top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Ermeni Yazını Notları

    Ermenilerin Anadolu’dan göçürülmelerinden seksen yıl sonra, roman okumayı özlediğim bir süremde, kent kitaplığının kuytu köşelerinden buldum “Hegnar Çeşmesi*” romanını. Küçük oylumlu romanı okurken daldım gittim. Doğu Anadolu’nun bir kabasında, sıradan, bildik komşular arasında yaşıyormuşum duygusundaydım. Tek ayrıcalık Erivan kasabasında ayrıksı üç dinden insanların bölünmüş mahallelerde yaşadıklarıydı. Unutulmaz bir anlatım tadı, sıcaklığı vermişti. Anlatım özgünlüğü, kurgusu Türk romanlarından ayrıksı değildi. İzleyen yıllarda Ermeni yazarların yapıtlarını yayımlayan yayınevi** ile bağlantı kurarak tüm yayınlarını okudum. Yazarların çoğu Anadolu doğumlu, anlattıkları da Anadolu kasabaları, kentleri, kırsalıydı. Anadolu’yu anlatan Türk yazarlardan önce başlamışlardı kırsalı öykü romanlarda anlatmaya. Öyle ki çok sevdiğim kitaplara, yazarlara değinen kitap tanıtım yazıları da yazdım yerel gazete. Okundu, söz edildi, tartışıldı. Bir tarih araştırmacısı dost söyleşisinde kulağıma fısıldadı “ Yoksa Ermen misin?”. “Hayır!” yanıtını verince sorusunu sürdürdü. “ Ermeni soykırımını kabul ediyor musun?”. Nereden nereye varmak istediğini sezinlediğimden yanıtımı genişçe vermek gereğini duydum. “ Soykırımını kendi tarihçileri bile kabul etmiyor. Bir dönemde aynı coğrafyalarda yaşayan iki halk sömürgeci devletlerin kışkırtmasıyla karşılıklı çatışmaya girdi. Dünya siyasal dengeleri de değişince ortada kaldılar. Güvenlikleri açısından göçürülmeleri siyasi araç yapıldı. Cumhuriyetin kurulmasıyla da sorun antlaşmayla bitti. Şimdi her iki devlette kendi yaşamını sürdürüyor. Kışkırtmalar kesilmedi, süreceğe de benziyor. Tarih araştırmacısı işin derinine varmak amacındandı. Sevdiğim birisi olmasa yanıt vermeyecektim ama yanıtlamak, kendi yolumun ayrıcalığını vurgulamak gerekiyordu. “Yirminci yüz yılın başlarında İngiltere çıkarları doğrultusunda Kafkas insanlarının bölünmesini gerekli görüyordu. Ermeni toplulukları engel gördüklerinden bölgeden çıkarılmalarını istiyorlardı. Doğrudan işe girişmektense dolaylı yolları seçerek Rusya’nın siyasayı uygulaması istedi. Rusya doğrudan Kafkasya ile sorun çıkarmak yerine işi Osmanlı devletine yönlendirdi. Bir bakıma Jandarmalığını verdi. Osmanlı gizli siyasaları sezemediğinden bölgenin boşaltılması işini Hamidiye Alayları’na verdi. Göçürülmenin önemini sezemediğinden, askerlerle / göçürülenlerin geçmişteki akçalı ilişkilerini bilmediğinden, kalan malların denetim ve kayıtlarını tutamadığından, talanı önleyemediğinden, çatışmaları önlemekte yetersiz kaldı. İstenmeyen olaylar yaşandı. Yıkıldıktan sonra Cumhuriyet yönetimi sorunu çözüp iki halka da barışı sağladı. Bölgede kalanlar yoksul, çatışmalardan çok yara alanlardır. Yaralarını sarmaya çabalıyorlar. İşbirlikçiler Avrupa ya, Amerika’ya sığındı. Kopuntu halklar olarak varlıklarını sürdürmeye çabalıyorlar. Ben tarihten çok, Anadolu’da yaşayan kırsal halkın yaşamıyla, sosyal ve kültürel boyutlarıyla, yazını ve sanatıyla ilgileniyorum. Anadolu kökenli Ermeni yazarların söylemleri kopuntu Ermenilerden farklı görünüyor. Doğduğu topraklardan, komşularından, işlerinden, aşlarından uzaklaştırılmalarından tedirginler, dönemeyeceklerini de bildiklerinden, Anadolu da kalanlarına özlem büyütüp ağıt yakıyorlar.” “Senin bakış açın hümanist ama içinde bulunduğumuz toplum düşüncelerini anlamaz, saptırır, başına iş açarsın sonra.” “Tarih kıyıcıdır. Katiller kurbanlardan daha iyi tanınıyor nedense ( Eliezer Wiesel). Tarih bazen çıldırırmış ta ( S. J. Agnon)”. Etnik ayrımcılığın yıkımlarını yaşamış yazarlar boşuna söylememiş bu sözleri. Çatışmacı değil insancıl noktalarda birleştirici olmaya çalışıyorum. Halklar arasında çıkarılan karmaşalardan başkaları yararlanır, her halk kendi yarasını kendisi otamak zorundadır. Şimdi bile yayınevleri arasında yayın siyasalarında kışkırtıcılığın izlerini sezebiliyorum. “Sen yine de tarihi yabana atma, tarih bilinmeden yazın yorumlanamaz.” Tartışmalarımız, düşünce değişmelerimiz, doğru noktalarımız, eksikliklerimizle yaşayıp gidiyoruz. Tarihçi- yazın tutkunu saygısı doğrulara götürüyor sanırım. Sürem içerisinde Türkçenin konuşulduğu komşu ülkelerin yazınlarına yoğunlaştıkça bölük pörçük bilgileri toparlamak gereği de duyuyorum. Ayrıntılarda dolaştıkça, yaşanmışlıklarda edilen sözlerin derinlerini düşündükçe çatışmalardan çok insanlığımızı yeniden bulmamızın gereğini inanıyorum. Yüzlerce yanal Ermeni Tarihi’ni de okudum. Gördüm ki, dünkü toplama uluslar değilmişiz, geçmişimiz binlerce yıl öncelere uzanıyormuş. Sözün, yüzün, yaşamın komşuluğu buymuş demek. Gördüm ki, aynı dili konuşan halkın doğusuyla batısı aynı konuda, aynı duyarlılıkta olamıyormuş. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden doğuş ve dinde değişimler dönemi otuz yıl sonra kesintiye uğradıktan sonra, eski siyasaların yeniden ortaya çıkmaya çabaladığı yılların çocukları olarak din- etnik ayrımsamaların somut örnekleri yaraladı belleklerimizi. Tutucu olanlardan çok ilerici düşünceler de o yıllardan yüklendi belleklerimize. Önemsiz gibi görünse de kasabadaki Rum esnafa, Ermeni değirmenciye, alevi köylüye amca-dayı demeniz hoş görülmezse nedenini sorgulamak gereği de duyulur sanırım. Her beyini, insancıl düşünceyi düşmanlaştıramazsınız. Aynı okullarda, askerlikte, toplum içinde yaşamak zorunda olduğumuza göre hoşgörüyü de yaşamın içinden sezinlemeyi başarabilenler aydın olabiliyor sanırım. İleri yaşlarımda çok dilli, çok kimlikli bir ülkede yaşadığım ilişkilerin sonuçları düşüncelerimde haklılığımı gösterdi. Yazarlar, sanatçılar, bilim insanları, sinema tiyatro oyuncuları, kitaplar, müzik, resim, kısacası kültür, insanlığın kopmaz bağlarını oluşturuyor sanırım. Ülkeler birbirlerini tanımak isterken savaş kahramanlarından bağ kurmuyor. Hiroşima dersem Japon komşum Kurtuluş Savaşı diyor ama Mustafa Kemal’i de soruyor. İranlı komşuyla bağımızı kuran Ömer Hayyam, Sadık Hidayet, Nazım Hikmet oluyor. Bu bağlamda komşu ülkelerin yazınlarını tanımak tutkudan da öte zorunluluk oluyor. - Ermeni Yazınının Doğu Yüzü: Doğu- Batı Ermeni yazını olarak ayırmanın, ayrı incelemeye çalışmanın nedeni salt coğrafya değildir. Okuyup yazdıkları abc’ den de kaynaklanır. Doğu Ermenicesi. Armani, Rusya Ermenilerinin resmi dilidir. Rusya, İran, Hindistan Ermenilerinin yazın dilidir. Ermenicenin altmıştan fazla diyalektiği (ağzı) vardır. Aralarındaki ayrılık o denli büyük ki aynı ağzı konuşanlar bile birbirleriyle anlaşamazlar. Yafes teorisine göre Hint- Avrupa dil kümesindedir. İ.S:387 Sasaniler döneminde Doğu Ermenileri Pers egemenliğinin, Batı Dili olarak Aramca ve Yunancayı kullanıyorlardı. V. Yy. da Mesrop Maştots Ermeni abc’si Graber ‘i oluşturması önemli bir oluşumdur. Ermeni yazını Arap, Selçuklu, Osmanlı, Rus kültüründen etkilenir.Birbirlerinden bağımsız olarak gelişmeye çabaladıkları görülmektedir. Birbirinden ayırıcı iki kavramı bilmek de okunanın anlaşılmasına yardımcı olur sanıyorum. Hayk: Nerden geldiği belli olmayan göçlerle Urartu bölgesine gelir. Güneş tanrısı Bell’in egemenliğine girmek istemez. Van Gölü, Karduk bölgesine göçerek yerleşirler. Hay, Hayastan, Haykeşen önadını benimseler. Aram: Mit kahramanları Urartu Kralı Aram’dır. Kapadokya yandaşı Titanidler’savaşırlar. Armanien, Armanı önadlarını benimserler. Doğu yazınının özeği Tiflis’ den Erivan’ kaymıştır. Rus, Sovyet yazınından etkilenmiştir. Daha önceleri Kafkas yazını olarak algılanıyordu. En büyük kitaplıkları Erivan’ da Matenadaran’dır. 19.yy. Mihitaristleri ( Katolik ) Ecmidin de Venedik Özeklidir. Siyaset olarak Hınçak Sütyun ( sosyalist ve terör yanlısıdır.) Kafkas yazını olarak algılanması, çok dilli ve çok dinli Kafkaya’da Doğu+Batı bileşimi yaratmak amaçlıydı ama amaçlarına ulaşamadı. Dönemsel özgünlüklerde gösterir. İlk Dönem ( V- X1.yy), orta dönem ( XII-XVII. yy.) , Yeni Dönem (XVIII-…)Yeni dönem daha çok Sovyet etki alanı içinde, gizli kalkanı Rusçuluktur. ( 1919-1991 )Rusça devlet dili, güçlü Rus yazını tartışılmazdı. Rus yazını küçük kardeş halkların yazınını koruyucu kanatları altında alarak gelişmesine yardımcı olacaktır. Ermenice’den Rusça’ya; Rusça’dan başka dillere çevrilerek geniş bir okur kitlesine ulaşmıştır. S.S.C. B’deki siyasi yazgısı nedeniyle Batı Ermenileri yazınından yalıtılmıştır. Sovyet yazın bilimcilerinin inceleme ve yorumlarıyla yazın tarihine kayıt edilmiştir. S.S.C.B öncesinde kendi yazınları olarak biliniyordu. Rus yazını Ermeni yazınını etkisi altına almakta gecikmemiştir.1991 sonrasında bağımsız doğu Ermeni yazınını oluşturma girişimleri hız kazanmış fakat eldeki veriler çok dar çerçevede, yetersiz kalmaktadır. Yoğun çaba kapsamında 1983 yılındaBruyusovski Çteniya dergisinde L.M.Mkrtıçyan’ın 1915’de yazdığı “ Ermenistan Şiir Seçkisi” ni yayınlayarak Klasik Ermenistan Şiirini ortaya çıkarır. Acm. Dillen (1884); “ Ermeni yazını fakirdir.Kaliteli tek bir eserle karşılaşmıyoruz. Ortada olanlar da eski dönemle ilgilidir, fikir vermiyor. Varlığı da tartışmalıdır. Çözüm getirmiyor” gerçeğini saklayamaz.(İ. Gunin). Rusya’da ilk Ermeni gazetesi “Arevelyan Tsanutsmuh” 1816’da Astrahan’da yayınlanır. 1846 ‘ da Tiflis’te “Kovkas”, (1850-51 ) de G. Patkanyan yönetiminde “ Ararat”; 1815’de Moskova’da Lazarevski Enstitüsü, 1825’de Tiflis’te “Nersesyan” okulları Ermeni kültürünün yaymaya çalışır. Rus yönetimi 1894’de baskı uygular, kitapları toplar yakar. 1907’ye değin suskun dönem yaşanır. “Armanakyan Muza”,(1914-1917 ), “Armanyansky Vestnik”,Armayansky Belleteristi” Rusça bilen Ermeniler yönelik yayın yapan gazetelerdi. Stepenos Grigoriyeviç Mamikonyan başkanlığında, Rus şair Valeri Yakovloviç Bryusuv ve Maksim Gorki çabalarıyla bir komite oluşturulur. Devlet ödenekli komitenin sözde amacı, “ Ermeni yazınını Rus okura tanıtmaktır.” “ Ermeni Edebiyatından Seçmeler” yayınlanır. Girişimin siyasi amacı ise; “ Doğu Ermenilerinin Türkiye’ye karşı karalama savaşımına taraftar toplamaya yardım etmektir.” Ermeni Milliyetçiliği özüne dayanan Hınçak terör komitelerinin örgütlenme, yayılma dönemleridir. Komite üyelerinden Veselovski dışındakilerin hiç birisi Ermeni abc’sini bile tanımıyor, Ermenice bilmiyorlardı. Girişimler başarısız olunca Ermeniler Rusça ’ya ( Podsroçnik) olarak verilen ilkel yöntemlerle çevirirler. Bundan da istendik sonuç çıkmaz. Doğu ermeni yazınının her evresinde sanatsal kaygılar siyasal söylemlerin gerisinde kalmıştır. Başka bir ulusu karalama çabası öne çıkmıştır. 1987 yılında “ Iskri”çeviri romanında İslam’a karşı Ermeni Halkın ayaklanmaları destanlaştırılır. Siyasi içerikli yaymaca (propaganda) yoğunlukludur. ( Türkiye’de acı çeken Ermenilere kardeş yardımı) özeklidir. Salt Ermeni yazarları, şiirleri değil; yazın ve dilbilimciler de düşmanlık körüklerler. Şiirde olduğu gibi düz yazıda da bir yoksulluk vardır. Seçki hazırlamaya bile değer görmez Bryusov. Doğu Ermeni yazını yazarları sosyaliz öncesinde Batı Ermeni yazınından habersizlerdir. Doğu Ermenice çeviriler bire bir değil uyarlamadır. Batı tanrılarına Ermenice adlar verirler. Türkçe-Ermenice, Ermenice- Türkçe çeviriler daha resmilik kazanmamıştır. Bilimsel olarak da incelenmemiştir. Yazınsal yapıtlar, yazın kurallarına göre yazıldığından daha tarafsız olmak zorundadırlar. Martiroloğlar: Rahip ve rahibelerin çileli yaşamlarını anlatır. Susanik’in çektiği Acılar: Gürcülerde de anlatılır. Ermeni- Gürcü ortak anlatımıdır. MesropMastots: Gürcü sarayında çalışır, Ermeni ve Gürcü abc’sini yaratır. Şiirleri diz temalı şarkılardan doğmuştur. XIII-XVI.yy. din dışı konulara yönelir. Tanınmış Yazarları: Hovhannes TUMANYAN: (Tiflis,1869) Şair. Ermeni halkının sosyal yaşamını, doğasını öne çıkarır. Tacikistanlı Ömer Hayyam’dan esinlenir, AhtamarBalladı’nı yazmıştır. Avetik İSAHAKYAN: ( 1875-1957) Şair. Sovyet Bilimler Akademisi üyesi, Devlet Yüksek Ödülü, milletvekili, ateist, güneşi yüceltir. İngiliz- Alman yazınından Ballad (Güzelleme) dönüştürdüğü Ahtamar balladıyla bilinir. Yelena ÇuUDİNOVA-Roberta HOVHANESYA: Ermenistan halkbiliminden beş söylenceyi derlemiştir. Silva GUBİDİKYAN: (Erivan; 1918-1977) Ermeni filolojisi, Moskova’da Rus Edebiyatı öğrenimi gördü. Edebiyata şiirle başladı. 1962-63 yıllarında Lübnan, Suriye, Mısır, 1974’ de Kanada, Amerika’yı gezdi. “ Mozaik Ruhun ve Haritanın Renkleri” ni yazdı. Ana yurttan ayrı kalan Ermenilerin ikinci yurtlarındaki yaşamlarını, acılarını, çilelerini, zorlukları anlattı. 1957’de unutulmaz şiiri “ Asurlu Kadın” da, büyük kentlerin kaldırımlarında ayakkabı temizleyen Ermeni kadını anlatır. Ermeni sorunuyla ilgili her konudaki birlik, toplantı, karar toplantılarında, siyasi karar vermede,Batı Ermenilerinin düşünce ve önerilerini önemsemez, kara ve yetkiyi kesinlikle ellerinde tutarlar. Batı Ermenileri de tutumlarının ayrımında olduğundan ikincil, önemsiz görünmeyi sindiremezler. Gerçeği bildiklerinden Anadolu’daki kaçgöç döneminde doğu Ermeni Çetelerinden uzak durmalarına karşın çok sıkıntı çekmişlerdir. * Ermeni Yazınının Batı Yüzü; Tarihsel köken birliğinden gelen, doğudan ayrıcalıklı etmenleri olan yazın doğdu. Merkezi İstanbul’dur. Kapsamı içinde günümüz Ermenistan sınırları içinde yaratılan yazını da kapsar. Öncü bir gelişme göstermektedir. Dünya yazınında da bilinen, tanınan Batı Ermeni yazınıdır. Dinsel ve politik etkilerden uzaktır. Ecmiadzin ( İstanbul) yazın ve kültürden çok dinsel bir görev sürdürdüğünden yazın, kültür, sanat daha özgür bir ortamda gelişmiştir. Siyaset olarak da Taşnak Sütyun ( Sosyal Demokrat) çizgidedir. İttihat-ı Terakki döneminde yönetimden destek almış yer yer Anadolu da karışıklıklara araç olsa da Anadolu halkına kıyıcı olmamıştır. Doğu Ermenilerinin Anadolu Ermenilerinden yalıtılmış olması yazınsal alana da yansımış, Batı Ermeni yazını Avrupa ve Dünya yazınından da yararlanmıştır. Fransa, Almanya, İngiliz yazınıyla erken evrelerde tanışmıştır. Dr. Pars Tuğlacı bilgi ve belgeler sunarak, Batı Ermeni yazınının Türkçe ve Ermenice çalışmalarını İzlemektedir. Düz yazıda da önemli gelişmelerin olduğunu vurgular. Doğu- Batı ayrışması sonucunda abc’den kaynaklanan sıkıntılar giderilir. V.yy. Aramca ve Yunanca abc yerine Mesrop Maştots’un saptadığı Grabar’ı kullanıyorlardı. Batı Ermenileri 1950’den sonra (Aşharaban) yeni Ermeni abc’sine geçerek dilde ve yazında yeni bir atılımla gelişme gösterdiler. İran ve Hindistan dışındaki Ermenilerin geniş ve evrensel yazın dili olmuştur. Osmanlı topraklarında bildiğimiz ilk basımevinin kuruluş tarihi (İ.S.1727) olarak bilinse de; 1503’te Seferad Yahudileri, 1567’de Tokatlı Ermeni Apkar Tıbir tarafından kurulduğunu, Türkçe yapıtların da Arap abc’siyle basıldığı görülür. 1926’da ilk harita, 1929’da ilk kitap basılır. 1956 yılında İlkokula giderken okuduğumuz abc’nin (alfabe) resimlerini de Ermeni grafik sanatçıları çiziyordu. Dr. Pars Tuğlacı, yaptığı incelemelerinde Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün inceleme yazılarında ; “Ermeni Arşak Çobanyan- Ermeni Âşıkları” çalışmalarıyla Türk yazınını da etkilediğini söyler. 1914’de Ömer Seyfettin “ Bir Ermeni Gencin Hatıra Defteri” ni yazar. 1920 sonrası Anadolu doğumlu Batı Ermenisi yazarların konularında Anadolu’yu kırsalıyla kentleriyle, kasaba ve köyleriyle anlattıklarını görürüz. Öykü, roman ve şiirlerde çok dilli, çok dinli insanların birlikte yaşamı anlatılır. Türkçe’ye çevirilerinden okuduğumu; “Yervant Gobelyan, Anton Özer, Ruben Maçoyan, Toros Toroyan, Sergey Vartanyan, Mıgırdiç Margosyan, Zaven Biberyan, Hagop Mıntzuri, Hamasdeg, Kirkor Ceylan, Ara Güler, Hırant Dink, William Saroyan, Yervant Odyan, Episkopos Karekin Sırvantsyan, Bedros Turyan, Aret Gıcır(Azınlıkyan),Raffi Kebabcıyan, Boğos Levon Zekiyan, Aram Andonyan, Ohan Karakutu, Aram Pehlivanyan, Kegam Der Garabedyan,Armenouhie Kevonian, MıgırdiçArmen, Hayk Açıkgöz,……….”**** Öykü, roman, şiir, grafik,karikatür, ses, sinema alanlarında etkin çalışmaları olan Anadolu Ermeni yazarlarını yok saymak olanaksızdır. Yazdıkları yöreler, yıllar, konular, incelendiğinde Türk yazınından ayrıksılıkları görülmez. İçe içe yazarak ulusal yazına katılmışlar, evrensele en yakın yazarlardır. Adını usumda tutamadığın, Fransız yurttaşı Ermeni yazarın bir kitabını okumuştum. “Türk ve Ermeni halkın barış içinde, kültürel bağlarını, etkinliklerini paylaşarak;iki ülke arasında karşılıklı gidip gerek daha sıcak ilişkiler geliştirebilir mi?Doğduğum topraklara göçsem yaşamımı sürdürebilir miyim ?” sorusuna yanıt arayan gezisinin notlarını okumuştum. Yazar Türkiye’yi ve Ermenistan’ı iki ay gezdikten sonra Fransa’ya döndüğünü iç kırıklıklarıyla anlatır. Nedenini de uluslararası paylaşım savaşıma bağlar. Yaşadığımız dünyayı tek elden yönetme ve yönlendirme, sömürme savaşımı oldukça olanaksız olduğuna inanmaya başlar. Yazarlar, yazın sevdalıları, yazının ve kültürün insancıl bir dünyada sürgit değişmez değerler olması gerektiğine inanan insanlar…. Kopuntu düşüncelerden uzak, kültür özekli bir yaşamı kurabilme savaşımında çağımızdan sorumlu olduğumuz denli özgörev olarak da bilmek zorundayız.Yazının kardeşliği temelinde etnik ve dinsel ayrılık söylemlerinden uzak, geleceğin kültürüne çaba harcamak zorundayız. Türk yazının binlerce çiçek kokusundaki zenginliği içinde Ermeni yazarları, sanatçıları da çok renkli çiçekler olarak var olmalıdır. “Hangi koşulda olursa olsun, hiç kimse doğduğu topraklardan uzakta yaşamak zorunda kalmasın. Hayk Açıkgöz- Bir Ermeni Doktorun Anıları” Ödemiş;30 Mayıs 2019 * Prof. Dr. Birsen Karaca. Ermeni Edebiyatı Seçkisi. Kültür Bakanlığı Yayınları-2001 **Mıgırdıç Armen. Hegnar Çeşmesi. Roman. Ayrıntı Yayınları *** Belge ve Aras Yayınevleri. **** Aras Yayıncılık Kataloğundan. ***** Armenouhie Kevonian. Gülizar’ın Kanlı Düğünü. Anı. (Çeviri: Aslı Türker- Ece Erbay). Aras Yayıncılık-2015

  • Esma Öğretmen

    BÖLÜM: 1 Şehrin üstünü dumanlı bir hava kaplamıştı. Sokak lambalarının çevresini halka halka çevreleyen rutubet, M... şehrine nefes aldırmıyordu. Bunalan, bunaldıkça birbirine saranlar, bunaldıkça şehir meydanındaki havuza atlayanlar, bunaldıkça günü banyo küvetlerinde geçirenler… Ne hikmetse, şehrin hayat kaynağı, nefes borusu Meşeli Tepe’de de yaprak kıpırdamıyordu. Delirmek işten değildi… Esma Öğretmen, insan azmanı, şey kırması kara gözlüklü, kaba saba adamdan ayrıldıktan sonra, gün güneş görmeye başlamıştı. Allahın her günü sorgulanmak, aslı astarı olmayan suçlamalara maruz kalmak, sağlığını iyiden iyiye bozmuştu. Varlıklı diye, tanıdıkları vesilesiyle kurulan yuva iki insanı da mutsuz etmişti. Kocası her gün eziyet ediyor, aslı astarı olmayan söylentilerle Esma’yı bitiriyordu: “Neredeydin kız, niye ağzıma layık bir yemek yapmadın, niye bugün anneme telefon etmedin? Söyle bakalım, geçen gün abime niye ters davrandın, neden onun geleceğini bildiğin halde, sevmediği yemeği yaptın? Bak kızım tekrar söylüyorum, seni son kez uyarıyorum! Ben bir pire için bir yorganı yakarım! Ben adamı anasından doğduğuna pişman ederim pişman! Anladın mı?” Her gün benzer suçlamalarla karşılaşıyordu Esma. Daha gerdek gecesi erkekliğin nişanesi sayılan “tavuğun bacağını” ayıran davranışa tanık olunca… İşte o an karşısında bir eğitimcinin olmadığına karar vermiş; fakat başa gelen çekilir deyip razı olmuştu kaderine… Esma bu çileye daha fazla dayanamayıp evi terk etti. Ayşe Öğretmenin üç beş gün misafiri oldu, oradan okula gidip geldi. Öte taraftan da dengesi iyiden iyiye bozulmuştu. Rutubetli bir M… günü Esma Öğretmen üstünde ne var, ne yok çıkarıp atarak şehri baştan sona anadan üryan dolaştı. Buna sebep insan azmanı kocası, ailemizin şerefini iki paralık etti bu zilli, deyip peşinden gitmedi. Efendi şehrin seçkin ailelerindendi. Onun çevresi ne derdi sonra, itibarları her şeyden önde gelirdi. Esma Hanım ise, Osman’ın at oynattığı diyardandı. Onun kolu budağı yoktu burada. O yalnız, garip bir kuştu... Aklını yitiren birine sınıf teslim edilir mi hiç? Artık, Esma Hanım bir daha okula gidemezdi; gitse bile yüzüne bakan olmazdı. O da alıp başını gitti. Meşeli Tepe’yi kendine mesken kıldı… İlçe Müdürü, Esma Hanım’a gizliden âşıktı. Sekiz yıl önce aynı okulda çalışmışlardı. Esma, Anadolu lisesinin müdürü; Cafer Bey de İngilizce öğretmeniydi. Esma Hanım’ı öyle yüzüstü bırakmak olmazdı. Ona son kez bir iyilik yapması gerektiğini düşünen Cafer Bey, onun adına emeklilik işlemlerini başlattı. Esma’nın Meşeli Tepe’deki sığınağına giderek, evrakları imzalattı. Bu zaman içinde onu izinli saydı, sevk doldurup rapor aldı… Esma Öğretmen, müziğe düşkündü. Küçük müzik aletinde binlerce şarkı, türkü vardı. Öğleden sonra, meşe ağacının gövdesine yaslanır, saatlerce müzik dinler; kitap okurdu. Bir gün şehre indi, kitapçıdan istediği kitapları aldı. Sonra deniz kıyısındaki banklardan birine oturarak, Marmara’daki birkaç adacığa, ufku bıçak gibi kesen tepelere bakarken dalıp gitti: Bir evi, bir oğlu, bir de kocası vardı altı ay önce. Altı ay önce can ciğer arkadaşları da vardı. Altı ay önce onu çok seven öğrencileri de vardı. Bir de yıllar, yıllar evvel… adını diyemeden derin bir hüzün bütün yüreğini bir kez daha zincire vurdu… Toparladı kendini. Sekiz yıl önce yine yağmurlu bir mayıs günü duymuştu sesini en son! Telefondaki talihsiz konuşmalardan sonra bir daha da ondan haber alamamıştı. Her dalıp gittiğinde, Truva Savaşları sonucunda on yedi sene memleketinden uzak yaşayan Odysseus’un engelleri aştığı gibi çıkıp gelse… O da, Odysseus’un, tepeden gözlüleri hakladığı gibi zalimleri haklayıp gelse… O da ne var, ne yok dinlemese, kapıyı çekip gelse… Denizde esintinin esamesi okunmuyordu. Marmara geçen günlerde olduğu gibi kıyılara şılap şılap vurmuyordu. Marmara binicisine göre kişneyen kısrak gibi usluydu… Hani Üstat Yaşar Kemal’in durgun denizi tarif ederken dediği gibi: “Karıncalar nerdeyse su içecekti!” Ara ara eski öğrencileri gelip selam veriyorlardı. “Öğretmenim nasılsınız?” “İyiyim evladım, çok iyiyim!” “Öğretmenim bir şeye ihtiyacınız varsa ne olur söyleyin! Sizin için dağları düz ederiz!” “Yok, gerçekten yok evladım!” Esma Öğretmen uzaklaşıp giderken çocuklar şaşkın gözlerle peşinden bakakaldılar. Olanlara bir türlü anlam veremiyorlardı. Esma Öğretmen’in sınıftaki durumu gözlerinin önüne gelince şaşkınlıkları daha bir artıyordu. O Esma Öğretmen ile bu Esma Öğretmen gerçekten aynı insan mı, bir türlü anlamlandıramıyorlardı. O çok farklı bir öğretmendi. O, bunun canlı örneklerini onlara göstermişti. Bir şikâyet üzerine okula gelen polise öğrencisini teslim etmemiş, karşılarında bir avukatı kıskandıracak hukuki bilgilerle onları eli boş göndermişti. Şimdi O Esma Öğretmen ile bu Esma Öğretmen kesinlikle aynı olamazdı… O sevgiden bahsederdi, o demokrasiden bahsederdi, o adam gibi adam olmaktan bahsederdi. O derdi ki: “Çocuklar sevdiniz mi, adam gibi seveceksiniz, sevdiniz mi iliklerine kadar seveceksiniz!” “Esma Öğretmen deli değil oğlum, deli değil; Esma Öğretmen deli ise bu şehrin hepsi çıldırmış olmalı! Ona deli diyenin alnını karışlarım ben, alnını!” Esma Öğretmen, Mütareke Binası’nın bahçesindeki bankın üstüne oturdu. Mütarekeye ev sahipliği yapan tarihi bina gurur ve ihtişamı ile şehrin onur abidelerinden biriydi. Bahçesindeki İsmet Paşa Heykeli de onurlu başkaldırışın, haklı savaşın, mimarlarından olmanın verdiği asil duruşunu bütün heybetiyle taşıyordu. Palmiye ağaçları, atkestaneleri, karaağaçlar, akasyalar, fıstık çamları… yeşilin tekmil tonlarını sergilerken öte taraftan da Paşa ile aynı bahçede bulunmanın onurunu özsularına kadar hissediyorlardı… Esma Hanım gözünü gökyüzünün bulutlarından alarak, çimenlerin yeşiline çevirdi. Sonra da dalıp gitti. Esma Öğretmen kendi kendine söylenip dururken bir kız gelip yanına oturmuş, onu takip ediyordu. “Merhaba hanım teyze!” “Sağ ol kızım!” “Kimi bekliyorsun, hanım teyze?” “Hiç, hiç kızım benim beklediklerim çok uzaklarda ve hiç gelmeyecek! “Ya sen ne ararsın buralarda belli ki, yaban ellerdensin!” “Evet, ben buralardan değilim. Ayaklarım beni buraya getirdi. Erkek arkadaşımla görüşüyorum, diye babam kovdu beni. Ben de arkadaşımın evine gittim. Annesinin sözünden çıkamayan korkak arkadaşım, bana sahip çıkmayınca…” Kız sözünü tamamlayamadan gözyaşlarına boğuldu. Ne arkadaşına, ne annesine hiçbir şey söylemeden alıp başını gitti… Esma Öğretmen, kızı kucakladı. Acısını yüreğinin en derininde duydu. Böyle saatlerce konuştular… Onlar böyle birbirlerini anlamaya çalışırken şehir dedikodudan yıkılıyordu. “Bizim oğlanın öğretmeni kafayı kırmış!” “Benim kızın öğretmeni delirip dağlara düşmüş!” “Bizim öğretmen Meşeli Tepe’yi mesken tutmuş!” “Esma Öğretmen delirmiş!” “Bu memlekette kafası çalışan, az buçuk kafa yoran herkesin sonu, üç aşağı beş yukarı böyle olacak!” “Sen onun yerine kendini koy bakalım: Yanında insan azmanı, gâvurdan dönme biri yatıp durur!” “…” “İşte böyle kızım, ben bir deliyim. Deli olduğum için de dağlarda bir başıma yaşıyorum! Şimdi sen de deli olduğumu öğrendin, durma kaç! Belli olmaz sana bir zararım dokunabilir. Hani derler ya: “Delidir, ne yapsa yeridir!” işte böyle kızım ben bir deliyim. Bana deli diye de herkes ağız birliği etmiş, bu melânet halkasını da boynuma takmışlar. Zaten asil ve necip Türk milleti demez mi:”Ölüye bir gün ağlar, deliye her gün güleriz! Bir bilsen kızım bana dair anlatılanlar menkıbeden destana dönmüş! Ben yılanlarla aynı sofrayı paylaşıyormuşum! Kurtlarla, aslanlarla bir mağarada kalıyormuşum! Ben Meşeli Tepe’de anadan üryan dolaşıyormuşum! Radyolardaki çalınan bütün besteleri ben yazıp besteliyormuşum! Gördüğün gibi kızım ben kafayı sıyırmış bir öğretmenim! Korkun varsa durma kaç sana müsaade, hadi durma, sarı öküzün yanında duran ya huyundan, ya tüyünden olurmuş!” “Ne münasebet Öğretmen abla, siz kimseye bir şey yapmazsınız, isteseniz de yapamazsınız! İzin verin, ben de sizinle kalayım, sizi çok sevdim.” “Sen bilirsin kızım.. Adın ne kızım?” “Adım Yasemin… Annem Yasemen derdi. Ama abla, ben senin kim olduğunu biliyorum gibi. İnan abla Allah adına söylüyorum, seni çok sevdim. Annemden görmediğim sıcaklığı sende yakaladım. Bundan sonra sen nerede, ben orada olacağım. Sen ne yiyorsan, ben de ondan yiyeceğim. Senin mekanın Meşeli Tepe, benim de mekanım olacak! Sana dost, börtü böcekle ben de dost olacağım! Bundan böyle huyun huyum; yolun yolum olacak! Ak dediğine kara demeyeceğim! Özgürlük şerbetini sen ne kadar içersen, ben de o kadar içeceğim “Söz kızım, ben de seni canımdan aziz bileceğim! Gözünün üstünde kaşın var demeyeceğim. Dersem, iki gözüm önüme aksın da yediverenler bulunmasın! Gökteki yıldızlar şahidim olsun, doğadaki tekmil yaratıklar şahidim olsun ki, bir dediğini iki etmeyeceğim!” “…” Sımsıkı sarıldılar. Böyle on dakika, on beş, yirmi, otuz, kırk beş… saatlerce sarıldılar. Onların böyle sarıldığını gören işsiz güçsüzler, seyre daldılar. Sonra M… şehrinin işi gücü olanları da işlerini güçlerini bırakıp onları seyre daldılar: Acaba bu deliler ne yapacaklar. Şehrin delisi, birdi, iki oldu. Bir şehirde iki deli olur mu, bu şehir iki deliyi de taşıyabilir mi? Onlar böyle merak edip sorgulaya dursunlar, ikisi de üstünde ne var, ne yok, fırlatıp attılar. Anadan üryan şehri, bir baştan, bir başa yürüdüler. Müezzin Hayrullah için aradığı fırsattı bu. Öteden beri Esma Öğretmen’den nefret ederdi... Onun duruşu, düşünceleri, Müezzin’i ürkütürdü. “Ey Müslümanlar, bu cibilliyetsizlerin ahlaksızlıklarına göz mü yumacağız?” Ne duyan, ne kulak veren oldu. Dediklerini birkaç kez tekrarlayınca, şehrin akıllı delisi: “Zaten vuran vurmuş Hoca Efendi, ne istersin mazlumlardan? Var git, işine bak! Ezan saati geliyor, abdestin bozulacak! Hadi git, Allah işini rast getirsin! Düşküne bir fiske de sen vursan, ne geçecek eline, var git işine, ezan saati geliyor, eğleşme buralarda abdestin bozulacak!” Bir ekip arabası, yanlarında durdu. Tek yıldızlı komiser, alttan alıp konuşmaya çalıştı. Yaptıklarının ahlaki olmadığını, çoluk çocuğun terbiyesini bozacağını söyledi. Baktı olacak gibi değil, yanlarında getirdikleri battaniyeleri üstlerine örtüp ekip arabasına bindirdiler… *** Esma Öğretmen ile Yasemin, her gün aynı saatlerde Düşünen Adam Heykelinin altına oturup yarına dair düşünceler ürettiler… Ekim 2009 Bornova

  • Nergis'in Hikayesi

    Ege, bir başka çalkalanıyordu o gün! İki saat süt liman çarşaf gibi ufuk çizgisine doğru uzayıp gidiyor; sonra birden Poseidon’un nefesiyle hareketlenip kıyılara doğru şalap şalap çarpıyordu. Çarpıntı yaralara merhem olur mu hiç, çarpıntı yaralara tuz basıyordu. Kanayan ıhıl ıhıl kanayan, akıp giden al kanlar geçtiği yerleri kızıla boyuyordu… Ege, al kanlara boyanan Melen Çayı’nı maviye çevirmek için en derinliklerinden söküp çıkardığı kumları, taşları, yosunları, mercanları yolluyordu.En derininden en mavi sularıyla da Melen’i maviye çeviriyordu. Mavilerin martısı Martışah ve Muhabbet, Ege’ye batıp batıp çıkıyordu. Batıp çıktıkça kanatlarına, tüylerine yapışmış Ege, pul pul olup kendine dönüyordu. Muhabbet tekmil kuşların âşık olduğu bir kuştur. Çobanaldatan, bir perinin aşk mahsulü olan Nergis’in başına gelenler gelsin, narsis olsun diye, yalnızca kendini sevsin, sonra da canına kıysın diye, yakasına bir nergis takmış… Nergisi bilmeyeniniz yoktur! Hani pazarlarda köylü kadınların sepetlerine koyup sattıkları en güzeli Karaburun dağlarında açan güzel kokulu bir çiçektir. Öyle güzel kokar, öyle güzel kokar; adamın başını döndürür. O çiçeğe sevgi dolu gözlerle bakan herkes sevdiğinden bir parça bulur muhakkak: Gözü, kaşı, ağzı, burnu, dudakları… Nergis, aşk mahsulü bir delikanlı imiş! Bütün kızlar ona âşıkmış, onun aşkından deli divane oluyorlarmış. Lakin o, hiçbirinin aşkına karşılık vermiyormuş! Hatta ona âşık olan peri bile, aşkından taş kesilmiş. Bu kadar kendini beğenen Nergis bir gün ırmaktan eğilmiş, su içerken kendi aksini görüp tutulmuş kendine. Kendiyle kucaklaşmak istemiş, atlamış suya. Atlamış atlamasına; sonra… İşte Çobanaldatan da Nergis’in yakasına nergisi takmış ki, yalnız kalsın, bir Allah’ın kulunu sevmesin, kendi başına kalsın! Ne Martışah, ne Gökçe Karga, ne türlü renkler ve nakışlarla süslü gagasında üç yüz altmış delik olan, yüksek tepelere konup bu deliklerden çıkan değişik sesler çıkaran ve sesleri duyan öteki kuşları peşinden sürükleyen Kuğu; ne de gölgesi üstüne düşenin padişah olduğu devlet kuşu Huma… yalnız, yapayalnız kalmış! Âşkına bir cevap alamayan Çobanaldatan etmiş edeceğini. Yiğitler yiğidi, iyilikler perisi Muhabbet’i bir narsis yapıp salıvermiş ortaya! Sonra da girmiş yuvasına, girmiş tüneğine… O da yalnız, yapayalnız kalmış! Aylarca, yıllarca ortaya çıkmamış, ortalıkta görünmemiş! Açlıktan, yalnızlıktan bunalan, bunaldıkça garipleşen, paylaşmanın yoldaşlığın, sevdanın kuşu Muhabbet de bir Karacaoğlan türküsünü dile dolayıp başlamış söylemeye: “Niye böyle dargın, dargın bakarsın Sen beni sözümde durmaz mı sandın Hatırın hoş olsun, birin bir olsun Yalınıza sabah olmaz mı sandın…” Muhabbet’le Çobanaldatan baş başa, yan yana, diz dize; kulun kıt, Allah’ın çok olduğu yerlerde baş başa geçirdikleri saatleri bir Allah’ın kulu ile paylaşmamaya ant içmişler. Lakin Çobanaldatan, yuvam dağılır, ailem tarumar olur diye çok korkup bir daha Muhabbet’le görüşmemeye karar vermiş! Bu Muhabbet’e ağır bir ceza vermek demekmiş. Oysa Muhabbet ona kitaba el basarak söz vermiştir: “Bak, dediklerimi iyi dinle, aramızdakileri yaşadığımız güzellikleri kimseye demeyeceğim. Boğazımı da kesseler yine de kimseye demeyeceğim! Dersem iki gözüm önüme aksın! Hem vallahi, hem de billahi!” Böyle böyle tam iki yıl geçmiş geçmesine! Lakin bir karayılan bu güzelliği içine sindiremeyip Çobanaldatan’ı korkutmuş: “Sen Muhabbet’e, Muhabbet sana tutulmuş!” “Kim diyor böyle,” diye sormuş Çobanaldatan! “Topal Karga, Kambur Karga, Hamaz Karga…” Karayılan zehrini akıtmış, Çobanaldatan’ın aklını bulandırıp deli etmiş! Onun sevisini kıskandığı için düşman etmiş onları birbirine. Bir seveni, bir yoldaşı olmayan karayılan bu seviyi küllemiş, karartmış! Muhabbet, sabah akşam verdiği sözlere sadık olduğunu hatırlatmak için Karacaoğlan deyişini tekrarlamış durmuş: “Niye böyle dargın, dargın bakarsın, Sen beni sözümde durmaz mı sandın…” Muhabbet bu türküyü söyleye söyleye başını alıp gitmiş, Sabuncubeli’nin kuş uçmaz kervan geçmez yücesine doğru. Onu o günden sonra bir Allah’ın kulu görmemiş. * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *

  • Esma Öğretmen Akıl Hastanesinde

    BÖLÜM: 2 Esma Öğretmen, öğleden sonralarını Düşünen Adam Heykeli’nin altındaki bankta geçirirdi. Bahçesinde yükselen Osmanlının şatafatlı günlerine tanıklık etmiş, asırlık çınar ağaçlarının yaprakları ellerini açmış, onu kucaklamaya hazırlanıyorlardı adeta… Yalnızlık bir Allah’a mahsustur derler; ama Esma Öğretmen yalnızlıktan şikâyetçi değildi, yalnızlık yoldaşı olmuştu. Denizden esen rüzgârla kıpırdayan ağaçların yaprakları, dünyanın en güzel müzik aletine ruh veriyordu sanki! Dünyanın en güzel sesli kadınından şarkı dinlemek, o şarkıyı dinlerken düne dönmek… Halden bilmez, sesten anlamaz gavurdan dönme, kaba saba adamla geçirdiği günlere yolculuk etmek… İlçe Eğitim Müdürü Cafer… ve otuz yıldır bir kez bile görmediği dost yüzlü… Sayısı bilinmez iç çekmelerden birini daha çekti... eli yaka cebine gitti, “bir tane yakmalı,” dedi. Fakat cebi boştu, bunu bilmekteydi, ama alışmış kudurmuştan beterdir derler ya! Boştu cebi, veda etmişti ona… Yalnızlığı, itilmişliği yaşarken bir de sigaradan uzak kalmak dayanılır gibi değildi. Dost yüzlü ile on beş yıl önce yaptığı telefon görüşmesi ile nihayet vermişti sigara içemeye. Dost yüzlü: “Sen ve sigara yan yana düşünemediğim şey,” deyince terk etmişti sigarayı. Vekâleten yürüttüğü Anadolu Lisesi Müdürlüğü döneminde ona buna sigara tutarken takmıştı bu melanet halkasını… Nuh deyip peygamber demeyen yaratılışı, okulda bir başına bırakmıştı Esma’yı... Ya dost yüzlüsü, bir sefercik, “seni seviyorum” deyiverseydi, çok değil bir sefercik “seni seviyorum” deyiverseydi; şimdi güneş başka yönden doğmuş olacaktı... Mağrur, eğilmez, kimseden aman dilemez… “Seni bir yerlerden tanıyorum; ama kim olduğunu sormayacağım, sen benim, anamdan, daha yakınsın, sen benim ablamsın! Abla sen benim nefesimsin, abla sen benim kolum kanadımsın! Abla sen benim karanlıkta ışığımsın! Sen benim şansımsın… diyen Yasemin bir gitmiş, bir daha da kendinden haber alamamıştı… Yalnızlığı kendisi ile paylaşımıdır. Yalnızlığı yolunun yoldaşıdır. Yalnızlığı kaidesine yaslandığı İsmet Paşa Heykelidir. Yalnızlığı Meşeli Tepedir… “Esma Öğretmen yemek zamanı, kaç zamandır hareketsiz aynı yerde oturup durursun, haydi yemeğe!” “Kahvaltıyı yeni yapmadık mı yani?” “Ne yanisi, öğle yemeği bile yendi! Bak güneş Marmara’nın ufkundan aşmak üzere!” “Olsun, hiç canım istemiyor!” “Olmaz ilaçlarını alacaksın, aç karna ilaç alınmaz, haydi gel birlikte yürüyelim!” “Sulanmak yok ama!” “Aşk olsun, o nasıl söz?” “Basbayağı söz işte! Bilmez miyim senin ne hinoğlu hin olduğunu, deli miyim ben?” “Akıllısın da işin ne burada?” “Doktor, dışarıdaki delilerden korumak için aldı beni buraya. Asıl deli sensin, asıl deli gavurdan dönme, insan azmanı herifim; asıl deli, bir sefer bile yüzüme, ‘seni seviyorum,’ deme cesaretini göstermeyen eski dost! Asıl deli doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar…” “Tamam, tamam nasıl biliyorsan öyle olsun!” “Aferin, aferin yavaş yavaş akıllanıyorsun!” “Bak, Esma Öğretmen bana tamam de, kurtarayım seni, bana tamam de, Boğaz’da gezdireyim seni; bana tamam de kraliçeler gibi yaşatayım seni! Bana tamam de, o şey mi, bilmem ne yüzlünü bulayım sana!” “ Allah hepinizin belasını versin! En çok da onun belasını versin!” “Bak sonra atı alan Üsküdar’ı geçmiş olur, pişman olursun!” “Sen domuz şeysin ya, hiç utanmak sıkılmak yok mu sende! Bize Allah vurmuş bir de ben vurayım diyorsun! Senin soyunda domuzluk var, git araştır, senin soyunda domuzdan öte bir şeyler var!” “Neden öyle dedin?” “Bre boynuzlu herif, bana tamam de, seni yaşatayım diyorsun, öte taraftan da dost yüzlünü bulayım sana diyorsun! Senin insan azmanı herifimden hiçbir farkın yok! Sen, ondan bile aşağılıksın!” “Aşağılık mıyım, yiğit miyim … az sonra göreceksin!” Esma Öğretmen’le, Hastabakıcı Osman Düşünen Adam Heykelinin altında konuşurlarken, güneş ufuktan aşmıştı çoktan! Ulu çınar ağaçlarının, atkestanelerinin, servilerin karanlığı bahçeyi karanlığın en ucuna taşımıştı. Bahçenin lambaları karanlığın derinineydi. Yan yoldan geçen taşıtların ışıkları, ateş böceklerinin karanlıkta şavkıması gibiydi. Anavatanı Avustralya olan mum yapraklı bodur ağaçlar doğal bir çadır kurmuşlardı. Altına saklanmak dibinde deliksiz bir uyku çekmek… Çadır ağaçların altında adamı kıtır kıtır kesseler gören duyan olmazdı. Hele arabaların gürültüsü… “Özür dile, suçun hafiflesin, çok ağır şeyler dedin, bana domuz dedin! Demek sen bana domuz dedin, öyle mi? Gör bakalım domuzu, yiğidi Esma Öğretmen! Dediklerine pişman olacaksın, dediklerine pişman olacaksın!” “Ben bu yaşın sahibi oldum, kimseden özür dilemedim. Pişman olsam bile, özür dilemem! Ben tükürdüğümü yalamam!” “Ya, özür dilersin, ya tükürdüklerini yalarsın, ya da ananınkini görürsün!” “Elinden geleni arkana koyma!” “…” Yasemin, Doktor Erdal’la çok mutluydu. Yasemin’in içinde bir yanlışlığın, bir ihanetin sıkıntısı vardı. Esma Öğretmene ne sözler vermişti, hatta neler demişti, neler… Ya şimdi, onun haberi olmadan evlenmiş, haberi olmadan çekip gitmişti hayatından… Hastasına aşık doktor, doktoruna aşık hasta… Onların evliği işte böyle olmuştu… Yasemin, bir suçlunun ruh hali ile geceler boyu ter içinde kalarak uyanıyordu. “Tamam Yasemin’im, hemen şimdi bunu halledeceğim!” “Alo, alo Tezcan!” “…” “Ne olur kusura bakma, çok acil, zaten öyle olmasa seni aramazdım! Çok acele arabaya ihtiyacım oldu…” Erdal arabasını doktor arkadaşı Tezcan’a vermişti. “…” On dakika sonra kapının zili çaldı. “Haydi Yasemin gidelim!” “Nereye?” “Esma’ya, Esma Öğretmen’e!” “…” Doktor Erdal, hastaneye doğru sürdü arabayı. Yolda ne Yasemin, ne Erdal tek kelime konuşmadılar. Sanki Esma öğretmenin başında bir kış vardı, sanki onun onlara ihtiyacı vardı, içlerine doğmuştu adeta. Saatler geçmek bilmiyordu. Ona yaklaştıkça, merakları, korkuları artıyordu. Muhakkak onun başında bir iş vardı; ama neydi? Esma Öğretmen, dört tarafı doğanın en vahşi yaratıkları ile çevrilmiş, hissetti kendini. Gurur ve kedini beğenmişlik, bir uçurumun ucuna getirip bırakmıştı onu. Kurtuluş imkânı yoktu artık! Kırk katır, kırk satır açmazını yaşıyordu. Yapıp edeceği hiçbir şey yoktu. Otuz yılın, evveline dayanan hatanın çıkmazı, otuz yıl evveline dayanan bir yanlışın bedelini çok acı ödüyordu. Otuz yıl evvelin yanlışı, şimdi onu Düşünen Adam Heykelinin mekânına konuk etmişti. Bundan sonra yaşadığı toplumun zencilerinden olacaktı! Geceler boyu otuz yılın pişmanlığını haykırmıştı kendine. Geceler, kara geceler, tepeden tırnağa terleyerek uyur uyanık geçen, yelda geceler… Hastabakıcı Osman birden atladı üstüne Esma Öğretmen’in! Eliyle ağzını kapatarak anavatanı Avustralya olan ağaçların dibine götürdü. Ellerini bağlayarak, üstündekileri bir bir yırtıp attı. Esma Öğretmen, hayatın acımazlığı karşısında bir kez daha dünyaya kadın olarak geldiğine lânet etti. Gücü kuvveti olsa, kendini savunacak, otuz yılın intikamını Hastabakıcı Osman’dan alacaktı. Kadın olarak dünyaya gelmenin çaresizliği onu bir tarla faresine döndürmüştü… Göğüsleri meydanda kaldı Esma’nın! Dokunmaya kıyamadığı isyankâr göğüsleri bir kez daha nefret ettiği başka ellerle avuçlanıyordu. Umudun, arzunun şiirini yazan o can dosta sakladığı “beni”, bir ihtirasın, hayvani zevkin tatminine alet oluyordu. İflah olmaz bir tutku, Hastabakıcı Osman’ı da hayvanlaştırıp salıvermişti üstüne… “Sen bekle Yasemin, senin gelmen doğru olmaz, ben Esma Öğretmene gideyim!” “Ne olur ben de geleyim Erdal’ım?” “Ne olur dediklerimi yap Yasemin, Esma Ablanı seviyorsan arabadan dışarı çıkma!” “Ben de geleyim!” “Hemen geleceğim hayatım!” “…” Erdal’ı, Yasemin’i tanıyan kapı güvenliği Esma Öğretmen’in Hastabakıcı Osman’la ileriye doğru yürüyüp gittiklerini görmüştü. “Erdal Bey, Esma Öğretmenle Hastabakıcı Osman şu tarafa gittiler!” “Aman niye izin verdiniz, Osman’ın onda gözü olduğunu bilmiyor musun?” “Ama ben ne yapabilirim ki?” Erdal uçar gibi gitti anavatanı Avustralya olan bodur ağaçların kümeleştiği yöne. Erdal, kuvvetliydi. Tuttuğu gibi Osman’ı iki metre öteye fırlattı. Kontrolünü kaybetmişti. O hırsla da vurmaya başlamıştı. Allah yarattı demiyor, neresine geldiğine aldırmadan vurdukça vuruyordu. Osman, Erdal’ın geldiğinden haberi olmadığı için gafil avlanmıştı. Bu sırada giriş güvenliği de oraya ulaşmıştı. Biraz gecikselerdi kim bilir Osman’ın öldüğü gün olurdu. Erdal fırsat buldukça da ara ara Osman’a indiriyordu. “Alçak seni, ırz düşmanı! Bu kaçıncı böyle, aşağılık köpek! Birileri korumasa on sefer cehennem olup gidecektin! Pis domuz!” Doktor Erdal, Hastabakıcı Osman’ın birkaç dakikada işini bitirmişti Bitirmez mi, daha öyle öyle kaç Osman’ı saf dışı ederdi; bir de çok sevdiği Yasemin’in can arkadaşı Esma Öğretmen olunca, dünya olsa kündeden atardı. Osman kan leş içinde upuzun yatıyordu yerde. Hastanenin güvenlik görevlileri, Osman‘ı yattığı yerden kaldırıp ilk yardım için acile götürdüler… Doktor Erdal’la Yasemin, hastane yönetiminden izin alarak, Esma Öğretmen’le birlikte, yeni bir yaşama için İstanbul dışına çıktılar. Bundan sonra hayatlarına yeni güneşler doğacaktı… 20.07. 2010 / Bornova Üçüncü bölümde görüşmek üzere…

  • MÜDÜR VEKİLİ HÜLYA

    O gün derse geç kalmıştı Emel, hiç kimseye bir şey söylemeden, görünmeden doğru sınıfa yöneldi. Sınıfın kapısını açtı, içeride kimse yoktu. Müdür vekili Hülya öğrencileri kütüphaneye almış olmalı, öğrencilere de: -Açın kitapları, çalışın, ses çıkaranın canına okurum, anlaşıldı mı? Hey oğlum sana diyorum, anlaşıldı mı? Yeni öğretim yılının ilk haftasıydı. Saçları uzun olan, kulağında küpe olan, üstünde kot pantolon olan, ojeli, rujlu olan öğrencileri evlerine göndermişti. -Ben açılış konuşmamda uyardım hepinizi, kurallara uyamayanları okula almam dedim. Siz beni sallamadınız, Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz, benim kurallarım kanundur, benim kurallarıma uymayacak adam daha anasından doğmadı. Siz kim oluyorsunuz, siz dünkü çocuksunuz be, ben kanun adamıyım kanun, kimseyi takmam ben! Müdür vekili Hülya’nın kıyafet nedeniyle evlerine gönderdiği öğrenciler genellikle son sınıf öğrencileriydi. Öğrenciler kendi aralarında: -Oğlum ya biz okula mı geldik, askere mi geldik? -Oğlum burası Hülya’nın toplama kampı! -Ben ona tükürdüğünü yalatmazsam benim adım Egemen değil, göreceksiniz! -Göreceksiniz Hülya yarın kontrolden vazgeçecek, Hülya beni tanımıyor! -Kocasıyla kavga etmiştir, bugün ondan tersliği üstünde, yarın … … herkesi içeri alacak, yapamayacağı şey için kendini yoruyor, beyinsiz kadın! Zafer kazanmış, Gestapo komutanı özentili, Müdür Vekili Hülya kuruntulu kuruntulu okulun bahçesini turlarken çalışanlar onun gözüne görünmemek için iğne deliği olsa girer! Müdür Vekili Hülya’nın her daim telefonu elindedir. Herkes ona bir telefon mesafesindedir. O an kim aklından geçerse arar, kızılacak bir şey varsa bir güzel paylar. Onun gözüne görünmemek demek “deve kuşu misali başını kuma sokmak demektir!” Çalışanların, öğretmenlerin tanışır tanışmaz ilk iş telefon numaralarını kaydetmektir! -Alo Temel, çöp sepetlerini niye boşaltmadın, yerler neden kirli, paspas atmadın mı? - … -Sürdüreceğim hepinizi göreceksiniz, Allah’ın cezaları, benim kim olduğumu bilmiyorsunuz anlaşılan, öğreteceğim Hülya kimmiş, bu okulda herkes öğrenecek, herkes öğrenecek, herkes Hülya’yı tanıyacak! Okul bahçesindeki ağaçlar, heybetlidir, heybetli olduğu kadar da tarihidir de. “Bu ağaçlar kesilmeli, bahçe dümdüz olmalı. Bu ağaçların okulda olması yanlış. Ağacın yeri parktır, dağ başıdır!” Böyle diyordu Hülya. -On sefer yazdım Orman müdürlüğüne, kesin bu ağaçları dedim, hiçbir yazıma cevap alamadığım gibi telefonlarıma da çıkmaz oldular, kendilerini bi bok oldum zannediyor Allah’ın cezaları!” Gören bilen de Hülya’yı inançlı biri zanneder. Sabah akşam Allah kelamını ağzından düşürmez, kafasına uygun biri ile karşılaştı mı? -Bu akşam ben bi “Ayetel Kürsi “ okuyayım da işlerimiz rast gitsin! Hülya’nın öfkesi, erkeklerden çok kadınlaradır. Hele hele güzel kadınları hiçbir zaman sevmemiştir. Zeynep, Emel, Ayşe, Sevim, Özlem… En çok onlardan nefret eder. Onun kara kuru cemali, her daim nefret dolu bakışları, vıy, vıy, vıy da vıy konuşması… Sevimsizliğini çoğaltmaktadır. O, uğraşacak birilerini kavga edecek birilerini mutlak bulur; hiç bulamazsa, aynaya bakıp kendisi ile kavga eder. -Ben güzel değil miyim şimdi, neyim var, kadın gibi kadınım işte? O sürtük Ayşe’den on kat daha güzelim! Hizmetli, öğrenci, memur, öğretmen hiçbir Allah’ın kulu severek işine gelmez! Hepsinin ayakları geri geri gitmektedir. Günün en verimli saatleri işkence altında geçmektedir adeta. Tanrı, bu dünyada imtihan ediyor sanki onları(!) Canlarına tak etmiştir. Ayşe Öğretmen gece çok kötü hastalanmış. Kaç gündür hasta hasta okula gitmektedir. Hülya’dan tırstığı için doktora gitmemiş, hasta hasta okula gelmiştir. Evde bulunan ilaçlardan içmiş, hiçbiri iyi gelmemiş, iyi gelmediği gibi İyileşeceğine hastalığı daha da artmıştır. Okuldan çıktıktan sonra eve zor varmış. Eve varır varmaz da koridora yığılıp kalmıştır. Kaç gündür midesine bir kırık bir şey gitmemiştir! -Ayşe, kızım Ayşe duyuyor musun? Cevap yok! -Ayşe, Ayşe kızım, Ayşe kızım! -Ambulans çağır ne duruyorsun? Diye sesini yükseltir Aynur Hanım. Aynur Hanım. Sessiz, sakin, sakin olduğu kadar da hanımefendi, tam bir Anadolu kadınıdır,” ağzı var dili yok,” deyimi ona dair söylenmiştir sanki! Ege Üniversitesi Acil’de ilk müdahaleyi yapar doktorlar. Sonra dâhiliye yoğun bakım ünitesinde yoğun bir tedavi görür Ayşe! Koma halindeyken: -Hülya, Hülya, Hülya diye boyuna sayıklar. Doktorlar, Aynur Hanım’a: -Hülya kimdir hanımefendi, kızınız durmadan Hülya diye sayıklıyor? Hülya diye biri sanki kızınıza hayatı zehir ediyor! Ayşe’nin babası, Hülya Hanım’a Ayşe’nin telefonundan mesaj yazarak durumu bildirdiğinde, Hülya hemen aramış. -Alo, alo, alo, alo, alo! Ayşe’nin babası telefonu açmış, fakat ses vermemiştir. -Alo, alo, alo! Karşı taraftan ses alamayan Hülya telefonu kapatıp Allah belanızı versin terbiyesizler, yalancı herifler, hastaymış, ne hastası numara yapıyor şımarık kadın, hastaymış; ben de inandım, diye esip gürlemiştir. Ayşe günlerdir, ayaklarını sürüye sürüye, hasta hasta okula gitmiş, babasının, “gel kızım bir doktora gidelim sözlerine kulak asmamıştır. Ayşe hastadır, Hülya ile yüz göz olmamak için o halde okula gitmiş, derslere girmiştir. Hülya bu, ölsen bile izin vermez, doktora sevk etmez. Eskiler der ya,”ölüden bile medet umar!” Doktorlar Ayşe’ye yirmi gün iş göremez raporu yazıp taburcu ederler. Bundan sonra asıl görev Aynur Hanım'a düşer. Aynur Hanım da anneliğin ağırlığı ve iş bilirliği ile kızını tabiri caizse “ayaklandırır!” Aynur Hanım, kızının iyileşmesi için durmadan dua ederken öte taraftan kızının okulda yaşadıklarını düşünmeye başlar. Hülya denilen bu kadın, kızına okulda ne yapmaktadır, nasıl davranmaktadır. Ayşe ara ara okulda yaşadıklarını üstün körü de olsa anlatmıştır annesine! Anlattıkları, anlatmadıklarının yanında devede kulaktır. Bu kadarına bile Aynur Hanım: -Bir öğretmen, bir eğitimci böyle şeyler yapar mı,” deyip kızının abarttığını bile düşündüğü olmuştur. Hele doktorların hastanede “bu Hülya kim, kızınız durmadan Hülya diye sayıklıyor,” demeleri taşları yerine oturtmuştur! Aynur Hanım, düşündükçe çıkmaza girer, düşündükçe aklını kaybedecekmiş gibi olur; demek ki bu kadın Ayşe’ye hayatı zehir etmektedir, bir ananın doğurduğu, kendi doğurduğunu yaşamaktan bıktırmıştır. Bir ananın buna rıza göstermesi… Sen doğur, emzir, gecelerce uykusuz kal, yeme, yedir, giyme giydir, gözünden bile sakın; şimdi bir başka ananın doğurduğu, evladının canına kastetsin! Aynur Hanım, ertesi gün erkenden kalkar, evde kimseye bir şey söylemeden okulun yolunu tutar. … Aynur Hanım, okulun önünde bulunan duvara yaslanarak beklemeye başlar. On dakika, yirmi dakika, yarım saat bekler… Birden az öteden Müdür vekili Hülya’nın“tıkıdık, tıkıdık,” yüksek dağları ben yarattım, alçakları kim yarattı,dedirten kibirli yürüyüşü ile yaklaştığını görür. Aynur Hanım, onu uzaktan tanımaktadır, oturup sohbet etmişliği yoktur, bir sefer görmüştür topu topu! Gelen kadın tastamam odur. Cins cins, model model araçlar, onun karşıdan karşıya geçmesine izin vermez vızır vızır! Model model araçları görünce zamane gençliğinin sembol ismi Çetin Altan’ın “içinizi çekmeden silin arabaların camlarını,” şiiri bir mıh gibi gelip çakılır beynine. Cins cins, model model kredi ile borçla alınan arabalar. Tıkdık tıkıdık gelen Hülya, sanki çenesinin altında bir dirgen varmış gibi insanlara tepeden bakar. -Günaydın Hülya Hanım! -Günaydın buyurun! -Sen buyurun demeyi bilir misin Hülya Hanım? Hülya Hanım derken sesin etkisi ok deler sokağın gürültüsünü. -Sen bana böyle konuşamazsın, sen kimsin bakalım, sabah sabah çıktın karşıma? -Konuşamaz mıyım, nedenmiş o, sen altın …dan, sırmalı …ten mi düştün? Terbiyeni takın, ben okul müdürüyüm, benimle konuşmaktan men ederim seni! -Okul müdürüymüş, şeyimin kenarı, okul müdürüymüş! -Terbiyeni takın kadın deyip avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar. Sözcükler, yarım ağzından çöplen dudaklarından yarım yamalak çıkar. -Terbiyeni takın, öyle mi, terbiye ha, bunu diyen sensin, terbiyesiz kadın, terbiye ha! Al sana deyip Allah ne verdiyse öyle yapıştırır ki tokadı, Hülya serilip gider yere. Aynur Hanım, Hülya’ya göre daha kuvvetli, daha iricedir. Öyle olmasa bile Aynur Hanım onca öfkeyi içinde büyütmüş, öfkesi ile intikamı dağ gibi olmuştur. Değil Hülya üst üste on tane Hülya’yı yere serecek güç toplamıştır. -Terbiyesiz ha, al sana, al sana deyip durmadan tekmeler. Öfkesi o kadar büyüktür ki ne kadar vursa az vurdum sanıp daha kuvvetli indirir tekmeleri. Bu esnada hiçbir Allah’ın kulu onları ayırmaya yeltenmez, Aynur Hanım’ın öfkesinden korkarlar. Aynur Hanım birden Hülya’nın üstüne çıkıp üzüm gibi çiğner. Sonra eğilip saçlarından tutuğu gibi sürümeye başlar, ta okulun önünden kavşağa kadar sürükler. Sonra ayağa kaldırıp tokatlamaya başlar. Vurdukça vurur. Yorulduğunu hissedip bir kenara oturup dinlenmeye başlar. Bu sırada hiç kimse siz ne yapıyorsunuz dememiştir daha! Hülya yere kapaklanmış vaziyette ölü gibi boylu boyunca yatarken Aynur Hanım da kaldırma oturmuş dinlenmektedir. Besbelli öfkesini yenememiş biraz sonra tekrar başlayacaktır. -Kaltak seni, okulda çalışan herkesi canından bezdirdin, senin yüzünden insanlar işe gelmek istemiyor, çirkinliğin, aşağılık kompleksin, kişilik problemini bu çocuklardan çıkarıyorsun, çirkin karı seni! Aynur Hanım, Hülya’yı ne kadar dövdü bilinmez, Anadolu’da bir tabir vardır, hani derler ya, “eşek sudan gelinceye kadar!” Birden bir siren sesi caddeyi yararak onlara doğru gelir. Bir vatandaş 155 i arayarak, polis çağırmıştır. Polis ihbarı alır almaz olay yerine intikal ederek olay mahalline gelmiştir. Aynur Hanım, karakol sorgusunda yaptıklarından pişman olmadığını Hülya veya ona benzer insanlar çocuğuma böyle davranırsa yine şekilde hareket edeceğini, pişman olmadığını söylemiştir. Polis de tutuklanma talebiyle savcılığa sevk ederek, “Aynur Yorulmaz’ın kamu düzenini, asayişi bozduğu için gerekli cezayı alması gerektiği düşüncesini taşımaktayız,” demiştir. Savcılık sorgusundan sonra Aynur Yorulmaz çıkarıldığı mahkemece devlet memuruna hakaret, darp etmek ve kamu düzenini bozmaktan tutuklanmıştır. 3.9.2018 Bornova

  • Esma Öğretmen Delirmiş-3

    ESMA ÖĞRETMEN İZMİR’DE “Bakın hocam, ben Esma Öğretmen’in bütün geçmişini biliyorum. Hastalığı ile ilgili hikâyesini öğrendim. Verdiğiniz bir haftalık izinde sabahlara kadar konuştuk, ona dair her şeyi anlattı, eşim Yasemin’le ortak noktaları var, biliyorsunuz… “Yani Erdal Bey diyorsunuz ki, Esma Öğretmen’i taburcu edelim!” “Öyle diyorum hocam, aynen öyle diyorum. Ben her şeye kefilim!” “Erdal Bey, değerlendirmelerinizi yarın kurula anlatırsınız. Ben dediklerinize inanıyorum. Ama benim inanmam yetmez, Kurul’un da inanması gerekir.” “Teşekkür ederim, hocam; gerçekten çok teşekkür ederim! Bu bana yeter!” “…” “Tekrar teşekkür ederim hocam, iyi günler!” “İyi günler!” … Doktor Erdal, Yasemin ve Esma hafta sonu İzmir’e gitmeye karar verdiler… … İzmir’in Özdere beldesindeki Doktor arkadaşları Ercan’la birlikte, kâh sahilde, kâh çam ağaçlarının arasında dolaştılar. “İzmir çok güzel,” dedi Yasemin “İzmir gerçekten çok güzel,” dedi Esma. “Özdere daha da güzel,” dedi Doktor Erdal. “O zaman İzmir’e yerleşmek farz oldu,” dedi Doktor Ercan. Üçünün de gözleri şavkıdı. Üçü de bu fikri hayata geçirmek için bakışlarıyla anlaştılar. Kalemlik Orman Kampı’nın bitişiğindeki bin metre karelik arsanın satılık olması da güzel bir tesadüftü! Üçüne beşine bakmadan o arsayı alacaklardı. Arsanın satıcısı Gümüldür’de oturuyormuş. “İnşallah bu arsayı alırız. Yeri, konumu çok güzel! Ondan öte metre kare olarak da tam istediğimiz gibi. Bir büyük bir küçük iki saray yavrusu kondururuz.” “Evet Ercan! Bir büyük, bir küçük saray... Bundan sonra Esma Abla da hep bizimle kalacak. Biliyor musun Ercan, Esma Abla bize dünyaları bağışladı. Ben, Yasemin, Esma Abla bir de aramıza katılacak bir aslan parçası… Aman Allah’ım, başka ne isteyebilirim? Esma Abla sana çok teşekkür ederim. Seninle evim daha bir güzelleşti! Çok sağ ol! Hafta sonu olması nedeniyle, satış işlemleri hafta içine kaldı. Satıcı da makul biri olduğu için kolay anlaştılar. Doktor Erdal, Yasemin’i, Esma’yı Özdere’de bırakıp İstanbul’a döndü. İşleri yoğundu. Nakit durumu, kredi, atama…daha bir sürü şey… Doktor Erdal’ın aldığı bu karar hayatı için bir devrimdi. İstanbul’un çevre ilçelerini bile tasavvur edemezken… İzmir bir başkaydı. İzmir âşıklar şehri. Burayı tanıyan başka yerleri sevemezdi. Hele İstanbul’u… İzmir’in güzel insanları da bir o kadar sıcaktı. Hani Mustafa Kemal’in: “Ben, İzmir’i, İzmirlileri çok seviyorum,” sözünün doğruluğu bir kez daha kanıtlanıyordu… Kadınıyla, erkeği ile tam bir medeniyet şehriydi İzmir. Yüz elli metre karelik bir tabana oturan binanın temeline ilk harcı Esma Öğretmen’le Yasemin koydu. İkincinin temeline de Ercan’la, Erdal. Erdal’ın ataması istediklerinden âlâ olmuştu: Ege Üniversitesi psikiyatri bölümü. Ege’de ihtiyaç olduğu için mehil iznini bile kullanamamıştı. Bölüm başkanı, “hocam bir an önce başlarsanız bizi mutlu edersiniz,” demişti ya! O nedenle hemen başladı Erdal! İnşaatın alınacaklarını Yasemin’le Esma hallediyordu. Erdal, işlerin yoğunluğu ile yorgun düşüyordu. Ama iki sevdiğini görünce her şeyi unutuyordu. “Çok sağ olun, ikinize de teşekkür ederim. Rüyamda göremeyeceğim bir mutluluğu yaşatıyorsunuz bana. Daha ne isteyeyim, çok şükür sağlığımız da yerinde…” Yasemin: “Çok mutluyum Erdal, mutluluğumu anlatamam! Allah senden bin kere razı olsun! Öl, de öleyim!” ” Senin mutluluğun benim mutluluğum… Hem niye ölesin bir tanem, benim ömrüm senin olsun, Tanrı sana yedi kartal ömrü versin! Niye ölesin ki, bu kadar kötü varken, bize mi kalmış ölmek? ” Yasemin’in hamileliği zor geçiyordu. Doktor Ercan, zor geçeceğini söylemişti. Hatta: “Yasemin Hanım, yağ bardağı dökülse bile kaldırmayacaksın,” diyerek dikkatli olmasını söylemişti. Erdal: “Esma Abla sen olmasaydın ne yapardık, Yasemin ne yapardı? Bizim ufkumuza doğan bir güneşsin. Sen bizim için bir arkadaş, bir dost, bir ablasın! İyi ki, bir aile olmayı kabul ettin! Sen bizim için kardeşten ötesin! Şimdilik üç canız. İnşallah dört can olacağız. Adı 'Deniz' olsun dediğimiz oğlumuz doğunca, dört güzel can olacağız!” “İnşallah sağlıklı olarak dünyaya gelir. Ondan sonrası kolay, sen hiç merak etme! Ben elimden geleni yaparım. Yeter ki, Yasemin sağ salim kurtulsun, ötesi kolay!” Yasemin: “Abla, seninle ilk kez Mütareke binasının bahçesindeki İsmet Paşa heykelinin yanında tanışmıştık, hatırlar mısın? O günlere duacıyım. Ben bundan sonra sensizliğe bir dakika bile dayanamam! Oğlum Deniz doğsun onun kırk taşını da sana toplatacağım.Huyu suyu sana benzesin, senin gibi güzel bir insan olsun!” “…” Bu övgüler, Esma’yı tepeden tırnağa kızartmıştı. Aslında kızaracak bir şey yoktu. Söylenenler doğruydu. Onlar doğrunun sesi olmuşlardı. Doktor Erdal’ın söylemi ile insan doğruyu öteki dünyada mı söyleyecekti? “Doğruya doğru abla; doğruya doğru,” “Bence de Erdal doğru söylüyor. Sen Tanrının bize bir armağanısın!” … Deniz, iki güzel kadının elinde o kadar güzel yetişiyordu ki, tarifi imkânsız. Çocuk, oyun zamanını ders zamanını kendi ayarlıyordu. Esma, bir sefer der, ikinciyi söylemezdi. Çocuk, büyümüş de küçülmüş! Zeki olduğu kadar çalışkandı da. Verilen ödevleri bitirmeden, ne yemek yer, ne oyun oynardı. Bilgisayara öyle çok zaman ayırmazdı... Deniz, önce sınıfta, sonra okulda parmakla gösterilen biri oldu… Deniz, Yabancı dille eğitim yapan okullar sınavında Anadolu Lisesi’ni kazanınca, Ercan’ın sevinci tarifsiz oldu. Ercan da bu okulu bitirmişti. Bu okulu bitiren bir öğrenci, ona âşıklık derecesinde bağlanırdı... Anadolu Lisesi, herkesi eğiten bir kurumdur: Öğretmeni, velisi, öğrencisi… Herkes ondan bir şeyler öğrenirdi. Esma: “Ben Deniz’le İzmir’e giderim. Hafta sonları bir araya gelir, güzellikleri yaşamaya devam ederiz.” Okula yakın bir yerde daire kiraladılar. Deniz, servisle gidip geliyordu. Her akşam Esma annesine servis maceralarını anlata anlata bitiremezdi. Hafta sonu bayram demekti: Keyiflerine diyecek yoktu: Masa bahçeye kurulur; Erdal mangalın başına geçer, bir taraftan pişirirken öte taraftan hafiften demlenirdi. “Hayat bu, hayat bu,” derdi Erdal! Evlilik de dostluk da bu olsa gerekti herhalde. Böyle bir mutluluğu kim istemez? Kaç kişinin böyle bir hayatı vardır? Senaristler filmlerde bile böyle sahici mutluluğu yaratamazlar! Deniz birinci dönemi bitirmişti. “Esma anne yarın karne alacağım. İstersen sen de gelebilirsin. Sen bilirsin, ama ben çok istiyorum, gelmeni!” “Tabi oğlum gelmem mi? Ben de çok istiyorum. Deniz’imin okuluna gitmek, arkadaşları ile tanışmak benim için güzel bir ödüldür!” Esma’nın o gece gözüne uyku girmedi. Yastığa başını koyar koymaz, içinde bir şeyler harekete geçiyordu. Yıllar var böyle bir heyecanı hiç yaşamamıştı. Nedenini bilmediği bir duygu bütün vücudunu çımkıştırıyordu. Uyumaya çalışıyor, fakat uyumak ne mümkün. Yüreği göğüs kafesini delip çıkacakmış gibi atıyordu. O gece Esma, bir saat ya uyudu, ya uyumadı. Sabah erkenden kalktı. Ilık bir suyla duş yaparsa kendine gelebileceği düşüncesiyle, banyoya girdi. Yarım saat duşta kaldı; yarım saat aralıksız, suyun altında kaldı. Bir mutlulukla çıktı suyun altından. Bütün rehavet akan suyla birlikte uçup gitmişti adeta! Kestane kızılı saçlarını özenle tarayıp maşa ile şekil verdi. En ucunu içe doğru kıvırmak için daha bir gayret etti. Okul yıllarında saçlarını parmakları ile tarayan dost yüzlüsü aklına düşünce heyecanlandı. Bisiklet yakalı mor kazağını giydi. Güzelliğine güzellik katacak doğum gününde Deniz’in aldığı mavi taşlı ince zincirli kolyesini taktı. Kolyenin ucu, kazağın yakasından iki üç santim aşağıya doğru sarkıyordu. Kolyeyi okşadı. Sonra aynanın karşısında mor kazağın eteğini çekiştirerek, gitti geldi… İşini bitirince mutfağa girdi, kahvaltıyı hazırladı. Bu yaşın sahibi olmuş, bir güne bir gün kahvaltısız işe gitmemişti. Şimdi de Deniz’i kahvaltısız göndermiyordu. Bir bardak süt, bir tost muhakkak yediriyordu. “Günaydın oğlum, haydi kahvaltın hazır!” Deniz’in uykusu ağır değildi. Hiç uyku sersemi olmazdı. “Günaydın Esma Anne!” “Günaydın! Ben hazırım, bak giyindim bile!” Deniz kıskanan bakışlarla süzdü Esma’yı: “Çok güzel olmuşsun Esma Anne!” “Deniz oğlum için, giyindim, süslendim!” “Hepsi çok yakışmış! Çok güzel olmuşsun!” Karne töreni için öğrenciler yerlerini almış, müdürün töreni başlatmasını bekliyorlardı. Müdürden sonra Tarihçi Hasan konuşacaktı. Deniz, Hasan Öğretmenini çok severdi. Onun yeri bir başkaydı. Hasan Bey, davudi sesiyle konuşmaya başlayınca hiçbir konuşmayı dinlemeyen öğrenciler pür dikkat onu dinlerdi: O hem yüreğe, hem beyne seslenirdi. Hasan Öğretmen, konuşmalarında çağdaş uygarlığın erdemlerinden bahsederdi. Akılcılığa, değinmeden geçmezdi. Konuşmaları otuz yılın sevdasını çağrıştırırdı. Esma birden dikkat kesildi… “Bu o… bu o… bu …bu … bu o … “ “Olamaz, olamaz … bu kadar benzerlik olamaz! ” diyordu. “Benzerlik değil! Bu o … bu o … bu … bu … bu o … o … o … o …” Esma yığılıp kaldı. Hasan Bey, konuşmasına devam ediyordu: “Dünyadan kopup arada hayallere dalmayı unutma! Sevgilini düşün, en iyi dostunu düşün!” Esma’yı revire götürdüler. Töreni izleyen iki üç kişi de revire yöneldiler. İçlerinden biri: “Ben Doktor Kaya! Lütfen bana müsaade edin!” Doktor ilk müdahaleyi yaptı. On dakika geçti. Esma: “Bana ne oldu, ben nereye geldim,” dedi. Hemşire: “Önemli bir şey yok, Heyecandan bayılmışsınız. Bakın oğlunuz da geldi, size bakıyor. Gel oğlum annene geçmiş olsun de!” “Ben iyiyim, Deniz merak etme, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok!”” “…” “Hemşire hanım teşekkür ederim, zahmet verdim kusura bakma!” “Önemli değil efendim görevimiz!” “Deniz haydi oğlum gidelim!” “Tamam Esma Anne!” Esma: “Deniz, konuşma yapan öğretmeninle tanıştırır mısın beni?” Tören bitmiş, karneler dağıtılmıştı. Öğrenciler servislere yönelmişti çoktan. Az sonra bahçede kimsecikler kalmazdı. Öğretmenlerin bazıları öğretmen lokalinde kalabalığın dağılmasını beklerken, yorgunluk çaylarını içerlerdi. “Öğretmenim, Esma annem sizinle tanışmak istiyor!” “Annen nerede oğlum?” “Şurada, binanın ön tarafında!” Hasan Bey, meraklanmıştı. Bugüne kadar yüzlerce veli ile konuşmuş, biri ayağına çağırmamıştı. Fakat çağıran Deniz’di. Deniz başka, Deniz bambaşka bir öğrenciydi. Hiçbir şey söylemeden yerinden kalktı, Deniz’i takip etti. Hasan Bey, Esma’ya doğru yavaş yavaş yürüdü. Esma ne konuşuyor, ne bir tepki veriyordu. Put kesilmiş, Hasan nasıl davranacak diye merakla bekliyordu. “Sen sen… Aman Allah’ım… Esma… Esma … Sen Esma’sın … Aman Allah’ım gözlerime inanamıyorum... Otuz yıldır imini timini kaybettiğim, her şeyden, varlığından umudumu kestiğim Esma’sın! Sen Esma’sın! Sen uğruna dizeler dizdiğim, geceleri gündüz ettiğimsin! Sen benim Esmamsın!” “Ben Esma’yım, uğruna adamlığı gösteremediğin Esma!” İkisi de sözü bırakıp sarıldılar birbirlerine. Öyle bir sarıldılar ki, bin yılların özlemiyle tekmil yaratıkları kıskandırdılar. Bin yılların özlemine bütün ağaçlar şahitlik ediyordu. Öyle bir sarıldılar ki, bahçenin büyüklü küçüklü kuşları, bir ağızdan, alkış tutuyordu. Deniz de bu tuhaf manzarayı izliyordu... 01.08.2010 Bornova

  • SEL

    Yanıyordu ortalık. Güneşin yakıcılığı adamın başını matkap gibi delerek, beynini buharlaştırıyordu sanki! Kuşlar, böcekler iğne deliği kadar bir gölge bulabilmek için akla karayı seçiyordu. Ulu orta durmak mümkün değildi, kavuruyordu adamı... Dillerini dışarıya çıkaran kuşlar, sürünen bilumum yaratıklar, serinlemiş akşam saatlerine ulaşmayı düşlüyordu. Derenin az yukarısında bulunan palamut meşeleri kesile kesile yok olmuştu. En yukarılardaki kızılçamlar ise, demircilerin körüğüne kömür üretmek adına meşelerle birlikte yakılmış. Çoluk çocuğun kursağına yiyecek olarak girsin diye, aşılanan bir kaç armut ağacından gayrı, bir de kurumuş eşek dikenlerinin, kenger dikenlerinin gölgesinden gayrı sığınacak bir ağaç yoktu. Derenin kıyısında çıkan hayıtlar, ılgınlar, söğütler, böğürtlenler, kızılcıklar, itburunları... Yukarılardan mevsimli mevsimsiz boşanıp gelen sellerle aşağılara, İlke Çayı’na doğru sürüklenmişti... Elinde tüfeğiyle keklik avına çıkan Ali İhsan, Karayar’ın en sarp yerine yuvasını kondurmuş bir kartal yuvası görür, görür görmez de tabanları yağlayıp evin yolunu tutar. Aslında bu kartalı o anda avlamayı o kadar çok ister, o kadar çok ister o kadar çok ister; lakin harbiliğinde atacak tek bir mermisi kalmamıştır. Uçara vurma tutkusu, harbiliğini boşaltmıştır. Yürürken gördüğü kekliklere ateş etmeyi içine sindiremez ya bir türlü! Kıcırlar’ın Mustafa’nın Kahvesi’nde diyecektir ki: “ Tam beş keklik vurdum, hem de uçara ha!” diyecektir. Eve girmeden Yunus’u bulur önce! Karayar’daki kara kartalın yuvasını ballandıra ballandıra anlatır. İki arkadaş ertesi gün ava gitmek üzere kavilleşirler. Yunus: “Akşam yemeğinden sonra fırının önünde buluşalım, yarın ile ilgili planımızı yapalım. Ben eve giderken, Hüseyin’e de uğrayıp onu da çağırayım.” Üç arkadaş kasabalının ortaklaşa kullandıkları Otman Ağa Fırını’nın önünde yatsı ezanına yakın buluşur. Sokak aydınlatmaları günlerdir yanmaz, lambalar patlaktır muhtemelen veya başka bir şey vardır. Kim bilir kaç gün sonra bakılacaktır. O nedenle ortalık zifiri karanlıktır. Kasabanın muhafazakâr başkanın kendine oy vermeyen mahalle sakinlerini aklı sıra cezalandırmaktadır. Onların da pek umurundaymış gibi. Biri de başkana gidip: “ Ne olur başkan, lambalarımızla ilgileniverin, demezler ya!” İşte bu durum, başkanı daha da çıldırmaktadır. İşlerinden yorgun argın gelen mahalleli, akşamdan yataklarına sokulmuş, horlamaya bile geçmiştir çoktan. Geceleri öten yaz böceklerinin, adlarını dahi bilmedikleri kuşların sesleri yüreğinde korku bulunan insanları daha da korkutmaktadır. Kümeslerdeki tavuklara dadanmış kurnaz tilkiyle, hırsız çakal öteki mahallenin sokak aralarına dalmıştır bile. “Hanemizi düşmandan korusun,” diye besledikleri köpekleri de karanlığı delen ulumalarıyla korkunun şiddetini artırdıkça artırmaktadır. Karanlık oldu mu, nedense hep korku üzerine söylenceler anlatırlar birlerine. Bu üç arkadaş karanlığın korkusu ve yaratıkları üzerine anlattıkça, korkunun dayanılmaz zevkini duymaya başlar yüreklerinde. Hüseyin: “Bizim evin tam karşısında, Çam Dede’de her perşembe yatsıdan sonra şehit ocağı yanar. Ocak bir yanar, bir söner. Babam, merak etmiş bunu, Çam Dede’ye yakın bir yerde bir meşe palamudunun altında beklemeye başlamış. Tam o saat gelince ocak yanmış! Ocak yanmış yanmasına; ama babam bakamamış bile. Adamın gözünü kör edecek parıltıda bir ışık saçılıyormuş, deme gitsin. Babam: “Sen sabisin, belki sen bakabilir, ne var ne yok, görebilirsin,” dedi, ama ne yalan söyleyeyim, güvenemedim kendime.” Ali İhsan: “O bir şey mi oğlum? Gece oldu mu, Karayar’ın tepesinin üç noktasına cinler ateş yakarmış. Sonra da cinler padişahının başkanlığında bir şenlik kurulurmuş. Karayar’da cinler padişahı otururmuş. O nedenle düğün dernek hep burada kurulurmuş! Balpınar’ın, Şeytan Gediği’nin, Hamaz Taşı’nın, tekmil cinleri buraya gelirmiş; ya biliyor musunuz?” Yunus: “Ali İhsan, böyle şeyleri nereden öğrenirsin, nasıl uydurursun, seni bir türlü anlayamıyorum vallahi?” “Dedemden öğrendim, uydurmadım. Benim Esat Dedem, ne kadar çok şey biliyor, bir duysan, küçük dilini yutarsın, belki de altına edersin ya!” “…” “Öyle deme Yunus! Cinleri bir kızdırdın mı, gece yatınca seni korkutur durur, haberin var mı?” Akşamdan beri Ali İhsan’la Yunus’un konuştuklarını dinleyen Hüseyin: “Bırakın böyle salak şeyleri yahu, adama gecesini zehir edeceksiniz! Sabaha kadar uyuyamam şimdi! Salak salak şeyler anlatmakta üstünüze yok sizin, haydi varıp yatalım da sabah erken kalkar gideriz, haydi kalkın!” Korka korka evlerine gittiler, korka korka yataklarına sokuldular. Korkularının aksine deliksiz bir uyku çektiler. Güneş ufuktan başını çıkarmadan yataklarından çıktılar, ellerini yüzlerini yıkayıp uykunun izlerini temizlediler. Kökboyasıyla boyanmış, yünden dokunmuş torbalarına azıklarını koyarak ellerine de sıvamaca tereyağı sürülmüş bir fasla ekmek alıp yola koyuldular. Tüfekleri sırtlarında, harbilikleri bellerindeydi. Bu üç arkadaş, günü hiçbir zaman üzerlerine doğurmamış olmakla övünürdü. Karayar’a geldiler, birkaç saat kara kartalın yuvasından çıkmasını beklediler. Fakat o, olacakları mı sezmiş, ya da daha önce yuvasını mı terk etmiş, bir türlü çıkmaz meydana. Bu ara güneş Yağcıdağ’ın tepesinden ayrılarak, kuşluk vaktindeki yerine çıkmıştır. Ali İhsan, tek kırmasını yuvaya doğrultmuş, ha çıktı, ha çıkacak kara kartalı beklemektedir. Hüseyin de Yunus da Ali İhsan vuramazsa, hemen arkasından ateşleyecektir. Yunus’la, Ali İhsan, tek kırmalarına çok güvenmektedir, on iki milimetrelik çapıyla kartalı değil, Alan Yaylası’nın kır domuzlarını bile anında düşürebileceklerini söyler. Şakayla, alayla karışık da, Hüseyin’in çiftesinin bir işe yaramayacağını söyleyip çıldırtırlar onu! Kara kartal, birden yuvasının üstünde kanat çırpmaya başlar. Bir saniye bile gözlerini yuvanın üstünden ayırmayan üç kafadarı atlatmıştır. Ali İhsan’la, Yunus’un yürek atışları hızlanır. Yüreklerin atışı, göğüs kafesini delip çıkacaktır neredeyse. Bu iki arkadaş aynı anda hedefe kilitlenmiş, ateş etmek üzeredir ki, Hüseyin, ikisinin de tüfeklerini hedeften uzaklaştırıp çiftesinin iki gözünü de boşluğa sıkar. Sonra da, Kocadere’ye doğru alır yatırır. Ali İhsan’la, Yunus ne olduğunu anlamadan, bir şeycikler demeden peşi sıra koşmaya başlar. Bu sırada güneş tepeye çıkmış, gölgelerini de ayaklarının uçlarına yapıştırmıştır. Adımlarını attıkça, adımları gölgelerinden dışarıya taşmaktadır. Hüseyin onlara bir şey söylemeden alıp başını gitmiştir. Gitmesine gitmiştir de Ali İhsan’la Yunus’un tüfeklerinin namlularının aşağıya öyle bir itmiştir ki, akıllarını başlarından almıştır, Bağırıp kızmak istemişler, lakin dilleri mi bağlanmış ne, ağızlarını bile açamamış, açamadıkları gibi şaşkınlıktan bir hal olmuşlardır. Karayar’daki, kartalı avlamayı akşamdan kararlaştırmışlar... Kararlaştırmışlar kararlaştırmasına da Hüseyin’in dellenmesiyle her şey berbat olmuştur şimdi... Bağırıp kızmak isterler; fakat öfkeden ateş yumağına dönmüş hali ürkütür onları. Hüseyin ağzını açıp bir kelime etmeden, deli deli koşmakta; sonra hızlı adımlarla yürümektedir. Arkasından yetişmek için adamın tazı olası lazımdır. Pırnallara, ardıçlara konan ağustos böcekleri çatlarcasına ötmektedir. Hüseyin’in ne amaçla patlattığı bilinmez tüfek, bodur kalmış kızılçamlara konup uçan ve arada uçma alıştırmaları yapmakta olan alakabak yavrularının, öteki kuşların, böceklerin sesini soluğunu kesmiştir. Hüseyin’in ızgara telinden kese kese yaptığı saçmalar, göğün boşluğunu delip geçerek, yıldızlara ulaşmıştır. Sessizliğin ve sıcaklığın bungunluğunu parçalayan “tom” sesi, Koca Tavşan Tepesi’ni, Küçük Tavşan Tepesi’ni, Kocamar Kaş’ını sallamıştır. İrili ufaklı tepelerin canlıları yerlerinden fırlamış, koşmaya, uçuşmaya başlamıştır. Tavşan tepelerinin korkak tavşanları, daha tepeye doğru koşmaya başlamıştır can korkusuyla. Korkak tavşan, oldum olası tüfek sesini duydu mu, tin tin, dere tepe aşar, nereye gittiğini bilemez, alır başını gider! Özellikle Deli Osman’ın tavşan eti merakı, “tavşan eti eşek eti ” diyenlere karşı bir ihtiras olmuştur. Kekliğin, üveyiğin, gödenin etini, etten saymayan Deli Osman: “ Onlar da et mi, dişimin kovuğunu doldurmaz, boşu boşuna sıkı mı harcarım, siz ağzınıza yemiyorsunuz ki?” Zavallı hayvancığa hayatı zehir eden tüfek sesi, deli deli koşturtmaktadır onu. Gerçi bu ses, Deli Osman’ın tüfeğinin sesine benzememektedir, amma o yine de dikkatli olmak zorundadır. Ya Osman, yine ava gelmişse! Korkularına korku katarak, daha hızlı koşturmaya başlar. Boz tavşan, koşturdu koşturdu, vardı, kocamış kurdun inine daldı. “Gel beni ye” demekti bu! Lakin o da tüfek sesini duymuş, terk etmiştir yuvasını. Hüseyin önde, Yunus’la Ali İhsan arkada Kocadere’nin sıcaktan kavrulmuş kızıl kumlarının üstüne vardılar. Buralarda cana merhem olacak tek ağaç bulmak mümkün değildir. Neredeyse, dünya ile yaşıt olan ulu meşe palamutları, başları göğe ulaşan kızılçamlar, kesile yakıla yok edilmiştir. Meşe palamutlarının kesilmesine devlet bir nebze hoş görülü davranmıştır. Ya çamlar, peki onlar nasıl olmuş da yok olmuştur? Onca orman muhafaza memuru varken nasıl olmuş da onca çamın köküne kıran mı girmiştir? Devlet, ormanını koruyamamıştır! Dere kenarındaki söğütler, ılgınlar, hayıtlar, kızılcıklar, böğürtlenler, itburunları da derenin mevsimli mevsimsiz selleriyle yok olup gitmiştir. Şimdi başını sokacak bir gölge bulmak mümkün değildir. Bu sıcak havada üç arkadaş ne amaçla buraya gelmiştir, nedeni belli değildir. Karayar’dan buraya kadar Hüseyin önde onlar arkada koşarak gelmişlerdir işte! Şimdi, adamı cayır cayır yakan güneşin altında ne yapacaklarını bilemeden öylece kalmışlardır. Baharda derenin kıyısında yeşeren labadalar, kaz ayakları, reyhanlar, kurumuş gazele dönmüştür. Bir kuşa, bir sürüngene, bir böceğe sığınacak bir gölge yoktur. Sıcaklık, aşağıdan yukarıya, buradan ötelere doğru dalga dalga yayılmaktadır. Bu esnada bunca sıcaklığa bana mısın demeyen, iki karayılan, yalım yalım yanan kızıl kumların üstünde güreş tutmaktadır. İki koca karayılan, yerden yarım metre kadar kalkmış, kuyruklarının üstüne oturmuş, fırsatı buldukça birbirlerinin orasına burasına indirmektedir. Sonra da dalmaktadır birbirlerine: Alt alta üst üste dakikalarca boğuşurlar. Sıcaktan delirdikçe deliren yılanlar öldürücü hamleler yapmaktadır. Her yanları kana kesmiş, kan leş içinde kalmıştır. Onların dövüşünü bir kayanın üstünde, dili dışarıda izleyen kertenkele pişmek üzeredir neredeyse. Üç arkadaş da kartalın yuvasını unutmuş, karayılanların dövüşüne dalmışlardır. Hiçbiri ağzını açıp bir kelimecik etmemiş, dizlerinin üstüne çökmüş, alınlarından şıpır şıpır damlayan tere aldırmadan yılanların ölüm oyunlarını izlemektedir. Böyle ne kadar zaman geçmiş, farkında değildirler. Birden yukarılardan taş şakırtılarının, kaya şakırtılarının su löpürtülerinin geldiğini duyar gibi oldular. Bu sıcakta, adamın yağını eriten bu sıcakta sel mi olur diye de düşünerek, oradan olmadılar. Onlar, yılanların aslında oynaş mı, ölüm oyunu mu oynadıklarının ayırtına varamamışlardır. Karayılanlar, kuyruklarının üstüne oturmuş, arada ağız ağza dalaşlarını, sonra da sarmaş dolaş oluşlarını izlemektedirler. Şakır şakır, löpür löpür sesleri gittikçe yaklaşmaktadır. Yılanlar, kuyruklarının üstünde yorulmuş olacaklar ki bıraktılar kendilerini yere. Yorulmuşlardır yorulmasına; ancak biri de orayı terk edip gitmez. Belli ki, kaçmayı erkekliklerine(!)yediremez. Bir zaman öfke dolu bakışlarla süzdüler birbirlerini; sonra başlarını on santimetre kadar yerden kaldırıp kavgaya devam kararı aldılar. Cenk sürüyordu, böyle giderse biteceği de yoktu. “Ali İhsan,” dedi Hüseyin! “Şu zavallıları gel, ayıralım, yazık birbirlerini öldürecekler! Gel birini sen tut; birini ben tutayım, haydi gel!” “Git oğlum, sen manyak mısın? Güneş, tepene geçmiş, beynini yemiş senin! Ölürlerse, ölsünler, bize ne bundan?” “Ne manyağı oğlum, asıl güneş senin beynini yemiş!” Yunus, yerden aldığı taşı yılanlara doğru fırlatmayı düşündü. Sonra birden sıcaktan linyit koruna dönen taşı yere bıraktı. Bir de aklına--bu mevsimde yılanlara dokunmak, zemheride deveye dokunmak demektir. Her ikisi de adamı cırtladığı yere kadar kovalar—düşüncesi gelmiştir anlaşılan; yoksa taşı eline aldın mı fırlatmak kolaydır. Şakır şakır, löpür löpür sesi, yaklaşmış, nerdeyse yanlarına kadar gelmiştir. Yılanlar birbirlerinden ayrılmış, tepeye doğru uçarcasına süzülüp gitmiştir. Besbelli ki, bir felaketin yaklaşmakta olduğunu hissetmişler. Deminden beri adamı cayır cayır yakan güneş, saniyede bulutların arkasında kaybolup gitmiş, ortalık saniyede karaya kesmiştir. Ürperten bir karanlık derenin içini daha da karartmıştır. Tozları, toprakları yerlerinden eden serin bir esinti yüzlerine çarpıp onları uyandırdığında artık çok geç olmuştur. Kaçacak bir yer yoktur. Şakır şakır, löpür löpür sesi ayaklarının dibindedir artık. Ne tutunacak bir dal, ne de girecek bir kovuk! Üç arkadaşın yardım isteyen sesleri derenin derininden tavşan tepelerine, Karayar’a, Kocamar Kaş’ına, Bedire Deresi’ne ulaşmıştır ulaşmasına da duyan eden olacak mıdır acaba? Duysalar bile yetişebilecekler midir? Kocadere, yukarı köylerin Boscaklı’nın Hüdük’ün Kızılca’nın neleri var, neleri yok, hepsini alıp getirmiştir. Kavunlar, karpuzlar, domatesler, patlıcanlar...köylülerin barınak olarak kurdukları çadırları, alaçıkları, yemelik diktikleri erikleri, kirazları kökünden söküp alarak sürükleyip getirmiştir. Selin üstünde bunlar varken, koca koca taşlar şakır şakır yuvarlanmaktadır. Şimdi bu selin içinde Yunus, Ali İhsan ve bir de Hüseyin vardır. Bir elleri, bir ayakları yukarı gelmekte, yuvarlana yuvarlana sürüklenmektedirler aşağıya, İlke Çayı’na doğru. “İmdat, imdat,” diye her ağızlarını açtıklarında tas tas su dolmaktadır. Tutunacak sağlam bir dal yoktur ortalıkta. Yıllara meydan okuyan asırlık çınarlar Kocadere’nin mevsimli mevsimsiz azgın selleriyle sürüklenip gitmiştir aşağılara. Söğütler, ılgınlar, hayıtlar ise, yıllarca önce yok olmuştur. Hele, Hüseyin’in elini yüzünü boyaya boyaya yediği “kür üzümü”dediği böğürtlenler, Kocadere’nin akış düzenini yitirdiği ilk yıllarda yok olmuştur. Böğürtlenlere yuva kurmuş serçeler, çobanları çileden çıkaran çobanaldatanlar, Gıcırların Nurullah’ın “aman ha öldürmeyin” dediği çil keklikler yılın belli aylarında dereyi ziyaret eden uzun bacaklı, uzun gagalı leylekler, yuvalarına çamur taşıyan kırlangıçlar gelmez olmuştur artık! Hüseyin, suyun üstündeki, bir erik dalına yapışmış öylece sürüklenmektedir. Başı yukarıdayken, ara ara “imdat, imdat!” isteyen sesiyle yıldızları beri baktırmaktadır. Ali İhsan’la Yunus görünürlerde yoktur. Sel, onları ya iyice altına almış; ya da bir kenara fırlatıp atmıştır! Hüseyin arkadaşlarını göremeyince:”Ali İhsan! Yunus!”diye çağırır, fakat duyuramaz bir türlü. Hüseyin, suyun üstünde bir sal gibi süzülen erik ağacına tutunarak şimdilik hayatta kalmayı bilmiştir. Zaten üç yaşındayken çay kenarında oynarken, Güldürler’in Nurullah: “Bak Gıcır Gızı, bu çocuk büyük adam olacak, göreceksin,” demişti ya! İki üç yaşındaki bir çocuk, yarın ucuna kadar varıyor, kendini aşağı bırakmıyor, iki üç yaşındaki bir çocuk kendini çayın içine atmıyor, kenarında oynuyor... İşte ondan dolayı büyük adam olacak bu çocuk demiştir Güldürlerin Nurullah! Kocadere’nin suyu kabardıkça kabarır. Suyu artıracak ne yağmur, ne boran hiçbir şey yoktur. Ötelerde, çok ötelerde şimşekler de çakmıyordu. Fakat durmadan kabaran, yatağını metrelerce büyüten bir sel engelsiz, İlke Çayı’na doğru alıp götürüyordu her bir şeyi. Suyun üstü pazaryerine dönmüştü: Meyveler, sebzeler... Yörük çadırlarıyla bostan bekçilerinin alaçıklarının direkleri... Taş kovuklarında, kaya diplerinde yaşayan yılanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar selin üstünde bir can pazarına çıkmışlardı. Kocadere’nin yatağı genişledikçe genişlemeye başlamıştır. Bu artık bir dere değil, yukarıdan aşağıya; aşağıdan yukarıya durmadan büyüyen bir suyu yoludur. Dört bir yan suyun altındadır şimdi… Nereden gelmiştir bunca su? Durmadan artan, artıkça kabaran, kabardıkça Cennet Deresi’nin çamlarını da içine alan bir denizdir artık. Bu sel, deli deli akmıyor, öyle şakır şakır, löpür löpür etmiyordu artık! Mayalanan bir hamurun şişmesi gibi şişmektedir boyuna. Gümele Köyü, Çay Köy, Encekler Kaşı... her yer, her yer suyun altında kalmıştır. Eline bir dal geçiren insanlar hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Tanımadık, bugüne kadar Hüseyin’in yüzünü dahi görmediği bir yerlerde görmüş bile olamayacağı insanlar... Bunlar bildik insan tiplemesine pek uymuyorlardı zaten: Kulakları bir tuhaf, burunları başka bir tuhaf. Kafalarının biçimleri Kaf Dağı’nın devleri gibiydi adeta! Sular durmadan yükselmekte, yükseldikçe de şehirler konduruyordu üstüne sanki! Üç katlı, dört katlı, sekiz katlı, on bir katlı binalar... Hüseyin’in erik dalı, değişmiş, yerine traktör römorkları için yapılan bir saman ilavesi almıştır. Şimdi erik dalına göre daha rahattır. Böyle günlerce dursa da bir sıkıntı olmaz. İşte o da, hareket etmeyen, kıpırtısız duran suyun üstünde öylece durmaktadır. Suyun üstü, Bahçıvan Mehmet Amca’nın bahçesi gibidir. Yediği önünde, yemediği arkasındadır... Hüseyin, saman ilavesinin üstünde günlerce kaldı, bir başına. Dilini bildiği, bir Allah’ın kulu yoktu. Tanıdığı, bildiği, sevdiği tekmil arkadaşları yok olmuştu birden. Şimdi, bir su ülkesinde, bir salın üstünde bir başınadır. Yalnızlığa dayanmak kabildi; ancak dilini konuşmadan daha ne kadar dayanabilirdi ki? Suyun üstünde bildiği, tüm türküleri, yarım yamalak bildiği şarkıları, şiirleri okudu. Hele okul yıllarında Mavilisi’yle birlikte söylediği, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Karlı Kayın Ormanı,” adlı türküleri söylerken bir hoş oldu, yüreği yerinden fırlayıverecekmiş gibi oldu. Adını seslendi: “Mavili, Mavili!” “…” “Sesimi duysun da bana gelsin, bu Allah’ın suyla kaplı damında ne yapacağım bir başıma,” diye inledi. “Adını anmamaya ant içmiştim; andımı bozdum.” Mavi kotlu, güzeller şahı Fikriye! Aydan arı, günden duru bir tanem, duy beni! “…” Ne çare, sesini duyan eden olmadı. Dayanmak mümkün değildi, günlerdir suyun üstünde bir başına duruyordu. Bugüne kadar, kitaplarda dahi resmini görmediği onlarca yaratık suyun üstünde duruyordu, gerçi bir zararları yoktu; yok olmasına! Birden gökyüzünde renk renk bulutlar peyda olmaya başladı. Sonra renk renk bulutlar beyaza döndüler bir bir. Sonra maviye kesti. Her yer maviye döndü: Yer gök, her yer mavi oldu. Birden mavi buluttan al bir at doğdu; kişnemeye başladı. Yelesi rüzgârda dalgalanıyordu mavi mavi. Kuyruğu, özenle toplanmıştı. Üzerinde saçları mavi, pantolonu mavi, gözleri mavi, güzeller şahı durmaktaydı bütün heybetiyle. Güzeller şahı, bir zaman öylece durdu hareketsiz. Sonra sürdü atını bir cana, bir dosta sevdalı Hüseyin’ine. İki can, çevirdiler bakışlarını birbirlerine: Yirmi yılın, yüz yılın, yüz yirmi bin yılın, on milyon yılın sevdasını tazelediler. Bir Kerem, bir Arzu, bir Ferhat, bir Şirin, bir Haydar bir Serap, bir Nazife, bir Zafer, bir Ali, bir Duygu, bir Can, bir de Fikriye oldular... Sonra, el ele tutuşup yürüdüler güneşin doğduğu yere doğru. “Haydi,” dedi Mavi kotlu, güzeller şahı: “Atla!” Atladı Hüseyin al atın terkisine. Mavili sürdü, mavi ummandan, mavi bulutlara. Mavi bulutlar, bir karıştı, bir kaynaştı, her şeyi görünmeze döndürdü. Sonra, iki canı sinesine alıp sırrına erilmezlerin ülkesine uçurdu...

  • JÜLİDE ÖĞRETMEN

    Fen Bilgisi öğretmeniydi Jülide. Demirci Öğretmen Okulunu yatılı olarak okumuş, yoksul bir ailenin çoğuydu. Öğretmen okulundan sonra Buca Eğitim Enstitüsü Fen Bilgisi öğretmenliği bölümünü kazanmış oradan da derece ile mezun olmuştu. Mezun olur olmaz da annesi, “kız çocuğu değil mi, hemen baş göz edelim,” deyip komşunun muhasebeci oğlu Mustafa ile evlendirivermişlerdi… Yemek yapmayı, çay yapmayı bile bilmeyen Jülide evlenmeyi çocuk oyuncağı zannetmiş. Böyle olunca da koca evinin, ana evi olmadığını öğrenmiş öğrenmesine de iş işten geçmiş ama! Koca evinde bilmemek olur mu, bilmeli, bilmek zorunda, “koca evi ana evi değil,” çünkü! Ana evinde her daim eksiğini kapatacak biri vardır, öyle değil de böyle kızım diyen sıcak bir ses! Evliğinin ilk günlerinde reçele su katmış Jülide, pişmiş aşa yanmasın diye su katmış Jülide! Jülide’nin reçelinden isteriz diye de dalga bile geçmişler... Allah’ın her günü gözyaşı dökmüş Jülide, gözyaşları sel olup akmış! Jülide, ne sevmekten, ne aşktan hiçbir şey anlamamış, eve gelmiş ağlamış, gitmiş ağlamış! Ona akıl veren, el uzatan kimse olmamış! Gururlu ya ne annesine, ne kardeşlerine de ne de bir arkadaşına hiçbir şeye anlatmamış. Anlatmadığı için de için için tüketmiş kendini genç yaşta. “Bir şey yapmalıyım,” demiş Jülide, “kendimi bir şekilde öne çıkarmalıyım,” demiş, “ben öğretmenim,” demiş, “çok iyi bir öğretmen olmam lazım,” deyip gece gündüz çalışmış, gece gündüz araştırmış, gece gündüz demeyip o seminer senin, bu konferans benim deyip harıl harıl çalışmış! Çok başarılı bir öğretmen olmuş olmasına da paylaşmak nedir bilmemiş. Öte yandan kıskanç mı kıskanç biri olup çıkmış! Başarılı öğretmen Jülide, alkış delisi olup çıkmış, herkes onu takdir etsin istemiş, güzel sözleri Jülide için söylesin istemiş, yanlışlıkla biri: “Mehmet Bey, çocuklar fen bilgisinden çok başarılı,” demeye görsün, “siz bir de benim çocuklara bir bakın demiş! Ders denetimine, gelen Müfettiş Fatih Bey, “Kerem Bey’in ders işleyiş yönetimi çok farklı, çok beğendim” demiş. Jülide “a beni beğenmediniz mi Fatih Bey?” ve daha orada için için ağlamış! Bütün güzellikler onun için olacak, herkes onu beğenecek! Evlendiği yıllar kara kuru, çiroz biriymiş Jülide... Dalgalı kızıl saçları her daim kısadır. Uzun saç emek ister, bakım ister, her daim taranmak ister. Kollarından aşağı bütün vücut ölçüleri tornadan çıkmış gibidir, kalça göğüs varla yok arasındadır. Gözlerinde her daim bir şüphe olduğunu az çok analiz yeteneği olan herkes görebilir. Siyah ile kırmızı başat renklerdir onun için, giydiği bütün giysilerde kırmızı ve siyahın tonlarını görmek mümkündür. Jülide hırslıdır, ihtiraslıdır. Hırs ve ihtiras onu genç yaşta, kalp ve tansiyon hastası yapmıştır. Doktor Hüsnü: “Bak kızım böyle giderse çok uzun yaşamazsın, rahat olmayı öğrenmen lazım,” diye de uyarmıştır. En güzel kadın benim, en iyi öğretmen benim, herkes beni beğeniyor deyip şişim şişim şiştikçe, çocuk yapmaya bile vakit bulamamış! Bir iki sefer hamile kalmış, onun hoyratlığından mı, kasıklarının yeni bir yük taşımaya müsait olmadığından mıdır, çocuğu olmamış! Çocuğu olmadığı için, sevisini kocasına da verememiş, içinde kurumaya yüz tutan sevisini mahallenin kedilerine, köpeklerine vermiş! Jülide'nin çekirdek ailesi iki kişidir: Kendisi ve kocası. Kazandıklarını biriktirmek, yarınlarda çoluk çocuğa nafaka olsun diye bir kaygıları olmadığı için, yaz tatillerinde o diyar senin, bu diyar benim gezip tozmadık yer kalmamış. Jülide’ye kalsa, daha çok har vurup harman savuracaktır ama kocası daha temkinlidir. Başka arkadaşlarının şarap içtiği meclislerde “rakı” der, hem de rakıyı da sek içer Jülide! “Ne olacak anasına satayım” der, “atın ölümü arpadan olsun, ne çıkar ki ha bir eksik, ha bir fazla ne yazar ki?” Bu yıl kış erken geleceğe benziyor, ağaçlar yapraklarını erken dökmüş. Çırılçıplak kalan ağaçlar, kışa hazırlanmaya başlamış, göçmen kuşlar da kışın erken geleceğini hissederek sıcak yerlere göç edip gitmişler. Sitenin çimleri de sararmaya yüz tutmuş, sarı mı olsa yeşil mi olsa karar verememiş bir türlü! Acıkmasa mahallenin, kedisi, köpeği bulunduğu yerden kalkıp doğrulmayacak. “Bu kış bitsin, kesin emekli olacağım, kocam artık beni eve almayacak!” Her sene bu yıl emekli olacağım, diyorum, fakat bir yolunu bulup kandırıyorum onu, bakalım bu oyun ne kadar sürecek? Benimle birlikte göreve başlayanlar yirmi yıldır emekli, ben onların üstüne bir yirmi daha devirmek üzereyim.” Jülide, böyle böyle kaç kış geçirmiş, yirmi sefer kış gelip geçmiş, bu bir oyun olmuş Jülide için. Jülide, kalp ve hipertansiyon hastası olduğu için haftada bir Tepecik Acil’de bulur kendini. Bir hafta gelmese Jülide Öğretmen’e bir şey mi oldu diye merak eder Acil çalışanları. Her hastaneye gidişte: “Bu yıl beni kimse tutamaz kesin emekliyim, isterse bakanlık istesin, bakan bey arasın, kimseyi dinlemeyeceğim, bu yıl kesin olacağım!” Jülide Öğretmen böyle böyle fazladan yirmi baharı, yirmi kışı geçirmiş. Kimse Jülide’nin emeklilik konusunda söylediklerine inanmaz olmuş. Bu durum tam da köyün yalancı çoban misaline dönmüş. Hani, “kurt geldi, kurt geldi,” deyip köyü kandıran çoban misali işte! Dönem sonuna az zaman kalmıştı. Son sınavlar bitmiş, kanaat notları yavaş yavaş sisteme işlenmeye başlamıştı. 7. Sınıf öğrencisi Mete Çakar’ın sözlü notu etkinliklerde gereken titizliği göstermediği için Jülide öğretmen tarafından çok düşük verilince, Mete Çakar’ın annesi: “Öğretmen Hanım, Öğretmen Hanım, sen utanmıyor musun benim oğlumun hakkını yemeye, sen nasıl öğretmensin ya, sende hiç insan sevgisi yok mu, sen nasıl öğretmensin be ya? Allah senin bin türlü belanı versin, kör ol emi! Öğretmenmiş, içinde insan sevgisi olmayanları öğretmen yapar bu Allah’ın belaları, Allah senin belanı versin, kör ol da yediverenler bulunmasın, sürüm sürüm sürünesin!” “…” “Öğretmen gibi öğretmen öğrencilerin hangi şartlarda okuduklarını bilmelidir, bilmek zorundadır. Bilmiyorsan, yapmayacaksın bu mesleği, Mete’nin babası yok, Mete’yi okutmak için neler çektiğimi Allah’tan başka kimse bilmez! Ben Mete’yi okutmak için evlere temizliğe gidiyorum senin haberin var mı?” “…” “Yok değil mi? Nereden haberin olacak sen öğretmen değilsin ki senin işin gücün, sür, sürüştür, tak takıştır! Çocukların hangi şartlarda okudukları seni ilgilendirmiyor çünkü sen notu verir geçersin!” “Haddini çok aştın hanımefendi, bak sana hanımefendi diyorum, şimdi defol git, nereye gidersen git, hangi cehenneme gidersen git! Ben verdiğim notu değiştirmiyorum, nereye şikâyet edersen et, "vali, padişaha gitsen de" notum bu, cehenneme kadar yolun var!” Birden Jülide Öğretmen bulunduğu yere yığılıp kalır. Öğrenciler, öğretmenler, memurlar… Bir telaş, bir korku, bir bağırış, bir çığırış, okul yıkılır, her kafadan bir ses çıkar, herkes kendince çözüm yolları arar, biri bir şey der, öteki başka şey, içlerinden biri müdüre haber verelim müdüre. Hep birlikte doğru okul müdürünün odasına koşarlar. Yine bir ağızdan olayı müdüre anlatmaya çalışırlar, anlatamazlar. “Metin Bey ne oldu? Siz anlatın,” der okul müdürü. Metin Öğretmen kısaca anlatır olanları. Müdür, veli görüşmelerinin yapıldığı mekâna doğru hızlı adımlarla yürür gider! Kapılar kapalı olduğu için gürültüyü duymamıştır. “Jülide Hanım, Jülide Hanım iyi misin, beni duyuyor musun?” Jülide Hanım ses vermez. Tekrar seslenir, “Jülide Hanım, Jülide Hanım, beni duyuyor musun?” Ses yoktur. “Haydi, arkadaşlar yardımcı olun da benim arabaya bindirelim, ambulans gelinceye kadar biz hastaneye çoktan varmış oluruz, haydi çabuk olun! Mehmet Bey, Ömer Bey, Metin Bey, Elif Hanım… Sizler Jülide Hanım’ı girişe doğru getirin ben arabayı almaya gidiyorum!” Jülide Hanım’ı arabaya taşıdılar, okul müdürü arabayı doğru Tepecik Acil’e sürdü. Tepecik Acil, bekliyordu Jülide’yi, bir aydır hastaneye gelmediği için merak içindedirler. Fakat bu sefer olay ciddidir. Daha önce geldiğinde sorunun ne olduğunu anlatan Jülide Öğretmen, bu sefer gözünü bile açmamıştır. Acil’deki bütün doktorlar Jülide Öğretmen için seferber olmuş, hastanenin en yetkin doktorlarına haber verilmiş, onlar da Jülide Öğretmen için yoğun çaba göstermiş fakat… Hastabakıcılar, hemşireler, doktorlar yüzleri düşük, ağlamaklı yoğun bakım ünitesinden çıkarlar bir bir. Hastaneye yaman bir sessizlik gelip çöreklenmiştir. Her girdikleri ortama hareket getiren, müziğin, rehavetin insanları Roman yurttaşlar bile bu derin sessizliğe ortak olur. En çok perişan olan Acil’in tıknaz, hafif kilolu, gözlüklü kadın doktoru olmuştu. Jülide Öğretmen Acil’e gide gele tıknaz, hafif kilolu doktor ile tanış olmuştu. Jülide’yi hayata döndürmek için çok çabalamış, tabiri caizse hastaneyi ayağa kaldırmış, fakat bu sefer başaramamıştı. Doktorlar, realist insanlardır, her üzülenle üzülse, her ölenle ölse doktorluğu kim yapar? Bu sefer öyle olmamıştı işte, bir yakınını, bir kardeşini kaybetmiş gibi içini çeke çeke ağlıyordu hafif kilolu, tıknaz doktor. Hastanede bulunan tekmil yurttaşlar, tanımadıkları bir insanın acısını en derinden hissediyorlardı… Jülide Öğretmen’i kurtaramadılar, Jülide Öğretmen, emekli olamadan… Ne diyordu: “Bu sene kesin emekli oluyorum, bu sene kesin emekli olacağım, bu sene bırakıyorum,” demişti… Bir slogan vardır hani, “mezarda emeklilik,” Jülide Öğretmen’le hayat bulmuştu. Kocası muhasebe emeklisi Mustafa, mezar taşının kitabesine: “Mezarda emekli oldun Jülide’m!” yazdırıp mezar taşının sağına soluna da mikroskop figürleri nakşettirdi…

  • ÇAĞDAŞ UYGARLIK

    Uzun bir aradan sonra, yine birlikteyiz. Sizle biz, tohumla toprak gibiyiz. Sizle biz, denizle balık gibiyiz. Ne siz bizsiz; ne de biz sizsiz olabiliriz. Sizle biz güneşe âşığız. Çünkü biz aydınlıktan yanayız. Ne mutlu okullar açıldı, bu geniş bahçe sizlerle şenlendi. Biliyor musunuz sevgili çocuklar, toprağı güzelleştiren üstündeki bitkidir. Ağacı, ağaç yapan onu değerli kılan üstündeki meyvedir. Bu taş yapılara, beton yığınlarına ruh veren sizlersiniz. Bizim işimiz, insan eğitmektir, aklı olan sorgulayan bireyler üretmektir. Bize bu ödevi veren çağdaş uygarlıktır. O hedefi gösteren de Atatürk’tür. Çağdaş uygarlık öyle bir ışıktır ki sevgili öğrenciler, ona sırtını dönenler, onu inkâr etmeye çalışanlar, yok olmaya, kul olmaya mahkûmdurlar. Biz eğitimciler, gözümüzle görür; beynimizle düşünürüz. Biz hiçbir zaman aklımızın zincire vurulmasına izin vermeyiz. Çünkü biz cumhuriyet öğretmenleriyiz. Kula kul olmayı reddeden, Atatürk ilkelerinin birer sıra neferiyiz. Bu bayrağı bugün biz taşıyoruz. Yarın onu daha yükseklere çıkaracak sizlersiniz. Hiç kuşkum yok ki, çağdaş uygarlık bayrağını Everest’in doruğuna dikecek Bal’lı öğrencilerim olacaktır. Ben bir Cumhuriyet öğretmeniyim. Onun gereklerini yerine getirirken Kâbe’m insandır. İnsanı eğitmek mesleklerini en yücesidir. Bu bir aşk işidir. Aşkı olmayan bu mesleği yapamaz, yapsa bile bir nesli yok eden gafil olup çıkar. Bilgeye, “aşk nedir,” diye sormuşlar. O da tanımlamış: “Aşk sevmektir, sevip de kavuşamamaktır" demiş. İşte eğitimcilik de aşktır, sevip de kavuşamamaktır. O bir tutkudur. İmkânsızı yapmaya çalışmaktır. Bizim işimiz, laf değil, iş üretmektir, iş! Sevgili öğrenciler, aklı ile düşünen, beyni ile sorgulayan, bireyler olmak, özgür düşüncenin, aydınlığın, hâkim olduğu demokrasinin yerleşip kökleştiği cumhuriyetle olur. Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ona anlam kazandıran demokrasidir. Kim ne derse desin, Atatürk Cumhuriyetinin hedefi çağdaş uygarlıktır. Çağdaş uygarlık, cumhuriyetin kurucularının varmak istedikleri noktadır. Çağdaş uygarlık, bizler için ekmekle - su gibidir, çağdaş uygarlık bizim için olmazsa olmazdır. Çünkü bize bunu emreden bilimdir, akıldır. Biz, aklı ile düşünen, beyni ile sorgulayan bireylerin yoğun olduğu bir kurumda bulunuyoruz. Biz Bornova Anadolu Lisesiyiz. Burada bulunmanın icabı, cumhuriyeti sevmektir, burada bulunmanın icabı özgürlüğe âşık olmaktır, burada bulunmanın icabı, Atatürk’ü sevmektir. Bakın sevgili gençler Atatürk biz İzmirliler için ne diyor: “Ben İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim. O güzel, temiz kalpli İzmirlilerin de beni sevdiklerine eminim!” Evet, Mustafa Kemal biz de seni çok seviyoruz. Beynimiz yerinde olduğu sürece seni seveceğiz. Bornova Anadolu Lisesi gençliği de seni çok seviyor. Çünkü Türk gençliği aklının, özgür iradesinin ipotek altına alınmasına asla izin vermemiştir; bundan sonra da asla izin vermeyecektir... Bunun aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Sevgili gençler ben okulumu çok seviyorum, ben cumhuriyeti çok seviyorum, çünkü ben insanı seviyorum. Saygılarımla… (Eğitim Öğretim Yılı Açılış Konuşması) Niyazi Uyar - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

  • KARAKISRAK

    "ÖĞRETMENLER GÜNÜ ANISINA" İki candı onlar. En küçük zaman dilimini bile birlikte geçirmek isterlerdi hep. Bir arada olmakla can ciğer olamazlardı çokça, "ayrık otları" sarmıştı bedenlerini. Candı, sevgili iki dosttu. Ama adları ne Karakısrak, ne de Karayağızlı'dı. Öyküde, bu sembollerle anacağım onları... İşte o gün, 24 Kasım günü, yan yana can cana içmişlerdi mor fincanlardan kara köpüklü kahveleri. Her yudumu gizli bir sevdayı çeker gibi çekmişlerdi. Mor fincanların kara köpüklü kahvesi Karayağızlı'yı, Karakısrak'ı saklamıştı en derinine. Karakısrak, yüreğinin en derininden sevi üzerine anlatmıştı utana sıkıla içinin coşkusunu kahvenin telvesine. İşte o gün, "kimi kimsesi", arkadaşı bol bir mekana gitmişlerdi hep birlikte. Gündemleri, gündelikti, zülfü yâre dokunmamaktı. Bir çaresiz olarak da "ya ya, evet evet, hı hı, tamam tamam" larla dinlemekti anlatılanları bir mecburen. İşte o gün, "bir kurşun atımı" daha yaklaştırmıştı Karakısrak'ı, Karayağızlı'ya... Karakısrak, birden elinde bir kadehle durdu tam karşısında. Karayağızlı şaşırdı, bir adım sağına doğru kaymak istedi, kıpırdayamadı. Çakılıp kalmıştı olduğu yere. Karakısrak kilitlemişti gözlerini. Ve bir kadeh ve bir kadehi birlikte içmekti onun bütün muradı. Lakin bir neden bulmalıydı, bir neden... Ve bir kadeh... Ve bir kadehi paylaşmak... Karakısrak uzattı kadeh tutan elini gökyüzüne kurşun atar gibi. Uzatılan el, bir nefes arası havada kaldı. Karayağızlı, tutulmuştu, hemen cevap olamadı, kapkara iki göz, çakıvermişti oraya. Karakısrak'ın gözlerinin tesiri geçince kendine gelebildi ancak. Karayağızlı, iki nefes arası havada asılı kalan kadehtutan ele doğru uzattı elini. Kırmızı kadehin üstünde kavuştu eller. İşte o an, kara bir bıçak saplandı sanki Karakısrak'ın göğsüne. Umut muydu, umutsuzluk muydu anlayamamıştı bir türlü. Şöyle bir iç geçirerek baktı Karayağızlı'ya... "Kimi kimsesi", dostu, yoldaşı bol mekanda "tek kişilik orkestra" eşlik etmekteydi kokteylin donukluğuna. Hani canlar heyecanlansın, umutlar yüreklensin diye. Kimse onun ne çaldığına, ne de söylediğine aldırmadan, kendisindeydi kendi dünyasındaydı. Ritim ağırdandı, kahkahalar isteksizdi, cılızdı, korkaktı. "Tek kişilik orkestra" birden fark edilmek mi istedi nedir, sesi yükseltti, ezgiyi değiştirdi. Ona da bir heyecan gelmişti belli ki. Karakısrak'la Karayağızlı'yı izliyordu bir taraftan çünkü izlerken de daha da büyülenmişti. "Ayın şavkı vurur sazım üstüne Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne. Gel hey hilâl kaşlım dizim üstüne. Ay bir yandan sen bir yandan sar beni. Leylim ley leylim ley. " Kimi kimse", dost arkadaş irkildi önce bir, neden sonra o gayrı samimi konuşmalarına bir sigara içimi ara verdiler. Hani bir yerden tanır gibi olan bir insanın şüphesindeydiler… Katıldılar yavaştan ezgiye. Seslerini bir yürek olurcasına birleştirmeye çalıştılar. "Tek kişilik orkestra" keyfe gelmiş, ışıl ışıl olmuş, yakalamıştı nabzı, coşkuyu. Oldum olası, efendiler sofrasına yemek müziği çalmak, meze olmak rahatsız etmişti onu ."Tek kişilik orkestra" yeni bir türküye geçti: "Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma. Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül aldırma." Karakısrak, bulunduğu yerden ağır adımlarla yürümeye başladı, tam orta yere gelince durdu iki soluk arası kadar. Yine ağır adımlarla birkaç daire çizdi. Gözlerini kapattı, bekledi bir süre. Sonra başını yukarı kaldırdı, sarı ışıklı tavanla göz göze geldi. Sarı ışıklı tavan gözünü almış olacak ki, şimşek hızıyla yere çevirdi. Bulunduğu yere çöktü önce… Sonra diz geldi, başını ellerinin arasına alarak sallanmaya başladı. "Tek kişilik orkestra" yüreğinin coşkusunu dile getiriyordu, "kimi kimse" dost arkadaş yüreğinin öfkesini yaşıyordu. "Dışarıda deli dalgalar Gelip duvarları yalar. Seni bu sesler oyalar. Aldırma gönül aldırma." Karakısrak'ın umudu ağıda döndü, öfkesi heyecana döndü. Haykırmamak için dudaklarını bitiriyordu. Metris'i, Mamak'ı yaşadı, Uğur'u, Deniz'i yaşadı o anda." Kimi kimse" dost arkadaş, yoldaş olmuştu o anda. El ele tutuştular önce, sonra ağır bir zeybeği oynar gibi ayaklarının gittiği yöne doğru giderek dönmeye başladılar. Kol kola girdiler, Karakısrak'ın sevdasına ortak oldular. Döne döne yüreklerini birleştirdiler, nefeslerini birleştirdiler ufukta. Karakısrak çöktüğü yerden doğruldu, kollarını kaldırdı kartal uçuşu gibi, ama hareket etmedi hiç. Kolları öylece kaldı havada."Tek kişilik orkestra" sustu, "kimi kimse "dost arkadaş sustu. Karakısrak'ı izliyordu heyecanla. Zaman durmuştu, doğum anıydı şimdi; zaman bir şeyler doğuracaktı sanki. Kimse nefes almıyor, kimse ağzını açmaya cesaret edemiyordu, ürküten bir sessizlik esir almıştı herkesi. Karakısrak kollarını indirdi, Karayağızlı'ya yöneldi. Kolundan tuttuğu gibi ortaya getirdi. "çökertme" dedi emredici bir sesle, iki soluk arası sessizlik oldu. "çal" dedi sonra. "Tek kişilik orkestra" çalmaya başladı. Önce Karakısrak kaldırdı kollarını kartal uçuşu; sonra Karayağızlı. İki soluk arası sessizlik oldu… Bakışlar, ufukta kazanmanın coşkusunu yaşıyordu, bakışlar seviyi paylaşıyordu… Karakısrak sağ ayağını çekti dizine kadar, sol ayağının üstünde yaylanarak bir adım kaydı öne doğru. Karayağızlı'da aynen öyle yaptı. Ayaklarını kaldıra indire, döne döne oynamaya başladılar. Hiçbir şeyi duymuyor, hiçbir şeyi görmüyorlardı. "Kimi kimse," dost arkadaş, çemberi sıklaştırmış, bağdaş kurup oturmuş, hareketsiz izliyorlardı Karakısrak'la, Karayağızlı'nın sevda oyununu. Öyle bir oyundu ki bu, gören bilen "kırklar semahı" derdi. Kırk baba eren bu coşkuyla "Kırklar Semahı'nı" dönebilirdi ancak. Döndükçe döndüler, döndükçe coştular. "Kimi kimse" dost arkadaş can olarak ayrıldılar. Karakısrak, Karayağızlı'yı alnından öptü, sonra sarıldılar bunun üzerine ve...

  • SEVDA HAKKI

    İbrahim Usta, besmele çekip marşa bastı... Az sonra Sındırgı’dan çıkış levhasına vardık. Sındırgı küçük bir Anadolu şehri, varılmaz olur mu? Tabelanın yanına geldik bir de ne görelim, iki kadın el kaldırmış, “dur çekiyordu.” İbrahim Usta, benden tarafa baktı, bir şey diyecek oldu. Vazgeçti, hiçbir şey söylemeden durdu. “Bizi de alın!” “Buyurun!” İbrahim Usta, nereye diye sormadan buyur etmişti. Aşağı inip rahat binebilmeleri için yardımcı oldum. Bindiler... Sındırgı İzmir yolunun Kertil mevkisinde yol dardır. Dar olduğu kadar da bozuktur. İki araba yan yana kolay kolay geçemez. Bazı yerlerde durup yol vermek mecburiyeti vardır. İzmir’den İstanbul’a giden kamyonlar, otobüsler hep bu yolu kullandıklarından, her daim kalabalık olur. Kış günlerinde tam bir işkencedir. Buradan gitmeyip nereden gidebilirler ki başka gidecek yol mu var? Buna bir de kışın tahribatını ekleyince görün siz eziyetin kanlısını. Kertil Çamlığı, yağmur bulutlarını üstüne çektiğinden çok yağmur alır. Bir başladı mı yağmur, üç gün beş gün soluk almadan yağar: Hem ne yağmur, uzun bacaklı uzun bacaklı. Hani ilkokul çocukları yağmuru yukarıdan aşağıya uzayıp giden bir çizgi gibi çizerler ya işte tam öyle, yukarıdan aşağıya, aralıksız uzayıp giden bir çizgi. Sındırgı’dan çıktıktan sonra, İzmir’e aşağı Türkiye’nin ekonomik yapısının aynası olan bu yol, kenarlarındaki ahlâtların kokuları, çamların reçine kokusundan daha baskındır. Armuda aşılanan ahlâtlar, silme armut değildir. Yanında, belinde, ahlât filizleri, ökseler. ‘Beni yok etmek kolay değildir, her babayiğidin harcı değildir,’ diyerek meydan okumaktadır adeta. Develerden uzak özgürlüğün tadını çıkaran çaltılar, yanlarından geçen taşıtları selamlayarak uzayıp gitmektedir göğe doğru… Adının Melek olduğunu söyleyen kalın karakaşlı, etli dudaklı kadın, kulağıma eğilerek: “ Tam tipimsin, hadi var mısın?” “…” Bu bir meydan okuyuştu! “ Var mısın?” “…” Ne diyeceğimi bilemeden tutuldum kaldım. Birden kızarmaya, sonra domur domur terlemeye başladım. Gömleğimin üst düğmeleri açık olduğundan göğsümün üstünü kaplayan kıllar titremeye; sonra da rüzgârda başağa durmuş buğday tarlaları gibi dalgalanmaya başladı. Bu titreyiş, öyle bir titreyişti ki, dokunmayı, sarılmayı, ısıtmayı, bütün benliği ile arzulayan bir titreyişti. Birden, titreme fırtınaya döndü. Bir sağa, bir sola gidip gidip gelmeye başladı. Kertil Yolu döne döne zirveye taşıyordu bizi. Önde bizim, arkada Kasarlıların kamyonun sesi yamaçlarda yankı bularak, geri dönüp Sındırgı Ovası’na doğru yayılıp gidiyordu. Egzozlardan çıkan dumanlar cennet yeşili kızılçamları, mazı çalılarını kömür karasına çevirmişti. Yağlı yaprakların üstüne azıcık bir yağmur çiselemeye görsün, elin değdiğinde alimallah derini yüzsen de çıkaramazsın. Artık o karalar zifte dönmüştür. Etli dudaklı, cilveli kadına “hayır” demekle iyi mi etmiştim şimdi? Öyle söylemişlerdi, harama uşkur çözmek günahtır. Öyle işittim, öyle duydum babamdan. “Günah oğlum, harama uşkur çözenin evinin bedi bereketi olmaz, kesesinin deliği kapanmaz! Sakın oğlum, sakın ha! Bizim kitabımızda böyle şeyler yazmaz!” Kamyondan indim, İbrahim Usta’ya hiçbir şey söylemeden yürüdüm. Önüme çıkan şeylere aldırmadan, çekip gittim. Usta, etli dudaklı kadının dediklerini işitmiş, yan gözle “haydi git, bitir işini, sen olmasaydın ben hallederdim” der gibi bir edayla süzmüştü ya! Şimdi, ona da kızıyordum,“eyvallah, hoşça kal,” diyecek halde değildim. O öfkeyle Kertil’in sık çamlı, balkanlık yamacına vurdum. Bir zaman hiçbir şey düşünmeden yürüdüm. Ayağımın altında gezinen börtü böceğe aldıracak değildim, verdim yürüdüm... Sonra: “Ben, ben” olmalıyım, özümü yıkamalıyım. Kertil’in yamacından süzülüp inen serin soğuk sularla kırklanmalıyım, yüreğimi saran ihtiraslardan arınmalıyım. Özümü aklayıp pakladıktan sonra ona, adını bir türlü diyemediğim Maviliye çevirmeliyim yönümü. Sonra da tepenin en yücesine varıp bir çadır kurmalıyım. İşte orada, tam orada beklemeliyim. Bir nefes arası denilen ömrü onsuz geçirmemeliyim. İşte tam orada beklemeliyim.” Tepeye baktıkça yaman bir korku kaplıyordu her yanımı. Yürüdükçe adımlarımı hızlandırdıkça, o kaçıyordu adeta. Tepeye varamamak, çadır kuramamak, tam orada, işte tam orada bekleyememek, onu kaybetmek, onu bir daha hiç görememek… Yürüyorum, yürüdükçe üstümden geçen şehirlerarası elektrik aktarımını sağlayan yüksek gerilim hatlarının uğultusundan da korkmaya başladım. Küçük bir esintiyle bunca yükü taşımaktan yorgun düştüğünü haykırıyordu. Ha şimdi, ha birazdan ‘pat’ diye kopup ateşiyle yakacaktı beni. Bir yürüyor, bir koşuyor, tepeye ulaşmak için kan ter içinde kalıyordum. Üstümden geçen elektrik tellerine dikkat kesilmişken, bir Süleymancık da peşim sıra beni izliyordu. Süleymancık, bir kayanın üstüne çıkarak dile geldi: “Kertil’in yücesine çık, bir çadır kur, sonra tekmil ağaçların secdeye gelmesini bekle. Ağaçlar secdede dururken; o, rüzgâr olup esecek, şimşek olup çakacak. Metanetli ol, serzenişte bulunma! O gelecek, al bir ata binip gelecek. Yedeğinde doru bir kısrak olacak. Eğer, doru tay yok ise onun sevdasını hak etmemişsindir. Sevda haktır, sevda emektir, sevda sabırdır, sevda onurdur. Hak etmemişsen, işte o zaman bir zaman daha beklemen gerekecek! Serzenişte bulunma, metanetli ol, sabret et!” Yere dökülen ağaçların yaprakları, ayağımın altından kaydıkça sendeliyor, sendeledikçe mantar gibi kabarmış toprakla yüzleşiyordum. Bir müddet, diz gelmiş vaziyette, toprağı, inceledim. Rutubetli, iyice ufalanan kızılçamların iğne yaprakları, pırnalların dikenli yapraklarından oluşan homojen bir karışım. Bu karışım, bereketti “Al, toparla, bahçene hayattır bunlar,” diyordu, hemen üstümden yukarılara doğru uzayıp giden güngörmüş ulu bir ağaç. Gözümü toprağın bereketinden alarak, çevre yanımı izlemeye koyuldum. Sağ yanımdaki uçurumu görünce soğuk soğuk terlemeye başladım. Ayağım bir kaysa, bir parçam bile kalmazdı akbabalara. Toparlandım. Bütün uzuvlarımla yeri iyice kavradım. Tırmandım, tırmandım… Gün akşama kavuştu, ortalık yavaş yavaş kararmaya yüz tuttu; sonra gece oldu. Karanlık koyu bir karanlık, bugüne kadar tanık olmadığım bir karanlık. Çakıldım kaldım bulunduğum yere. Ne kadar kaldım bilinmez... Yola koyulduğumda ara ara geriye dönüp baktığım çok olmuştu. Korkuyordum, bu Allah’ın dağında. Rüzgârın esintisiyle sallanan ağaçların dalları korkumu artırıyordu. Uğultu, korku film müziğini çağrıştırıyordu aynen. Hele adını bile bilmediğim, bugüne kadar görmediğim böceklerin sesleri, yüreğimi ağzıma getiriyordu. Varıp en tepeye bir çadır kuracak, orada bekleyecektim Maviliyi. Bugün olmazsa, yarın; yarın olmazsa, elbet bir gün gelecekti. Bekledim… Yine gün battı, kaç zaman önce batmış bilmiyordum. O anda doğanın ürkütücü sessizliği dört bir yanı esir aldı. Kertil’in yabanıl hayvanları inlerinden çıkıp ava çıkmışlardı. Az öteden bir tilkinin “bang bang” sesi, aşağı tarafta Çoban Osman’ın köpeğinin sesini duyunca sokulacak kovuk arayan kızıl kurdun uluması... “Eyvah, ya bu dağlarda ayı mayı da varsa. Hemen yanı başımda gökyüzüne sırım gibi uzayıp giden çama tırmanmaya başladım. Oturabileceğimi düşündüğüm dalın çatalına oturdum. Yürürken yolda bulduğum urgan parçasını çamın gövdesiyle belime bağladım. İnsan kokusunu alan yabanıl hayvanlar aşağıya gelmiş, başlarını yukarıya çevirmişlerdi bile... Korkumdan bağıracak durumda değildim. Kertil tepesinin tekmil hayvanları kıçlarının üstlerine oturmuş, aşağıya inmemi beklemekteydi. Belki de bana secde edeceklerdi, kim bilir? Gecenin karanlığı, çamların koyu kara yeşilliği, korkuyu doğanın en ücra köşelerine kadar alıp götürmekteydi. Birden aklıma Seyyah Kaptan’ın Hacıbektaş’ın ceylanları söylencesi geldi. Yedi dağın ceylanları onun elinden yiyecek yemeye alışmışlardır ya… Bu yabanıl hayvanlar da benim dostluğuma gelmiş olabilirler miydi? Bu düşünceyle dalıp gitmişim: “Üstümde uçan balondan, bir ip merdiven atıldı. Baktım, oydu, o! Tırmandım. Onca yılın verdiği özleme dayanamamış olacaktık ki tek kelime etmeden sarıldık. Yerden yaklaşık elli metre yukarıdaydık. Sındırgı’nın, Bigadiç’in, Balıkesir’in Karacabey’in Mustafakemalpaşa’nın verimli toprakları bir bir geride kalıyordu. Şimdi onca yıllık sevdanın özlemiyle sarılıyorduk. Yüreği karlı dağların özlemiyle billurlaşmış, gözleri, ceylanların sürmesiyle allanmış, dudakları vişnelerin kızıllığıyla kızarmış; al yanaklı, güneş yüzlü, tek gamzeli, yürek hoplatan bakışlı, bir konuştu mu bülbülleri, kumruları secdeye vardıran sevgili! Gemlik’in zeytin kaplı tepeleri. Ertuğrul Gazi’nin yiğit oğlu, Edebalı’nin damadı Osman’ın at oynattığı, Osmanlı’nın var olma tutkularının arşa kavuştuğu kanlı topraklar... Üstünden geçerek, dünyanın incisi, İstanbul eline vardık. Sarıyer sırtlarından Boğaz’a baktık; sonra Boğaz’a aşağı yürüdük: Çalılık, fundalık, kömür karası çamlık… Sonra mavi suların üstünde yel gibi giden bir deniz otobüsüne bindik. “Mavilim!” diye haykırdım, Boğaz’ı çevreleyen yalılara karşı. Sait Halim Paşa, Vani Paşa... Ötekiler ve Kuleli... Yeşili talan edilen tekmil Boğaz... Sonra birden o deniz otobüsü, köy kadınlarının ekmek yoğurdukları kocaman, kocamandan da kocaman bir ekmek teknesine dönüverdi. Arkadan büyük bir gemi hızla üstümüze doğru geliyordu. Bir çarpsa, param parça olurduk. Birden, tekne de biz de çivileme çakıldık bulunduğumuz yere. Denizin üstü süt beyaz köpüğe kesildi. İrili ufaklı tekneler, gemiler, çevre yanımızı sarıverdi. Bir gemiden sarkıtılan bir filikaya binerek kıyıya çıktık... Bir adım yürüyor, sonra durup bir bakıyorum. Tek gamzeli, yanağı, kestanenin kızılından da kızıl gözleri. O bakışlar, beni benden alıp da bilemediğim, romanlarda, atlaslarda, ansiklopedilerde dahi adını duymadığım ellere götür en bakışlar... İşte o... Şimdi el ele, yan yana Kertil Çamlığından daha ağaçlık bir yerdeyiz. Çamların karanlığıyla dört bir yan karanlıktan da karanlık! Batmaya yüz tutan güneşi görmek mümkün değil? Patika bir yoldan, aşağıya iniyoruz. Öyle bir yer ki buraları eskiden tanıyorum buralarda dolaşmışım. Nerede ne var, her şeyi, elimle koymuş gibi biliyorum. Üzerinde yürüdüğümüz patika yol, yüz yirmi katlı bir apartmanın yangın merdiveninden aşağıya doğru kıvrıla kıvrıla indiriyordu sanki bizi. Birden, hiç tanımadığım, aşina olmadığım bir yere geldik. Yol da nihayete erdi. Ne sağa, ne sola, ne de, önümüzde gidilecek bir yer yok! Eyvah, ufuktan kızıl bir ateş topu gibi başını gösteren ay da bir bulutun arkasına saklanıverdi! Her yan daha koyu, koyudan koyu bir karanlığa gömüldü. Sonra birden nasıl oldu, ne zaman oldu bilinmez Maviliyle Boğaz’ın bilmediğim bir yerinde tekne gezintisi yapmaya başladık. Boğaz sırtları, üstünden yol geçen sivri, sipsivri tepelere döndü. Bir kamyon yükünü almış, yolun dönemeçlerine bana mısın demeden kurşun gibi gidiyor. Pörtlek gözlü sürücü kudurmuşçasına sürüyordu. Ha şimdi, ha birazdan uçacaktı. Hava gidiyor geliyor, esiyor, yağıyor, dünyayı alt üst ediyordu bir an içinde. Korkudan bir avuç kalıp ufaldıkça ufalmıştık. Yaşamak, daha çok birlikte olmak adına sarılıyorduk birbirimize. Arkamızdaki küçük gemi birden tarifi imkânsız büyüklükte bir şilep olup üstümüze doğru gelmeye başladı. Deniz yükseldi, şilep yükseldi, deniz yükseldi, şilep yükseldi; neredeyse göğe çıktı. “Eyvah, yok olduğumuz andır! Hey, hey, kaptan, kaptan, dümen kırsana! Öldürecek misin bizi? Daha demin, yarım saat önce kavuştuk, hiç değilse birkaç gün birlikte olalım, ne olur izin ver!” Kılımıza zarar gelmeden, ayağımız toprağa değdi. Her yer bağ: Üzüm bağları, üstelik kan yapan, enerji veren kara üzüm bağları. Kara kara üzümler suyundan yiyemesin, bir tanesini ısırmaya gör; her yanın su içinde kalır! Pekmez yapmalı bunları, en âlâ ilâçtan bile daha tesirli olur. Sonra o pekmezleri Uğur’lara, Yelda’lara içirmeli... İstanbul sokakları: Sultanahmet, Bayazıt, Aksaray, Süleymaniye, Tophane, Galata, Pera... hepsi hepsi Osmanlı’nın yükselme döneminin ihtişamını haykırıyor! Yeniçeriler Caddesi. Osmanlı’nın adını dünyaya yazdıran, keçe şapkalı, Hacıbektaş ocağının korkusuz neferleri. Mehteranla, iki ileri, bir geri adımlarınız, Sekbanı Cedid askerleri ile vuruşmanız: Beyazıt’tan, Aksaray’a, Samatya’ya, Yedikule’ye kadar her yer silme ceset. Bir döneme damgasını vuran, Frenklerin korkulu düşü, Osmanlı’nın geri kalmışlığının vebali altında kalıp tarih sahnesinden silinip giden bahtsız topluluk, günah keçileri, olur olmaz kazan kaldırmanın, hak aramanın, hesap sormanın yolunu yordamını bilmeyen, ağalarının, hasekilerle, saray cariyeleriyle fink attığından bir haber topluluk...” Bir rüzgâr, üstüne oturduğum çamı kökünden sallayınca kendime geldim. Uyumuş, uyuşmuşum! Ne o yollar, ne o Boğaz, ne yeniçeriler, ne Yedikule... Hiçbir şey, hiçbir yer yoktu görünürde. Aşağıda bekleşip duran yabanıl hayvanlar da gitmişlerdi. “Gün biraz yükselsin de ineyim,” diye düşündüm. Bir gecede, iki yüz yıllık yaşama tanıklık ettim, ne mutlu. Ne mutlu, onunla İstanbul sokaklarını, Boğaz’ın güzelliklerini birlikte dolaştık, ne mutlu! “ Çamın üstünden yavaşça indim, düşmemek için bütün dikkatimi topladım. Yosun tutmuş kahverenginin bütün tonlarına bürünmüş, bastıkça öğünü öğünüveren kabuklar daha bir dikkatli olmamı gerektiriyordu. Gözüme ilişen ağaçkakan yuvası aklımı başımdan aldı. Belki de kuş yavrularını yemeye alışmış karayılan oraya girmiş olmasın! Çocukluk yıllarımda öyle öğrenmiştim. Dalda dolaşan yalnızca sincap değil; bazen de kuş avcısı kara bir yılan da olabilirdi. Bunun örneğine kaç kez rastlamıştım. Bir seferinde duvar kovuklarındaki yuvalara dadanmış boz yılan, yumurtadan yeni çıkmış uçmayı bilmeyen yavruları yiyordu. Nurullah abi, tüfeğini tam o deliğe nişanlayarak ateşlemişti. Kurşunu yiyen boz yılan büyük bir şapırtıyla yere düşmüş; fakat ölmemişti. O anda yaralanan yılan birini yakalasa işini bitirirdi. Öğretmen adayı Ali Rıza, kürekle işini bitirmişti. Ya o yılanın soyundan biri bu delikte varsa, alimallah cırtladığı yere kadar kovarlar, öcünü alır. O korkuyla bırakıverdim aşağı kendimi. İnsan soyuna düşman Şahmaran’ın yedi göbekten bir yakını varsa... Garip çoban Şahmaran’ın yerini derdine çare bulunmaz padişaha söyleyince, yılanların öfkesini insanoğlunun üstüne çekmiştir ya. Rivayete göre iflâh olmaz bir derde yakalanan padişaha, hekimler, Şahmaran’ın kanını içince iyileşeceğini söylemişler. O padişah da Şahmaran’ın yerini bilenlere ödüller koymuş, her yerde onu aratmış; paranın yüzü tatlıdır derler ya, yapılan iyilikleri unutan, onu ölümden kurtaran Şahmaran’ın yerini bir kirli para uğruna söyleyivermiş çoban. O nedenle insanoğlu çiğ süt emmiştir, bir kalp paraya satar adamı. Padişahın adamları Şahmaran’ın gözünden akan yaşlara aldırmadan kalleşçe öldürmüşler, kanlarını efendilerine içirmişler! İçirmişler içirmesine de o günden sonra yılan soyunu insan soyuna düşman etmişler. Bunu söyleseler de anam,”sen kuyruğuna basmayınca, o sana bir şeycikler yapmaz oğlum. Sen bastığın yere dikkat et, yeter!” der. Kamyondan indiğim yere geldim, İbrahim Kaptan’ın yerinde yeller esiyor. Ne Kasarlıların kamyonu, ne bizim kamyon! Oraya çöktüm, başımı ellerimin arasına alıp öylece kaldım. Doğanın sesleriyle oyalandım bir zaman. Başımın üstünden vızlaya vızlaya uçup giden sinekler, arılar; ötüşüp duran kuşlar, çatırdayıp duran çamların kozaları... Ara ara da az öteden gidip gelen arabaların sesleri... Bir gölge kapladı dört bir yanımı sanki öyle bir kapladı ki, tarifi, imkânsız: Yabanıl hayvan desem; değil, ağaç desem, ağaç değil. Bugüne kadar hiç görmediğim garipliklerden biri olmalı. Bulunduğum alanda ileri geri koşturmaya başladım. Sonra çevre yanımda dönmeye başladım. Döndükçe döndüm. Sonra vardım mor bir kayanın üstüne oturdum. Burnuma gelen reçine, kekik, çitlembik, çam mantarı, küflenmiş, çürümüş yaprak kokularına aldıracak değildim. Ötüşüp duran, bağrışıp çağrışan, dünyanın bin bir çeşit kuşunun bir ağızdan bir şeyler demek istediklerini düşünerek dinlemeye koyuldum. “Cik cik, cuk cuk, gak gak guguk guk, gurak gurak, cak cak...” Kuşlar: Serçeler, üveyikler, ala kabaklar, karakargalar, gökçe kargalar, sığırcıklar, çobanaldatanlar, başı her yöne dönen felaket habercisi sayılan baykuşlar, akbabalar, alıcı kuşların tekmil çeşitleri ve ötekiler... hepsi ara ara, bir aynı ağızdan ötüşüp durmakta; sonra bir sıra halinde uçup durmakta üstümde. Sonra kimi uçmaktayken, kimi de kondukları ağaçların dallarından söylemeye başladılar: “İbrahim Kaptan’a haksızlık ettin, hiçbir şey demeden alıp başını gittin, yakışık aldı mı Salih Efendi?” “Senin, insan soyuna, kuş soyuna bir hayrın oldu mu Salih Efendi?” “Rüzgâr kanatlı al atıma binip maviliklere süreceğim, dedin mavilikler ne tarafta kaldı Salih Efendi ?” “ Umudum, arzum, şiirim, sevdalım, diyordun ne oldu, umudun, arzunun şiirini yazabildin mi Salih Efendi?” “Al yanaklım, telli turnam, demiştin. Hani, ne oldu?” “O benim yakışığım, yüreğimin sesi demiştin. Hani, ne oldu Salih Efendi?” “Göl kıyıcığında, yeşilliklerin içinde küçük bir kulübede o ve ben demiştin. Ne oldu gölün kıyıcığındaki kulübeciğe Salih Efendi?” “ O çalacak, ben kavuşmanın türküsünü söyleyeceğim, demiştin. O türküyü söyleyebildin mi Salih Efendi?” “ Onsuz yaşam mahpustur bana, dedin. Hangi mahpustasın şimdi, hele ses ver?” “Gözümün ışığı, gönlümün aşığı dedin. Gözlerinin feri çevrende olanları ayırt edebiliyor mu şimdi?” “ Dünya bir tarafa, o bir tarafa, derdin. Şimdi o hangi tarafta?” “Uğruna dağları delerim, kavuşamasam aklımı zail ederim. Vuslatım, dualarımın kabulüdür derdin. Bu ne demektir Salih Efendi, emek çekilmeyen sevdaya sevda denmiş mi, hiç duydun mu?” “ Bir başına kaldın, terk edildin, bu hal ne hal, Salih Efendi?” “Sen Salih Efendi, yine arzulamaz mısın eski günleri, o güzel gülüşleri, o sımsıcak bakışları, o görünce bir hoş olduğun anları...” “O ceylan gözlüm, ömrüme ömürdür benim derdin. Ömrün uzadı mı, kısaldı mı?” “Ömrüne ömür, canına can, yoluna yoldaş, soluğuna soluktu... sen yaşıyor musun Salih Efendi?” “Yazıklar olsun sana Salih Efendi, bin kere yazıklar olsun!” “Umudun, arzun, heyecanın hiçbir şeyin kalmadı... git, git, git, git... seni kimsenin tanımadığı ellere git!” “Git, git, git... bu derdi, kıyamete kadar çek! Umut verip umudu tüketmenin bedelini öde!” “Git, git, yalnızlığın katmerlisini yaşayacağın ellere git, sevdanın hakkını yedin, git bedel ödemeden de bir daha buralarda gözükme!” “Git, bulutsuz, yağmursuz, gölgesinde kışlayacağın ağacın olmadığı yerlere cehennem ol git!” “Git, sevdayı ihmal ettin, sevdanın hakkını yedin. İhmal ettin, ihmalin bir cana sebep oldu, git, kuş neslinin lanetini üstüne çektin, git, gözümüz görmesin!” “Git, ucu bucağı olmayan çöller paklar seni, git, hak yedin, sevdanın hakkını yedin, sana sebep ağaçlar kuruyor, git!” “Git, sana sebep tekmil doğa karaya kesti, git, utancından yemyeşil otlar karaya kesti!” “Git, seven yüreklere kötü örneksin, hak etmediğin sevdayı kuruttun, bütün börtü böceği ağlattın, durma git!” “Git, git, git, git, git t t t t t !” Herkesi, her şeyi küstürmüşüm, bu ellerde yiyeceğimi bitirmişim, bu ellerde görüp edeceğim bir şey kalmamış besbelli. Gitmeliyim, kimsenin beni tanımadığı, doğanın başka, hayatın başka, bambaşka olduğu yerlere doğru alıp başımı gitmeliyim. Karaya kesen beyazımı belki oralarda ağartabilir, kim bilir... Bu karmaşık duygularla, bir sağa, bir sola saatlerce koştum. Sonra Kertil Çamlığının aşağısına doğru aldım yatırdım...

  • BOZKIRIN ÇİÇEKLERİ

    “Ramazan Öğretmen gelmiş, Muhtar Emmi!” “Ne olmuş gelmişse; hac’dan mı gelmiş?” “Öyle deme Muhtar Emmi, öyle deme!” “Neden demeyecekmişim, sadrazam dölü mü Koyuncu Cafer’in oğlu?” “Kasabanın gelişimi için çırpınıp durur Ramazan Öğretmen! Kasabamız ileri gidecek, kalkınacak, kooperatifleşeceğiz, diye gece gündüz çalışır!” “Kooperatif, mooperatif ben anlamam, o dediklerin komünist işi, komünist! Ramazan’ın amacı, bizi Rusya’ya satmak! Memleketin kalkınması falan, hepsi palavra, palavra! Kendine inanan birkaç zibidi bulmuş, anlatıp durur!” “Muhtar Emmi, senin de bu sessiz çoğunluktan hiçbir farkın yok! Yazık, vallahi çok yazık! Cumhuriyetin kalkınmada üçayağı vardır. Bu söylem, özellikle köyler için o kadar önemlidir ki anlatamam! Biri öğretmen, biri imam, biri de muhtar! Sen Cumhuriyet için ne kadar önemli olduğunu bilmiyorsun! Senden muhtar, Kenan’dan hoca olunca vay bu memleketin haline!” “Yürü git lan düşük donlu adamın oğlu senden mi akıl alcağız? Bugüne bugün, karşında partinin en has adamı duruyor! Koca koca partililer güvenmiş, sen kim oluyorsun, zilli deyyus!” “Muhtar Emmi, aha bu dediklerin ağzına yakışıyor mu hiç?” “Kerim, boyundan büyük lafla ediyon sen, ettiğin lafların altında galırsın benden söylemesi!” Kasabanın nüfusu, her gün biraz daha azalıyordu. Sanayiyi bozkıra taşımayan devlet, bozkırdaki köylerin dengelerini bozduğu gibi, şehrin de dengelerini alt üst edecek! Şehirde aş, iş çok diyen insanlar, tarımı bırakıp şehre koşacak. Şehir aşkı, köyü tüketecek, tarımı bitirecek. Bizi muhannete muhtaç edecek! Ramazan Öğretmenler “bozkırın çiçekleriydi,” köy enstitülerinde öğrendiklerini tatbik etmek için büyük bir aşkla Anadolu’ya koştular. Ancak koca göbekli partililerin, ağa tayfasının kurdukları tuzakları aşamadılar. Milli Şef de onlara teslim olunca, Anadolu bozkırında,” bozkırın çiçekleri” yalnız, yapayalnız kaldılar. “Ramazan Öğretmen Rus uşağıymış, duydun mu muhtar?” “Kimden duydun Topal Tahir, kim diyor?” “Kim diyecek kahvede söylediler!” “Sakallı Şakir mi dedi?” “Sakallı dedi!” “Şu bizim Sakallı Şakir!” “Evet o!” “Doğruya doğru Topal, doğruya doğru!” Kırdan bayırdan gelen kafaları şeytanlıktan başka bir şeye çalışmayan bu adamlar, yıllardan beri kasabayı yerinde saydırıp durur böyle! Adamların bir dediğini iki etmeyen Kasabalı yıllarca biriktirdiklerini: “Hacı benim paralar sende dursun, traktör alacağım o zaman verirsin!” “Verim Halil İbrahim, verim! Paraların bende dursun, ben seni gözetirim. Gör sana neler yaparım, neler. En başta sebzeyi, meyveyi beleş veririm. Turfanda sebzeyi, Kasabalı tatmadan, sen tadarsın! İyi olur, çok iyi olur, Hele hele en çok kıstırma lokumları sana yedirim… Şunu çok iyi bil, ben bankadan mankadan daha güvenliyim. Yarın devlet bir kanun çıkardı mı, parana puluna el koyar; sonra da daha var mı diye sorguya çeker. Benden istediğin zaman alabilirsin. Ben demir kasaya sakladım mı, şeytan bile alamaz onları benden!” Kenan Hoca cuma hutbesinde: “Faiz haramdır, kim ki alın teri olmayan şeyi yerse, katran kazanlarında kırk gün yanar, faiz haramdır mümin kardeşim, faiz haramdır! Kim ki faiz alır iki dünyada da yeri yoktur onun; benden söylemesi, benden haber vermesi!” “Selam Muhtar Emmi, nasılsın?” “Aleykümselâm Ahmet! Selamı da kuşa çevirdiniz, sen böyle mi öğrendin? Selamünaleyküm denmeli, unutma! ” “Tamam, bundan sonra öyle derim! Duydun mu Muhtar Emmi, Ramazan Öğretmen geldi, dün!” “Ramazan Öğretmen her zaman geliyor Ahmet! Her geldiğinde de ya ortaokul yapalım diyor; ya da kooperatif kuralım diyor! Sana mı kalmış, bizim kasabaya ortaokul yaptırmak, sana mı kalmış kooperatif kurmak? İnşallah bu yıl yine rahatımızı kaçırmaz! Sana ne kardeşim, biz halimizden memnunuz! Sen bir güne bir gün, cami yaptıralım dedin mi, Kuran kursu yaptıralım dedin mi? Demez bu zındıklar demez! Sen hiç Kabei Şerif-i tavaf ettin mi, Mekke-i Münevver’i ziyaret ettin mi? Sen hiç zemzem suyunu kana kana içtin mi, sen hiç otuz ramazan nedir bilir misin? Senin gibi kâfirlerin hiçbiri bilmez bunları!” “Muhtar Emmi, bu söylediklerini sahiden mi söylüyorsun; yoksa beni kızdırmaya mı çalışıyorsun?” “Seni neden kızdıracakmışım, sen kim oluyorsun? Teres, aklın sıra beni mat edeceksin!” “Cumhuriyet neden yerinde sayıyor, şimdi daha iyi anladım! Ona inanmayan bir yönetici, ona karşı bir imam! Böyle giderse, varamayız biz menzile. Hem gidiş de o gidiş zaten! Biz dünyada varamayız hedefe! Yarın, aydınlanmanın öteki ayağı öğretmenler böyle düşünmeye başladı mı… İşte o zaman yandı gülüm keten helva!” O gün hiç kimseyi görmek istemedi Ahmet, içinde bir kasvet vardı, Muhtar’ın söyledikleri canını sıkmıştı. Kasabada en iyi anlaştığı Kerem’di, o da olmazsa çatlardı. Onunla bir araya gelince rahatlıyordu. Ne demişti Muhtar: “Sana ne kardeşim demişti, biz halimizden memnunuz, sen hiç kuran kursu yapalım dedin mi, varsa yoksa okul, varsa yoksa kooperatif...” Kendi kendine, boyuna söylendi durdu: “Aslında karışmayacaksın, ne ederler ederler, nasıl yaşarlar yaşarlar, onlar salyangoz gibi, kertenkele gibi, yaşamaktan memnunlar, sana mı kaldı? Kula kul olmaktan utanmıyorlarsa, onların hayatlarını iyileştirmek sana mı kalmış?” Muhtar, Kör Salim’e, Arif Bayram’a, Muşmula Mehmet’e, Tahir Kanat’a, Osman Zeybek’e… Ahmet’le olan konuşmalarının yanına yan, kıçına çan takarak bir bir anlattı. “Len sen kim oluyorsun sümsük velet, geçmiş karşıma ötüp duruyorsun! Ben, bugüne bugün, bu kasabanın en önemli adamıyım! Sen kimsin ülen serseri? Ben bu kasabanın şehirdeki temsilcisi, partinin gözbebeğiyim!” “Gerçekten Muhtar, sen kasabamızın en büyüğü ve de en mühimisin!” Muhtar dediklerini ikiletmeden yerine getiren, aza arkadaşlarının çocuklarını dükkânına çağırttı. İşini bilen adamdı Muhtar, ‘Algül’ yazan bisküvi kutusunu ve lokum kasasını tezgâhın üstüne indirip birer kıstırma hazırladı hepsine. “Alın ülen teresler, kendi ellerimle hazırladım, bir güzel yiyin! Babanız yapmaz size bunu babanız! Söyle bakalım len Şerif Ali, baban sana böyle bir şey hazırladı mı?” “Yok, emmi nereden olacak, o buldu mu kendi yer!” “Bilirim ben, hazırlamaz o dürzü, hazırlar desen bile inanmam!” “Sen söyle babanın elinden hiç kıstırma yedin mi, doğru söyle; ama dosdoğru söyle!” “Nereden olacak emmi, o kim ki?” “Sen söyle len Omar, Kumarcı baban sana hiç kıstırma yedirdi mi?” “Yedirmedi emmi; istese bile yediremez! Onun cebinde hiç para olmaz ki! Bereket anam işini biliyor da midemize bir şeyler giriyor!” “Sevildiğinizi bilin teresler, size elimle hazırlayıp kıstırmalar yedirdim. Şimdi diyeceklerimi iyi dinleyin! Kulağınızı iyi açın, iyi dinleyin! Diyeceksiniz ki bu devletin mühim şahsiyeti bizden bir şey istedi mi, onu yapmak farzdır! Farz mıdır len Şerif Ali?“ “Farzdır emmi, hem de ne farz!” “Bakın size ne diyecem, şu Ahmet’in burnunun kanını yalatmaz, sırtını karnından yumuşak yapmazsanız, bir daha görünmeyin gözüme! Hem de erkeğim diye de kasabanın içinde dolaşayım demeyin! Dediklerimi yapmazsanız itten rezil ederim sizi! Kasabanın içine fotoğraflarınızı yapıştırırım! Derim ki, bu adamlar erkek kılığına bürünmüş avratlar derim! Derim değil mi ülen Şeytan, bu dediklerimi yaparım?” “Dersin, hem de daha fazlasını bile yaparsın emmi, ne yapsan yerden göğe kadar hakkın olur, bize ne desen hakkın olur!” “Sen hiç meraklanma Muhtar Emmi!” “Sen gönlünü ferah tut, Muhtar Emmi!” “Bu gece Ahmet’i anasından doğduğuna pişman etmezsek, eşek olup anıracağız kasabanın meydanında!” “Sen bize gerçekten güven Muhtar Emmi, her bir şeyi tas tamam yapacağız, Kurana el basarız ki yapacağız!” “Sen bize güven Muhtar Emmi, biz söz dedik mi, yarın dünya batacak deseler de sözümüzü yerine getiririz!” “Aferin, güveniyorum size, yedirdiklerimi helâl ediyorum!” Böyle deyip yemin üstüne yemin içtiler. Ahmet, bu akşam kesin olarak Ramazan Öğretmen’in evine gidecektir! Köy Enstitüsünü Kızılçullu’da bitiren Ramazan Öğretmen, tam bir cumhuriyet neferi cumhuriyet öğretmeniydi: Atatürk, devrimler, çağdaşlık, aydınlık yarınlar, kalkınma, hak, adalet, cumhuriyet… Gibi kavramlar onun amentüsüydü. O tarlada rençper, okulda öğretmendi... Ramazan Öğretmen’in uzun boyu, kara kuru fiziği, sigara içmekten yorulmuş, avurtları, duruşuna müthiş bir ciddiyet veriyordu. Montu çağrıştıran bir gömleği vardı, Albert Einstein giyimde hep siyahı tercih edermiş ya Ramazan Öğretmen’de genellikle kahverengiyi tercih ederdi. Esvapları her zaman tertemizdir… Ramazan Öğretmen derslerinde Kızılçullu’daki öğretmenlerinin anlattıklarını yaşayarak anlatırdı, neler demişti öğretmenleri? “Siz Cumhuriyet aydınlamasının temel direğisiniz, insan olmanın, aydın olmanın yüceliğini Anadolu’nun taşına toprağına nakış gibi işleyeceksiniz!” Salih Öğretmen tarım dersine başlamadan: “Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!” Talip Öğretmen çocuk edebiyatı dersinde: “Tembellik yok, yılmak yok, korkaklık yok! Bu savaş medeniyet savaşı, bu savaş insan olma savaşı!” Öğretmen İzzet Yolasığmaz: “Okuyun çocuklar, durmadan okuyun!” Birsen Öğretmen: “Dünya dönüyor çocuklar; fakat dönerken içinde ne dolaplar dönüyor, onu da anlatın derslerinizde! Sen Ramazan, senden çok şeyler bekliyorum, senden çok şeyler bekliyorum!” Beden Eğitimi Öğretmeni Deli İhsan: “Beden sağlığı yerinde olmayanların, akıl sağlığı da yerinde olmaz!” … Kızılçullu günlerini en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu Ahmet’e! Ahmet, Ramazan Öğretmen’den bunları duydukça, daha bir göneniyor, güneş gibi ışıyordu. Düşünceleri kayadan kayaya; kaleden kaleye uçuşuyordu. Kararım karar demişti Ahmet. “Ben de öğretmen olacağım!”, O da bir Ramazan Öğretmen olacaktır! Hele Nazım şiirlerini Ramazan Öğretmen’in sesinden duydu mu tüyleri diken diken oluyordu. “Memleketimin en talihsiz günü, ana rahmine düştüğünüz gündür!” Ramazan Öğretmen, her seferinde başka başka şeyler anlatıyordu Ahmet’e, dağarcığı doluydu, anlattıkça anlatıyor; anlattıkça coşuyordu: “Benim köylüm kula kul olmayacak! Benim köylümün topraktan aldığı, bire elli, bire yüz olacak! Ve de onları kargalara kaptırmayacak, kemirgenlere yedirmeyecek! O topraktan öğrendiğini kitapsız bilen yurdum insanı, bundan sonra gerçekten bu memleketin efendisi olacak! Sen rahat uyu Kemal Paşa, yarın sabahın olacağına nasıl inanıyorsam, buna da aynen öyle inanıyorum. Unutma Ahmet, gecenin zifiri karanlığı, aydınlığa en yakın olan zamandır!” “İnanayım mı Ramazan Öğretmen, inanayım mı?” “İnan, o gün her zamandan daha yakın, güneş kızaran ufuklardan daha bir güzel doğacak!” O gece de iki vakit horoz ötümüne kadar konuştular. Ramazan Öğretmen çay sigara ile uykusunu dağıtmış; anlattıkça anlatıyor, konuştukça konuşuyor, konuştukça açılıyordu. Ramazan Öğretmen’in dediklerini kaçırmak istemeyen Ahmet de pür dikkat onu dinliyordu. “Bugün bu kadar yeter Ahmet, yarın devam ederiz. İyi geceler, dikkatli ol yalnız, özellikle kasabanın son aylardaki durumu beni ürkütüyor. Ona göre çok dikkatli olmalısın!” Ahmet’in elinde ne fener, ne çıra, ne lamba; hiçbir şey yoktu. Zaten olmasına gerek de yoktu. O nerede taş, nerede çalı çırpı var karış karış biliyordu... “Vurun, Allah yarattı demeyin, neresine gelirse gelsin, vurun!” “Vurun, sırtını karnından yumuşak edinceye kadar vurun!” “Bunu öldürsek etini köpekler bile yemez bu zındık oğlu zındığın!” “Ne köpeği, ne köpeği, bunun leşini toprak bile kabul etmez!” “Gebertinceye kadar dövelim leşini de Kirazlık Ormanlarına atıverelim. Bunu yese yese alıcı kuşlar yer, andıklar, çakallar yer! Yese yese kurtlar yer!” “Kurtlar yesin, akbabalar yesin; ne yerse yesin!” “Gebertelim, benim beygirin de arkasına bağlayıp sürüyüp gidelim!” “Çene yapıp durmayın, vurmaya bakın!” “…” “Sizi gidi … Çocukları, ne istersiniz oğlumdan, ne istersiniz yavrumdan! Len Kör Köpek, benim oğlumla uğraşacağına Kirazlık’ta ablanı haledenlerle uğraşsana! Sen Salak, samanlıkta ananı … sen ona baksana! Şerif Ali, nişanlın, eski sevgilisi ile gizli buluşup kendini teslim ediyor! … Sizin gibilerden zaten böyle asil bir davranış beklenmez, işte sizin gibi kahpeler işte böyle yol keser, adam döver, … Çocukları!” Şerife Kadın bir taraftan söyleniyor bir taraftan taşları peşi sıra fırlatıyordu. “Kaçmayın … çocukları al kanlarınızı dökmeden yaşamak bana haram olsun, kaçmayın … çocukları sizi yaşatırsam, Dimit gâvurunun kızı olayım. Hem vallahi, hem billahi ölümünüz benim elimden olacak! Şerefsiz Memet, ben olmasaydım çayda boğulup gidecektin! O zaman ellemeseydim seni, kasaba bir şerefsizden kurtulmuş olurdu!” Şerife Kadın, Ahmet eve gelinceye kadar gözünü gözüne kırpmaz, sese şamataya kulak verirdi... Gecenin sessizliği gürültüyü büyütmüş, Şerife Kadın’ın beynine çivilemişti. Yataktan kurşun gibi fırlamış: “Kalk herif kalk! Ahmet’i öldürüyorlar!” “Kim dövüyor, kim öldürüyor, nerede?” Şerife Kadın, avlu önüne yığdığı taşları eteğine doldurmuş, doğruca Ramazan Öğretmen’in evi tarafına yönelmişti. Zaten iki ev arası seksen, doksan metre var ya da yoktu. ‘Ahmet’i öldürüyorlar,’ sözü ile beyninden vurulmuşa dönen Nurullah Emmi: “Benim oğlumu öldürenin, anasını, avradını, sülâlesini…” Ağzına geleni söylüyordu. Küfürler peşi sıra tesbih tanesi gibi çıkıyordu. Zaman kaybetmeden Taksiciyi uyandırdılar. Tam ona göreydi bu. O her zaman tek tüfeği kurulu gümede bekleyen bir avcı gibiydi Taksici. Doğruca Sıhhiye Ali Osman’a gittiler. Ali Osman, yaraları temizledi, pansuman yaptı. “Siz tez çabuk karakola gidin, bu şerefsizlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmasın. Öte taraftan da aynı araba ile Salihli’ye gidin! Hastanın durumu çok ciddi. Ben ilk müdahaleyi yaptım; ama durumu çok ağır. Ya da siz gidin ben karakolu bilgilendiririm. Siz saldırıyı yapanları bana söyleyin, yeter. Haydi, durmayın, Taksici acele et, hastayı Salihli’de Cavit Bey’e yetiştir. Ona selamlarımı söyle, haydi durma, uç! Şimşek gibi, yıldırım gibi, haydi durma!” Sıhhiye Ali Osman, Karakol Komutanı Ali Rıza’yı uykusundan uyandırdı. Olayı anladığı kadar anlattı. Suçluların karakola getirilmesi gerektiğini söyledi. Hastanın Salihli’ye varmadan yolda öleceğini, kolluk kuvveti olarak lazım gelenin yapmanın doğru olacağını dilinin döndüğünce anlattı. “Taksici Şaban, sen suçluları bana getir! Oğlum onbaşı, yanına iki asker al, suçlular kaçmadan, getir! Haydi, durmayın tez çabuk tesisat kuşanın!” “Tamam da komutanım benim paramı kim verecek o zaman!” “Elin körü verecek, herhalde bulunur bir veren!” Şaban parayı çok seven biriydi. Ölmek üzere olan birine karşılığı olmadan bir bardak su bile vermezdi. Ahmet’in durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Taksi toprak yolda yel gibi gidiyordu. Viraj, kasis demeden uçuyordu adeta: “Dayan oğlum, dayan az kaldı, sık dişini iyileşeceksin, içinden dua et durmadan. Ne olur güzel Allah’ım oğlumu bana bağışla, istersen onun yerine benim canımı al, ne olur güzel Allah’ım, yalvarıyorum!” Ahmet, Cüruf Dağına varmadan öldü… Ramazan Öğretmen’in can dostu, Şerife Kadın’ın biricik oğlu, Muhtar’ın adamları tarafından, sadece ülkesini sevdiği için hunharca katledildi. Tarih 15 Ağustos 1977 O da memleket sevgisinin bedelini erken ödeyenlerle birilikte güneşe gömüldü…

  • EĞİTİM: YAZBOZ TAHTASI

    Yazboz tahtasına çevirdiler eğitimi. Bir eğitimci olarak bu konuda birkaç kelam etmeye benim de hakkım olsa gerek! 37 yıl bir fiil Türk Milli eğitimine eğitimci olarak emek verdim. Ülkemin geleceği olan evlatlarımızın dinine, mezhebine bakmadan yarınlara hazırlamaya çalıştım. Tesadüf bu ya Musevi, Müslüman, Hıristiyan öğrencilerim oldu, hepsini ayrımsız sevdim. Çünkü benim eğitim anlayışım Yunus’un Anadolu’da Mustafa Kemal’le hayat bulan bir felsefeye dayanır. Eğitim sistemi o kadar çok değişiyor ki artık bu değişiklikleri eğitimciler bile takip edemez oldu. Değişen dünyada değişikliğin yapılmasından doğal ne olabilir -tabi ki yapılmalı- nihayet Kuran ayeti değil bu! Fakat değişiklik o kadar aceleye getiriliyor ki hiçbir ön hazırlık yapılmadan, araştırma inceleme yapılmadan adeta yangından mal kaçırırcasına. Acı olan, ilginç olan aynı partinin bakanları bile kendinden önceki bakanın yaptıklarını yanlış bulup kendi yapacaklarına reform diyerek sunması. Hatta aynı bakan eğitimdeki geriye gidişin değişeceğini dair de bir sürü de lâf etmez mi? Cumhuriyeti kuran kadro iki bakanlığı çok önemsemiştir: Milli Eğitim, Milli Savunma… Özelikle bu iki bakanlık devletin hafızasıdır, geleneğidir. Siyasi bir yanı olmaz, olmamalı, olamaz… “İstikbal göklerdedir,” diyen büyük kurtarıcı kendi harp sanayimizin kurulmasını istemiş, Kırıkkale Silah Fabrikası, Kayseri Uçak Fabrikası bu anlayışla kurulmuştur. Siz hiç savaşın ortasında eğitimcilerle bir araya gelip eğitim politikalarını değerlendiren bir lider duydunuz mu? Yüce Atatürk, Kurtuluş Savaşı sürerken, Bursa’da eğitimcilerle bir araya gelip yarının eğitim anlayışına dair değerlendirmeler yapmıştır. Yazboz tahtasına çevirdik eğitimi. Onun en önemli ayaklarından biri olan veli sistem değişikliğine artık dayanamaz olmuştur. Sistemin uygulayıcıları olan öğretmenler bile “nasıl olsa seneye değişecek deyip boş ver,” derse sistemin oturması mümkün olur mu? Mesleğe başladığım yıllarda adına “sınıf geçme ve sınav yönetmeliği” denilen yönetmelik uzun yıllar yürürlükte kaldı. Sonraki yıllar art arda yapılan değişiklikler, baş döndürücü bir hızla devam etti. Geçtiğimiz öğretim yılı uygulaması istenilen e-müfredat, e-zümre… Uygulamaları bu öğretim yılında kaldırıldı. Böyle olunca siz öğretmene güven verebilir misiniz, siz öğrenciye, veliye güven verebilir misiniz, halk size güvenir mi? Hal böyle olunca da veliler kara kara düşünmeye başlıyor. Devletin eğitim alanındaki “git gel” leri çözüm üretme konusundaki acizliği ona olan güvensizliği büyütmektedir. Bu durum insanları başka arayışlara itiyor. “Özel okulculuk” yeni “kazanç kapısı” olarak hayatın içinde yerini alıyor. Eğitimle uzaktan yakından alakası ilgisi olmayan, kısa zamanda zengin olma hevesinde olan uyanıkların atının alına gün doğuyor. Dershanelerin kapanması, (dershaneler de eğitim sisteminin bir başka kanayan yarasıdır.) her köşe başında apartmandan bozma binaların okula dönüşmesi, fiziki anlamda yetersiz binaların okul diye açılması, üstüne üstlük buralarda çalışan eğitimcilerin karın tokluğuna çalışması bir başka sorunun öteki boyutudur ki vah vah! Özel okullarda, kurucu etiketi adı altında eğitimden bir haber kişilerin okulda olması eğitimcilerin üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp durur ki bu da eğitimcilerin özgüvenlerini yok etmektedir. Eğitimin en temel öğesi eğitimcidir. Öz güveni olmayan insanlara siz bu ülkenin geleceği olan çocukları emanet ediyorsunuz. Tez zamanda vakit geçirmeden onların öz güvenlerini artırıcı çalışmalara başlamamız gerekir. Özel okullardaki farklı ücret politikası kapitalist sistemin bir sonucu olarak çekişmeyi, dedikoduyu, ayak kaydırmayı legalleştirirken; dayanışmayı, birlikte üretmeyi, sevgiyi, saygıyı yok etmektedir. Aş iş kaygısı ile görevini yerine getirmeye çalışan eğitimcinin temel hedefi KPSS’den iyi bir puan alarak devlete geçmektir. Onlar için KPSS bir bela, hele hele hiçbir çağdaş norma sığmayan mülakat ise başka bir bela… Anadolu’da derler ya hani, “Allah insanı açlık ile terbiye etmesin!” Aş iş kaygısı bir eğitimcinin hiçbir zaman yaşamaması gereken kötü bir duygudur. Evlatlarımızı yarınlara hazırlayan eğitimcilere layık oldukları değer mutlak surette verilmelidir. Çünkü onlar yöneten, yönetilen her ailenin çocuklarını yarınlara hazırlıyor. Çünkü onlar Tanrının gökten inse tercih edeceği kutsal bir mesleği icra etmektedir... Siz kolay mı sanıyorsunuz bir insanın hayatına dokunmayı, kolay mı sanıyorsunuz bir insanın yaşamında söz sahibi olmayı, Hazret Âli’nin bir harf için kırk yılını verdiğini, kolay mı sanıyorsunuz gece rüyalarınıza giren evlatlarınızın dertleri ile dertlenmeyi, siz bilir misiniz “öğretmenim,” diye sarılan bir öğrencinin duygusunu, hiç yaşadınız mı? Daha hâlâ “Öğretmenim, hocam,” dedi mi öğrencilerim yüreğimin yağı erir! Eğitimci özgür olmalıdır, yarın korkusu ile sözleşme korkusu ile çağdaş eğitim normlarını yerine getiremez. Eğitim işi ciddi bir meseledir. Ülkeyi yönetenlerin devletin “bekası” için bu konuya ivedilikle eğilmesi gerekir.

  • Sabahat Akkiraz

    1995 yılında okul müdürüm Murat Yılmaz’ın hediye ettiği bir kasetle tanıdım Sabahat Akkiraz’ı. O gün, bugündür hemen her gün olmasa bile muhakkak dinlerim.Onun duruşu, sesi dinleyicisine verdiği izlenim öteden beri çok farklı gelir bana. Ondaki samimiyeti, vakarı… hiçbir sanatçıda görmedim! Özellikle Alevi – Bektaşi edebiyatına ait deyişleri yorumlamadaki yeteneği tartışılmaz, kıyas kabul etmez. Sesinin güzelliği, doğallıkla birleşince daha bir etkileyici geliyor insana.Bugüne kadar başka başka sevdiğim sanatçının, edebiyatçının, siyasetçinin… az da olsa hatalarına şahit oldum lakin(yazılı ve görsel basında) Sabahat Akkiraz’da böyle bir şeye dinleyici olarak, dikkatli bir okur olarak, şahit olmadım! Sabahat Akkiraz her yörenin türkülerini, çok güzel okuyabilir. Nitekim onda Tanrı vergisi bir ses rengi var. Yorumladığı her eser, onun sesi ile daha bir güzelleşiyor. Ercişli Emrah’ın: “Salındı bahçeye girdi Çiçekler selama durdu, Mor menekşe boyun burdu” … Ya Pir Sultan Abdal’ın tevhid’i: “Önüme bir çığır geldi, Bir ucu var şar içinde, Arifler dükkân açmış, Ne ararsan var içinde. …” Eylem adamı, düşün adamı, tasavvuf ehli Pir Sultan Abdal’ın bu deyişi onunla daha çok ünlendi, başka başka sanatçılar tarafından da icra edilir oldu. Sabahat Akkiraz, Pir Sultan deyişlerini söylerken, ben elinde bağlaması ile Sivas’ta Hınzır Paşa’ya hak, insanlık dersi verdiğini görürüm. Hani, Hınzır demiş ya Pir Sultan’a: “İçinde Şah geçmeyen bir deyiş...” söyle demiş, aksi halde idam edileceksin demiş, o da her dörtlüğün sonunda: “Siz de Şah diyeni öldürürlerse ben de bu yayladan şaha giderim,” demiş. İşte bu deyişlere ruh vermek ancak Sabahat Akkiraz gibi ustaların yorumları ile mümkün olur. Bu manada Sabahat Akkiraz, Arif Sağ, Musa Eroğlu… aynı ustalıkla, aynı aşkla çalıp söyleyen ustalara gönülden teşekkür etmek lazım, var olsunlar. Davut Sulari, sesi ve besteleri ile başka bir dünyanın insanı gibiydi. Harika besteleri, ona uygun müzikleri, sonra da bir fırına sokulup orada şekillenen o muhteşem sesi: Işıklar içinde uyusun. Mesela: “Bir güzel sevdim, gönlüm içinde Ayağı yok ama amma gözleri vardır. Dedim güzel nedir, sendeki bu hal, Küsmesi yok amma nazları vardır.” Sabahat Akkiraz’ın yorumu, Arif Sağ’ın sazı eşliğinde muhteşem, olağanüstü bir eser çıkıyor ortaya. Mesela bu deyişi dinleyen İnsan, sevdiğinin içinde gönlünü aramaya çıkar her yaşta, her başta. Saz ustası ile ses ustasının icrası insanı buralardan alıp ta ötelere, sevdiğinin mekânına doğru, savurur. Şu sesteki naifliğe, şu sesteki sihre bakın, insanı kendinden alıp gitmiyor mu? Onun yol arkadaşları aynı zamanda “ustalarım,” dediği gerçek anlamda sanatçı olan, herkesin üstünde anlaştığı bu isimler değiller mi? Onun hayatından Arif Sağ’ı, Musa Eroğlu’nu, Feyzullah Çınar’ı… çıkarmak mümkün müdür? Öyle bir şeyi yapmayı bırakın düşünmek bile “ müziğin hayat damarlarını kesmek değildir de nedir? Âşık Mahsuni, bu ülkenin aydınlanması, çağdaşlaşması için çok bedel ödemiş, yirminci yüzyılın Pir Sultanıdır. Onun besteleri çağımın devrimcilerinin dayanışma, kaynaşma, marşlarıdır. Ne güzel diyor Mahsuni baba: “Bütün insanlık adına Amerika katil katil Kanun yapar kendi teper, Amerika katil katil … Devleti devlete çatar, İt gibi pusuda yatar, Kan döktürür silah satar, Amerika katil katil …” Yine o yıllarda bir ağızdan söylediğimiz Anadolu insanın yoksulluğunu en sarih biçimde ortaya koyan: “İnce ince bir kar yağar Fakirlerin üstüne, Neden felek inanmıyor, Gariplerin sözüne!” Hey gidi gençlik hey, bu halkın daha güzel günlerde yaşaması, sömürülmemesi için, nice gencin hayatı karartıldı, nice vatansever canını feda etti, mahpus damlarında işkencecilere karşı dimdik durdu… Selam olsun! Biz bu ülkeyi karşılıksız sevdik, onlarca arkadaşımız, bu ülkeyi sevdiği için birer tomurcuk gül iken, koparıldı dalından… “Vefasız tabipten derman olur mu? Ufacık pınardan Ceyhan olur mu? Ta ezelden karga şahan olur mu?” …” Her dizesi ile sayfalar tutacak bir eser ortaya çıkacak iken büyük usta bir dize ile hem felsefeyi, hem sosyolojiyi ortaya koyuvermiş işte! Bu güzel eseri Sabahat Akkiraz’dan dinlemek Mahsuni ustayı büyüttükçe büyütüp ulaşılmaz bir dağ yapıyor. Sabahat Akkiraz’ı dinlemek, benim için ibadet gibi bir şeydir. O söylerken konuşmam, yüreğimle dinler, kendimden ayılıp başka diyarlara giderim. O anda sorulan soruları bile duymazdan gelirim. Onu dinlerken, gönül diyarına yolculuk yapar, gönül diyarından, ta dünyanın bir ucundaki Everest’in doruğundaki Mavilime selam ederim. Sabahat Akkiraz’ı dinlerken, Kerbela’yı yaşarım, aç susuz bırakılan yetmiş iki Ehlibeyt evladının acısını yüreğimin en derininde yaşar, Hüseyin’i hatırlarım. Sabahat Akkiraz’ı dinlerken, Bedrettin’i yaşarım, “Edirne sarayında damızlanmış atlarıyla Bedrettin halifesi Börklüce ve yiğitlerinin katledilişi gelir gözümün önüne. İşte o zaman gözyaşlarım yuvasından çıkıp şakaklarıma doğru akıp gider. Sabahat Akkiraz’ı dinlerken, yârin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber diyebilmek için Bedrettin’i düşlerim. Sabahat Akkiraz’ı dinlerken, Sivas’ta Madımak’ta cayır cayır yakılan canların acısını yüreğimin en derininde hissederken gençliğimin lideri Ecevit’in yazdığı “Madımak ağıtını” dinlerim Faruk Demir’den; sonra da öfkemi içime hapsederim. Sabahat Akkiraz’ı dinlemek, bir ibadettir, yüreği kemliklerden andırıp gerçek varlığa ulaşmak adına daha güzel bir ülkede barış içinde yaşamak için tek çarenin daha çok sevmek olduğu gerçeğini öğrenirim bir kez daha! 20.12.2019 Bayraklı

  • Sen Git Beştaş Oyna

    Son günlerde kendimi sorgulamaktan, didiklemekten başka bir şey yaptığımı söyleyemem: Yanlış yapmaktan korkmak, birilerinin damarına basmak… Doğruluktan, aydınlıktan yana olanların ürkeceği, korkacağı şey midir? Ürken nedir, köyümün damlarında uçup konan serçeciktir. Peki ürkmek, korkmak neyin nesi? Oysa yarım asırdan fazla yaşamım boyunca, üç kağıtçının, hırsız oğlu hırsızın, ihanetin, zevzekliğin karşısında oldum hep. Bugüne kadar çiğ yemedim ki, karnım ağrısın! Olacak şey mi canım benim ki insan kusursuz olur mu, benim hata yapma hakkım yok mu? Hata yapmanın hakkı hukuku olur mu? Anayasanın bile bir seferlik delinmesiyle bir şey olmayacağını söyleyen anlı şanlı yöneticiler görmedik mi? Hata yapmaktan korktuğum için üretkenliğimi yitiriyorum. Olacak şey mi canım! Demezler mi adama: “Sen git beş taş oyna!” Aziz Nesin usta, Türk aydınlarının yüzde on’una ihanet yapma hakkı tanımış ya. Ruhun şad olsun sevgili usta, bu oran artık çok yukarılara çekildi. Bugünleri görseydin kahrından ölürdün. İyi ki görmedin, belki içlerinden bazılarını kim bilir ne kadar çok sevmişsindir! Ne acı değil mi sevgili usta, artık eti yenmeyen kuş kalmadı! Hani derler ya “her kuşun eti yenmez.”Ah usta ah, insan eti yiyorlar artık, kör kuşun eti hak getire... Mezatlıkta, yolda belde, her yerde artık her şey ihaleye çıkarılıp haraç mezat satılıyor. Her santimi şehit kanları ile sulanan Anadolu toprağının ilikleri kurudu. Anayurt Anadolu utancından kızıla kesti… Hal böyle olunca, benim de kendime bir çıkış yolu bulmam kolaylaşıyor, pek tabi ki! Küçük hatalarımı affetmeyen ben, ihanet içindeki aydınları(!) görünce, “Fatma ananın eteğini tutmadan, Server Muhammet’e göz gönül katmadan,” kendimi aklayıp paklayabilirim, çok şükür. Dün adlarını yan yana gördüğümde gözlerim kamaşan bu aydıncıklar, şimdi birer utanç abidesi olarak ortalıkta salınıp dolanıyor... Ne benim, ne ailemin boğazından bugüne kadar haram lokma geçmedi. Çeyrek asrı geçen öğretmenlik yaşamımda, “kabeme” hep insanı oturtarak, haktan hukuktan yana olmaya çalıştım. “Nice adamlar gördüm, üstlerinde esvap yok, Nice esvaplar gördüm içlerinde adam yok!” Sözünü kendi kendime söyledim durdum. Aptal kutularında sabah akşam fetva verenleri görünce: “Suskunluğum asaletimdendir. Her lafa verilecek cevabım vardır, Lakin! Bir lafa bakarım, laf mı diye, Bir de söyleyene bakarım adam mı diye…” Dönerim bir de kendime bakarım, sonra döner bir kez daha bakarım. Yürüdüğüm yollar, inandığım düşünceler, adını bile kendime söyleyemediğim tek gamzeli erenler şahım… Uçmak, alabildiğine uçmak, yıldızlar diyarına kanat açmak, yârin yanağından gayrı her şeyin dostlar sofrasında olduğu, yıldız yüklü güneşin ülkesine sefer etmek… Sefere çıkmalı, kiminle çıkmalı, ama nasıl çıkmalı? Sefere çıkacak dostlardan yoksunsam, güneşin çocukları(!) bir gecede karanlıklarında boğmazlar mı? Bilmediğim diyarların ateş yüklü bulutları ışığında kül edip yakmaz mı beni? Yolu yolum, huyu huyum dostlarımdan yoksunsam nasıl sefer ederim? Var git köyüne! Ben al yanaklımı bile yanıma yoldaş edememişsem! Ben nasıl sefer ederim o güzel insanların memleketine? Var git köyüne! De bana: “Sen git beş taş oyna, istersen çelik çomak oyna. Eteklerinin ağırlığından kurtul da gel. Senin önüne set oluyorlar, arabana taş koyuyorlar. Sen daha kendini aşamamışsın! Bari kalabalık etme, sayıya girip hak erenlerin yanlış hesap yapmalarına neden olma!” De bana: “Hiç olur mu, tek gamzeli, Osman Beyi'in at sürdüğü diyarın güzeller şahının dostu? Sen eteklerinin yükünden bile arınamamışsın. Sen kendini anlatamamışsın en yakınına, yoldaşlarına, çok yazık! Oğlum Kerem, sen git başka diyarlarda kışla. Yüreklerini yüreklerine katanlara engel olma. Sen git başka diyarlarda kışla. Senin diyarın baharı hiçbir zaman gelmez, gelmeyecek de! Sen Hüseyin Amca’nın yüreğini taşımıyorsun, var git, işine bak sen! Senin elin yoğurdu hiçbir zaman mayalanmaz… Sen git beş taş oyna... Sen git beş taş oyna… İstersen çelik çomak oyna… Bornova 29.12.08

  • Sanat Bir Ülkenin Hikayesidir

    Sanatın bir tanımını yapın deseler değişik ortamlarda, her seferinde aynı cümlelerle aynı tanımı yapamazsınız; fakat yaptığınız tanım aşağı yukarı aynıdır. Çünkü sanat, hep yeni yeni şeyler üretmek, yeni şeyler söylemek demektir. Sanat, pozitif bilimler gibi tek anlamlı değildir, olamaz da zaten! Sanat, edebiyat, resim heykel, müzik… çok anlamlıdır, zengin çağrışımlıdır; ucu bucağı yoktur. O, insanı, insanla doğayla anlatmak demektir. Bir fizikçinin, matematikçinin söyledikleri kişiden kişiye değişmez; iki kere ikinin dört ettiği herkes için aynıdır. Fizikte ivme deyince herkes aynı şeyi anlar. Bakın fizik alanında ülkemizin yüz akı Erdal İnönü ne diyor: “ Fizikçiler, az sözle en çok şeyi anlatan insanlardır!” Edebiyatçılar ise, bir karıncanın yürüyüşünden sayfalar tutan muhteşem bir eser ortaya çıkarabilir. Bu sanattır işte, insana dünyaya tek pencereden bakmamayı gösterir. Bir meslek icra eden kişi yaptığı şeyin sanat olduğunu söyler. Mesela kahvede çayı iyi demleyen ocakçı çay demlemenin bir sanat olduğunu söyler. Arabayı iyi kullanana, çayı iyi demleyene, bahçeyi iyi çapalayana, güzel kazak örene, güzel giyinenlere… Sanatçı demek mümkün mü? Balıkçı, balık satmanın sanat olduğunu söyler, sahi sanat mıdır, sanatta yalan dolan, aldatmak var mıdır, bu insanlara sanatçı denir mi? Sanatçı, hem üretendir, hem yaratandır. O taklit etmez, taklit edilendir. Abidin Dino, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Zeki Müren, Arif Sağ, Sabahat Akkiraz, Âşık Mansuni Şerif, Genco Erkal, Fazıl Say, idil Biret… Gerçek anlamda birer sanatçıdırlar, her alanda saygıyı fazlasıyla hak eden bu insanlar herkesin saygı duyduğu, evet işte bu dediği kişiler, hakiki sanatçıdır. İki şarkı ezberleyip, iyi kıvıran, “el etek öpmekle dudak aşınmaz” deyip bütün siyasal iktidarların yardakçısı olanlara sanatçı denilebilir mi? Sanatçı bir ikbal uğuruna, üç kuruşluk menfaat uğruna gelene ağam, gidene paşam demez. Sanatçı erdemlidir, bir ikbali için kişiliğini heba etmez.... Ne demekte Fikret: “Hak bildiğin yolda bir başına bile olsan yürüyeceksin!” Selam olsun, hakikaten, sanatını üç kuruşluk menfaat için satmayan güzel insanlara! Sanatçı, alnında ışığı ilk hissedendir, sanatçı baş eğmez, el etek öpmez. O muhaliftir, halkın yanında olandır, ikbali için bir zalime boyun eğmez! O nedenle, halkı bilgilendirme, aydınlatma adına ortaya koyduğu, tek olan, yegâne olan şey sanattır. Bir an için resmin, tiyatronun, sinemanın, romanın, şiirin, öykünün... Olmadığı bir ülkeyi gözlerimizi kapatarak düşleyelim: Kapkaranlık zehir gibi renksiz, tatsız tuzsuz… “Çekilmez, içim karardı, boğulacak gibi oldum!” Sanat, hayatın insanın yüreğinde açtığı yaraları edebiyatın, şiirin, güzelliği ile tedavi eder. Bir mecliste sanatçıları küçümseyen gözlerle bakan vekillere Yüce Atatürk’ün söyledikleri hayat dersi gibidir: “Efendiler, vekil olabilirsiniz, fakat asla sanatkar olamazsınız!” Sanatçı olmak, sevmeyi bilmek demektir, sanatçı olmak demek, yaratmayı bilmek demektir, sanatçı olmak demek emek vermek demektir, kula kul olmaya hayır diyebilmektir. Ol sebepten ötürü sanat gereklilikten çok zorunluluktur. Onsuz bir hayat karanlıktan öte bir şeydir. Sanat, insanların dünyayı doğru algılamasına yardımcı olan yaşamak için olmazsa olmaz olandır. Bugüne kadar, bir kitabın kapağını açmayan, bir sayfa okumayan, bir kez bile tiyatroya, sinemaya gitmeyen, bir resmin renklerinin büyüsünün farkına varamayan, şiirdeki estetiği göremeyen sevmeyi bilmeyen birinden insana, doğaya, kadına, hayvanlara saygı bekleyebilir misiniz? Şöyle bir bakın yaşadığınız şehre, doğa tahrip edilmiş mi, bütün güzellikler bir rant uğruna yerle yeksan edilmiş mi? Nur içinde yatsın anama bunu anlatsaydım, de diyeceğini adım gibi biliyorum: “Elleri kırılsın, teneşir tahtacıklarına gelsinler, eli kabaklılar yusun yüzlerini, sürüm sürüm sürünsünler…” derdi. Gerçekten sürüm sürüm sürünsünler. Bir rant uğruna, daha çok kazanç adına ülkenin bütün doğal güzelliklerini, yarınları düşünmeden, bir an bile gözlerini kırpmadan yok ediyorlar. Sanat bir gerekliliktir, sanatçı gözlem yapar, gördüklerini, hissettiklerini, topluma, aktarır, bunu yaparken hiçbir şeklide kişisel bir kaygısı yoktur, onun kaygısı toplumsaldır. Bu ülkede sanatın ve sanatçının kıymeti Cumhuriyetle anlaşıldı. Devlet konservatuvarının kurulması, sanat eğitimine önem verilmesi, yurt dışına sanat eğitimine gönderilen sanatçılar… Sanatçıların eserleri, onların haykırışlarıdır, bu haykırış “uyan ey halkım” demektir, bu haykırış “kula kul olma,” demektir, bu haykırış, kadın erkek eşitliğidir. Sanatçıların eserleri bir mutluluğun fısıldanmasıdır, doğa sevgisidir, insan sevgisidir, yaşamdan tat almaktır, estetiktir, ruh sağlığıdır, ömürdür. Sanat haz vericidir, duyguların arşı aleme çıkmasıdır. İnsanlık için, gelecek için, sanatsız bir ülke, sanatsız bir Türkiye olamaz. Sanatı olmayan bir ülkenin dünü olmadığı gibi yarını da olamaz. Sanat bir toplumun hikâyesidir, hafızasıdır.

  • Mizan Terazisi

    Mizan terazisi kurulunca soracaklar size, sevginin bedelini ödediniz mi?” Sen diyeceksin, “hayır!” O diyecek, ”hayır!” Sorgucular diyecekler ki “peki, onca yıl neden yaşadınız, öyle yaşamaktan tat aldınız mı, onca oksijeni neye tükettiniz?” Akla yatkın bir cevabınız olmadığı için susup mel mel bakacaksınız! Soracaklar sana, “ Sen diyecekler, bilmez miydin, sevgi emek ister?” Soracaklar ona, “Bilmez miydin gülüm, sevgi emek ister?” O diyecek “yürekli olmak insanın tabiatı ile ilgili!” Soracaklar sana, "Bilmez miydin gülüm, sevgi emek ister?” Sen diyeceksin, “bir serçe yüreği bile yok bende, korkarım her şeyden!” Soracaklar ona, “Sen diyecekler, sevmedin mi, aydan arı günden duru sevdiceğine bir kez bile olsa seni seviyorum demedin mi?” Soracaklar sana, “Sen diyecekler, bu kadar kutsal, bu kadar temiz, bu kadar arı, aydan arı, günden duru bir sevgi nerede var hiç gördün mü, hiç duydun mu?” Senin de onun da verecek bir cevabı olmadığı için mel mel bakacaksınız! Mizan terazisi kurulacak, iyilik miyilik her şey tartılacak, bütün güzellikler kat kat yığılıp dağlar kadar olacak! Sonra bütün güzellikler, bir çırpıda silinip gidecek! Çünkü sen de o da sevdanın hakkını veremediniz! Sonra diyecekler size: “Kırk sefer Kabe’yi tavaf etseniz bile, boş diyecekler!” Mizan terazisi kurulacak, iyilik kötülük her şey tartılacak, “sen diyecekler ona, tek gamzelinin, aydan arı, günden duru Mavili’nin hakkını nasıl ödeyeceksin, sen diyecekler, hakkını veremedin sevginin, ne diye umut verdin,” diyecekler? Soracaklar ona: “Yüksekten uçtun desek değil, burnun havada desek o hiç değil; peki ne ne, bir şey söyle, ne ne?” Soracaklar sana: “Yüksekten uçtun desek değil, burnun havada desek hiç değil; sen konuşurken birilerini kırarım, yanlış bir şey söylerim diye aklın giderdi… Ne peki, ne, ne?” Mizan terazisi kurulunca soracaklar ona: “Peki, anladık, hepsi bu kadar mı?” “Hayır, bu kadar değil!” “Ne peki, anlat o zaman, mizan terazisi kurulmuş iken, anlat çabuk!” “Işık, bir ışık beklerken, Uludağ’ın yamacından, o ışık, önce yavaş yavaş köresedi, sonra da sönüp gitti!” “Sonra?” “Sonra, bir ışık yandı Bozdağ’ın eteklerinden, üzüm bağları diyarından. Işık, ama fersiz mermiz, mecalsiz, kendine hayrı olmayan bir ışık!” “Anladık, hepsi bu kadar mı?” “Hayır, daha anlatacaklarım var! Asi Tepe’nin ta uzaklarında kararsız kararsız yanıp sönen bir çoban yıldızım vardı, sonra birden yanayım yanmayayım derken; sönüp gitti. Ne edeyim ben?” Mizan terazisi kurulunca sormaya devam edecekler ona, kabahatin çoğu onun çünkü, o bir adım atmadan, bir ışık beklemek, akla ziyan… “Hepsi bu kadar mı?” “Hayır hayır!” “Daha ne var, basiretsizliğine, beceriksizliğine, bakalım hangi kılıfları uyduracaksın?” “Bir kılıf uydurmayacağım; her şeyi olduğu gibi anlatacağım. Bir ışık yandı, bu ışığı getirip tam önümde beynime çivi çakar gibi çaktılar!” “Devam et!” “Bir ışık yandı dedim ya, bu ışık Gediz’in önüne set koydukları diyardan, bir ışık yaktılar ya hemen yanı başımda. İşte o zaman, duymaz oldu kulağım, görmez oldu gözüm, Osman’ın at koşturduğu diyarın tek gamzelisini, çekik gözlüsünü unutturdu! Bir ışık yaktılar hemen yanı başımda, huyu huyum, yolu yolum; şafağın nar içi kızıllığında bana selam getirdiler Fatma Ana’nın diyarından. Dediler ki bu ışık, bu ışık dediler. Bu ışık senin ışığın dediler, Fatma Ana’nın ışığı ile nurlanmışsın daha ne beklersin dediler!” “Sonra?” “Bu ışık, işte bu ışık, yolu yolum, huyu huyum; başka da diyeceğim hiçbir şey yoktur!” “Diyeceğim budur diyorsun?” “Bir bedel ödenecekse, şayet -varsa- kıldan köprü, işte tam oradan geçerken, ister katran kazanlarının kaynadığı tarafa, ister Kevser şarabının aktığı yana… İkisi de kabulüm!” Mizan terazisi kurulunca soracaklar sana, Kerem böyle der, sen ne dersin?” “Ben de derim ki: Terazinizin kefeleri, nasıl tartarsa tartsın, hangi kefede olursam olayım, umurumda değil! Kendinizin geçmeye cesaret etmediği kıldan köprüden bana geç diyorsunuz ya. Ben ne derim, ben de bana müsaade, ben gidiyorum derim, sorgunun, korkunun, mahkemenin olmadığı başka diyarlara alır başımı giderim! Kıldan köprünüz, mahkemeniz hepsi sizin olsun! Bana müsaade edin, gerçi müsaade etmeseniz de ben giderim!” Bir ışık yandı, göğün en yüksek katında. Bir ışık ki bütün kâinatı gündüzden daha gündüz yaptı. Tekmil renklerin derinliklerindeki sihir, ayan beyan meydan aldı. Sonra birden tekmil mahlûkat birer merdiven kurup arşı âleme doğru alıp başını çekip gitti. Ocak 2020 Bayraklı

  • Balondaki Kadın

    Özdere’de dağlar denizin böğrüne bir bıçak gibi saplanmıştır adeta. Acı çeken Ege, koylarda bile kudurmuş gibi döver kıyıları. Bu öfke Ege’nin, bu öfke Poseidon’un öfkesi. Acıyla, intikamla saldıran Ege, kıyılardan kopardığı her parça toprakla aşka gelir. Aşka geldikçe geri geri çıkar, tekrar saldırır. Bu saldırı, böğründen bıçaklanan Ege’nin saldırısıdır; bu acı hiç dinmeyecek… Kalemlik Kampı, nedense pek kalabalık değil bu yıl. Günübirlikçilerin, çadırcıların azlığı gözle görülür şekilde ortada. Geçen seneler iğne atsan yere düşmezdi. Çadırcılar, sabahın altısında Orman İşletmesi’nin kıyıya yakın yerlerde konuşlandırdığı tahta masalarda yer kapmak için sıcak yataklarından kalkmış, bir iki parça eşyalarını masanın üstüne koyup uykularının geri kalanını tamamlamak için çadırlarına dönmüşler… Çadırda aşk başkadır. Hele doğallığı seviyorsan, hayatı farklılıklarla zenginleştirmeyi biliyorsan, çadırda aşk başkadır. Bir de hiç durmadan efil efil esen rüzgâra kulak verdin mi… Çadırda aşk başkadır. Küçük bir esintiyle hareketlenen kızılçamların iğne yaprakları birbirine çarpar. İğne yaprakların birbirlerine çarpışı, on yıllık, elli yıllık, altmış yıllık kozalara çarpışı adamın heyecanını zirveye çıkarır. Hele bir de ceylân gözlün varsa, “Düğünü nedecen, Düğün senin evinde, Gir oyna, çık oyna… Ya bir de bir çirkine yazılmışsan, “Ölümü nedecen, Ölüm senin evinde, Gir ağla, çık ağla…” Kalemlik Tepesi de öteki tepeler gibi saplanmış denizin böğrüne. Asırlık kızılçamlar, Poseidon’un öfkesinden korunmak için eli tüfekliler gibi direniyor Ege’nin vakitli – vakitsiz dalgalarına. Kızılçamlar eli tüfekli birer asker, koca koca kayalar da aşılmaz birer duvar... Ev sahibim bu yıl da konuk etti yazlığına. Konuk etmek demek, öyle Anadolu insanının konukseverliğinden değil hani! Hocam Nasrettin’in düdüğü misali, icabını yerine getirmen koşuluyla. Çişli suların tadına bakanlar hayata böyle bakıyorlar artık. Paranın gül yüzü onları da güle (!) çevirmiş. Kalemlik Orman Kampı’nın karşısında kurulan Merkez Bankası Dinlenme Tesislerinin konukları mağrur olur. Çevrede bulunanlara tepeden bakar. Paranın gül yüzü de onlara bu iyiliği etmiş anlaşılan. Denize girince kimse kimseden ayırt edilmez, hepsi yarı çıplak. Ayıp yerlerini el kadarcık şeylerle kapatmışlar. Avamın, lortların mağrurluklarına aldırdığı yoktur. Yüze yüze iskelelerine gelir; sonra da orada denize atlamanın mutluluğunu yaşarlar. Onların gelişleri, iskeleye neşe getirir. Mağrurlar da bastırılmış zevklerini yaşarlar böylelikle... Birden gözümü denizin mavisinden alıp göğün mavisine çevirdim. Ötelerden bir balon, rüzgârın akışına bırakmış, süzüle süzüle gelmekte. İçindeki bir şeyi arar gibi rüzgârdan daha yavaş hareket etmekte, bir keşfe çıkmış besbelli. Birisini arıyor, bir umudu arıyor gibi. Balon alçaldı, alçaldı, neredeyse denizin üstünde gibiydi. Balonda bir kadın vardı: Kadın, mavi denize batırılmış gibi her bir şeyi masmaviydi. Doğa aşığı bir kadın ya da macera tutkunu biri. Kim bilir belki de aşkından mecnun olmuş biri… Kalemlik Koyu sakinleri, Merkez Bankası’nın mağrurları, denizle kucaklaşmayı bırakmış, balondaki kadını izliyor. Balondaki Kadın dürbünüyle sahili tarıyor. Az öncenin iskeleden atlayanları, dubada güneşleyenleri, yüzme bilmeyip sığda oynayanları, kumda oynayan sabileri, örtüsüyle, giysisiyle, haşaması ile denize girenleri, “bir sana; bir de umudun enerjisine doymadım deyip sinerji yaratanları, bu ses Ulaş’ın sesi” diyen On iki Eylül evvelinin keskinleri, ben umudun arzunun şairi, ben sevdiğini kara kargaya kaptıran beceriksizler şahı İbrahim’i, ben Akyokuş’un boz topraklarından gelip denizin mavisiyle kucaklaşanı… ben ben ben… işte o. Mavili Kadının dürbünü top sakalları beyazlamaya yüz tutmuş birine takılınca, heyecanlandı. O, olabilir miydi? Yıllardır onu arıyordu. Ne yediklerinden tat almış, ne uykusu uyku olmuştu. Hayatı zehir olmuştu. Bir görse, bir yaşadığını bilse dünyalar onun olacaktı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. O heyecanla balonu o tarafa sürdü. Kadın, top sakallının gözlerine takıldı. Bu gözler, o gözlerdi. Yirmi beş sene önce görmüştü bu gözleri. “Ben gördüğümü, Allah billâh unutmam,” diyordu. Allah billâh unutmamıştı. Bu gözler, o gözlerdi. Yirmi beş sene önce, “bu gözler, bir deniz, bir umman,” dediği gözlerdi. O gözlerin içine girmiş, bir daha da çıkamamıştı. Yirmi beş sene önce girdiği bu gözlerin içinde boğulup gitmek üzereyken Meşeli Tepe’nin insan azmanı tarafından saçından tutularak, kaçırılmıştı… Artık ne doğan güneşin, ne yeni başlayan günün ne gökteki yıldızların ne de tekmil güzelliklerin bir anlamı yoktu artık! Uykusu delik deşik, yedikleri tatsız tuzsuz. “Onsuz da yaşamalıyım, onsuz da bir dünya yaratmalıyım,” diyerek, dört elle sarılmış yaşama. Bu elle dünü yok etmek istemiş, bu elle o gözleri unutmak istemiş, bu elle yeni bir hayata, merhaba demiş... Bu gözleri unutmayı çok istemiş; lakin becerememişti işte. Bu gözler, her an her yerde, uykunun en derininde, iki nokta ışık gibi belirmişti hep… Balondaki Kadın, kendinden geçti, denizin derinliklerine düşecekmiş gibi oldu, toparladı. Bir zaman hareketsiz kaldı. Sonra bu yolculuğa ne amaçla çıktığını düşünüp kendine geldi. Sürdü balonunu o gözlere. Sürdü balonunu yirmi beş sene önce görüp de tutulduğu gözlere. Vardı, tamam bu gözler dedi. Şimdi emindi. Yeniden daldı o gözlere, yeniden çarpıldı o gözlere. Bu gözler sıcacık bir düştü, bu gözler umuttu, bu gözler, aştı, işti; bu gözler oğul uşaktı. Bu gözler Kerem’di, bu gözler hayattı, bu gözler cennetten bir köşeydi… İyice yaklaştı, ip merdiveni uzattı… “Tırman Kerem, haydi vakit tamam oldu; seni almaya geldim, acele et! Düşünecek zaman değil! Bak, günler anlamsız gelip geçiyor. Haydi, tırman!” “Evet, günler anlamsız, tatsız tuzsuz gelip geçiyor!” “O halde, acele et yaşanmamış günleri yaşanır kılalım!” “Geldim, bekle, az sonra kavuşacağız. Bu hasret bitecek!” Kerem bir çırpıda tırmandı ip merdivene. Bugüne kadar böyle çabuk olmamıştı. Öyle yavaş, uyuşuk biri de değildi Kerem. Fakat bu seferki hızına kendi bile yetişememişti… İki çift el umuda sarıldı, iki çift el yaşama sarıldı. İki çift el kavuşmanın hazzıyla kenetlendi. İki çift el yeni bir yaşamla kucaklaştı. Dört el, iki el olarak sürdü balonu, mavi denizin üstünden mavi bulutlara doğru. İki beden yek beden oldu, maviliklerin arasında, denizin seyrinde. İki can’ı üç’e taşımak için, özgürlüğü yaşadılar doyasıya…

  • MAVİ PEMBE HANIM

    Eylülün sekizi. Bu yıl okullar erken açıldı. Sekiz aylık maratonun başlama işareti verildi. Güneş kuşluk vaktindeki yerinde, yakmıyor insanı. Meşeli Tepe'den esen gündoğusu kızılçamların yapraklarını kıpırdatıp Mavi Pembe Hanım’ın yüzünü okşuyor. Öğrenciler dizilmiş, ilk gün kavuşmalarının heyecanını yaşıyor: Her kafadan bir ses çıkıyor, kimi başlarına gelen kötü bir şeyi anlatırken, kimi, sevgilisi ile ele ele dolaşmasını, bir diğeri gittiği konseri, bir diğeri izlediği filmleri, araba yarışlarını… kimse kimseyi duymuyor… Mavi Pembe Hanım, kürsüde açılış konuşmasında güne dair değerlendirmelerini, yarına yönelik önerilerini sıralıyor. Sesi rüzgârla birlikte dalgalanıyor. Diyor ki Mavi Pembe Hanım: “Dünyanın dört bir yanını görebileceğin bir dağın zirvesine çık…” “Yorul, sonuna kadar yorul… Hiç durmadan yürü…” Dirençli ama yumuşak bir sesle konuşuyor. “Kaleminle bütün kinini yaz… Aşkın nefretini, hasretini, insanların yalancılığını, iki yüzlülüğünü yaz…” Mavi Pembe Hanım’ın güneşten kızaran yüzü, konuşmasının tarzına göre renkten renge giriyordu. Gözünün üstüne kadar uzanan bir perçem saç, rüzgarla savruluyordu, alnından başlayan atkuyruğu yapılmış kestane kızılı saçları, öfkesinin derecesini ortaya koyarak, otuz yılın özlemiyle satırlarda vücut bulup otuz yıldır bir kez bile gerçekleşmeyen dost kavuşmalar sözcük sözcük diziliyordu… 1981 Mart ayı. Mavi Pembe Hanım’ın evinde İbrahim’le On İki Eylül’e dair yaptıkları tartışma… Sonra o mart gününde İbrahim’le ayrılık ateşini yakmaları. Ayrılık ateşi kutsal bir aşkın söndürülmesi gibiydi. O gün, imkânsızlığın, yol yordam bilmezliğin, beceriksizliğin gerçeği ortaya çıkmıştı. Mavi Pembe Hanım ile İbrahim kaybetme korkusunu yenmek için çıktıkları yolda yenilginin alçaklığını bir kez daha yaşamışlardı… Mavi Pembe Hanım, konuşmasına iyiden iyiye kendini kaptırmış, bir ırmak gibi çağlıyordu. “Atatürk” sözcüğü ile sesi yıldızlara ulaştı adeta. “Atatürk gibi düşünmek… O Atatürk bizim Atatürk’ümüz çocuklar. O her durumda, her konuda başarıya ulaşmanın yollarını göstermiştir bize!” Müdür Dilaver, Öğretmen Mavi Pembe Hanım’ın “Atatürk gibi düşünmek” sözü ile irkilerek, çılgına döndü. “Mavi Pembe Hanım, Mavi Pembe Hanım! Burası okul, burada böyle şeyler konuşamazsın! Ben böyle konuşmana izin vermem! Benim okulumda, sen böyle konuşamazsın! O senin Atatürk’ün, benim değil, ben ona inanmıyorum. Sen de Böyle… böyle…böyle… konuşamazsın, anladın mı? Ben buna izin vermem! Anladın mı kadın, anladın mı öğretmen hanım! Git evine, git, çoluğuna çocuğuna bak, kocana bak!” Müdür Dilaver kontrolü kaybetmişti. Ağzından saçılan tükürükler yağmur gibi yağıyordu. Öfkesi, çocukların kıpır kıpır hallerini birden yok etmişti. Bahçedeki en hareketli kişi Dilaver’di artık. Öfkeyle nefretle uyarılarına komutlarına devam etti: “Lütfen kürsüyü terk edin Mavi Pembe Hanım! Sesçi, oğlum sesçi, mikrofonu kapat, mikrofonu! Çabuk, çabuk, acele et! Gelirsem, kafanı patlatırım senin!” Mavi Pembe Hanım dehşete düştü, tepeden tırnağa ter içinde kaldı. Burnunun üstüne kadar indirdiği okuma gözlüğü, gözlerinin nemi ile buğulandı. Sonra birden gözünden fırlayıp beton zemine düştü. Üç yıl önce doktor arkadaşları Serkan demişti de öyle almıştı okuma gözlüğünü. Çocuklarım dediği öğrencilerinin önünde aşağılanmayı çok derin yaşadı, Mavi Pembe Hanım! Ne demişti de Müdür Dilaver’in öfkesini çekmişti? Bir yanıt vermek, karşı durmak istemiş, fakat tutulup kalmıştı. Çocukluğundan, ilk gençlik yıllarından beri hep bir çekingenlik içinde olmuştu. Baba baskısı kendine olan güvenini alıp götürmüştü. “Sakın kızım bir erkekle konuştuğunu görmeyeyim, görürsem bir daha bu eve gelemezsin, haberin olsun!” “Mavi Pembe Hanım, lütfen odama çıkın! Sevgili veliler, sevgili öğrenciler, törenimiz bitmiştir. Hepinize teşekkür ederim!” Mavi Pembe Hanım, darağacına giden bir mahkûm gibi, Müdür Dilaver’in odasına doğru yürüdü. Üstündeki kolları nakışlı yakasız blûzu, çoban kepeneği gibi yakıyordu bedenini. Orasının burasının açıkta kalmayacağını bilse fırlatıp atacaktı. Kendini bildiği günden beri giydiği beyazlar kefeni olmuştu sanki. Dilim, ses bayrağım dediği anadili, başını belaya sokmuştu! O, olmasaydı, konuşma bilmeseydi bunları yaşamayacaktı. Yirmi birinci asrın en sıcak iletişim aracı dil, ne işler açmıştı başına. Babasının “laf dokuz boğumdur kızım, her boğumda, dur; ondan sonra konuş!” Hem dememiş miydi çokbilmiş ataları: “İnsan ne bulursa dilinden bulur!” Umuda, yaşamaya dair inandığı şeyler, değer yargıları, bundan sonra başının belası olacaktı demek! Kocası Muhittin çok söylemiş; ama o dinlememişti. Ne demişti Muhittin? “Bırak böyle şeyleri, sen mi kurtaracaksın memleketi, sana mı kalmış toplumu kurtarmak? Vatan, hak adalet, özgürlük karın doyurmaz kızım! Geç böyle şeyleri! Sen ailene bak kızım!” Müdür Dilaver bu fırsatı dünyada kaçırmazdı artık. Bugüne kadar bir açığını yakalasa, ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecekti. Beklediği gün gelmişti, bugün büyük gündü. Adamın sevincinden bir göbek atmadığı kalmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Komiser arkadaşı Cemal’i aradı. Mavi Pembe Hanım’ın öğrencilerle olan iletişimi, mesleğine hâkimiyeti, Ata’sına olan sevgisi, çok rahatsızlık veriyordu ona. Yaptıklarına söylediklerine bir kulp takıp yolunca yordamınca paketlemeyi düşünüyorlardı. Üç beş yıldır bir gölge gibi takip etmişler; yalnız işe yarar bir şey bulamamışlardı. “Bu sefer tamam sevgili komiserim, bu sefer tamam! Mavi Pembe Hanım’ın işi bu sefer tamam!” Olanların yanına yan kıçına çan takarak anlattı. “Tamam, Dilaver Hocam, hemen geliyorum, sen oyalamaya bak!” Okul bahçesinde kimsecikler kalmamıştı. Veliler, öğretmenler, öğrenciler… Yer yarılmış da yerin yedi kat altına girmişlerdi. Ayın on beşi gibi gülen Mavi Pembe Hanım’ın üstüne kara bulutlar çökmüştü. Aldan al, gülden gül yüzü, kapkara kararmıştı. “Yolu yolum, huyu huyum,” dediği can arkadaşı Aysel bile görünürlerde yoktu. İşte o anda Sivas’ta recmedilen Pir Sultan bir anıt olup gözünün önüne geldi: “Şu ellerin attığı taşlar hiç bana değmez, İlla dostun gülü yaralar beni!” Darağacına giderken bile: “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye!” diyen Denizler gelip karşısında saf tuttular… Öfke öfke büyüyordu Mavi Pembe Hanım! Müdür Dilaver mikrofonu kapattırmasaydı daha neler diyecekti neler? “Dünyadan kopup arada hayallere dalmayı unutma!” “Sevgilini düşün, en iyi dostunu düşün!” “Haydi, son bir kez daha bak aynaya!” “Al atına bin, uzak diyarlara, sevdiğinin ülkesine sefer et!” “…” Mavi Pembe Hanım sanki bir seri katil gibi, elleri kelepçeli ekip arabasına bindirilerek şubeye götürüldü… *** Soranı edeni olmadan, mahpus damlarında düzmece şeylerle yirmi altı ay yattı. Çıktığında ne evi, ne ailesi kalmıştı.. . 5 Mart 2009 Bornova

  • Hem Gelin Evi Hem Yas Evi

    Bir evin bir oğluydu Nurullah, küçük yaşta yakalandığı böbrek hastalığı öteki organlarının da etkilemişti: Diş yapısını konuşmasını, dolaşım sistemini, kalbini… Nurullah yirmi yaşına gelince askerlik yoklaması için yaşıtları ile ilçeye gitti. Şubedeki görevli Nurullah’a “seni bir de komutanım görsün,” deyip albayın karşısına çıkarır. Albay: “Askere gitmeyi çok mu istiyorsun Nurullah,” der. “İstiyorum, hem de çok istiyorum komutanım der,” Nurullah. “Ben de isterim Nurullah, yine de doktorlar seni bir muayene etsin, onlar tamam derlerse senin en güzel yerde askerlik yapman için yardımcı olacağım,” söz der albay! Devlet Hastanesindeki doktorlar Nurullah’a “askerliğe elverişli değildir,” raporu verince yıkılır Nurullah! Bilir ki kasabada askere gitmeyene kız vermezler, askerliğini yapmayana adam demezler. Nurullah, evlenmeyi çok ister, çocuk yaştan beri ikide bir babasına: “Emin Usta beni everecek misin?” der. Baba oğul arkadaş gibidir. Saatlerce birlikte sohbet ederler yine de sıkılmazlar. Nurullah: “Emin Usta beni ever, yalnızlıktan korkuyorum, sen anamı almışsın ne güzel, bana da alalım bir tane, ne olur Emin Usta ever beni!” Kasabada Nurullah’la evlenecek birini bulamadıkları için köy köy Nurullah ile evlenecek birini ararlar. Nihayetinde yakın köyde kalabalık, yoksul bir ailenin güzel gözlü, fakat baktığı yere dakikalarca bakan, boylu poslu, siyah saçlı, aldan al bir yüzü olan Sultan’ı, oğlumuza emsal olur mu, olmaz mı diye düşünmeden isterler. Ne de olsa durumları onlardan iyidir. Evlerinde her daim tencerelerine koyacak bir şeyler vardır. Emin Usta palamut alıp sattığı için her daim cebinde üç beş kuruş vardır. Demezler mi: “ Para dilsizi dillendirir, bilir bilmezi konuşturur! Emin Usta: “Biz buraya neye geldik, sizce de malum, biz Allah’ın emri peygamberimizin kavli ile kızınız Sultan’ı oğlumuza istemeye geldik. Sizce de münasipse şerbeti içip nişanımızı takar, harmanları kaldırdıktan sonra da davulu vurdurur düğünümüzü yaparız!” Bu yoksul aile için Emin Usta ile dünür olmak bir payedir, fakat bir taşla iki kuş da vurmak vardır. Nurullah’ın ablasını oğulları Selatin’e alabilirlerse yeme de yanında yat gibi bir şey olacaktır. Bu her ne kadar bir rüya olsa bile rüyaların hakikat olduğunu da şahit olmuşlardır. “Tamam olmasına tamam da biz de Allah’ın emri, peygamber efendimizin kavli ile kızınızı oğlumuz Selatin’e istiyoruz!” O anda gökten bir şimşek düştü sanki. Bir sessizlik toprak örtülü evin her yanını esir aldı. Toprak örtünün altındaki mertekleri, çalıları, toprağına karışmış çakılları, toprağı kendine yuva edinmiş börtü böceği şaşırtır. Onlar da oğulları Selatin’e, Neslihan’ı istiyorlardı, hem de öyle bir özgüvenle istemişlerdi ki: “Tamam, olmasına tamam da biz de kızınızı, oğlumuz Selatin’e istiyoruz!” Ne kadar kolay demişlerdi, hiç yüksünmeden, Neslihan’ı istemişlerdi. Birden Emin Usta, yerinden kalktı, toprak örtülü evin içinde gidip gelmeye başladı. Konuşmak için bir iki yeltendi, sözcükler boğazına düğümlenip boğmaya başladı: Neslihan mı, Selatin mi? “Biz gidiyoruz, kızımın fikrini alalım, “he derse tamam, olmaz derse olmaz!” O kadar hiddetlenmişlerdi ki hoşça kalın demeden çıkıp gittiler. Emin Usta evine bir hışımla geldi. Tahta merdivenleri ikişer, üçer çıkarak, oda kapılarını tek tek açıp Neslihan’ı göremeyince bir telaştır aldı. Acaba onun haberi mi oldu deyip korkusu tavan yapınca: “Neslihan, Neslihan!” “Efendim baba!” “Nerdesin kızım sen?” “Hiç nerde olacağım, evdeyim, telaşından beni görmüyorsun! “Ha iyi, evdesin yani?” “Nerde olabilirim baba?” “Ne bileyim birden bir korku kapladı yüreğimi telaşım ondandır!” “Evdeyim baba, nerde olabilirim ki?” “Odaya gelin, herkes gelsin, konuşmamı bitirinceye kadar, hiç kimse bir kelam etmesin, tamam mı?” Tamam deyip odaya geçtiler. Emin Usta her şeyi bir bir anlattı. Nurullah’ı, Sultan’ı, Selatin’i. “Durum böyle kızım, senin kararın benim kararım, ne dersen o olacak, söz ne dersen o olacak, ne dersen kabulümüz!” “Sen bilirsin baba, sen nasıl diyorsan, nasıl istiyorsan öyle olsun, tamam diyorsan, ben de tamam diyorum. Nurullah’ı düşünüyorum, onun vaziyeti aklıma gelince ölecek gibi oluyorum. Onun için canımı veririm ben, onun için kendimi feda ederim, ister insan azmanı olsun; isterse bilmem neden dönme olsun; sen ne diyorsan, o olsun!” Neslihan bunları dedikten sonra ev halkı mıh gibi çakılıp kaldı yerine Sokak lambaları çevresinde uçup duran böceklerden başka hiçbir hareket yoktu sokaklarda. Komşular ilk uykularını almışlardı çoktan. Öteden beri kasaba halkı erken yatıp erken kalkar, günü üstüne doğurmadan işine gücüne bakardı. Emin Usta, “Ben yatıyorum, hadi yatın, yatınca daha etraflıca düşünür sabah bir karara varırız. Hatta Selatin’i iş güveyi olarak alırız, onlar için bir boğaz eksik olsun da bir kaşık aş fazla değsin ötekilere derler, şimdi yatın. Yattılar, sabahın ilk ışıklarıyla kalktılar. Fadime Kadın tarhana çorbasını pişirmiş, bakır sininin üstüne koyduğu emaye çanağa boşaltmış, üstüne de tereyağı eritip gezdirmişti. “Haydi gelin, çorba hazır! Herif sen de çorbaya ekmek doğrayıver. Emin Usta’ya “herif” diyordu. Adını söylemek saygısızlık sayılırdı. Ya da “çocukların babası” derdi. Neslihan sen de kardeşine bak uyanmış mı, seslen gelsin” Neslihan, annesinin dediklerini duymuş, fakat hiçbir şey söylemeden evin çardağında yönünü çam Dede’ye çevirmiş, öylece duruyordu. Ne diyecekti babasına, onu mu kıracaktı, Ya Nurullah’ı hayat boyu yalnızlığa gark edecek, belki karamsarlık içinde ölümüne sebep olacak, ya da insan azmanı birine varacaktı? Güzeldi Neslihan iki belek örülü saçları kalçalarına kadar iniyordu. Yürüdükçe kalçalarını dövmesi alımını, güzelliğini çoğaldıkça çoğaltır. Yeşil gözleri sarı simaya pek yakışır. Gücü kuvveti yerindedir Neslihan’ın, elinden her şey gelir. Kimse bir kelime konuşmadan çorbayı yemiş, Allah bereket versin deyip sofradan kalkmıştı. Ocaklığın bir köşesine oturan Emin Usta: “Neslihan iyice düşündün mü kızım?” “Sen bilirsin baba” dedi yine Neslihan! “Sen bilirsin” dedi Fadime Kadın! Emin Usta yerinden kalktı, evin içini adımlamaya başladı. Gitti geldi, gitti geldi. “Madem sorumluluğu bana veriyorsunuz, ben tamam diyorum,” deyip çıkıp gitti. O önemli kararları verdikten sonra mezar çamına gider, anasının mezarının bir kıyıcığına çömelir bir zaman onunla dertleşirdi. … İki düğün de aynı anda yapıldı. Çifte davullar vuruldu, iki hane de aynı anda gelin evi oldu. İki hane de aynı anda yas evi oldu. Kasabada kız evine yas evi derlerdi. Düğünde kız evinden kimse oynamaz, ağız dolusu gülmezdi. Kız evi yas evi olduğu için ona sebep kimse eğlenmezdi. Kız evinden birisi düğünde oyuna kalkarsa ayıplanırdı. İki ev de hem düğün evi, hem yas evidir ya ona sebep çalınan havalar hep ağır havalardır. Gelin ağlatma havası Cezayir gelin çıkarken çalınır, gelinin “hem giderim, hem ağlarım,” diye bilinen deyimin hakikat olması sağlanırdı. Nurullah ile Sultan’ın, Neslihan’ın, Selatin’in düğünde de en çok Cezayir çalındı. Üç gün sürdü düğün, üç gün boyunca davulcusu, zurnacı durmadan çalmışlardı. Bugüne kadar hiç böyle bir düğün yapmamışlardı, kimse de böyle bir düğün görmemişti. Sanki eski Yunan tiyatrosunun tragedyası oynanıyordu. Sahne gerisinde bir ölüm olmuş, ön tarafta onun yası tutulmaktaydı. Emin Usta’nın evi hem gelin evi, hem yas evi olmuştu. Aynı çatı altında iki gerdek odası, aynı çatı altında iki kadın aynı anda bekâretine veda edecekti. Emin Usta’nın ahşap evi iki gelini, iki damadı aynı anda misafir etmenin bahtiyarlığına erişecekti. … Günler aylar, yıllar mutlu mesut akıp giderken Neslihan ile Selatin’in iki çocuğu olmuş, evlilikleri perçinlenmişti. Nurullah ile Sultan’ın onca tedaviye, onca hocaya, ocağa rağmen bir türlü çocukları olmamıştı. Sultan bir türlü gebe kalamamıştı. Emin Usta’nın uykuları kaçmaya başlamıştı yine. Biricik oğlunun çocuğu olmayacak mıydı şimdi, Allah ona da bir “topacık” vermeyecek miydi? Onlar doktor doktor dolaşırken, Nurullah’ın böbrek rahatsızlığı bu koşturmaya strese dayanamamış, tekrarlamıştı. O gece Nurullah’ın ağrısı dayanılmaz olunca Kamber Usta’nın arabasını kiralayıp Salihli Devlet Hastanesine götürelim dediler. Vakit gecenin ortasını geçmiş, ilk horoz ötümüne doğru akıp gitmektedir. Yollar düzgün olsa uçuracaktır Kamber Usta, yol stabilize kaplamadır. Yağan yağmurlarla malzemesi kalmamış, delik deşik olmuştur. Üstüne üstlük bir de dönemeçli olması Kamber’in hızlı gitmesine mani olmaktadır. Kaderine ver yansın eden Nurullah’ın bir de yolun cellâtlığı ömründen çalmaktadır... Emin Usta ile Fadime Kadın acının katmerlisini yaşamakta, oğullarının acısını hafifletecek bir şey yapamamanın çaresizliği ile bütün kutsiyetlere isyan etmektedir. “Biraz daha hızlı sür Kamber bizim canımız çıkıyor oğlum, haydi yetiştirelim Nurullah’ı!” Sabah ezanı ile hastaneye vardılar. Acil Servis’ten giriş yaptılar. Acildeki doktorun, Nurullah’ı tanıması işlemleri kolaylaştırdı. Derhal bütün tetikler yapıldı. Emin Usta, Sultan, bahçede kızılçamların altındaki banklara oturmuş, içeriden gelecek haberi beklemektedir. Aslında umutları yoktur, bugüne kadar kaç sefer araba tutup gelmişler; fakat bu sefer hiç umutları yoktur. Öğle olmuş, güneş çamların arasından yer buldukça yakıp kavurur insanları. Kızılçamların daimi konukları kargalar da sessizlik içindendir, adeta biraz sonra ne olacağını haber vermektir. Bir anons: “Nurullah Ayaz’ın yakını acil serviste bekleniyorsunuz!” “Tamam dedi Sultan, tamam dedi Emin Usta, Nurullah’ı kaybettik!” İçlerine doğmuştu. “Nurullah Ayaz’ın yakını” bir bıçak gibi saplanmıştı yüreklerine. Bu sesin rengi “yasımız var,” manasına geliyordu. Ağlamaya başladılar. Sultan kendini parçalıyor, Emin Usta hüngür hüngür ağlıyordu. “Siz durun dedi Kamber, ben gidip bakayım, hemen kendinizi bırakmayın, daha bir şey bilmiyoruz,” dedi. Acil servisteki Doktor, Kamber’e, “kurtaramadık Nurullah’ı, başınız sağ olsun, mekânı cennet olsun,” dedi. … Ağlarsa anam babam ağlar gerisi yalan ağlar derler ya. Üç ay sonra baba evine dönen Sultan renkli renkli giyinip kuşanmaya başlamıştır. Gençti Sultan yirmi beşinde bile yoktu. Hayatının bundan sonrasını bir başına geçirebilir miydi? “Güzelim, alımlıyım, taşı sıksam suyunu çıkarırım, ne yani bundan sonra bir başıma mı yaşayacağım, anamın babamın başını mı bekleyeceğim, benim de hakkım var yaşamaya,” deyip evlenmek isteğini sağda solda söylemeye başlar. Bu topraklarda hem genç olmak, hem dul olmak… zordur, hem de zorun ötesidir. Sultan daha önce komşu köyde bir düğünde görüp aşık olduğu Solak Osman gelir aklına, onun bekar olduğunu bilmektedir. Ne edip neyleyip haber iletmeliyim diyerek haber yollar Osman’a! Solak Osman’la boyu, boyuna denkti. Bugüne kadar yaşamadıklarını onda görebilirdi. Memnundu Nurullah’tan, bir güne bir gün kalbini kırmamış, gözünün üstünde kaşın var dememiş, hiç üzmemişti. Onun Allah’tan gelen hastalığı güzel günler görmelerine müsaade etmemişti. Sultan, Nurullah’ın ölümünün üstünden altı ay geçtikten sonra Solak Osman’la hayatında yeni bir sayfa açtı. 15.05.2020 Salihli

bottom of page