top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KEŞİŞ DAĞINDAKİ ZEUS

    ROMAN,330 sayfa, 2021, Ekrem Hayri Peker, Gece Kitaplıgı, Bursa * Bursa'nın tarihi mekanlarından Mahfel'de toplanan bir grup aydın seksenli yıllarda gen teknolojisindeki gelişmeleri tartışırlar. Aylarca süren tartışmalardan sonra Grek Mitolojisindeki Tanrı ve tanrıçaların korkunç bir felakete uğramış, büyük bir medeniyetten arta kalan ve gen teknolojisine hâkim, gelişmiş insanlar olduğuna karar verirler. Amaçları “Esas Olimpos'un Anadolu'da ve Uludağ'da olduğunu, Olimposluların kökeninin Anadolu olduğu, mitolojide adı geçen bazı tanrıların insan olduğu; Hititler, Troyalılar ve Antik Çağ tanrıları arasında bir bağ olduğunu göstermektir. Bunun için bir grup oluştururlar. Geçmişte adı Olimpos ve sonra “Keşiş Dağı” olan Uludağ'da Zeus'un izini ararlar. Yaptıkları araştırmalardan bölgedeki Zeus Kersullos tapınağının önemli bir dinsel mekân olduğunu öğrenirler. Bu tapınaklarda büyük dinsel ayinler ve kurban törenleri yapılıyormuş. Burada yılın belirli zamanlarında bir dinsel bayram havasında yapılan bu ayinlere katılmak için çok sayıda ziyaretçi geliyormuş. Tarihçiler bu dinsel ayinlere katılmak için çok farklı yörelerden insanlar geldiğini yazıyorlar. Bölgeden çıkan yazıtlardan anlaşıldığına göre tapınakta sıklıkla Zeus için kurban törenleri yapılmaktaymış. Bu törenlerde ayin için gelen insanların getirdiği kurbanlar rahipler tarafından yakılarak sunakta kurban edilirmiş. Rahiplerin bu kurbanlar sayesinde geleceği görüp, kehanette bulunduklarına inanılırmış. Satürn'e tapan Romalılar da bu tapınağa adakta bulunup mermer taşlar dikmişler. Hristiyanlığın yayılmasıyla bu tapınak ve diğerleri manastıra çevrilmiş, dağın adı değişmiş ve “Keşiş Dağı” olmuş. Uludağ'da 120 civarında manastır olduğunu tespit edilmiştir. Sonunda Zeus'un mezarını bulurlar. Mezardaki eşyalar arasında Zeus'un anılarını yazdığı bir defter vardır. Zeus'un anılarından yaşadıklarını, yalnızlığını ve aile içi iktidar mücadelesini, Orion Yıldızıyla olan bağlarını öğrenirler. Ve kaçınılmaz olarak aralarında iktidar mücadelesi başlar. Roman kahramanın kendiyle hesaplaşması ile başlayan bu fantastik bir öyküyü ilginç bulacağınıza inanıyorum. * *Yazarın bu ve diğer kitaplarını internetten ya da maviADA'dan isteyerek edinebilirsiniz.

  • GELECEĞE DAİR

    1924 doğumlu babamın, günümüz teknolojisine bir türlü aklı ermedi. İş makinaları, arabalar, uçaklar, trenler, gemiler için “Bunlar nasıl icat edildi?” dedi. Kafasında hep sorguladı durdu. Kilometrelerce uzaktaki bir olayı ya da filmi evinde izleyebilmesine aklı bir türlü ermedi. Uzak şehirde yaşayan çocuklarının telefonda hem görüntüsünü hem de sesini duyması garibine gitti. Sadece babam mı günün teknolojisini algılayamadı? Köyde yaşlı kim varsa işte… Atın, eşeğin, öküzün, devenin yük ya da taşıma aracı olarak kullanıldığı dönemde doğup büyüyenler için günün teknolojisini anlamak tabii çok zordu. Annem televizyonda film izlerken; “Oğlum bu adamlar gerçekten ölüyor mu?” diye sorar; bende şaka olsun diye, “Gerçekten ölüyorlar anne!” derdim. Annem de, filimde ölen insanlar için gözyaşı döker, onlar için dualar okurdu. Zeki Müren de bizi görecek mi? Her teknolojik gelişmeye ve de teknolojik buluşa, “cavur icadı!” diyerek, teknoloji kullanmayı günah saymak, sonra da “Kuranda yazıyor bu icatlar!” diyerek durumu kurtarmaya çalışmak nasıl bir mantıktır, anlamak zor. Günümüz dünyasında her şey hızla gelişiyor ve değişiyor. Her gelişme, değişme yeniyi eskitiyor. Bu günün yenisi yarının eskisi oluyor... Ve sonra… Teknolojideki bu gelişim ve değişim gelecekte nasıl bir yaşımın olacağına dair ipuçları veriyor. Mesela; bugün tedavi edilemeyen birçok hastalığın gelecekte sıradan hastalıklar olacağı; ışınlanmanın, zaman tünelinin, uçan arabaların, uzaya gidiş gelişlerin, başka gezegenlere göçün sıradan olacağını gösteriyor. Babamın; “ Şu koca binalara bak oğlum! Nasıl yapmışlar bu kadar büyük binaları!” diyerek hayıflandığı, günün teknolojisine adapte olamamış bir neslin ve bu neslin çocukları olarak bizlerin, hala teknolojiyi kavradığı söylenemez. Anlaşılan odur ki; her teknolojik gelişmeye “Elin Cavuru nasıl icat etmiş bunu?” diyecek, eskiler gibi bizler de hep teknolojinin ve yeniklerinin uzağında kalacağız.

  • Oktay Rıfat

    Oktay Rifat’ın (10 Haziran 1914 – 18 Nisan 1988) aramızdan ayrılışının 33. yılındayız. Nâzım Hikmet’in Budapeşte Radyosunda okuduğu Oktay Rıfat şiirlerini aşağıda paylaşıyoruz. İki büyük ustanın anısına saygıyla… O radyo programında Nazım Hikmet Oktay Rıfat'ın şiirlerini okuyarak yorumlar yapar. Saklanan bu yorumların çözümleri aşağıdadır. Konuşmanın Çözümü: Nazım Hikmet: Şimdi Oktay Rifat’tan okuyalım bir parça isterseniz. Oktay Rifat’ın kitabı elime biliyor musunuz bu da yeni geçti. Ben Oktay Rifat’ı da çok severim. Karga ile Tilki, bu Yeditepe Neşriyatı. Şimdi ben içinden size mesela bir şiir okuyayım. Şöyle bir şiir: BAYIRAŞAĞI Sağımızda Pir Sultan Abdallarıyla rüzgâr gibi Solumuzda Köroğlu Kırk atlısıyla dolu dizgin Bolu dağını aştık vadiye iniyoruz Bir kasırga hâlinde Zangır zangır kamyon Ne bizim Anadolu yolu ve ne bizim Anadolu’nun Romantizmi! Mükemmel şey. Şimdi izin verin bir tane daha okuyayım. Görüyorsunuz ya bana şiir okuyun deyince sonu gelmiyor bir türlü. ağlama ahmet ağlama davranma kuşağına ikide bir anam avradım olsun bu kara günlerin sonu gelir büyük balık küçük balığı yutar demişler bok yemişler onu sardalyeler düşünsün sen balık değilsin ki ahmet mek parmak mek parmak daha sonu selamet (…) Ben maksada bakarım Mademki maksat barış Yurtta barış Cihanda barış Salla gitsin atom bombasını Misten Fisfis İnsan dediğin nedir Abur cubur Olsa da olur Olmasa da olur Maksat barış Yurtta barış cihanda barış Kendi savaş Adi barış Ama yanarmış yıkılırmış Boş veeer Maksat barış ... Nazım Hikmet: Nefis! Şimdi çocuklar ben biraz yoruldum… * Bu yazının aslını okumak ve ses kaydını dinlemek isterseniz buraya gidin.

  • Sevgilerde

    Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telaşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vakit olmadı

  • İşsizlik

    Orhan Veli'den Bir Öykü / seslendiren: Müşfik Kenter

  • Köy Enstitülerini Menderes mi Kapattı?

    * Biraz da Ezber Bozalım-10 * Aydınlar arasında enstitülerin niçin ve kimler tarafından kapatıldığı konusunda sık tekrarlanan bir ezber var. Yıllardır da tekrarlanıp duruyor. Bu ezberin en bilinen ve en çok tekrarlanan çeşidi, Köy Enstitülerini “ilerici” CHP’nin açtığı ve “gerici” Demokrat Partinin kapattığıdır. Gerçeklere biraz daha yakın olan diğer görüş, Enstitüleri enstitü olmaktan çıkaranın 1945 sonrasında CHP hükümeti olduğunu kabul ediyor. Ancak kabahati gene de bir kurum olarak CHP’ye değil de CHP içindeki bazı toprak ağalarına buluyor. Her 17 Nisan’da enstitüler hakkındaki yazılarda bir Kinyas Kartal hikâyesi de tekrarlanır durur. Toprak ağası Kartal söylemiş de Menderes enstitüleri kapatmış! Bazılarının ileri sürdüğüne göre ise Cumhurbaşkanı İnönü, parti içindeki gerici eğilimlerin baskısı altında kalarak Enstitüler için direnememiş! Bu konuda onu mazur görenler de var. Bu arkadaşlar, daha enstitü yasasının Meclisten geçtiği 17 Nisan 1940’ta bu ayrışmanın yaşandığını ileri sürüyorlar. Kanıt olarak yasayı protesto eden mebusların oylamaya katılmadığını gösteriyorlar. 17 Nisan 1940’ta 426 milletvekilinden ret oyu veren yoktur. 278’i kabul oyu kullanmış, 148’i ise oylamada bulunmamıştır. Yasanın oylamasına katılmayan mebuslar arasında 1945’te DP’yi kuracak olan Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü adları da varmış. Tek Partili dönemde hükümet ve Meclis çalışmaları hakkında bilgisi olmayanlar, zannediyorlar ki, oylamaya katılmayan bu 148 mebus, yasaya bu biçimde muhalefet etmişlerdir ve bunların başını toprak ağaları çekmektedir! Ezberi bozmaya nerden başlasak? OTURUMA NİÇİN KATILMAMIŞLAR? Birincisi, Tek Parti Döneminde mebusların önemli bir bölümü meclise devam etmezlerdi. Çünkü orada isteseler de muhalefet yapamazlardı. Ancak bu devamsızlık can sıkıcı bir şeydi. Öyle ki bir seçim öncesinde tek partinin mebus adayları ilan edilirken bunların Meclis’e devam etmeleri de şart koşulmuştu. Buna rağmen devamsızlık sorunu sürmüştür. O dönemde yasalar Meclis’ten yüzde yüze çok yakın bir çoğunlukla geçerdi. İkincisi, Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü 1940’ta DP’li değil, has CHP’lidirler. Oylamaya katılmayan 148 mebus arasından 5 yıl sonra DP’yi kuracak 3 adı seçmek mantıksızdır. Enstitü yasasını kabul edenlerin sonraki siyasi hayatını analiz etmeden ve oylamaya katılmayanlar arasında Yunus Nadi gibi sonradan da CHP’li kalacak birçok politikacıyı hesaba katmadan “Enstitülere karşı olanlar oylamaya katılmadı, enstitüleri de bunlar kapattı” demek insafa sığmaz. Üçüncüsü: Oylamaya katılmayan bu 148 kişinin oturumlara katıldığı, orada muhalefetlerini dile getirdiği ama oylamaya geçileceği zaman protesto anlamında dışarı çıktığı konusunda tutanaklarda da anılarda bir bilgi kırıntısı yoktur. Muhtemeldir ki o gün Mecliste böyle bir yasanın görüşüldüğünden de habersizdiler. Dördüncüsü: Sonradan Enstitülerin aleyhinde bulunacak olanlardan Kâzım Karabekir ve Eskişehirli toprak ağası Emin Sazak o gün Meclistedir ve bunların zaten çok kısa olan tartışmalara katıldığı tutanaklarda kayıtlıdır. Karabekir, enstitülere alınacak öğrencilerin şehirle temas ettirilmeden mezun olduklarında köye gönderilmesini sakıncalı görmüş, Emin Sazak ise köy öğretmeni olacak kişilerin kentle temas ederlerse ahlaklarının bozulacağını ileri sürerek yasanın ilgili maddesini övmüştür. “şehir onların ahlakını bozar” diyerek yasanın bu konudaki maddesini uygun gördüğünü söylemiştir. Feridun Fikri Düşünsel ise makul sayılabilecek bir öneride bulunarak kendi seçim bölgesinden örnek verip köy kadar küçük ilçe merkezlerinden de Enstitülere öğrenci alınmasını istemiş, Bakan Hasan Ali Yücel bu önerilere kısa yanıtlar vererek yasanın Meclise geldiği gibi kabul edilmesini sağlamıştır. Enstitü yasasına ağaların (ve sağcıların) zaten oy vermemiş olduğu, 1946’dan sonra da onu kapattırdıkları gibi yanlış bir görüş, Tek Parti Döneminde CHP’yi bir sol parti olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Oysa durum tam tersinedir. Başka parti olmadığı için partiler arasında bir sağ-sol ayırımı yapmak mümkün değilse de o zamanın CHP’si Türkiye halkının sırtına yük olan ağaların, eşrafın ve bunların hizmetinde olan bürokratların partisidir. CHP’nin kendini “Ortanın solunda” konumlandırması, 25 yıl sonra 1965’te olacaktır. ENSTİTÜLER ÇİZGİDEN ÇIKTIĞI İÇİN KAPATILDI Peki, böyle bir parti nasıl olmuştur da Köy Enstitüleri gibi bugün artık sağcıların da itiraz etmediği, hatta iş okulları için örnek gösterdiği iyi bir eğitim yasasını kabul etmiştir? Çünkü enstitüler sisteme muhalefet etsinler diye kurulmamıştır. Hangi iktidar istemez bütün halkın okula kavuşmasını, 20 yıl köyde kalmak zorunda olan köy öğretmeninin köylü çocuklarına rejimi sevdirmenin yanında modern tarım usullerini köye ulaştırmasını, helâların üstünü kapatmak gibi sağlık işleriyle de ilgilenmesini? Fakat Tonguç Baba’nın projesini yaptığı ve kanatları altında faaliyet gösteren enstitülerde 1940’lı yıllarda alttan alta gelişen halkçılık bir kısım enstitü öğrencilerinde de baş gösterince bu okulların yoldan çıktığına hükmedilmiş ve bu okullar adamakıllı budanarak enstitü olmaktan çıkarılmıştır. Enstitü yöneticileri görevden alınırken ve enstitülerin programları değiştirilirken partiden bir muhalefet sesinin çıkmaması da anlamlıdır. CHP’nin tek parti olarak iktidarda olduğu devlet o tarihlerde Nazım Hikmet’i zindanlara atıyor, Sabahattin Ali’yi katlettiriyor, “çok partili sistem”e geçildiğinde kurulan iki sosyalist partiyi kapatıyor, Tan Matbaası’nı tahrip ettiriyor, köylülerin yoksulluğunu anlattığı için Mahmut Makal’ı görevden alıyor, yeni kurulan DP’yi bile komünistlikle suçluyordu! Köy Enstitülerinin Demokrat Parti veya CHP’deki toprak ağaları tarafından kapattırıldığı efsanesinin bu kadar yaygın olmasının nedeni, pek çok aydının tek parti ideolojisi tarafından asimile edilmiş olmasıdır. Sonuç. Köy Enstitüleri amaçlarının dışına çıktığı, komünistlik yaptığı gerekçesiyle, dönemin en koyu komünist düşmanı olan CHP tarafından kapatılmış ve başta Yücel, Tonguç ve Rauf İnan olmak üzere enstitü yöneticileri “böyle bir kazaya sebebiyet verdikleri için” görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Enstitü yasası Mecliste tartışılırken onun Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran. Mahmut Makal gibi ürünler vereceği tahmin edilseydi mebuslar kesinlikle ona oy vermezlerdi. Bütün bilgi ve belgeler bu gerçeği doğruladığı halde enstitüleri ağaların veya Demokrat Partinin kapattığını ileri sürmek, o dönemin hükümetlerinin siyasi anlayışı hakkında illüzyon görmekten başka bir şey değildir. Burjuvazinin tarihi, sahipsiz emekçi halkın tarihini sürekli dövmektedir. (9 Kasım 2017) Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Köy Enstitüleri Yeniden Açılabilir mi?

    Biraz da ezber bozalım-11 Ahmet Emin Yalman Köy Enstitülerini anlattığı kitabına “Yarının Türkiye’sine Seyahat” (1944) adını verecek kadar olumlu yaklaştığı halde, Köy Enstitülerinin zamanında değerinin bilinmediğini söyleyebiliriz. Tonguç kuşkusuz bu eğitim imecesiyle övünüyordu. Arkadaşları, Meşrutiyet’ten beri fikriyatı yapılan bu yeni eğitim anlayışını canla başla yürütüyorlardı. Enstitüler, nüfusun yüzde seksenini oluşturan köyün eğitiminde atılmış önemli bir adımdı. Bu okulların mezunları Kemalizm’i köye taşıyacaklar, çocukları eğitmekten başka tarım ve iş alanında da köylülere örnek olacaklardı. Fakat dönemde eğitimcilerin hepsinin “komünist yetiştiriyor” suçlaması ortaya çıkmadan da enstitüleri benimsediği söylenemez. Fakat şu “komünistlik” suçlaması ortaya atıldıktan sonra (1945-1950) enstitüler hızla itibardan düştü. İktidar enstitüler üzerinde bir terör estirdi. Enstitü mezunları nerdeyse can derdine düştüler. Onun yetiştirdiği aydınlardan çoğu, yolda Tonguç’la karşılaşmamak için yollarını değiştirdiler. Enstitülü yazarlar, konu hakkında yazı yazamaz oldular. 1960’ta yıkılan yalnız Demokrat Parti değildi. Onunla birlikte CHP’nin Tek Parti Dönemi’ndeki antikomünizm üzerine kurulu ideolojisi de yıkıldı. Aydınlar sanki zihinlerine vurulan kelepçelerinden kurtuldular. Geçmişin artılarını ve eksilerini yeniden topladılar ve Enstitüleri yeniden keşfettiler. Önce yaptıkları toplantılar, gericilerin taşlı sopalı saldırılarına uğradıysa da enstitülerin konuşulduğu toplantılar başladı. Enstitü mezunları İmece adlı bir dergi çıkardılar. 1960’lı yıllarda bazı mezunlar enstitülerin yeniden açılmasını istediler. Fakat enstitüleri 27 Mayıs’ın Milli Birlik Komitesi bile açamazdı. Çünkü enstitülüler üzerindeki “komünist” suçlaması sağcı kesimde hâlâ yaygındı. Ancak, Türkiye halkının zihni genişledikçe enstitülerin karşıtları azaldı. Enstitüdeki arkadaşlarını “komünist” diye ihbar edenler de enstitücü oldu. Doksanlı yıllarda yaptığım bir sormacada anlaşıldı ki sağcısı, solcusu, milliyetçisiyle enstitü karşıtı aydın kalmamıştı… Siyasi ve sosyolojik tahliller yapamayan sıradan okur ve konferans dinleyicileri içinde 1990, hatta 2000’li yıllarda enstitülerin yeniden açılması konusunda güçlü bir destek vardı. Mademki enstitüler iyi eğitim kurumlarıydı, çalışkan ve aydın öğretmenler yetiştirmişti, köye önderlik yapmışlardı, öyleyse bu okullar neden yeniden açılmasındı? Bazı enstitü mezunu, bu konuda söz sahibi sayılan kişilerde bile bu istek görüldü. Tayyip Erdoğan’dan bile bu talepte bulunan oldu. 1993’te kendisi ile ilgili bir jübilede Çifteler ve Hasanoğlan müdürlüklerinde bulunmuş M. Rauf İnan bile, toplantıya katılan Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’den enstitülerin yeniden açılmasını istedi. Erdal İnönü bu isteği suskunlukla geçiştirdi. Çünkü siyasi engeller bulunmasa bile enstitüler Türkiye’nin nüfus yapısı değiştiği için artık açılamazdı. Köy artık 1930’lu, 40’lı yıllardaki kapalı ekonominin köyü değildi. Köye hizmet edecek elemanlar doktor, veteriner, ziraat mühendisi gibi görevlilerle çeşitlenmişti ve bu elemanları yetiştiren ayrı ayrı kurumlar vardı. Öğretmenlerle birlikte bunlar da üniversite mezunu olmak zorundaydı. KÖY ENSTİTÜLERİ OLMAZSA KENT ENSTİTÜLERİ… Enstitülerin açılmasını isteyenler hâlâ olmakla birlikte, bunun mümkün olmadığını kabul edenler çoğaldı fakat bu kez, onun adı ve işlevinden esinlenerek “Kent Enstitüleri” açılmasını isteyen akademisyenler ortaya çıktı. 1990’ların sonlarında olacak, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfının bir genel kurulunda enstitü mezunlarından biri, enstitülerin yeniden açılmasını isteyince, konuya enstitü binalarını inceleyen teziyle adapte olmuş bir mimar kürsüden şöyle demek zorunda kaldı: “Sevgili hocalarım. Siz enstitülerde okudunuz. Ben onları sonradan inceledim. Fakat özür dileyerek söylüyorum, enstitülerin bugün açılabileceğini nasıl ileri sürebilirsiniz?” Hükümetlerin enstitüleri yeniden açacağına umudu olmayan ama gene de açılmasını isteyenlerin projesi şuydu: “Ege kıyılarında sosyal demokrat belediyeler arsa versin, gücü yeten öğrenci velileri okulun giderlerini karşılasın ve hiç değilse örnek bir köy enstitüsü kuralım…” Böyle bir kurumun köy enstitüsü değil, onun yalnız karikatürü olacağını anlamıyorlardı. Paralı köy enstitüsü mü olur? Buradan yetişenler yüksek öğrenim de yapmak zorunda olmayacaklar mı? Bunlar 20 yıl, yarım maaşla köyde oturmayı kabul edecekler mi? Bir sürü haklı soru... Türkiye’nin eğitim sorunları çok değişti. Sorun artık “köye göre eleman” yetiştirmek değil, bütün eğitim sistemini bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve halkçı bir anlayışla yeniden düzenlemektir. Köy Enstitüleri uygulamasından bu yeni eğitim sistemi için çıkarılacak dersler vardır. Onu yeniden açmak yalnız mümkün olmamakla kalmamıştır, gereksizdir de. Bunu kavramayanlar, enstitüde okumuş, onun ateşli bir taraftarı da olsalar köy enstitülerini anlayamamış olanlardır. “O mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.” (14 Kasım 2017) Kitap: Ahmet Usta, Eğitimcinin Günlüğü, (Anı), Ankara, 2013, EDGE Akademi Yayınları, 368 s. Diğer yazılar için: zekisarihan.com

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 24 GÜZ 2010 SAYISI /

  • YÜCELİN ÇİÇEKLERİ

    KÖY ENSTİTÜLERİ / Köy Enstitüleri, Türkiye'de İlkokul Öğretmeni yetiştirilmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 tarihli yasa ile kurulmuştur. Türk Milli Eğitim Sistemine bağlı olan bu projeyi 28 Aralık 1938 tarihinde Hasan Ali Yücel yönetmiştir . Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'dür. Milli Eğitim Bakanlığında genel Müdür olan İsmail Hakkı Tonguç, bu projeyle köylerde yaşayan ve ilkokul mezunu olan çocukların, Köy Enstitülerinde eğitim görerek yaşadıkları köylerde öğretmenlik yapmalarına önemli katkılarda bulunmuştur. Köy Enstitülerinde okutulan derslerin çoğu Ziraat ağırlıklıydı. Bunların dışında Erkekler Teknik Dersler ve Çalışmaları, Kızlar ise Köy Evleri ve El Sanatları derslerini görmekteydi. Öğretmenlik Bilgisi derslerinde Sosyoloji, Çocuk ve İş Psikolojisi, İş Eğitimi Tarihi, Öğretim Metodu ve Tatbikatı gibi dersler yer almaktaydı. Toplam eğitim süresi 5 yıldı. Kültür Dersleri ise Türkçe, Matematik, Fizik, Tarih ve Vatandaşlık Bilgisiydi. Köy Enstitüleri hedefinde çağdaş ve demokratik bir eğitim anlayışını ülke geneline yaymak vardı. En önemli özellikleri: Öğrenci mutlaka bir müzik aleti çalmalıydı, eğitim sistemindeki problemleri tartışmak ve düzeltmek için her cumartesi günü toplantı yapılırdı, Enstitünün tüm işleri öğretmenler ve usta eğiticiler tarafından yapılır, yeni kurulan enstitülere daha önce kuranlar tarafından yardım ekipleri gönderilirdi. Her sabah güne kızlı erkekli gruplar halinde Halk Oyunlarımız eşliğinde başlanırdı. Ayrıca Müzik ve Beden Eğitimi derslerine de yer verilirdi. Tiyatronun da özel ve önemli bir yeri vardı. Öğrenciler inşa ettikleri amfi tiyatroda temsillerini sergilerler, müzik konserlerini ve hafta sonlarında yapılan sınıf gecelerini düzenlerlerdi. Kitap okumaları yaratıcılıklarını geliştirmek için önemli bir fırsattı. Kütüphane olmazsa olmazıydı Köy Enstitülerinin. İlerleyen süreçte Köy Enstitüsü öğrenciler hakkında yapılan çağdışı iddialar yüzünden bu proje ciddi zarar görmeye başladı. Yapılan asılsız iddialarda özellikle bu projeyi hayata geçiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Genel Müdür İsmail Hakkı Tonguç hedef alınmıştı. Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak'ın, ''Bu komünist yuvaları ne zaman kapatacaksın?'' sorusunu sorması Köy Enstitüleri'nin sonunu hazırlamış ve İnönü hükümeti aşamalı olarak köy enstitülerinin kapanma kararını almıştı.1949'dan sonra okullara öğrenci kaydı yapılmamıştır. 27 Ocak 1954 tarihinde Demokrat Parti döneminde de tamamen kapatılmıştır. Türkiye'de 21 Köy Enstitüsü faaliyet göstermiştir. Eğer bugün Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı daha çok eğitim ve sosyal açıdan kalkınma devam edecekti kuşkusuz. Köy Enstitülü Yazarlar Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Mahmut Makal Edebiyatımızda derin izleri bulunan ünlü yazarlarımız arasındadır. Hasan Ali Yücel'i ve İsmail Hakkı Tonguç'u saygıyla anıyoruz.

  • Anadolu Kadınları

    Güneşin ak sıcağında Yanar yanar kavrulurlar Sabahın seherinde Güneşten önce doğar onlar Elleri sert kayalardan bile sertken O yürekleri var ya o yürekleri Masum, kırılgan ve çocukturlar Kışın soğuğu var ya soğuğu Çatlamış elleri Çakmak, çakmak gözleri ile Meydan okurlar Sert esen içlerini üşüten rüzgâra. Üzerlerindeki allı güllü basmalarla, pazenlerle O kocaman gözleri ile Meydan okurlar. Hayatın zorluklarına inat Alınlarında tek tek biriken Toprağa damlayan ter ile Yüzlerinde yaşamadan oluşan çizgilerle Hayat mücadelesinde Yoğun, dirençli Ve kadındır onlar. Sarı ekin tarlalarında Kara katran karası tütünle Kararan elleriyle Zeytinde, bademde, fındıkta, çayda, pamukta Yani tarlada, ovada, dağda, bayırda Yüreklerinde taşıdıkları sevgiyle Bakmayın üstlerinin kirine Taze sürülmüş toprak gibidir kalpleri Sımsıcak. Her şeye rağmen Her şeye inat Semihat Karadağlı / 15.10.2015 Saat: 13.58

  • Sevmek Bir Kalabalık Olma Devrimidir

    Bir insan nedir, tek başına, ulu bir çınar bile olsa; kuru bir ağaç. O ağaçtan çiçek çiçek bir dal gövertmek, dal, yaprak, çiçek zengini olmak, aşmak kimsesizliği, yani SEVMEK...se bir ihtilal. Keşke bir din olsaydı SEVİNİZ diye başlayan, insanlığın ortak dini olur muydu?.. Ya da bir bayram... Nedir ki sevmek? Biyolojik olarak içeriği belli... Sosyolojik olarak insanın varoluş gerekçesi, sanatsal olarak kendini yüceltmesi, mahalle olarak insanın acziyeti, siyaset olarak bir devrim... Ne var ki her durumda ötekine sonsuz muhtaçlık... Peki hangisi? Sevmek Bir Kalabalık Olma Devrimidir. Başarırsa elbet... Ya yenilirse?.. Hiç çiçek yüklü bir kiraz dalına alıcı gözle baktın mı? ... ve on gün sonrasını düşündün mü... ya altı ay sonrasını?... Sevmek, ilkeyi bilmezsen, doğası gereği sürekli yenilmektir. İnsansan sen onlardansın; yenilmeye yeminli olanlardan. Kırık bir oyuncak bebek gibi Bir köşede bulsalar ölümünü, Kimse üzülmeyecektir bilirsin, Tek çivi oynamaz yerinden, Gene de denemelisin. Kuşkusuz denemelisin. Çiçek ve dal zengini olmak buna bağlı, mutluluk da; birini sevmeye… bu intiharınsa bile. Yani insansan o sevme kalkışmasına mecbursun, başarırsan adı devrim olacak... Oysa kaderin başkasına bağlı, aklın varsa sürekli artan bir mutluluksa istemin, acıların öğretisine gereksinmen yoksa kendine yetmelisin. Ya da başkaldır, sev... Ama bil ki, sevmektir bir başına yapılamayan. Ebedi muhtaçlık mı seçimin? Kimsen yoksa nasıl seversin? Yoksa su, yoksa uçan kuş, yoksa çocuk, yoksa elif endamlı, hareli yaprak yeşili gözlü, bahar doğumlu… olmazsa nasıl seversin? Hadi ötekini ara... Orda tıkanır insan, en büyüğümüz bile orda yenilir. Belki bu vazgeçilmezlik, ihaneti, sevgiyle aynı yere, aynı sözlüğe yazar. Biri varsa öteki de var olur. Su kurur, kuş uçar, çocuk ölür… çiçekli kiraz dalı altı ay sonra viranedir; eşyanın doğası bu? Ya seven? İhanet eder. Çünkü o nazenin sevginin sana karşı, kendine karşı tek gücü odur. Türünün en vurucu, en incitici silahı ihanettir. Çocuğunun, hiç ısınamadığın komşunla sana karşı iş birliği yaptığını bir düşün. Karnına gelmesin kurşun, çok acı verir derler, öyle mi olur insan? Öyle de insan, vaz mı gelir sevmekten ve kalabalık olma gayretinden? Ya da seven, ihaneti denemekten?.. Yılan insan koynunda büyüdü diye aslını mı yadsıyacak? Yanıtı bilirsin de senin doğan bu, mademki insansın, seveceksin. Komşunu, çocuğunu, arkadaşını, başağa durmuş ekini ya da güneşin önünde yeni uçuşlara özenen çirkin martıyı… sevip hayal kırıklığından hayal kırıklığına uğramalıyız değil mi? Sevip kör bıçaklarla gırtlağını kesmeliyiz sevilenin. Hep sevdiğin ya da yakınındır celladın bilmez misin? Olsun daha da zoru vardır, sen kimseye cellat olma da. Öyle dikenli bir yoldur sevmek, sokulmak. Gene de bir şey çeker seni. Belki uçman için ikinci kanat. Belki kanatların tam da, yüreğini kaldıracak, enginleri aştıracak bir güçtür derdin. Sırtını ürpertecek bir şey, iki elin kanda olsa, koy git, dedirtecek, belki aşamam ama bu uğurda ölemem mi, dedirtecek bir şey, ışığa ulaşmak için yanmayı göze almanı sağlayacak bir etkileme, bir türkünün gücüdür, belki de aradığın. Şimdi düşünmeli işte. Neden gülümseyen çocuk türkülerin yoktur. Neden sevi için yakılan onca türkü, hep hüzün, ihanet, gözyaşı, figandır? Neden sevdalarımızla türkülerimiz birbirine bunca benzer? Hüzün mü, sevdaya onca yakışır, sevda mı hüzne? Düşündün mü? Senin önce haksızlığa uğramaya, durmadan uğramaya ve ardından gözyaşları dökerek ayağa kalkmaya gereksinmen var. Yani sevdaya. Madem bunca isteklisin, uzaklardan başlasın türkü. Güneşin altında okşanmaya deli bir Van kedisiyken, bir gözü yaprak, bir gözü su olmuşken, ne olur sana bir düşün? Biri ölmüş, salâsı okunur sanki. Onulmaz bir yarayla vurulmuş gibisin. İşte senin sevdan o, türkün de… Ne zaman sevsem, o türkü duyulur, zaman günün ortasıysa bile bir zindan karası geceye döner. Bir falçata ağzı geçer yüreğimden, bir kelebek boğulur kozasında, bir ayna kırılır. Oysa huzur, genç bir anne göğsüdür. Yaprak oynamaz dalında. .. Huzura düşen salâdır türkü, geceye düşen ışık… keskin bir jilet gibi doğrar, kanım akmaz. Kement olur dolanır boynuma, Şeyhim Bedrettin olurum, malı haram, canı helal, boynu vurula...Ne zaman sevsem...​ En acıklısından bir Kerbela cengi yaşanır, yaşanır yüreğimde, başım döner... Bir portakal ağacı çiçek açar, bir bebek öldürülür kucağımda. Fırat’a üç adım kala, ağzıma tuz basılmış, sonsuz bir susuzluktur duyumsadığım. Ne zaman sevsem; Kan açar zakkumlar, Ölesim gelir. İşaret bu, ne zaman sevsem… Bir türkünün ağlatmasına deli gibi muhtaç kendime yetmeme çağımdayım artık. Umut rafların en yükseğine atılmış, hüzün ve umutsuzluk giyneğim. Arzun bu muydu? Kendini daha iyi mi hissediyorsun? Karınca ölmeye yakın kanatlanırmış ondandır. Olsun hiç kanatsız ölmek de vardı, diyor içinden bir ses, değil mi? İyi de, sen huzrunu satın almak için neler yapmadın? Uyum olsun diye, kimse incinmesin ve de seni incitmesinler diye inançtan inanca taşındın. Ayakkabıların dışında hiçbir şeyin kendi seçimin değildi. Birlikte oldukların T.Fikret’in şiirindeki İstanbul’du. Sen daha ileri gidip şimdiki İstanbul oldun, bıçak ağzında ayılmaya neden şaşırıyorsun? Şimdiki İstanbul, ancak böyle sevilir? Şimdi yaşın kemale dönmüşken, aşk denen şey sen de ancak tansiyon yaparken söyle: Sen bunu hak etmemiş miydin ve sevdiğin herkes bunu yapmadı mı sana? Bütün türküler senin. Bütün ölümler ve acılar… O kadar da üzülme. Kimse yaşam ustası doğmadı, yanlışlar da bizim için. Üstüne üstlük sevgi en çok senin hakkın. Yanlış yapmak, yaşamı balkonlardan izleyip sorunsuz yaşamlardan dem vurmak değil, Beyoğlu’nun arka sokaklarına gece yarısı dalıp tırmık içinde, ama sağ çıkmaktır. Akılsa, bir daha yinelememek aynını... En çok bilenin, en çok hata yapan olduğunu herkes biliyor, senden başka. Ezberlediklerimizi unutmanın zamanı geçiyor. Kendi sevgimizi, bize uyanı kendimiz bulmalıyız; çoğu okuma yazma bilmeyen, bilse de etik ya da akıl yoksunu, tam bir yaşam yitiği, ama ahkam ustası çevremiz değil. Hiç ölümcül kanser hastası gördün mü? Ağrıyı kesmek için en şiddetli uyuşturucular verilir. Başın ağrıyor diye sen de mi onu denemelisin? Kendine yetmek zor olsa da, kendin olmak o denli zor mu? Dertsiz ölmek mi istiyorsun, biraz canın sıkılır belki ama o kadardır; SEVMEYECEKSİN. İyi de biliyorsun ki, sevmek kalabalık olmaktır. Eşitini yaratmak, dal çiçek vermektir... Ve huzursuz, mutsuz olmak… mı? Dost olmayı bilirsen, hayır. Dostlukla büyüyen sevgi, tek başına yapamayacağın çok şeyi birlikte yapmaktır. İster anne, ister baba, ister arkadaş, istersen sevgili ama önce dost... Kendine olduğu dende dürüst, açık, adil, candan ve özverili. Bu da bir yol. Sahi kendine dost olmayı biliyor musun? Aynanın karşısına geçtiğinde görüyor musun eksikliklerini? Korkmadan tanımlıyor, eleştiriyor ve düzeltiyor musun? Yoksa, aman canım sıkılmasınlar da… övgüler mi düzüyorsun kendine? Öyleyse bile bir yerden başlamalı. Kendine yet, kendin ol, daha güzel olacaksın. Ben görmesem bile... Dostluk o değil midir? Sana yararı olmasa bile onun adına sevinmek. Biliyorsun sen onlardansın. Hep yanlış yapanlardan, çünkü insansın. Ondan o kadar güzelsin. İstesen de kaçamazsın insanlığından; SEVECEKSİN

  • Kültür Sanatın Donkişotları

    Yalova Edebiyat Günleri * Her kentte bir savaşçı vardır. İyinin, doğrunun, sanatın savaşçısı. Onlar, kentlerine sanat koklatmak isterler, kültürel etkinliklerle için için bir arayışla bunalan topluma seçenekler sunmak isterler. Belki büyük kalabalıklara ulaşamazlar; belki dilediklerini söyleyemezler, belki içten içe kırılırlar ama yine de sanata tutunan insanların vazgeçmeyişi gibi bırakmazlar ipin ucunu. Bu yıl olmazsa gelecek yıl, gelecek yıl olmazsa sonraki yıllara taşırlar umutlarını. Savaşçıların ekonomik güçleri yetmez kocaman bir edebiyat, sanat etkinlikleri düzenlemeye. Bunun için kimi zaman il, ilçe yöneticilerinin kapısını çalarlar kimi zaman da belediyelerin. Belediyeler, düşünsel olarak sanata yatkın olmasa da uzak da değildir belki. Ya da ne kadar yadırgı bir durumla karşılaştıklarını düşünür, pek ilgilenmezler, dahası böyle bir isteği anlamsız da bulabilirler. Ne istemiştir sanat savaşımcısı, sanat gönüllüsü arkadaş? Birkaç yazar, ozan, ressam belki, belki de müzik insanı… Kimi belediye yetkilisi inanmasa da gönülsüzce şöyle diyecektir: “Peki, bir deneyelim, bizim halkımız böyle şeyleri bilmez de sevmez de, ama…” Halk belirleyicidir. Önemli olan halkın ne istediğidir. Okuyanın, yazanın, gece gündüz sanatla uğraşanın becerisi, kendilerine sunacağı yeni bir dünya onun için anlamsızdır, önemli de değildir. Alıştıkları bir dünyayı vermek gerekir onlara. Alıştıkları türküleri, şarkıcıları, onların sanatçı bildiği televizyon yıldızlarını getirmek gerekir. Yazara ne gerek var? Onun dili halka ne kadar uzaktır kim bilir! Ozan, halk ozanı mıdır acaba? Yoksa şimdilerde şairlere de ozan diyor kimi yeniciler. Sorsam mı bu Don Kişot’a? Yooo! En iyisi hem sanattan yana görünmek hem denemek için arkadaşın istediğini yapmaktır doğrusu. Hem bilgisizliğim çıkmasın ortaya. Belki bunda da vardır bir keramet! Anlaşırlar sonunda. Konaklamaları, ağırlamaları belediye ya da kaymakamlık, valilik üstlenecektir. Yazarların, ozanların seçimi, konuşacakları konular sanat savaşımcısı arkadaşın kaleminden çıkacak bir izlenceye dönüşüp, yetkililerin eline verilecektir. Aydın olmak öncü olmak değil midir? Yetkililerin önünde aydınlatıcı olmak, kentlere yeni düşünceleri anlatmak, göstermek, doğrunun, güzelin, iyinin savaşımı adına gereklidir bu. Öyle büyük istekler değildir bunlar. Hani bir geceliğine kente gelip avuç dolusu para alan şarkıcılar gibi para da istemez yazarlar, ozanlar. Hem zaten isteseler ne yazar? Onların izlencelerine kentten parasal katkıda bulunarak kendi reklâmını yaptıracak esnaf, işadamı yoktur ki! Onlar yine de sanatın çağrısına kulaklarını tıkayamazlar. Siren kayalıklarından gelen sestir sanatın sesi onlara göre. Uzaklardan, yakından, kendi işlerini bir kıyıya bırakarak koşarlar. Kültür ölmesin, sanat yaşasın yeter ki! Uzattığımın ayırdındayım, sözü Yalova’ya getireceğim. Orada edebiyat adına, kültür adına bulunduğumuz iki günde nasıl da coşkulu, nasıl da doğru, güzel şeyler söylendiğini anlatacağım. Ne ki hemen her yerde olduğu gibi orada da bu güzel doğruları dinleyen pek yoktu. Bunda kimsenin suçu yok. Suçlu aramak gerekirse eğitimde aranmalı. Bunda edebiyatı, kültürel etkinlikleri bir gereksinme olarak duyumsatmayan, dahası onu para getirmeyen gereksiz, boş zaman işi gören kafaların yönettiği eğitim dizgesinin büyük suçu var. Çocuk ekmeğin peşinde nasıl koşarsa öykünün, romanın, şiirin, müziğin, resmin, halk oyunlarının… peşinde öyle koşmalıdır. Bunları, okul verecek, okul sevdirecektir. Bizim koşa koşa oraya buraya gitmelerimiz, birkaç kişiye anlatmalarımız hiçbir işe yaramıyor mu? Yarıyor. Yarına bir köprü olur diye düşünüyorum. Ötesi sonuçsuz bir çaba… Ancak göç gide gide düzelir, der halkımız. Bir etkinlik başlar başlamaz büyük kalabalıklar toplayamaz. Televizyonların, basının pompaladığı bir durum yoksa ortada, hep böyle ‘azınlık’ duygusuyla başlar toplantılar. İzmir’de sıkça anlattığım bir TÜYAP Kitap Fuarı öykücüğü vardır. Hangi kitap fuarı olduğu önemli değil. Her yerde yaşanabilir böylesi. Fuarda düzenlenen izlencenin saati gelmiş, konuşmacı kürsüye çıkmış. Salonda bir kişi… Saatine bakmış, içinden, “Ben gelen bir kişi de olsa, saygı duyarım. Vaktinde başlarım” demiş. Notlarını çıkarmış, başlamış konuşmaya. O, büyük bir dikkatle konuşmuş, salondaki kişi de büyük bir sabırla dinlemiş sonuna kadar. Konuşmacı, söyleyecekleri bitince notlarını toplamış, salonun tek dinleyicisine dönerek; “Size teşekkür ederim. Beni sabırla dinlediniz” deyince öteki boynunu bükmüş: “Efendim, ben sizden sonraki konuşmacıyım.” Bursa’da Mavi Ada Dergisi’ni yayımlayan Şenol Yazıcı bu Don Kişotlardan biri. Yalova Belediyesi’ni bu etkinlikleri yapmanın gerekliliğine inandıran da o. Aslında Yalova Belediyesi, pek çok sanatsal etkinlik düzenliyor. Halk Müziği konserleri, resim sergileri, tiyatrolar, gölge oyunu gösterileri, konferanslar… Şenol Yazıcı’nın düzenlediği " Hangi Kültür Hangi Edebiyat" etkinliği Şairler Buluşması/Yazarlar Buluşması biçiminde adlandırılmıştı afişlerde. Güzel bir aylık etkinlikler izlencesi bastırılmıştı. Etkinliklere katılacak sanatçıların, konuşmacıların, tiyatrocuların fotoğrafları, etkinliklerin günü, yeri, saati yer alıyordu kitapçıkta. Yalova’da 14 Mayıs 2010 Cuma günü bizi otogardan alan Sinan Çolak dostumuz, nazikçe bize o akşam sunulacak olan İbrahim Sadri’nin Şiir Dinletisi'ne gidebileceğimizi söyledi. “Bağışlayın, Sadri’yi dinleyemeyeceğiz” dedim. Doğrusu İbrahim Sadri’nin sesi güzel, ama şiiri bildiğini söylemek benim için kolay değil. Okuması da tekdüze. Eline düzyazı verin, size şiir gibi okuyuversin. Duygu tonu ağır bir sesle dinlediğinizi gerçekten şiir sanabilirsiniz. Ertesi gün bir ara, konusu olunca bir milyon şiir kaseti sattığı anlatıldı. Niye satmasın? Arabesk şarkı satılır da arabesk şiir satılmaz mı? Hele televizyon ekranlarında bir ilgi yakalamış, acılarını düz söylemlerle şiirleştirdiğini sanan insanların kulağına duygulu sözler üflemişse kanmak o kadar zor mu? Sinan Bey, bizi otele bıraktıktan sonra etkinliğin öteki izlenceleriyle ilgilenmeye gitti. 15 Mayıs Cumartesi günü Yaralı Bir Kentin Işıyan Yüzü üst başlığıyla Şairler Buluşması’nda Hangi Şiir konuşuldu. Program sunumunu öykücü Fadime Karoğlu’ nun yaptığı etkinlikte konuşmacılar Ayten Mutlu, Ahmet Özer, Halim Yazıcı, Gülgün Çako’ydu. Şiiri şiir yapan değerler tartışıldı. Ahmet Özer, edebiyatın, şiirin birikiminden söz etti; Paris’te o kent için yazdığı güzel şiiri okudu. Ayten Mutlu, Uzun Gemide Akşam kitabından şiirler okuyarak şiirin, edebiyatın gönümüzdeki konumunu dile getirdi. Halim Yazıcı, bir şiiri nasıl yazdığını, nelerden etkilendiğini anlattı. Şiirlerinden örnekler okudu. Oturumu yöneten Gülgün Çako da son kitabı Ay Perisi’nden şiirler okudu. Şiirin bir üstdil olduğu hep söylenir. Fazla sözcüğün şiirlere yük olduğu, şairin söylemek istediğini her şiirde, yeni bir duygu, yeni düşünce, taze bir imgeyle anlatması gerektiği bilinir. Bir de şiirin güzel söylem değil, yaşama, güne, geleceğe ilişkin saptamaları, sezgileri olacaktır. Kaçak güreşen, gizlenen bireyin çok özel duyguları dışında imgelere boğulmuş, altı boş güzel söz demetleriyle şiirin hiçbir şey söylemeyeceği de vurgulandı o gün. 16 Mayıs Pazar günü Yaralı Kentin Işıyan Yüzü’nde Yazarlar Buluşması’nın alt başlığı bu kez Hangi Kültür, Hangi Edebiyat’tı. Programın sunumu gene Fadime Karoğlu yaptı. Şenol Yazıcı’nın yönettiği oturumda Burhan Günel, İhsan Topçu, ben vardık. Yalova Belediyesi ile bu etkinliği ortaklaşa düzenleyen Mavi Ada Dergisi’nin yönetmeni Şenol Yazıcı, konuşmasının başında salonda umduğu dinleyici kitlesini bulamamaktan gelen düş kırıklığıyla sitem etti. Sözünün devamında güçlenen kapitalizmin dayattığı küreselleşmenin azgelişmiş ulusların kafasını karıştırdığını, rota çizmelerini engellediğini belirtip toplumun düşünce atölyesi olan edebiyata yeni yönelişlerin belirlenmesinde çok iş düştüğüne değindi. Burhan Günel, edebiyata dadanan kapitalizmin, edebiyatı da kendine bağlamak istediğine değindi. Küreselleşme patronlarının kendilerine bağlı, yazdıklarıyla gerçekleri bulandırarak toplumları uyutmayı hedeflediklerinden söz etti. Ben, edebiyatın temel gerçeğinin dil olduğunu, yazarların, ozanların kullandıkları ulusal dili hem geliştirmek, hem de geleceğe güzel taşımak, doğru ulaştırmakla görevli olduklarını belirttim. Dilimizin küresel dil olan İngilizcenin baskısı altında olduğunu vurguladım. İhsan Topçu, hazırladığı konuşmasında şiirin, öykünün, romanın kime hizmet etmesi gerektiğinin altını çizdi. Yukarıda da değindiğim dinleyici azlığına, böyle durumlara hazırlıklı olmak zorundayız. Gerçek edebiyat erleri, her zaman azınlıkta olacaktır. Bunu unutmamalı. Yalova Belediyesi’nin konukseverliği için söylenecek söz bulamıyorum. Son derece zarif, saygılı ve sevecendiler. Belediyeden Sinan Çolak, Cengiz Karoğlu, sürücümüz Sezer Bey, konukların yaşamöykülerini ışınçalarla düzenleyen Metin Kar çok sıcak, çok dosttular. Bu tür etkinliklerde özellikle akşam sofraları gerçek edebiyat şölenine dönüşüyor. Hele Ahmet Özer gibi her gittiği yerde her şeyi not eden bir meraklı beyin varsa, onu da Azerbaycan’daki şölenlere bakarak masa beyi seçerseniz, değmeyin keyfine… Kuşadası’nda da iki güzel akşam yaşamıştık şiirlerle, türkülerle… İhsan Topçu’yu son gece daha bir tanıdık. Tam bir ‘Karadeniz uşağı’. Nasıl sevimli, nasıl esprili! Nasıl da karşısındakinin kırılmasından korkan bir yapısı var. Ne zaman birine takılsa arkasından hemen açıklıyor: “Şaka, şaka!” Bu arada halk ozanı başkan yardımcısı Hikmet Yavuz’u anmalıyım. Birtakım etkinliklerde şiirlerini okuyan, kimi şiirleri bestelenen Yavuz, yaptığı her işi yurt sevgisiyle yapıyor. Yurdunu seven, ülkesini düşünen kim olursa sağcı solcu ayırmayan bu insanı sevdim. Etkinliğin son gününde son ana değin bizim yanımızdaydı, bizi ağırlamak için uğraştı. Yalova’daki etkinlikler gelecek yıllarda hedefini yakalayacak, Yalovalıların kaçırmak istemeyecekleri izlenceler olacaktır; buna inanıyorum. Bu işin öncülüğünü yapan Şenol Yazıcı gibi aydınlar var oldukça sanat da edebiyat da ayakta kalacak, toplumsal yozlaşmaya bir yerde dur diyecektir. Sözü bağlamadan Yalova’da gezdiğimizde hayran olduğumuz Termal’le Atatürk’ümüzün Yürüyen Köşk’ünü daha gitmeden merak etmiş, görmek istemiştik. Yalova’da, “Yalova benim şehrimdir,” diyen Atatürk’ün havasını soluduk. Yürüyen Köşk’te onun alçakgönüllü, bütün gösterişlerden uzak küçücük bir ev yaptırdığını, bir çınarın dalı kesilmesin diye yapılmış evi 4 metre 80 santimetre çınardan uzaklaştırdığını biliyordum. Bu çalışmalar için nasıl iş bilir, becerili, bilinçli insanları seçtiğini de yapılan çalışmalar aşama aşama gösteren fotoğraflarından anlıyor insan. Bu arada sahildeki Çınarlı Yol, öteki adıyla yanılmıyorsam Gazi Caddesi’nde yürümenin insanı dinlendirmeye yettiğinden söz etmeden geçmeyeyim. Edebiyat her şeyin tadına bakar, koklar, dokunur; başka türlü edebiyat olur muydu? İzmir, Mayıs 2010

  • Hangi Kültür Hangi Edebiyat

    Şimdi, onca sorunumuz arasında tek derdimiz bu muydu, diyeceksiniz biliyorum. Oysa en önemli derdimiz buydu ya da bu olmalıydı. Doğada her şey birbirine bağlı. İnsan denen de sadece et ve kemik değil, en önemlisi bir ruha sahip. O ruh da düşüncenin beden verdiği, kas verdiği, onur ve güç verdiği soyut ve karmaşık hal...Hep deriz ya; karakter sahibi... Hepimiz biliriz, bütün sorunlar aşılır, bilen, inanan ve sağlam insan varsa çözülmeyecek sorun yok. Peki o insan hiç emeksiz, eğitimsiz, öndersiz, pusulasız nasıl çıkacak ortaya? O insanı yaratacak, donatacak bir atölye var mı, varsa kurmak kolay mı? Hiç düşündünüz mü üzerinde; sahici edebiyat o atölyelerin ilki ve en önemlisi. Edebiyat, sadece bir sanat değil, o toplumun nabzı, belleği, hayal umut ve düşünce atölyeleri, bütün kültür kayıtları, gelecek önericileri, kâhinleri ve yalnız insanın yanında olan en eski kahraman, iktidar beklemeyen siyasetçidir. İsterseniz tarihe bir bakın, Fransız devrimini yaratanlara ya da Zola’nın Dreyfus Savunması’na… O kadar ötelere gitmeyin, toplumsal tepkilerin, yönelişlerin ilk kıvılcımlarını türkülerde, yerel mizahta, söylencelerde, hatta dedikodularda bulmamız boşuna değildir. Edebiyat bir eğitmen, bir okul değil, yasa dayatması bir öğreti değil, ama bilinçaltına nefes gibi, korona gibi... çektiğiniz ve hemen de benim dediğiniz düşünce ve hayaller ocağı... Üstün zekalı, bilmem ne üniversitesi akademisyeni olmanız gerekmiyor; mutlaka size göre bir edebiyat var. Ona zaman ayırırsanız iyi de, ayırmazsanız da o gelip sizi buluyor. Kitap okurken, televizyon izlerken, arkadaşınızla konuşurken, hayata bakarken... kendi eşsiz dünyanızı kurmaya yarayacak bir tuğla, bir çivi, bir yapı taşı bulup hanenize taşıyorsunuz. Bir şarkının, bir şiirin bir ya da birkaç dizesini diline pelesenk etmeyen var mı? Görülür ki, sahici edebiyat yoksa asıl, büyük derdiniz var demektir. Bilinç oluşturmakta kültürel değerler ve ana lokomotif olan edebiyat önemli bir yere sahiptir. Bir edebiyatçı sadece kültür oluşturmaya, gelecek kuşaklara aktarmaya hizmet eden bir sanatçı değil, dilini, kültürel birikimini ödünç aldığı topluma karşı birinci derecede sorumlu bir düşünce adamı, insanlık adına gelecek önerici, hatta bilici, hatta kâhindir de… Bu yönüyle baktığınızda tek tarafı insan olan yazarın şairin tarihin hiçbir döneminde, insanına uygulanan siyasete karşı kayıtsız kalamadığı, istemese de mağdurdan yana taraf olduğu görülür. Montaigne’den Dante’ye , Servantes’den Hugo’ya, Russo’dan Görki’ye, Kaşgarlı Mahmut’tan Dede Korkut’a, Zola’dan Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e büyük yazarların hepsi kendi ulusunun tarihini bir estetikle yeniden yazarken bütün insanlığın geleceğini de biçimlendirecek önermeler getirirler. Değişen dünyayı betimlerken, karşı koyacak, olması gereken insan modelini de çizerler. Ütopyalar önerir, çıkış kapıları gösterirler. Edebiyatın doğası budur. İlk amaç değilse bile ürettiğiyle sonuç olarak ait olduğu insanlığa bilinç oluşturmak için hizmet eder. Bu nedenle de çoğu kez yönetimle, baskıcı egemenlerle arası iyi olmamıştır. Bu yüzden bir edebiyat yapıtının öncelikle ulusuyla, giderek tüm insanlıkla ortak paydalarda, geçmişte ve gelecekte birleşmesi, yarını kuracak insan modelleri önermesi en doğal olandır, istenendir. Başlangıçtan bu yana bizim edebiyatımız da, yazarımız da, şairimiz de bunu hakkıyla yaptı. Oysa seksen sonrasında ne olduysa oldu, edebiyatımız gerek yerel siyasetin, gerekse çok uluslu güçlerin yoğun etkisiyle başka bir boyuta taşındı… Küreselleşme denen tektipleşmenin kulu olduk. Salt dilimiz, yaşama biçimimiz, ahlaki yapımız değil değişen, edebiyat da batı kopyası yapıtlar üretmeye başladı. Artık nesnelerle, insanıyla, toplumuyla ilişki kuran edebiyat yok, öyle yazar da yok. Çok satan kitapların hemen hepsine bakın, ne ülkemiz gerçeğiyle, ne insanımızla ilişkili. Bize uyacak idealler göremiyoruz, umut ve ütopya da… Hiçbir şey anlatmayan küreselleşmenin öncü askeri post modernist anlatı egemen oldu bize. Yazarlarımız da bu ithal anlatıyı sevdi. Kitaplarımızda ne Anadolu var, ne Anadolu insanı ne de büyük şehirlere göçüp kaybolmuş ya da kabuk değiştirmiş, her şeyi reddetmiş ama yerine hiçbir şey koyamamış insanımızın yaşam trajedisi… Ne bütün değerleri sarsılmış, inanacağı hiçbir kahramanı kalmamış, içi boşaltılmış ithal değerler peşinde koşan umarsız insanımız var, ne egemenliği tümüyle başka dillere kaptırmış zavallı dilimiz. Ne hızla artan üniversite bitirmiş işsizlerimiz edebiyatın konusu, ne sarsılan, büyük şehirlerde kaybolmuş aileler, ne içinde boğulduğumuz ekonomik, sosyal açmazlar, ne bitmeyen terör, ne kabus gibi çöken ama buhar gibi yok olan domuz gribi, kuş gribi, korona örneği belli ki temelinde küresel sermayenin, ilaç şirketlerinin dolapları da olan salgınlar… Anlatmaya değecek aşklar bile konumuz değil. Batı neyi buyuruyorsa, tıpkı Tanzimat edebiyatı gibi onu yazıyoruz, uyarlamalarını ya da taklitlerini üretiyoruz. Artık çok az kitap bizim öykümüzü anlatıyor. Bir kültür kopukluğu yaşıyor edebiyat, edebiyatçı, tabi toplum da… Şimdi bizden izler taşıyan, bizi konu alan, sığınacağımız, dersler çıkaracağımız, ruhumuzu yükseltecek, bizi olduracak kitaplarımız da yok. Peki, bu karmaşada yenidünyayı ve o büyük ütopyayı kim kuracak? Bu toplumun bilicileri, kâhinleri olan, geçmişin değerlerini yeni kuşak insana aktaran yazarımız şairimiz suskun ya da ezbere talim ediyor. Oysa geleceği kuracak insan modelinin ruh anahtarları tarih içinde hep onların elinde oldu. Geçmişi ve günü aktaran, geleceği ve karşı koyma yolları gösteren, küreselleşme karşısında ezilmeden kendi olarak kalacak insan tipini önerecek, yaratacak edebiyatımız bu mu olacak? Hangi Kültür, Hangi Edebiyat bize ruh atölyesi olacak, yol gösterecek? *

  • Sevgi Emekle Güzelleşir

    Sevgi Emekle Güzelleşir. Sevgi emekle güzelleşir. Aşk ise sevgi hamurunda yoğrularak pişerek olgunlaşır tatlanır ve kalıcı olur. Yani sevgisiz aşk sadece tensel haz olur. Onun içindir ki içinde emek olmayan sevgi olmayan aşklar balon köpüğü gibi bitmeye mahkumdur. Oysa aşk, sevdiğiniz kişinin tebessüm eden yüreğinde açar. Hayat aslında bizlerin bakış açısına verdiği değere göre değişir. İnsanların kendi mutlulukları da bakış açılarına göre değişir. Sevgi ile sunulan bir demet papatya insanı mutlu ederken belki diğer tarafta kendisine hediye edilen elmas yüksüğün taşı küçük diye hayıflanıp mutsuz olan insan olacaktır karşınızda. Şöyle bir örnek vereyim. Evin bahçesinde daha doğrusu saksıda çilek ekmiştik. Bir tek çileği kopardık. Aman tanrım mis gibi kokuyor. Aynı gün eşimin manavdan aldığı bir kilo çilek temizlenmiş yıkanmış masada duruyordu. Hiç kimse o çileklere bakmadı bahçeden kopardığımız çileği dörde bölüp yedik. O minicik çilekten aldığımız lezzet inanılmazdı. Çünkü içinde emek vardı. Her gün nasıl büyüdüğünü görmek vardı. İşte onun içindir ki insanın sevdiği emek verdiği şeyler değerlidir. Önemlidir. Hani Mevlana demiş ya " Marifet taşa bakan gözlerin çiçekleri görmesidir" diye. İşte insanı mutlu eden şeyler sizin bakış açınıza göre değer kazanır. İçinde sevgi ve emek olmayan bir şeyin maddi değeri ile ilgilenmiyorum. Unutmayın hayat sizin sahip olduklarınıza göre değil sizin bakış açınıza göre değer kazanır. Dünyanın güzelliğine, yaşamın hamuruna sevgi katanlara teşekkürler. Dünya sizlerle güzel. (Semihat Karadağlı)

  • Berber Dükkanında

    Saat daha yedi olmadığı halde Makar Kuzmiç Bliostkov'un berber dükkânı açık. Şık giyimli, ama üstü-başı kir içinde, henüz yüzünü bile yıkamamış bulunan, yirmi yaşlarındaki dükkân sahibi Makar sabah temizliği yapmakta. Aslında nereyi temizlediği de belli değil, gene de hayli terlemiş. Elindeki bezle bir yerleri siliyor, şuraya-buraya parmağını sürüyor, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna fiske atıyor... Dükkân küçük mü küçük, daracık, pis bir yer. Kütüklerden örtülü duvarlara arabacıların gömleği gibi soluk duvar kâğıtları yapıştırılmış. Camları rutubetten donuklaşmış, ışık sızdırmaz iki pencere arasında elinizi hızla vursanız parçalanacakmış gibi duran, gıcırtılı bir tahta kapı; kapının üstündeyse durduk yerde marazlı marazlı şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmaya görün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi tanıyamazsınız. Makar, bu aynanın karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. Aynanın önündeyse dükkân sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var: Taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine bolca su katılmış bir şişe kolonya... Berber dükkânını toptan satmaya kalksanız beş ruble bile etmez. Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor. Adamın başı, boynu kadın şalıyla sarılı. Makar Kuzmiç'in vaftiz babası Erast İvanoviç Yagodov'dur bu gelen. Kendisi konservatuvarda bekçiydi bir zamanlar, şimdiyse oturdukları Krasniy Prud Mahallesi'nde tesviyecilik yapıyordu. Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç'e; - Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye sesleniyor içeri girer girmez. Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor. - Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak. Şaka değil, ta Krasnıy Prud'dan Kaluga kapısına değin yaya geldim. - E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz? - Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım. - Ne hastalığı? - Evet, bir ay kadar ateşler içinde kıvrandım. Öleceğim sanıyordum, ama sonunda kefeni yırtık. Şimdi de saçlarım dökülüyor. Doktor saçlarımı kestirmemi söyledi. Yerine daha gür çıkarmış. Ben de tuttum, sana geldim. "Yabancıya gitmektense bir yakınım kessin saçlarımı. Hem daha iyi tıraş eder, hem de para almaz" dedim. Doğrusunu söylemek gerekirse yol biraz uzun, ama ne zararı var? Benim için bir gezinti oldu. - Ne olacakmış canım. Seve seve tıraş ederim. Buyurun, oturun! Makar Kuzmiç saygıyla eğilerek tıraş masasının arkasındaki koltuğu gösteriyor. Yagodov gösterilen yere oturarak aynada kendine bakıyor. Oradaki görüntüden pek hoşnut kalmış olmalı. Neden derseniz, Moğol dudaklı, küt, yayvan burunlu, gözleri alnına kaymış bir surat beliriyor orada. Makar Kuzmiç vaftiz babasının omuzlarına sarı sarı lekeli, beyaz bir çarşaf örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlıyor. - Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz? - En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa. - E, hanım teyzemiz nasıllar? - Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler. - Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz? - Tuttum... Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı? - Zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi? - Kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen çarşamba Şeykin'le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin? Makas şıkırtıları şıp diye kesiliyor. Makar Kuzmiç'in elleri aşağı düşüyor, korku okunan bir sesle; - Kim? Kimi nişanladınız? diye soruyor. - Bizim Anna'yı, canım! - Nasıl olur? Kiminle? - Şeykin'le. Prokofi Petroviç Şeykin'le. Teyzesi Zlatoustenski Sokağı'nda zengin bir ailenin vekilharçlığını yapıyor, iyi bir kadındır. Şükürler olsun, hepimizi sevindiren bir iş kıvırdık. Bir hafta sonra da nikahı var. Sen de gel, eğleniriz. Şaşkınlıktan yüzü sararan Makar Kuzmiç omuzlarını silkiyor. - Nasıl olur, Erast İvanoviç? Bunu nasıl yaparsınız? Olamaz! Anna Erastovna ile ben... ben ona karşı iyi duygular besliyordum... Niyetim onunla... Bu nasıl şey, bilmem ki! Makar Kuzmiç'in yüzünde ter damlaları tomurcuklanıyor. Makası masanın üstüne bıraktıktan sonra yumruğuyla burnunu ovuşturmaya başlıyor. - Benim ona karşı temiz niyetlerim vardı. Olacak şey değil, Erast İvanoviç! Ben onu sevdim, en saf duygularımı sundum. Karınız, hanım teyze de söz vermişti. Size karşı hep öz babam gibi saygı gösterdim... her zaman bedava tıraş ediyorum. Benden iyilikten başka ne gördünüz? Babam öldüğü zaman evdeki kanepeyle on rublemi aldınız, sonra geri vermediniz. Anımsıyorsunuz, değil mi? - Anımsamaz olur muyum? Hatırımdadır hep. Ama, gözümün nuru, sen iyi bir güvey olabilir misin, Makarcığım? Söyle, iyi bir güvey olabilir misin? Ne paran var, ne mevkiin, ne de işe yarar bir mesleğin! - Peki, Şeykin zengin mi? - Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her neyse, olan oldu bir kere, geri dönemeyiz, Makarcığım, sen kendine başka bir kız ara. Elini sallasan ellisi gelir sana. E, ne duruyorsun? Hadi tıraş etsene! Makar Kuzmiç konuşmadan dikiliyor, sonra cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başlıyor. Erast İvanoviç onu yatıştırmaya çalışıyor: - Aman canım, böyle şeylere de ağlanır mı? Hadi, sus bakalım. Kadınlar gibisin vallahi!... Önce saçımı kes, sonra ne yaparsan yap. Hadi, makası al eline! Makar Kuzmiç makası alıyor, ona bir dakika şaşkın şaşkın baktıktan sonra yine masaya bırakıyor. Eli titremektedir. - Yapamayacağım. Kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz bir insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi... Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum. - Öyleyse yarın gelirim, Makarcığım. Tıraşı yarın bitirirsin. - Peki, nasıl isterseniz. Erast İvanoviç saçlarının yarısı kökünden kesilmiş başıyla tıpkı bir kürek mahkûmuna benziyor. Böyle bir başla ortalıkta dolaşmak pek hoş değil ama başka ne yapılabilir? Başına şalı yeniden sarıyor, berber dükkânından çıkıyor. Makar Kuzmiç yalnız kalınca bir sandalyeye oturuyor, sesssiz sessiz ağlamasını sürdürüyor. Ertesi sabah Erast İvanoviç erkenden dükkândadır. Makar Kuzmiç soğuk bir sesle; - Bir şey mi var? Ne istiyorsunuz? diye soruyor. - Tıraşı bitir Makarcığım. Bak, daha yarısı duruyor. - Parası peşin, lütfen. Bedava tıraş etmem! Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı. Anton Pavloviç Çehov, (1860 -1904) Rusya'nın güneyinde, Azov denizi kıyılarındaki Taganrog'da, bakkal bir babanın oğlu olarak dünyaya gelir. Oyunlar, öyküler yazar. Bizde Sait Faik'in temsilcisi olduğu DURUM öyküsünün öncüsüdür. Ölümü 1904'te verem nedeniyle olur. Çehov'u en iyi anlatan Tolstoy'un aşağıya da aldığımız sözleridir. "Çehov bir sanatçı olarak, önceki Rus yazarlarıyla, Turgenyev, Dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. Çehov'un kendi biçimi var empresyonistler gibi. Bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. Bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. Ama bir de geri çekilip baktınız mı şaşırırsınız. Karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır." Tolstoy

  • Corana'da Son Durum

    YENİ YASAKLAR * -Okul öncesi ve 8. ve 12.sınııflar hariç uzaktan eğitime geçiliyor. -Akşam 21'de başlayan sokağa çıkma yasağı 19.00 da başlayacak. -65 yaş ve 20 yaş altı toplu taşıma araçlarını kullanamayacak. -Şehirler arası seyahat yaş ayrımsız yasak -Lokantalar paket servis dışında hizmet veremiyor. - Çay bahçesi, kafe, kahvehane ve benzerleri bayram sonuna değin kapalı ( *Yasaklar bu akşam ( 14.04.2021) yürürlüğe giriyor *Hangileri olduğunu ayırt edemesek de bu yasakların bir kısmı 15 günlük * Geçmişte uygulamada her zaman değişiklikler olduğunu bildiğimizden ayrıntıları ve açıklamaları takip etmeniz, günlük uygulamaları doğrulatmanız önerilir. )

  • Yaralı Bir Kentin Işıyan Yüzü

    Bir Etkinlik Hikayesi * Sekiz yıl geçmiş, ilk dergi kimse-SİZ’den beri… Sonra maviADA’ya başladık… Başladığından bu yana elimden geldiğince katkıda bulunmaya, yaşadığım Yalova’da tanınmasına çalışmış, adım adım büyüyüşünü, bütün ülkede kök, dal, budak salışını kıvançla izlemiştim. Sonra baştan beri düşlediğimi yapmak, yaşadığım kentte büyük bir etkinliği hayata geçirmek istedim. maviADA Dergisi, ülkenin birçok kentinde, Tüyaplarda, bazılarına benim de katıldığım, yazarlarıyla etkinlikler düzenliyor, altından da başarıyla kalkıyordu, neden Yalova’da da bir etkinlik yapmayalım diye düşünmüştüm. Bizim bir beklentimiz yoktu, ama konukları düşününce bir destek bulmamız gerekiyordu. Sonunda o koşulları yakaladığımızı düşünüp, yaklaşık bir yıl önce, seçimlerden hemen sonra maviADA Dergisi yönetimi adına, Yalova Belediye Başkanı ile görüşme talep ettim. Edebiyat Günleri adı altında iki üç günlük bir etkinlik yapmak istediğimizi anlattım. Belediye olarak ne gibi desteklerde bulunabileceklerini sorduğumda ne kadar çok emek isteyen bir işe başladığımızı bilmiyordum. Başkan olumlu yaklaştı. O günlerde gazetelerde yeni seçilen belediye kültür sanata ilgisizlikle suçlanıyordu. Tanıdığım başkanın sanata böyle olumsuz bir yaklaşımı olacağına inanmıyordum, bizim girişimimize de olumlu bakacaklardı. Halk da zaten kültür sanat etkinliklerinin eksikliğinden yakındığına göre büyük ilgi gösterecekti. Sonunda dergiye düşüncemi açtım. Daha önce birkaç kez Yalova’da yaptığımız etkinliklere katılmış olan derginin genel yayın yönetmeni Şenol Yazıcı: "Yalova için bir şeyler yapmayı ben de isterim. Ne var ki halkın yakınması politik bir hesap, kimse gelmez orada kültür sanat etkinliğine, şarkıcı filan olsak hadi neyse…" demişse de, onlarca abone ve okurlarımızın bizi yalnız bırakmayacağını, yerel gündemden hepsinin de aydın olduğunu düşündüğüm grubumun kesin orda olacağına inancımı, ayrıca çoğu kültür sanata düşkün ülkenin çoğu kentinden çağdaş Yalova’nın böyle bir programa ilgisiz kalmayacağını… yineleyen kararlı savunmam sonunda kabul edip çalışmalara başladık. Bir süre de etkinliği duyurmaya, kamuoyu oluşturmaya çalıştık. Olayın bu yönüne çok yabancıydık. Yazmakla, dergi yapmakla satış, yani organizasyon bambaşka şeylerdi. O arada ben bir hataya düştüm. İzmir'den dergimizin de temsilcisi olan, becerisine inandığım, yazdığı kitapları okullara satmakta maharetli olduğunu duyduğum, böylesi durumları iyi değerlendirdiğini sonradan öğreneceğim bir hanımın, etkinliğe yararı olur diye aklımı çelmesiyle, çelmesi ne ısrarlı zorlamasıyla okullara söyleşilere yöneldik. Kitaplarını beğenmeyen milli eğitim okuma kurulundan güçlükle onay da aldık ona. Etkinliğimize okur yaratmamıza katkısı olacağını düşünüyordum bu çalışmanın. Ayrıca kadın kendi satılacak kitaplarından dergiye pay vereceğine söz vermişti, bizim kitaplarımız da satılırsa birkaç dergiyi sorunsuz çıkartacaktık. Şenol Yazıcı ise hiç onaylamıyordu böyle bir eylemi. çocuklara bu tür etkinliklerle zorla kitap satılmasına karşı olduğunu, bize yakışmayacağını, ayrıca o kadının çok niteliksiz yazdığını, daha önemlisi tam bir tüccar gibi çocuklara yaklaştığını iyi bildiğini söyleyecek beni vazgeçirmeye çalışacaktı ama ben çoktan yararlı olacağına ikna olmuştum . Gerçi İstanbul Tüyap'ta açtığımız ve ona emanet ettiğimiz stantı kendi menfaatleri için başka yayınevi ve yazarlara peşkeş çekmesine tanık olmuştum ama ...ne bileyim inanmıştım işte. Baştan taraftar olduğum okul etkinliklerine başladık, ilk uygulamada birkaç saatte derginin bir sayısını yapacak kadar kitaplardan para kazanmamıza rağmen Şenol Yazıcı artık sürdürmeyeceğini belirtmişti. Doğrusu bana da acımasız yoz bir ticaret, bilinçsiz çocukları aptal müşteri yerine koymak gözükünce, işi, kentin bütün okullarını dolaşmaya kararlı görünen arkadaşa bırakıp vazgeçtik. Elimizdeki yayınevinden satın almış olduğumuz kitapları da bir kenar mahalle okuluna parasız dağıttık. Sonradan o arkadaşın kitaplarını alan kimi öğrenci veli ve öğretmenlerin şiddetli olumsuz eleştirileri, sanki biz zorla alın demişiz gibi çok başımızı ağrıtacaktı ama bulaşmıştık bir kere. O hanım dergiye söz verdiği kitap satışından payı da vermeyince Şenol Yazıcı'nın da hışmına uğrayacaktım, ne var ki artık yapacak yoktu. Yavuz hırsız örneği bir de etkinliğe de katılmayı da isteyen o arkadaşı etkinliğe katmayarak ve dergiden de çıkararak güya avunacaktık. Bir yılda ona yakın kez gelip gitti Şenol Yazıcı Yalova’ya, bu amaçla. Bir çıkarımız olmayan etkinlik için birkaç dergi parasını cebinden harcadığını söyleyip sinirleniyordu da. Bu arada türlü etkilerle belirlediğimiz program çerçevesini defalarca değiştirmek zorunda kalacaktık. Başta yerel kültür sanat ilgililerine, yazanlara da yer vermeyi düşünmüştük. İlk o zaman moralimiz bozuldu. Onere etmeyi düşündüğümüz, görüştüğümüz bu kişilerin kimisi belediyeye karşı tavırlı olduklarından kabul etmedi, kimisi de çok istekli olsa da siyasî hesap ve çatışmalarını önceleyen, programı seçimin rövanşı gören tavırlar sergileyince programın niteliğinin bozulacağını görüp biz vazgeçtik, önerdiğimiz Muharrem İnce'yi de başkan istemedi. Bu arada anlayışımız farklı belediyeyle bir tür siyasî işbirliği yaptığımızı söyleyenler de çıkacaktı. İnsan çok ilginç ve acımasız… Etkinlik için konuştuğumuz yazar ve şairlerin kimisi bize uymayan türlü koşullar beklentiler dile getirince onları da devre dışı bıraktık. Yoğun işlerinden fırsat buldukça birlikte plânlama yapmaya çalıştığımız belediye başkan yardımcısı, Yalovalının popüler olana ilgi gösterdiğini, kültür sanata duyarsız kalacağını, ünlü olanları çağırmamızı önerse de biz teşrifatçı ya da organizatör değiliz, yapacaksak gerçek kültür ve sanat adamıyla yaparız dedikçe, iş uzadı. Sonunda Şenol Yazıcı adlarını vereceğim sanatçılarla ve koşullarda olacaksa olacak, yoksa ben yokum, diye kestirip atınca etkinliğin adını koyduk. Tek bir medyatik kişiyi getirip tüm sıkıntılardan kurtulmak varken, gerçekten alanında değerli ama edebiyatla ilgilenmeyenler dışında çok bilinmeyen yazarlarda inat etmemizin doğru sebepleri vardı. Birincisi o insanlar yazın dünyasında kimse bilmese de çok önemli yerdelerdi. Bir yazar olarak yanlarında olmaktan gurur duyacağımız bir yerde. İkincisi medyatik olan para almadan gelmeyecekti, para verilecekse bizim ne işimiz vardı, açıp telefonu getirsinlerdi, organizatör değildik biz, Üçüncüsü de gelenin kendini bir şey sanıp bize teşrifatçı muamelesi yapmasını kaldıramazdık. Tek beklentimiz edebiyatı olduğu kadar, dostluğu vefayı bilen, küçük olumsuzlara sorun üretmeden bizimle katlanacak, dergiye dost kalacak, erdem yönü de güçlü insanlar seçmekti. Yarın merhaba demeyeceğimize neden emek verelim, diye düşünüyorduk. Salt iyi niyettik ama insan dediğin kavun değil sonuçta... Etkinliğimize severek katılan çok da memnun kalan Burhan Günel kısa bir süre sonra dergide yer verilmeyen bir yazısından dolayı hepimizi çete, örgüt... gibi sıfatlarla suçlayacak, bir yığın çapulcuyu da yanına takıp internetten bizi linç etmeye çalışacaktı. Biz yine de umutla etkinliği oldurmaya uğraşıyorduk. İlk kitaplarını Yalova’da yaşarken yayımlayan derginin yayın yönetmeni Şenol Yazıcı, kente bir borç, deprem yaralarını sarmaya bir milât ve ışıyan yüze bahar gibi bir başlangıç olarak gördüğü bu programın ana başlığını da “Yaralı Bir Kentin Işıyan Yüzü” olarak koymuştu. Zamanı koşulları uyan, bizi beklentileriyle yormayacak nitelikli yazarları bulma, plânlama, davet ve ikna çalışmaları haftalarca sürdü. Sonunda çerçeve oluştu. Konukların karşılama, konaklama ve ağırlama işleri de Şenol Yazıcı’nın yoğun gayretiyle bir düzene kavuşunca rahat bir soluk alabildik. Etkinlik, Cumartesi Pazar iki günü kapsayan 15- 16 Mayıs tarihleri olarak çoktan belirlenmişti. Programları gece yapmayı planlamıştık, ne var ki söz verilen salon o gece doldu, sonradan Cemal Safi'ye verdiklerini öğrenecektik. Boş salon bulamayınca gündüz yapmayı kabul etmek zorunda kaldık. Bu ciddi bir aksilikti. Hava güzel olursa dinleyici bulmakta zorlanabilirdik. Uğur Mumcu Kültür Merkezinin Toplantı salonunda yapılacak olan etkinlikte, Cumartesi günü “Hangi Şiir? ” başlığıyla şiirin sorunsalını şairlerimiz; Pazar günü ise “ Hangi Kültür, Hangi Edebiyat?” konusuyla yazınımızın değişim, gelişim ve açılımlarını kendi pencerelerinden yansıtacak yazarlarımız katılacaktı. Her iki programda dörderden sekiz kişi planlamıştık ve başarmıştık. Ben de yazar olarak katılacağım hangi "hangi edebiyat" etkinliğinde program yöneticisiydim. Gel gör ki, etkinliğe birkaç gün kala bir değişiklik gündeme gelecek hayli de canımız sıkılacaktı.. İzmit'ten arada bir dergide şiirleri çıkan İhsan Topçu, Şenol Yazıcı"yı ısrarla arayıp etkinliğe gelmek istediğini söylemişti. Şenol Yazıcı'da ne kadar bahane bulmuşsa da baş edememiş, sana yol parası ödeyemem , belediye kabul etmez bu aşamadan sonra, afişler basılmış adın yer almaz demişti, hem de benim yanımda, ama ikna edememişti. Ne var ki adam, belediyeyi arayıp da onlar onay verirse bizim de olur diyeceğimizi söyleyip kendisini onaylatınca. sonunda çaresiz kabul etmişti. O arada ben de boş bulunup "adamdaki medeni cesarete bak," deme gafletinde bulundum. Ona yer bulmamız gerekiyordu, adam şairdi, dört şairin arasına onu koymayı düşündük ama şairlerden biri olmazlanınca, bu kez, gelmek istiyorsa yazarlar arasına katılabileceğini söyleyecekti Şenol Yazıcı, ama bu onu durduramayacak, İhsan Topçu, herkesin eşiyle katıldığı etkinliğe yanında da bir bilinmeyen ama rahat bir adamla katılacak, etkinliğin de yatılı konuğu olacaktı. Salondaki konuşmasını bile yazdığı bir kağıttan ancak okuyan bu şair nedeniyle, ben programdaki yazarlık rolümden çıkarılıp sunucu yapılacaktım, Şenol Yazıcı tarafından. Bir süre sonra etkinliğe katılmasını kabul etmeye mecbur kaldığımız, ama hesapta yoktun diyerek yol giderini ödemediğimiz rahat misafir İhsan Topçu, uzun zaman dergiye yazsa da "ben hepinizden büyüğüm, benim adımı en başa yazmalısınız," diye bir çıkış yapınca ipler kopacak ve onu da dergiden çıkaracaktık. İzmit'e gidip adamı görmeyi bile düşünecek kadar öfkeli Şenol Yazıcı'ya belli etmemiştim ama içimden "oh olsun" demiştim, doğrusu. İnsan işte... Umuda yatırım yapıyorduk, nerden bileceksin? Ne var ki onca emek verdiğim etkinlikte yazar olarak konuşamamıştım sonuçta. Görünen Yazıcı, o şairin belediye tarafından kabulünde benim rolüm olduğunu düşünmüş, ayrıca okullara etkinliğe gitmemize de sebep olduğum kötü yazar, ama kurnaz bir pazarlamacı olan hanımın kötü kitaplarının hıncını da toplu olarak benden almıştı. Yine de benim için önemli olan etkinliğin gerçekleşmesiydi. Katılacak yazarların seçimi, sunum, fotoğraf çekimi, basın bülteni duyurular ve tanıtım konusu, Şenol YAZICI’nın yoğun çabası ve titizliğiyle sonunda halledilecekti. Etkinliğe bir kaç gün kala kızımla çarşıya çıkmıştık birden kızım: "- Anne bak fotoğraflarınız!.. dedi. Şehrin ana caddesinde “Yaralı Kentin Işıyan Yüzü, Yazarlar buluşuyor” yazan kocaman bir pankartta benim ve diğer katılımcı yazarların resimleriyle birlikte asılıydı. Şenol Yazıcı gene kıyamamış, en azından afişlerde yer vermişti. Gurur, heyecan duydum, gönendim… Meydanın bir başka köşesinde de aynı büyüklükte diğer bir pankart asılıydı. Onda da şairler vardı, resimleriyle birlikte: “Şairler Buluşuyor” afişi yer alıyordu. Mutluluğum bir kat daha arttı. Bu bizim, yani maviADA’ nın başarısı, Yalova’ya bir armağanıydı. Kendimi yaşadığı kente çok şey vermiş gibi duyumsuyordum. Bu duyuruların dışında davetiyelerde basılmıştı, etkinliğe sözlü davet etmenin dışında davetiyelerden de arkadaşlarıma ve abonelerime dağıtmıştım. Her iki etkinlikte de derginin Yalova temsilcisi yani ev sahibi olarak sunum görevini ben yapacaktım. Beklenen gün gelmişti… 14 Mayıs akşamı İzmir’den, Ankara’dan, İstanbul ve Çanakkale’den gelecek yazar ve şairlerimizi Yalova belediyesi kültür hizmetlerinin elemanları karşılayacak ve kalacak oldukları otele bırakacaklardı. Bir aksilik olmasın diye konukları karşılamada ben ve Şenol Yazıcı hazır bulunduk. Geç saatlere kadar gelen dergimiz yazarlarıyla güncel konulardan, yazın dünyasından, kitaplardan söz ettik. Hatta gece yarısından sonra aramıza katılan, aynı zamanda bir şair de olan CHP Yalova milletvekili Muharrem İnce de, politik söylemleri ve şiirleriyle sadece büyük millet meclisine değil, bizim o küçük meclisimize de renk kattı. Etkinlikte yer almak isteyen aynı zamanda şair İNCE'ye gerçek sebebi diyemedik elbette, ama o da çok ısrar etmedi. 15 Mayıs Cumartesi günü öğleden sonra “Hangi Şiir” konulu ilk etkinliğimizi kalabalık olmasa da seçkin bir izleyici kitlesiyle kusursuz gerçekleştirdik. Gelen izleyiciler arasında kendi şiirlerinden örnek sunanlar dahi oldu. Salonun ancak yarısı doluydu. Kısa süre önce maviADA’nın Bursa Tüyap’taki etkinliğine otobüs dolusu gelen arkadaşlarımdan pek kimse yoktu, ama ertesi güne geleceklerine inanıyordum. Program sonrasında Yalova’nın ünlü Yürüyen Köşk ve Termal Kaplıcalarını konuklarımıza gezdirirken eşlik ettik. Akşam yemeğini ise deniz kenarında Yalova Belediyesinin hazırlatmış olduğu TİGEM tesislerinde şiirler okuyarak, şarkılar söyleyerek yerken herkes keyifliydi. Günü güzel tamamlamıştık Ertesi gün, yani 16 Mayıs Pazar günü sisli giden hava açmış, iyice de ısınmıştı. Etkinliğin olduğu yerde buluşup çay içerken, talihsizlik diyordum, böyle güzel havada günün ortasında kimse gelmeyecek diye kaygılanıyordum. Ne var ki programa ve yazarlara güveniyordum. Şenol Yazıcı’nın söylediği “Edebiyat bir ulusun, izleği, belleği, dahası kâhinidir” sözü aklıma geliyordu. Ayağına gelen bu fırsatı Yolavalı ihmal mi edecekti? Kente her gün kırk kitaplı yazarlar gelmiyordu ya. Bu kez program konumuz; "Hangi Kültür, Hangi Edebiyat’tı"? Bursa’dan, İstanbul’dan bile ona yakın dinleyici gelmişti. Çok kalabalık olacağını bekliyordum. Hele benim grup arkadaşlarım ve yakınlarım da gelsin… o salon almaz diye düşünüyordum. Yalova’da kültür sanat etkinliklerinin azlığından yakınan tanıdığım çok insan vardı. Yazarı, şairi yazınımızın kendi alanlarında en iyilerinden ona yakın kişinin yer aldığı bu etkinlikte, yer yerinden oynamalıydı. Ne var ki bir önceki güne göre birkaç kişi daha kalabalık olsa da gene de salonun ancak yarısı doluydu,. Görünen güneşli havayı fırsat bilen benim grup da, yakınlarım da, kentin kültür sanat sevenleri de kırlara kaçmış olmalıydı. Benim grup da tam bir düş kırıklığıydı, görünen kimse yoktu. Bırak onları kardeşlerim bile gelmemişti. On yıla yakın süredir dergimizde adını anarak edebiyatsever, sanat dostu diye reklamını yaptığımız Yalova Kitabevi dostumuz bile siyasî polemiklerin ticarî yansımalarından etkilenmiş olmalı ki, etkinliğe çiçek göndermekle yetinmiş, gelmemişti. Oysa, dört yıl önce maviADA ona da karşılıksız etkinlik yapıp beş yazar getirmiş ve o zaman başkaları da, hiç düşünmediğimiz bir şeyle, siyasî kimliği bize uymayan bir kitapçıyla işbirliğiyle bizi suçlamıştı. İçim eziliyordu. Şenol Yazıcı'nın onca emeğini düşünüp içerlediğini görmek zor değildi. Etkinliği bırakıp gideceğini bile düşündüm. Geçen bahar İzmir Tüyap’a onu etkinliğe çağıran Egeli Kadın Yazarlar Plâtformu etkinlikte yer alan İzmirli yedi yazarına karşın ancak iki dinleyiciyi salona getirebilince etkinliği bırakıp çıkmıştı. Gene yapabilirdi. Salondaki dinleyicileri tek tek saydığını görüyordum, sonunda konuşmaya değer sayı olduğuna ya da durumun nazikliğine hükmetmiş olmalı ki konuşmasına geçti. Destek veren belediyeye teşekkür edip, Yalova’da yaşayan, söz kültür sanata çağdaşlığa geldiğinde mangalda kül bırakmayan, ama iş uygulamaya geldiğinde ortadan yok olanlara sitem etti haklı olarak. Salonda hazır bulunan belediyeye muhalif kimileri, durumdan vazife çıkarıp konuşmaya kalktıysa da izin vermedi. Homurdanmalarını oturduğum yerden duyuyordum. Kimsenin sanata, güzelliğe aldırdığı yoktu aslında. Her şeyi bozuyor, çıkar için kullanıyorduk. Konuşma sırası gelince zoraki misafir İhsan Topçu, ancak yazılı kağıttan okuyabileceğini söyleyip güçlükle bulduğu gözlüğüyle zorlanarak okumaya başlayınca salon da bir gülüşme oldu, bu da gerginliği azalttı. Ortam yumuşadı. Son anda yerimi alan yaşlı şaire önce kızmışsam da şimdi olumlu bakıyordum, katkısından dolayı. Dinleyicilerin de katıldığı keyifli bir söyleşi oldu. Verdiğimiz büyük emeği düşünüp izleyici azlığından yakınsak da duyarlı kişilerin, etkinliğe katılım sayısı elliden fazlaydı, küçümsenecek kadar az değildi gene de. Gönül daha çoğunu isterdi, ama böyle güzel bir havada, bir tatil gününün ortasında kapalı, loş, hatta karanlık bir salonda, edebiyatı ve sorunlarını dinlemek kimin umurunda? Konuklarımızla son çaylarımızı içip onları yolcu ederken aylar süren çalışmanın yorgunluğunu bütün ağırlığıyla hissediyordum. Kültür sanatsızlıktan yakınan halkın ayağına gelen etkinliğe yeterince ilgili olmayışını hiç düşünmüyordum desem çok doğru olmaz. Ama asıl önem verdiğim o değildi, maviADA Dergisi üstlendiği bir işi her yönüyle kusursuz başarmış, etkinliğini yapmış, konuklarını eksiksiz ağırlamış mıydı, ona bakıyordum. Mutlu ve kıvançlıydım. Keşke Yalova’da yaşayan herkes, kusur bulmak ya da eleştirmek, siyasi ya da kişisel küçük hesapların peşinde koşmak yerine bizim kadar bir şey yapsaydı yaşadığı bu kent için herhâlde çok şey değişirdi. O zaman Şenol YAZICI’nın deyişiyle, bu yaralı kent, onca yıl yaralı kalmaz, yüzü çoktan ışır, çoktan bahar olurdu. Merak ettiğim bir soruyu da zamana bırakmıştım; dergi çıkınca görecektik nasılsa. Konuklarımız bize nasıl bakıyor, hakkımızda ne düşünüyor ve bizi nasıl görüyorlardı? Emeğimize değmiş miydi gerçekten? En önemlisi kendini zorla davet ettirerek gelenler ne yazacaklardı? Kimin umurunda ; surda bir gedik açtık, diyor içim: Her yan engelken yılmadık, kültür ve sanatı pek de sevmeyen bir şehirde dokuz edebiyatçıyla, kimileri çevre illerden gelen her biri elliye yakın dinleyiciyle iki program yaptık. Daha ne olsun? ... maviADA 2010 YAZ Sayısı

  • HİÇ KOLAY OLMADI

    Anlatsam insanların ilgisini çeker mi, bilmem. Anlatılanı dinletmek iyi bir anlatıcı olmak ile doğru orantılıdır. Derler ya “söz uçar yazı kalır,” bu yazılanlar yarınlarda birilerinin motivasyonunun artmasına vesile olur, neden olmasın? İki evladım var, dünya bir yana, onlar bir yana. Kim bilir belki onların motivasyonuna da katkısı olur. Olur olmaz bilemem konuya dair kimse ile tartışacak, fikri münasebete girecek değilim. Büyüklerin hayat hikâyelerinden alınacak hisseler vardır, en azından ben böyle düşünüyorum. On bir yaşımın çok kısa bir döneminden birkaç istisna anlatayım. 14 Eylül 1970 okulların açılış günüydü. Genellikle hep aynı tarihlerde açılır kapanırdı okullar. Mesela Yarıyıl tatili: 1 Şubat – 15 Şubat arasında olduğu için adına, Şubat tatili veya on beş tatil denirdi. Günlerden cumartesiydi, Kara Mehmet’in Austin marka kamyonunun kasasına binmiş Demirci’ye okumaya gidiyordum. O yıllarda köylerde ortaokul olmadığı için okumaya şehre gidilirdi. Henüz on bir yaşındayım. On bir yaşında bir çocuk, abartmış olmayalım belki doğru dürüst kendi başına yıkanmayı bilmez. Kamyonun kasasında oynuyor, zıplıyor o kadar sevinçliyim ki tarifi imkansız, ilk kez köyden çıkıp şehre gidiyorum. On bir yaşında bir çocuk teşbihte hata olmaz “bacak kadar,” babam kucaklayıp kamyonun üstünde duran birine “iyi tut” deyip bindirmişti Kara Mehmet'in kamyonuna. Duygusal bir insanımdır, ayrılıklara, acılara hiç dayanamam; hemen iki gözüm iki çeşme! Anama sarılıp ağlaya ağlaya gözüm şişmişti. Allah tekmil sevdiklerimin acısını göstermesin! Eşimin metanetini her daim hep takdir ederim, öyle olmak güzel bir şey! Kamyonun üstünde benimle birlikte başkaları da vardı. Çataloluk’u geçmiş, Kılavuzlar’a doğru gidiyorduk. Çocukluk bu, ayrılığı unutmuştum bile. İlk defa köyden şehre gidiyorum, kamyonun üstünde çocukça yaramazlıklar yapıyorum. Amcalardan biri, köydeki en samimi arkadaşlarımdan-oğlunu okula göndermeyen- birinin babası: “Baban seni boşuna okula gönderiyor, sen okursan tavuklar da okur, yazık babanın paracıklarına. Adam yokluk, yoksulluk içinde bulup edecek seni okutacak; yol yakınken geri dön!” Bu yargı on bir yaşında herhangi bir çocuğu belki üzer, beni darmadağın etti. Hala aklıma geldi mi, bir hoş olur, dağılır giderim. 14 Eylül’de açıldı okulum. 1 / D Sınıfına 409 numara ile kaydım yapılmış. Sınıfın hemen hemen hepsi birbirini tanıdığı için okula gitmek onlar için oyun gibi. Benimle birlikte başka köyden gelen bir iki arkadaş daha var, onlar da sınıfın arkasındaki sıralara oturmuş. Öğretmenlerimiz, arka sıradakilerle değil de öndekilerle ilgileniyor, bizi fark etmiyordu. Allah bilir yıl sonuna kadar adımı bilen bir iki öğretmen var yoktur. Arkadaşlarımız birbirleri şakalaşıyor, gülüp eğleniyor, ben sınıfın arkasında mahzunluğu, yalnızlığı doruklarda yaşıyorum. Evde benden büyük öğretmen okulu 5. sınıfta okuyan Muzaffer abim, 6. sınıfta okuyan halaoğlu Hasan abim vardı. Onlar yardımcı olmaya çalışıyor, fakat kendi yükleri ağırdı, öğretmen okulunda okumak çok zor olduğunu görüyordum... Yemek yapmak, bulaşık yıkamak, evi silip süpürmek, kirlenen çamaşırları yıkamak, zaman kalırsa da ders çalışmak... Ben şehre okumaya geldim. Evde nazımı çekecek, başımı dizine, göğsüne koyacak anam, babam yok. Onlara özlemim, kardeşlerim Ayper’e, Ali’ye özlemim, her gün katmerleşerek artıyordu. Tuvalete girip içimi çeke çeke doyasıya ağlıyordum. Günler de bir türlü geçmek bilmiyordu. On beş tatilde görebilecektim ancak onları, ona da daha çok zaman vardı. On bir yaşındayım anamın, babamın kolu kanadı altında olacakken, onlardan ayrı şehre okumaya gelmiştim. Evde yalnızlık, okulda yalnızlık, yolda yalnızlık... Bu şartlarda sınıftaki arkadaşlarımla yarışmak; onlarla aynı sınavlara tabi olmak, sonra da olabilirsen bir baltaya sap olmak. Öyle demiş ya atalarımız, altını çize çize: “Bir baltaya sap olmak!” Hiç değilse okulda öğretmenlerim biraz sahiplenseydi, derler ya annelik babalık gibi davranışlar içinde olsalardı, daha kolay olurdu. Bir iki sefer adımla seslenip, “aferin, çok güzel oldu…” deyiverselerdi… Nerede, hele bir seferinde hiç unutmam o zamandan beri, Mehmet öğretmenin tokadı yüzümde şaklayıp durur. İngilizce dersimize adı Mehmet olan bir ilkokul öğretmeni giriyordu. İngilizce sınavı olacaktık. Öğretmenim sınav sorularını saman kâğıda teksir yapıp vermişti. Sınav kâğıdını aldım, mis gibi alkol kokuyordu. Sorulara şöyle bir baktım: Duyulur duyulmaz gayrı ihtiyarı “off çok zor,” demişim. Öğretmenim. “Kim o?” dedi. Öğrenciler kopya çekmesin, yardımlaşmasınlar diye herkesin yerini değiştirmiş, beni arka sıradan orta öbeğin önden ikinci sırasına oturtmuştu. Yüzüm kıpkırmızı kızarmış bir vaziyette, “Benim,” dedim. “Gel,” dedi. Sınıfın orta yerine çıkardı, gitti ceketini sandalyeye astı, saatini masaya koydu, gömleğinin kollarını sıvadı; sonra sağlı sollu girişti. Ben on bir yaşındayım, o yirmi yaşın üstünde. Şimdi bu anıyı yazarken bile yüzüm kıpkırmızı kızardı, yine tepeden tırnağa tere battım bu havada. Şimdi bu öğretmen “eğitimciyim,” diyordur, Allah bilir kendine. Anamı, babamı, kardeşlerimi özlüyordum, bir sefercik seslerini duyuversem; dünyalar benim olacaktı! Onlara kavuşmama daha çok zaman var. Birinci sınavlar yeni bitmişti. Ali, küçük kardeşim daha altı yaşında. Anam laf arasında, “bu çocuk inşallah "çöplem" altında kalmaz, ona yardımcı olun, biz yaşlanıyoruz,” derdi. Cumartesi Demirci’nin pazarıdır. Haftada bir, eğer kamyon gelirse anam ekmek yapıp yollardı, taze taze yesinler diye düşünerek. Köyden yolcu çıkmayınca gelmediği çok olmuştur kamyonun. Fırında satılan sıcak "bazar ekmeklerinden" canımız çok çekerdi; fakat ona ayıracak kadar paramız pek olmazdı, “bazar ekmeği” alışımız sayılıdır. Köyde yaşayanlar şehirde satılan ekmeklere “bazar ekmeği der.” Gönderilen harçlıklardan hem evin kirasını, hem elektrik su paralarını öderdik. Bereket o yıllarda elektrik, su bedelleri şimdi olduğu gibi ateşten gömlek değildi. Demek ki devlet daha halkçıymış! Zaman bulursak, bir de yemekliğimiz varsa, yemek yapardık. Yoksa kuru ekmekle övün savardık. Hafta sonları banyo günümüzdü. Banyo sobasını yakıp sıra ile yıkanırdık. Öyle ben terledim, bir banyo yapayım, yıkanayım... Neredeee? Evet, yemeyi yap, bulaşığı yıka, ortalığı sil süpür, sonra dersine çalış. Genellikle çalışmaya başladım mı uykum gelir, elimde kitap uyur kalırdım. “Ders böyle çalışılır,” diyecek rehberlik edecek biri yoktu başımızda, hepimiz çocuktuk. İlk sınavlarda çok kötü notlar aldım. Bu böyle olmayacaktı, ya adam gibi çalışacak, ya da okulu bırakıp köye dönecektim. “Okuyamamış da geri gelmiş,” derlerse… “Eyvah eyvah!” Köye dönersem, omzuma torbayı takacaklar yürü bakalım hayvanların arkasına geç, çobanlığa yani. Köy hayatı zordu benim için, sevmiyordum, köylü olmak istemiyordum; okuyup adam olacağım demiştim beşinci sınıfta okurken arkadaşlarıma. Onlar da “senin kafan iyi, sen okursun,” demişlerdi. Şimdi hem onları, hem kendimi yalan çıkaracaktım… Evimizle okul arası beş on dakikalık bir yoldu. Eve doğru yürürken Fen Bilgisi Öğretmenim Birsen Gür’ün sıcak, sımsıcak gülüşü arada hal hatır sorması, hele, “oğlum yakacağınız yoksa Hilmi’ye söyleyeyim size odun versin,” demesi… Ha dedim beni seven, bilen öğretmenim varmış dedim. Ondan sonra arkası geldi. Çalıştım, çalıştım, çalıştım; “hiç kolay olmadı,” okul hayatım! Hep imkansızlıklarla boğuşa boğuşa geçti yıllarım, yine de kayıpsız bitirdim. İmkânsızlıkları olur yapmak, insanın kendi elinde olan bir şeydir. Azmin, sabrın önünde hiçbir şey duramaz. On bir yaşında bir köy çocuğunun bir başına şehirde okuması zamane çocukları için hayalden öte, ütopyadır…

  • Tut Elimden Şiir

    Tut elimden şiir Karışanım, görüşenim ol. Düşlerimi kurtar karabasandan Esin perim ol. Gör benimle şiir Gül gözlerime. Sev benimle beni Talih kuşum ol. Yaz benimle şiir Anlatanım ol. Kal benimle sonsuz İçlim dışlım ol. Gel benimle şiir Bitmez bir yola. Gez benimle şiir Gölgedaşım ol. Fuat ÖZGEN / yalova

  • Masal bu ya…

    İçimdeki çocukla bu akşam, tüm kötülükleri kenara itip, dünyayı bırakıp büyüklere. Çocukların ve çocuk yüreklilerin gülmesi için anlattık bu masalı size Var mısınız dinlemeye? Biraz uzun gibi ama sıkılmazsanız haydi gelin dinleyin siz de. Kaf dağının ardından başladı yolculuk. Hayal bu ya… Yorulmuştum Bir dalga boyuna atladım Balıklar güldü halime Bu nasıl yüzmek diye Güldüm ben de Dedim ki karada yüzüyorum ne zamandır Hadi tutun elimden uçurun maviliklere. Güneş kaşlarını çattı. Kar beyazısın, bu ne böyle? Utanarak eğdim başımı, Özledim seni diye. Işıkları ile öptü gözlerimden Al al oldu yanaklarım Boynuma yayıldı kızıllığı Güneş kahkaha ile güldü halime. Yakamozlar baktılar Hey sen neredesin? dediler Sensiz olur mu bu mavilikler? Rüzgâr kıskandı kızdı esti Islığında bağırdı “Hey ne oluyor burada?” diye Üşüttü içimi esintileri. Tamam tamam dedim darılma. Seviyorum seni de. Ay ve yıldızlar Hoş geldin demek için Yağmur olup yağdılar yeryüzüne Açtım avuçlarımı Topladım ceplerime Sonra da okşadım onları Sevgiyle. Bir merdiven bulup Dayandım Ay Dede’nin kapısına Ben geldim, küçük kayıp yıldızın Hani haşarı koşan samanyolunda Hatırladın mı? dedim. Şöyle bir baktı gözlükleri üzerinden Hoh hoh hoh diye güldü Gel buraya yaramaz Özledim seni dedi Sardı, sarmaladı sevgiyle. Bir çocuk izliyordu bizi Hüzünlü gözleri ağlamaklı, bulutlu Hey çocuk ne duruyorsun dedim. Merdivene tırman gel Bak masal da var, hayal de Hem hüzünlü gözlerine kıyamam Bulutlardan pamuk helva yapıp Vereceğim eline. Tutup elimden Tırmandı merdiveni Koşmaya başladık samanyolunda Gözleri şenlendi Yüreği güldü Masal bu ya Kaf dağının ardından Zümrüdü Anka kuşu Gelip aldı bizi Yavaşça indik yeryüzüne Gözlerimizi açtık ki Masalmış, hayalmiş Ay dede göz kırptı Sizi yaramazlar dedi Öptü saçlarımızdan, gözlerimizden Sevgiyle. Tuttum içimdeki çocuğun elini Yüreğimiz güldü Odamızda yıldızlar ve ay ışığı Pembe buluttan şeker Bozulmasın diye bu güzellikler Düşe daldık Kuş sesleri arasında Dünyayı kurtardık Sevgiyle Hadi kalın tebessümle Semihat Karadağlı /15.08.2018 / Datça / 21.13

bottom of page