top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KOCAMAR'IN ÇAMLARI

    En tepedeki kızılçamlar; baltalara, Memetlere, Osmanlara, inat yükseliyordu göğe doğru. Yerin en koyu yeşilini, göğün en mavisine taşıyordu. En tepedeki kızılçamlar büyüdükçe büyümüş, kalınlaştıkça kalınlaşmıştı. Kızılçamların gövdeleri istedikleri gibi şekil almış, bazısı gövdesini toprağa yakınlaştırmış, sonra birden güneşe doğru yönelip kılıç gibi uzatmış başını. Bazısı iğ gibi yükselmiş gökyüzüne. Bazısı da bir kara toprağa, bir gökyüzüne dost olmak istemiş kararsız. Kocamar'daki kızılçamlık en aşağıdan, kesile kesile, yakıla yakıla tepeye varmış. En tepedeki kızılçamlar Kocamar Dede'nindir. Kimse onları kesmeye cesaret edemez. Tepede, en tepede Koca Umur Dede'nin mezarı vardır. "Koca Umur Dede" bir veli midir, nebi midir, yoksa aksakallı bir evliya mıdır, onun orasını bilen yoktur. Bilinen, onun ulu bir kişi olduğudur. "Koca Umur Dede" köyün, çevre köylerin çare ocağı, kuraklığın bile ilacıdır. Yağmur dualarında kazan kazan yemekler pişirilip çanak çanak yenilir onun aşkına. Sonra da" Ekinlerimize bereket gözel ırabbım " diye dua ederler. Alevi'si de Sünni'si de onun ululuğuna inanır, hatta paylaşamazlar bile. O Sünnilerin "Koca Ömer'i," Alevilerin "Koca Umur'udur" Şevket Dede: "Sünnilerden dede mi çıkar, veli mi çıkar, o "Ehl-i Beyt'ten gelir, Hazreti Ali Efendimizin, Fatma Anamızın şefaaatına mazhar olmuştur." Koca Ömer Dede "demeyi "Koca Umur'a " saygısızlık sayarım ben! İşte o sebeptendir ki, "rivayet muhteliftir". Ama en sonunda "Kocamar" olarak benimsenmiş, herkesin Kocamar Dedesi olmuştur. Kimse oradan bir dal kesmez, kesmeye yeltenemezdi. Kesenlerin ya eşekleri ölmüştür, ya da evlerine ateş düşmüştür. Kör Bekir buna inanmamıştır hiçbir zaman. Rivayet edilir ki bir gün Kocamar'ın yücesine daha gün doğmadan, binmiş eşeğine Kocamar'ın yolunu tutmuş. Tutmuş tutmasına da, daha Kocamar'a varmadan mezarlıktan geçerken, ak bürümcekliler çıkmış yoluna karşıcı. "Acaba" demiş "olabilir mi" demiş kendi kendine. Sonra birden yok olmuş bunlar. "Göz yanılması" demiş, "anamın mezarlık umacısı" demiş ovuşturmuş gözlerini sürmüş eşeğini Kocamar'a. Kocamar'a geldiğinde gün ufuktan, Yağcıdağ'ın tepesinden çıkmamıştır daha. Eşeği çilbirinden çekerek, bir melengiç çalısına bağlamış, sonra da yem torbasını boğazına takmış. Yanında getirdiği yarım ekmeği bir taraftan yemiş, bir taraftan da keseceği ağacı bellemek için keşfe çıkmış. Gözüne kestirdiği bir çamın dibine varıp oturmuş, nacağını iyice eğelemiş. Sonra "ya Allah bismillâh "deyip nacağı çamın gövdesine tam vuracakken elindeki nacak Bedire Deresi'ne doğru "dâh" edip gitmiş, giderken de kuru bir çam dalına çarpmış, o da gelmiş Bekir'in sol gözüne ok gibi saplanmış. Bekir ne olduğunu anlayamamış. Birden üstü başı kan revan içinde kalmış, ağlamaktan bile korkarak gözündeki çam parçasıyla köye geri dönmüş. O günden sonra herkes ona "Kör Bekir" demiş. Bundan böyle hiç kimse Kocamar'dan bir dal kesmemiştir. Kesmek isteyenlere de bu söylenceyi anlatmışlar. Aradan yıllar geçmiş, yalnız şehirdeki telli telefon köye kadar gelmemiştir daha. Bu arada Kocamar'ın çamları da büyüdükçe büyümüş, kalınlaştıkça kalınlaşmıştır. Şerife'nin Şerif Ali'si "stil" marka bir odun motoru almış. Stil en yaman çamlara bana mısın bile demez. İki insanın zar zor kavuşturduğu ağaçları dakikada yere sermekte, dümdüz etmektedir ortalığı. "Gız Şerife, Gız Şerife! Benim iş giyitlerimi hazırla, torbama da bir iki parça gavut, peynir, susam ezmesi koy, oduna gideceğim!" "Hemen şimdi hazırlarım, sabret biraz ocağa sütü bindireyim, azcık bekle eyi mi?" “…” "Şerif Ali nereye gideceksin sen oduna bakem?" "Kocamar'a." "Kocamar'a mı?" "He ya, Kocamar'a, Kocamar'ın en tepesine." "Hem de en tepesine he? Etme herif gözünü seveyim, ocağımızı mı garartacaksın sen bizim?" "Kör Bekir'in acısını alacağım bugün Kocamar'dan. Koca Ömer'miş! Ne Koca Ömer'i be, bal gibi alevi dedesi Koca Umur işte. Koca Ömer olsa hiç Bekir'in gözünü çıkarır mıydı? Yıkıp yere vuracağım Kocamar'ın en yaman çamlarını. Her gün birini kessem; stilimin borcunu bir aya varmaz öderim. Keseceğim anasına satayım, ne olursa olsun. Ben hiç kimseden, hiçbir söylenceden korkmuyorum. Koca Umur'dan da korkmuyorum. Keseceğim, yine keseceğim." "Şerif Ali'm, bana acımıyorsan İbiram'a, ona acımıyorsan; karnıma koyduğun bu günahsıza acı!" "Gız kafasız gadın, Kocamar'da gocaman gocaman çamlar, goyu gara yeşil kafaları gara gırmızıya çalan gövdelerini bir traktör almıyo, gözünü sevdiğim Şerife'si. Hem yolu düzgün, kesip doğramak, sarıp getirmek çok efen. Efen olduğu gada da ucuza mal oluyo, ne olcak, aha şura!" "Etme ne olur, ayağını öpeyim, Kocamar Dede'nin öfkesini hanemize taşıma, gurban olayım ne olur, çoluğu çocuğu el âleme muhtaç etme!" "Ben bir traktör odun için ta çaydan öte yakaya geçiyom, senin habarın var mı gız? Hem de ne gidiş ne gidiş, sen bilmezsin. Yollar uçurum, coplan dere. Sen coplan dere nedir biliyon mu gız? Domuzların cirit attığı, andıkların oynaş tuttuğu yerdir orası. Bir yuvarlansam, bir paçam kalmaz akbabalara. Ben Kocamar'a gidiyom, alevi dedesinin ulu çamlarını yere sereceğim!" İşçi giyitlerini üstüne geçirdi Şerif Ali. Stilini eline almadan uzun konçlu kırmızı çizmelerini eline alıp ters getirdi; çizmenin içindeki ağaç talaşları öteye beriye saçıldı. Şerife'nin merdiven kapısına astığı azık torbasına uzandı. Şerife ondan önce davrandı torbayı çekti aldı. "Hiç utanmıyorsun değil mi, pis kokar, elbiselerini, boklu donlarını yıkadığım yetmiyormuş gibi çizmelerinin pisliğini evime taşıyıp içini boşaltıyorsun. Sen bi de beyoğlu olacaksın! Kokarlar be, leş kargaları be, Pissiniz pis! Ben geldikten sonra eviniz süpürge yüzü gördü. Hadi yalan de bayırın kokarı!" "Gız bana bak, sarhoş dürzünün dölü, babamın beyliğine dil uzatma, koparırım dilini." "Uzatırım, hem de uzatmaktan öte bile geçerim!" "Gız sabah sabah günaha sokma beni, şimdi çiğnerim seni şurada, sarhoşun gızı!" "Ne yaparsan yap be, gözüm görmesin cehennem ol git, nereye gidersen git, defol!" "Kocamar'ın çamlarını kesip kesip satacağım. Alıcım bile hazır bugün: Seydul Hoca! "Ben odun isterim Şerif Ali, nereden getirsen getir," dedi. Vereceği kırmızı yirmilikleri bile gösterdi Mustafa Çavuş'un kahvesinde." "Git gözün kör olsun, gideceğin olsun da geleceğin olmasın emi!" diye beddua etti Şerife. Kuşluk vaktiydi. Şerif Ali, kırmızı Massey'nin üstüne kuruldu. Vitesi boşa aldı; anahtarı çevirdi, bastı marşa. Beklemeden "harrt" diye aldı motor. Ayağını gaz pedalının üstüne koydu bastı sonuna kadar. Karşı evlerin kadınları kaş kaş oldular, cam cam oldular. Önce Şerif Ali'ye, sonra da, Şerif Ali'nin kırmızı Massey'ine baktılar. Şerif Ali, eldivenlerini takmış, Şerife'nin kurbanlığının yününden ördüğü başlığı başına geçirmişti. Kırmızı meşin çizmeleri ayağındaydı. Ayaz günler kemik gibi oluyordu. Ayağına giymeden önce Şerife sobanın yanında ısıtır, sonra giyerdi; zaten ısıtmadan giymek mümkün değildi. Ayakların demir bir çukura düşmüş gibi olurdu. Şerif Ali'nin çizmeleri eskimiş, iki yıl olmuştu alalı. "Bu yıl da idare etsin seneye alırım "diyordu Şerife'ye. Yırtıklarını eski pabuçlardan kestiği parçaları kızgın bir demirle dağlayarak yapıştırıyordu. Güneş beş altı adam boyu yükselmiş, gökteki yerini almıştı. Yakmayan bir güneşti bu. Kör bir aşığı ısıtan sevgili gibi ısıtıyordu adamı. Ne hoştu! Şimdi esintisi olmayan bir yerde saatlerce oturmak! Şerif Ali, atkısını gözüne kadar bir güzel sarıp sarmaladı. Sırtında Alamancı Memet'in verdiği meşin ceket vardı. Korunması lazımdı soğuktan. Kasıla kasıla sürdü kırmızı Massey'ini köyün içinden. Yolda gördüğü bir kaç kişiye selam vermek için kornaya basıyordu kıvançla. Kocamar'a geldi, kimsecikler yoktu görünürlerde. Stilini çalıştırmadan önce keseceği kızılçamları bellemek için sağına soluna bakındı. En gösterişlisini gözüne kestirdi. Yalnız ötesinde berisinde pırnal, melengiç çalıları bitmişti, onları temizlemek de zaman alacaktı, vazgeçti. Hemen o çamın yirmi metre ötesinde başı yazdan kalma üveyik, alakabak yuvalarıyla kaplı olanını kesmeye karar verdi. Nasıl olsa fark etmezdi; ağaç ağaçtı. Gitti römorkun üstündeki stilini aldı. Beyaz bidondaki benzini stilin deposuna boşalttı. Kolunu çekti, çekti çalıştıramadı. Motor soğuktu, ısınması gerekiyordu. Bir iki daha denedi fayda etmedi. Bujileri söktü. Oracıkta bulunan pürçekleri çakmağı ile yaktı, üstüne bir iki çam çırpısı, çam kozası attı, ocağı kuvvetlendirdi. Bujileri ateşte biraz ısıttı, yerine taktı; asıldı kolu. "Oh be,"dedi bu sefer olmuştu, çalıştı motor! "Ya Allah bismillâh, gör bakalım Kocamar Dede, Şerif Ali'nin kim olduğunu, kim gurtulabilirmiş elinden!" Çamın dibine geldi, gözünü ağacın tepesine çevirdi, ayağı ile ağacın hemen dibinde çıkan murt çalısını araladı, stilin bıçağını çamın gövdesine sürdü. Keseceği yeri işaretliyordu. Daha stilin gazına asılmamış, keskin palet dönmeye başlamamıştı. Motor çalışıyordu; gır gırr gırrr. Bu esnada tarifi imkânsız bir ürperti geldi, beynine çöreklendi. Stili yere koydu, gözlerini açtı kapattı, etrafa göz gezdirdi, vızlar sinek yoktu, insanı kıyık kıyık kesseler sesini duyan olmayacaktı. Başını yukarıya kaldırdı. Sabah esintisi yavaştan sallıyordu ağaçları. Kızılçamın koyu kara yeşil yapraklarına takıldı gözü. Kuş yuvaları boştu, uçmuş olması lazımdı yavruların. Daha dikkatlice dingil tepesine göz atmak istedi, çamın dalları izin vermedi buna. Koyu kara yeşil, koyu kara, kapkara oluvermişti. Stil yerde kendi kendine çalışıyordu hâlâ. Gözlerini iyice ovuşturdu, bulunduğu yerde tam bir daire çizdi. Ürperti korku oldu, kilitledi elini ayağını. Belli ki keskin bir telaşın ağına düşmüştü şimdi. Kendini merak etti Şerif Ali, gözlerini merak etti Şerif Ali. Gömleğinin cebindeki artist fotoğraflı cep aynasını çıkardı; kendine baktı: Gözleri kızarmış, bir korku gelmiş, dört bir yanını çevrelemişti. Bir ölünün sıfatı saplanmıştı cemaline. Tekrar bulunduğu yerde tam bir daire daha çizdi. Gözlerini kapattı açtı, ovuşturdu; hızlı hızlı başını sağa sola çevirdi. Sonra, kaptığı gibi stili, çaldı kızılçamın gövdesine, neredeyse öbür tarafa geçecekti palet. Aynı hırsla karşı tarafına da çaldı. Sonra birden stilini çekmesine fırsat bulamadan ulu çam kesildiği yerden ayrılarak önce stilinin üstüne, sonra da Şerif Ali'nin üstüne devrildi. Şerif Ali neye uğradığını, ne olduğunu anlayamadan bastı çığlığı, bağırdı cini gelesiye. Feryadı karşıda bulunan Kirazlık Ormanlarından ses verdi. "İmdat! İmdattt! "Sesi yıldıza çıkıyordu Şerif Ali'nin... Kirazlıktaki, kurtlar, çakallar, domuzlar, andıklar kulak kesildi... Şerif Ali'yi tam belinden bastırmıştı ulu çam. Mümkünatı yok kıpırdayamıyordu. Hiç kimse Şerif Ali'nin yardım isteyen sesini duymuyordu. Koyunlarını otlatmaya gelen çobanlar da yoktu ortalıkta, eşeğiyle oduna gelen Oduncu Yunus da... Yer yarılmış da bütün insanlar yerin yedi kat altına gark olmuştu sanki. "Demek Kocamar etti edeceğini bana." dedi Şerif Ali."Ya sesimi kimseye duyuramazsam, ya andıklar beni Şerife'me kavuşamadan parçalarsa, ya İbiram'ımı göremezsem bi daha... Ya buralarda ölür kalırsam ya! Eyvah mezarım bile olmaz o zaman..." Ağlamaya daha çok ağlamaya başladı o anda. Sesi öte yakaya, ta çaydan öte yakaya ulaşıyordu. Yağcıdağı'nı, Bedire Deresi'ni sarsıyordu. Kirazlık'taki; kurtları, çakalları, andıkları sağır ediyordu."Şerife'm, Şerife'm, Şerife'm, Şerife, Şeri..." sesi kısıldı gitti. Boyun damarları patlamış, ses telleri çatlamıştı sanki. Başı sağ tarafına düşmüş, gözleri beyazlamaya, damarları morarmaya başlamıştı. Ölüm hemen yanı başına gelmişti, ölüm beyninin içine çöreklenmişti. Hoş geldin diyemiyor yalvarıyordu."Ey gözel ırabbım benim, ne olur çocuğuma, doğmamış bebeme, Şerife'me bağışla canımı." "Şerife! Şerife!" Tekrar bağırmaya yardım istemeye başladı."Ya ben ölürsem ya Şerife'me başkası sahip olursa, ya, ya..." Oduncu Yunus'un kulağına bir ses çalıyordu uzaklardan, anlaşılır anlaşılmaz. Kulak kabarttı, bu ses, Şerif Ali'nin sesiydi. Akşamdan da Kocamar'a oduna gideceğini söylemiş; ama o pek ihtimâl vermemişti buna. Ses Kocamar'ın tepeden geliyordu. "Allah Allah" dedi "sabah sabah olacak şey değil; düş mü görüyorum yoksa? "Kıpırtısız durdu, dinledi. "İmdat, imdattt!" Kocamar'ın tepeye doğru hızlı hızlı koşmaya başladı. Koştu, koştu. Ayakları birbirine dolaşmaya başladı, nefes nefese kalmıştı, "azcık soluk alayım."dedi. Bir dakika ya durdu ya durmadı. Sonra son bir gayretle yolu tekrar ele aldı. Tepeye geldiğinde, ulu bir çamın Şerif Ali'nin üstünde olduğunu gördü. Yanına vardığında sesi soluğu çıkmıyordu... Eğildi yüreğinin atışını dinledi:"Çok şükür Allah'ım yaşıyor" dedi."Dayan Şerif Ali'm, teslim olma gurtacem seni! Şerife için, İbiram için; doğacak beben için sık dişini, gurtacem seni!" Oduncu Yunus, işin kolayını bilen adamdı. Hemen oradan iki kösük kesti. Ulu çamın altına sokup yuvarlamak istedi. Ağaç iyice bastırmış, toprağa yapışmıştı neredeyse. "Biraz daha geriden kaldırmak gerekiyor" diye düşündü. Biraz geriden kaldırmaya başladı. Kaldırdığı yerin altına koca bir taş sürdü. Sonra aynı şeyi iki kez daha tekrarladı. Bundan sonra kolaydı artık ağacı yuvarlamak; tek eliyle bile kaldırabilirdi koca çamı. Öyle de yaptı, kaldırdı, yuvarladı. Oduncu Yunus, Şerif Ali'yi kurtarmıştı. Şimdi onu köye, acele doktora yetiştirmek gerekiyordu. Ama nasıl, traktörü kullanmasını bilmiyordu ki, oysa Şerif Ali," Yonis Aga, "gel sana bu gavur işinin kullanmasını öğreteyim, bakarsın bi gün işimiz düşer. Senin on beş günde getirdiğin odunu bi seferde getiririz, sen de kahvede oturursun." demiş, o kabul etmemişti. "Neme lazım benim Şerif Ali motor sürmek, bu yaştan sonra pilot mu olacağım?" demişti. "Hay gavurun Yonis'i, şu senin cahal kafan neye mal oldu bak, keçi inatlı adam! Öğrensen ne olurdu yani, sürmezsen sürme Gavurun Yonis'i! Ne oldu şimdi, ne oldu ?" Kendini suçluyordu Oduncu Yunus. Sonra birden ayakları yere basan (!) şeyler düşünmeye başladı... "Kocamar'a baş kaldırmanın sonu böyle olur işte. A Şerif Ali, senden akıllı yok mu bu goca köyde, yakın yakın kesivecen hemen, sonra da dönü dönüvecen köye. Herkesin uyanığı sen misin be hey Şerif Ali?" Acele etmek lazımdı. Köye gidip gelmek çok geç olacaktı, bir şey yapmalıydı, ama nasıl? "Ben akıllı bir adamım." dedi Oduncu Yunus."muhakkak bir şey bulmalıyım." Hemen Kocamar'ın çamlarından iki ince çam kesti. Dallarını gövdesinden ayırdı, temizledi."Beni cezalandırmaz, can alıcı değil; can kurtarıcıyım. "Bir koşuda eşeğini aşağıdan getirdi. Kestiği ağaçların birini bir yanına, diğerini öbür yanına bağladı. Üstüne de çam dallarından bir döşek hazırladı, Şerif Ali'yi yatırdı buraya, sonra "deh"ledi. "Deh, dehh!" Şerif Ali'yi köye de doktora da yetiştirdi. Kurtuldu Şerif Ali, ölmedi, ölmedi; lakin ölmekten beter oldu. Alt tarafı işlemez oldu Şerif Ali'nin, alt tarafı tutmaz oldu Şerif Ali'nin. Tuvalete gidemez oldu, donunu toplayamaz, uşkurunu bağlayamaz oldu. Büsbütün Şerife'nin eline bakımlı kaldı. Şerife'nin söyleyeceği çok şey vardı, hepsi de dilinin ucuna geliyor, bir kelime demiyor, hepsini içine atıyordu. Lakin delici bakışlarıyla Şerif Ali'yi bitiriyor, eziyordu… Gencecik Şerife, güzel Şerife, ateşler içinde yalım yalım yanıyordu geceleri. Şerif Ali tükenmişti, Şerif Ali bir hiçti. Şerif Ali bir gölge, belki gölge bile değildi... Yalımlar içinde yalabık gibi yanan Şerife, derdini çocukluk arkadaşı Hatice'ye ağlaya ağlaya anlattı, ağlaya ağlaya her bir şeyi uzun uzun anlattı. Hatice, Şerife'yi ağlaya ağlaya dinledi, derdine ortak oldu. Akşam eve gelince unuttu Şerife'yi, unuttu Şerife'nin çilesini. Yatağa girince de kocasına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattı. Daha o an kocasının içi geçti, iştahı kabardı. O gece sabaha kadar gözüne uyku girmedi... Köyün kahvelerinde, Şerife'nin yalabık gibi yalımları konuşulmaya başladı gece yarılarına kadar...

  • CİNCİ HOCA

    Şükriye hem enine, hem boyuna sınıfın en kuvvetli öğrencisiydi. Ablası ebeydi. “Ebe Hanım!” Yeni atanmıştı köye, bir de babaları vardı: Muhittin Hoca! Muhittin Hoca, az konuşan biriydi. Köy halkının yabancılara olan sempatisinden dolayı kafasına uygun, konuşup anlaşabileceği birilerini bulmuştu. Muhittin Hoca, defineciliğe meraklı biridir. Köye dair topladığı bilgilerden köye beş kilometre mesafede Lidyalılara ait tarihi bir mekânın olduğunu öğrenince, köye bir an önce varmanın ıstırabı ile yanıp tutuşur. Yağmurdan sonra köylü, ellerine aldıkları sopalarla dere kenarlarında, suyun akıntı ile erozyon oluşturduğu yerlerde sikke, tarihi eşya arardı… Ders başlamıştı, Cafer amcam okula gelip İsmail öğretmenden iki arkadaşıma daha izin aldı: Cemil, Şükriye. Amcamın neden izin aldığını bilmiyordum, sorduğumda, “öğrenirsin, merak etme,” dedi. Cemillerin evine doğru gidiyorduk. Cemillerin evi, diğer köy evleri gibi ahşaptı. Evin her yerinde kızılçam kerestesi kullanılmıştır. Merdiveni bile üç basamak taştan sonra, ahşaptı. Çardak denilen yere döşenen, apteslik dedikleri, bulaşık yıkama yerine, sineklik adını verdikleri banyoya, tavanlara, korkuluklara, evin çatısına… her bir yeri ahşap. Fakat öyle gösterişli, işlemeli değil, gelişigüzel çakılan, gelişigüzel döşenen tahtalar... Kış günlerinin karasal ikliminden dolayı evleri ısıtmak imkânsızdır. Isınmak için kullanılan sobalar bile kendini zor ısıtmaktadır. Anamın ifadesiyle, “önün nohut kavurur, arkan harman savurur!” İçeri girdik. Muhittin Hoca, babam, bir de Cemil’in babası, oturmuş bizi bekliyor. “Gelin gelin, hoş geldiniz,” dedi Muhittin Hoca! Biz de duyulur, duyulmaz “hoş bulduk,” dedik! Utana sıkıla yerimize oturduk. Mahcubiyetimiz büyüklerin yanında öyle rahat rahat oturmaya alışkın olmadığımızdan. Köy çocukları utangaç olur ya ona sebep de olabilir belki de. “Karnınız aç mı çocuklar,” dedi Muhittin Hoca? Hiçbirimiz “açız,” diyemedik!” Amcam, “açtırlar, ne varsa elgerin, azcık bir şey yesinle,” dedi. Cemil’in babası, az sonra birer dilim ekmeğe tereyağı, üstüne de salça sürmüş, getirdi. “Hang” yin,” dedi. Acıkmışız. Dakikada yaladık yuttuk. “Doydunuz mu?” dedi Muhittin Hoca! “Doyduk,” dedik. “Doymadılar, dedi amcam elgerin birer dilim daha yesinle,” dedi. Birer dilim daha yedik, Az öncenin durgunluğunu atmış, yavaş yavaş sorulara daha anlaşılır cevaplar vermeye başladık. Ortaya bir kap getirdi Cemil’in babası, kabın üstü örtülüydü. Muhittin Hoca anlamadığımız bir lisanda bir şeyler okumaya başladı. Sonra gözlerinizi kapatın, ben açın demeyince de açmayın,” dedi. “Tamam,” dedik. Bir zaman öyle durduk, sonra “yavaşça açın gözlerinizi” dedi. Açtık gözlerimizi, tabağın üstündeki örtüyü kaldırdı. “Beni dinleyin çocuklar dedi. Ortam ciddileşmiş, kimse konuşmuyor, Muhittin Hoca’nın talimatları duyuluyordu yalnızca. “Benden başka kim ne sorarsa sorun cevap vermeyeceksiniz, ben ne dersem onu yapacaksınız. “Tamam,” dedik. “Şimdi dikkatlice suyun içine bakın bakalım, ne görüyorsunuz söyleyin,” dedi. “Aaaa dedi Cemil, Muzaffer aga’yı gördüm, Aaaa Alirıza aga’yı gördüm, Hasan Aga’yı da gördüm. “Anlatın ne yapıyorlar dedi Muhittin Hoca. “Okulda örtmen tahtaya kaldırmış, bir şeyler yazıyola. “Sen de görüyor musun dedi Şükriye’ye, ben de görüyorum, ama ben kim olduklarını bilmiyorum.” “Aferin,” dedi Muhittin Hoca, ben “gördüm görmedim” hiçbir şey demedim. Hiçbir şey görmemiştim çünkü… Muhittin Hoca bende ki tereddüdü görmüş olacak ki durdu. Gözlerini bana çevirdi. Sakince, sözcükler tane tane çıkıyordu ağzından. “Sen ne gördün evladım?” dedi. Kıpkırmızı kızardım, arkadaşlarım ne güzel anlatıyordu gördüklerini: "Şehirde okuyanlar köyden Haconkule’ye yürüyerek gitmişler, orada arabaya binip Demirci’ye gitmişler. Bu mevsimde Kocadere’de su çok olur, zorlukla geçmişler, geçerken de üstleri başları ıslanmış. Sonra yolun yakınında bir yere palamut meşesinin altına ocak yakıp kurulanmışlar. O nedenle sabah postasına değil de öğleden sonraki, postaya binip gitmişler…" Ben hiçbir şey görmemiştim, onlar her şeyi o kadar güzel anlatmışlardı ki… Kızıyordum kendime, “ben neden göremiyorum ki dedim?” “Ben bir şey göremedim,” dedim. “Niye göremedin” dedi Muhittin Hoca! “Sen neden göremiyon,” dedi babam. Çatlayacak gibi oldum, benim neyim eksikti, neden göremiyorum, bilmiyorum! Elime bir kâğıt tutuşturdular. “Şimdi göreceksin dediler, suyun içine iyi bak,” dediler. Suyun içine daha bir dikkatli, gözlerimi yırtarcasına baktım. Yine tabağın dibinde siyah bir nokta, başka da bir şey yoktu. “Şimdi ne gördün?” dedi Muhittin Hoca. “Hiçbir şey göremedim yine” dedim. Kendime daha çok kızmaya başladım. Babam da kızıyordur herhalde, onlar görüyor onun oğlu göremiyordu. Göremedim işte, neden göremedim ben de bilmiyorum. Sonra Muhittin Hoca seni köpek ısırdı mı hiç?” dedi. “Isırdı, dedim, aha bak bacağımda izi var,” deyip gösterdim. “Tamam dedi sen ondan göremedin,” dedi. Bundan sonra benimle ilgilenmediler, ben suyun içine bakmaya devam ettim, fakat hiçbir şey göremedim. Arkadaşlarım anlattıkça anlattı. Muhittin Hoca onları, adeta uçan bir halıya bindirmiş, oradan oraya gezdiriyor, onlar da gördüklerini ballandıra ballandıra o kadar güzel anlattılar ki… Birden ikisi de durdu. “Ne oldu? Dedi Muhittin Hoca. “Biri bir şeyler yazmaya başladı tahtanın üstüne, durmadan yazıyor.” “Ne yazıyor, yazdıklarını okuyun?” dedi. “Okunmuyor, yazdıklarından hiçbir şey anlaşılmıyor,” dedi arkadaşlarım. “Benim dediklerimi hiç kaçırmadan aynen tekrar edin,” dedi. “Tamam,” dedik. Ben de tamam dedim. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Tekrar ettik. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Okudu arkadaşlarım. Burası Nalıntepe dediler. Burada bir mezar varmış, mezar palamut ağacının altında, yanında da bir yemiş ağacı. Ancak bir şey var mezarı gök bir keçi bekliyormuş. Muhittin Hoca, “gök keçi varsa oraya yaklaşamayız! Orayı şeytan bekliyor anlamındadır,” dedi. Arkadaşlarım yolculuklarına devam ettiler. “Burada kocaman bir ev yıkıntısı var!” “İyi bakın” dedi Muhittin Hoca. “Burada kocaman kocaman düzgünce kesilmiş taşlar var!” “Başka neler görüyorsunuz dedi Muhittin Hoca?” Daha dikkatli bakmaya başladık, ben hiçbir şey göremiyordum; yine de dikkatli bir şekilde bakıyordum. “Hiçbir şey göremiyoruz dedi arkadaşlarım... “Dur dur, dedi Cemil, bir sandık görüyorum!” Odada bulunan herkes hareketlendi. Muhittin Hoca kendinden geçti, aşkla, daha bir coşkuyla okumaya başladı tekrar. “Tekrar bakın, dikkatli bakın dedi yalvaran bir sesle!” Böyle derken sesi titriyor, heyecan kasırgasına tutulmuşa dönüyordu adeta. “Nevuttun’a soralım dedi anlaşılır, anlaşılmaz bir sesle. Okumaya başladı, heyecanı sürüyordu hala, sesi titrerken yalvarıyordu Nevuttun’a! Arkadaşlarım “yine tahtaya bir şeyler yazmaya başladı, ama okunmuyor,” dediler. Dediklerimi tekrar edin dedi yine Muhittin Hoca. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Tekrar ettik, ben de tekrar ettim. “Nevuttun, hocamın selamı var, yazınızı daha büyük, daha okunaklı, açık açık yazın!” Yazılanları okudu arkadaşlarım. “Bu sandığa kırk senede ulaşamazsınız, içindekiler size ait değil!” … O gün kendilerine uygun bir şeyler bulamamışlardı. Bir müddet sonra oradan ayrıldık. O günden sonra Muhittin Hoca’nın adı “Cinci Hoca’ya çıktı. Muhittin Hoca’nın namı komşu köylere kadar ulaşmış. Ebe Hanım’a iğne yaptırmaya gelenlerle birlikte Cinci Hoca’ya yıldızlama güttürmek, muska yazdırmak için gelenlerle dolup taşmış. Dediklerine göre Muhittin Hoca’nın eşi yokmuş. Beş yıl önce ölmüş. Köyde ona dair anlatılanlar efsanedir. Hoca’yı kıskanan cinlerin dişileri eşini boğduğunu söylerken, birileri ince hastalıktan öldüğünü, başkaları da Muhittin Hoca’ya aşık dişi bir cin Hoca’nın karısını kıskandığı için zehirlemiş… Muhittin Hoca’nın kapısı dertlilerle, sıkıntılılarla dolup taşmış, her gruptan, kadını, erkeği… Gelenlerden biri de evlenmeyen adı Firdevs olan bir kadındır. Firdevs her gün Muhittin Hoca’nın evine gider, onun seveceği bir şeyler götürürmüş. Günler aylar böyle akıp giderken Ebe Hanım, babasının durumundan rahatsız olup ilçe sağlığa gider, acil olarak tayininin yapılamasını ister. Bir haftaya varmaz, Ebe Hanım’ın tayini yapılır Ebe Hanım, meyil bilmem ne hakkı kullanmadan aniden köyden ayrılır! Firdevs’in evlenmemesini, abisinin yanında bir sığıntı gibi yaşamasını fırsata çevirmek ister Muhittin Hoca: “Seni seviyorum, senden hoşlanıyorum, seni kraliçe yaparım, ta göbeğine kadar sarı lira yaparım, renk renk güzel güzel elbiseler alırım. Sen benim hayatıma zenginlik getirdin, yaşama umudumu çoğalttın!” “Ben de seni, fakat agamın ırzasını almadan olmaz!” “Abin tamam demez, isterim istemesine de…” “İste o zaman, neye bekliyon?” “Vermez, çünkü senin gibi bedava bir işçi bulmuş!” “Orası öle de, başka türlü de nasıl olcak ki?” Kararını vermişti Muhittin Hoca, kaçıracaktı Firdevs’i, nasıl yapacağına dair de kafa yormaya başlar. Tayini çıkan Ebe Hanım, kardeşi Şükriye ile köyden ayrılmıştır. Muhittin hoca’nın daha işi bitmemiş, köyden, çevre köylerden gidip gelenler akın akın gelmeye devam eder. Gelirken de evlerinde ne var yok bir şeyler getirirler. Muhittin Hoca’nın aş ekmek derdi olmaz Bir akşam Firdevs akşam yemeği için, Muhittin Hoca’ya yemek getirmiş. O da” gel gel iki laflarız, ben yiyim, sonra tabakları götürürsün!” demiş. O da "tamam" deyip içeri girmiş Firdevs! Plan tıkır tıkır işlemeye başlamış. Güneş çoktan batmış, akşam ezanı okunmuş, ahali, akşam yemeği için sofranın başına geçmiş. Sokaklar boştur. Elektrik henüz daha köylere ulaşmamış, gaz lambaları ile aydınlanmaya çalışırken, öte yandan yoksulluğu, yokluğu en derininden yaşamaktadır. Gaz lambalarının küçük numaralı olanları alınırmış. 14 numaralı lambaları, durumu biraz daha iyi olan aileler alırmış, 5 ve 7 numaralı lambalar az gaz tükettiği için çok tercih edilen lambalarmış. Cipçi Alim, kısık bir düdük sesi ile geldiğini haber vermiş. Muhittin Hoca işini bitirmiş, Firdevs’i uyutmuş, beklemeye başlamış. Kapıyı açmış, Alim de koşup gelmiş, Firdevs’i birlikte taşımışlar arabaya. Birkaç dakika içinde Land Rover marka cip köyün girişindeki okulun yanından bayır aşağı salınıp gitmiş... Muhittin Hoca, Firdevs’i Güneydoğu illerinden birine bir köye alıp götürmüş. O günden sonra kimse Firdevs'e dair bir haber alamamış, onun nerede olduğuna kimse bilememiş... 25-07-2020 Salihli

  • Midas Kulaklılar

    Ülkenin en güzel okullarından biriydi. Bu okulda okumak, Ankara’da ODTÜ, İstanbul’da Boğaziçi okumak kadar kıymetliydi. Her öğrenciye nasip olmasını tevekkül ile açıklamak zekâyı, çalışmayı değersizleştirir. Okulun kıyısından köşesinden geçmek bile insana tarifsiz bir keyif verirdi. Öyle bir keyif ki yüreğine, beynine bir mıh gibi çakılırdı. Böyle okulları tanımayan birini yönetici yaparsanız, sudan çıkmış ördeğe döner. Bakanlığın böyle kurumlarda görev alacak yöneticileri hizmet içi eğitimlerden, birtakım testlerden geçirmesi lazımdır. Müdür olacak biri önce staj yapmalı, oranın havasını koklamalı!. Çünkü o çocuklar senden fersah fersah ileride. … Okulun girişindeki demir kapı her daim açık olsa bile Mevlana’nın “kim olursan ol, yine gel sözüyle açıklanamaz. Kapının açık olması Emre’m Yunus, Bektaş Veli bizde, biz ondayız demektir. Tam demokratik tam bağımsız Türkiye’yi biz kuracağız, işte bu güzel insanlar buradan çıkacak... Kapıdan ana binaya doğru yürüdünüz mü ıhlamurlu yoldan geçersiniz. Bahar aylarında ıhlamur çiçeklerinin kokusu alıp götürür sizi, tek gamzelinin gamzesinin içine bırakıverir. Ihlamurlu yoldan sağa saptığınızda kırk elli adım sonra ulu bir fıstık çamı gelir önünüze . Fıstık çamı yeşilin en güzel rengiyle büyüler insanı. Başındaki iğne yapraklar öyle sıktır ki arasından bir kuşun geçmesini şöyle bir bırakın, sinek bile geçemez. Sık dallar top gibidir, “gelin canlar bir olalım dercesine,” kucaklaşmıştır. Dutlu yol, çevre yolu ile sınırdır. Üstünde dikenli teller olan taş bir duvar, okulun çevre ile bağlantısını keser. Yolun iki yanında, cins cins dut ağaçları vardır. Her birinden birer ikişer yemeye kalksanız, şeker komasına girersiniz. Dutların arasına serpiştirilen bademlerin nefaseti Datça dağlarının bademleri ile tozlaşarak, Ege’nin Poseidon’un aşkıyla apayrı lezzet almıştır. Badem zamanı geldi mi, öğretmeni, öğrencisi badem ağaçlarını ziyaretgâha çevirir. Zeytin ağaçlarının altına, çocuklar, konuşup söyleşsinler diye yapılan oturamaklar, dostluğun, kardeşliğin çoğalmasına vesile olur. Dutlu yol, okulun dillere destan buluşma, kavuşma, dertleşme, aşkı ilan etme, sevdayı göğün en yükseğine asma, öğretmeninden, müdüründen gizli gizli sigara içmeye ev sahipliği yapan efsane mekana, koruya götürür. Ağaç denizidir burası. İrili ufaklı çamlar, serviler, tadına doyulmaz çatlamış, altından balı sızmış incirler, bademler… Bir çamın altına otur, al başını git, düne, sevdiklerine, tek gamzelinin gamzesinin içine, ya da ülken adına daha güzel yarınlar kurmaya… Bir yönetici atadılar, hani müdür derler ya öyle bir şey işte. Züccaciye dükkânına giren fil gibi her bir şeyi, her bir teamülü yerle yeksan etti. “Ben dedi, ben dedi… Yine ben dedi. Ben dedi bu okulun müdürüyüm dedi. Ben ne diyorsam o dedi. Ben bu okulun müdürüyüm dedi.” Gelişimini tamamlamayanlardan uzun kulaklar buldu kendine. Uzun kulakları, uzun kulaklara eklemleyerek, Midas’ın kulakları gibi şapkalara sığmayan ayak altlarında sürünen her bir şeyden haberi olan hem göz, hem de kulak upuzun kulaklar yarattı. Midas kulaklılar, yıllardan beri canciğer, “yârin yanağından gayrı" her bir şeyi paylaşan canları bile oklu bıçaklı düşman ettiler birbirine. “Ben müdürüm, ben her şeyi yaparım, yaptıktan sonra da kanun nizam arkamdan gelir,” deyip yakıp geçti, yıkıp geçti. Yürüdü, yürüdü, baktı yürümekle olmuyor; koştu, koştukça koştu. Koşarken her şeyi devirip geçti. Geçtiği yerlerde ot namına bir şey kalmadı, cayır cayır yandı. Ihlamurlu yolun ıhlamurları, çiçekleri buna sebep kuruyup gazel oldu. Ön bahçenin çekirdekli, tatlı portakalları, ıhlamurların derdinden dertlenip döküverdiler çiçeklerini. … “Bir gün okula müfettişler gelmiş, sorguya çekiyormuş herkesi,” dediler. Yunus yurdu, güzel insanlar yetiştiren mekân bir yıldır Tantalos işkencesini yaşıyordu adeta. Kimse canı kadar sevdiği okuluna gitmek istemiyordu bir türlü. Herkesi yıldırmış, canından bezdirmişti Selami Müdür! Tutunacak bir dalları, sığınacak bir limanları olmayan eğitimin emekçileri birlik olmayı bir türlü beceremezler öteden beri, hep bir kurtarıcı bekler dururlar. O kurtarıcı da gelen uzay mekiğini kaçırdığı için, gelecek mekiğe kalmıştır… Midas kulaklılar, Selami Müdür’ün odasına girip çıkıyor, kakara kikiri vur patlasın, çal oynasın günü gün ederken, eğitimin hakiki emekçileri psikolojik baskıyı, yeni tabirle mobbingi iliklerine kadar yaşıyordu. Emekliliği gelenler emekli olmayı, ötekiler ise, başka okullara tayin istemeyi düşünüyorlardı. İnsanlığın istikballerinin üstüne çöken karabasan çalışma isteklerini alıp gitmişti. “Ben derdimi sınıfın kapısında koyuyorum,” diyen eğitimin emekçileri, dertlerini sınıfın kapısında koyamıyorlardı. “Ben Erdem Polat, matematik öğretmeniyim. Kaç yıl oldu bu okulda göreve başlayalı, bir çırpıda hatırlayamam. Derim ki “duvağım burada açıldı,” Personel Müdürü Turgut Bey’in dahliyle yapıldı tayinim: Artık dayanamıyorum, canıma tak dedi, tamam nokta, yeter ben mi kurtaracağım memleketi, bir sahil kasabasında alacağım bir evcik, hayatımı yaşayacağım diyordum. Kararım karar diyordum, yeter diyordum.” Bu gece bir grup öğrenci girdi rüyama. Ama ne rüya, onların söylediklerini ite atsan yemez: “Biz sizi örnek almıştık, gözlük takmayan kimi arkadaşlarımız gözlükçüye gidip numarasız kara gözlükler almıştı, size özendikleri için, ders işlerken yumruklarınızı sıka sıka anlatmanız vardı ya hani, bizi bizden alan. Siz en çok erdemden doğruluktan söz ederdiniz. Öğütleriniz hayat felsefemiz olmuştu...” Selin, Eylem, Ilgın, Emir, Doğancan, Davut, Berkay, Burak, Mertcan, Oğuzcan, Sinan, Ersin, Emine… Her biri demişti ki: “Nereye kaçıyorsunuz böyle, korkup kaçmak yakışıyor mu size, demez miydiniz batan gemiyi fareler terk eder önce. Olmaz, olmaz size yakışmaz. Bugünden sonra bizim gözümüzde bir hiçsiniz siz. Hele demiştiniz ki bir seferinde, ben başöğretmenin öğretmeniyim, ben cumhuriyet öğretmeniyim, sahi siz, hakikaten başöğretmenin öğretmeni misiniz?” Her gece böyle böyle rüyalar görüyordum. “Sahi siz, başöğretmenin öğretmeni misiniz?” Tıraş olurken aynaya bakamıyordum. Gözümü kapatıp el yordamı ile oluyordum tıraşımı. Hele Eylül’ün gözlerini dikip karıncaya bakar gibi bakması… Delirip dağlara düşecektim… Okula gitmek için lacivert renkli Nissan marka arabama binip otoyola çıktım. Otoyoldan gittiğim günlerde on dakikada okulda oluyordum. Yolun geliş istikametinde aşırı bir yoğunluk vardı. Adım adım ilerliyordu arabalar. Şehrin tam ortasından geçen otoyolun gürültüsü kafa beyin bırakmıyordu yola yakın yerde oturan insanlarda. Tonlarca yüklü, koca koca kamyonların, tırların fren sesi, “imdat” dercesine öten klaksonları... İnsan evinden huzur etmek ister, buna sebep evlerini boşaltıp gidenler, üniversite öğrencilerine, bekârlara kiraya vermişler evlerini. Okula geldiğimde ne göreyim, bazı öğretmenler giriş kapısının hemen yanı başındaki bekçi kulübesinin önüne toplanmış, bir taraftan hararetli hararetli konuşurken bir yandan da keyifli keyifli kahkahalar atıyorlar. Bir yıldır tanık olmadığım şen kahkahalar… “Allah Allah bunda bir şey var ama ne diyerek yanlarına doğru yürüdüm. Selami Müdürün adamı(!) Metin önüme çıkıp: “Haberin var mı,” dedi? “Neden haberim var mı?” “Duyunca keyfinden dört köşe olacaksın, Selami’yi almışlar!” “Nasıl?” “Basbaya işte, almışlar!” Konuşmaya hasret kalmışçasına durmadan konuşuyorlardı, sevinçli sevinçli; biri bırakıyor, öteki devam ediyordu. “Hadi canım dalga geçmeyin, onun arkası kuvvetliymiş, geri gelir o!” “Ne arkası, arkası markası yokmuş işte, bir kere rüzgâra karşı işemeyecekti!” “İyi olmuş sevindim, cehennem olup gitsin!” “Adamı dolmuşa bindirmişler, dolmuşa!” “İşte böyle, büyük başın büyük derdi olur!” “Senin işin mi müdürlük, sen git beş taş oyna oğlum!” “Senin etin ne budun ne?” “Sen burada müdürlük yapacak adam mısın?” “Sen git kumda oyna!” “Yürüüüü anca gidersin!” “Yedirirler mi yavrum, sen kim oluyorsun burada yöneticilik yapacaksın?” “Filler tepişti filler!” “Olan buna oldu garibim, Ankara’da adamı varmış, oradan işi bağlarmış!” “Haha haha haha, Ankara’da adamı varmış!” “Oğlum bu okulun müdürlüğü Galatasaray’ın müdürlüğü gibidir. Burada müdürlük yapmak ODTÜ de, Boğaziçi’nde rektörlük yapmak gibidir.” “Öğrencileri de aynen o okulların öğrencileri gibi özgür ruhludur!” “Senin bir kaşık aşın, kaygısız başın!” “Aynen, sen git kumda oyna kardeşim, bir senedir anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirdin!” “Almazlar mı oğlum, alırlar tabi; adamın hakkındaki şikâyetler buradan Fizan’a varmış!” “Müfettişlerin biri gidip biri geliyormuş, okulda bir oda, soruşturma odası olarak tahsis edilmiş, hiç boş kalmıyormuş!” “Şimdi, Selami’nin odasında ayak ayak üstüne atıp çay kahve, dedikodu gırla Midas kulaklıları merak ediyorum!” “Bundan sonra okulumuz inşallah aslına ricat eder!” Hiçbir şey söylemeden servili yola doğru yürüdüm, sağa saptım portakal ağaçlarının yanına vardım. Bu yıl portakal olmamıştı, portakallı günlerde yere düşenlerden birini alır, anahtarımla soyup yerdim. Tadına doyulmazdı, bir de çekirdeksiz olsa ne muhteşem olur, bunlar diye kendi kendime muhakeme yapardım. Belki de tadı çekirdeğinden geliyordur diye de sonuç yazardım. Egelilerin şevketi bostanı gibi. Şevketi bostanı dikenli dikenli dağda görenler yemek bir yana fersah fersah kaçarlar. Koruluğun otlarını bu yılda Yunt Dağı’ndan İsa biçti hayvanları için. Ot, ama ne ot, sıvamaca bir metre yüksekliğinde; traktör traktör taşıdı. Yonca, mürdük, ekincik otu, turp otu, hardal, adını bilmediğim çeşit çeşit!. Koruluktaki ağaçları tek tek okşayıp bir vedaya hazırlanıyordum. Bu cennet parçasına bundan böyle izinle, kimlik göstererek girebilecektim. Kim bilir belki koruluğa gelmeme izin bile vermeyeceklerdi! Emekli olmaya karar vermiştim ya! Bir karardan hiç geri dönmek olur mu, insanı pes perişan eder. Hoşça kal okulum, hoşça kal Selin, hoşça kal Kara kız, hoşça kal Deniz, Aysun, hoşça kal Eylül, Aslı, hepinizi çok seviyorum, hoşça kalın… Salihli 14.02.2021

  • GÖKÇELER MAHALLESİ

    Kalabalık bir aileydi Gökçeler, Horasan’dan geldiklerini söylemişti büyükleri. Yeniçeriler gibi Sulucakaracahöyük’teki Bektaş Veli erenlerine bağlıydılar. Yeniçeriler gülbanklarında: “Pirimiz, hünkârımız Hacı Bektaşi Veli demine dermanına hü,” diyelim diye dualı sözler söylerdi. Osmanlı’yı cihan imparatorluğu yapan bu bahtsız topluluk olur olmaz kazan kaldırmanın, ağaların saraydaki ayak oyunlarının içinde olmanın bedelini büyük bir trajedi ile ödemişler. Bektaş Veli’ye bağlı olan insanların hayatı hiç kolay olmamış. Yavuz’un, Anadolu’da, alevi inancına açtığı savaş, onları da derinden etkilemiş, o günden sonra hayat zordan öte olmuştur. Gökçeler’den Gıcıro İsmail’in Çanakkale’de üç kardeşi, Nurullah, Hüseyin, Mehmet şehit olunca, askerlikten muaf tutmuşlar. O, artık, Gökçelerin tek erkek çocuğu olarak aileyi yarınlara taşıma sorumluluğu ile çalıştıkça çalışmış, didindikçe didinmiş, elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışmış. O hem bileğine, hem de yüreğine güçlü olmak zorunda olduğunu hiç bir zaman çıkarmamış aklından… Gıcıro İsmail’in, anası çok titiz bir kadınmış, yıkadığı her tabak, yıkadığı çamaşır için, “gördünüz mü, ak pak gıcır gıcır oldu gördünüz mü,” dermiş! Yıkadığı her tabak için, “bak gıcır gıcır oldu, tekerlemesine sebep Gökçeler’in lakabı “Gıcırlar” olmuş. Gıcıro İsmail, boyuna posuna pehlivan yapılı biri iken, öte yandan da gözü kara biriymiş. Ne ölümden, ne de kavgadan korkarmış. Çok sevdiği gelini Gök Münevver der ki: “Yüzü islidir, gülmez, gevezeliği sevmezdi; her daim ciddi olmak zorundasın karşısında. Meydan sazını eline alıp iki katlı evin çardağına oturup çalıp söylemeye başlayınca kendinden geçerdi,” derdi. “Hey erenler akıl fikir eyleyin, Dağlara da duman ne güzel uymuş! Yaradan Allah’a şükür eyleyin, Mümine de iman ne güzel uymuş!” Gıcıro, tembelliği, evinsiz evinsiz konuşmayı hiç sevmezmiş; ciddiyeti kaybederim düşüncesiyle sevgisini bile ifade etmekten imtina edermiş. Altı erkek, iki kız evladı yaşamış, ne kadarı ölü doğmuş ne kadarı sonradan ölmüş, kimse bilmez, kaydı kuydu da yoktur çünkü. Altı erkek, iki kız o kadar bağlanmış ki birbirlerine Gök Münevver’in ifadesiyle “ağızlarındaki lokmayı bile paylaşırlarmış.” Birinin başına bir şey geldi mi, haklı haksız olduklarına bakmaz, ne lazım gelirse, yaparlarmış. Nurullah Çavuş, saygı duyulan sazı, sözü dinlenilen biriydi. Elinden marangozluk da geldiği için Nurullah Usta da derlerdi. Nurullah Usta, pençe-i aba dostu, Kendirli Hüseyin’le erenler ceminin nefes pirleri. Bir de “iki Turnam,” nefesini söylemeye başladılar mı, pür dikkat dinlermiş herkes. Mustafa Çavuş, akıllı, kıvrak zekâlı. Şehirde dünyaya gelse vekil, kaymakam olacak biridir. En büyükleri Hatçe, sonra Emine köyün boylu poslu güzellerinden kardeş canlısı. Hele Emine’deki kaş göz endam hikâye yazarlarının kahramanları gibidir. “Gözü kör olsun fakirliğin derdi Gök Münevver, “gırda bitmişiz biz, gırda bitmişiz. Ne cevherler bu çamırlı köyde telef olup gitmekte böyle. Emine abamdaki gözelik, ne gözelikti. Bi de Allah zengini löküs yakıp bulup edeken, fakire gelince bi çıra yakıyo ya, o da bir rüzgârla sönüp gidiyo işte!” Çanakkale’de üç amcasını kaybeden “Gara Üsen, Kendirli Pehlivan adıyla nam salmış, sıkletinde Demirci’de büyük ortayı almış. Nurullah abisi: “Yeter Üsen, pelvanlık garın doyurmaz, buradan ötesi bize göre değil, evine ocağına bak,” deyip frene basmıştır. Gökçelerde büyüklerin sözü tutulmak içindir. İzmir Radyosunun bağlama sanatçısı sınavını kazanan Aşık Halil’e de aynı gerekçe ile izin verilmemiştir. “Aşık Halil’in sazının sesi, gökte uçan turnaları, tekmil kuşları niyaz ettirirmiş. Mahmut, çalışkanlığı canı tezliği bilinir, çalışmakta kimse onunla baş edemez, iş oldu mu gece gündüz demez durmadan çalışır. Sadık, evin küçüğü, Gök Münevver’in deyişiyle “Sadik Efem!” O, abilerinin ciğer paresidir. Gök Münevver, “ben Gıcırlara geldiğimde Sadik ilkokul dördüncü sınıftaydı, gadeşim gibi severim onu,” derdi. Dünya kendi etrafında dönerken bir taraftan da güneş etrafında dönmeye devam etmektedir. Yeni gelen gün, bir önceki günü eskitirken, yeni gün insanlık âleminin kullanımına sunulur. Doğan büyümekte, ölen çürümekte. Kızaran ufuklardan yavaş yavaş başını çıkaran güneş, hayat ışınlarını iletir dünyaya, Asi Tepe’nin kızılçamları, meşe palamutları, Yağcı Dağın ahlâtları, çaltıları doğan güne doğru çevirir yönünü. Asmalca kaşının yeni çıkan bodur çamları, melengiçleri, Telel eşmesinin gözünden çıkan çelik gibi suyu, içinde oynaşan su sinekleri, Gıcıroğlu Nurullah’ın kırmızı beygiri, Mustafa Çavuş'un hoyrat ak beygiri, Kendirli Pehlivan’ın deli fişek eşeği ve öküzlerinin kıymetlisi sevilmekten, itibar görmekten sevinç delisi olmuş Yetim Alisi! Gök Münevver, “Kendirli Pehlivanım, Gara Üsenim dediği ve uğruna anayı, babayı terk eyleyip önüne çıkan tekmil engelleri yerle yeksan eden, Kendirli’nin çelik mavisi gözlüsü, köylünün yaşadığı sıkıntıları iliklerine kadar yaşayan ve uğruna mahpus damları göze alınan güzel kadın! Kısacık bir boyu, mangal gibi yüreği vardır. Karşısına kim çıkarsa çıksın çakmak taşı gibi dikilir, diyeceğini sakınmadan her bir şeyi söylerdi. Gündüz dağda çalışmış akşam eve gelince aş ekmek yapmış, ineklerini sağıp sütünü pişirip mayalamış. Mayaladığı sütünü testiye koyup çalkamış. Dinlenme zamanı yorgunluktan uyuyabilirse uyuyunca olmuş. Ömrü boyunca çalışmış, daha ilkokul yaşına gelince hayvanların arkasına geçip çobanlık yapmış. Bu köyde kadınların dinlenmesi ancak uykuda, eh bir de mezarda... Köydeki bütün evler ahşaptır, her evin altında hayvanları için ahırlar bulunur. Ahır sadece hayvanların evi değil, soğuk kış günlerinde sıcaklıktır. Uzun kış gecelerinde sobada yakılan odunlarla ısınmak, yanan sobanın yanında dursan bile, önün nohut kavurur, arkan harman savurur. Esen rüzgârın soğuğu taban tahtalarının, tavan tahtalarının arasında girip evin her bir köşesini dolaşıp şeytan düğünü yapar içerde. Durmaksızın yakılan soba odunun harlı ateşi ile nar gibi kızarır yine de sıcaklık evin köşelerine ulaşmaz. Gece üstüne örttüğün iki yorganın altında sabaha doğru it gibi titreyerek uyanırsın. Gökçeler Mahallesi Gıcıro’nun evi ile başlamakta sonra oğulları için yaptığı evlerle son bulmaktadır. Akşam saatleri bir bağırış, bir çığırış deme gitsin: Koyunların meleyişi, öküzlerin, boğaların böğürtüsü, eşeklerin, beygirlerin sesi, çoluk çocuğun şen kahkahaları, şarkılar, türküler, kadınların onca işten sonra akşam yemeği için koşuşturmaları. Kendirli’nin oğlu Pala Seyyah ile Nurullah Çavuş’un oğlu Mehmet Ali, hem güzel saz çalar, hem de çok güzel türkü söylerdi. Pala Seyyah sazını akort etmeden önce sesini akort eder, gırtlağını iyi bir temizleyip öyle başlardı söylemeye En çok da: “Aşağıdan gelir Hozalı Gelin Topla fistanını toz olur gelin Kaldırsam peçeni baksam yüzüne Eller arif olmuş söz olur gelin!” Kendirli Hüseyin, akşam yemeğinde iki eli kanda olsa da herkesin olmasını isterdi. Bu onun kati kurallarındandı. Dünyanın en sakin, en naif insanı akşam yemeği konusunda tavizsizdi. Akşam sofrasında herkes bir tamam bulunmak zorundaydı. Meydan sinisinin üstüne koyulan emaye tabaktan hep birlikte yenirdi. Tabağa koyulan yemek, kaşık şakırtıları arasında dakikada tükenirdi. Bu hayatın kendisiydi, sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra akşam yemeğini bir artık yeyip uykunun huzuruna bırakacaklardı kendilerini çünkü. Yedi ailenin büyük baş hayvanları, bağıra, böğüre, salına köyün içine doğru yürüyüşe geçti mi, önü mektebin önünde, arkası mektebe tırmanan yokuşun başında olurdu. Onları otlatmaktan gelen kızanlar, sıcaktan, soğuktan yanmış elleri, yüzleriyle yorgun argın peşindedir. Yetim Ali, yayvan boynuzları ile sürünün kuvvetlisi, en alımlısıdır. Koşulduğu kağnıyı, pulluğu bir başına çekip gider. Yanındaki eşi sadece boyunduruğun dengede durmasını sağlardı. O da sevildiğini öyle bir anlar, öyle bir belli eder ki insan gibi. Kendirli Hüseyin: “Yetim Aliiii,” dedi mi geri dönüp mağrur, mahzun bir zaman öyle bakardı… O hem enine, hem boyuna devasa cüssesi, alaca tüyleri ile öküzlerin güzeliydi. Keyfi yerinde olduğu günler sürünün önüne geçer doğruca hiçbir tarafa sapmadan giderdi. O yaşlanınca yerine genç bir boğa almışlar. Kendirli’nin gözleri dolmuş, duygulandığını göstermemek için hemen orayı terk etmiştir. Çünkü o hiçbir zaman duygusallığını açığa vurmazdı. Bütün kadınlar gibi Gök Münevver de sevincini, acısını hemen ifade ettiği için iki üç gün ağlamış! Gökçeler Mahallesi, Gıcırlar Mahallesidir. Her evde altı yedi çocuk sanki, aynı karından çıkmış gibi bağlıydılar birbirlerine. Büyükler, Nurullah Çavuş'tan, Hüseyin’e, Emine’ye, Sadık’a hiçbir zaman kem söz etmediler birbirlerine. Küçük sıkıntıları kendi içlerinde halledip gittiler. … Gökçeler Mahallesine yolum düştü: Ipıssız. Mahallenin girişinde Gıcıro’nun iki katlı ahşap evinin yerinde yeller esiyor, torun Ali, bir betonarme kondurmuş. Öteki evler, Nurullah’ın, Mustafa’nın Sadık’ın evlerinde kimsecikler kalmamış. Gökçeler Mahallesi’nin temel direkleri dönüşü olmayan bir diyara gitmişler, bir daha dönmeyecekler. Hani, birçok gidenin dönenin olmadığı yere, alıp başlarını gitmişler ve artık bir daha gelmeyecekler, ne kadar istersen iste, uğurlarına canını, dünyayı ver isterse; artık gelmeyecekler… Onlar gülüşleriyle, tavırları ile tatlı bir hatıra olarak kalacak. Dünya gençten gence derler ya, gençleri de kimi okumaya demiş, kimi çalışmaya demiş çekip gitmiş şehre. Bakımsızlıktan, içinde durup eden olmadığından evler de küsmüş hayata. Duvarlarına sinen şen şakrak çocuk kahkahaları bile yok olup gitmiş. Akşam saatlerinin cıvıltısı, gürültüsünün özlemi seven kalpleri pes perişan eder. Bir evde, Mehmet Ali, Kamber, Gülser, öteki evde, Ali Rıza, İsmail, Yunus, Fadime, Meral, beriki evde, Seyyah, Muzaffer, Ali, Ayper… Pala Seyyah, Gülser ve Fadime, Hakka yürüyüp uçup gitmişler ömürlerinin taze baharında. Ötekiler de anılarını omuzlarına yükleyip hayat mayat meselesinden ötürü yuvalarını başka ellerde kurmuşlar. Mahallenin anıları o güzel insanlarla birlikte uçup gitmiş. Öyküyü bir anı ile taçlandırmak lazım: Öteden beri deyiş dinlemeyi çok severmiş Kendirli’nin ortanca oğlu. Kendirli hadi söyle demeye görsün, ikiletmez hemen söylermiş. Yeşil elbiseli Ormancı Veli, atının üstünde köye geldi mi o gün, ne yapıp eder, Aşık Halil’e sofrayı kurdurur. Aşık Halil, bağlamasıyla, sesiyle, muhabbetiyle orada olanları meşk eder. O gün Kendirli’yi de çağırır Aşık Halil. Gece yarılarına kadar yenilmiş, içilmiş, zaman epey ilerleyince “bugünlük yeter,” demişler. Kendirli avlu kapıdan girince seslenir: “Hadi oğlum assıl bi tane!” Gök Münevver: “Çocuk çoktan yattı, gecenin bu saatinde delirdin mi sen, uyandırma çocuğu?” Çocuk ikinci uykusunu uymaktadır belki. “Hadi assıl, hadi oğlum, hadi assıl!” Gözünü açamaz oğlu. Sonra kendi başlamış söylemeye. Öyle bir aşkla söylemiş ki davudi sesiyle dinleyeni meşk eden bir aşkla. “Sabahın seher vaktinde Ali’yi gördüm Ali’yi, Yüzümü dizine sürdüm, Ali’yi gördüm Ali’yi… Ali’yi gördüm Ali’yi dedikçe görmüş gibi oluyormuş. “Yedi iklim dört köşede, Ali’yi gördüm Ali’yi, Musa ile Tur dağında, Ali’yi gördüm Ali’yi!” Yer gök tekmil kâinat Ali olmuş adeta. Hadi hadi sende söyle deyince oğlu gözlerini açmış o da başlamış söylemeye. Duygularını açığa vurmaktan çekinen Kendirli hem ağlıyor, hem de Ali’yi görmüş gibi söylüyor. Baba oğul birlikte söylemişler ahşap evin umumun gördüğü çardağında. Anılarında kalmış o gece, oğlunun her aklına geldiğinde içinden bir şeylerin kopup gittiğini hissetmiş. Gıcıro gibi hayata hep ciddi bakan Kendirli ile oğlu iki arkadaş gibi. O yaşta, o zamanda onun kadar aydın fikirli, onun kadar hoş görülü biri olmak, onun gibi bir baba olmak harika bir şeydir. Onun gibi olabilmek için yürünecek çok yolu vardır daha… 20 Mart 2021 Salihli

  • BEŞ ÜLKEDE SANATÇILAR İÇİN MİSAFİR PROGRAMI-AÇIK ÇAĞRI

    ÇAĞRI TARİHİ: 01.04.2021 - Başvuru İçin Son TARİH: 29.04.2021 Açık çağrımız “Beş Ülkede Sanatçılar İçin Misafir Programı”, Arnavutluk, Kosova, Kuzey Makedonya, Sırbistan ve Türkiye’deki sanatçıların belirtilen ülkelerdeki edebi, sanatsal ve kültürel faaliyetlerini yakından tanıma fırsatı sağlayıp aynı zamanda seçilen yazarların yöresel izleyiciyle de eşsiz bir tanıştırma fırsatı sağlayacaktır. TANITIM Kültürel Çeşitlilik için Bölgesel Ağ- READ, Goethe Institut – Üsküp'e diğer proje ortakları; Association Krokodil (Sırbistan), Center for Balkan Cooperation- Loja (Kuzey Makedonya), Instituti i Librit dhe i Promocionit (Arnavutluk), Qendra Multimedia (Kosova) ve Kalem Kültür Derneği (Türkiye) ile hayata geçirilen dört yıllık AB destekli bölgesel kültürel bir projedir. Proje, siyasi ortamdan uzakta kalarak, toplumla arası yeni iletişim kanalları açarak, uzlaşmaya ve kültürlerarası hoşgörüye katkıda bulunur. Proje, okuma kültürünü ve demokratik değerleri de ele alarak kültürler arası yüksek kaliteli eserlerin de okunmasını arttırmayı amaçlamaktadır. READ- Beş Ülkede Sanatçılar İçin Misafir Programı, 2021 Arnavutluk, Kosova, Kuzey Makedonya, Sırbistan ve Türkiye’de ikamet eden yazarlar, çevirmenler, oyun yazarları, şairler, illüstratörler, çizgi roman çizer ve yazarları READ- Beş Ülkede Sanatçılar İçin Misafir Programı sayesinde kültürel çeşitliliğimize tanık olmanız için projeye başvurmaya davet ediyoruz. Projeye dahil olacak sanatçılar karşılıklı olarak 5 ülkedeki proje ortaklarının konuğu olacaklar. Her çağrıda 2 sanatçı konuk edilecek bu çağrılar 3 yıl sürecektir. 10 sanatçıyı 2021 yılında misafir etmeyi planlamaktayız. Konaklama süresi 1 aydır. Hedefimiz sanatçılara, belirlenen misafirlik süresi boyunca belirli bir içerikteki sanatsal projelerini geliştirmeye ve pekiştirmeye fırsat vermektir. Yaratıcı ve yenilikçi proje fikirlerinin yanı sıra günümüzün konularına da ele alan projelere öncelik verilecektir. READ- Beş Ülkede Sanatçılar için Misafir Programı tarihleri: Mayıs 2021 - Aralık 2021 arası Misafir olan sanatçıların konakladıkları süre boyunca verimli bir zaman geçirmeleri beklenir. Önerilen proje üzerinde çalışmanın yanı sıra, “Benzerliklerin farklılıkları” genel başlığımıza da katkıda bulunacak bir kısa çalışmanın da tamamlanması beklenmektedir. Kültürlerarası hoşgörüyü ve uzlaşmacı yaklaşıma katkı sağlayacak bu kısa çalışma; metini deneme, şiir, kısa öykü, makale ya da çizgi roman olabilir. Bununla beraber, yazma, yaratma ya da çeviri yapma, atölyelere katkı sağlama, sunumlar yapma, edebiyat festivallerinde ve çevirim içi etkinliklerde, okumalarda da katkı sağlanması beklenmektedir. READ- Beş Ülkede Sanatçılar için Misafir Programı fonu aşağıdaki imkânları sumaktadır; • Tam donanımlı dairede bir ay boyunca konaklama • Uluslararası seyahat masrafları (250 Euro’ya kadar) • 1.350 Euro tutarının karşılığında toplam TL brüt tutar (vergiler dahil) • Proje ortaklarının ülkelerindeki edebiyat festivallerine katılma ve proje ağ oluşturma etkinliklerinde bulunma • Misafir olduğu süre boyunca bir metnin çevirisi ya da sanatçının misafir olduğu süre boyunca ana dilde ya da İngilizce’den bir çalışma üretmek. • Konakladığı ülkenin faaliyetlerini tanıma, katılma, yerel yazarlarla iletişim kurma, röportajlar verme, kaldığı süre boyunca internet sitesi ve sosyal medya kanallarında tanıtımını yapma fırsatları Uygunluk (Seçilme Kriteri) READ-Misafirlik Program’ına, yazarlar, çevirmenler, oyun yazarları, şairler, illüstratörler, grafik roman sanatçıları, çizgi roman çizer ve yazarlarını başvuruya davet ediyoruz. Herhangi bir yaş sınırlaması olmamakla beraber genç sanatçılara öncelik verilecektir. Bunun yanı sıra deneyimli sanatçıların da başvurularını memnuniyetle bekliyoruz. Deneyimli sanatçıların seçim kriteri en az iki eserinin yayımlanmış olmasıdır. Başvuru sahipleri Arnavutluk, Kosova, Kuzey Makedonya, Sırbistan veya Türkiye ülkelerinden birinde ikamet etmelidir. Başvuru sahibinin gerçekleştirilecek etkinliklere yeterli derecede İngilizce bilmesi gerekmektedir. Nasıl Başvurulur? Kalem Kültür Derneği web sitesinden başvuru ile ilgili açık çağrı detaylarına ulaşabilir ya da başvuru için tıklayabilirsiniz. 1. Biyografi ve kaynakça (yayınlanmış eser varsa) 2. Telefon numarası ve e-posta adresinin de bulunduğu tam adres 3. Projeye, sosyal ağ kurmaya, diğer proje faaliyetilerine ilgiyi gösteren, misafirlik dönemini de belirten motivasyon mektubu (1 sayfa) 4. 1’den 4’e kadar misafir olmak için istediği ülke tercih listesi (1 ilk tercih edilen ülke, 4 son tercih edilen) (ülkeler; Arnavutluk, Kosova, Kuzey Makedonya, Sırbistan) 5. Bir aylık misafirlik süresi boyunca yapılacak olan çalışmanın/projenin açıklaması (1 sayfa) Başvuru İngilizce olarak gönderilmelidir. Başvuru materyali e-posta yoluyla gönderilmelidir. Başvuru için İLETİŞİM: Arnavutluk sanatçıları başvuru için: instituti.libri.promocioni@gmail.com Kosovoa sanatçıları başvuru için: info@qendra.org Kuzey Makedonya sanatçıları başvuru için: lojaculture@gmail.com Sırbistan sanatçıları başvuru için: office@krokodil.rs Türkiye sanatçıları başvuru için: info@itef.com.tr BAŞVURU İÇİN SON TARİH: 29.04.2021, Perşembe saat 24:00 (TSİ) İlave bilgiler için; READ-residency@goethe.de e-mail gönderebilirsiniz. Daha fazla bilgi için bizi Facebook ve Instagram READ proje sayfamızdan takip edebilirsiniz. Web: www.kalemkultur.com www.itef.com.tr Email: info@itef.com.tr Instagram: itef_istanbul Facebook: @itef.festival Twitter: itef_istanbul READ- Kültürel Çeşitlilik için Bölgesel Ağ projesi Avrupa Birliği tarafından finanse edilmektedir. İçerik, tamamıyla Goethe-Enstitüsü- Üsküp ve Kalem Kültür Derneği’nin sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir. READ - Regional Network for Cultural Diversity. The project is funded by the European Union. Its contents are the sole responsibility of Goethe-Institut Skopje / Kalem Culture and do not necessarily reflect the views of the European Union.

  • Yörük Kızı Gülcihan

    Ortaokuldan mezun olmuştu o yıl, mezun olmuştu olmasına da liseye devam edememişti. Abisi evlenmişti. Köyde, oğul evlendirmek zorun ötesidir. On beş - yirmi sarı lira, ev bark, çara çaput, nişanlık, bayramlık, seyranlık… Ali’nin amacı okumak, okumak; hep okumaktı. Harmanlar kaldırılmış, buğdaylar ambara koyulmuş, harman yerlerinde birkaç öbek saman tınazı kalmıştı. Palamut ağaçlarının palamutları çırpılmış, kuruması için serilmişti çulların üzerine. Bundan sonra iyi kurusun diye çiyden, yağmurdan koruma işi kalmıştı. Palamutların tütünler gibi sarı, sapsarı kuruyanı muteberdir. Meşe palamutları hem iyi bir yakacak hem de kazanç kapısıydı Ali’nin köyü için. Palamudun kozası boya ham maddesi, pelidi de hayvan yemidir. Sonbaharın ikinci ayı idi. Güneşin tesiri yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Buğdaylar ambarlara doldurulduktan sonra, Kışlıklar için yoğun bir çalışma içine girmişti köyün kadınları. Tütün kırımları ağır tabanlı birkaç aile dışında çoktan bitirilmişti. Tütün işini anlatmaya kelimelerin gücü yetmez; o ancak yaşanır. Devamlı işler dışında hiçbir iş, yıl on iki ay sürüp gitmez. Hele tütünün kırması gecenin kör karanlığında, birde ikide kalkıp uyku sersemi, düşe kalka, tarlaya varılır; el yordamıyla sarı sıcak çökünceye kadar kırılır… Kolay değildir. Tütün zamanında Cumalı’nın romanındaki gibi aşk ihtiraslarına tanık olunmamıştır. Burada aşk yoktur, burada âşık olmak ayıptır. Birkaç kişi gizliden âşık olmuş, aşkı dağın zirvesinde yaşamış yaşamalarına ga sonra da, başlarına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir... “İşte falançaların gızı şeyin oğluna gaçmış gı duydun mu?” “Gı onun ailesi uygun mu o gıza?” “Ne bilen ben ya, gaçmış işte gız!” "Seveni sevene neden vemezle ki anlamam!" "Anla gidesin, yaşın müsait!" Sürüp gider kadınların konuşmaları böyle, tarlada takkada… Bayrama birkaç hafta vardı, bayramlık almak için, Halil Ağa’nın oğlu Hüseyin ile Kula’ya bayramlık almaya gitmeye karar verir Ali. Halil Ağa için oğlu bir tarafa, dünya bir tarafadır, gözünden bile sakınır onu, nazarım değer diye de uzun uzun bakmaz bile yüzüne. Onun için dünyayı cayır cayır yakar, daha var mı, der! “Anaaa yarın ben Üsen Agamla Kula’ya bayramlık almaya gitmek istiyom, bubama de harçlık versin!” “Aşam gonuşurun, sen gine de gitcek gibi hazırla kendini, bu yıl okula yollayamadım deye çok üzülüyo buban! Şerde çocuk okutmak zor oluyo olum, işte ona sebep sene gaşı mahcubuz!” “Sağol ana!” “Aslan olum benim!” “Olsun ana, üzülmeyin, bu sene dinlenmiş olem, seneye giderim, ama seneye kesin giderim bak, okumak istiyom ben!” “Söz, seneye kesin yollecez!” Ali, erkenden kalktı, elini yüzünü yıkadı, bakır sininin üstüne koyulan beyaz emaye tabaktaki tarhana çorbasının başına geçti. Babası, çorbaya ekmekleri ince ince doğramış, oğlu kolay kolay yesin diye. Bir de ateşe koyulmaktan kararan bakır tavada kızartılan biberin yağını çorbanın üstüne boca etmişti ya, yeme de yanında yat! Kırmızı tarhana, üstüne dökülen biber kızartması yağı ile insanın açlığını çoğaltıyordu. “Ana ben gidiyon, Üsen Agamı bekletmeyen!” “Dur nere gidiyon ayının eniği, harçlığı almadan nere gidiyon?” “Unuttum ya, bu zamana gada Kula’yı hiç görmedim, heyecanlandım işte!” Fend marka traktörün rengi, çağla yeşiliydi, susuz çalışan bir motoru vardı. Susuz çalışan motor öteki traktörlerden farklı çalışıyordu. Almanların Kafkasya’da nakil vasıtaları eksi kırk elli derecelerde donunca, ona sebep susuz çalışan motorlar üretmiş Alman mühendisler. Hüseyin traktörün marşına basar basmaz saniyede “hart” diye aldı motor, yola koyuldular. Rüzgârı da karşılarına almış traktörün maksimum hızı ile uçuyorlardı. Ekim güneşi hoştu. Ne yakıyor, ne üşütüyordu. Gümele Köprüsünü geçince yolun sağ yandaki pınarı görünce Ali: “Üsen Aga azcık susadım ben, dursak da birer yudum içsek!” “Duruz iyen, ben de bi cıgara içerin durmuşken!” “…” “Ne oldu İyen ya yengemin tarna aşı içini mi gıydı?” “Yok aga ya azcık susadım işte!” “Eyi eyi iyen, acele işimizi yok, yaveş yaveş, elin işinde mi çalışıyoz?” Ali, akan suyun altına avucunu koydu kana kana içti, bir müddet suyun tadını almak için dudaklarını emdi. Sonra başını göğün mavisine çevirdi, içi açıldı. Mavilik alabildiğine uzanıyordu, dağların tepesinden ta öteki dağların tepesine, oradan daha ötelere, ucu bucağı yoktu maviliğin. O tepelerden daha ötelere, ötelerden daha da ötelere sonsuz bir gök, başka şehirlere, başka şehirlerden, başka ülkelere, başka kıtalara… Gümele Köprüsü Gediz’in kollarından İlke Çayının üstüne yapılmış. Malzemesini eksik kullandıklarından mı, mühendislik kusurundan mı nedir, bel vermiş, ağır taşıtların geçmesine uygun değildir. İlke Çayı'nın, düzenli, düzensiz akışı yukarılardan boşanıp gelen sel sularıyla önüne çıkan her şeyi Gediz’e aşağı, Demirköprü Barajı’na doğru alıp götürür. Mayıs ayına doğru, gelen leylekler, çayın içinde oynaşan balıklarla, kurbağalarla doldururlar kursaklarını. Ali göğün mavisine dalıp gitmiş, sonra da pınarın hayvanlar su içsin diye yapılan aharında, oradan oraya uçuşup duran, oynaşan su sineklerinin hareketlerini takip etti bir zaman. Ahara birkaç metre mesafedeki su birikintisinin yanında kurumuş bir hardal otuna konup uçan onlarca kelebekle meşgul oldu: Sarı, sarı siyah, mavi, sarı siyah çizgili, mavi benekli, sonra maviden yeşile, beyaza renk renk kelebek… Ali kurumuş hardal dalına konup uçan kelebeklerin her bir hareketini inceledi. Gözünü uçup konan kelebeklerden alıp İlke Çayı vadisi boyunca yukarı aşağı, ok gibi fırlayıp uçan kırlangıçları, sonra her bir kanat çırpışı, ağır bir hicaz şarkının ritminde kanat açıp kapatan leylekleri, onların vadi boyu gezintilerini, daha sonra ikişerli gruplarla uçan üveyikleri izledi kuşlar padişahı gibi. Kuşlara, kelebeklere takılıp kalan Ali, Hüseyin abisine baktı. O birinci sigarayı çoktan bitirmiş, belki ikinciyi, üçüncüyü tüketmek üzeredir. İnsanların hareketlerini, davranışlarını uzaktan izlemeyi seven Hüseyin, Ali’ye “hadi geç kaldık, daha çok yolumuz var,” demeyi aklından geçirmez, onu takip eder. Nasıl olsa akşama daha çok zaman var, olur gider diye düşünür... “İyen ne güzel ya, börtü, böceği tabiatı ne çok seviyon, yaşa İyen ya! Tabiatı seven insandan zarar gelmez, tabiatı seven insan, gözel insandır; yaşa iyenim, şimdi daha çok girdin gözüme!” Halil Ağa, Ali’ye hep “ İyen” derdi. O da “İyen” sözcüğünü severek kullanır. İyen demek, dost gelir, sıcak gelir Hüseyin'e! “…” Ali, bir şey dememiş, sadece gülümsemişti. “Hadi İyen yaveş yaveş yörüyem!” Bindiler Fend traktöre, Fend traktörün sesi, Gümele deresini doldurduğu gibi, yamaca kurulu Kurşunlu’yu, Kayalı’yı inleterek, çay boyu uzayıp giden tepelerdeki kızılçam ormanlarını, kızılçamlara konmuş tekmil kuşları uyandırıyordu... Üstüne hiçbir malzeme olmayan yol, tozluydu. Bazı yerlerde daralırken, bazı yerlerde genişleyerek üstünden gidip gelenleri bir menzile doğru alıp gidiyordu. Yamacın bitiminde kavşak vardı. Bir yol Selendi tarafına, bir yol da Encekler Çamlığı’na doğru gidiyordu. Encekler tarafına dönüp o yoldan Kula’ya daha çabuk ulaşacaklardı. Asırlık kızılçam ormanları, başlarında kuruyup gitmiş kozaları ile yıllara meydan okuyordu. Taze kozalar ise açılmamış sımsıkı sarılmış, kucaklaşmış sevgisini içine gömmüş. İğne yaprakların üstündeki beyaz pamukçukların içine gizlenmiş kurtçuklar kızılçamların kanlı katilleri ve oradan oraya atlamaya hazır bekleyip durur. … Öğle olmadan Kula’ya ulaştılar. Traktörün römorkundaki pelidi yol üstündeki bir besiciye verdiler. Besici pelitleri bir adamına boşalttırmış, “onca yoldan geldiniz, buyurun birer soğuk ayranımı için ya da kırk yıl hatırı olur,” deyip birer fincan kahve bile ikram etmemişti. “İyen böyledir, Allah bunlardan verdiği canı bile alamıyor. Ne yapcan iyen zengin böyle zengin oluyo işte! Demişle ya iyen, “yer damar damar, insan kısım kısım!” “Öyle Üsen Aga, herkes iyi olsa, ceza evi diye bir şey olmazdı memlekette!” “İyen ben açlığıma dayanamam, hadi önce ganımızı bi gözel doyuralım. Ge sene bir köfte yidiren, nasıl olsa üç beş guruş gazandık, ge gidem. Emme köfteyi doyuncaya gada yicen, öyle azcık yiyip ganım doydu demek yok!” “Demem Üsen Aga köfte ne gada olursa osun yirin ben!” “Haşş şöyle, gel hadi bildiğim bi köfteci var, gidem ore!” Birer buçuk köfte ile birlikte epeyce “bazar ekmeği” yediler. Ali, bir porsiyon köfte ile hayatta doymazdı. Bir porsiyon köfte onun midesinde çelik çomak oynardı. Ali, eti çok severdi, ailecek çok severlerdi, et de çekiliver, yatısına giderler yatısına. Hele Ali’nin küçük amcası bir başına bir kuzuya bana mısın demez, yalayıp yutar. Ali, bayramlık pantolon için mavi zemin üzerine ince beyaz çizgili bir kumaş aldı: 1 metre 10 santim. Kumaşı Terzi Halil İbrahim’e götürecek, 33 paça İspanyol bir pantolon diktirecekti. Hatta diyecekti ki, “Halil İbrahim Aga, paçası ne kadar çıkarsa o kadar yap,” diyecekti. “Tamam, bizim oğlan ne kadar çıkasa o kadar yaparız, rahat ol sen,” diyecekti o da. Ali’nin ilgisini Kula’daki hırdavat çarşısı çekti: Bıçaklar, çapalar, nacaklar, tahralar, oraklar, tırpanlar, tırmıklar, urganlar, sicimler, helvacı, leblebici dükkânları… Bıçakları çok seviyordu. “Üsen Aga, ilerde param olunca bıçak koleksiyonu yapcam kendime!” “Ne olcak pıçak koleksiyonundan İyen ya, işin mi yok senin?” “…” Kula’dan ayrıldılar. Kula maden suyunun çıktığı yere gelince, Hüseyin traktörü durdurdu. “Ge İyen, maden suyu içelim, burada maden suyu bedava, bidonlarımıza dolduralım, hadi in!” “Nasıl bi su imiş, bakem ben de!” “İç İyen bak, bu akıp giden suyu şişelere doldurup içine de gaz basıp satıyola!” Maden suyu akıp gidiyordu öyle! Suyun yirmi beş otuz metre ilerisinde yeşilinden çıldırmış sebzeler vardı. Biberler, patlıcanlar, fasulyeler, bamyalar… Domatesler, pembeli, kırmızılı “ye beni,” diyordu. Köy domatesi dilim dilim. Ali domatesi çok severdi. Bir parça ekmekle domatesi tuza bana bana yemeye bayılırdı. Hele bir de domatesi dalından koparınca... Domatesin yanında bir de yeşilbiber varsa düğün bayram demekti bu. Ali, Hüseyin Abisinin yüzüne baktı, “koparabilir miyim” demek istedi. “Kopar İyen kopar, Yörük Selim’in bahçesi burası, kopar kopar. Baba dostu olur Yörük Selim!” Kırmızı dilimli bir domatesi dalından kopardı, tozunu, toprağını üstüne sürdü, temizledi; sonra ısıra ısıra yedi. İleride Yörük Selim’in çiftliği vardı. Ona uğramadan basıp gitmek olmazdı. Ne zaman Kula’ya yolu düşse muhakkak uğrar, hal hatır sorar öyle giderdi Hüseyin. Hüseyin’in traktörünü gören Yörük Selim’in kızı Gülcihan, iki maşrapa ayranı doldurmuş onlara doğru geliyordu bile. Ali kırmızı domatesi yemiş, bir de pembe domates koparmıştı dilimli. Tozunu toprağını temizlemek için yine üstüne silmiş, ağzına götürürken elinde tepsi, üstünde iki maşrapa ile gelen Gülcihan’ı’ görünce, domates elinde kaldı. Tutulmuştu Ali. Kaşı, gözü, endamı… Şalvarın içinde ayakta tutan bacakları, çiçekli bluzun altındaki göğüsler isyan ateşi yakmış, her şeyi ile “ ben burdayım” diyordu. Hani derler ya “insan gıymıyı baka,” Kara gözler her daim gülüyordu. Gülerken, yukarı aşağı, sağa sola ağır bir zeybek oynuyormuş gibi hareket ediyordu. Yaşama sevgisi ile dolup taşan gözler Ali’yi içine alıp yok edivermişti. Gülcihan, kendinden geçmiş, kıpırtısız kendine bakan Ali’ye: “Merhaba, hoş geldin, Gülcihan benim adım!” “…” Ali ses vermedi, kara gözlerden alamıyordu kendini. Gülcihan tekrar “merhaba,” dedi. Derin bir uykudan uyanır gibi “merhaba,” dedi Ali. “Adın ne, adını bağışlar mısın,” dedi Gülcihan! “Ali, Ali benim adım!” “Çok memnun oldum, hoş geldin, hoşluklar getirdin!” Hüseyin ile Yörük Selim yere serilen evli sili motifli kilimin üzerine atılan minderlere oturmuş, hoş beşten sonra, birer sigara tüttürmüşlerdi. Uzaktan da Gülcihan ile Ali’ye bakıyorlardı. “Aferin çocuklara dedi Yörük Selim bak ne gözel gayneştile, aferin, hem de gocaman gocaman aferin!” “Aferin,” dedi Hüseyin. Yörük Selim, hanımına, “Gı, Hatçe Kadın ge, ge ağır gonuklamız va, Halil Ağa’mın oğlu hanemizi şenlendirmiş, çayı go oca, sonrasına bakarız!” Gülcihan ile Ali bostan tarlasında, kökenlere basmamaya dikkat ederken, bir taraftan da kendilerini anlatıyorlardı birbirlerine “Allah Allah diyordu Ali, bu dağ başında bu kadar güzel bir kız, Allah Allah! Böyle derken Ali, kendi kendine konuşmasını birden değiştirip ortaokulda okuyormuş gibi, karşılarında eski okul arkadaşları varmış gibi konuşmaya başladı. Allah Allah bu dağ başında, bir Yörük obasında sözcüklere basa basa konuşan bir kız, kitaplar böyle bir kızı yazmamıştı daha, sinemacılar böyle güzel bir kızı filmlerinde oynatmamışlardı daha! Bu eşi benzeri olmayan Yörük Kızı Gülcihan, Ali’yi içinde yok etmişti. Gülcihan anlatırken, Ali dinliyordu. Gülcihan kırmızı bir karınca yuvası görmüş, “bak bak Ali, ne güzel hayvanlar, gel gel, sen de bak!” Ali’nin de doğaya, hayvanlara karşı ilgisi vardı zaten! “Bak Ali, ne tatlı hayvancıklar, hiç durmadan gidip geliyorlar, o kadar hızlı gidip geliyorlar ki takip edemiyorum. Bir karınca tutuyorum, gözümden kaybetmemeye çalışıyorum, dakikada kaybediyorum. Hadi gel bir karınca da sen tut, bakalım ne kadar takip edebileceksin?” Karıncalar, durmadan boş dolu gidip gelirken bir taraftan da yuvalarına yiyecek taşıyordu. “Yuvası olmak, yuvalanmak dünyadaki her canlının kıymetlisi, kutsalıdır. İnsanlar da yuvalanır Ali’m, insanlar da yuva kurar; bir erkekle, bir kadın bir olur, bir can olur, yuvalanıyor!” “Ali!” “Efendim!” “Hiç!” Ali!” “Efendim!” “Hiç, öyle işte!” Gülcihan bir şey demek istiyor, bir türlü diyemiyordu, Ali’nin masumiyeti, gözleri etkilemişti onu. Bu kanı ısınmaktan öte, başka bir şeydi, bugüne kadar hiç tatmadığı, hissetmediği bir duyguydu! “Ali!” “Efendim!” “Senle ben de yuvalanalım mı?” “Eeeee!” Yine tutulup kaldı Ali, gözünü Gülcihan’ın gözlerinin içine çevirdi, öyle kaldı. Bir süre geçti. “Yuvalanalım, yuva kuralım,” dedi Ali! Karıncaların gidiş gelişlerini takip ettiler, sonra bostan kökenlerine basmadan yan yana yürüdüler, yan yana yürürken kolları birbirlerine temas edince ikisi de bir hoş oldu, kavuşma isteği, yuvalanma tutkusu taa yukarılara çıktı. Gülcihan bir acur kökenin yanına gelince iki acur koparıp birini Ali’ye uzattı, “su gibi, çok tatlıdır, hadi ye, afiyet olsun,” dedi. Acurun tozunu üstlerine silerek çatır çutur yemeye başladılar... Güneş de yavaş yavaş battığı yöne doğru adımlarını hızlandırmaya başladı. Gözlerini güneşten alarak, ısıra ısıra yiyorlardı. Baştan aşa suya kesmişti acurlar. Isırınca suyu fışkırıyor, çatır çutur dişliyorlardı. Acurlarını yerken bir yandan da yan gözle birbirlerine bakıyorlardı. “Gözler hakikatli dosttur, yalan, dolan bilmez,” derler. Gülcihan ile Ali İki dost, iki kıymetli olmuşlardı. Okulda ilgisini çeken kız arkadaşları olmuştu Ali’nin: Şenay, Serap, Nesteren, Fatma, Gönül… Gülcihan başkaydı, onun güzelliği insaniyeti, sıcaklığı, yoldaşlığı… tarifi imkansız. Ali böyle bir güzelliğe, tesadüf etmemişti. Gözlerini çevreleyen kirpikler, siyahın siyahında göz bebekleri, çocukluğun masumiyetinde, sıcaklığı o daha başka bir şeydi; güzelliği kraliçelere meydan okuyan asalette… Gülcihan’da her şey tam tekmil… Gülcihan…Gülcihan, abı hayat suyu, hayat iksiri, Gülcihan bir ömür, Gülcihan Tanrı’nın en güzel nimeti. Gülcihan’ın çiçekli şalvarı ile yürüyüşü, bir ressamın kılı kırk yararak oluşturduğu bir tablodaki ahenkte, şalvarın üstüne mavi çiçekli bluzun üstüne taktığı kemer, “benim kolum olsa,” dedirttiriyordu Ali’ye! Gülcihan bir çiçek, karların içinden fışkırıp çıkan hakiki manada bir kardelen... Ali sarsılmıştı, Kevser ırmağının suyundan içmiş gibiydi. “Ali’m, Ali’m” diyordu. "Ben kavuşmaya dair söylenen türküleri, şarkıları yüreğime aldım, birlikte söylemeye var mısın der gibiydi. Gülcihan kutsal bir aşkı ilan ediyormuşçasına Ali’nin gözünün içine bakıyordu. O da tutulmuştu, bugüne kadar böyle bir masumiyeti, sıcaklığı görmemişti. Ali’nin ışığı, bir taraftan Ferhatça bir kuvvet, öte yandan Mecnunca bir sevgiydi, bu bir tutkuydu. O sanki Allah’ın aslanıcasına bir yiğitti. O sevgi selini bütün vücuduna yüklemiş: “Evvel erkânla, evvel yol ilen dost Gelsin hizmet ehli, semah eylesin!” Yaradanım yardım eyler kuluna dost Gelsin semah ehli semah eylesin dost!” Gülcihan, Ali’nin çekinikliğini fark etmiş, ona cesaret vermek için, “Ali’m bak bu dağlar, bu dağlarda gördüğün ulu çamlar var ya rüzgârın estiği günler, öyle tatlı efildemekte ki anlatmaya ne sözler kifayet eder, ne diller! Bu gördüğün dağlarda ne kadar kuş, ne kadar börtü böcek varsa, irisinden ufağına bütün canlılar, kızılçamından, ahlâtına, armuduna, meşesine, su kıyılarında boy atmış böğürtlenine kadar her perşembe bir başka salınır. Ali’m, can Ali’m, pir Ali’m; ben sende, sen bendesin. Gel bir can olalım, ben senin uğruna; sen benim uğruma yolumuza yoldaş olalım!” Ali, tutuldu kaldı yine, ne diyeceğini bilemedi. Gülcihan onu ondan alıp yüreğinin taaa derinliklerine hapsetmişti. Bir zaman sessiz kaldı, cevap olamadı. Sonra, “ben sana kurban olurum, bu can bu tende olduğu sürece yoluna can baş feda olsun Gülcihan’ım,” dedi. Kavileştiler, tez zamanda görüşüp özlem giderecek, sevilerini arşı âleme çıkacaklardı. Gün tükenmek üzereydi. Hüseyin: “Haydi İyen yolcu yolunda gerek!” Gün akşam oldu. Yan yana, omuzları birbirine temas ede ede, “hayat iki soluk arası” misali, büyüklerinin yanına doğru yürüdüler… Vedalaştılar, vedalaşır vedalaşmaz da yola koyuldu Hüsyin'le Ali. Vakit alıp başını gitmişti. Geceler gündüzlerden almaya başladığı için zaman geçmişti… Aradan günler aylar geçti, “Kula’ya giden var mı,” diye epey sorup araştırdı Ali. Bulamadı bir yol, üretemedi bir çözüm. Gülcihan’ın, gözleri, sözleri bir mıh gibi çakılı kaldı yüreğinde. Sevdanın bedel ödemek olduğunun farkında olmadığından, şartların esiri olup teslim olmuştu hayatın akışına. "Sevgi emek ister der," Cengiz Aymavatov Al Yazmalım, Selvi Boylum adlı eserinde. Sevgi emek ister, yürek de durmadan kanayan, durmadan harıl harıl yanacak ocak ister, Ali’nin yüreği o sevdayı, Gülcihan’ın sımsıcak, dupduru hakikatlı sevdasına karşılık olamamışa! Sevgi emek ister, “emeksiz yemek olmaz,” demiş atalar, sevgi bedel ödemek, karşılığını vermek demekti.

  • Hangover

    Muhteşem bir komedi ... Depresyonum var diyen için... Beğenirseniz 2,3. BÖLÜMLERİ DE VAR...

  • EĞER

    O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer. Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer. Utanılacak bir şey değildir ağlamak, yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık, çalınan birinin kalbiyse eğer. Korkulacak bir yanı yoktur aşkların, insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer. O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses, hiçbir zaman duyulmasaydı eğer. Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar, kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer. Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla, öylesine delice bakmasalardı eğer. Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer. Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin, son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer. Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman, meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer. Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman, beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer. Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla, tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer. O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi, yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer. O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar, son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer. Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri, her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer. Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de, dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer. Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer. Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından, dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer. Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de, sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer. Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine, kulağına okunacak biri olsaydı eğer. İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de, kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer. Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar, ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer. Issızlığa teslim olmazdı sahiller, Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer. Sen gittikten sonra yalnız kalacağım. Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini tutmak isterse... Evet Sevgili, Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim uzanmak isterdi ince parmaklarına, mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!

  • annem babam ege

    -viron’a ve vironlara- annem bir yalnızlıktı yaşı çok küçüktü babamdan çıkarır sandığından ilkokul diplomasını kar yakalı fotoğrafını öperdi. babam paris’ten gönderilen germinal’i okurdu durmadan bir gece baskınıydı babamın uçuşu / izledik. yaşarken ölmek nasıl olur anne / aynanın aniden parçalanması hüzündü gurbetin adı / yanağa bırakılamayan öpücük / fotoğrafın solması bir gemi götürür onu bir yakadan ötekine / görüntü tazelenir hep İstanbul’dur birinin adı diğeri Atina iki başkent arasında gergin bir teldir kuşların konmadığı özlemler uçuşurdu gece gündüz /bir oğlu koklayamamak günler dilsiz annem o gece yakaladı yaşını babamın saçları kar beyazı parmaklarında mor damarlar dilimin bir notası düşüverdi çocukluğumdan yağmur yağdı sabaha kadar. annem havalanıp doğduğu topraktan çan seslerinin ardı sıra sürüklendi ege’ye ben alplerin eteklerinde göle bakan bir manolya ağacı olarak kaldım babam öldü babam öldü demedi kimse benden başka annemdi tek babamı yitiren biliyorum o gece gömüldü babam / annemin yüzüne ayın pencereden döküldüğü masamda durur fotoğrafı annemin eli çenesinde yurdundan uzak gözleri uçurum bir bakışı alır düşlerimi götürür çocukluğuma istanbul anne kucağına dönüşür birdenbire. “cellatlar girdi araya” tutuldu kapılar trenler kalktı kesilmedi gözyaşı fesleğenler kurudu bahçemizde / soldu leylaklar / suyu kesildi çeşmemizin gazetelerde sekiz sütun kin / tarihin defterinde parmak izi taşınacak bir denizden ötesine sonbahar sessizliği. * maviADA 2010 GÜZ SAYISI

  • Parazite

    Güney Kore sinemasının son yıllarda izlemeye değer yapımları arasında özellikle önerilen Parazite, 92. Akademi Ödül Törenin de en iyi film olarak seçilirken aynı zamanca Oscar’da 4 dalda ödül sahibi oldu. Gerilim, dram ve komedinin iç içe olduğu yapımda Güney Kore’de sınıflar arasında var olan ayrımın derinliklerine iniliyor. Filmde, Kim ailesi işsiz ve fakir bir aileyken, Park ailesi ise zengin ve üst sınıftır. Bu iki ailenin bir zaman sonra yolları kesişir ve ortaya uzun yıllar unutulmayacak bir hikaye çıkar. IMDb’de izleyiciler tarafından oldukça yüksek bir puana sahip Parazite isimli yapımı kore filmleri listenize ekleyebilirsiniz. Başrol Oyuncuları: Song Kang-Ho, Sun-kyun Lee, Yeo-jeong Jo Tür: Dram, Gerilim, Komedi Yönetmen: Bong Joon Ho

  • Plak

    Küçükken kamyonumuzla Kop Dağı’nı aştıktan sonra Bayburt düzlüklerinde başıboş (yılkı) atlar dere boyu arabamızla yarışa girerdi. Dört yanımızdan rüzgar gibi uçuşan atlardan büyülenmiş bakınır, ama babama söyleyemezdim, birazcık dur da sahipsiz elma ağaçlarını talan edercesine toplayalım. Atlarla ilgili küçük küçük, çok hikayem var ama yazamadım, elma ağaçlarının arkasında dört-beş adam bir atı iplerle sıkıca bağlayıp ve iki çubuk arasına aldıkları atın hayalarını burarak hadımlaştırıyordu, çocukluğumun en büyük travmasıdır, atın misket büyüklüğünde gözyaşları dayanılmazdı, insan yüz kez sünnet olsa bu kadar acı duymaz.. Güya büyüyünce romanını yazacağım. Başka bir at hikayesini ne yapalım, birkaç satırla anlatayım. Gençler bilmez şimdiki taksi durakları eskiden dolmuş duraklarıydı ve 60’lı yıllarda faytonlar da olurdu. Önde at, arkada kanepe gibi oturma yeri olan yaylı araba… Impalalar şavroleler çoğaldıkça faytonlar turistik oldu ve kayboldu. İsmet amcanın at arabası vardı ve arabasını faytona çevirmişti. At çok yaşlıydı, öldü ölecek, sur’un dibine, bağlamasa da, ağzına yem torbasını koymasa da at hiç oynamadan kımıldamadan akşama kadar miskin miskin öyle durur. Çevik kaslı bir tay almaya parası da yok. Yaşlı yorgun at halsiz bıkkın, küçük yokuşlara vurduğunda salyaları köpük köpük yerlere kadar uzanır, çatlar tökezler çıkamaz. Müşteriler, yazıktır yorma hayvanı, dedikçe İsmet amca kızgınlıkla kırbacı hayvanın sağrısına küfürlerle acımasızca indirir. Her yıl önce panayırcılar sonra lunaparkçılar Trabzon’a gelip giderler. Bir lunaparkçı sonbaharda mevsim dönüp lunapark kaldırılırken bembeyaz tayı, ki, güzelliğini görseniz aklınız çıkar, İsmet amcaya, hadi senin olsun, diye bağışladı. İsmet amca bambaşka bir adam oldu, nasıl sevindi, tay’ı teslim aldığı gün sevincinden bayram giysileri gibi fiyakalı giyindi. Ve ekmek teknesi eski ihtiyar yorgun ata daha da haşin davranmaya başladı. Beyaz at’ı arabanın önüne sevinçle törenle bağladı, bağlarken dizginlerini, gemini, koltuğun yırtılmış meşin derisini de değiştireceğim sözü verdi. Çok tuhaf bir şey oldu. Hayvan tek adım atmıyor, alnını sağrısını okşuyor, kulağına yalvarıyor, yok. Etraftakiler teskin eder gibi umutla: Alışmadı sahibine alışmadı, dediler. Bir daha dehledi olmadı, hüüü küüüü, hadi kızım hadiii, olmadı, etraftan arkadaşları bu hayvan hiç yük araba taşımamış bu ‘sirk’ atı, işin zor, dedi. Bir başkası, eğitilmesi lazım, dedi. İsmet amca tekrar ihtiyar atı sur dibinden çözüp arabasına bağladı. Boş zamanlarında elinde şeker, elma, beyaz atı okşuyor kokluyor öpüyor yularından tutup birlikte koşuyor eğitiyor, nafile… Beyaz at yeni düştüğü bu dünyaya küsmüş gibi ya da küçümsüyor, hiç hareket etmiyor. Tam ümidini kesiyordu ki dünyada olmayacak bir tesadüf, fayton bir dolmuşun arkasına sıra olmuştu ve şavrole dolmuşun içinde müzik sesi yükseldi. Beyaz at müziği duyar duymaz ayaklarını bir kedi gibi yumuşacık ve estetik düzende atmaya başlayıp, müzikle akrobatik bir gösteriye başlamıştı.. Kahvede kağıt oynayanlar, dükkancılar, yoldan geçenler, herkes beyaz at’ın etrafına toplandı ve alkışlamaya başladı.. Etraftakiler: ‘İsmet amca bu hayvan sirk hayvanı, müziksiz yürümez , sen iyisi mi faytona bir radyo al,’ dedi.. İsmet amca kendi kendine, ulan nasıl düşünmedik bunu, deyip, sevinçle bir radyo aldı, yetmedi teyp aldı. Ancak radyonun teybin sesini ne kadar açarca açsın, hayvan yine kımıldamadı. ‘Yahu ne oldu, bu hayvan müzikle oynamıştı, siz de hepiniz burada gördünüz, şimdi niye kımıldamıyor…’ İsmet amca gelene gidene dert yanıyor, bu eşsiz güzellikteki tay’ın hiçbir işe yaramaması onu kahrından öldürüyor. Ve yanına her gelene yeniden ispat etmek için: ‘Herkes gördü, müziği duyunca yürüdü, oynadı, hatta şaha bile kalktı, herkes gördü yaa…’ diye söyleniyordu. Sonra sonra arkadaşları İsmet amcayı sakinleştirmek için ‘güzel bir atın oldu daha ne istiyorsun?’ dediler, İsmet amca: Güzel güzel de ne? Çalışmıyor yürümüyor, bu süslü böceği akşama kadar bedava mı doyuracağım…’ diye yakınmaya başladı.. Birkaç gün geçti, beyaz at’ın güzelliğini karşıdan seyreden yaşlı köylü teyze, ki, İsmet amcanın akrabasıydı, at’ı bir güzel süzdükten sonra: ‘Bu at buranın atı mı?’ dedi, İsmet amca: ‘yok, lunaparkçılar dışarıdan getirmişti.’ Yaşlı teyze köylü şivesiyle: ‘Hem buranın atı değildur dersun, hem de senin çaldığın ne, bizim türkü, kemence.’ İsmet amcanın karışmış kafası aydınlanıyordu, sorgular gibi: ‘Eeeee teyzecuğum..’ Yaşlı teyze: ‘Bu at bizim kemençeyle oynamaz….’ Teyzenin dediği doğruydu ama hangi müziğe oynar, işte onu bir türlü bulamadılar, İsmet amca, beyaz at’ı sur dibine ve yaşlı yorgun atını tekrar arabaya bağladı. Bu sefer dümen, vites yerine kırbaç değil, ıslıklarıyla yorgun atına daha müşfik davranıyordu. Yoldan geçenler sur dibindeki beyaz tayı hayran hayran seyrettikçe sahibini soruyor, İsmet amca, hiç oralı olmadan: ‘Güzel at güzel at, lafım yok, ancak plağını bulamadık…’ Plağını bulamadık, lafı söylene söylene nerdeyse bir atasözü olup çıkıverdi. Aradan kırk yıl geçti, bu küçük hikayeyi unutmadım, İsmet amca plağını bulamadı ama, cemaatin efendisi, sonunda plağı buldu… 2010, Ankara * Yazar Nihat GENÇ, 13.09.2010 da GÜCÜM BURAYA KADAR BAĞIŞLAYIN, başlıklı yazısında, Cumhuriyetin ilanıyla yükselen modernizenin son dönemlerde tüm kalelerde uğradığı yenilgiden duyduğu umutsuzluğu ve yazıp söyledikleri nedeniyle yaşadıklarını dile getirip yazmayı bıraktığını duyurdu. Yukarıdaki yazıyı da o tarihte bize duyuruyu koymamız koşuluyla vermişti.

  • Bugün Pazar

    Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak bu kadar mavi bu kadar geniş olduğuna şaşarak kımıldamadan durdum. Sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara. Bu anda ne düşmek dalgalara, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. Toprak, güneş ve ben... Bahtiyarım...

  • Şiirdir Şiir

    Dize, kıta, ölçü, durak, Biraz redif, sonra uyak, Ancak şiirdir şiir. Seçilmişlik, süzülmüşlük, Sözden çok sayılır müzik. Oysaki şiirdir şiir. Cümle, sözcük, anlam, kavram, Ahenk, ezgi, algı, sezgi, Ama şiirdir şiir. Duygu, sevgi, esin, merak, Coşku, özgürlük ve yürek, Olsa olsa şiirdir şiir. Yergi, övgü, masal, öykü, İnanç, amaç, belki araç, Yine de şiirdir şiir. *

  • Mecnun

    Bir gezi grubuyla gelmiştim bu şirin kasabaya. Köylülerin yetiştirdiği ürünlerin doğrudan tüketiciyle buluştuğu pazar gününe denk gelmişti bu gezi. Grup olarak büyük bir keyifle dolaştık pazarda. Sonra çok değişik otların sergilenip satışa sunulduğu tezgâhın başındaki kadını gördüm. Gülümseyerek bana bakıyordu. Yanına gidip otların adını ve nasıl pişirildiklerini sordum. Bu soru ve cevaplar, koyu bir sohbetin başlangıcıydı. Nihayet bir süre sohbetten sonra sanki kırk yıllık tanışım gibi hissettiğim bu kadının yanından; bir gün ona, misafir olacağım sözünü vererek ayrıldım. İşte şimdi bu sözden ötürü yeniden gelmiştim bu kasabaya ve köye. “Köy minibüslerine bin, köy meydanında in. Hemen karşında kahve var. Bizim köyün erkekleri bütün gün orada otururlar. Çekinme git, Kırali’lerden Osman Dayıgillerin evini sor, herkes gösterir” demişti. Gerçekten dediği gibi kadının kocasıyla birlikte herkes evi göstermek için seferber oldu. Ancak, kadın evde yoktu. Tarladan henüz dönmemişti. İşte o sırada köyün yaslandığı dağın yamacında bir sürü çocuğun, bir karartı önünde bağrıştığını fark edip sorduğumda bana; “Köyün delisi, mecnunu… Aldırmayın, zararsızdır” dediler. Zamanım vardı ve ben, bu mecnunu merak etmiştim. Dağlara tırmanma sevdam da ayrı bir konuydu… Dondurucu soğuk, sürükleniyordu rüzgârda. Ağaçların çıplak dalları, kırağı tutmuş küçük otların ve buz tutan suların üzerine doğru eğiliyordu. Bir tek o, hiçbir şeyden etkilenmeyen duruşuyla karşımda öylesine duruyordu. Ona baktım. Boynumu iyice içime çektiğim mantomun içinde yine de soğuğu hissederek baktım. Saçları, uzun mu kısa mı belli değildi… Yapağı gibi yapıştığından rengi de… Beni hapis alan gözleri, perde arkasından bakar gibi olanca gizemiyle; kilitli içini yansıtıyordu… Ama yine de ben, kör bir kuyu gibi karanlığa açılan ağzına bakıyordum. Evet, ağzı açıktı. Üst çenesinde sadece önde iki iri dişi, sarı safran gibi anlamsız bir yalnızlıkla uzuyordu. Kirli ve hırpani giysisinin yırtıklarından meşin gibi eti görünüyordu. Onun karşısında nasıl durduğuma şaşarak bakıyordum. Şaşkın ve çaresiz… Beni ona götüren çocukların komiklikleri giderek benden uzaklaşırken; önümde uzun bir yolun açıldığını ayrımsadım. Giderek beni içine alan bu yol, bir sürü renk cümbüşüyle burkuluyordu. Her burgu, yeni bir durağa taşıyordu sanki beni. Bu duraklar… Ve bu duraklar arasındaki yollar… Offffff! Bir sürü karmaşık yol… Birbirine paralel ya da kesişen yollar… İçimden mi söyledim yoksa fısıldadım mı bilmiyorum ama kulaklarımda “Aysel” adının söylenişi çağıldadı. “Aysel.” İlk bakışta kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan o, gören gözlerin bakışıyla baktı bana ve “Aysel” dedi. Evet, bütün bedenimi sızlatan bu rutubetli ses, “Aysel” dedi. Ya da ben onun öyle dediğini sandım. Çünkü karşımda gördüğüm bu bedenden rutubetli de olsa böyle bir tını nasıl çıkabilirdi… Onun karşısındaki ak taşa, sanki en kutsal emirmiş gibi oturdum. Değişen yüzün sersemlettiği ben, giderek gerilere akıyordum. Geçmiş yıllar yolundaydım. Ortaokul yılları ve sıra arkadaşım Aysel geldi gözlerimin önüne. Her bakanın başını döndürdüğü parlak ela gözleri… Bukle bukle omuzlarından aşağılara akan kestane saçları… İnce narin yüzünden hiç eksik etmediği gülüşü… Sözün kısası sınıfımızın ve okulumuzun güzeli Aysel… Ne zaman yerimden kalkıp ona sarıldığımı anlamadan haykırıyordum; “Aysel… Aysel… Aysel…” gözlerimden akan yaşlar, onun kirli yüzünde; değişik şekiller çizerek akıyordu. “Neden” dedim, ona… “Neden?” Söyledikleri pek anlaşılmıyordu. Onca zamandan sonra onu bulmanın, böyle bulmanın şaşkınlığı, üzerime iyice yapışmış gibiydi. Böyle şaşkın ve inanılmaz hallerimizin ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Ama anlattıkları da onun bu yeni hali kadar şaşırtıcıydı. En son beş yıl önce bir dergide çıkan yazısını okumuştum. Yazı, yalnızlıktan kurtulmak için bize, aşkın gerekli olduğuyla ilgiliydi. Ona, beğenimi belirten bir ileti göndermiştim. O da her zaman ki sevecenliğiyle; teşekkür ediyordu. Birden onunla en son bağımız olan o iletiyi düşündüm. İnanılmaz bir hızla satır aralarında gezindim. Bir mesaj aradım, bulamadığım. Sesindeki rutubetin nemi, dondurucu rüzgâra asılıp kuruyordu sanki… Tahta sertliğindeki elleri, avuçlarımdaydı. Ve bakışıyorduk… “Hiç hakkım kalmamıştı” dedi. “Yaşadıklarıma isyanım vardı. Kaç kere değiştirmek istedim. Ama yaşadıklarımız sadece bize bağlı değil. O kadar çok değişken ve bilinmeyenlerle sarılıyız ki… Ah, sendelemek, tökezlemek, düşmek ve yeniden ayağa kalkmak… Nasıl? Söyle… Söyleyebilir misin? Durmadan kendimizi ispatlamak zorunda kalarak nasıl yaşanır, söyle? Öylesine tam bir teslimiyetle yaşamak bu kadar zor mu? O zaman ben, nasıl?” Kendine sorulan soruları ve verdiği cevapları dillendiriyordu belki. Kim bilir? Ama o, Aysel’di. Canlı, neşeli ve her koşulda her mevsim de bahar olan… Onun yanında kimse yaşlanmaz gibiydi. Hatta ölümün bile yüzü kızarırdı. Aşkın ve sevdanın türküsü okunurdu bütün doğa paydaşlarınca ve Aysel, en büyük ressamın ya da en büyük şairin en güzel ürünü olarak salınırdı… “Bir taraftan baktığımızda; bir sürü hatanın odağı, yaşamak dediğimiz… Bir taraftan baktığımızda da hata diye bir şey yok… Ama hep canı yanıyorsa insanın; orada bir sorun var demektir, değil mi? Yo yooooo anlamıştım… Biriyle karşılaştığımızda önce onu, nerede kullanabileceğimizi bulmaya çalışacaktık. Ondan faydalanıp faydalanamayacağımızı… Offffff bunu bizzat yaşayarak öğrendiğim halde bir türlü uygulayamamıştım. Yani kimse için böylesi bir yaklaşımda bulunamamıştım. Böylesi sorularla birine yaklaşmak veya uzaklaşmak; bu beni çok geriyordu. Onun için kendi seçimim olarak yalnızdım. Evet, evet yalnızdım özünde. Etrafımda bir sürü insan vardı. Her başarıdan sonra daha da artan bir çokluk… Ama ben, yalnızdım. Canım acımıyordu. Ben, kendi seçimim olarak yalnızdım. Üstelik istemesem de yalnızlığı seçmek; mecburiyetim oluyordu; içinde yaşadığım koşullardan ötürü. Biliyorsun, ben, hep akarım. Daha doğrusu akıyordum. Durmak bilmez bir hızla. Yani hiçbir yerin yerlisi olamayacak kadar bir hızla… O zaman; bir an önceki ben, bir an sonraki ben’e yabancı oluyordu hep. Öyle ki kendim bile olmayabiliyordum kendimin yanında. “ Kör kuyuya benzeyen ağzında yeniden o biçimli dudaklar şekilleniyordu. Burnuyla gözleriyle karşımda duran bu yüz, Aysel’in yüzüydü. Dağların arkasında saklambaç oynayan güneş, ayın ebeliğine itiraz eder gibi daha sık ortaya çıkıyordu şimdi. Rüyada gibiydim. Onu dinliyor muydum yoksa ben kendim mi bütün bunları uyduruyordum, belli değildi… Bütün dikkatimle ona baktığım halde ağladığını yeni fark ediyordum. Anlatmayı bunun için bırakmıştı herhal… Aysel, sessiz sessiz gözyaşlarına bulanırken; dağların oyuklarından acının kan kırımızı nefesi bütün benliğimi sarıyordu. Yargılanıyor gibiydim… “Hiç kimsenin kimsesi olamayacak kadar yalnızdım. Kendime göreydim. Ne bir eksik ne bir fazla… İşte öylesine bir kadın... Dışarıdan bakıldığında başını kaşıyacak zamanı olmayan; sevilip sayılan bir kadın… Sonra biri… Adam ya da kadın, ne fark eder?” deyip dağları, yerinden oynatan bir kahkaha attı. Hiç beklemediğim bir anda attığı bu kahkahanın şiddetiyle sarsıldım. O, acıyı saklamayan gözlerine inat, neşeyle parlayan yüzünü buruştururken; “Hep birileri vardır, zaten bilirsin ki o zaman kendimiz olmayız. Olamayız…” dedi. Sadece başımı sallayıp yüzüne bakmaya devam ettim. Birden sert bir öğretmen edasıyla ; “İnsan, ne zaman yalan söyler?” diye sordu. “Sıkıştırılınca, hoşgörü alanı daraltılınca, yasaklar artınca” diye mırıldandım… Yıllarca aradığını, sonunda bulan insanların tavrıyla baktı yüzüme. Sonra kendini ödüllendirir gibi çırptı ellerini. Ardından gök gürlemesiyle yağan yağmurun bir anda duruşu gibi sessizleşip, durgunlaştı. Yeniden omuzları çökerken; gözleri dalgın, mırıldandı; “Ben, kimseyi sıkıştırmadım… Sadece; benimle ilgili kararların ya da uygulamaların bana, net bir şekilde söylenmesiydi beklediğim. Tek koşulum buydu. Örneğin; benim kullanımıma da açılan oda, bir şekilde bana yasaklandığında; ben, bu yasağı, kapının önüne gelmeden önce öğrenmeliydim. Güvendiğim insanların, güvensizliği ki beni, nemin duvarı yıkışı gibi yıkıyor. Çünkü o zaman düşünüyorum; bu insanı, böylesine güvensiz yapan nedenleri… Yaşanmışlıklarını… Bu davranışıyla da benim yaşanmışlığıma güvensizlik tohumunu kattığının farkında olup olmayışını… Bütün bunlara katlanmamız neden?” Asırlar süren bir suskunluktu yaşadığım. Aysel, asırlarca susulacak bir çemberin içine çekiyordu beni. Buraya neden gelmiştim? Nasıl gelmiştim. Benim, hiç akılda yokken, hiç planda yokken bu yollara düşüşüm ve buralara gelişim nasıl olmuştu? Aysel… Onu beş yıldır görmüyordum dahası onunla ilgili hiçbir bilgiye ulaşmıyordum. Onun, yaşadığım mekânlarda nefes alıp vermediğini fark edememiştim bile. Bu birbirimizden ayrı düşüşlerle biz, ne kadar insandık... “Ne çok örnek oluştu yaşantımda böylesi yanılmaları yaşadığım… Yanılıyordum… Çünkü özde değişiklik yapmıyordum. Yapamıyordum. Olmadığım gibi görünemiyordum. Rol yapmayı doğru bulmuyordum. İnanmadığım halde inanmış gibi davranamıyordum. Sevmediğim halde sevmiş gibi de… Her yenilgiden sonra biraz daha kabuğuma çekilip yalnızlığımı büyütüyordum sadece. Sonra belki bir gün… Ah hayır! Bilirsin, hiçbir şey ya da hiç kimse ikna edemez beni, benden başka. Ben… Acıyı bilen, gerçekten bilen, başkasının acı çekmesine nasıl eden olabilir? Bu olur mu? Neden tam bir teslimiyet yok? O zaman, “Buldum” dediğimizden nasıl emin olabiliriz? Sanki oltayla yakalanacak balıklar gibi olmak… Hep yeni yollara uçurulan alacalı kuşların uçuşmasını görmek… Offfffffffff. Sen… Sen, niye geldin. Git. Lütfen git. Tekrar denemeye hakkım yok. Ben insan olmak istemiyorum. Yani sizlerin, “insan” dediği değilim. Burası güzel. Bu kaya kovuğu güzel. Burada hesap yok. Kandırmaca yok. Sömürmek yok. Yazmak, çizmek yok. Güven sorunu yok… Bunca güvensizlik ve bunca küçük hesaplar… Söylenenlerle yapılanlar arasındaki bu büyük uçurum. Artık yorulamıyordum bile… Git. “ Nasıl giderdim? Aysel’i orada bırakıp nasıl giderdim. Gerçek yaşamın dışına düşmek… Her an bir kandırılmışlıkla yüz yüze kalmak… Yaşamak… Bedeli ödenmeyen ekmeği yiyebilir miydim? Emek vermeden sevmeyi… Offf Aysel’in anlattığından farklı bir dünyada değildim ki üstelik. Ah, nasıl dayanılıyordu? Aysel ve Aysel gibilerin kopan düğmeler gibi yitirildiği bu dünyada örneğin; günbatımları, doğal coğrafya olayı olarak izlenecek… Hani içimizde; içimizin de içinde bir yer, anlatılamayan duygularla bezenir ya… İşte o duygular, giderek tamamen yok olacak. O zaman ben, hala nasıl ben olurum… 5 Şubat 2010 Cuma, İzmir

  • Müjdeledi Doğumu

    Uçuşan Sarı Yapraklar / Önce, bütün giysilerimden arınmalıyım” diye söylendi kadın. Sonra ateşiyle erimeye yüz tutan buzların üzerindeki uzanışını bozmaktan korkar gibi yavaşça çıkarmaya başladı giysilerini. “Evet, çıkar. Çıkar ve git” dedi buz, ateşler içinde yanan çıplak bedenden kurtulmayı umarak. Ummanın en olmaz uç noktalarından, renk vermez sesinin tınısıyla buz, “Git” dedi. Aslında, kendi var oluşunu korumaktı bütün gayreti buzun… Erimeyi durdurma istenci bundandı. Bundandı kendisine sığınan kadının, yüzyıl süren konaklamasından bir anda kurtulmayı umması. Oysa kalışının resimleri yapılmıştı kadının, taa evvelsi günden; doğum öncesi hazırlıklarda. Doğuracaktı kadın… Yeniden var etmek için kendini, kendisi doğuracaktı; şiir yağmurlarının bulutları olarak. Öyle söylemişti ozan. Ben duydum. Kadın, ateşin körüklediği duman çemberinde dönerken bir kuşluk vakti; hani kuşların ilk ötüş korosunun dinlence aralığında; “Bir sel yatağına vardığında; kendini çağıran sesin renginden tanıyıp kendi sesini, sesine doğru koş. O sana, senin kim olduğunu ve neler yapabileceğini söyleyecek” demişti. İşte kadın, rüzgâra karşı gelen ilk canlı olarak büyük nefesini üfleyip şiir yağmurlarınca diledi kendini. Bütün fırtınaların adresini alıp çağırdı, tek tek… dal kırılmaz yöresinin taş tutmayan büyük kaya vadisine. Uçurumlar sardı onu önce. Hani ün yatırsan; derin dehlizlerinde kaybolacak cinsten. Kıyısında dolaştı uçurumların. Ya da uçurumlarının… Ordaydı. Üstü örtülü olarak gösterilen bütün yol haritaları ordaydı. Önce, sağlam temeller kazdı kadın, kendi içinden geçen. Bunu önemsiyordu. Temel önemliydi. Konu ne ise başlamadan önce sağlam temellere oturtulmalıydı. Sağlam yerlere sağlam temeller atmadan oluşturulan geleceğin, geçmişin öğrenmesiz tuzağında kaybolacağını biliyordu kadın. Biliyordu aslında geçmişin durmadan geleceği oluşturduğunu. Bu yüzden önemliydi yaşanan anlar. Yaşanan her an, yaşanmış olarak geçmişe eklenirken; geleceğin kapısıydı araladığı, bugüne verilen özenle. Papatya yapraklarının beyazlığınca ve bir sarı halkayla kalışının yalnızlığınca özenliydi… Dahası, papatyalara sığınmanın faydasız menzilinde olamayacak kadar… O zaman, bütün özgür kuşlardan daha özgür ruhunun tutsaklığı olurdu sevme eylemleri, dar vakit tanımaz koşularda. Kadın, hep bir geç kalışla sersemleşen yüreğine, dizginlerce kök salan gidememe eyleminde; kalmanın doruğu olarak sustu. Eriyen buzun soğuk suyuna karıştırdığı çıplak bedeni, alev ateşleri içinde; mavi bir sis perdesiyle sarıldı, suskunca. Oysa her susuş, beraberinde getirendi sırası gelmiş olmasa da sıralı gibi karanlığa bürünmeyi. Öğrenme yöntemlerinden biridir, bilinir… Bilinir, deneyimlerin öğreticiliği, çok eskilerden taşınan yaşanmışlıklarda olarak. İşte kadın, bir yaman dengesinde yaşamın öğrenmişti; aydınlığın arkasındaydı karanlık. Bu yüzden o, hiçbir dağın arkasına gitmedi. Daha doğrusu yönünü hiç arkalara dönmedi. Nasıl dönsündü? Geçtiği yollara bırakılan izlerde; ayak izleri dururken o, yönünü gerilere nasıl dönsündü. Dönmedi. Ben ordaydım, gördüm. Kadının yönünü gördüm. Zaten ben görmesem de duyulmuştur; şimdi eski göl yataklarından geriye kalan bataklıklardaki kurbağaların şarkısında söylenir, duyanlar duymuştur. Bütün yanılmaların gebeliğince şişti incir çekirdeğini doldurmayan söz balonları, yaşamın bir kirli bohçasında. Sırı dökülen testilerin şarabı gibi sızdı yaşam, kendi engin mecrasından. Sonra, kadın, bütün tutsaklıklarını bırakıp ağaç kovuklarına, bir derin rüyaya daldı, kendi öz diyarında. Gördü, bütün yamaçların bir tepesi vardı; bazıları kuş konmaz olarak. Ve bazılarının başındaki dumandan görünmüyordu yolları.O, kendi dağını tanıdı, diğer kadınlar gibi… Ayağa kakıp gitmeye duruşu zor olmadı. Ardından dökülen yaprakların sarılığınca gitti çabucak. Belki bütün buzlu tepelerin beklediğiydi… Ama beklenilen olmak değil; beklediğini bulmaktı özlenen, bir gizli mabet gibi. Böylece; bütün renkleri bezeyip eteklerine, tek hedefe kilitli olarak, çıktı buz dağına. Sır vermez tepelerin tepesinde bütün doğumlara gebe, gidiyordu kadın, buzun ateşi kestiği yere. 2 Eylül 2009 Izmir maviADA 2009 GÜZ

  • Panik Odası

    Keyifle izleyeceğinizi düşündüğümüz bir psikolojik gerilim filmi Panik Odası... Hoş bazı sahnelerinde, ''Bu kadar da olmaz!'' dedirtse de oldukça sürükleyici bir kapalı alan filmi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özet Meg Altman, kocasından yeni ayrılmış olan bir kadındır. Kocasından aldığı nafaka parasıyla oldukça eski bir ev satın alır. Evi gezerken evin içerisindmeyee özel bir oda fark eder. Bu oda, müthiş bir güvenlik sistemiyle donatılmış, güvenli bir mabettir. Odanın içerisindeki monitörlerle evin her tarafı gözlemlenebilmektedir. Meg ve birlikte yaşayacağı kişi olan kızı, istenmeyen bir durum yaşandığı takdirde bu odaya sığınabileceklerdir. Panik Odası, yönetmenliğini David Fincher'ın yaptığı ve başrollerini Oscar'lı aktris Jodie Foster ve Forest Whitaker'ın paylaştığı 2002 yapımı film. Gösterime giriş tarihi: 31 Mayıs 2002 (Türkiye) Yönetmeni: David Fincher Bütçe: 48 milyon USD Adaylıklar: Genç Artist Film Dalında En İyi Genç Başrol Kadın Oyuncu Performansı Ödülü Yapımcılar: David Koepp, Ceán Chaffin, Judy Hofflund, Gavin Polone * Hazırlayan: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • "Seni Yazdım"

    Seni Yazdım, Filiz Serin. Gece Kitaplığı yayını. Ocak 2021 * "Yaşanmış bir farkındalık hikayesi." Emekli öğretmen olan Filiz Serin kitapta çocukluğunu, gençliğini, ilk orta lise öğrencilik anılarını, İngilizce Öğretmenliği Eğitimini gördüğü üniversite hayatını, öğretmenlik yıllarını, evliliğini ve Caner'in doğumunu kaleme almış. Caner doğduktan sonra Eşi Tıp Doktoru olan Azmi Beyle işleri nedeniyle devamlı yer değiştirmek zorunda kalmışlar. Bu yüzden otizm tanısı konmuş olan Caner'in eğitimi çok sancılı geçmiştir. Yaşamı Ankara - Gaziantep - İzmir üçgeninde geçen Caner, gerek yaşamını, eğitimini, gerekse çok sevdiği piyano derslerini farklı hocalarla çalışarak sürdürmek zorunda kalmış, karşılaştığı engelleri aşmak için mücadele etmiş. Eğitimli anne babanın Otizmle ilgili derinlemesine bilgileri vardır ama yine de günün birinde Otizmli Çocuk sahibi olacakları hiç akıllarından geçmemiştir. Bu kitabı okurken, otizmli bir çocukla birlikte dünyaya bakmaya başlayacak, ailesinin ve kendisinin engelleri aşmak için verdikleri mücadeleyi, başarılarını ve azmin zaferini göreceksiniz. Kitapta Caner'in yaşanmışlıklarına ilişkin belgelere, gazete haberlerine ve köşe yazılarına da yer verilmiş.

  • KÖY ENSTİTÜLERİ KAZASI!

    Köy Enstitülerinin neden kurulduğu ve neden kapatıldığı, doğru dürüst anlaşılamamış ve anlatılamamıştır. Bunun nedeni, Enstitücü aydınların çoğunun tek parti dönemi hayranı olmalarıdır. Enstitüleri Tek Parti Dönemi’nini olumlamak için kullanmaktadırlar. Gerçekte Köy Enstitüleri bir rejim kazasıdır. Rejimin değerlerini köye ulaştırmak için hükümetin arayışları ile İsmail Hakkı Tonguç gibi halkçıların uzlaştığı bir kurumdur Köy Enstitüleri. Köy çocuklarının yatılı okullara alınması, burada hem öğretmenlik, hem iş eğitiminden geçirilip köylere gönderilmesinin rejime bir zararı yoktur. Aksine köylü ne kadar zenginleşirse devletin onlardan alacağı ve burjuvaziye aktaracağı para da artardı. Gerçekten de Köy Enstitülerinde 1940’lı yılların rejimini benimsemiş gençler yetişmiştir. Şu farkla ki, Enstitülerde istenmeyen bir şey daha olmuştur. 1940’larda ülkede iki akım vardı. Milliyetçilik, daha çok hükümet çevrelerinde, üniversite gençliği arasında ve klasik liselerde yayılırken, Köy Enstitülerinde sosyalizm eğilimi gelişmeye başladı. Bunun çok yaygın olduğu söylenemez ama düzene isyan “Yeter beyim paşam dediğin yeter!” dizelerinde de ifadesini bulduğu gibi, bazı öğrenci yazılarında yer aldı. Bu durum fark edilmeye başlanınca kıyametler koptu. “Biz Enstitüleri bunun için mi açmıştık? diye sorgulamalar başladı. Okulların kapatılmasına gidilmedi. Yöneticileri değiştirildi, sistem üzerinde sıkı bir denetim uygulandı ve okulların programları değiştirildi. Enstitüler, klasik öğretmen yetiştirme sistemine eklendi. Böylece, dönemin Tek Parti iktidarı, bir rejim kazasının önüne geçerek derin bir nefes aldı. Kemal Tahir, hapishanede yazdığı “Bozkırdaki Çekirdek” kitabındaki kahramanlarınının ağzından, Enstitüler yoluyla yeni bir Türkiye kurma heyecanı taşıyan eğitimcilere mealen “Boşuna umutlanmayın, bu hükümet size bunu yaptırmaz” diyordu. Yanılmadığı birkaç yıl sonra anlaşılacaktı. Tek Parti yönetiminin hayranı olan aydınlar, onu enstitü düşmanı olarak suçladılar. Rejimin kurumları bileşik kaplar gibidir. Bu kaplarda su düzeyi aynı olur. Su düzeyi farklı olan bir kap varsa orada bir arıza var demektir ve arıza farkına varılınca düzeltme yoluna gidilir. Enstitülerin sistem açısından bir arıza olduğu anlaşılınca durum “normal”e döndürülmüştür. Köy Enstitülerinin kalkınmacı eleman yetiştirdiği için kapatıldığını ileri sürenler, enstitüleri anlamaktan çok uzaktır. Bu nedenle bugün Enstitü benzeri eğitim kurumları açılabileceğini ileri sürmektedirler. Birkaç yıl önce AKP hükümetinden enstitüleri yeniden açmasını isteyen safdiller bile vardı. Meslektaşım Mustafa Pala’nın son yazısında anlattığı gibi açtıkları özel okula “Enstitü Koleji” diyen ve enstitülerin anısından para vurmaya çalışan açıkgözler bile türemiştir. Eğitim tarihimizde Köy Enstitüleri, olumlu bir deneydir fakat artık köy nüfusu ve köy okulları çok azaldığından ve artık enstitü mezunlarının işlerini görecek çeşitli meslek okulları bulunduğundan bu okullar artık açılamaz. Şimdi artık bütün eğitim sisteminin laikleştirilmesi ve bilimsel esaslara göre yeniden düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Bunu da geleceğin halk iktidarı yapacaktır. (17 Nisan 2021) zekisarihan.com

  • Haller

    Minicik bir serçeyim Asi rüzgarların koynunda Baharın gelmesini bekleyen Başeğmez bir küheylanım Dağ başlarında Özgürlüğün türküsünü söyleyen Kar altında boy veren Asi bir kardelenim Güneşe boyun eğen Bembeyaz bir papatyayım İnsanların hoyratça ezdiği Kokusu yaylalarda esen Bin yıllık çınarım Dallarımda Binlerce kuş cıvıldar Binlerce çocuk gülümser Minicik bir balığım Dalga boylarında Maviliklerde kaybolan Issız dağ köylerinde Cebimdeki mavileri gülüşleri Çocuklara dağıtan çılgın bir gezgin Kış gününde yalancı bahara aldanıp Kara kışa aldırmadan çiçek açan Bir ağacım Samanyolunda koşturan Ay dedenin yaramaz çocuğu Kaçak bir yıldızım Bakmayın siz sözlerime İflah olmaz iyilik delisi Düşleri mavi Haksızlıklara isyankar Ufacık bir canlıyım Semihat Karadağlı /İzmir / 21. Mart 2018

  • Ezanın Türkçe ve Arapça Okunması

    1932'de Ezanın Türkçe okunma kararı uygulanmaya başlandı 18 yıl boyunca bütün yurtta Türkçe okunan Ezan 1950'de yeniden Arapça 'ya döndü. Arapça Ezan kararı, başlangıçta tasarıya karşı çıkan CHP'nin kısa sürede fikrini değiştirmesi sonucu İnönü, Yusuf Ziya ORTAÇ... gibi birkaç milletvekili dışında ekseriyetinin, Demokrat Parti'ninse tamamının oylarıyla uygulamaya kondu. * Ezanın Türkçeleşmesi, Yeniden Arapça Okunması ve Basındaki Yankıları Prof. Dr. Metin Ayışığı / * Cumhuriyet Türkiyesi'nin adım adım uygulamaya koyduğu yenileşme kararlarından biri de Ezanın Arapça yerine Türkçe okunması idi. Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur Köylü anlar manasını namazdaki duanın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur an okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın. Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın! Aslında Gökalp sadece Türkçe ezanı değil ibadetinde Türkçeleşmesini istiyordu. Yani Türkçe Kur an fikrini ortaya atıyordu. 1924'te kurulan ve dinin devlet kontrolüne alınmasını amaçlayan Diyanet İşleri Başkanlığı, ezan ve salâtın Türkçeleştirilmesi ve hutbelerin Türkçe okunmasını ele aldı1. Ezanın Türkçeleştirilmesi konusunda görüş birliğine varıldıysa da, Türkçe ezan önerisinin halk nezdinde yol açacağı tepkiyi hesaplamak için önce bir deneme yapıldı. 1926 yılında İstanbul Erenköy Camii'nde bir müezzin Türkçe ezan okudu. Olay, tepkilere yol açtı. Deneme, “Henüz zamanı değil” kanaatiyle sonuçlandı. Müezzin, Diyanet İşlerine şikâyet edildi ve bir süre için görevinden alındı. 1930’ların başında ezanın, tekbirin ve salánın Türkçeleşmesi, Kur’an’ın Türkçe okunması ve namazın da Türkçe dualarla kılınması kararlaştırılmış ve Türkiye’nin önde gelen bazı hafızlarına ezanın ve duaların Türkçeleştirilmesi vazifesi verilmişti. 21 Kasım 1932 günü Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından seçilmiş hafızlar heyetine Türkçe ezanın birer kopyası verildi. Bu hafızlar 23 Kasım 1932 günü tekrar toplanarak ezan ve kametin makamlarını seçmişler ve bir hafta sonra da camileri dolaşarak çoğaltmış oldukları listeleri müezzinlere dağıtmışlardı. Bu dokuz seçme hafız din inkılâbı için yapılacak değişikliklerde ve özellikle ibadetin Türkçeleştirilmesi konusunda 1931 yılı Ramazan ayının ortasından itibaren Dolmabahçe Sarayı'nda çalışmaya başladılar. Hafız Saadettin Bey (Kaynak) yürütülen bu çalışmaların organizatörüydü Atatürk 12 Ocak 1932 günü İstanbul a gelir. Aydın milletvekili Dr. Reşit Galip ve Gaziantep milletvekili Kılıç Ali ye güzel sesli bir hafızın Yerebatan Camiinde Türkçe Kur an okuması için talimat verir. Hatta kendilerin de Camide bizzat hazır olmalarını ister. Böylece Kur an ın Türkçe tercümesi ilk kez ve makamla 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul da Yerebatan Camii nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okunmuş olur. Ertesi günü Atatürk ün huzuruna çıkan Hafız Yaşar Bey, Yerebatan Camiinin küçük olduğunu söyleyince, aynı hutbenin 29 Ocak günü Sultanahmet Camiinde tekrarlanması kararlaştırılır. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camiinde okundu 3. Sonra bu Türkçe ezan 78 devirli plağa basılarak tüm Balıkesir Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi İbadeti Türkçeleştirilme projesi konusunda 1928 yılında ilahiyat Fakültesince bir komisyon kurulmuş ve bir layiha hazırlanmıştı. Bu komisyonda İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Şekip Tunç, İsmail Hakkı İzmirli, Halil Halit, Şemsettin Yaltkaya, Yusuf Ziya Yörükhan, Halil Nimetullah gibi isimler yer almıştı. İzmir de Türkçe Kur anı Kerim ilk defa 29 Ocak 1932 de Izmirin tanınmış hafızlarından Ömer Bey okudu. Bkz. Akşam 2 Şubat YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

bottom of page