top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Aşk'ın Günü

    "Bize Aşk Gerek" / DOSYA * Bilen bilir; çok eskiden, yani baharda kar yağmazken 11 Nisan "Aşkın Günüydü" Büyükannem anlatırdı; Sevdiğini kapan kırlara koşardı... Ne pandemi vardı, ne böylesine çaresizlik... Paranın da tuncu... İnsanın şeysi de sonradandır. * Sorunun nerde olduğunu artık iyi biliyoruz. "BİZE AŞK GEREK" En azından aşkla başlamak gerek... Gel de başla... Artık bir masal çağına dönen o günleri anmak yapabileceğimiz.. / Dünya güzeli bir DOSYA; "Bize AŞK Gerek" maviADA'nın 2010'da yaptığı o güzel dosyanın üstüne zaman içinden katılanları da seçtik, edebiyatın güzel örneklerinden de ekledik. 21 Yazar, 35 sayfa... Kaçırmayın. Bilgisayarınıza indirin, zaman zaman o güzel günleri anarsınız. * * Aşağıdan bilgisayara indirebilirsiniz.. Armağanımız olsun... maviADA'ya bir mavi gülümsemeniz yeter.

  • Kalemimle Geçinemiyoruz

    Kalemimle geçinemiyoruz. Bizi boşayın hakim bey İsyankar asi beni dinlemiyor hep güzel şeyler yazıyor. Ben savaş var insanlar ölüyor diyorum, O barış güvercinleri uçuruyor. Her yerde yoksulluk, açlık var diyorum, O toprağı bereketlendirip herkesle bölüşüyor. Bak ormanlar yanıyor kuşlar yuvasız , Ağaçlar köksüz kaldı diyorum. O ağaç ekiyor suluyor, kurda kuşa yuva yapıyor. Sokakta kuşlar hayvanlar yaşam mücadelesi veriyor, aç susuz ölüyor diyorum. Her pencereye yem, her sokağa bir tas su bir tas yiyecek koyuyor. İnsanlar mutsuz, huzursuz diyorum. Yine beni dinlemeyip sokağa çiçekler, kuşlar, kelebekler döşüyor kış günü güneşi doğuruyor. Of sen hiç uslanmayacaksın Mürekkebin bitmedi mi daha diyorum. Gülümsüyor. Uzanıp yüreğimin dehlizlerine doldurup mürekkebini sevgiyle bir düş, bir gülüş bir güneş çiziyor. Mutlu gülümseyen insanlar düşünde. Bir tebessüm bırakıyor yüreğime sessizce. Bizi boşayın hakim bey. biz anlaşamıyoruz. yine bakmadan cüssesine. İsyan edip hayatın gerçeklerine. beni dinlemeden, Bir baştan bir başa dünyayı boyadı sevgiyle... Semihat Karadağlı / 21.08.2019 İzmir-Metroda yolculuk- tabi ki güneşten uzak saat:10.47

  • Boğulan Kadın

    Engelsiz Radyo Tiyatrosu, hoş bir etkinliğe imza attı. . Engelli bireylerin sosyal ortamlarda yaşadıkları sorunları herhalde önce bir engelliye sormalı. Bir engelli olarak örnek bir mücadele veren Moris KARMONA bu projenin hazırlayanı. Engelsiz Radyo Tiyatrosuyla birlikte benzeri sanat ve spor içerikli projelerde yer alarak engelli bireylerin de toplum içinde isterlerse ve gayret ederlerse diledikleri rolü alabileceklerine örnek olarak katkıda bulunuyor. Karşıyaka Sanat Derneği ve Başkanı Avni ERBOY bu tip çalışmalara omuz veriyor. Radyo Oyunları projesinin bugüne gelişinde en büyük emek yıllarını tiyatroya vermiş olan Erdal DİNÇER hocamıza ait. Ben de böyle bir projeye sesimle katılmak üzere davet edildiğim için kıvanç duydum. Bu kez seçtiğimiz yapıt Anton ÇEHOV'un bir öyküsü. Birazdan saat 11.00'de yayına girecek oyunumuza göstereceğiniz ilgi, koyacağınız beğeniler bu tip çalışmalara omuz veren insanları hem mutlu edecek, hem de daha iyilerini yapmak için motive edecek. İyi seyirler. * Radyo Oyunu Yazan: Anton CEHOV Koordinasyon ve Kurgu: Erdal DİNÇER Proje : Moris KARMONA Seslendirenler Yazar: İrfan EKER Boğulan Kadın: Zeliha Aydoğmuş Polis: Moris Karmona Not : Anton ÇEHOV'un Boğulan adam adlı eser ismi, Boğulan Kadın olarak uyarlanmış ve seslendirilmiştir.

  • Hayat Işığım

    Derek Cianfrance 'in yönettiği film beyaz perdeye aktarılmış 2016 yapımı çok başarılı bir dram örneği. Filmin başrollerinde Michael Fassbender, Alicia Vikanderve Rachel Weisz doğala oldukça yakın bir oyunculuk sergilemekteler. Filmin sonlarına yaklaşıldığı sırada sahnelenen bu repliği aktarmazsam olmazdı sanki: Hannah ROENNFELDT ''Hayatın boyunca çok acı çektin ama sen her zaman mutlusun. Nasıl yapıyorsun?'' Franz Johannes ROENNFELDT ''Bir kere affetmek yetiyor. Acı çekmek için her gün çalışmak gerek...Her zaman, durmadan. Kötü şeyler hatırlarsın. Çabalamak gerek...'' Filmin baş duygusu ağırlıklı olarak vicdani hesaplaşma. Diğer bir taraftan da anneliğin bir kadın için ne kadar değerli, ne kadar vazgeçilmez bir duygu olduğunu gözler önüne seriyor film. Film Özeti: Tom Sherbourne, 1. Dünya Savaşı'nda geçirdiği acı dolu dört yıldan sonra Avustralya'ya döner ve kıyıdan yarım gün uzaklıktaki Janus Kayası’ndaki deniz fenerinde bakıcı olarak çalışmaya başlar. Genç, güzel, cesur ve sevgi dolu karısı Isabel’le evlilikleri ikisinin de kafasındaki gürültüyü susturup yıldızlar, dalgalar ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şeyin olmadığı iki kişilik dünyalarında huzur bulmalarını sağlar. Bir gün, üç yılın ve üç düşüğün ardından, karısı bir bebeğin ağlamalarını duyar. Dalgalar, içinde genç bir adamın cesedi ile birkaç aylık bir bebeğin olduğu bir tekne getirmiştir onlara. Çocuk özlemiyle dolu Isabel Sherbourne dualarının Tanrı tarafından kabul edildiğini düşünür. Film Detayı: Yayın tarihi: 2016 (İspanya) Yönetmeni: Derek Cianfrance Öykü: M. L. Stedman Uyarlandığı eser: Hayat Işığım

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 23.SAYI YAZ 2010 * "Hangi ŞİİR Hangi EDEBİYAT" DOSYASIYLA / Dergiyi OKUMAK için resme TIKLAYIN

  • Ben Senden Ölürdüm

    ben senden ölürdüm oysa sen benim yaşamımdın sen benimle giderdin sen bende okurdun ben caddeleri başıboş dolaşırken sen benimle giderdin sen bende okurdun sen, ulu çınarlar ortasından sevdalı serçeleri pencerenin gün ışımasına çağırırdın gece yinelendiğinde gece bitmediğinde sen ulu çınarlar ortasından, sevdalı serçeleri pencerenin gün ışımasına çağırırdın... sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza sen ışıklarınla gelirdin çocuklar gidince ve akasya başakları uyuyunca ve ben aynada yalnız kalınca sen ışıklarınla gelirdin... sen ellerini bağışlardın sen gözlerini bağışlardın sen sevecenliğini bağışlardın ben açken sen hayatını bağışlardın ışık misali bonkördün sen laleleri toplardın ve örterdin saçlarımı saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde sen laleleri toplardın sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve ben söylemeye başka bir şey bulamadığımda sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve dinlerdin ağlayarak akan kanımı ve ağlayarak ölen aşkımı sen dinlerdin görmezdin beni ancak... Çeviren: Haşim Hüsrevşahi

  • Bahardan Başlamak

    çitlerin arasından renkleri soldurup sırmalarını topluyor giden o ufuk çizgisini kanatan güneş sonrası akşam az öncesinden geçilmiş ki şimdi sırası, gece kötü haber gitmişim buralar benden uzak zaman koyu bir gölge saat karanlık eski bir daktiloda sol topuğum yırtılmış harflere bulaşıyor ve son damlasında kanım iyi haber yarın yine doğarım kesin bıraktığımız doğduğum ve büyüdüğüm yerden öyle, yine yüreğinden bahardan başlarım

  • Şenol Yazıcı'yla Söyleşi

    HAYAT, EDEBİYAT ve KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ / Gülgün ÇAKO * * Okyanuslar damlalardan oluşur, en uzun yolculuklar tek bir adımla. Ay’a gidenlerin, güneşi fethedenlerin büyük türküsü başlangıçta bir incir kabuğu doldurmayan bir düştür, hayaldir. Bir su damlası olan çocuk doğduğunda, bir gün çağdaş bir ulusu yaratacak Mustafa KEMAL olacağını bilemezsiniz. Ama umut edersiniz, ama hayal edersiniz. O ki insan beyninin yarattığı en olmazdır, ama o'dur hayatı anlamlı, yaşanılır ve güzel kılan… Dünyayı birbirini anlar insanlarla donatmaz mıyız düşlerde? Önce en çok karşı çıkarsınız… Sonra anlarsınız. Ömrünüz yeterse… Anlamak içindir hayat. Anlarsak, severiz. Seversek anlarız bir de… “Düş” dedim de, nasıl da çoğalır düşler. Kitap kitap… Dil dil… Kim dilsiz düş görebilir? Her eğitim öğretim yılı sona erdiğinde biz eğitimciler geçen dönemi değerlendirip, gelecek için yapacaklarımızı gözden geçiririz. Biga İlköğretim Okulu olarak yaptığımız ve yapacağımız çalışmaları ne kadar ciddiye aldığımız ortada. 2007- 2008 Eğitim Öğretim Yılı sonunda yapılan çalışmalarla üretilen projelerden biriyle karşınızdayız. Okulumuzu geliştirmeyi planlarken bize düşen görevin bir parası bu. Amacımız okuma alışkanlığı kazandırmak. Bu, başlangıçta bir düştü. Proje kapsamında şekillendirdik. Kendimize “ Geniş Açı “ grubu adını verdik, buna yaraşır biçimde tasarıya “ Okur Kazandırma Projesi “ dedik. Araştırdık, inceledik, bilgi ve birikimimizi ekledik, yetmediği yerde yardım istedik, emeğimizi katarak, zamanımızı verdik. Önerdiğimiz kitap listeleri ellerinizde. Daha özgür ve özgün okuyun isterdik, ama başlangıç için bir ortak payda gerekliydi. Velileriniz düzenlediğimiz tanıtım ve destek toplantılarına geldiler. Katkıları öncelikle size yansıyacak. Bugün bir başka aşama olan yazar söyleşisindeyiz. Neden yazarla söyleşmeliyiz? İşin mutfağını hissetmek ve oradan bakmaya çalışmak için belki. Diğer yanıtları da söyleşi sonunda sanırım sizler vereceksiniz. Yazar seçerken ki yaşadıklarımızı anlatmak etik gelmiyor ama hatırlatmamak da olmaz. Türkçe öğretmenleriniz bunları sizlerle paylaştı. Popülist yaklaşmadığımızı en iyi siz bilirsiniz. Çünkü sizler geleceğimizsiniz günü kurtarmayı değil de en doğru olanı hak edensiniz. Yazar olarak Şenol YAZICI’yı seçtik. Çünkü “ ahlak “ sözünden bilimsel ahlakı anlıyordu özünde . “ yarar “ dendiğinde toplumsal yararı önceliyordu. Gerçekten öte köy var mı? Var aslında. Gerçek denen meyvenin içinde görmediğimiz bir çekirdek var. Bigalı bir şair öğretmen dost bir dergi uzatmıştı bir gün. Çıkış bildirgesini okudum: “ Tarihi yazan. İnsanlığın kaderini değiştiren büyük adamlara bir göz atın. Kendilerinden başka kimseleri yoktur. Ne bir kurtarıcı ararlar ne de çöküntüye uğrayıp teslim olurlar. Kimse varsa onlar için sahip oldukları güçlerin bir bölümüdür sadece. Kimse yoksa varlığının az bir bölümünü yitirmiş varsıllar kadardır üzüntüleri. Çünkü en büyük varlığın insanın kendi içgücü olduğuna inanırlar. O sayede eğitimsiz bir fırın işçisi, dünyanın baş tacı ettiği bir yazara dönüşür. Anadolu bozkırında imparatorluk ordularının kovaladığı bir yalnız adam da çağının en dinamik cumhuriyetinin başkanına… Bu başarılar rastlantısal değildir. Düşünsel temelleri, felsefesi, kimseleri hesaba katan müthiş bir planı ve değişmeyen kuralları olan bir içgücünden kaynaklanır. O insanlara nasıl hasretiz. Ondan artık kimse- Biz, KİMSE-SİZ…” Yazıyordu. Siz olsanız beğenmez miydiniz? Dergiye abone oldum. Adresime gelen dergiyle birlikte bir de kitap göndermişlerdi, abonelerine armağan olarak. Neden sonra kitaba göz attım. Karşıma çıkan sayfada bir doğa betimlemesiyle başlayan bir öykü vardı . İzin verirseniz paylaşayım: “… Gökyüzü yıldız doluydu. Dünya, gecenin tam orta yerinde bir öğle sonrası kadar aydınlık ve berraktı. Denizin orda, Boztepe’deki Amerikalıların, Rusları kollayan radarlarının uzun direklerinin ucunda yanan lambaları gözüküyordu. Batıda büyük ormanların gökle kesiştiği yerde, beyaz bulutlar fosforlu ay ışığında şekilden şekile giriyordu. Dünya, tıpkı bir insan gibi yorgun ve yaşlıydı. Kulak verilse, milyonlarca yıllık yorgun ciğerlerinin hırıltısı duyulurdu. Mısırlar, patatesler, tütünler, fasulyeler, fındıklar toplanmış, toprak, kırık dökük dallar, yapraklarla örtülü ve koparılmış, olgunlaşıp hasat edilmiş sayısız bitkinin bedeninde bıraktığı deliklerle yaralı öylece yatıyordu. Kışı, onu bir ana kucağı gibi saracak, onaracak, dinlendirecek karı bekliyordu. İlk kara, sonbaharın sararmış yaprakları dalların uçlarında bir iki belirmişse de, daha çok vardı. Önce göçmen kuşlar geçecekti. Güneyden bir karabulut gibi, sanki bu evrenin dışından bir yerlerden gelmiş, binlerce kuş değil, bütün gökyüzünü örten, 'V' biçiminde, bir tek yaratık gibi çığlık çığlığa geçerlerdi. Ardından bıldırcınlar gelecekti. Zozof kaplı tarlalarda, bir dirhem kuş için ağzı sulanmış insanlar, ellerinde fenerler, gecenin bütün mahremiyetini götüren dehşet verici bir kıyıma girişirlerdi. Köpekler, çılgınca havlayarak tarlalarının orta yerinde dolaşan insanlara saldırmak için bağlarını zorlardı.” Hadi tekelleşen medyanın gözümüze soktuğu çok satan postmodernist kitaplarda bulun bu anlatım gücünü ve doğa sevgisini... Sardı beni, bitirmeden bırakamadım. O kitap Şenol YAZICI’nın “ Söyleyin Ay Işığına “ adlı öykü kitabıydı. Dergiye üyeliğim süresince gerek yazılarıyla, gerek hakkında yazılanlarla, gerek Tüyaplar ve etkinliklerdeki konuşmalarıyla donanımını, yazınsal kültür ve biçemini izleme, tanıma şansım oldu. *Şenol YAZICI kimdir? Şimdi sizler, Şenol YAZICI’ yı tanıtan slaytımızı izlerken, ben de size kısa yaşam öyküsünü aktarayım. Trabzon'da doğan Şenol YAZICI, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi, edebiyat öğretmenliği yapıyor. 1979’dan beri dergi ve gazetelerde deneme, şiir ve öyküleri yayınlanan, radyo, televizyon programları, sahne oyunları yönetmenliği yapan yazar, 2002 - 2003’de Kimse-Siz adlı bir kültür sanat edebiyat dergisi çıkardı. Şimdi maviADA kültür sanat edebiyat dergisinin genel yayın yönetmeni olan YAZICI, derginin Internet sitesini ve İstanbul kuruluşlu bir yayınevinin yayın yönetmenliğini de yapıyor.. Şenol YAZICI'nın ilk kitabı " Selam Söyleyin Ayışığına, öykü " 1998'de yayımlandı. YAPITLARI: Selam Söyleyin Ay Işığına: Öykü- 1998, 2. baskı 1999 /Benim Kimsem Olsana: Öykü- 1999, 2. baskı: 2000/ Sevgili Yaz Annem: Deneme- 2000/ Aşkarayan: Öykü, Ekim 2006/ Bağbozumu: Roman, Ekim 2006/ Ay Zamanı : Şiir, Nisan 2007/ Güneşe Dokunmak: roman, Buzdan Kaleler : Gençlik Roman, Ekim 2009/ Efsane / DOĞU: Gençlik Roman, Ekim 2009( Kitaplar Hakkında öğrenci, veli ve öğretmenlerin yaptığı yorumları okumak isterseniz TIKLAYIN) Yazarı ve kitaplarını, proje arkadaşlarım Nazan AKKAN, Ödül UZEL, Hilal ÖZGÖREN, Reyhan YILMAZ, Sultan GEZER, Bayram YANKOL, İrfan ÖNAL, Ayşe BESLEN, Refik ARIKAN, Zehra SAYAR ve müdür yardımcımız Gül KOCALAR’la birlikte ve okul müdürümüz Faruk GİRGİN’in onayıyla seçtik. Gülgün ÇAKO 17 Aralık 2009 Biga * Gülgün ÇAKO: Bizi kırmayıp gelen Yazıcı’ya projemiz adına teşekkür ediyor, hoş geldin diyorum. Şenol YAZICI: Böylesine olumlu bir eylem de beni seçmeniz onurlandırıcı, etkilenmedim desem yalan olur. Dahası şaşırdığımı söylemeliyim. Günümüzde medyanın bombardımanıyla yıkanmış insan beyni, popüler olandan başkasını tanımıyor. Adı enginleri aşmış onca yazar varken bana ilginiz onurlandırıcı… Belki burada kendime pay çıkarıyorum, benim kitaplarımı gördünüz, okudunuz ve çağırdınız, bir bilinmezin gizemli mantosuna sarınıp gelmedim buraya… Neyi aldığınızı ve istediğinizi biliyorsunuz. İyi de gerçekten niye? Ben de bu merak ettiğimi birazdan sizden öğreneceğim. Ama şimdi anlatılanlardan, salondaki kalabalık ve ilgiden sizin bu tasarıyı yapılmış olsun diye geliştirmediğinizi, Türkiye’ye örnek olacak biçimde bilinçle izleyerek, içini anlamlandırarak emekle, özveriyle yaptığınızı gördüm, anladım. Teşekkür ediyor ve kutluyorum. Gülgün ÇAKO: Sevgili Şenol Yazıcı, toplam on kitabınız olduğunu biliyorum. Ayrıca yönettiğiniz maviADA adında bir dergi var. Öğrencilerimiz henüz sizin sadece üç kitabınızı okudular: ”Buzdan Kaleler “, “ Efsane “ ve “ Aşkarayan “ı… Benimse sizden okuduğum ilk kitap “ Selam Söyleyin Ay Işığına “ adlı öykü kitabınızdı. O günden beri ay ışığı daha öte anlamlar taşıyor benim için. Dağ, ova , bayır başka gözüküyor. Ateş böceklerinin ışıklarını görür olmak bir yana, arar oldum. Öyle bir tutkuyla dile getiriyorsunuz ki yurdu, sevdanız topraklarımızdan insanlığa kadar uzanıyor. Edebiyat da herhalde bu olsa gerek… Yerelden evrensele ulaşmak. Bunun sırrı nedir, kim Şenol YAZICI? Şenol YAZICI: Bu iltifatı hak ettim mi bilmiyorum. Montaigne; insan her şeydir, diyor, yaptıklarım bir sırsa eğer, insan olmamdan geliyor. Tasarınızın adı bir okur yaratmak olduğuna göre, beni yönlendiren etkilerin okumamla kitapla bağlantısını anlatmak en doğrusu geliyor bana. Eğer çocuksanız, dünya sizin içinden geldiğiniz kestane kabuğunuz kadardır. Büyüdükçe beğenmeyeceğiniz o kabuk kadar… Çevrenizle geliştirdiğiniz iletişim, beş duyu organınızla algıladıklarınız büyütür o dünyayı. Kuşkusuz önce şaşırır, öfkelenir, irkilir ya ürküp kabuğunuza çekilir ya da geliştirdiğiniz iç tepkiyle aşmaya, fethetmeye kalkarsınız. İnsan doğduğunda günahsızdır, ak bir kağıt gibi bomboş doğarız. Sonra o boşluk usul usul doldurulur. Sevecen bir anne, koruyucu bir baba, dost yakınlar, sizi eğitmeyi, yarına hazırlamayı istekle yapan okullarınız, hakkını hukukunu bilen bir toplum, yurttaşını gözeten bir yönetim sizin içinizi yazar. Siz sağlıklı, sorunsuz, mutlu bir birey olarak yetişir, kazanımlarınızla kendinize ve çevrenize ülkenize, insanlığa yararlı olursunuz. Keşke hep böyle olsa, yani Ayşegül masalları gibi olsa dünya… Her zaman denk gelmez, ama sanırım sürekli iyi olursa bu dinginlik yerini, durağanlığa ardından tembelliğe, ardından yıkıma bırakıyor. Kış vardır diye bahar, bahar vardır diye yaz yok mu? O zaman olumsuzlukların da doğanın kendisinde olduğunu görmek gerek. Anneniz hastalanır, babanızın işleri kötü gider, dünya krize girer, kötü bir yönetici ülkeyi kaosa sürükler, sorunlu bir öğretmene denk gelip okumaktan soğursunuz. Sekiz yıl, on iki yıl emek verirsiniz, tam sınav günü… O gün başınızın ağrıyacağı tutar, çok önemli bir sınavda başarısız olur, ailenizin ve sizin onca emeğiniz bir anda heba olur, o kadar arzuladığınız okula giremezsiniz, kimseye de halinizi anlatamazsınız. İçiniz, o bomboş ak kağıt durmadan kararır. Ruhunuzda oluşan kimyasallar bir nitrogliserine, yıkıcı bir patlayıcıya döner. Çünkü insan şefkat ve sevginin tanrısıyken aynı zamanda acımasızlığın da tarihini yazandır. Her olumsuz etki içinizdeki doğrularla çatışır. Ruha kızgın bir tavaya düşer gibi yaşamın izleri, çevre ve insan etkileri dökülür. Açıklayamazsanız kendinize. Bazen öğrenilmiş bir çaresizlik sizi kendi içinizde, tüm kapılar açıkken tutsak; bazen de çıldırtan bir öfke, eliniz ayağınız prangalıyken yıkan, dağıtan yapar sizi. Arabaları çizer, çiçekleri koparır, kuşların kanatlarını yolar, kelebekleri kozasında öldürürsünüz. Hala insan yanınız kalmışsa oturur ağlarsınız da geride bıraktığınız yangın yerine. Bazen de o karmakarışık ruhunuz, ama doğru yerde, kurtarıcı elleri kendi içinde aramaya başlamış, kendi kimsesini kendine göre tasarlamış bazı olgun ruhlar, kanayan yaralarını dilleriyle sağaltır, gördüğü tüm haksızlıklardan benzersiz bir doğru yaratır. Selanik’te özlemle ziyaret için gittiği annesini göremeyince otel odalarında mahzun kalan genç yetim bir öğrenci, Mustafa Kemal’in ruhuna olumsuzluğu değil, bir ülke yaratmayı yerleştirir. Bir demiryolu işçisinden Jack Landon çıkar. Çukurovalı ortaokulu bitirememiş, bir gözü kör pamuk ırgatından bir dünya yazarı Yaşar Kemal’i üretir. Şans ya da talih ya da kader değildir bu: Okumak bir insanın kendini yaratmasıdır. Kuşkusuz algılama, yorumlama yeteneğiniz kadarını, ama mutlaka çok şey katarak… Benden de bu kadarını yarattı. Ne kadar görüyorsanız yani. “ Bir Okur Yaratmak” Ötekilerin hikayesine girmeyelim, yaptığım bir şeyse buna ne yardımcı oldu derseniz; önce okumam, çok okumam… Çaresiz kaldığım hayata karşı koyma yollarını başka yaşamlardan çalmaya başlamamdır temel sır. Önce kopyaladım. Onlardan aldığım birikimle kendi çözüm yollarımı yaratma yeteneği kazanmam da o kitapların getirdiği birikimle oldu… İçimdeki zehri, patladı patlayacak o tepkimeyi dünyayı ve insanı sevmeye ancak böyle döndürebildim. O zaman kazandığım olumlu güçle başka çocuklar da aynını yaşamasın diye savaşmam gerektiğini düşündüm. Bu sonsuza değin sürecek bir savaş. Asla kimseye yenilmeyeceğim bir boyuta çektim sizi. Orda, kitaplarımda iyi insanlar kaybediyorlarsa bile bir başka büyük ideal için kaybediyor. Yani olması gereken gibi. Yeniden söylüyorum. Herkes aynı boyda durmuyor, herkes aynı saçlara, gözlere ve akla sahip değil, kuşkusuz kurduğum o dünyanın kurgusu çapım kadar. Sihirse işte o kadar… Sihirse ancak o kitaplar kadar… Gülgün ÇAKO: Yazma serüveni şüphesiz kişiye özel. Sizi yazmaya götüren belli bir etken var mı? Hikayenizden söz etmek istemez miydiniz? Dahası ben kendi görüşümü söylemek istiyorum. Kitaplarınızı okurken bir yazınız dikkatimi çekti. Nedendir bilinmez, sizin ilk yazmaya yönelişinizin miladının o olduğunu düşündüm. Sevgili Yaz Annem başlıklı yazı: Hani, “Sevgili Yaz Annem, Bir devir hep üşürdük; üşümek en kolayı mıydı, ne? Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları Bir ekmek bir hırka bir de sen değil hayat Kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz hep üşürüz… diye başlayan… …Varsay ki, kimliksiz bir gece vakti, Anadolu’nun karanlık bir köyünün kıyısındasın. Bıçak gibi bir ayaz yalarken yüzünü, uzaklardaki solgun yıldızdan başka ışığın yok. Kırık söğütlerin gölgesinden bilinmeyene bir çift ray uzar, gümüş, yılansı… Toprak damlı evler bir mezar gibi karanlık… Düdük düdüğe trenler geçer, ışık ışığa katarlar. Tanrının unuttuğu bir karanlık köyün kıyısından İstanbul geçer, Mozart geçer, Vivaldi geçer. Ama sana ait tek bir im taşımadan, ama önünden, ama senin dünyandan, ama tam ortasından,.. öyle geçer. Işığın azalır, ayazın artar. Az düşünsen, az bilsen o tren, yıkar toprak damlı, mağaramsı evini başına, döşer raylarını yüreğinin tam ortasına öyle geçer. Sırtından beline iğneler akar. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, ama gırtlağında bir kıl ustura dolaşır, ağlayamazsın. Tam ordasın; ıssızlaştıkça dört yanın, bir ağlama tutar.” Şenol YAZICI: Sözü uzun tutarak yine okumanın etkilerinden sürdüreceğim. Okumak kazandırdıklarının yanında kabul etmek gerekir ki insanı bozar da. Nasıl ki her ilacı, herkes her zaman kullanamaz, zararlı bile olabilir, okumak da öyle. Doğru zamanda, doğru kitaplar olmalı. Don Kişot’u, Madam Bovary’i bilirsiniz. Eğer doğru yaşlarında uygun kitapları okuyarak altyapı oluşturmaz, yorumlama gücünüzü, söz dağarcığınızı artırmazsanız günün birinde insan ruhunu iyi kavrayan, ama sarsıcı etkileri de olan bir kitapla yüz yüze gelir ve ilk kez hissederek okursanız gerçekten sizi bozabilir. Bu tıpkı gençlerin gittikleri karate filmlerinden çıktıkları zaman her birinin birer Vang Yu, Buruce Lee olması gibidir. Ama nasıl ki olması gereken zamanda spora başlar ve çok çalışırsanız onları bile aşarsınız. Kitap, basamakları adım adım çıktıkça beyninizi ruhunuzu aydınlata aydınlata değiştirir; donatır, ille yazar olmanız gerekmiyor, en basit gecekondudan bir saray, bir efsane adam yaratır. Yaşıtlarımdan küçük olarak okula başladığım yıllarda bir sorunum yoktu, normal bir çocuktum. Ne geriliğimi bilirdim ne ileriliğimi. Sonra rastlantısal karşılaştığım birkaç kitap ve onlara dayalı örneklemeye denk gelen birkaç güzel söz o çocuğu özel bir yere oturtunca, başlar benim kitap ilgim. Biri sizi sever, akıllısın derse akıllı olursunuz. Alkış bulan, iyi görülenleri yapmaya karar verdim. Bütün ders kitaplarını, sonra da okulun sınırlı kitaplığını boydan boya okudum. Atatürk’ün yazdığı benden iki sınıf yukarıdakilerin aldığı ders Geometri’yi roman gibi okuduğumu anımsarım. Aldığım erken bilgilerden biraz ruh halim bozulmuş olsa da artık ezberlediklerimle sınırlı bilgide olan yaşıtlarım arasında dahiydim. Bunun onuru ve kıvancı kentteki okuma yılarımda da sürdü. Ekonomik, sosyal ya da genç dünyasına özgü kıyaslama yönleriyle benden güçlü olan arkadaşlarımın karşısında tek savunmam okuduklarımdı. Yani okumak bir başka sınıf yaratıyordu. Farkına varıyordum ki benim bildiklerim, onların sahip olduğu her şeyden büyük bir güçtü. Elde ettiğim bu gücü beslemeyi hep sürdürdüm. On yedi yaşında okul müdürü olduğum zaman, bildiklerini taşıyamayacak kadar çok okumuştum. Aklım hep enginlerdeydi, arıyordum. O arayış o zamanlar en şiddetlisiyle, şimdi biraz daha dingin hala sürer. Okula çocuklarını göndermeyen, yoksul, aydınlığı hiç özlemeyen o dağ köyü benim büyük yalnızlığım olacaktı. İdeallerim, kurtaracağım dünya, gençliğimi durmadan çağıran hayat ötelerde bir yerdeydi. Bunu bana kimse değil, kitaplar anlatıyordu, anlatıyordu demek yanlış, hissettiriyordu. Oysa kendi gerçeğim daha ötesini başaracak gibi durmuyordu. Babam yeni ölmüş, kazandığım üniversiteye kayıt yaptırıp, nasılsa bir mesleğim var, maceraya ne gerek diye geri dönmüştüm. Ama bildiklerim, bana ufku gösteriyordu. Sen orayı aşarsın diyordu içimden bir ses, teslim olmamalısın… Kitaplar da öyleydi ya… Orada, suyun kıyısından sonsuza doğru uzayan o demir yolunda hızla geçen trenlerdeydi benim yarınım… Buldunuz mu derseniz, aramak, emek vermek ve bulmak hep sizin elinizde olan değildir. Donanımızın ne olursa olsun çevre ya da başka etkenler, size aşamayacağınız benzersiz kurt kapanları kurar, avlayabilir. 12 Eylül öncesinde üniversiteye gitmek talihsizliği, ne demektir, anne babalarınıza sorun. Bu ülkenin çocuklarından birer canavar yaratmaya çalışan cadı kazanlarının asıl o zaman kurulduğunu düşünürüm. Bunu isterseniz burada çok genişletmeyelim, belki bir gün yazarım. Ki Bağbozumu romanımda bu havayı da solursunuz. İşte orada, o yaşta. o ıssızlıkta ve kimsesizlikte öğretmenken tek avuntum o trenlerdi. Irmağın kıyısından ötelere, insansız, ağaçsız bozkırlara, karanlıklara bir düş gibi uzanan bir çift rayın üstünden ışık ışığa geçen trenler… İstasyonumuz olmadığından, bana alay ediyorlar gibi gelen, düdükler çalarak geçerlerdi. Günler, geceler boyu sırtımı okulun çatlak toprak duvarına dayayıp, mağara devrinden kalma toprak damlı karanlık evlerde, tezek yakıp, kör bıçaklarla kıyılmış tütünlerden sarma sigaralar içip gelmeyen öğrencilerimi beklerken, çağının tüm buluşlarıyla donanmış, Vivaldi dinleyen, Mozart anlayan, şık giyimli insanları taşıyan trenleri izliyordum. Vagonların içini, insanlarını okuduklarımdan görüyor, varlığımla inanılmaz bir çelişki gibi geliyordu bana. Bazen o trenler uykularımızın en ağır yerinde döşerlerdi raylarını köyümün ortasına, toprak damlı evlerimizin, okulumun üstüne inanılmaz seslerle, gariptir eğlenen kahkahalarla geçer giderdi, bizden geriye bir şey bırakmadan. Düşündüklerimi kimseyle paylaşamazdım, kimse yoktu ki… Aklım açıklayamadığı çelişkilerle çatlardı. Yüreğim, anlayamasam da, okuduklarımdan hissettiğim büyük bir adaletsizlik duygusuyla ben de tarafmışım gibi kanardı. Sağalmak için istemesiniz de yazardınız. Kurtulmalıydım, bu karanlığı delmeliydim. Amcam, dayım fabrikatör olmadığına göre tek yolu da daha çok okumalıydım. Üniversiteye gittim. Sonra edebiyat öğretmeni oldum. Artık yazmak kaçınılmaz bir uğraşa dönüştü. “Marmara, günde bilmem kaç ton zehirli atığın denize döküldüğünü, balıkların terminatör kılığında gözükmeye başlamasından anladığımızdan bu yana sesini yitirmiş. Dünyanın en büyük açık yüzme havuzu şimdi, çöplük. Tarih, buna neden olanları, Hitler kadar sevimli anımsayacaktır. Kalabalıksa gene kalabalık, ama ses yok, renk yok. Mudanya'ya doğru sahil, bir yanı zorunlu kalmalarda, bin yanı kalk gidelimler de, isteksiz isteksiz yaz hazırlığındaydı. Kurtuluş savaşında önemli bir yeri olan eski garı, bir lokanta yaptılar. O zamanlar gitmiş, dinozorları arar gibi tren yolunu, anlaşma imlerini aramış, 'Mudanya'da trenin ne işi var,' diye bakan insanlara boşuna sormuştum. Bu Mudanya, o Mudanya değildi. Ulubat Gölü kahverengi dalgaydı. Dilim, kirleniyor demeye varmıyor ama, bu renk de, su rengi değil. Bir kezinde, kıyıdaki küçük kasabaya közde sazan yemeye gitmiş, sardunyaların ve Türk rengi karanfillerin biber gibi koktuğu bir evde, bahar gecesinin serinliğini aşmak için yaktığımız mangaldan öleyazmıştım. Merdiven merdiven nakıştı yastıkları ve külsuyu kokardı. Hey gidi gençlik hey! Karacabey soğanlar şehri. Bin yıldır neyse, gene o. Tek çivi çakılmadan, insanı deli edecek farklı ve çılgın bir ışık göklere yükselmeden kıyameti göğüsleyecek kesin. Sanki bir olanak verilse, nesi varsa yüklenip başka yere taşınacaklar. Bu duyguyu iyi bilirim. Bozulan musluğu bile onarmak gelmez içimizden. Yaşadığınız yeri bir öldürmeyin yüreğinizde. Ya da insanı... Bandırma son hızla, sığamayacağı bir koltuğa oturmaya çalışıyor. Doksan bin nüfus, tıklım tıklım caddeler bir zamanların şirin sahil kenti değil. Adam gibi bir iki fabrikası daha olsa, yaşanmaz İzmit olacak. Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden birbirine benzeyen eski, hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu, ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açalyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da, gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım… “ Gülgün ÇAKO: Bu ADA isimli gezi yazınızdan alınma… Hangi kitabınızı okursa okusun dilinizin sadeliğinden, akışkanlığından ve zenginliğinden söz edecektir okuyucu. Son dönem gençlik romanlarına yönelmeniz buradan bakınca daha bir anlam kazanıyor. Yazarın dilsel bir sorumluluğu var mı? Şenol YAZICI: Herkesin diline sorumluluğu var. Yazarın kuşkusuz daha bir çok. Geçmişte ulus kavramını belirleyen kimi döneler bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de değişti. Almanya’da yaşayan Türk’ü, Almanya vatandaşı saymayacak mı? Ya da Süryani’ye, Hıristiyan’a, Budist’e sen vatandaş değil misin diyeceğiz? Ama değişmeyen paydalardan biri dil… O sadece anlaşmamızı, anlamamızı sağlayan, gündelik yaşamımızı kolaylaştıran bir araç değil, bugün ürettiğimiz ne varsa onu, çevremize , insanlığa yayma, gelecek kuşaklara aktarmamız için bize özgü tek araç. Bizim bize özgü yaşamımızı ve duyumsadıklarımızı başka bir dilin olanaklarıyla aktaramazsınız, hissettiklerimiz de yorumumuz da başka. O yüzden bir bize özgü deyimlerimiz, ünlemlerimiz, seslerimiz var. Kitaplarımız, yazılı belgelerimiz, söylencelerimiz; yani dilimiz olmasın bir sonraki kuşağın halini düşünün. Buz devrinden başlarız. Kimsenin umurunda olmasa bile yazınsal namusu olan her yazar, toplumundan ödünç aldığı, tek sermayesi olan dile karşı, mahallenin gece bekçisi gibi bizzat sorumludur. Gülgün ÇAKO: AŞKARAYAN’ da KÖSE ilginç ve güçlü bir karakter. Sizi Tolstoy’la Dostoyevski’yle kıyaslattıracak kadar başarıyla üretilmiş… Bakın ne yazmışlar: “ Okuduğum kitaplar içinde, beni en çok sarsan iki karakter oldu: Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u ve Ş.Yazıcı’nın Ses öyküsündeki Köse. Yazar karakter yaratmakta çok başarılı. Köse, insan ruhunun ulaşabileceği tüm karmaşayı içselleştirip özetleyen biri, ölmeden mezara girenlerden. Dışı Quasimodo, içi Kuyucaklı Yusuf. Daha ötesi, o Köse… Sonsuza değin sesini arayacak dilsiz bir neyzen... diyor bir yazar tanıtım yazısında. Bir başka yazarımızın da yargısı şöyle: Çok az öykü, örnek kahramanlar yaratır, Aşkarayan’ın Gülbeyaz’ı unutulmayacak biri olacak. O kavgasını insanlığın ortak bir paydasında, yaşamın bir vazgeçilmezinde, sevgide, aşkta veriyor... Dokunmayı ve aşkı, büyüsünü bozmadan didik didik ediyor. “ Ne dersiniz? Şenol YAZICI: Kurgusal yazında başarı, söz ustalığından daha çok tip karakter yaratmayla ölçülür. Yazar arkadaşların iyi niyetli, öven yaklaşımlarından övünç duydum, ama dünya devleri Dostoyevski, Tolstoy kim, ben kim? Ne var ki engel mi var? Belki daha çok okursam, okuduklarımın aydınlığından insana bakar, kıyaslamalar yapar, kendi kahramanlarımı yaratırsam bakarsınız olurum. Gülgün ÇAKO: Şenol Yazıcı bir öykücü, bir denemeci, şair… Hemen her alanda başarılı örnekler verdiniz… derken nasıl gelişti roman maceranız? Şenol YAZICI: Ben hiç kısa öyküler yazamadım. Hatta kısa öykü yoktur, diyen taraftım bir zamanlar, ama kuşkusuz olur, sadece benim tarzım değil. Çok özel ortamlar değilse konuşmayı sevmeyen ben, o anlatma formatına girince duramıyorum. Yaşamın tüm ayrıntılarını resmetmek istiyorum. Her biri roman oylumunda uzun öykülerim vardı baştan bu yana… Demek ki başladığımda hepsi olmayı istiyordum. Özellikle dergi nedeniyle niteliklisini bulamayınca takma adlarla denemek zorunda kalıyorum, şairliğim de öyle çıktı ortaya zaten. Ama hangisinde en başarılıyım, onu bilmem, insan kendiyle yarışır, çevresiyle kıyaslanır. Oysa yazmak kendimizi duyurmaya çalıştığınız ötekinden ses almaktır, o sesi alınca, aldığım sesler çoğaldıkça bileceğim bu sorunun yanıtını… Gülgün ÇAKO: “ Bağbozumu “ romanınız için "Bir ülkenin yüzyıllık anatomisi, ama tarih değil; yüzyıl sonrasını vuracak, kendi intikamını alacak kırık bir aşkın ve yangın yerine dönen ülkenin romanı..." diyor yazar Öner YAĞCI. Bir aşk bunu nasıl başarır? Şenol YAZICI: Bu romanın kendisine yönelik bir değerlendirme. Romanın başkahramanlarından biri, Bağbozumu diye adlandırılan Kurtuluş Savaşı yıllarında, Karadeniz’de ırk, din öğelerinin savaş hırsı için karşılıklı olarak yoğunlaştırıldığı bir dönemde Hıristiyan bir keşişi, toplu bir linç kalkışmasında öldürecektir. Yıllar sonra kendi kızının ölüsünü taşırken o olayın yaşandığı yere gelir ve bir iç muhasebesine girer. Tüm yaşamını gözden geçirirken farkına varır ki çoktandır hissettiği gerçektir: Aslında Bağbozumu yıllarında öldürdüğü insan, kendi öz babasıdır. Ne garip bir çelişki ve büyük acı değil mi yaşayan, hele hisseden için. Gülgün ÇAKO: Dergilerdeki yazılarınızda çoğu kez edebiyatın mutfağına, dünya ve sanat görüşünüze yer veriyorsunuz. Sizin sanat ve dünya görüşünüz nedir? ŞENOL YAZICI: Aslında bunu dergide ilan ettik; temel poetikaya uymakla beraber, nesnelerle ilişki kuran, insanı önceleyen, yerelden evrensele uzayan, anadilini sahiplenen özgür bir edebiyat savunmamız. Dünya görüşümüzde kuşkusuz siyaset var, ama edepli bir siyaset, çünkü edebiyat evreni kucaklayandır. Siz uzak dursanız da siyaset sizi bırakmıyor. Hem ben oy kullanıyorum, yasal düzende bir partiyi destekliyorum, insanıma ve ülkeme sorumluk duyuyorum, diyeceksin. Hem de siyasetten uzak duracaksın, o zor, hele benim ülkemde, dursan da bırakmazlar. Ne var ki, bu bizim sıradan yurttaş yanımız, eğer yazarsan, tüm insanlığa yol göstermek idealin varsa, sanırım daha ölçülü olmak gerekir. Biz gündelik politikadan, din ırk ve mezhep kavgalarından, parti politikalarından, hemşerici yaklaşımlardan uzak durmaya çalışıyoruz. Her üç beş yılda bir değişen gündelik politikayla hiç ilgilenmiyoruz, daha iyisini, daha evrensel ve kusursuzu önerebiliyor muyuz, ona bakmalı. Yazarı bilimsel ahlak ve insan yararı ilgilendirmeli. Yazar kuşkusuz taraftır, o da insan… Ama oturduğu yer sıra insandan yukarda bir yer. O, kurulu düzenin, sistemin muhalifi, insanlık yararına ütopyalar üretendir. Çıkarlarla, iktidarla, gündelik politikayla, partiyle bir işi olmadığını düşünürüm. Yaratıcı yazar politika kuramcısı değildir. Gülgün ÇAKO: Peki gençlik kitaplarınız? Onlara da değinelim mi? Öteki kitaplardaki evrensel oturmuş yazar dilinin yerine bu kitaplarda sanki öğretmen diliniz egemenleşiyor: Neden? Çocuk ve gençlik kitabı yazmak gerçekten farklı bir alan mı? Şenol YAZICI: Çocuk edebiyatına bir şey diyemem, çünkü alfabeyle, okumayla yeni tanışan insana çok özel sunumlar gerektiğini kabul ediyorum. Belki onları kurullar yazmalı… Ama gençlik için, yani artık ders kitaplarından ötesiyle tanışacak, belli bir altyapısı olan, az çok kitap okumuş genç için özel kitap olgusunu ne kabul ediyor ne de onaylıyorum. Her türlü sorumluluk vereceksiniz, her yükümlülüğü isteyeceksiniz, ama arzuladığı kitabı seçemeyecek… Böyle bir şeyin beyin kurgulamak olur sanıyorum. Bunun sanatsal bakış geliştiremeyen, ne var ki bu alanda kendine yer edinmek isteyenlerin kuru anlatılarına kılıf için bir savunma olduğunu düşünüyorum. Roman çağının tanığıysa, yolda gezdirilen bir aynaysa, genç bu dünyada yaşamıyor mu, gerçekleri bilmek onun bağışıklık sistemini, savunmasını güçlendirmez mi? Böyle söylüyorum da, yine de o gençler kendi seçimleriyle almadıkları, yani okuyup bilgilenerek seçmedikleri kitaplarda çok sert gerçeklerle karşılaşmamalı. Daha yumuşak bir başlangıç dirençlerini artıracaktır, aşı gibi. Aynı zamanda kitapla ilişkisi çok olmayanın söz dağarcığı, yorumlama gücü de sınırlı olacaktır, ona göre düzenlenmeli kitap. Bu da edebiyatın aleyhine tabi. Kısaca edebiyatın vazgeçilmezleri eğretileme ve adaktarmasından, imgelerden mümkün olduğunca, yaşamın gerçekte var olsa da, genç dünyasına ağır gelebilecek yanlarından arındırılarak yapılan bu iki kitap denilebilir ki daha kolay okunabilen türden, ilk okumaya başlayanlar için düşünüldü…Yani 12 yaşından 99 yaşına kadar olan ama kitapla ilişkisi çok yoğun olmadığından yorumlama gücü sınırlı kalanlar için.… Elbette bu müdahaleler kitabı sanatsal akışkanlıktan kuru bir anlatıya yaklaştırıyor. Ne var ki, okuma alışkanlığı için gerekli bir basamak olarak alırsak hoş görülebilir. Edebi eser yorumlama, algı gücüne seslenir. Bu donanım, her şeyde olduğu gibi okumada da öncelikli bir özellik. Bu özellik yaş, yaşananlar ve söz dağarcığıyla sıkı ilişkilidir. O söz dağarcığında okumanın önemli bir katkısı var diye düşünüyorum. Okuması aşkın olana engel yok ki, gidip öteki kitapları seçebilir. Kendimden ve deneylerimden biliyorum ki, okuma alışkanlığı ilk ve ortaöğretimde kazanılır, kazandırılır da… Son o iki kitabı özellikle bu nedenlerle yazdım. Bu aynı zamanda, çok zamandır gördüğüm bu güzel tasarı “Okur Yaratmak” girişimine çamsakızı bir katılımdır diye düşünüyorum. Ne başardık, diye sorulabilir kuşkusuz. Bunu ölçecek bir yetişkin tanımıyorum. Çünkü sanat zevk, beğenidir. Ne kadar empatiniz yüksek olursa olsun hiçbir yetişkin kendini 13 yaşındaki çocuğun beğenilerini hissedecek dizeyde onun yerine koyamaz. 13 yaşında olup çok yetişkinden daha çok kitap okumuş; bilinci, kültürel alt yapısı olan çocuk var, siz onu karga tilki masallarıyla avutamazsınız. Çok yetişkin var ancak hala en çok Red Kit okuyacak düzeydedir. Ama okuma bağlamında da hesaba katılması gereken bir dönemdir bu onlu yaşlar. Bilinen edebiyatın kuramlarından baktığınızda düştüğünüz yer, hedef kitle açısından baktığımızda ne görünecek? İşte bunu kimse değiştiremez. Okur karar verecek. Ki o sonuçtan heyecanlanmıyorum desem yalan olur… Göreceğiz. Gülgün ÇAKO: Bu gün eğitim dendiğinde herkes koşturmaya başlıyor. Nabızlar yükseliyor, hararet artıyor. Bir yarış, bir kıyamet. Siz de bir eğitimcisiniz, içinden geldiniz. Aynı zamanda dün daha farklı koşullarda eğitim alanlardan biri de sizdiniz. Toplumun eğitime verdiği öneme getirmek istiyorum sözü, neler söylemek istersiniz? Şenol YAZICI: Pazartesi sabahlarını anımsıyorum geçmişten. Gün ışımadan yollara dökülen , kente ulaşmaya çalışan, koltuklarının altında bir değirmen taşı gibi taşıdıkları, ancak bir haftada bitirebilecekleri mısır ekmekleri olan, utandıkları giysileri içindeki küçük adamları… Dünün koşullarında ilahi bir ibadete koşar gibi coşkuyla dağları aşıp, denizin kıyısındaki kente okumaya giden kırsalın çocuklarını… Bu günü yaratanlar, bin yıllık dogmalarını kent öğretisiyle harmanlayıp "hiç birilikten", biri olmaya çırpınan ilk varoş çocukları… Bugün çok şey benim eğitim gördüğüm zamandan da, öğretmenlik yaptığım zamandan da kuşkusuz ilerde. Sorun çözüm üretmek yerine sorun yaratan sistemde. Sistemi başarıyla tamamlayan ve bir iş sahibi olan da mutlu görünmüyor. Bu kez gerçek hayatta işsizlikle mücadele günleri başlıyor. Hem de diplomalı olmanın yanında yaşam için bir artısı olmaksızın mutsuz çoğunluğa katılıyor. Sistem değişmeyince programdaki yeni yapılanmalar, teknolojinin ilerlemesi işlerliğini yitiriyor. Dün yoksulluktan aksayan eğitim bugün yoksunlukta topallıyor. Rant peşindekilerin işine gelen sistem içine aldığı öğrenciye kendini geliştirecek zaman bırakmıyor. Çocuklar ve gençler için endişeleniyorum, tabi bu nedenle de toplumun geleceğinden de. Çünkü bizden farklı olarak, çok bildiğini sanan, toplum için idealleri olmayan ve razı gelmeyecek, yaşına göre ruhu büyüyemeyen, bencil de bir kuşak var dipten dalgalarla gelen. Gülgün ÇAKO: Peki, çocuklar kendilerini geliştirmeyi nasıl öğrenecek, doğru yolları nasıl seçecek? Aileye, öğretmene, topluma ne gibi sorumluluklar düşüyor. Şenol YAZICI: Günümüzün olanakları sınırsız. Burada öğretmenlere ve aileye önemli sorumluluk düşüyor. Ben bu konuda, kendi gerçeğimi temel alarak, öğretmenin sorumluluğunun aileden fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü aile olmanın ehliyeti yok, herkes oluyor. Kaç kişi geleneksel yöntemler, kulaktan dolma bilgiler dışında aile ve çocuk konusunda eğitimli? Kaç kişi araştırmış, öğrenmeye çalışmış, yoktur. Herkes anne baba doğuyor sanki. Ama öğretmen iyi kötü eğitimli, bilinçli… Kendini daha da geliştirerek çocuklara her alanda yol gösterici olabilir. Öteki alanlar hem geniş, hem de konumuz dışı. Ne var ki, çocuğun zihinsel gelişiminde çok kolay, ucuz bir yol var; o da kitap. Bir okuma alışkanlığı geliştirilebilirse çocuk bunu yaşamının hiçbir devresinde terk etmiyor. Kitapla çok işi olmayan ama okuyana saygı duyan kırsal kesimden bir ailenin çocuğuydum. En çok sıkıntıyı okumak için gittiğim kentte uyumda yaşadım. Ya içime kapanacak, ya uyumsuzluğumu savunacaktım. Bugün varoşlarda suç oranının yüksekliğinde bu uyumsuzluk büyük etkendir. Ya da öğrenecektim. Öğrenmeye niyetli biri için sosyalizasyon, kentleşme süreçle olabilir, ama okulu yok. Oysa hemen olması gerekliydi. Ben okumayı seçtim. Kitaplardan öğrendim. Önce biçimsel alışkanlıkları, sonra kent insanının doğasını, sonra yaşamını, sonra tüm insanları... İlk yazılarımı lise de yazdım. Beni ilk fark eden babam değil, Türkçe öğretmenimdi. Bana yeni kitaplar veren, edindiğim bilgimi sunmama olanak sağlayan, böylece girişimciliğimin artışında bana moral veren, yönlendiren o öğretmenimi, Osman Coşkun Çelebi'yi saygıyla minnetle anıyorum. Gülgün ÇAKO : Okur olmak için çıktık da yola, sahi ilk durakta ne var? Sizin için okur olmak nasıl bir duygu , örneğin nasıl başladı ilk okurluğunuz? Şenol YAZICI: Benim çocukluğumda yeterli kitap hem yoktu, hem de olanaklar kitaba o denli zaman ve para ayıracak boyutlarda değildi. Büyüklerimiz de eğitime inansa da kitaba çok inanmazdı. Belki ona ayıracak olanaklar da yoktu. Sanki kitapsız eğitim olurmuş gibi… Çok kitabı ders kitabımın içine saklayıp okuduğumu anımsarım. Bundan ötürü içimdeki çocuk zamandan alacaklı... Oysa şimdi sizler çok şanslısınız. Hem kişi başına düşen gelir arttı, hem de kitaplar görece ucuzladı. Ayrıca sadece ailemiz, büyüklerimiz değil, devletimiz de kitaba, okumaya ayrı bir özen gösteriyor. Gülgün ÇAKO : Okumanın, kitabın öğrenciye ne gibi yararları olur. Okunmazsa ne olur? Şenol YAZICI: Kitabın kazanımları o denli yinelendi ki artık içi boşaldı sanki. Yemeğin yararlarını anlatmak gibi bir şey, vazgeçilmezi yinelemek anlamlı değil. Okuyan bir insan; dünyayı ve başka insanların gerçeğini anlarken, kendini ve çevresini de en iyi biçimde tanır, güzel konuşur, güzel yazar, algılama gücü gelişir; anlatılanı ve söylenenleri tam, doğru ve çabuk anlar, başkalarının okumasına da doğru örneklik yapar. Kitap okuma alışkanlığı olanla, olmayan arasındaki ayrım ilk görüşte fark edilebilir. İnsanlar doğaldır ki okumadan da yaşayabilirler. Hiç kitap okumayan çoğu insan, gündelik yaşamını, 100 – 300 sözcükle sürdürüyor. Oysa öğrencilerimizi yaşamın içinde bekleyen çok sayıda sınavın hazırlanışında, Türkçe’nin yüz binlerce sözcüklük dağarcığı kullanılıyor. Söylediklerimizi somutlaştırırsak; sınavlara girip çıkmış hem de çalışkan kimi çocukların bazen; ben soruları biliyordum, ama zaman yetmedi, demelerini anlarız. Oysa zaman sorulara göre uzmanlarca ayarlanmıştır. Buradaki sorun; okuma alışkanlığı olan bir genç, bir soruyu iki dakikada okuyup anlıyorsa, diğeri aynı soruyu altı dakikada yani öncekinin üç katı sürede anlıyor. Bundan ötürü de soruları bildiği halde zaman yetmiyor. Çünkü algılama hızı gelişmemiştir. Algılama hızı da en çok kitaba bağlı bir kazanımdır. Kuşkusuz hepimiz yazar şair olamayız, ama kendimizi tanımlayacak, başkalarına da anlayacak insanlar olmamız elimizde. Yani iyi bir doktor, iyi bir öğretmen, iyi bir belediye başkanı da olmak da kendini doğru tanımak ve anlatmaktan geçiyor. Bu da ya çok uzun yaşamakla ya da okumakla olur. İnsanlar bir çok yetenekle yaratıcı yazma, resim, müzik vs. gibi donanımla doğarız. O insanda, bu özellik varsa geliştirilebilir, bu doğru. İnsanların yeteneklerinin su yüzüne çıkması, yine okuma alışkanlığıyla doğru orantılı. Kişi iyi bir kitap okuruysa, var olan yeteneklerinin ayrımına daha çabuk varıyor. Ne var ki insan, isterse çalışarak, her alanda üstün olamasa da, bir düzeyi yakalayabilir. Gülgün ÇAKO : Bir kitap okudum hayatım değişti, der ya Orhan Pamuk , böyle bir şey olabilir mi gerçekte? Şenol YAZICI: Eğer ki kırılma noktasına denk gelirse ince bir rüzgar bile sizi ummadığınız enginlere atar. Tek başına bir kitap da bu sihri bulana aşk olsun da, şu gerçek: Yeryüzünde çevresini, ortamını, koşullarını değiştirme yeteneğine sahip tek yaratık insan. Bu da bilinçle olur. Bilinci de yaşadıkları, okudukları ve yorumladıkları oluşturur. Yani kitaplar büyük bir katkıda bulunur yaşamınızı şekillendirmeye. Gülgün ÇAKO : Okumak, denince kitaplar akla gelir de , yalnızca kitap mı okumak? Şenol YAZICI: Tabi ki değil, öncelikle ders kitaplarınız, kitapların dilini çözmenizde ne büyük anahtar, aynı zamanda sizi yaşama hazırlayan, geleceğinizi kuran etkenler. Ardından ilgi alanlarınıza göre kendinizi donatacağınız daha sayısız kaynak kitap, hobi, ilgi, alan dergileri, gazeteler var. Hepsi okunmalı. Zor mu değil elbet, nasıl yemek yiyorsak günde üç kez, bir iki saat kitap okumak da sizi yeterince donatacaktır. Peki bu donanım niçin, kuşkusuz yaşam için, daha sağlıklı daha başarılı bireyler olmak için. O zaman hayatı da okumayı bilmek gerekiyor, onun şifrelerini çözmek, ona göre tavırlar geliştirmek, öğrendiğinizi uygulamak gerekli. Unutmamalı ki, as’lolan yaşamdır ve zeka yaşama uyum yeteneğidir. Yani aklınızla övünüyorsanız, kanıtı kazandığınız para değil, sağladığınız mutluluktur. Gülgün ÇAKO : Yazan biri okurken kitaplar hakkında ne düşünür, nasıl bakar hep merak etmişimdir. Sahi, okurken nasıl bir ruh hali içinde olursunuz? Şenol YAZICI: Önce bu kitaplar keşke çocukluğumda ve gençliğimde olsaydı diye düşünüyorum. Sonra da yazarlığım yani edebiyatın mutfağında olmam aklıma geliyor, başka bir gözle irdelemeye başlıyorum, nasıl yapmış ya da hangi teknikleri kullanmış da başarmış gibi… Kuşkusuz o zaman da okumanın tadı kaçıyor. Gülgün ÇAKO : Yazmaya yönelen gençlere öneri de bulunmak gerekirse, neler söylerdiniz? Şenol YAZICI: Şimdi tüm yapacağınız okumak, durmadan okumak ve yaşınızın gereklerini yerine getirerek yaşarken, yaşadığınızı algılamak, yorumlamak olmalı. Hazır olduğunuzda sizi kimse tutamaz, o sabır ve yatkınlığınız varsa yazarsınız. Kimse yirmi yaşında yazar olamaz, düşünmeyin bile. Ama otuz yaşında, kırk yaşında yazar olmak istiyorsanız bugünden kendinizi hazırlamanız gerekir. O da iyi bir eğitim ve çok okumaktan geçiyor. Başka ne yapılabilir, yirmi yıl beklerken. Günlük tutulur, yazma çalışmaları yapılır, olanağı bulunursa bu çalışmalara yer verecek dergiler, okul gazeteleri denenir, arkadaşlarınız arasında paylaşılır, eleştiri istenir, bu eleştirilere gereken önem verilir. Bir meyvenin oluşması için baharda çiçek açması, yaz güneşini görmesi, güz yağmurlarını yemesi, bazen mevsimin kışa dönmesi gerektiğini düşünürsek… insanın düşünsel ve yaratısal bakımdan en uca ermesi olan yazarlığın hemen olması olanaksız. Yaşamı tüm boyutlarıyla algıladıkça yazma gücünüz ve cesaretiniz artacaktır. Gülgün ÇAKO : Okur Kazandırma Projesi‘nde velilerden ve öğretmenlerden aldığımız destek bizim için çok anlamlı. Sizce toplumsal rol sahiplerinin, aile, okul, yazar… sorumluluklarını karşılaştırdığımızda nasıl bir sonuca ulaşırız? Şenol YAZICI: Kuşkusuz bireysel adımlar anlamlı ama en doğrusu toplumun bütün unsurlarının sahip çıkması. Ki hepsinin bir idealde birleşmesi kolay da değil. Siz bunu başarmış gibisiniz. Burada tanık olduklarım gerçekten çok etkileyici, bunu başta da dile getirmiştim. Bunca insanın çocuklarının okur olması, bir yazarla görüşmesi için seferber olması, gerçekte olması gereken ama ülkemizin koşullarında şaşırtıcı. Kitaplarımı görmeseydiniz, okumasaydınız önceden, bu ilginin yanıltıcı olacağını, bu etkinlikten sonra beni taşlayabileceğinizi bile düşünürdüm. Ama siz ne yaptığınızı, ne aldığınızı bilerek hareket ediyorsunuz, bu da beni gönendiriyor kuşkusuz. Bir şey üretmişim demek ki. Ülkemizde ne yazık ki artık ancak şarkıcılar, mankenler böyle ilgi görüyor. Gerek velileriniz, gerek öğretmenleriniz, gerekse öğrencileriniz, kuşkusuz bu insanların Bigalı olduğunu düşününce, Bigalıların çok büyük bir bilince sahip olduklarını kanıtlıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki aydınlanma heyecanını yaşar gibisiniz. Yönlendirenler, paylaştıranlar kimlerse eli öpülesi, alkışlanacak insanlar. Çalışmalarınızdaki bu basamağın onurunun da bana denk gelmesi de ayrı bir kıvanç konusu. İstanbul Tüyap etkinliğimizde bir avuç insan vardı dinleyici ve biz yedi yazardık. İzmir TÜYAP’ta beşi İzmirli, yedi yazara karşı beş dinleyici… Bu bir bizde öyle değil, şarkıcı, televizyoncu değilseniz hep böyle… Tüyaplarda, uluslararası etkinliklerde üç beş kişiye konuşan uluslararası, Nobelli yazarları gördükçe yaptığım işten pişman olduğum çok olmuştur, ama şimdi bu ilgili insan kalabalığını, çocuklardaki heyecanı, sizlerin emek ve özeninizi görünce daha zor, daha iyilerini yapmak için arzu bile duydum. Yazar arkadaşlarım görseler kıskanırlardı. Belki Biga sadece okur yaratmanın örnek başlangıcı değil, yazar yaratmanın da çekirdeği olabilir. Size önerim bu potansiyeli boşa tüketmeyin… Potansiyelinizi artıracak, kalıcı kılacak, everenselleştirecek bir dergi çıkarın, ele ele verin bir dergi çıkarın. Tüm ülkeye yıllarca sürecek bir örneklik sergileyin. Biga tarımsal zenginliği olsa da unutulmuş, bilinmeyen bir ilçe değil, okur ve yazar yaratmanın hanı olsun, dünyanın tüm yazarları da yolcunuz. Gelirse elimden ben de bunun için size destek vereyim, ilk onur konuğunuz olma unvanımı saklı tutun yeter bana… Hadi başlayın. Başta da dediniz ya sayın Gülgün Çako, her şey bir hayalden başlar. Güneşin fethi bile… Şenol Yazıcı kitaplarıyla ilgili öğrenci ve öğretmen yorumlarını okumak isterseniz buraya tıklayın * KAPANIŞ KONUŞMASI * 17 Aralık 2009, Biga Belediye Kültür Sarayı / 2010 KIŞ maviADA Dergisi *

  • Bize AŞK Gerek

    "Gözlerim açık gider sana doğruyu söylemezsem Ben seni artık sevmiyorum" Ellerin nazik, ege akşamları ılık meltemleri toplamış, çiçekten lavantayı ve… filizlenen dallar, kuşların avazı ses ve ışık bir uçtan bir uca aynanın kırılışı sen miydin ya da gelişin notaları başka, yeni bu şarkı baştan çıkmış uzak şehir saçlarım ağustos, ıslak tenimde sıcağı bu soru köstekli saate bin yılı var kim azat edecek rüyaları zaman değil zaman, menteşesi paslı bir adım bir adım daha kaşı kaş gözü göz haykırışı bakışlar irileşti, seçiliyor saydamlığı yollar çetin sor cürmüme söylenmemiş ne kaldı esir değil hedefe saplanan ok birden devleşen ellerim aman dilemek yok kalbimde duruyor kırılmıştı, serçenin kanadı yamalı çarık tepeler kör talihi, bahtın karası velveleye vermeden kapıları atıl, pirketten örülmüş aşılır, eğreti değil mi duvarları Biliyorum " Sana göre aşk laftan ibaret Bana göre hayatın anlamı..." işte her zerrem tastamam sökün etti güneş eritiyor yıldızları yavru yarasanın son kanat açışıdır kalkıyor ufkumun duvağı elde var nisan dudakta ıslık bilge, seyrü seferindeyim alemin aşktır nisan, nisansa sıra dışı... Kabullen artık, tutmuyorsa elin kanadın Bize aşk gerek Baharla boyamalı duvarları. Küs kaderine "Sen bu yolda böyle devam et Aşk layık olanda kalmalı" *Tırnak içinde olanlar İlhan Şeşen şarkısından alıntıdır.

  • Bize Aşk Gerek

    DOSYA / 8-9 Nisan da maviADA'DA Katılıma açık * "... elde var nisan dudakta ıslık bilge, seyrü seferindeyim alemin aşktır nisan, nisansa sıra dışı... Kabullen artık, tutmuyorsa elin kanadın Bize aşk gerek Baharla boyamalı duvarları. Ya da küs kaderine "Sen bu yolda böyle devam et Aşk layık olanda kalmalı ... " Zeliha AYDOĞMUŞ Yaratılışın insana armağanı en muhteşem şeydir AŞK... Ne kadar eskirseniz eskiyin, sizden bin kez yeni bir BEN yaratır. ... ve şimdi Nisan, dışarda ne olursa olsun, içinizde yeniden dirilme vakti ... Her seferinde bir eylem hali, bir başkaldırı, bir etkenlik kesinse de sonuçlar belirsiz, bazen içinizde oldurduğu büyük kaos, kuşku, kıskançlıkla göklere çıkan kavgalı hali nasıl açıklayacaksınız derseniz; onun da adı kolay; AŞK LAYIK OLANDA KALMALI... Hem unutmamalı, onun da AŞKIN da bin hali var; insanına göre, insana göre... * BEKLERİZ * Yer Alanlar: - Zeliha Aydoğmuş -Nurten Bengi Aksoy -Aycan Aytore -Oğuz Timbaş -Gönül Ocaklı -Gülgün Çako -Didem Madak -Şenol Yazıcı -Esra Odman İyier -Fadime Y. Karoğlu - ... "BİZE AŞK GEREK" DOSYASI YAKINDA...

  • Ayrımsız ve Engelsiz Bir Dünya İçin

    Otizmli Bir Gencin Seyir Defteri * 28 Temmuz 1982'de İzmir'de doğdum. 1986 yılında Otizm tanısı almışım. Çocukken daha çok oyuncaklarla ilgilenirdim. Evde olduğum zamanlar çizgi filmleri video kasette ve televizyonda seyrederdim. Video kasetten Sylvester ile Tweety adlı çizgi filmlerinden birini izlerken Sylvester'ın robot köpeğini beyzbool sopasıyla döverken kendimi durup dururken yere atardım...Bu davranışı Speedy Gonzalesin Sylvester ile olan macerasında Sylvester'ın motosikletle denize düştüğü zaman yine tekrarladım ama bir süre sonra uslanıp bir daha yapmadım. Evde top oynarken bazı eşyaları kırdığım dönemlerim de olmuştu. Anaokulundayken bazı oyunları oynamak istemediğim zamanlarda öğretmenlerim otizmin sosyalleşmemi engelleyen dezavantajını aşmam için bu oyunlara katılmam için ısrar ederdi ve böylelikle zaman içinde aralarına katılmıştım. Günlerden birinde derse başka bir öğretmen gelmiş çocuklar halka oluşturup ''Elele Tutuşalım Halkaya Karışalım'' şarkısı eşliğinde oyun oynamaya başlamıştı. Ben de aralarına katılmak istemiştim ama aralarına almamışlardı. Derslerimize giren yeni öğretmen elimi tut demişti ama ağlamamdan ve öfkemden reddedip kapının pencerelerini yumruklamaya kalkışmıştım. İlkokula başladığımda başlarda uyum sağlamakta zorlanmıştım ama zamanla alışmıştım. Sınıf Arkadaşlarım ''Otistiksin'' dememiş olsa da diğer sınıflarda okuyan çocuklar bana tatsız şakalar yapınca kavga etmeye kalkışmıştım. Ortaokuldayken de yine bana tatsız şakalar yapıp sataşmışlardı, hatta hatta ''Otistiksin'' diyen olmuştu...En kötü anılarımdan biridir, Orta 3.sınıfta okurken diğer sınıflardan bazı çocuklar çantamı karıştırıp İngilizce ders kitaplarımı kaybetmeme sebep olmuşlardı. Matematikten ve Fenden zar zor geçip İngilizceden Öğretmenler Kurulu kararıyla geçerek mezun olmuştum. 2002 yılında Açık Öğretim Lisesinde okurken Genel Lise kısmında örgün eğitim olmadığı için Askere gitme durumuyla karşıya karşıya kalmıştım. Halbuki Otizmlilerin Askere çağrılmaması gerekirdi, çünkü orada ciddi sıkıntılarla karşılaşırdı. 2003 yılında ise yine Askerliğimi erteleyip muafiyet belgesini almaya hak kazanmıştım. Hayatımı değiştiren asıl olaylar 2005 yılında halamın bir arkadaşıyla tanışmam, Kültürpark Tenis Kulübündeki Tenis kursuna katılmam, İzmir'deki Universiade Organizasyonunda gönüllü olmam ve Carrefour'daki Tiyatro Kursuna katılmamdı. Carrefour'daki Tiyatro Kursuna 2005-2008 yılları arasında devam etmiştim. 2006 yılında ilk kez Engellilerin Tiyatro Oyununu izlemem, ekipteki Oyuncularla ve Eğitmenleriyle tanışmamda sosyalleşmem adına çok önemliydi. 2007 yılında tanıştığım ilk kız arkadaşımın da engelli olması problem değildi. 2008 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı Abla Ağabey Kardeş adlı sosyal projede çalışmaya başlamıştım. O sırada üniversite sınavlarına hazırlanıyordum ve Açıköğretim Lisesinden mezun olmuştum. Aynı sene Üniversite Sınavına girmiş, aldığım puanlar yüksek olunca da Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesini kazanmıştım. O ortamda da Otizmli olup olmadığımı fark etmemişlerdi. Çok güzel anılarım olmuştu ve yeni arkadaşlarla da tanımıştım. Bazı şakalar yapsalar da gülmekten kopamamıştım...Asıl sürpriz ise henüz Üniversite Öğrencisi olmadığım zaman Abla Ağabey Kardeş adlı sosyal projenin tiyatro grubuna dahil edilmemdi. Sonrasında da 9 Eylül İzmir'in Kurtuluş Gününü canlandıran ekipte yer almış olmam, Fener Alayına, Vapur Turuna, Doğal Yaşam Parkı gezileri, Salsa ve Bilgisayar kurslarına katılmış olmam ve Fuarda stant görevinde bulunmuş olmam beni çok mutlu etmişti. Anadolu Üniversitesi(AÖF) Halkla İlişkiler Önlisans 1.sınıfta iken Konak Belediyesi Tiyatro Kursuna katılmıştım ve yine Otizmli olarak bakmamıştı hiçbiri. İlk sınavların üzerimde bıraktığı stresi atamadığım için Epilepsi nöbetim başlamıştı. Dershaneye gidemediğimden ve derslerimi fazla çalışmadığımdan bütünlemeye kalmış ve sonrasında bu zorluğu dershaneye devam giderek aşmıştım. 2009 yılında 1.sınıfı tekrar okuyup aynı çalışmalarımı sürdürmüştüm. 2010 yılında 2.sınıfa geçip dershaneye gitmem sayesinde aldığım yüksek notlarla 2011 yılında mezun olmuştum. Aynı sene bilgisayarlı muhasebe kursuna katılmıştım ve İşletmeye 3.sınıfta dikey geçiş yapmıştım. O bölümü de 2014 yılında bitirip mezun olmuştum. Daha sonra 2014 yılında Tema, Ege Orman Vakfı, İzmir Kent Konseyi Engelliler Meclisi ve Karşıyaka Kent Konseyi Engelliler Meclisine üye olarak devam etmiştim. İzmir Gönüllülerinde çalışmıştım. 2011-2014 yılları arasında Karşıyaka Kültür ve Sanat Derneğinde Dans daha sonra Lokomotif Tiyatrosunun Tiyatro Kursuna katılmış ve hazırlanan oyunda sahneye çıkmıştım. Konak Belediyesi Güzelyalı Kültür Merkezi Tiyatro Kursuna 2008-2010, İzmir Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübünün Tenis Kursuna 2006-2008 yılları arasında devam etmiştim. 2011-2012 Yıllarında Karşıyaka Spor Kulübünün Tenis Kursuna da katılmıştım. 2014 Yılından beri İzmir Kent Konseyi Engelliler Meclisinin Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Protokol Çalışma Grubunda Yazmanlık yapmaktayım. Mask Kursuna, Basın Yayın Kuruluşları Ziyaretlerine ve Selçuk Efes Gezisine katılmıştım ve böylelikle de arkadaşlarım çoğalmıştı. 2013 Yılında Üniversite 4.sınıftayken Bostanlı'da yaşayan halamın bir Arkadaşıyla 1.Uluslararası Engelsizmir Kongresine gittiğimde de yine güzel insanlarla tanışmıştım. Karşıyaka Halk Eğitim Merkezinde 2014-2015 yıllarında İngilizce,2015-2016 yıllarında Drama kurslarına katılmıştım. Drama kursuna katıldığım zaman öğretmenimle aram iyiydi... Çoğunun Kadın ve aramızda sadece iki erkek olmamız biraz problem olsa da sonuna kadar devam etmiştim. 2015 yılında ODER'e de üye olmuştum aynı sene Karşıyaka HEM TSM Korosuna kaydolduğumda tüm çalışmalara katılmış, bazı çalışmalarda Şef şarkı söyletmeyince kırıldığım da olmuştu. Bazı Büyükler kötü davranınca sıkıntılar çekmiştim hatta hatta yemeklerde şarkı söyletmemesine rağmen konserlerde solo almam tesellim olmuştu. Sezonun final yemeğinde Konserleri sunan hanımefendiyle dans etmemin engellenmesi de beni çok üzmüştü. 2016 yılında o korodan ayrılıp TSM Esin Topluluğuna katılmıştım ve 2019 yılına kadar devam etmiştim. 2017 yılının sonlarına doğru Ege Orman Vakfı TSM Korosuna katılmıştım. 2016,2017,2019 yılları arasında Karşıyaka Kent Konseyi Engelliler Meclisinin Korosuna katılmıştım, eğer Tuna KSD TSM Korosunu tercih etmiş olsaydım mutsuz olurdum...Çünkü önceliğim Engelleri aşmaya çalışan özel bireylere rol model olmamdı ve bunu başarmıştım. 2016-2018 yılları arasında Özel Sporculuk kariyerim olmuştu. 2017 yılından beri İspanyolca özel dersleri almaya devam ederken öğretmenimin rahatsızlığı nedeniyle devam edememiştim. Karşıyaka Belediyesi Şiir Atölyesine 2015 yılından beri devam ediyorum. Veysel Çolak Hocamla tanışmamı Hidayet Karakuş Hocama borçluyum. 2017 yılından beri Mandala yapıyorum,2018 yılında ilk sergimi açmıştım. Ayrıca KAZED, Dil Derneği ve İzmir Zihinsel Engelliler Derneğine, İZEV'e de üyeyim. 2018 yılındaki Karşıyaka Kent Konseyi Engelliler Meclisinin Engelliler Haftası konserine Annemin 2004 yılındaki vefatından dolayı çıkamamış olmam canımı çok acıtmıştı ama İzmir Zihinsel Engelliler Derneğinin Korosuna hiçbir ayrımcılıkla karşılaşmadan kabul edilmiş olmam sayesinde aynı aksilikle karşılaşmamıştım. Karşıyaka Kent Konseyi Engelliler Meclisi Tiyatro Grubunun dolu olması ve yeni oyuncunun alınmaması nedeniyle Mustafa Kemal Mahallesindeki Drama Kursuna bir süre devam etmiştim. 2018 yılında Kelebek Hastası Elfida'nın hazırladığı Kelebeğin Etkisi oyunundan etkilenip 2019 yılının Nisan ayında Karşıyaka Belediyesinden Feruz Bozarslan'la Otizmden Saklanma Saklambaç adlı sosyal projemi gerçekleştirip karşılaştığım ayrımcılığa karşı ilk engelimi aşmıştım. Aynı projeyi ODER ve ÖBTT ile de gerçekleştirmiştim. Mayıs ayında Şiirde Engel Yok adlı sosyal projemi gerçekleştirmemin amacı Şiiri sevmemdi. 2018 Ekiminden 2019 Mayısına kadar Karşıyaka Belediyesinin Tezhip Minyatür kursuna devam etmiştim. Aynı sene içinde Ahşap Boyama kursuna da katılmıştım. 2019 yılının Aralık ayında İZOT ile aynı sahneyi paylaşıp Rahmetli Annemin anısına gerçekleştirdiğim şiir gecesinde Atakent Hikmet Şimşek Sanat Merkezinde sahneye çıkıp 2018 yılındaki konsere çıkamamış olmamın yarasını tamamen sarmıştım. Annemi 2004 yılında kaybetmiş olmama rağmen ayrımcılığa karşı hiçbir mücadeleyi kaybetmemiştim. Geçen sene Bostanlı Mahalle Merkezindeki Drama Kursuna katılıp Sağlık Olsun Gazinosu adlı oyunda Otizmle ilgili anlamlı bir sahneyi hazırlayıp ayrımcılığa karşı mücadeleyi sürdürürken salgından dolayı sahnede sergileyememiştik. Ayrıca Mandala Sergisi ve İmza günü projeleri de yarım kalmıştı. Salgından dolayı çok fazla aktif olamadım ama İnstagram ve zoom sayesinde etkinliklere katılıyorum. İlk kitabımı çıkarmayı planlıyorum. Şu sıralar Karşıyaka Sanat Derneğiyle Engelsiz Radyo Tiyatrosu projesini faaliyete geçirdim. Evde kitap okuyorum, Mandala çizip boyuyorum ve Karşıyaka Haber Gazetesinde Engelliler ile ilgili köşe yazılarımı yazıyorum. maviADA Dergisi ile ilk tanışmam, şiir ve yazılarımın yayınlanması 2020 yılında olmuştur. Facebook sayfamda dergide yayınlanan şiir ve yazılarımı topladığım bir albümüm var. Salgından sonra karşılaşacağım veya karşılaştığım ayrımcılığa karşı sosyal projelerimi üretmeye devam edeceğim.

  • Fail i Meçhul

    Birkaç gündür, kulağına fısıldayan ses; “Seni bekliyorum!” diyordu. Önce duymazlıktan geldi. Böyle sesler duymanın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. O akşamüstü, her zamanki gibi yalnız başına oturmuş, ışıklar içindeki şehri seyrederken aynı sesi tekrar duydu; “Seni bekliyorum!”. Etrafa bakındı… Bu defa ses, odanın içinde yankılandı. Aniden, yerinden kalkıp hazırlandı. (…) Bildiği küfürlerden birini savurdu. -Si… İki kere, üç kere... Dayanamadı başka bir tane daha haykırdı. En ağıza alınmayanını. Doyamadı küfretmeye! Plastik eldivenlere elini sokuştururken eldivene küfretti, olmadı ellerine saydı. Giymeye çalıştığı eldivenlerden biri paramparça olana değin küfretmeyi sürdürdü. Ağzı kurudu. Yapay bir tat kaldı küfürlerden geriye; bok tadında, idrar kayganlığında. Kutudan, içleri pudralı daha rahat giyilebilen eldivenler çıkardı. Çelik masada yatan kadına uzunca baktı. Kadın tıpkı ‘Uyuyan Güzel’ masalındaki prenses gibiydi. Bedenindeki morluklar, güllerle dokunmuş bir elbiseye dönmüştü. İçlerine gömülmüş mora yakın siyahlıktaki meme başları sanki bu şiddetin başrol oyuncularıydı. Adam, “Bunlar yüzünden mi öldün!” diye haykırdı. Bilinçsiz bir haykırıştı bu. Odayı gözleriyle dolaştı. Tek başına olduğunu biliyordu ama emin olmak istedi. Tekrar kadına baktığında bir şeylerin değişebileceğini, kadının doğrulup oturacağını ve hikâyesini baştan sona anlatacağını umdu. Ama olmadı. Hikâye, morarmış bedenin altında yok olmuş; son kokular, doyumsuz öpüşler, sert okşanmalar sabunlu suyla çoktan kanalizasyona karışmıştı. Geriye, sadece birkaç ipucu kalmıştı. Adam bunları bulmalıydı ama kasları tıpkı karşısında yatan kadın gibi hareketsizdi, ölmüştü. Gerilen baldırları ve gitgide daha da içeriye çekilen erkeklik organı onu, ölümü okuyan ve ölümden başka bir şeye bulanmayan garip bir yaratık yapmıştı. Dolabın köşesinde duran her zaman kullandığı ‘For life’ tütsüsünü yaktı. Kokular bir an değişti. Kadının üzerine çöken ‘For life’ hoş kokusu değişip ‘For death’e dönüştüyse de adam bu karışık kokuya alışıktı. Cesedi getirenler bir dosya bırakmıştı; kimlik bilgilerini içeren. Dosyayı açtı. İsim yazan yerde: “Bilinmiyor”, ölüm şekli: “-”, kimin öldürdüğü: “Faili meçhul,” diye yazıyordu. Bu kadına, ceset demek, hiç küfretmeden her zamanki gibi işini yapmak istiyordu. Ama dili de eli de varmıyordu. Dosyayı kenara koydu. Kadına baktı. Kenar mahallelerin birinde, çöplükte, bir bavulun içinde bulunmuştu. Çırılçıplaktı. Tıpkı anne karnındaki bir çocuk gibi dertop edilmişti. Teni, duru beyazdı. Dört saat önce ölmüştü. Belki dört saat önce gülen, heyecanlanan, hayal kuran, bavuluna eşyalarını yerleştirip bir yerlere gitmek isteyen; umutları olan bir kadındı. Belki de birisiyle gidiyordu. O birisi onu sevmiyordu ki bu sevgisizlik onun sonu olmuştu. Kadına baktı. Nasıl öldürülmüş olabileceğini düşündü. Nereden başlamalıydı? Boynundaki damar yolunu gözüyle ve eliyle yokladı. Tam o sırada vanilyanın hoş kokusu tütsünün acı kokusuna karışıp yüzüne vurdu. ‘Hypnotic Poison’ diye geçirdi içinden. Eğildi, burnunu kadının ensesine, kulağının hemen altına dayadı. Derin bir nefes aldı. Ciğerleri yandı. Küfürden pislenmiş ağzı gerildi. Kendini odanın diğer ucuna atıp masanın üstünde duran neşterlerden birini aldı, hangisi olduğuna dikkat bile etmeden. “Sabaha kadar bekleyebilir. Sabah beraber bakarız,” demişti, vardiyası biten arkadaşı. Ama o, tek başına bakmak istiyordu. Yalnız. Kadın ve kendisi olmalıydı. Bir de şimdi burnuna gelişigüzel yerleşen ‘Hypnotic Poison’ın kokusu. Kadına tekrar yaklaşıp boynuna baktı. Neşteri tuttuğu elini hiç kımıldatmıyordu. Kadının hiçbir yerini kesmeden, incitmeden ölüm nedenini bulup rapor edecek, sonra da cesedi morga teslim edecekti. Bu, yapacağı en büyük iyilik olmalıydı ona. Ölülerin tekrar dirildiğine inanırdı, belki de bu yüzden yaptığı işi hiç sevemedi. Kadının boynundaki morlukları gördü. Derinin içine işlemiş kalın parmak boğumları. Boğulmuştu. Kendisinden oldukça kuvvetli biri tarafından. Saçları alev kırmızısıydı. İçerinin parlak ışığında, saçlardan etrafa acı bir kızıllık yayılıyordu. Adam, kadının saçlarını tekrar kokladı. Dört saat önce boğulmuş olduğunu, sevgilisi tarafından öldürüldüğünü ve hatta sevgilisinin ona bu gece ‘Hypnotic Poison’ adlı parfümü hediye ettiğini biliyordu. Bu tahmin değildi; içgüdü, altıncı his filan da değildi. Düşüncelere daldı. Uzaklara gitmesiyle gelmesi bir oldu. Kulağına, o ses geldi. -Çok güzel, değil mi? -Evet, bebek gibi. -Dokunsana. -Olmaz! -Hadi, dokun! Okşa! Ne duruyorsun, sev onu! -Hayır! -Yapmak istediklerin bunlar değil miydi? -… Ses, beynini ele geçirdi. Titreyerek elini uzattı; kadının saçlarını okşamaya başladı. Nefes alışverişi gitgide hızlandı. Erkeklik organı yavaş yavaş uyanmaya başladı. Elleri, kadının göğüslerine doğru kaydı. Sertleşmiş memelere dokunmayı ne çok istemişti. “Keşke ölmeden önce olsaydı!” diye haykırdı. Ses kendine mi aitti yoksa kulağına fısıldayan mı bağırmıştı, ayırdına varamadı. Önemli değildi zaten. Doya doya okşayıp öptü kadını. Okşamaları arttıkça erkeklik organı büyüdü, sertleşti. Pantolonunu indirdi, donunu sıyırdı. Kadının bacaklarını açtı. Kasıklarındaki ve cinsel organındaki siyah tüylere baktı. Bir eliyle göğsünü okşarken, diğer eliyle kasıklarını okşadı. Şehvetle, alev alev yanarak şaha kalkmış organını sert bir hareketle kadının içine iteledi. Kaskatı kesilmiş bedene girerken duyulan haz ağız dolusu küfre bulandı. “Orospu!” Nefesi acı bir tütsü koktu. ‘For life’, ‘For death’e karıştı, adam kadının bedenine girdi, çıktı. Girdi, çıktı… Ceset diyemiyordu; kadınıydı. Faili meçhul denilen cinayetin ismi bilinmeyen öznesiydi. (…) “Seni bekliyorum!” un ardında geceye karıştı. Ona seslenen sesin ardından ne kadar dolaştı hatırlamıyordu. “Neden geldin buralara? Ne işin var bu saatte, burada?” diye kendi kendine sormadan da edemiyordu. Onunla birlikte yolun bir köşesinde, öylece duran kadını görünce kendi kendini sorgulamayı bıraktı. Karşısında duran kadına yavaşça yaklaşıp nereye gideceğini sordu. Kadın, tutuk ama sevinçle, “Uzaklara,” dedi. Birini beklediği belliydi. Adam, hiç ses etmeden yanında durdu, bekledi. Ta ki, beklenen gelmedi ve kadın ümidini bitirdi, işte o an adam girdi sahneye. Kulağına fısıldayan sesi dinledi. -Yaklaş. Konuş onunla. Bak, o da yalnız, senin gibi. Güven duygusunu geliştirdi kadınla arasında. Gecenin o saatinde böyle bir duygunun orada, o ıssız yerde bu güzel kadının yanına sokulan adamda olması ihtimali hiç de gerçekçi değildi, adam bunu biliyordu. Ama kadın, sevgilisinin gelmeyişi ve terk edilişiyle açılan boşluğu mutlaka doldurmalıydı. Yoksa asla bir daha ümidi olmayacaktı. Peşine takıldı adamın; yeni bir geleceğe doğru. Adamın gerçekliğine. İkisi beraber karanlığın içine kaydılar, tamamen yalnız olacakları bir köşeye çekildiler. Adamın kulağındaki ses haykırdı; -Öp onu! Okşa! İtiraz etmeden dediğini yaptı. Sevip okşamaya, öpüp koklamaya başladı kadını. Kulağındaki ses hükmetmeye başladı bedenine. Hareketleri gitgide sertleşti. Kadın her şeye hazır gibiydi. Gözlerinde korku yoktu. Usulca kabullendi gerçeği. Adama teslim oldu. -Orospu! Orospu! Kadını boğduğunu anladığında iş işten geçmişti. Kulağındaki ses uzaklaştı, adam yalnızlığıyla kaldı. Korktu. Kadını, sabunlu sularla yıkadı, incitmeden. Sonra da bavuluna yerleştirdi. Geçmişini taşıdığı bavul artık bedenini taşıyacaktı kadının. Bavulu, kenar mahallelerden birinin çöplüğüne bıraktı. Korku bedenini teslim almıştı. O ses, verdiği emirler, kadının kabullenişi; her şey o kadar ani olmuştu ki… Korkusunu yenip işe, gece vardiyasına dönmesi zaman aldı. İşe gittikten kısa bir süre sonra getirdiler kadını. Çok çabuk bulmuşlardı. Anlayamamışlardı ne olduğunu. Nedeni bilinmeyen bir cinayetti. Son dakikada, sevgilim diyeceği kadına hediye olarak aldığı, cebinde taşıdığı ‘Hypnotic Poison’ı, kadının saçlarına ve boynuna sürmüş olmasaydı, belki de hiç anlaşılmayacaktı kimin öldürdüğü. Parfüm şişesi, adamın cebinde gel gitlerle sallandıkça ipuçlarını döküyordu etrafa. Koku, adamın üstünde, adam kadının üstündeydi. Hayat, ölüm, koku iç içe geçmiş; ölüm okuyan, ölüm kusmuştu o gece. *

  • Siz Giderken Biz Geliyorduk!

    Hükümet çevrelerinde bir Amerikan düşmanlığı almış başını gidiyor. Kulaklarımıza inanamıyor ve “Hangi dağda kurt öldü?” diyesimiz geliyor. Bu İslamcı sağcı çevrelerin siyasi babaları değil miydi, 1950’lerde Türkiye’yi Amerikan üsleriyle donatan? Türkiye’yi NATO’ya alsınlar diye Kore Savaşı’nda Anadolu köylü çocuklarının kanını heder eden? Barış Gönüllüleri altında bir istihbarat ordusunu Türkiye okullarında görevlendirilmesini hoş gören? 69 genliği Amerikan Altıncı Filosu’nu protesto ederken Dolmabahçe önlerinde onlara saldıran? 1971 ve 1980 faşist darbeleriyle tutukladığı on binlerce işçiyi, genci, öğretmeni, yazarı yargılarken suçlarının başına Amerika’ya karşı çıktığını yazan? Ne oldu da iktidarımız, Amerikan ve Avrupa düşmanı kesildi? Önce bundan 49 yıl önce Fatsa Köycülük Derneği’nin girişimiyle köylü diliyle yazılıp bastırılan 19 Şubat 1968’de Fatsa’da dağıtılan Fatsa köy önderlerinin imzasını taşıyan, İmece Dergisinin Şubat 1968, TÖS’ ün Öğretmenler Gazetesi’nin 1 Mart 1968 tarihli sayılarında yayımlandığını saptadığımız şu bildirisini okuyalım: “AMERİKAN GÂVURUNA BİRİNCİ İHTARIMIZ Biz köylüler seni hiç sevmiyoruz. Sen gâvursun biz Müslüman’ız. Dinin başka, dilin başka, milletin başka. Biz haysiyetine düşkün bir milletiz. Fakirliğimize bakıp şerefimizi kaybettiğimizi sanma. Seferberlikte Fatsa köylerinden 211 şehit verdik. Kimsenin boyunduruğunda yaşamamak için. Ecnebinin emrine girmemek için. Dinimizi kaybetmeyelim diye. Senin gibi düşmanları denize döktük de sen sonra bin bir oyununan içimize girdin oturdun. NATO anlaşması dedin, askerlerimizi emir altına aldın. Yardım yapıyorum diye zenginleri kompırador yaptın. 20 bin asker getirip yığdın. Aramıza casuslar saldın. Karımıza kızımıza sarkıntılık yapıyorsun. Bize akıldanelik taslama. Biz kendi kendimizi idare ederiz. Madenleri de petrolü de senin elinden çekip alacağız. Kendimizi soydurmayacağız. Türk’ün çalıştığı Türk’e kalacak. AMERİKALI… Senin siyasetine, senin anlaşmalarına düşmanım. Yol yakınken çekil git. Yoksa bu memlekette ileride çok şeyler yapacağız. Gitmezsen elimizden çekeceğin var. Bütün köylü karı uşak seni istemiyoruz anladın mı?” Cevat Şahin (Budak Köyü Muhtarı) Fehmi Altıntaş (Hisarbey Köyü Muhtarı) Zeki Sarıhan (Fatsa Köycülük Derneği İkinci Başkanı) Cevat Uygun (Ürmeli Köyü Muhtarı) Kâmil Tirek (Tepeli Köyü Muhtarı) Mehmet Karadere (Akköy Muhtarı) Hasan Ergin (Bağlarca Köyü Muhtarı) Osman Öztürk (Söken Köyü Muhtarı) Vehbi Sarıhan (Beyceli Köyü Muhtarı) Osman Yeşiltaş (Sakargeriş Muhtarı) Osman karasu (Kayatepe Muhtarı) Şevket Demirel (Demirci Köyü Muhtarı) Rasim Mavizer (Yenikargucak Köyü Muhtarı) Celal Güneş (Kabakdağı Köyü Muhtarı) Recep Dindar (Bozdağı Köyü Köycülük Derneği Başkanı) Hasan Seniz (Bahçeler Köyü Muhtarı) İsmail İstanbul (Sudere Köyü Muhtarı) Mehmet Kızgın (Yapraklı Köyü Kalkınma Kooperatifi Başkanı) Ahmet Ölçek (Yusuflu Köyü Muhtar Vekili) Ali Öztürk (Fartıl Köyü Muhtarı) Halil Doğan (Gölköy Muhtarı) Şükrü Özten (Dağgüvezi Köyü Muhtarı) Nazım Yıldız (Tahtabaş Köyü Muhtarı) (Metin, İmece Dergisinin Şubat 1968 tarihli 83. sayısından alınmıştır) Demek ki neymiş? Onlar gidiyorken biz geliyormuşuz… Ne var ki, keşke bizim 49 yıl önce gittiğimiz yolu izleseler. Hükümetin bu ABD ve Avrupa Birliği karşıtlığı, onun antiemperyalizminden kaynaklanmıyor. Bu tutumunun iki nedeni var: Birinci neden, ABD ve AB ile Ortadoğu’da bir hâkimiyet yarışmasına girmesidir. Hükümet, onlara “Kimse kimsenin yurduna, bağımsızlığına göz dikemez. Milletler kendi yurtlarında hür yaşasın” demiyor. “Buralar benimdir!” diyor. Artık kendisinin emperyalistlik yapacak bir güce eriştiğini düşünüyor. Ki bu durumu 14.5.2013’te paylaştığım “Türkiye Alt Emperyalist Bir Ülke mi Oldu?” yazımda sorgulamaya çalışmıştım. İkinci neden: Avrupalıların ve Amerikalıların Ortadoğu’da fanatik İslamcı örgütlere ve bazı ülkelerin bumların üssü olarak kullanılmasına karşı olmasıdır. Kendi ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’nin laik ve parlamenter bir sistemle yönetilmesini istemeleridir. Hükümet işte bu nedenlerle içerideki demokratik muhalefeti Batı’daki bir üst aklın yönlendirdiğini ileri sürüyor. Halk arasında devrimcilerin yetmiş yüzyıldır yerleştirdiği ant-emperyalist duyguları, kurmak istediği gerici diktatörlük için istismar ediyor. Tayyip Erdoğan’ı, Atatürk’ten sonra gelen en büyük anti-emperyalist ilan etmek, Atatürk’e ve Kuvayı Milliye şehitlerine hakarettir. Bağımsızlık mücadelesi verdiği için hapislerde çürütülen, darağaçlarında sallandırılan, polis kurşunlarıyla canı alınan devrimcilerde olduğu gibi, 49 yıl önceki Fatsa köylülerinin bildirisinde hiç böyle bir anlayış var mıydı? (4 Ocak 2017

  • Ömür Hanımla Güz Konuşmaları

    "ve güz geldi ömür hanım. dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde. yağmur ha yağdı ha yağacak. incecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür hanım? her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz düşünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de? yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından? dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...olsun dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım. büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece. yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki? yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa? öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım? susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...yalnızım ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...sularım toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle? kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki? olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya... yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de. kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz. biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak... kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...o kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla. dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su...sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de... sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla. yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi yine. doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa? gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki? kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm. ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım? " * ömür hanım’la güz konusmaları... 1983 yılında, kendi içimden çıkarıp dünyanın ortasına bıraktıgım; kendimi, bir baskasıymıs gibi kendime anlattıgım; yalnızlıgımı, yine kendi yalnızlıgımla ete kemige büründürdügüm bir varolus acısıdır. uçsuz bucaksız bir kalabalıgın sokaklardan evlere degil de, canımdan sokaklara çekildigi bir büyük sehir korkusudur, kederidir, üsümesidir. iki çocugun ısıklara, insanlara ve rüyalara inandıgı zamanların umududur, güzelligidir, yakarısıdır. gencecik bir kadının, uzak yalnız soguk yoksul yabancı bir sehri, yüreginin o büyülü besiginde sallaya sallaya anne oldugu bir hayatın iç sesidir, onurudur, çırpınısıdır. kanı içine akan yaralı bir hayvan gibi bütün bir ülkenin kendi üstüne kapandıgı, daragaçlarında boguldugu, agzını kuyulara vererek agladıgı zamanların dip sesidir, ugultusudur, yasama çıglıgıdır. içimizde kaybolan bütün kadınlara duyulan bir dilsiz asktır, sevmek agrısıdır, güzellik duasıdır.

  • Anadolu Edebiyatı

    Anadolu, sayısız uygarlığın beşiği… Estetiğin, duyarlılığın, şiirin, öykünün, romanın yanında acının, hüznün, sefaletin, ezilmişliğin, sayısız baskıların da yangın yeri. Anadolu’yu tanımadan, onu her yönüyle yaşamadan yazılanların bir yanı hep eksik kalmaz mı? Yazılan eserlerin yayım, basım, dağıtım merkezi İstanbul olsa da yaratım merkezi Anadolu’dur. Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Fakir Baykurtlar… ve daha nicelerini yetiştiren Anadolu, kim ne derse desin, edebiyatın da beşiğidir. Bu noktada Ahmed Arif’e kulak vermeden olur mu? “Beşikler vermişim Nuh'a Salıncaklar, hamaklar, Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır, Anadolu'yum ben, Tanıyor musun? …” Anadolu’da edebiyat yapanlar; fakirliğinden utanan, bilgisizliğin kör kucağına bırakılan, her türlü baskıya kader diyerek boyun eğmiş halkın sözcüleridir; üstelik onlardan biri, onların içinde, acıların yanında kardeşliğin ve birlikte çalışıp üretmenin mutluluğunu da tadarak. Yaşanılanların, dayatılanların kader olmadığını haykıran yürekli kalemlerdir onlar. Bunca acı ve haksızlığın içinde, çölde vaha yaratmaya çalışan duyarlı gönüllerdir. “… Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, Kalmışım bir başıma, Bir başıma ve uzak. Biliyor musun ? …” diyen Anadolu’ya, yalnız, bir başına ve uzak olmadığını; onu tanımayan şairlerin ve bilginlerin Anadolu’ya uzaklıklarının yanı sıra, insana ve insanın özüne de yabancılıklarını haykıranlardır onlar. Ne üstünde binlerce yıl at koşturanların izi kalmış, ne sultanların ne de hükümdarların… Oysa Köroğlu kalmış, Yunus Emre, Pir Sultan, Dadaloğlu, Karacoğlan… Bedrettin’in destanını dilden dile söyleyip yazanlar kalmış Anadolu’nun yüreğinde. Anadolu’nun çimenler üstündeki gözyaşları kalmış türkü türkü savrulan; bir de “meçhul askerler” Anadolu’yu talan eden emperyalistleri kovmak için “ölüme gülümseyen” o sevdalı yürekler… Onların destanlarını yazan kalemler… “Öyle yıkma kendini, Öyle mahzun, öyle garip...” Anadolu’dan seslenir yine o kalemler. Kardeşçe üretip bölüşmenin keyfiyle bir küçük dergi olur; küçük dergide bir şiir, bir öykü… Bir roman olur ya da yayıncıların kapısını aşındırıp da yayınlatamazsa, yiyecek ekmeğini matbaalara verip yine de sesini duyurmaya çalışan. “ … Dayan kitap ile Dayan iş ile. Tırnak ile diş ile, Umut ile sevda ile düş ile Dayan rüsva etme beni.” Diyen Anadolu’nun sesini duymayacak, duyurmayacak mıyız? Yenidünya düzenine teslim olmuş yayın ve dağıtım tekellerinin kurallarına boyun mu eğeceğiz? “Gör, nasıl yaratılırım, Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Her biri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun ?” Bunca yürekli kalem varken ve Anadolu’nun bu özden çağrısı kulaklarımızda yankılanırken, edebiyatın kalbi Anadolu’da atmayı sürdürecektir. Bize düşense, kendimizi sürekli geliştirip her zaman daha iyisini, daha güzelini yaratmak; kendimizi aşmak için sürekli çalışmaktır. Yn: : Tırnak içindeki dizeler, Ahmed Arif’in Anadolu şiirinden alıntıdır! * maviADA 22. Sayı 2010 Bahar

  • Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım

    Üç kez seni seviyorum diye uyandım Tuttum sonra çiçeklerin suyunu değiştirdim Bir bulut başını almış gidiyordu görüyordum. Sabahın bir yerinden düşmüş gibiydi yüzün. Sokağı balkonları yarım kalmış bir şiiri teptim Sıkıldım yemekler yaptım kendime otlar kuruttum -Taflanım! diyordu bir ses duyuyordum. Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün. Kalktım sonra bir aşağı bir yukarı dolaştım Şiirler okudum şiirlerdeki yaşa geldim Karanfil sakız kokan soluğunu üstümde duydum. Eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun.

  • HİKAYE

    Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz! Benim doğduğum köylerde Ceviz ağaçları yoktu, Ben bu yüzden serinliğe hasretim Okşa biraz! Benim doğduğum köylerde Buğday tarlaları yoktu, Dağıt saçlarını bebek Savur biraz! Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı. Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz! Benim doğduğum köylerde Kuzey rüzgârları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz! Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz!

  • Masada Kimler Vardı

    Su küllendi, Yıkanmaz artık aydınlık Akıp giden ışık kokusu Kara gürültüyü ırmağın sorduğunu, Taşın gülüşünden anladım; Geçip giden yazdı Pencereleri, sarı tarlalar gibi açık bırakılmış, Başak ambarları, Uykunun kanatlarıyla Çakılların üstünden akan Islak kirpikleri karanfil karanfil Sırlı aynalara tutunurdu; Yitip gidenden önce de Onun dilinde hep özlem vardı Budanmış aydınlıklara serili, Yeni dokunmuş kilim kokusu gibi, Elinin esintisini duydum Gölgelenen asmalarla, Çardakların altında; Dün, Konuşulanlarla dolu Serin bir bardak duruyor Mavi denizleri uzaklarda; Ağlara takılmış Mor bir geceyi örtünüp uyuyoruz, Yaşlı bir tulumbanın avlusunda, Acılar gerilerde kaldı, İçlerine sözcükleri serip uyuduğumuz Odalarda. 14.8.2008

  • ÖDLEK

    Birkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen hanımı çalışma odama çağırmıştım. “Otur, Julia Vassilyevna” dedim. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da, resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını istemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık…” “Kırk.” “Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma göre; buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla…” “İki ay beş gün.” “Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not etmiştim. Bu demektir ki, altmış ruble kazanmışsın. Ancak sen bu iki aydan Pazar günlerini çık… biliyorsun ki, pazarları Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çıktınız. Ve üç tatil günü…” Julia Vassiyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve öfkeden iki eliyle sıkı sıkı entarisinin eteklerine yapıştı. Fakat hepsi bu kadar…tek bir çıt dahi çıkarmadı. “Dokuz Pazar, üç tatil günü, yani on iki rubleyi çık! Dört gün Kolya hastaydı, dolayısıyla ders falan vermedin, zaten o sıralarda Vanya ile uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağrısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları dinlenmen için izin vermişti. On iki, yedi daha… eder on dokuz. Altmıştan çıkar, geriye ne kalır? hımm… Kırk bir ruble. Tamam mı?” Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmağa başlamıştı bile. Çenesi hafifçe titriyordu… Sinirli sinirli öksürdü, hızla burnunu sildi. Ancak hepsi bu kadar…tek bir çıt yok. “Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dededen kalma antika olduğu için aslında iki rubleden çok daha fazla ederdi, ama neyse…boş ver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı çıkmadım ki! İhmalin yüzünden Kolya bir gün ağaca tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say. Yine senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın ayakkabılarını çalmıştı! Evde tüm olup bitenleri dikkatle izlemen gerekir. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla beş ruble daha çık. Ocak ayının sonunda sana on ruble vermiştim…” “Hayır, böyle bir şey yapmadınız!” diye Julia Vassilyevna zorlukla yutkunarak cevap verdi. “Not etmiştim. Yanlış olmama imkân yok!” “Şey… Peki, öyleyse.” Kırk birden yirmi yediyi çıkar… kalır sana on dört.” Kızcağızın şimdi iki gözü birden yaşla dolmuştu. Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirmeye başlamıştı. Zavallı kız!” “Şimdiye kadar bana bir kere para verildi” diye titreyen sesiyle konuştu. “Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç ruble, fazla değil.” “Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim! On dörtten üç daha çıkar…kalır on bir. Al azizim, işte paran: Üç, beş, dokuz, on, on bir. Tamam mı?” On bir rublesini de avucuna koydum. Uzandı, aldı ve titreyen parmaklarıyla cebine sokuşturdu. “Mersi” diye boğuk bir sesle fısıldadı. Birden yarimden fırladım ve başladım odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye. Sinirlerim son derece bozulmuş, kan tepeme fırlamıştı. Kızgın kızgın; “Ne için bu… Mersi" diye sordum. “Verdiğiniz para için.” “Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun Aman Tanrım! Ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki, seni göz göre soydum! Daha ötesi ver mı bumun, paranı çaldım! Ve sen hâlâ ‘Mersi’ diyorsun!” “Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç vermemişlerdi.” “Hiç mi vermemişlerdi? Şaşırmaya da gerek yok ya! Bana gelince, sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin diye bu insafsızca yolu seçtim… Merak etme, seksen rublenin tamamını da sana vereceğim! Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni bekliyor… Ancak bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ inanamıyorum! Neden haksızlığa baş kaldırmıyorsun? Dünyada bu denli yüreksiz, tabansız olmak mümkün mü... Bu kadar ödlek olmak?” Acı bir gülümseme dudaklarının kenarında kıvrıldı. Yüzündeki ifade, “Mümkün”, diyordu. Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için özür diledim. O hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen rubleyi sıkıştırdım. O yine her zamanki ‘Mersi'siyle mırıldanır gibi üst üstü defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı. Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyordum: “Şu dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!” Anton Çehov

  • HARUN CİCİ

    maviADA ANLAR / "Hep geç kalırız bilirsin, bagısla bizi, ama sen gülümseyerek git Harun CiCi; bilirsin bir güzellik vardır geç kalmalarda da. pasif bir isyan; odur zulmedeni en çok kahreden…" Şaka gibi… ama yaşam aldı onu aramızdan. Bu kez direnmek bile istememiştir sevgili Harun CİCİ. Boncuk gözlerinde yorulmadım, sıkıldım vardır. Değmez, diyordur. Bazen Kırık ve Erken Bir Sonbahardır Hayat; İsyana Bile Değmez. Yeni yılda çıkacak maviADA’ya rota çizecektik. 2005’in Aralık sonu kar tüm yolları tutmuşken gelmişti Öner Yağcı. Harun Cici’ye konuktu. Evin nazik hanımı Filiz Öğretmen hazırladığı yemeğe beni de kabul etmişti. Önceden tanışmışsak da yakın olma şansını bulamamıştık Harun’la. Boncuk boncuk gözlü, balkan tenli, okuyan, dolu, düzenli, aydınlık bir beyin, minnetsiz, fütursuz hoş tınılı bir ses yaşadığından dolan bir adamdı bende kalan. “Ben seni oradan tanıyorum,” demişti. Onu çıkaramıyordum, ama on yıl önce, Bursa’ya yerleşmek düşte bile yokken, Yağcı’yla bir etkinliğe gelmiştik, Çağdaş Gazetecilere, karşılaşmışız. Sevmiştim onu. Sevmiştim ya duvarları vardı, insancıllığına karşın. 68 kuşağından Cici, bana sempati duysa da, koyduğu yerden de almıyordu: Ben o büyük destanı bilmeyen toy kuşaktan bir küçük burjuvaydım, geçmem gereken köprüler vardı henüz, yanmam gereken fırınlar…. Diye düşünüyordu. Yağcı ve Cici 12 Eylül öncesi Ankara’sından benimle aynı dönemde paylarına düşeni alıp geçmişlerdi. Eylül fırtınasına tam yakalanmış, sonraki yıllarda da sıkıntılarını çekmiş, ama gururla bir aşkın yarası gibi taşımayı sürdürmüştü. Bu, Mevlana vari kapıları herkese açık rahatlığındaki adam, sanılanın aksine içinde çelik bir omurga taşıyordu. Yaşadığı hayat ona hiç de iyi davranmamış, ama sermayesi, kimileri şakaya benzer felaketler olan o yaşamdan, içinden kahkahalarla güldüğü ironiler çıkarıp yaşam dağarcığına derin felsefeler ekleyerek varolmuştu. Anlamaya hazırdım, ama zamana gereksinmem olduğunun da farkındaydım. Tek başıma yaklaşmak için çok emek vermem gereken CİCİ’yle belki bu kez başaracak, Öner Yağcı’nın katkısıyla dost olacaktık. Kul düşünür, kader güler. Orda bulmuştu beni uzaklardaki bir yakınımın ölüm haberi, Gecenin kar ayazında arkamda sıcak, sahici insanları bırakıp Trabzon’a kadar uzayan ölümle çok haşır neşir olduğum bir haftalık yola çıkmıştım o gece. Bir daha oturup konuşma şansımız olmadı Aklımda olsa da bize gülümseyerek bakan, ama uzak duran bu ironili bir isyan dili geliştirmiş CİCİ’ye benim de içinde yandığım şeytan ateşlerini anlatma fırsatını bulamadım. Bu kez isyan bile etmedi. Gitti CİCİ. Hep geç kalırız bilirsin, bağışla bizi, ama sen gülümseyerek git Harun CİCİ; çünkü odur zulmedeni en çok kahreden… * Harun Cici İle İlgili Öteki Yazılar Öner YAĞCI, Mihriban CİCİ * resme tıkla * 2010 KIŞ maviADA DERGİSİ

bottom of page