmeye çalışıyordum. O sırada Halil Lütfi “Hanımeli” adlı bir kadın dergisi çıkarma hazırlığındaydı. Haluk Yetiş, benim umarsız para durumumu Halil Lütfi’ye anlatınca o da bana bir iyilik yapmayı düşünmüş. Tan gazetesi yıkılmadan önceki Bursa genel dağıtımcısı olan kişiden epeyce alacaklı kalmış. “ Aziz her ay o gazeteciye gidip benim alacağım olan o hesaptan 100 lira alsın. sürgünden dönüşünde çıkaracağımız Hanımeli dergisinde çalışarak bana borcunu ödesin, ” demiş. Bu Halil Lütfi’nin yaptığı, yapacağı en büyük cömertlikti. Haluk Yetiş, Halil Lütfi’nin gazete dağıtımcısına yazdığı mektubu bana gönderdi, ben de dağıtımcıya götürdüm. Ödeme biçimi pek uygun olduğu için, dağıtımcı buna razı oldu. Ben her ay gidip dağıtımcıdan 100 lira alıyordum. Sürgünden İstanbul’a dönüşümde aylık kadın dergisi Hanımeli’nde çalışarak borcumu ödedim. O sırada Münir Hayri Egeli de aynı kadın dergisinde çalışıyor ve ayrıca başka bir dergi çıkarıyordu. Münir Hayri benden kendi çıkardığı dergiye yazı yazmamı istedi. Münir Hayri Egeli Babıâli’nin yakından tanıdığı hiç de güvenilir olmayan bir kişiydi. Bu ilginç adamı ya “Birlikte Öldüklerim” kitabımda ya da “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” kitabımda anlatacağım. Deneyimlerimle güvenmediğim Münir Hayri’ye umarsızlığımı, paraya çok gereksinmem olduğunu anlatarak dergisine yazı yazmak istemediğimi söyledim. Yemin billah ederek yazı parası ödemeye söz verdi. İnanmadım ama çok umarsız olduğumdan belki sözünde durur olasılığıyla birkaç yazı yazdım. Yazılar dergide yayımlandıktan sonra Münir Hayri’den telif hakkımı istedim. Elime şu pusulayı verip beni derginin sorumlusuna gönderdi: "Nejat, Aziz Beyin mizah parçaları vardır. Lütfen kendisine bedelini veriniz." Münir Hayri Nejat dediği adam da şu pusulayı yazarak beni Münir Hayri’ye gönderdi: Sayın Hayri Bey, Aziz Nesin Beyin yazılarından malumatım yoktur. Eğer siz şahsen böyle bir şey konuşmuşsanız benim haberim olmadığından ve ödeme prensip anlaşması olmadığına göre bunu tediyede [ödemede] mazur olacağımı tahmin edersiniz. Bir daha da beni böyle emrivakilerle karşılaştırmamanızı rica ederim. Nejat Eski Türkçeyle yazılmış her iki pusula da bu kitabımın yazbozları [müsveddeleri] dosyasında bulunmaktadır. Bu, Münir Hayri’nin bana attığı ilk kazık değildir. Bence Münir Hayri çok yetenekli ve değişik dallarda çok başarılı, ama hiç de güvenilir olmayan bir kişilikti. Sürgünden sonra, sürgündekinden daha zor günler yaşadım. Aziz NESİN AZİZ NESİN * Aziz Nesin (d. İstanbul/Heybeliada, 2 Ocak 1916 – ö. İzmir/Çeşme, 6 Temmuz 1995) Çağdaş Türk gülmece edebiyatının kurucusu; öykücü, romancı, şair, gazeteci, köşe yazarı, oyun yazarı, yayımcı, eğitimci, senaristtir. UNESCO'nun yayınladığı Index Translationum adlı dünya çeviri bibliyografyasına göre Aziz Nesin, Türkçe eser veren yazarlar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazar konumundadır. Aziz Nesin Yaşamı: İlkokulu Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi (1925), Darüşşafaka Lisesi, Vefa ve Davutpaşa Ortaokulu (1929), Çengelköy Askeri Ortaokulu’nda (1930) okudu. Kuleli Askeri Lisesi’ni (1935), Harp Okulu’nu (1937) bitirdi. Ayrıca Fen Tatbikat Okulu’nu bitirdi (1939). İstihkâm subayı oldu (1940). İki yıl İstanbul Güzel Sanatlar Akatlemisi’ne devam etti. Subaylıktan ayrıldı (1944). Aziz Nesin edebiyata şiirle başladı (1944, Yenigün), bu dergide Vedia Nesin adıyla şiirler yayımladı. Karagöz ve Yedi gün’de redaktörlük ve Tan gazetesinde köşe yazarlığı yaptı (1945). Gazetenin kapatılması üzerine bakkallık, muhasebecilik, fotoğrafçılık, kitapçılıkla uğraştı. Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz’la birlikte Markopaşa (sonra Malumpaşa, Merhumpaşa) dergisini çıkardı. Bir yazı nedeniyle 10 ay hapis, 13 ay Bursa’ya sürgün cezası aldı (1947). Ayrıca Politzer’den yaptığı bir çeviri yüzünden de 16 ay hapse mahkûm edildi (1950). Hapisten sonra Akbaba , Dolmuş, Yeni Gazete (1955), Akşam (1958), Tanin (1960) Günaydın (1969), Vatan (1976-1978) gibi dergi ve gazetelerde gülmece öyküleri yayımladı. TYS’nin iki dönem (1977-1980), (1985-1988), genel başkanlığını yaptı. 1984’te askeri yönetime karşı sivil bir girişim olarak “Aydınlar Dilekçesi”nin hazırlanmasını sağladı. Daha sonra Demokrasi Kurultayı düzenledi, Demokrasiyi İzleme Komitesi’nin oluşması için çalıştı. Kurucularından olduğu Aydınlık gazetesinde yazmaya (1993) başladı. 1993 temmuzunda Sivas Madımak Oteli’nde 34 aydının yakıldığı “Sivas Toplukıyımı”ndan kılpayı kurtuldu. Ancak iki yıl sonra bir imza günü sonrası Çeşme’de kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. - Resimde önde, sırtı dönük, yerde olan. - Subayken yazmaya başladığı için asıl adı Mehmet Nusret Nesin  yerine “ Aziz Nesin ” takma adını benimsedi. Öte yandan yazılarında Aziz Nesin yanında Ateş Sin, Ayşegül, Battal Bataner, Bedri Birdirbir, Falan, Daver Devletlü, Hakkı Haklar, Kerim Kihkih, Hasan Dene Gör gibi imzalar da kullandı. Aziz Nesin, Kemal Tahir’le birlikte nedeni belli olmayan bir biçimde yanan Düşün Yayınevi’ni kurdu (1956). 1972’de Nesin Vakfı’nı kurdu. Türkiye’de ve başka ülkelerde yayımlanacak kitaplarının, oynanacak oyunlarının her türlü telif haklarını bu vakfa bıraktı. Bu vakfın amacı “her yıl alınacak dört kimsesiz ve yoksul çocuğu, ilkokuldan başlatarak yüksek okulu, meslek okulunu bitirinceye, ya da bir meslek edininceye dek, her türlü gereksinimlerini sağlayarak barındırmak, yetiştirmek” oldu. İlki 1976’da çıkan birkaç yıl yayımlanabilen Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı”nı yayımladı. Dünyaca tanınan güçlü bir gülmece yazarı oldu. 120’nin üzerinde kitap yazdı. Ölümünden sonra, yazdığı ama yayımlamadığı eserleri oğlu Ali Nesin tarafından yayımlanıyor. Aziz Nesin, çağdaş Türk gülmece edebiyatının kurucusudur. Tüm yaşamı yazı masasıyla matbaalar arasında geçen, toplumcu düşünceyi kitaplardan çok yaşamın acı deneylerinden öğrenen, bu acı deneyleri okurlarını güldürerek paylaşan, onları düşündüren yazardır. Aynı zamanda “gülümseten öfke”dir. Demirtaş Ceyhun’un da bir kitabına verdiği adla “Çağımızın Nasrettin Hocası Aziz Nesin”dir. Aziz Nesin “Ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum” der. Bu, ömrü baskı, acı ve çileyle geçen yazarın simgesel anlatımıdır. O, yazı hayatına şiirle başlasa da onun dünyaca tanınan en büyük yönü gülmece yazarlığıdır. Zekeriya Sertel onun Babıâli’ye gelişini şöyle anlatır: “Aziz Nesin, BabIâli’ye, savaşın son yıllarında gelmişti. İlk başvurduğu yer. Yedi gün dergisiydi. Bu derginin sahibi Sedat Simavi, benim çok yakın dostumdu. Bir gün bana bu yeni kabiliyetten söz açtı ve onu Babıâli’de eşi görülmemiş, değerli bir yazar olarak vasıflandırdı. Yedigün Aziz Nesin’e dar geliyordu.” Dar gelir, çünkü uzun yaşamak ve çok ürün ortaya koymak ister: “Belki de ben bu öyküleri yazabileyim diye bunca uzun yaşadım, salt bu öyküleri değil, bu romanları, bu oyunları, bu şiirleri yazabilmek için ve dünyayı karıştırıp düzeltmek ve güzelleştirmek umudu için…” 1945’lerden bu yana gülmece yazıları toplumumuzun her kesimine dalga dalga yayılan bir etkiye sahip oldu. Eserlerinden anlattığı kişiler, yergiye elverişli tiplerdir. Bu gülmecenin son derece abartma götüren bir başka yanıyla birleşince, en çok okunan eserler ortaya çıktı. İşte bu yönleriyle Aziz Nesin, edebiyatımızın en çok yazan, en çok okunan yazarlarının başında gelir. Aziz Nesin gülmece anlayışını da şöyle açıklar: “Benim gülmecem, 1. Geleneksel Türk halk gülmecesinden kaynaklanır, 2. Toplumun sorunlarından esinlenir, 3. Çağdaş dünya insanlarının sorunlarını anlatır. Kısacası yaptığım, halk gülmecesidir.” Halk gülmecesini de şöyle açıklar: “Bir işe yarayan, bir işlevi olan gülmece.” İşlevse, “İnsanları güldürme yoluyla düşündürmeye yarar. Demek bana göre gülmece bir araç, düşünmek amaçtır. Gülmecelerimle, okurlarıma şunu düşündürmek istiyorum: Yaşadığımız toplum ve bu toplumsal yapı adaletli değildir ve içinde bulunduğumuz koşullar da güzel değildir. Adaletsizliklerden, çirkinliklerden kurtulmak için, başta kendimiz olmak üzere, çevremizi, toplumumuzu, dünyamızı değiştirme özlem ve isteği yaratmak.” (Yetmiş Beşinci Yaşında Aziz Nesin, haz. Alpay Kabacalı, Tüyap 1990). Bunun için de ne yaşarsa, onu yazar. Yaşamında boyun eğmeyen yanı eserlerine de yansır. Yazarlık serüveni eserlerinin içeriğiyle örtüşerek, onu evrenselliğe taşır. Aslında eserlerindeki gülmece öğesi olayın kendindedir. O nedenle de halk nerede komik bir olayla karşılaşsa, “Tam Aziz Nesin’lik olay” der. Onun yazdığı dönemlerde Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal... gibi edebiyatın başka kulvarında ama çok sayıda ünlü yazar da vardı. Önemli bir kamusal rölü, ünlü bir politikacı ya da ülkenin sayılı zenginlerinden olmadığı, sadece bir yazar halde "bu toplumun %60'ı aptal " gibi sözleriyle halkın her kesiminin dilinde pelesenk olan başka bir yazar yoktur . YÜZDE 92 DEMEK İSTERDİ Aziz Nesin’in uzun zamandir tartışılan... “Türklerin yüzde 60’ı aptaldır” çıkışı da... Yine 1982 Anayasa Referandumu’na dayanır. İyi dostu olan Müjdat Gezen’in yıllar sonra anlatır: “İzmir Torba’da şenlik vardı, İlhan Selçuk ve Aziz Nesin’le birlikte bir panele katılmıştık. Panelin konusu mizahtı. Birisi kalktı ‘ Nasrettin Hoca’nın torunları olarak zeki insanlarız değil mi? ” diye sordu Aziz Nesin’e. O da ‘ Yüzde 60’ı aptaldır’ dedi. Herkes alkışladı. Sonra kuliste kendisine sordum neden böyle bir şey söylediğini. O da ‘Evladım, yüzde 92 diyecektim dilim varmadı’ dedi. O zaman referandum yapılmıştı ve oy verenlerin yüzde 92’si Kenan Evren’e oy vermişti. Bu söz oradan kaldı.” * Söz oradan kaldı ama orada kalmadı. 1992’de o tarihte Hürriyet’te çalışan Nuriye Akman sordu: -Popülist bir yazarsınız. Sözleriniz bir bozgun yaşadığınızı düşündürüyor. - Bu demek değil ki Türk halkını sevmiyorum ve bütün Türkiye aptaldır. Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk sağlıklı besleniyor mu? Protein alıyor mu? Domuz eti yiyor mu? - Zeki olmak için domuz eti yemek şart mı? - Et yemek şart. Ama domuz yerse akıllılık eder. Çocukluğumda dinsel şeylerden etkilenmişim, ben de yiyemiyorum. - Bu duyguları taşımanızda nasıl bir mizah unsuru buluyorsunuz? - Bir annenin çocuğu geri zekâlı olsa ne yapar, hayatını ona adar. Ben de aynısını yapıyorum işte.

  • Kolay Mantı

    Fadime Y.KAROĞLU * Hamur açıp,  uzun saatler şekil verip,  kapatmakla uğraşacağımız mantıyı  kısa sürede yapmaya ne dersiniz? Hem de aynı lezzette ve kolayca. MALZEMELER 350 gr. Kıyma 3 orta boy soğan Tuz Karabiber. Hamuru için: Bir yumurta Bir su bardağı su 2 su bardağı un Sarımsaklı yoğurt ve tereyağı HAZIRLAMA Kıymaya, rendeleyip suyunu sıkarak kattığımız soğanlar ve baharat, tuzunu ilave ettiğimiz misket büyüklüğünde köfteler yapıyoruz. Diğer tarafta derince bir kapta bir yumurta su ve unu katarak kek hamurundan biraz katı olacak şekilde oluşturduğumuz hamura köfteleri atarak, başka bir tencerede kaynattığımız su tenceresine, bir kaşık yardımıyla hamura bulanan top köfteleri teker teker atıyoruz. Önce tencerenin dibine çöken hamurlu köfteler suyun yüzüne çıkacaktır. Bu piştiğinin göstergesidir... Pişen hamur toplarını bir delikli bir süzgeç kaşığıyla sudan alarak, servis tabaklarına aldığımız mantı toplarını, hazırladığımız sarımsaklı yoğurt ve tereyağı sosuyla sunuyoruz. Deneyeceklere şimdiden afiyet olsun.

  • MASUMİYETİN İLK FOTOĞRAFI

    Niyazi UYAR * Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Kahverengi çerçevenin, Varak renkli işlemeleri İçinde bakıp durmakta ışıl ışıl.   Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Masum, mahcup Bir çift göz, Seyrek kaşların altında. Ve de Fukaralığın belgesi bu.   Masumiyetin ilk fotoğrafı bu, Saçlar üç numara Kırmızı çizgili Kaputtan gömlek, Kırış kırış. Pantolon askısı önden arkadan, Çaprazına eşkıya fişekliği.   Masumiyetin ilk fotoğrafı bu… Okur bu çocuk demiş ya, Taş yapı ustası Melek Nurullah! İşte ona sebep, Şehre gitmiş hediyesine. İşte ona sebep çok çalışacak, İşte ona sebep okuyacak, İşte ona sebep adam olacak! İşte ona sebep, Düşündeki, hayalindeki, Pembeliye yar olacak! Ve İşte ona sebep Mutluğun fotoğrafı bu!   Sene Dokuz yüz altmış beş, İlk şehir ziyaretinde, İlk fotoğrafı bu Foto Özkahrahraman’da.

  • ADIMLAR

    Fuat ÖZGEN * İlk adım yaşama Onurla benimseyip taşıdığım Adım kulağıma Adım adım gelişme Adımlarda sıklaşma Eğitime önemli adım Derslere koşar adım Mesleğe başlar başlamaz Her adımda bir engel Her adımda bir çengel Kısa dönem askerliğim Uygun adım Evlilik en köklü adım Çocuklar ve öğrencilerle Adım başı sevinç Adım başı övünç Adım atabilmek için Dik durmak, ayakta kalmak Gerektiğini anladım Yolum kesilmek istendiğinde Bocaladım, aksadım ama Atmadım geri adım Sevginin izinde Bilimin yolunda Görev aşkında Attığım pek çok adımda Bir haksızlık, bir mutsuzlukla Karşılaştım Sona giden yıllık adımlarda Sorunları kutlamalarla atlattım Adım atamaz duruma gelince Düşünmek gerekecek ince ince

  • Yoksun Hâlâ

    hırlı köpeklerden süt dökmüş kediden önceki tırmıklardan bile gelmiyor vermiyorlar haberini yokluğunda dünya ülke gündemi şehrim ve bakışlar daha da dolaşık daha da eski mandallar miladiydi kırdı rüzgar kağıttan evler uçuştu sen, o elin ve sözcüklerin eksileli Tanrı unuttu İbrahimleri odunlardan balık ateşten su Ondan da göl olmadı alevler aldı başını gitti dağların yandı üçüncü kanatlar da irtifa kaybediyoruz duymayacak mısın doğrulmayacak bakmayıp görmeyecek misin hâlâ yoksun cehennemin provası buralar ateş devri * 15.08.2021

  • Yoksun

    Semihat KARADAĞLI * Çatlamış tohumların Filizlerinden sızıyor bahar Yedi uyuyanlar uykusundan uyandı Yoksun Haydi kalk Bak Sevgi kırıntılarını serpiyorum Üşüyen serçelere Hırçın damlalar Islatıyor düşlerimi Sigaran efil efil yanıyor Hoyrat rüzgarlar savurdu hayallerimizi Yoksun Buz tutmuş düşlerim Gün ışığında darmadağın İnatla direniyorum Ekmeğimi banıp umuda Sıcak çayın buğusunda Gülümsüyorum... * Semihat Karadağlı/18.01.2024 KapakFotoğraf: Semihat Karadağlı * 7.02.2024, maviADA

  • EŞİ BULUNMAZ BİR CİMRİ

    Aziz NESİN * Yunan ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmişti. Bu sırada Ayvalık’ta Türk ordusunun Yüzyetmişikinci Alay’ı vardı. Yüzyetmişikinci Alay’ın komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya) Bey’di. Bu alayın erlerinin çoğu, Büyük Dünya Savaşı’na katılmış gazilerdi. Bu erler, askerlik görevlerini bitirdiklerinden, bikaç gün sonra terhis olup köylerine döneceklerdi. Evlerine gidecekleri için sevinçliydiler. O günlerde Ayvalık koyuna iki Yunan torpidosu gelip demirlemişti. Bu torpidolarda Yunan deniz erlerinden başka, Yunan piyade erleri de vardı. Gemilerde piyade erlerinin bulunması, Yunanlılar’in Ayvalık’a asker çıkaracaklarını gösteriyordu. Yüzyetmişikinci Alay Komutanı Yarbay Ali Bey, işgalci Yunanlılar’a karşı koymaya, düşmana karşı direnmeye karar verdi. Ama İstanbul’daki Padişah hükümeti, Yunanlılar’a karşı direnilmesini istemiyordu. Yarbay Ali Bey, Yüzyetmişikinci Alay’ın erlerini, erbaşlarını, assubay ve subaylarını toplayıp onlara şöyle dedi: — Arkadaşlar! Biliyorum, Büyük Savaş’ın yorgunluğunu bile daha üzerinizden atmadınız. Büyük Savaş’ta silah arkadaşlarınızdan çoğu şehit düştü. Sizler de kanlarınızı döktünüz. Sizlerden artık hiçkimsenin bir görev istemeye hakkı yoktur. Bikaç gün sonra terhis olup köylerinize gidecek, evlerinize dönecek, ailelerinize kavuşacaksınız. Ama biliyorsunuz, İzmir’imizi düşman işgal etti. İşte görüyorsunuz, karşımızda da düşmanın iki savaş gemisi duruyor. Belki bugün, belki yarın, bu iki düşman gemisi Ayvalık’ı top ateşine tutacak. Yunan askerleri Ayvalık’ı da işgal edecek. Biz, yurdumuzun bu bölümünü düşmana bırakıp evlerimize gidemeyiz. Bu görevi sizden ben istemiyorum, anayurt istiyor. Yurdumuzu savunmak için benimle burda kalıp savaşmak isteyenler şu yana geçsinler. "Hayır, biz savaşmaktan çok yorulduk. Bundan sonra artık askerlik yapmayız" diyenler de haklıdırlar. Onlar da silahlarını bıraksınlar, gülegüle evlerine gitsinler! Yarbay Ali Bey, yüzü gülmez, sert görünüşlü, duygularını dışa vurmaz bir askerdi. Ama erlerine bu sözleri söylerken o denli duygulanmıştı ki, gözleri buğulanmış, sesi titremişti. Dudaklarından bir hece daha çıksa, yıllarca savaş alanlarında vuruşmuş o yiğit yarbayın gözlerinden yaşlar boşanacaktı. Komutanlarının bu sözü üzerine, Yüzyetmişikinci Alay’ın tek eri bile silahını bırakmadı. Hepsi birden, yurtlarını savunmak için, alay komutanlarının gösterdiği yana geçti. Hükümet, işgalci Yunanlılar’a karşı direnilmesini istemediğine göre, direnişe geçen Yüzyetmişikinci Alay, hükümete karşı geliyor demekti. Bu durumda hükümet Yüzyetmişikinci Alay’ın gereksinmelerini karşılamayacak, giderlerini sağlamayacaktı. Alaydaki subayların, assubayların, erlerin yiyecekleri, giyecekleri, yakacakları, yunacakları, sonra hayvanların yemleri kısacası bütün bu gereksinmeler nasıl, nerden sağlanacaktı? 1919 yılının 26 Mayıs günüydü. Yunan ordusu İzmir’i işgal edeli onbir gün olmuştu. İşte o gün Yarbay Ali Bey atına atlayıp Ayvalık’tan Burhaniye’ye geldi. Burhaniye’deki tanıdıklarından zeytinyağı fabrikası sahibi Ali Osman Ağa’yla bu konuyu konuştu. Ali Osman Ağa, Burhaniye’nin ilerigelenlerini çağırdı. Tüccar Hacı Tali Bey’in yazıhanesinde gizli bir toplantı yaptılar. Yarbay Ali Bey, o toplantıda bulunanlara şöyle dedi: — Burhaniyeliler, alayımın her türlü gereksinmesini sağlarsa, yiyeceğini, giyeceğini, hayvan yemini verirse, ben hükümete karşı gelip alayımla düşmana karşı direneceğim. Burhaniye’nin ileri gelenleri, Ali Bey’in bu önerisini benimsediler. Bu iş için Burhaniye Haklan Savunma Derneği (Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) kuruldu. Müderris Şükrü Hocaefendi, bu derneğin başkanlığına seçildi. Tüccar Hacı Tali Bey de derneğin levazım işleri yönetmenliğine getirildi. İlk toplantıda, düşmana karşı direnmek için Yüzyetmişikinci Alay’dan başka, bir de sivillerden oluşacak bir milis alayının kurulmasına karar verildi. Bundan sonra, Burhaniye’ye çok yakın olan Havran ve Edremit ilçelerinde de Hakları Savunma Dernekleri kuruldu. Yoksul Burhaniye halkı Yüzyetmişikinci Alay’la milis alayını besleyemez, bu iki alayın tüm gereksinmelerini karşılayamazdı. Havranlılar’la Edremitliler de bu yurt görevine katıldılar. İki alayın giderlerinin yüzdekırkbeşini Edremitliler, yüzdeotuzunu Havranlılar, yüzdeyirmibeşini de Burhaniyeliler karşılıyordu. İlkağızda o günün parasıyla yetmişdörtbin lira (Bugün için iki milyon lirayı aşkındır), onbin şinik buğday (Bir şinik onbeş kilo olduğuna göre yüzellibin kilo buğday), üçyüzyirmi koyun toplanarak bu iki alayın bir süre için gereksinmesi sağlandı. Alayların giderlerini sağlamada zorluk çekiliyordu. Başkan Şükrü Hocaefendi, derneğin bir toplantısında şöyle dedi: — Arkadaşlar! Varlıklı olanlara, zenginliklerine göre salma koyacağız. Başka umarımız yoktur. Parası olan para, malı olan mal verecek! Herkes olanını bağışlayacak… Bunun üzerine,o toplantıda bulunan üyeler, kendilerinden yardım istenilecek varlıklıların adlarını saymaya başladılar. Üyeler bağış alınacakların adlarını söylüyor, derneğin yazmanı olan Hüseyin Hüsnü (Develi) de bu adları bir deftere yazıyordu. İşte böylece, para ve mal istenilecek kişilerin adlarıyla, her adın yanına da, o kişiden nice mal yada para alınacağı yazılarak bir salma listesi yapıldı. Bu listedeki adlar arasında bir de Çoruk Köyü’nden Çapkınoğlu Hasan Ağa adı vardı. Bu adın yanına 500 şinik buğday salma yazılmıştı. Çoruk Köyü’nden Çapkınoğlu Hasan Ağa’nın adı söylenip listeye yazılırken, ordakiler alaylı alaylı gülümsemişlerdi. Çünkü bu Hasan Ağa, onların tanıdığı en cimri kimseydi; dünyada ondan daha pintisi olamazdı. Çok zengin olduğunu herkes biliyordu, ama kimseye bişey verdiğini, bir yoksula yardım ettiğini gören olmamıştı. Ondan para yada mal istemek, canından can koparmak demekti. Biriktirdiği altınları, tenekeye doldurup toprağa gömdüğü söylenirdi. Salma listesine yazılanlara gidip, biçilen salmayı vermeleri istenecekti. Ama ordakilerden hiç kimse, salma istemek için Çoruk Köyü’nden Hasan Ağa’ya gitmek istemiyordu. Çünkü O’nun bişey vermeyeceği belliydi. Bu Hasan Ağa çok yaşlıydı. Bu denli yaşlı ve zengin bir adamın bu denli elisıkı olmasına herkes şaşar kalırdı. O’nun dillere söylence olmuş pintiliği üzerine pekçok olay anlatılırdı. Pazara gitmek için köyünden Burhaniye’ye geleceği zaman, yolda yürürken aşınıp eskimesin diye, ayağından ayakkabısını çıkarıp koltuğuna sıkıştırırdı; Burhaniye’ye dek yalınayak gelirdi. Burhaniye’ye girerken ayakkabısını giyerdi. Akşam olup da köyüne önerken, yine ayakkabısını ayağından çıkarıp koltuğunun altına kor, köyüne dek yalınayak giderdi. Eskimesin diye giymeye kıyamadığı ayakkabısı da o zaman, yirmiiki kuruştu. Onca zengin, onca varlıklı olan Hasan Ağa para harcamaktan çok sakınıldı, parası gidecek diye ödü kopardı. Öyle elisıkı bir adamdı ki, Burhaniye’ye gelişlerinde, O’nun bir çayevine oturduğunu, bir bardak çay yada bir fincan kahve içtiğini gören olmamıştı. O kocamışlığıyla Burhaniye’ye dek yayan ve yalınayak yürümekten çok yorulduğu için, Burhaniye’ye gelince alandaki koca çınara sırtını dayar, orda bir süre soluklanıp dinlenirdi. Bu çınarın önündeki çayevinde oturanlardan O’nu tanıyanlardan biri, — Hasan Ağa, gel, buyur, bir yorgunluk kahvesi iç! diye çağırsa, gitmezdi. Para kendisinden çıkmasa da, alışkanlık olur korkusuyla, ısmarlanan çayı, kahveyi bile içmezdi. O’na çay, kahve ısmarlayanlara, günün birinde kendisinin de çay, kahve ısmarlaması gerekeceğini düşünürdü. O zamanın parasıyla bir fincan kahve on paraydı. Hasan Ağa on paraya bile kıyamazdı. İşte bu denli cimri olduğu bilinen Hasan Ağa’ya salma almak için, ordakilerden hiçbiri gitmek istemeyince Hacı Tali Bey, derneğin yazmanı Hüseyin Hüsnü’ye, — Senin dilin tatlıdır, ağzın laf yapar. Var sen git, iste! dedi. Hüseyin Hüsnü Çoruk Köyü’ne gitti. Salma alacağından umutsuzdu. Köy kahvesine girdi. Kahvede gördüğü köyün korucusuna, Hasan Ağa’yı çağırmasını söyledi. Az sonra korucu, Hasan Ağa’yı köy kahvesine getirmişti. Hüseyin Hüsnü, köy kahvesinde oturanların da duyacağı bir sesle, — Hasan Ağa amca, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti sana beşyüz şinik buğday salma yazdı… dedi. Hasan Ağa, — Bana çok az salma koymuşsunuz yiğen… dedi. Hüseyin Hüsnü de O’na, — Allah daha da çok versin, sende de çok var Hasan Ağa amca… dedi. Bunun üzerine Hasan Ağa, — Öyleyse kalk yürü! dedi. Hüseyin Hüsnü’nün bileğinden tuttu. Bileğini bırakmadan O’nunla yürüdü. Tahtadan yapılmış bir büyük ambar önüne geldiler. Ambarın uzunluğu yirmi metre vardı, belki de daha uzundu. Hasan Ağa anahtarıyla ambarın kapı kilidini açtı. Ambara girdiler. İçeri girince Hüseyin Hüsnü şaşıp kalmıştı. Çünkü içerisi tahılla doluydu. Ambarda tahta perdelerle ayrılmış onbir bölüm vardı. Her bölüm, silme, tepeleme tahılla dopdoluydu. Hasan Ağa her bölümü Hüseyin Hüsnü’ye ayrı ayrı gösterip, — İşte bu bölmede buğday var! Bu bölmede arpa dolu! Bu bölmeye de çavdar yığdık! İşte burası da yulaf bölmesi, dolu… diyordu. Hüseyin Hüsnü şaşkınlıktan konuşamıyordu. Sanki düş görüyordu. Hasan Ağa sözünü sürdürdü. — Bana beşyüz şinik buğday mı saldınız? Neye bu kadar az salma koydunuz bana yiğen? İki alaya beşyüz şinik buğday yeter mi hiç! Bak yiğen, bu ambardaki salt buğday altıbinikiyüz şinik… Buğdaylar da, arpalar, yulaflar, çavdarlar da, hepsi hepsi, burda her ne varsa, hepsi Kuvvayimilliyye’nin, hepsi askerlerimizin… Alın, götürün! Taşıma için araba isterseniz, arabalarım da var. Arabalarımı da alın götürün, onlar da askerlerimizin… Yedirin tahıllarımı askerlerimize. Burdakiler yetmezse hiç kaygılanmayın, daha da bulur buluştururuz. Her ne isterseniz, her neyim varsa, varımı yoğumu vereceğim. Bende yoksa, olanlardan ödünç alıp, borç alıp vereceğim. Başka hiçbir umarımız kalmadı yiğen; yeter ki gavuru buralara sokmayın. Evimde, odamın duvarına asılı bir tüfeğim yar, salt bir onu veremem. Çünkü onu kendime ayırdım. Yaşlıyım diye tüfek kullanamam belleme. Düşman buralara dek girerse o tüfekle namusumuzu koruyup savunacağım ölene dek… Hadi şimdi var git gülegüle! Bu dediklerimi böylece bir bir anlat! Gülegüle! Benden selam söyle Hacı Tali’ye! Hüseyin Hüsnü, Burhaniye’ye döndü. Burhaniye Hakları Savunma Derneği’nin dokuz üyesi yine Hacı Tali Bey’in yazıhanesinde toplanmıştı. Hüseyin Hüsnü içeri girince, ne haber getirdi diye, üyelerin hepsi merakla O’na baktılar. Dünyanın en cimri adamı olarak bildikleri Çoruk Köyü’nden Hasan Ağa’dan ne haber getirmişti? Yazman Hüseyin Hüsnü olanları anlattı. Hasan Ağa’nın sözlerini onlara iletti. Bu sözleri duyunca ordakilerin başlan önlerine eğildi. Bir derin sessizlik oldu. Burhaniye’nin yaşlı ilerigelenlerinin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ençok üzülen de Hacı Tali Bey olmuştu. Ağladığı görülmesin diye yazıhaneden çıkmıştı. Koca adam kendini tutamamış, hüngür hüngür ağlıyor, biyandan da sesi titreyerek, — Hiçkimse için kötü düşünmeyeceksin! diye söylenip duruyordu. *NOT: Bu YAZI BURADAN alınmıştır.

  • Sen Yoksun

    kış aylarından kalma bir elma elimizde kalan dolunayı güneşte unutulmuş bir gece karanlık bu sade acıklı uzun bir karanlık göğsümde tanelenen acıktığım sonra doyduğumu sandığım ekmek kırıntıları çizgilerim derinleşiyor uzadı zaman şaraptan sonra daha acıklı vakitlerden yine sen yoksun fenerler yansın yeniden lodosta olgunlaşan başaklar sallansın biz değil miydik sabahtan kalma geceye dair yüreğimizde şafak sancısı #aydogmuszeliha

  • Şeytanın Gör Dediği

    Dünya Savaşı Nerden Çıktı? * Ertuğrul Özkök: Bu Durumda İkinci Kuvayı Milliye de Hizbullah mı Oluyor? * Dün milletçe milli maça konsantre olduğumuz saatlerde Milli Savunma Bakanlığı’nda ilginç bir toplantı oldu. İlk bakışta çok normal gibi görünen rutin bir brifingdi bu.  Adı da “Haftalık Basın Bilgilendirme Toplantısı…” Brifingi Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri Tuğamiral Zeki Aktürk verdi. Bugün yani 28 Haziran, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 223’üncü kuruluş günü.  Nedense bilgilendirme toplantısı bugünü kutlamayı bir gün önceden yapıyordu. Benim dışımda 561 kişinin daha okuduğu bir resmi açıklama  Bu brifingle ilgili haberler; gazeteler ve internet sitelerinde  yer aldı. Milli Savunma Bakanlığının internet sitesine girip, brifingin tam metnini okudum. Sitede bu metni benim gibi 561 kişi daha okumuş. Brifing haberini oradan okurken medyada üzerinde durulmayan iki ayrıntı gözüme çarptı.  Üçüncü Dünya Savaşı Sorusunu kim sordu? Independent Gazetesi'nin sitesinden okuduğuma göre; brifingi veren komutana şu soru sorulmuş: “Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Üçüncü Dünya Savaşı ihtimalinden söz ediyor. Bakanlık bu konuda ne düşünüyor?" Doğrusu bana tuhaf geldi. Türk Silahlı Kuvvetleri durup dururken bir Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali sorusuna cevap veriyordu.   İkinci tuhafıma giden durum şu. Bu soruyu kim soruyor? Haberde bu belirtilmiyor ama bu işi yıllardır takip eden bir gazeteci olarak şunu tahmin edebilirim. Soruyu bir gazeteci sormuyor, Milli Savunma Bakanlığı bir gazeteciye sorduruyor. Veya bizzat kendisi bir soru olarak gazetecilere iletiyor. Üçüncü Dünya Savaşı sorusu MSB sitesindeki haberde niye yok? Ancak bu noktada da bir tuhaflık var. Bu soru ve cevabı medyadaki haberlerde var ama bakanlığın resmi sitesine konmamış. Bu durumda aklıma şu soru geliyor: Acaba soruyu Dışişleri mi sorduruyor? Cevabını bilmiyorum sadece meraklı bir gazeteci olarak ben soruyorum.  Askerlerin Üçüncü Dünya Savaşı sorusuna verdiği cevap da bu... “Birinci ve ikinci dünya savaşlarında olduğu gibi topyekün bir risk var mı derseniz tabii ki bir ihtimal. Biz MSB olarak savunma ve güvenliğimize yönelik değerlendirmelerimizi yapıyor ve güncellenmesi gereken bütün planlarımızı yeni değerlendirmeler ışığında yapıyoruz. En hazırlıklı ülkelerden biri olduğumuzu da rahatlıkla söyleyebiliriz. TSK zaten dinamik bir ordu. Birçok coğrafyada sürekli faaliyetler icra eden bir ordu. Kendi planlarını, kendi lojistiğini test etmiş onaylatmış bir ordu. Dünyanın birçok noktasında barışı destekleme faaliyetleri de yapıyor. Üçüncü dünya savaşı gibi karanlık bir tabloyu başta ülkemiz olmak üzere kimse istemez, ama Ordumuzun da her türlü senaryoya hazır olduğunu belirtmek gerekir.” Dışişleri Bakanı Fidan, Güney Kıbrıs'ı neden uyardı? Bu tuhaflıklar üzerine biraz geriye dönüp biz Türk milli takımının maçlarına dalmışken Ankara’da neler olduğuna baktım.  Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, bu hafta iki önemli mesaj verdi. (*) BİR: Aniden Güney Kıbrıs’ı uyardı: “İsrail’e lojistik destek verirsen; savaşta taraf olursun.” Bu söz ne anlama geliyordu? “Biz savaşta taraf değiliz siz de olmayın mı…” Yoksa “Biz Filistin’den yanayız ama siz İsrail’den yana olmayın mı…” (*) İKİ: Bakanın verdiği ikinci mesaj da şuydu:  “Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali var….” MSB resmi sitesindeki çok dikkat çeken bir ara başlık  Maçlara konsantre aklım durumu kavrayamadığı için sadece “Neler oluyor böyle” sorusunu sordum. Resmi sitedeki haberi okurken biraz altta daha ilginç bir cümle dikkatimi çekti. Daha doğrusu böyle devlet resmi belgelerinde pek rastlamadığımız bir ara başlıktı bu: “İsrail alçakça saldırıları sürdürüyor” Alışılmadık ara başlıktan sonra alışılmadık bir metin  Milli Savunma Bakanlığı sitesindeki metin aynen şöyle devam ediyordu:  “Saldırı ve katliamlarına devam eden İsrail, yerlerinden edilmiş Filistinlilerin sığındığı mülteci kamplarına ve okullara yönelik alçakça saldırılarını sürdürmektedir. Söz konusu saldırıların bölgesel istikrarı tehdit eder hâle gelmiş olması endişe vericidir. Daha büyük çatışmaya yol açabilecek her türlü adımdan kaçınılmalıdır. Ülkemizin önceliği, Gazze’de katliamın sona ermesi, bölgede kalıcı barışın tesis edilmesidir. Filistin’in daha fazla devlet tarafından tanınmasından memnuniyet duyuyor, bu adımların Filistin’in uluslararası camiada hak ettiği statüye kavuşmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz.” Peki nedir bu başlık ve resmi metindeki tuhaflık? Şu; Milli Savunma Bakanlığı kendisine verilen askeri sınırları geçip resmen siyasi bir mesaj veriyor. Gazze’ye nasıl bir düzen verilmeli, Filistin devleti tanınmalı gibi mesajlar bunlar. Dediğim gibi bunlar daha çok siyasi bir otoritenin vermesi gereken mesajlar. Normal olarak demokrasiyle yönetilen ülkelerde askerlerin vereceği türden cevaplar değil. Ve en vurucu mesaj Erdoğan'dan geliyor: Lübnan'ın arkasındayız Kafam bunlarla meşgulken asıl bomba Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. Daha önce “Hamas Anadolu’nun ileri hat savunmasıdır” diyen Erdoğan şimdi İsrail’e karşı  cepheyi genişletiyor ve “Lübnan’ıın arkasındayız” diyor. "İleri müdafaa savunması" cümlesini anlamamıştım. Bunu da anlamadım. Ama aklımda beni çok düşündüren bir soru vardı: Biz Lübnan devletinin ve halkının mı arkasındayız? Yoksa İran kontrolündeki Lübnan Hizbullahı'nın mı? Çünkü İsrail’e karşı saldırıları devlet olarak Lüban değil, Hizbullah örgütü yapıyor. Bu durumda Hamas'tan sonra Hizbullah da mı Kuvayı Milliye oldu? Yani bu durumda Hizbullah da mı bir nevi “Kuvayı Milliye" oluyor? Bütün bunları alt alta yazınca aklıma şu soru geliyor: Ankara’da neler oluyor? Son üç gün içindeki bu gelişmelere bakınca aklıma şu soru takılıyor: Acaba Ankara, rasyonel düşünme kabiliyetini kaybediyor mu? Ekonomik popülizm aracı kalmayınca tekrar Rabia politikasına mı dönüldü? Aklıma gelen ihtimal şu; acaba popülizm konusunda elde tek ekonomik kurşun kalmadı, popülizm yapacak bir tek araç bulunamıyor da… Yine dış politikaya mı sarılınıyor? Bundan 10 yıl önce Suriye içsavaşı başlarken şunu yazmıştım: “Yapmayın, bu Cihadcılara kapıları açmayın. Yoksa sınırımız Peşaver’e döner.” Aynen öyle olmadı mı… Orta Doğu'nun Paris'i Cihadcılar yüzünden battı Şimdi de aynı şeyi söylüyorum. Zavallı Lübnan daha çok Hizbullahçıların yol açtığı iç savaş yüzünden Orta Doğu’nun en zavallı, en yoksul, en biçare ülkesi haline geldi. Şimdi İran Hizbullahı’na destek vererek onun arkasında durarak cesaretlendirmeyin. İsrail’in karşısına atmayın. Eğer samimi olarak oraları Anadolu’nun ileri savunma hattı olarak görüyorsanız; bilin ki Suriye’de çuvallayan politika, orada da tekrarlanır ve neticede Anadolu’ya göç duvarı yıkılır. Bilelim ki, bunun sonucu Anadolu’da bir milyon göçmen daha olabilir. Lütfen, Türkiye'nin adını Hizbullah ile yan yana telaffuz etmeyin  Suriye politikası çöktü. Mısır’a karşı Rabia politikası çöktü. Suudi Arabistan, Körfez ülkelerindeki İhvan politikası çöktü. Yani şimdi sıra Lübnan’a mı geldi… Hizbullah’ın elindeki İran füzelerinden başka hiçbir şeyi kalmadı o zavallı ülkenin. Darmadağın olmasına yol açacak son fıskeyi de biz vurmayalım. Bakın daha geçen Perşembe günü Lahey Savaş Suçları Mahkemesi, Mali’nin İslami Cihad yanlısı bir yöneticisini insanlığa karşı işlenmiş bir suçtan mahkum etti. Türkiye’nin adını Lübnan’da İran Hizbullah’ı ile yan yana telafuz etmeyin.  * Bu yazı BURADAN alıntıdır.

  • EFSANE BİR YEMEK KEŞKEK

    Niyazi UYAR* Keşkek , kaynatılan yarma buğday ve etin birlikte dövülerek iyice özdeşleşmesiyle elde edilen geleneksel bir lezzettir. Yöresine göre türlü adlar alır, Bayburt’ta “ Herse “, Ağrı’da “ Hellise ” adıyla bilinir. Batı Anadolu , Trakya , Doğu Anadolu , Karadeniz ve Orta Anadolu’da yapılan keşkek, yörelere göre farklılıklar gösterir. Bazı bölgelerde kuzu eti , bazı bölgelerde dana eti , bazı bölgelerde de tavuk etinden yapılmaktadır. Kalori bakımından zengindir. Buğdaydan yapılan bir yemek olduğu için de  yedikten sonra uzun süre tokluk hissetmenize sebep olan keşkeğin yapılışı ise bir o kadar zahmetlidir. Keşkek , isteğe bağlı olarak her zaman tüketilebileceği gibi çoğu yörenin geleneksel düğün , sünnet ve bayram yemeğidir. MALZEMESİ KİŞİYE ve YÖREYE GÖRE DEĞİŞSE DE Temel malzemeleri; *Yarma buğday *Kırmızı dana eti . Anadolu'nun yörelere göre farklılık gösteren, genellikle düğün ve bayramlarda yapılan, temel olarak yarma buğday ve etten oluşan geleneksel bir düğün, bayram, tören gibi kalabalık yemeğidir. Bazı yörelerde ayrıntıda değişiklikler olsa da, Adapazarı'nda olduğu gibi kırmızı dana etinin yerini tavuk eti, buğdayın yanında nohut ve benzeri yer alsa da ana malzemeleri bunlardır. 2011 yılında Endonezya 'nın Bali kentinde düzenlenen 6. oturum sonucunda UNESCO tarafından Türkiye'nin Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesine dahil edildi. [1] Ayrıca Merzifon Belediyesi Türk Patent ve Marka Kurumu'na yaptığı coğrafi tescil kaydı ile, 2015 yılında " coğrafi işaret belgesi" almıştır. Bu belge ile kendi yörelerindeki yemeğin adı Me rzifon keşkeği olarak tescil edilmiştir. HAZIRLANIŞI: Öncelikle keşkek, günümüz koşullarında hem maliyeti, hem de hazırlanışı bakımından zor bir yemektir. Kalabalık yemeklerde, örneğin düğünden bir gün önce ıslatılan buğday, düğün günü sabahtan büyük kazanlar içinde kaynatılmaya başlanır. Kaynatılan buğdaylar ve etler büyük kazanlar içine alınıp tokmaklar yardımıyla kazanın içine vurarak malzemenin iyice erimesi sağlanır. Bu işleme keşkek dövmek denilir. Geleneksel olarak düğün aşçıları tarafından hep birlikte imece usulü ile yapılır. Yorucu bir iş olan keşkek dövme işlemi sonucu etler ve buğday eriyerek özdeşleşir. Et, tahıllarla iç içe geçmiş, neredeyse tamamen yemeğin içinde erimiş durumdadır. Ne kadar uzun süre ve kuvvetle dövülürse o kadar iyi olduğu söylenir. Çok iyi dövülmüş keşkeğe "sakız gibi keşkek" benzetmesi yapılır. Lifleri iyi ayrılmış etin buğday özüyle birleştiği, bulamaç gibi değil ama kaşıkla tabaktan çekince uzayan bir keşkek, gerçekten de sakız gibi uzar. Günümüzde sırf keşkek dövmek için tasarlanmış keşkek mikserleriyle dövülüyor olsa da geleneksel yöntemlerle dövüleni her zaman daha makbul sayılır. Bu yüzden köylerde genellikle geleneksel olarak tokmaklarla dövülmeye devam etmektedir. Güveç , tencere veya büyük kazanlarda odun ateşinde pişirilir. Yine yöreye göre değişmekle birlikte kırmızı biber , salça , soğan ve yağdan oluşan bir sosla servis yapılır. Genellikle dana etiyle yapılır ama tavuk etiyle de yapılabilir. Yöresine göre keşkek, yanında haşlanmış tavuk, salçalı nohut yemeği, pirinç pilavı, bulgur pilavı ve ayran ile servis edilir. Genellikle kemikli dana etinden yapılan keşkeğin üzerine, kırmızı biber ve tereyağından hazırlanmış sos dökülür. Bazı yörelerde etsiz pişirilir ve üzerine tereyağı sosu dökülür. Sinop Ayancık ve çevresinde kurutulmuş kırık mısır ve barbunyadan yapılan farklı bir keşkek türü de pişirilir. Kastamonu, Çanakkale ve Bafra'da yaygındır. Trakya’da Silistre köylerinde keşkeğe tavuk eti ile birlikte kuzu eti ve süt ilave edilir. * "SENİN KEŞKEĞİ NE ZAMAN YİYECEĞİZ" Evlenme zamanı gelen delikanlıya, “senin keşkeği ne zaman yiyeceğiz ya,” derler, bizim yörede. Bu efsane yemek benim çocukluk yıllarımdan beri, en sevdiğim yemeklerin başında gelir. Tabi ki keşkeğin kıvamında olması, olmasa olmazımdır. Az önce keşkek ile ilgili düşüncelerine kıymet verdiğim kişilerle de son bir telefon görüşmeleri yaptım. Ahmet Ali Yıldız Öğretmen, keşkeğin esaslısı için yaptığı benzetmeyi anlatmadan geçemeyeceğim. Bir sıvacı ustasının duvara çarptığı harcın damlasının yere düşmemesi gibidir keşkeğin kıvamı. Keşkek, günlük olarak pişirilecek sıradan yemeklerden değildir. O özel günlerin, düğünlerin, hayırların, bayramların en asil yemeğidir. Onsuz ne düğün olur ne hayır ne de özel gün. “Hanım canım keşkek istiyor,” deyip şanına uygun olarak pişirilecek bir yemek değildir. Buğdayın, yarmanın yemek için hazırlanması saatler alır, çünkü! Düğünlerin olmazsa olmaz yemeğidir dedik ya, benim doğup büyüdüğüm köyde düğünler üç dört gün sürerdi eskiden. Mesela, birinci gün ahali akşam yemeğine çağrılır. “Akşama birintiye bekliyoruz,” derler. İlk günün adı: Birinti. İkinci gün keşkeklik buğdayın davul zurna eşliğinde dibek taşında ağaç tokmaklarla dövülmesi, dibek dövmektir. Dibek dövülürken, davulun ritmi ile aşka gelen delikanlılar tokmakları arada dibek taşına vurarak kırar. Hele bir de onu perde gerisinden izleyen sevdiceği kız varsa… eh o zaman ne tokmak dayanır ne keşkeklik buğday! Söz aramızda benim de vardır, tokmağı dibek taşına vurup kırdığım. İşte bugünün adı da dibek’tir. Üçüncü gün kızın çeyizi at, katır sırtında oğlan evine, gelin evine götürülür. Bugünün adı da döşek, son günün adı da gelin’dir. Bu geleneği “keşkek” ile ilgili yazıma sıkıştırdım ki, hem senin “keşkeği ne zaman yiyeceğiz, sözünün düğün manasına geldiğini söylemek, hem de kültür aktarımına vesile olmaktır. Keşkek ile ilgili yaptığım araştırma ve okumalarda iki efsaneyi yazmam farz oldu. Bu iki efsane kısaca şöyle: Hazreti Muhammet Veda Haccı dönüşü, Hazreti Ali’den Hrisi, yani keşkek pişirmesini ister. Hazreti Ali hrisiyi pişirir. Yemek o kadar bereketlidir ki, 120 bin kişiyi doyurur. Bir başka rivayet, Yavuz İran Seferi dönüşünde ordusunu dinlendirmek, kışı geçirmek ve doğup büyüdüğü yere Amasya’ya uğramak ister. Yavuz’un geleceğini öğrenen yol üstünde olan bir köylü kadın, padişahı sofrasına konuk etmek ister, fakat kadın yoksuldur. Ne pişirecek ne yedirecektir padişaha? Ambara bakar, yarma ve nohuttan başka bir şey yoktur. Birde komşuların bir iki gün önce verdikleri kuzu kaburgası.  Kadın çömleğin içine kuzu kaburgasını, üstüne bir tas yarma, bir tas nohut, su ve tuz ilave edip fırına koyar. Yemek kaynadıkça suyu eksilir, suyu eksildikçe su ilave eder, su eksildikçe ilave eder. Böyle böyle bir zaman geçer. Kaynadıkça, buğdaylar, nohutlar, etler erir, muhteşem bir yemek çıkar ortaya… Nihayet beklenen misafir görünmüştür. Bin bir güçlükle Padişaha ulaşır kadın. Pişirdiği yemekten padişah ikram etmek istediğini söyler komutanlara. Yemek tadıcıları yemeği görüp tadar, “keşke et olsaydı,” derler. Kadın kepçe ile yemeği karıştırıp etleri yukarı çıkarır.  Tadıcılar yemeği tattıktan sonra Padişah’a sunar, Padişah yemeği çok beğenmiştir. Aşçıbaşına talimat vererek, “bu yemekten yap ve askerlere yedir, der. İşte tadıcıların “ keşke” et olsaydı ifadesindeki “keşke” sözcüğü yemeğin adının doğumuna vesile olmuştu r. Keşkeğin sözcük anlamı Farsça “Keşk,” sözcüğünden gelir. Bu efsane yemek Anadolu yemeğidir. Nevruz ve Hıdırellez gibi Anadolu’da kutlanan bayramların ana yemeğidir. Özellikle Antakya’daki Nusayrilerin ve Denizli Çalçakırlıların Hıdırellez’de hala keşkek pişirmeye devam ettiği söylenmektedir. Hrisi Anadolu Hristiyanları arasında da yaygın bir yemek ritüelidir. Antakya, Mersin, İskenderun çevresinde yasayan Rum-Arap Ortodokslar ve Ermeniler gerek sevdiklerini yad etmek için gerekse Meryem Ana Yortusunda keşkek pişirirler. Bölgedeki Musevi vatandaşların da bir özel gün yemeği olarak yapılmasa da keşkeği içselleştirdikleri bilinmektedir. Birçok kültürde olduğu gibi önce etler kanının iyice akana kadar bembeyaz olana kadar yıkanır, buğday geceden ıslalatılır ve sabaha karşı buğday ile ağır ateşte pişirilmeye başlanır ve son olarak ailenin kolu kuvvetli fertleri tarafından sakız kıvamına gelene kadar dövülür. Keşkek veya hrisinin baş tacı edildiği en göze çarpan etkinlik ise Ermeni köyü̈ olarak da anılagelen Antakya’nın Samandağ̆ ilçesinin Vakıflı Köyü’nde yapılır. Meryem Ana yortusu öncesi tutulan 15 günlük orucun bitimine ve geleneksel bağbozumuna denk gelen üç gün süren, dünyanın birçok yerinden köye akın eden Ermeniler ile beraber büyük bir şenliğe dönüşen etkinliğin son günü̈nden önce meydanda kurulan kazanlarda ağır ağır pişirilmiş̧ olan hrisi ikramıyla biter. Keşkek, Anadolu coğrafyasının çok büyük bir bölümünde pişirilen efsane bir yemektir: Hatay, Mersin, Sivas, Bolu, Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Balıkesir, Manisa, Uşak, Afyon, Amasya, Aydın… Bazı yörelerin keşkekleri, Türk Patent Kurumu tarafından tescillenmiştir. Mesela, Merzifon keşkeği, Şuhut keşkeği, Amasya keşkeği, Çarşamba keşkeği… gibi. Keşkek ile anlatılacak o kadar çok şey var ki, mesela bazı yörelerde et olarak yalnızca dana gerdan kullanırlarken, bazı yörelerde kuzu eti, tavuk eti de kullanılır, yine bazı yörelerde süt ilavesi yapılır . Buraya bir parantez açmak lazım diye düşünüyorum. Manisa’nın Demirci ilçesinin keşkeği hakikaten efsane bir tada sahiptir ne yazık ki, adını duyuramamıştır. Özellikle Demirci’de yönetici olanlar, Demirci’yi yönetenler bu konuda bence üzerlerine düşen vazifeyi eksik yapmışlar. Yurdun değişik yerleri kendi yöreleri adına patent kurumuna tescil yaptırırken… Demircili sayın yöneticiler, bu konuda bir açıklama yapmalılar diye düşünüyorum. Düğün veya diğer önemli günler için yapılacak keşkek yemeği için, Keşkeklik buğday iyice, hatta defalarca yıkanır, sonra kazana koyulup kaynatılır. Kaynatılan buğday, sabaha kadar kazanda bekletilir. Başka bir tencerede et haşlanır, et öncelikle iyice yıkanıp kanından bir güzel arındırılır. Bu ara Demirci’ye bağlı İcikler Kasabasında keşkek etsiz de pişirilir. Başka bir kazanın içine sıvı yağ, yöresine göre et sıvı yağ veya nebati yağ koyulur. Sonra üstüne et, onun üstüne buğday, tuz, su uyarına göre haşlanan etin suyundan da ilave edilir. Keşkek yemeği pişirilirken, bu malzemeler kadar ateşin derecesi de çok önemlidir. Eğer ateş yoğun olursa, kazanın dibi tutar ki, keşkek yanıksı olur. Sıra ateşin üstünden alınan keşkek kazanındaki keşkeğin dövülmesindedir sıra. Bunun için ahşap kepçeler lazım olur ve kazanın içinde dövülmeye başlanır Bu dövme işi kesinlikle mikserle yapılmaz. Keşkek ne kadar çok dövülürse, lezzeti o kadar çok olur. Keşkek yemeğinin ruhu emektir, sevgidir. Emek olmayınca, içine sevgi katılmayınca, en kaliteli malzemelerden yapılsa bile, asla keşkeğin lezzeti olmaz. Eh bir de onu soslarla zenginleştirirseniz, hani derler ya, yemede yanında yat; aynen öyle olur. Sosu için, tereyağının içine, kırmızı pul biber veya biber salçası, domates salçası ilave edilir. Sonra bakın siz lezzete. Afiyet bal olsun, ağrı acı görmeyin; ağız tadınız daim olsun! PEKİ, düğününüz yok, kocadanyı kesecek haliniz de yok ama da canınız keşkek çekiyorsa o zaman ne olacak? Onun için de İzmir yöresinde bir kadının evde pişirdiği keşkeğin tarifini aşağıya bıraktım. Hoşça kalın, dostça kalın! Evde yapılacak keşkek tarifi: Malzemeler 2 çay bardağı buğday 50 gr tereyağ(içine) 750 gr et suyu 200 gr kuşbaşı et 1 tatlı kaşığı tuz 100 gr tereyağ (En üstüne ) toz kırmızıbiber    Yapılışı:   Önce etleri 1 lt kadar suda pişirin. Akşamdan ıslattığınız buğdayları et suyunda, tuzunu da ekleyip kısık ateşte etlerle beraber 1 veya 1,5 saat pişirin. Özlenmesi gerektiği için bu kadar kaynatılıyor. Arada karıştırın ki dibini tutmasın. İyice özlenince ocağı söndürün ve servis tabağına alın. Üzerine tereyağını kızdırıp toz kırmızı biber koyup karıştırın ve keşkeğin üzerine gezdirin. Etli Keşkeğimiz hazır.              *

  • İşin Kolayına Kaçmadan Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin

    -Avni Arbaş, Güzin Dino, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Vera Tulyakova (Paris)- Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin? Yıl 1961 Abidin Dino, Nazım Hikmet Ran ve çok sevdiği eşi Vera, Paris’te bir otel odasında kaldıkları günlerden bir gün Nazım Hikmet, gecenin bir yarısı eline kalemini almış o sırada uyuyan eşi Vera’ya “Saman Sarısı” adlı, Varşova, Krakof, Pırağ, Moskova, Paris, Havana ve tekrar Moskova olmak üzere toplam altı şehirde bulunduğu süre içinde yazdığı uzun şiirin bir bölümünü yazıyor. Şiirdeki; “Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor.” mısrasından, "sen mutluluğun resmini yapabilir misin?" sorusundan Abidin de orda olduğunu, bir yandan bir şeyler çizdiğini anlıyoruz. Abidin Dino’nun yaptığı resimlere hayranlığını; “Yüz elliye altmışın meydanlığında suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem / öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin’in” belirtten Nazım, eşine itafen yazdığı “Saman Sarısı” adlı şiirinin içinde Abidin Dino’ya çağrılarda da bulunmaktadır. Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? 1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin? Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad? Abidin Dino mutluluğun resmini yapmadı. Çünkü o da biliyordu ki, tek bir kare ile somutlaştırılamazdı mutluluk denen kavram. O mutluluğu sözcüklerle anlatma yolunu seçti. Yaşanmışlıklarının beraberindeki arzularının, hayallerinin içinde olduğu bir şiirle… Mutluluğun Resmi Abidin DİNO Kokusu buram buram tüten Limanda simit satan çocuklar Martıların telaşı bambaşka İşçiler gözler yolunu. İnebilseydin o vapurdan Ayağında Varnanın tozu Yüreğinde ince bir sızı. Mavi gözlerinde yanıp tutuşan hasretle kucaklayabilseydim seninle, bir daha. Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi Bağrımıza bassaydık seni Nazım, Yapardım mutluluğun resmini Başında delikanlı şapkan, kolların sıvalı, kavgaya hazır Bahriyeli adımlarla düşüp yola Gidebilseydik Meserret Kahvesine, İlk karşılaştığımız yere Ve bir acı kahvemi içseydin. Anlatsaydık o günlerden, geçmişten, gelecekten, Ne günler biterdi, Ne geceler… Dinerdi tüm acılar seninle Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan. Ve dolaşsaydık Türkiyeyi bir baştan bir başa. Yattığımız yerler müze olmuş, Sürgün şehirler cennet. İşte o zaman Nazım, Yapardım mutluluğun resmini Buna da ne tual yeterdi; ne boya… * Doğru Bilinen Bir Yanlış mutluluk RESMİ Sıklıkla internette dolaşan mutluluğun resmi isimli tablo Abidin Dino’nun değil, Dıanna Dengel’in tebrik kartıdır. Bu resimde Dengel, Amerika’da yaşayan bir köylü ailesini resmetmiştir. Hayatı boyunca "Küresel Emperyalizmin" kültürel yayılmacılığına karşı mücadele eden bir tarafın temsilcilerinden biri olan Abidin Dino’nun; gelecek nesiller tarafından, gerçekte çizmediği bir resimle hatırlanması üzücü. DİNO ve "MUTLULUĞUN RESMİ" METAFORUNUN GEÇTİĞİ ŞİİRDEN BİR BÖLÜM Saman Sarısı Nazım Hikmet ı Seher vaktı habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım peronda benden başka da kimseler yoktu durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada saçları saman sarısı kirpikleri mavi kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı üst ranzada uyuyanı göremedim habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini baktım arkasından üst ranzada ben uyuyorum... ... * KAYNAK : İNTERNET

  • Memnuniyet

    Rüştü ONUR *  Benden zarar gelmez Kovanındaki arıya Yuvasındaki kuşa; Ben kendi halimde yaşarım Şapkamın altında. Sebepsiz gülüşüm caddelerde Memnuniyetimden; Ve bu çılgınlık delicesine İçimden geliyor. Dilsiz değilim susamam Öyle ölüler gibi Bu güzel dünyanın ortasında (Yeni Zonguldak, sayı 34, 23.09.1942) * *   Rüştü Onur  (3 Ağustos 1920, Devrek  – 2 Aralık 1942, İstanbul ), Türk şairdir. 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair, kendisi gibi genç yaşta veremden ölen arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu  ile birlikte ölümlerinden sonraki yıllarda yayımlanan her şiir antolojisinde kısa yaşam öyküleri ve şiirleriyle “Zonguldaklı şairler” olarak yer almıştır. Muzaffer Tayyip Uslu  gibi Behçet Necatigil 'in öğrencisidir. Hayatı Kelebeğin Rüyası  adlı filmde beyaz perdeye aktarılmıştır. [1]

  • PAYLAŞMAK

    “İki şey paylaştıkça artar: sevgi ve bilgi”. - Sebuhi Quluzade                              KOKMAYI PAYLAŞTIM Gül renginde basıyordum yere. Kaçırdım gözden Küçük serüvenini su kuşunun Bana kendini sundu sazlıkların arasından ve kendini okşadı, Biraz da abartaraktan, gördüm bir ara Köprüyü de gördüm, tarihle işledi beni ve yaklaştırdı Orada bulunmayanların tarihini bana Kokmayı paylaştım kır çiçekleriyle Ve şaşırtıcı olmayı Ve biçimlendirici bir de. Portakal ağaçları, portakal ağaçları! Unutur muyum hiç Ellerim de sizsiniz, ellerim de.. EDİP CANSEVER   Sözlüğümüze göre paylaşmak: aralarında bölüşmek, pay etmek, üleşmek, benimsemek onaylamak anlamına gelmektedir. Yaşamın güzelliği, doğruluğu, anlamı, tadı, tuzudur.  Yaşamı anlayabilmeyi ve  dışa dönük bir yolculuğu da getirir.  İnsan olmanın gereğini de sunar. Güzelliği ve   insanı çoğaltmadır. Yaşamı ,ilişkileri de  değerli  kılmaktadır. Konuşmayı, dinlemeyi, gülmeyi de kapsar. Duygu bölüşümü ve  nefeslerin uyumudur.   Birbirine karışmayı  ve bütünleşmeyi de getirir. Yardımlaşmanın da   önemli bir parçasıdır. Aynı zamanda karşılık beklemeden yapmayı da getirir. Adil olmayı da hatırlatır. İnsanlar arasındaki eşitsizliği önlemenin adımıdır.   Paslaşmaya da kapı açar. Sevgiyi, hakketmeyi de getirir. Günümüzde küreselleşme ve bireyselleşmeye rağmen sapasağlam ayakta duran bir değerdir. Ortak düşünmenin, demokratik, barışçı ve eşit bir geleceği birlikte kurabilmenin  yoludur.   Mutluluk ve haza  yol açandır .İnsanın sahip olma hırsını törpüleyendir. İnsani yanlarımızı da  çoğaltandır. Düşünmeyi de öğretendir. Duyguların beraberce ortak olmasıdır. İnsanı bencillikten uzaklaştırandır.   Karşılıklı bir eylemi de getirir. Kimi zaman  bir şarkıdır. Kimi zamanda bir yemektir. Doğru bilgiyi paylaşmak ta  insanların farkındalığını artırır. Ve ufkunu da  genişletir.   Olumsuz deneyimlerin ve hataların  paylaşımı onlara karşı direncin artmasını, Güzelliklerin paylaşımı da rahatlamayı  getirir.     Dünyanın daha iyi bir yer olacağının resmidir.     Ayrıca  daha iyi bir yer haline getirmeye de  kapı açar.Bölüşmenin anlamı  olur.  Gönül zenginliğini de getirir. Yakınlığı, empati kurmayı , güven duymayı, karşılıklı saygıyı da anımsatır.     Yaşamayı  bilmek  onunla  varolur. Yazımızı “paylaşmak insanları yüceltir” sloganını hatırlayarak  noktalayalım.   Özgür Karakaya ozgur694@hotmail.com

  • SİVAS

    Yusuf AKSOY * Bir şehir ki gitsem kalamam kalsam gelemem kalırsam kimsesizce kalem tutan ellerimi yakarlar sonra otuz beş can gibi bedenimi   herkes faili gördü oysaki bedenlerin dumanı tüter hâlâ nefreti yayan güruh şölene çevirdi katliamı herkes tanık her tanık, suçlu biraz   sokakları karartılmış Sivas’ da yanar hâlâ o otel içinde otuz beş can otuz beş dünya yanar durur hâlâ ruhunda karalıkla yatıp kalkanlar ayıklanıp aydınlanmadıkça   “Kalanlar ölenler için şiirler yazar” demişti Metin Altıok  zulmün okları çevrilse de üstümüze yazıyoruz işte kalemleriniz elimizde   bedeni darağacında bedeni yangında olanların şiir söyleyen dili dört bir yanda halkların dili şimdi   aldan al, sarıdan sıcak rengini saçıyor gökyüzüne teslimiyete eyvallah etmeyen otuz beş Can otuz beş Dünya şimdi

  • SERDAR DARTAR SERGİSİ

    "Hikayenin Sonunu Sen Yaz"; Bir Serdar Dartar Sergisi

  • SİVAS KATLİAMININ 31. YILI; DÜNÜ BUGÜNÜ

    2 Temmuz 1993, bir katliam tarihi olarak hafızalara kazındı. SIVASTA NELER OLDU. ... Yaklaşık 15 bin kişiyi bulan saldırganlar, önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı. Oteldekiler ise kurtarılmayı bekliyorlardı. Saldırganların Madımak Oteli'ni henüz yakmadıkları saatlerde Aziz Nesin, Ankara'daki Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü'yü arayıp "Bizi kurtarın." dedi. İnönü , "Hiç merak etmeyin. Gerekli tedbiri aldık," cevabını verdi. Fakat daha sonra tutuşturulan perdeler ve otelin alt katında bulunan eşyalarla birlikte Madımak Oteli yakıldı. Saldırganlardan bazılarının, "Allah'ım bu senin ateşin! İçeriye gönder!", "Cehennem ateşi işte!", "Şeytan Aziz!" dedikleri görüldü. Uzun süren bekleyiş sonunda oteldekiler kurtarılamadı. Otele sığınmış olan kişilerden aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,  Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin'in de bulunduğu 35 kişi yanarak veya dumandan boğularak öldü. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivendeki görevli tarafından darp edilip merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan saldırgan kalabalığa doğru itildi. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesine götürüldü. O gün, Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılmak için Sivas'a giden aydın ve sanatçılardan 33'ü, kaldıkları otelin yakılması sonucu hayatını kaybetmişti. Olayda 2 otel görevlisi de yaşamını yitirmiş, 2 saldırgan da ölmüştü. Aydınlar, sanatçılar ve şairler 4 günlük şenlik programına katılmak, söyleşilere katılmak, kitaplarını imzalamak, şarkılarını söylemek için gitmişti Sivas'a. 1 Temmuz'da şenliğin açılışında konuşanlardan biri de yazar Aziz Nesin'di. Aziz Nesin, Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci ve daha pek çok şair, yazar, sanatçı, düşünür şenlikler için kente gelmişti. Katliamdan iki gün önce dağıtılan bir bildiri, 2 Temmuz'da neler yaşanacağının habercisi olmasa da, işaret gibiydi. Bildiride Aziz Nesin'in o sırada başyazarı olduğu Aydınlık gazetesinde yayımlanan Salman Rüşdi'nin "Şeytan Ayetleri" kitabından bahsedilmiş, Nesin hedef gösterilmişti. Bildiride dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin'in şenliklere ev sahipliği yapması eleştirilmiş, Nesin için "Şehirde adeta Müslümanlarla alay edercesine gezebilmektedir" denmişti. 2 Temmuz 1993'te ne oldu? 2 Temmuz günü Cuma namazının ardından etkinliklerin yapıldığı kültür merkezinin önüne bir yürüyüş başladı. "Sivas laiklere mezar olacak" atılan sloganlardan biriydi. Saldırgan grubun bir kısmı yeni dikilen "Halk Ozanları" heykelini yıkıp, yerde sürüklerken; bir kısmı Valilik önünde Ahmet Karabilgin'i protesto etti. Valinin katliam sonrası İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği rapora göre, saldırganların sayısı her saat artmıştı. Yine aynı rapora göre, akşam saat 18.00'da Madımak Oteli'nin önünde o ana kadar hiçbir aşamada dağıtılmamış 15 bin kişi vardı. Otel önündeki araçlar ve sürüklenen heykel ateşe verilmiş, otelin camları kırılmıştı. Yaklaşık 2 saat sonra otel ateşe verildi, saldırgan kalabalık sloganlarına devam etti. Madımak Oteli'nin önünden çekim yapan İhlas Haber Ajansı'nın görüntülerinde otelin etrafını kuşatanların sloganları yanında sözleri de duyulmuştu. Biri otelin birinci katına çıkan saldırgana "Lan yakın" diye seslenirken, bir diğeri ilk alevin görünmesiyle "Cehennem ateşi işte!" diye seslenmişti. Kente davet edilen takviye kuvvetler ise zamanında gelmedi veya gelenler yetersizdi. 35 Kişi Otelde Hayatını Kaybetti. Turgut Özal'ın ölümünden sonra Cumhurbaşkanı seçilen Süleyman Demirel'in yerine göreve gelen Başbakan ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller görevi devralalı henüz bir hafta olmuştu. Çiller'in Madımak Oteli'nde yaşananların ardından söylediği sözler ise siyasi tarihin hafızasına yazıldı: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir." Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise olayın münferit olduğunu ve Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmemiş olduğunu iddia ediyordu: "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır." İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ise Aziz Nesin'i hedef gösterdi: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir." Temel Karamollaoğlu nasıl bir tavır sergiledi? Madımak Oteli'nden sağ kurtulan Aziz Nesin, dönemin Sivas Belediye Başkanı, Temel Karamollaoğlu'nu "Gazanız mübarek olsun" diye bağırarak saldırgan grubu kışkırtmakla suçladı. O dönem bazı gazetelerde aracın üzerine çıkıp konuşma yapan ve daha sonra Nesin, itfaiye merdiveniyle otelden çıkartılırken onu tartaklayan bir kişinin fotoğrafları yayımlandı. Gazeteler, "provokatör" olarak nitelendirdikleri bu kişinin Belediye Başkanı Karamollaoğlu olduğunu öne sürdü. Karamollaoğlu, yangını başlatan kalabalığı azmettirdiği iddialarını hiçbir zaman kabul etmedi. İlerleyen günlerde fotoğraflarda görülen ve halka "Gazanız mübarek olsun" sözlerini sarf eden kişinin Sivas Belediye Meclisi'nin Refah Partili üyesi Cafer Erçakmak olduğu ortaya çıktı. Karamollaoğlu'nun ilerleyen yıllarda, baştan itibaren olayları yatıştırmaya çalıştığını ve ölümlere çok üzüldüğünü söylemekle birlikte olayları katliam olarak nitelememesi ve "oteldekilerin pencereleri açmamalarını" vurgulaması tartışma yarattı. Karamollaoğlu, 24 Haziran seçimleri öncesinde Artı TV'de katıldığı programda Sivas'la ilgili bir soru üzerinde şunları söyleyecekti: "Katliam olarak vasıflandırmadım. Bu üzücü bir hadisedir. Bu, hakikaten çok acı olarak tarif edilir. Ancak; katliam demek kasıtlı olarak ben bu insanları öldürmek için şunu yaptım denirse olur. Onun adı katliam olur. Ama orada bir hadise meydana gelmiş; oteldeki perdeler yakılmış, arabalar yakılmış... Arkasında da ateş bacayı sarmış. İçeridekiler de, benim hâlâ anlayamadığım, pencereleri açmadıklarından dolayı insanlar ölmüş." İlk dava sürecinde ne oldu? Çeşitli mahkemelerde başlatılan soruşturmalar o dönem kapatılmamış olan Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM) son buldu. Mahkeme ise görevsizlik kararı vererek dosyayı Yargıtay'a gönderdi. Yargıtay ise dosyaya bakması gereken yerin Ankara DGM olduğuna karar vererek dosyayı geri gönderdi. Ankara 1 Nolu DGM'ye sunulan iddianamede olayların nedeni, "şenliklere katılanlar" olarak gösterildi, Aziz Nesin'in varlığı "eylemin hazırlayıcı sebepleri" arasında sayıldı. İddianamede şu ifadeler yer alıyordu: "Hele hele Aziz Nesin'in İslam dinine karşı tutum, davranış ve açıklamaları, kapalı bir salonda düzenlenen toplantıda terör örgütü militanları için saygı duruşunda bulunulması, eylemin hazırlayıcı nedenleri arasında sayılabilir." DGM Başsavcısı Nusret Demiral dava henüz sonuçlanmadan, "Olayda örgüt yok, tahrik var" açıklaması yaptı. Görülen davanın karar metninde de buna paralel bir yaklaşım göze çarpmıştı. Gerekçeli kararda Aziz Nesin vurgusu vardı: "...Sivas olaylarının devlete ve laik düzene yönelik olmadığı, Aziz Nesin'in Şeytan Ayetleri kitabını yayınlamasına duyulan öfke, kin ve nefretin oluşturduğu tahrik sonucu ve Aziz Nesin'e yönelik bir eylem olduğu, kast edilen Aziz Nesin olmasına rağmen hedefte sapma sonucu 37 masum insanın ölümü ile sonuçlanan bu olayların…" Kararla birlikte 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında 3'er yıl, 6 sanık hakkında 2'şer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Ancak bu karar temyiz edildi. Uzun süren hukuk süreci 2001 yılında sonuçlandı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin onadığı karar uyarınca, Cumhuriyet'e karşı örgütlü kalkışma girişiminde bulunan sanıklardan 33'ü ölüm cezası aldı; dördü 20 yıl, biri 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dava neden kapatıldı? Süren davalar, temyizler, müdahil avukatların talepleri yıllarca devam etti. Sivas Katliamı Davası 20 yılın ardından 2014'te zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldı. Aralarında katliamda yakınlarını kaybedenlerin aileleri başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşları ve partiler "insanlık suçlarında zaman aşımının kaldırılmasını" talep etti ancak talepleri bir karşılık bulmadı. Mahkeme Başkanı, "İnsanlık suçunda zamanaşımı olmaz ama bu suçu işleyenler kamu görevlisi değil sivil oldukları için davanın düşmesine karar verilmiştir" dedi. Karar üzerine dönemin başbakanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun. Yıllar yılı içerde olan vatandaş, içlerinde kaçak olanlar vardı" dedi. Erdoğan kararı ayrıca, "İdam kalktığı için 33 kişi ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum oldu. Bunlar hep gözden kaçıyor. Hedef saptırılıyor" diyerek yorumladı. Erdoğan ayrıca Sivas davasında mağdurlar olduğunu söyleyerek, "Sivas'a birçok gidişimde babalarının haksız yere, herhangi bir taksiratı olmadığı halde idama mahkum olduğu için ağlayan 15, 18, 19 yaşında kızlar var. Bunları göz ardı etmek suretiyle tek tarafa siyasi bir servis yapmayı doğru bulmuyorum. Gidip Ankara Adalet Sarayı'nın önünde gösteri yapmak suretiyle belli bir ideolojinin borazanlığını yapmanın doğru olduğuna inanmıyorum" diye konuştu. Sivas davası avukatlarından CHP Ankara Milletvekili Av. Şenal Sarıhan zaman aşımı kararını temyiz etti. Dava sürecini BBC Türkçe'ye değerlendiren Sarıhan, "Bu olayın arkasındaki örgütlerin bulunmamış olması ve hiçbir zanlı hakkında gerekli aramanın yapılmamış oluşu bizi sadece olaydan sonra yakalanan insanlarla sınırlı bir davanın peşinde bıraktı. Bugün bu olayı yaratan örgütler bulunabilmiş değildir. Bu olayı yönlendirenler, tahrik edenler bulunmuş değildir. Bu nedenle tamamlanmamış bir dava ile karşı karşıyayız" diyor. Sivas ile ilgili "Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri" adlı araştırma kitabının yazarı Orhan Tüleylioğlu ise olanları "Sivas katliamı, Cumhuriyete, demokrasiye, özgür düşünceye ve en önemlisi insanın yaşama hakkına bir saldırıydı" şeklinde değerlendirdi. Sivas Katliamı'na ilişkin firari 3 sanığın yargılandığı son davada da karar 14 Eylül 2023'te çıktı. Mahkeme heyeti, davanın düşmesine karar verdi. Firari sanıklar Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş'ın yargılandığı davada savcı 30 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın düşürülmesini talep etmişti. Son duruşma öncesi BBC Türkçe'ye konuşan avukatlar, dava konusunun insanlığa karşı suç olduğunu ve bu nedenle zamanaşımı gerekçesiyle düşürülmemesi gerektiğini söylemişti. -Katliamın 31. yılında Sivas'ı ziyaret eden CHP Genel Başkanı Özgür Özel, TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan Madımak Otelinin "Utanç Müzesi"ne dönüştürülmesi çağrısında bulundular.- Katliamın yaşandığı Madımak Oteli'ne ne oldu? Pir Sultan Abdal Kültür Derneği gibi Alevi örgütleri başta olmak üzere, her yıl olaylarla ilgili anma programı düzenleyen kurumlar, otelin 'Utanç Müzesi' olmasını talep ediyor. Ancak bu talep bugüne kadar hükümetler tarafından kabul edilmedi. Katliamı takip eden yıllarda otelin girişinde bir kebap lokantası açıldı. Bu, mağdur yakınlarının tepkisine neden oldu. Lokanta, tepkiler ardından 2009 yılında taşındı. Otel ise kamulaştırıldı, yenilendi ve 2011'de Bilim ve Kültür Merkezi olarak kullanıma açıldı. Merkezdeki anı köşesine, olaylarda ölen 33 aydın ve iki otel görevlisi yanında iki göstericinin de adının yer alması, katliam mağduru ailelerin tepkisini çekti. Sivas anmalarını düzenleyen kurumlar özellikle her yıl 2 Temmuz'da "Utanç Müzesi" taleplerini yineliyor. Kaynak : internet

bottom of page