top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Sekiz Kız Babası

    Ankara, 10 Aralık 1963 Ahmet, 7 Aralık tarihli mektubunu dün aldım. Öğretmeninizin anlattığı olay gerçekten çok acıklı. Elsiz çocuğun, müdürün tokadıyla yere düşmesi gözümde canlandı. Çok üzüldüm. Hikmet adında bir arkadaşım var. Bana bir sır açıkladı. Sana yazayım mı diye çok düşündüm. Yazmakta bir sakınca görmüyorum. Hikmet, bana anlattığı olayı, sınıftaki arkadaşlarımızın duymalarını istemiyor. Ben de ağzımı sıkı tuttum, kimseye bişey söylemedim. Ama sen nasıl olsa Hikmet’i tanımıyorsun. Onun anlattıklarını sana yazmakla, bana verdiği sırrı açıklamış olmuyorum. Öyle değil mi? Arkadaşımın sırrını gevezelik olsun diye yazmıyorum sana. Beni çok düşündüren bu konuda senin ne düşündüğünü öğrenmek istiyorum. Burdaki okula başladığım ilk günlerde, sınıf arkadaşlarım içinde Hikmet, hiç de öyle dikkatimi çekmemişti. Çünkü silik, sessiz bir çocuktu. İlk günler ben onu oğlan sanmıştım. Oğlan çocukları gibi giyiniyor, saçlarını da oğlanlar gibi kısacık kestiriyor. Çok da zayıf... Üstelik ne oğlanlarla, ne kızlarla arkadaşlık ediyor, içine kapanık bir çocuk. Hikmet adı da, hem kız hem oğlan adı... Bigün beden eğitimi dersinde öğretmenimiz kızları biyana, oğlanları biyana ayırınca, Hikmet kızlar topluluğuna katıldı. Çok şaştım buna önce. Hikmet’in kız olduğunu işte o gün öğrenebildim. Bunun üzerine Hikmet’e ilgim arttı. Geçenlerde bir sabah Hikmet okula pek üzgün geldi. Neye üzüldüğünü sordum. Önce söylemek istemedi. Üsteledim. O zaman, – Doğrusu ben de anlatmak, biraz açılmak istiyorum ama, duyulacak diye çekiniyorum... dedi. Arkadaşlarımıza söylemeyeceğime söz verince anlattı. Bunlar sekiz kardeşmiş, sekizi de kız... Oysa Hikmet kimi günler okula ağabeyiyle geliyordu. Bunu söyleyince, – O benim ağabeyim değil ablam, dedi; ama erkek kılığında gezdiği için onu herkes erkek sanır. Kardeşlerinin hepsi de erkek gibi giyinirlermiş. – Niçin? diye sordum. – Çünkü babam öyle istiyor, dedi. – İyi ama, bunda üzülecek ne var? Babası, oğlan çocuğu olmasını çok istermiş. İlk çocuğu kız olunca, çok bozulmuş. Bütün umudunu, ikinci çocuğunun oğlan olmasına bağlamış. Dahası, çocuk doğmadan, ona bir oğlan adı bile koymuş. Sanki, doğmadan oğlan adı konursa, çocuk da adına uymak için oğlan olacakmış gibi... Artık, adamın şanssızlığından mı, yoksa terslik mi, ikincisi de kız doğunca, üzüntüsünden günlerce kimseyle konuşmamış. Tanıdıkları, “Daha çok gençsin, çok çocuğun olur,” diye avutmaya çalışmışlarsa da, adam, “Olmasına olur ama, ya onlar da kız olursa...” diye dertleniyormuş. Karısı üçüncü kez gebe kalmış. Artık üst üste üçü de kız olacak değil ya... Yine bir erkek adı koymuş doğacak çocuğuna. Bununla da yetinmemiş, karısı doğumevine gidince, o gece doğacak oğlu için dostlarına büyük bir ziyafet vermiş. Ziyafetin ortasında doğumevine telefon edip de bir kızı daha olduğunu öğrenince deliye dönmüş. Üçüncü çocuğunun da kız olmasından öyle utanmış ki ziyafet sofrasındaki konuklarına, oğlu olduğu yalanını söylemiş. O gece yalandan çok sevinçli görünmüş herkese. Karısına ve evdekilere de yeni doğan çocuğun kız olduğunu söylemeyi yasaklamış. Üçüncü kızdan sonra, artık karısının oğlan doğurma yeteneğinden yoksun olduğunu anlamış; karısından umudunu kesince onu boşamış, başka bir kadınla evlenmiş. Bu kadın da kız doğurmaz mı? Hem de ikiz... Üstelik bir de haber almış: Boşandığı eski karısı, başka biriyle evlenip bir oğlan doğurmuş. Adam, “Ben ne budalayım, eski karımı, tam oğlan doğurmak sırası gelince boşadım,” diyormuş. Üst üste beş kız babası olmak, adama çok ayıp geliyormuş, “Artık kimselerin yüzüne bakamam!” diye, alıp başını gitmiş uzaklara. Aylar sonra dönmüş, ikinci karısını da boşamış. Hikmet, bunları bana, başkalarından duyduğuna göre anlatıyordu. Beş kız babası olan adam, bu kez, ille de oğlan babası olmayı kesinleştirmek için, daha önce üç oğlan doğurmuş bir dul kadınla evlenmiş. Bu kadın, üst üste üç oğlan doğurduğuna göre, oğlan doğurmaya alışıktır diye düşünmüş olmalı. Evleniyorlar. Adam doğacak altıncı çocuğuna yine erkek adı koyuyor. Gebe karısını doğumevine gönderdiği gece de yine dostlarına çok büyük bir ziyafet çekiyor. İkide bir, telefon ediyormuş doğumevine. Vakit geceyarısını geçmiş. Adam, telefondan asık yüzle dönmüş, suratından düşen bin parça... Konuklar merakla, – Oğlan mı, kız mı? diye sormuşlar. Adam bıyıklarını burarak, – Erkek adamın erkek çocuğu olur, diye böbürlenmiş; ama öfkeden de bıyıkları titriyormuş. İşte, arkadaşım Hikmet’in doğumu böyle olmuş. Altıncı da kız olunca adam bütün umudunu yedinciye bağlamış. Ama o da kız olmuş. Bundan sonra epey zaman çocuğu olmamış kadının. Bu yüzden karısını boşamak üzereyken Hikmet’in annesi gebe kalmış yeniden. Kadın, doğumevine giderken kocası, – Bu sefer de kız doğurursan hiç eve dönme boşuna, seni boşarım, demiş. Zavallı kadın doğum sırasında, “İnşallah oğlan doğururum!” diye dua edip durmuş ama boşuna... Yine kız doğurmuş. Bunun adı da önceden Suat konulmuş. Eh Suat, hem kız, hem oğlan adı... Kadıncağız, durumunu doğumevinin başhemşiresine ağlayarak, yana yakıla anlatmış. Kocası telefonda sorunca, oğlu oldu, demesi için yalvarmış. Kadına acıyan başhemşire de, adam telefon edince, – Müjde, tosun gibi bir oğlunuz oldu!.. demiş. Hikmet’in babası, koşup doğumevine gelmiş. – Aman, oğlumu göreyim!.. diye tutturmuş. Göstermişler çocuğu, ama kundaklı göstermişler. Olayı böylece bana anlatan Hikmet, – Üç aydır evimizde çok mutluyduk, dedi. Babam Suat’a hep “veliaht” yada “prens” deyip duruyordu. Anneme de kraliçeymiş gibi davranıyor, hediyeler alıyordu. Bize bile, kız olduğumuz için, eskisi kadar çok kızmıyordu. Biz evde hepimiz, babamın Suat’ı çıplak görmemesi için elimizden ne gelirse yapıyorduk. Annem, babam evde yokken Suat’ın altını değiştiriyor, bezlerini çıkarıyordu. Babamın yanında onu yıkamıyordu. Nasıl olsa babam bigün gerçeği öğrenecekti. Ama biz o zamanı geciktirmeye çalışıyor, o zamana kadar da babamı yumuşatacağımızı umuyorduk. Çok keyiflendiği zamanlar babam bize, “Hepiniz oğluma feda olsun!” diyordu. Babam ikide bir, “Prensimi ben yıkayacağım!” diye tutturuyor, o zaman annem korkuyla çocuğu elinden kapıp, “Aman olmaz, nezlesi var!..” gibi bir bahaneyle işi savsaklıyordu. Ah... İki gece önce, en sonunda olanlar oldu. Hepimiz yatmış, uyuyorduk. Korkunç bir gürültüyle uykumda sıçradım. Bağıran babamdı. Annem ağlıyordu. Her nasıl olmuşsa o gece babam, Suat’ın oğlan olmadığını görmüş. Çocuğu tek eliyle bacaklarından tutup kaldırmış, “Beni kandırdınız... Aldattınız!.. Hani bu oğlandı, nerde?” diye bar bar bağırıyor, çocuk da avaz avaz ağlıyordu. Çocuğu fırlatıp annemin kucağına atan babam, – Defolun!.. Oğlan diye kandırıp boşu boşuna bana o kadar masraf yaptırdınız... Hepiniz gidin evden!.. diye bizi kovdu. O geceyi bir komşu evinde geçirdik. Hikmet anlatırken ağlamaya başladı. Babası, annesini boşayacakmış. Sekiz kız babası olan adam gözümün önüne gelince, beni önce bir gülme aldı, ama sonra ben de Hikmet’le ağladım. O gün okuldan eve dönünce anneme, – Ablam doğunca babam sevinmiş miydi? diye sordum. Annem, – Sevinmez olur mu hiç, elbet sevindi!.. dedi. – Ama arkadan ben doğunca? Yine sevindi mi? Annem, – Saçmalama! diye bağırdı. Ben üsteledim: – Benim de kız olduğumu öğrenince yine de sevindi mi? – Oğlan umuyordu. – Ama benden sonra Metin doğunca, oğlu oldu diye çok sevinmiştir, değil mi? – Evet, çok sevinmişti de arkadaşlarına bir büyük ziyafet bile vermişti. – Ya üçüncü çocuğunuz da kız olsaydı? – Ne yapalım, öyle olurdu... – Babam, oğlan olsun diye bir çocuk daha ister miydi? – İsterdi belki... Ama ne diye bunları sorup duruyorsun? – Hiç, sordum işte. Boğazıma bir düğüm takıldı. Annemin yanından çıktım. Hikmet’in anlattıkları beni çok etkiledi. O günden beri hep düşünüp duruyorum: Kız olmak, daha doğuştan bir şanssızlık mı? Sen erkek olduğun için, doğuştan şanslı sayılırsın. Bu konuda senin ne düşündüğünü öğrenmek isterim. Annem, deminden beri içerden, – Lambanı söndür de yat artık! diye söyleniyor. Çok geç oldu. Yatacağım. Yarın okul dönüşü, bu mektubu postaya vereceğim. Hoşça kal kardeşim Ahmet. (Şimdiki Çocuklar Harika'dan)

  • Sarı Sıcak

    Çocuk : “Anam,” dedi, “anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.” “Gene uyanmazsan?” “Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.” Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı. “Ya gene uyanmazsan?” “Öldür beni.” Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Canım” dedi. “Uyanmazsam...” Çocuk düşündü. Birden : “Ağzıma biber koy,” dedi. Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü. Çocuk boyuna yineliyor: “Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!..” Ana : “Can!” diyor. “Biber çok acı olsun.” Şımarıyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor: “Acı biber, kırmızıbiber... Bir yaksın ki ağzımı... Bir yaksın ki... Hemencecik... Hemencecik uyanayım.” Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. Bunaltıcı bir yaz gecesi... Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay... Yatak ekşi ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar : “Sabaha kadar uyumam.” Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor. Sevinci bir an sönüverip, içine korku giriyor : “Ya uyursam.” Kendi kendine hep yineliyor : “Uyumam. Uyumam, işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?” Az sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor: “Yavrum,” diyor, “uyudun mu?” Osman hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osman’ın içinden ılık ılık bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor. Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl şaşırtacağında. Ana uyumuş, Osman yatakta dönüyor. Gözkapakları ağırlaşıyor. Osman kendini öyle kolay kolay bırakmıyor. Bir an kalkıp derin derin soluk alan anasının yüzüne bakıyor. Yüz, ay ışığında bembeyaz parlıyor. Örgülü gür saçlar, şimdi daha kara görünüyor. Örgülü uzun saçlar, yastığın beyazlığında çöreklenmiş. Örgülerde pırıltı. Uzun zaman saça, bembeyaz yüze bakıyor. Sonra başı ağırlaşıp yastığa düşüyor. Gece yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında yatan ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor. Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su gibi dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor, gülümsüyor. Sabahleyin anasının boynuna sarılıyor. Kolları anasının boynunda... Ay, batıdaki ovaya doğru inmiş, bir ucu toprağa değecek gibi. Neredeyse kızarıp batacak. Doğudaki dağların arkasından ince, ak bir ışık kümesi fışkırırcasına usuldan usuldan dağların tepeleri ağarıyor. Köyün sığırları böğürmeye, köyde her şey canlanmaya başladı. Ana diz çöküp çocuğun üstüne yumulmuş, kımıldamadan bakıyor. Çocuğun başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk bile almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal meyal... Ana durup durup içini çekiyor... Çocuk bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi. Kol bir başparmak kalınlığında ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış... Ananın gözü kola takıldı kaldı. Sonra, derinden “Of!” dedi, “yavrum ooof...” ; Kımıldadı. İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun1 sazlarının üstüne düşürüyordu. Ana hışımla, “uyandırmam” dedi. “Uyandırmam. Acımızdan öleceksek de ölelim. Bir çocuğun çalışmasından ne olur?” Gözleri incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına neden varmadığına şaşıp kalıyor. “Acımızdan öleceksek de ölelim.” Uzun, örgülü saçını ağzına alıp hırsla çiğnedi. Aşağıdan kocası bağırdı “Gene uyanmadı mı?” Kadın, okşar, yalvarır bir sesle : “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak kadar. Kemikleri kırılacak, öyle ince işte...” Koca huysuzlandı : “Bugün mutlak uyanmalı. Uyanmalı diyorum sana! Çalışsın, alışmasın tembel. Çocuklukta pişmeli.” Kadın, mırıltı halinde, korka korka : “Kolu öyle ince ki...” dedi. Çocuğun başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu çatır çatır sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu. Aşağıdaki huysuz ses : “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara. Bu gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?” Kadın : “Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki... Onun çalışması bizi zengin mi edecek?” Erkek : “Şimdiden çalışmaya alışmazsa...” dedi. Kadın çocuğun saçlarını okşadı. Usuldan: “Osman’ım,” dedi, “Osman’ım, kalk. Yavru kalk. Gün ışıdı Osman’ım.” Çocuk inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü. Osman’ım, yavrum! Gün işiyor...” Çocuğu omuzlarından tutup kaldırdı. Öylesine yavaş tutuyordu ki... Sanki kırılıp dökülecek... Yatağına geri yatırdı. “Uyanmıyor işte, uyanmıyor. Öldürüyüm mü?” Hızla çardaktan aşağı indi. Çardak beşik gibi sallandı. Erkek köpürdü : “Allah senin de belanı versin, onun da... Uyanmıyormuş!” “Uyanmıyor işte napayım!” Erkek sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan tutup kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip kadının önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi. Kadın çocuğuna baktı baktı: “Allah kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla kapıp bağrına bastı. Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı. Kendine gelen çocuk : “Ana!” dedi. “Can!” “Ağzıma kırmızıbiber mi koydun?” Bu sırada Mustafa Ağanın arabası gelip evlerinin önünde durdu. “Osman...” Osman koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu. Ana, Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynep’i bir kenara çekip : “Kurban olayım Zeynep, Osman’ı kolla, çocuk... Bir deri bir kemik...” dedi. Zeynep: “Korkma bacı, Osman’ı incitir miyim hiç?” Tarlaya geldiler. Daha gün doğmamış... Orak makinesinin düzgün sıraladığı desteler çiyli... Ot ve ıslak ekin kokusu... Kızağa atı koşup, desteleri yüklemeye başladılar. Kızakta çift yerine tek at koşulu... Atın başını Osman çekiyor, kızak dolar dolmaz, kuş gibi, harmana götürüp getiriyor... Kızağı yükleyenler arada Osman’a takılıyorlar. “Nasıl, Osman?” “Yaşa, Osman!” Osman seviniyor... Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvarlağını andıran güneş karşı dağların ardından çıktı... Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle görülür görülmez bir buğu yükseliyor. Gökte parça-parça ak bulutlar dönüyor... Osman, harmanla desteciler arasında mekik dokuyor. Osman canlı, dipdiri. Zeynep, ikide bir : “Ha Osman’ım. Aslan Osman’ım...” diye Osman’ı okşuyor. Gün tepeye doğru yekindi. Ortalık ışığa boğulmuş... Topraktaki ekin saplarına, destelere vuran gün şavkıyor... Işıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz binlerce, birbirine dolanmış ışık ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor. Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor. Osman kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış... Gömleğinden de ter fışkırmış... Sabahki canlılık!.. Şimdi Osman yürürken ayakları birbirine dolaşıyor. Neredeyse düşüp atın ayakları altında kalacak... Osman tutuyor kendisini. Toprak da kızgın demir gibi. Osman her ayağını basışta bir sıçrıyor. Bu yüzden yürüyüşü bir acayip. Kızak gelinceye kadar, desteci kadınlar, ağızları yukarı, destelerin üstüne, güneşin alnına yatıp yorgunluklarını çıkarıyorlar. Osman boyuna gökyüzüne bakıyor... Bir parça bulut... Bazen bir ak bulut gölgesi, üstlerinde bir an kalıp geçiyor... Gözler bulut gölgesinin arkasında... Gün tepede... Ekin sapları çatırdıyor. Yarılmış, kızgın toprak, Osman’ın ayaklarının altında... Osman’ı habire hoplatıyor. Canını dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın bir demiri sokuyorlar gibi... Sıcak... Dünya kamaş kamaş... Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor. Zeynep deste yüklerken Osman’a dönüp baktı. Baktı ki Osman’ın bacakları zangır zangır titriyor. “Osman,” dedi. “Osman... Osman’ım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne bindireyim.” Kaldırdı atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının titremesi durmamıştı. At üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan atlayıp Zeynep’e doğru yürüdü. Zeynep: “Neden atı bıraktın Osman? Ya kaçarsa?” Osman yanına yaklaşıp elini tuttu: “Bak,” dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.” Koşa koşa atın başına döndü. Sıcak boğucu... Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osman’ın bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek... Gözü dört bir yanı görmüyor. Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor. Derken öğle paydosu. Sıcağın altında yemek... Kan gibi ılık su. Zeynep’in tüm yalvarıp yakarmalarına karşın Osman ağzına bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su içti... Zeynep akıl etti de başına bir kova su döktü. Çocuk ondan sonra artık kendisine gelebildi. İşe kalkarlarken Zeynep : “Osman’ım,” dedi, “sen git otur gayrı. Atı başkası götürsün.” Osman : “Olmaz, Zeynep teyze,” dedi, “ben götürürüm. Hiç yorulmadım.” Atı elinden alınca Osman oturup hüngür hüngür ağlamaya, “Ben yorulmadım. Vallahi yorulmadım,” demeye başladı. Bir kocakarı: “Bindirin ata şunu... Düşsün de atın ayağının altında parçalansın it eniği!” dedi. Osman: “Vallahi düşmem, billahi düşmem. Ben yorulmadım ki!” Bindirdiler. Bindirdiler ya, Osman’ın üç dönüşten sonra başı dönmeye başladı. Kendini sıkıyor. Bir an geldi, atın üstüne boylu boyunca uzanıp yelesine ellerini doladı. Zeynep işin farkına varıp atın üstünden Osman’ı aldı. Osman kendinde değildi. Götürüp bir destenin üstüne yatırdı. “Yavru,” dedi, “yavru. Ne de inatçı...” Sonra Zeynep gene su getirip başına döktü. Güneşe karşı durup gölge etti. Osman neden sonra ayıldı. Akşama, iş paydos edilinceye kadar, Zeynep’in koyduğu destenin üstünde, bomboş gözlerle, bir topak olup çalışanlara baktı. Utancından başını yerden kaldıramıyordu. Paydosta Zeynep Osman’ın elinden tutup arabaya bindirdi. Çocuk yumuşacık bir külçe gibiydi. “Osman’ım,” dedi, “bugün sen çok iyi çalıştın. Mustafa Ağa hakkını fazlasıyla verecek...” Osman şaşırarak : “Verir mi ki?” diye sordu. “Sen çok çalıştın.” Osman canlanır gibi oldu. Tüm aile toplanmış, dışarda, kapının önünde yemek yiyor. Ötede araba, arabaya bağlı atlar. Atlar başlarını taze ota sokmuş, hışırtıyla, sanki otu sömürüyorlar. Ortalığı taze bir ot kokusu almış... Karanlık perde perde iniyor. Atların az ilerisinde de Osman. Tarladan geldiğinden beri dikilmiş duruyor. Sabırsız, gözü yemek yiyenlerde. Yemek yiyenler Osman’ın farkında değiller. Osman bekliyor. En sonunda sabrı tükenip öksürüyor. Osman dört dönüyor. Yerden bir çubuk alıp gürültüyle kırıyor. Yemek yiyenler oralı değil. Sonra Osman kırdığı çubukla tozlara daireler, çizgiler çiziyor. Çubuğu olanca gücüyle toprağa sürtüyor. Çubuğun toprağa sertçe sürtülmesinden çıkan sesler... Osman muradına eremiyor. Yemek yiyenler konuşup gülüşüyorlar. Osman sinirleniyor. Habire çubuğu toprağa sürtüyor. Yaptığı çizgileri ayaklarıyla geri kapatıyor. Çubuğun ucu toprakta... Osman koşa koşa çubuğun etrafında dönüyor. Sonra yemek yiyenleri unutup kendini salt oyununa kaptırıyor... Çiziyor, çiziyor, kapatıyor. Birden bir ses... Çubuk elinden düştü. Donakaldı. Bırakıp kaçacak, kaçamıyor. Mustafa Ağanın karısı hayretle: “Aman,” dedi, “Osman! Osman bu... Gel Osman!” Osman yerinden kımıldamıyor. “Gel Osman’ım, otur da yemek ye!” Osman aldırmıyor, susuyor. “Seni anan mı gönderdi?” Osman’ın başı yerde. Kaldırmıyor. “Sen tarladan gelince eve gitmedin mi yoksa deli oğlan? Anan seni şimdi arar, merak eder. Kocasına eğilip bir şeyler söyledi. Sofradakiler gülüştü. Osman’ın içinden boyuna kaçmak geçiyor. Geçiyor ya, yerine mıhlanmış gibi. Mustafa Ağa : “Bakın hele şu bana, Osman’ın hakkını vermeyi unutmuşum...” dedi, kesesini çıkarıp Osman’a bir yirmi beşlik uzattı. Osman kaşla göz arası parayı kaptı. Bir “Aloooş...” çekip, fırladı. Koşa koşa eve gelip soluk soluğa anasının boynuna atıldı. “Al!..” dedi. Ana, yirmi beşliği üç kez başında döndürüp dudağına götürdü.

  • Kolera Günlerinde Aşk

    GARCİA MARGUEZ'in ünlü romanı "Kolera Günlerinde Aşk", bırakılmış bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayarak yaşlılığın alacakaranlığına dek süren yarım yüzyıllık aşkının öyküsü. "Marquez"in, ustalığı, bu öyküyü bir destana dönüştürüyor: aşkın, deli-akıllı, yabanıl-evcil, tensel, romantik tüm biçimlerinin pastoral bir şiirin büyüsüne büründüğü bir destan. On dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla dönüştüğü bir zaman dilimini kapsayan bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştiriyor yazar. Roman boyunca, aşk acılarının lirik rüzgarlarının esintileri arasında, Marquez'in, insancıl mizahı, sürekli olarak duyuruyor kendini. Bu nitelikleriyle, "Kolera Günlerinde Aşk", Marquez'in başyapıtı sayılan "Yüz Yıllık Yalnızlık"ın yanında tartışılmaz bir biçimde yerini alıyor. Kitaplarının film yapılmasına karşı çıktığı söylenir Marguez'in. Ne var ki yine de bir çok kitabı film oldu. İzleyeceğiniz film de bunlardan biri. Kitap tadında olmasa da bir salgın sürecinden geçtiğimiz şu günlerde ilginç gelebilir.

  • Veba

    "Albert Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında "Veba"dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus'nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. "Veba", insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand'ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur.(Kitabın arka kapağından) 1913 yılında Cezayir Mondovi- Dreaan-doğumlu olan, Albert Camus babası işçi, cahil ve fakir bir ailenin çocuğuydu. Annesi de okuma-yazma bilmeyen İspanyol asıllı cahil bir kadındı. I. Dünya Savaşında babasını kaybedince annesi tarafından büyütülmüş, 1940 yılında Paris'e gelmiş ve bu romanını anayurdunu işgal eden Fransa’ya bir tepki olarak yazmıştı. Kitap 1947’de yayınlanmıştır. Hayat bir saçmalıktır diyen, Varoluşçu felsefenin temsilcilerinden de sayılan A.Camus, bu kitabında rastlantıyla değil bilinçle direnen kişiler yaratır. Kitabı okurken sık sık aklıma erdem kavramı geldi. Erdemli insan olmak, daha doğrusu öyleymiş gibi davranmak, yaşamsal herhangi bir zorlukla karşılaşmayan kişiler için çok daha kolaydır... Konu üzerine farklı ortamlarda türlü türlü vaaz etmek de tabii. Kitapta da görüleceği üzere çıkarlar söz konusuysa, hele de salgınlarda olduğu gibi yaşamsal boyutlara ulaşmışsa, erdem denilen olgu ilk gözden çıkarılan olagelmiştir sıklıkla. Öyle ki kişinin kendini haklı kılan açıklamalarıyla görünmez olur neredeyse, hayalete dönüşüverir birden. Veba erdemin ve erdemsizliğin kitabı da sayılabilir. Kitapta yer alan Doktor Rieux ''erdemli insan''a muhteşem bir örnektir. Ülkemiz edebiyatında ilk akla gelen, Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanı da bu konuya ustalıkla ve kapsamlı olarak değinenlerdendir. Şimdiye değin okuduğum, içeriğinde salgını işleyen ikinci kitap olma özelliği de taşıyor ''Veba''. Bir önceki ise onu da yakınlarda okumuştum, Saramago'nun Körlük isimli kitabıydı. Her ikisinde de insan yaşamını ciddi boyutta tehdit eden bir salgının, yönetilmesinden, insanlar üzerindeki psikolojik, ekonomik etkilerine kadar birçok zorluğundan söz ediliyordu. ''Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka deyişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçekdışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider; önlemlerini almadığından da başta hümanistler gider.'' Durup düşündüğümüzde yazarın ele aldığı vebanın toplum üzerindeki bu boyutunu, hatta kitabında yer verdiği tüm boyutlarını Corona sürecinde biz de yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Korona salgını başladığı günden itibaren toplumlarda felaketi tam anlamıyla ciddiye almamaları, yetkililerin işin boyutunun önü alınmaz hale gelmesini katı ve sistemli tedbirlerle engellemek yerine işi ağırdan almaları, vb. gibi daha pek çok şey... Hepsini gördük, yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Tek fark dünya çapında ve daha büyük bir felaket oluşu, bir de o döneme göre tıbbi açıdan imkanların daha kapsamlı oluşu denilebilir. Ne var ki şu anki ederlerle bile 4 milyona yaklaşan ölü sayısıyla Corana çağın Vebası olmaya aday gibi. Veba isimli kitabın bir özelliği de, Albert CAMUS'un Fransa'nın Cezayir'i işgal etmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmek ve Cezayir halkını bu konuda harekete geçirmek için yazdığının düşünülmesidir. Kitabın bir diğer kaleme alınma amacı olarak, Nazilerin yaptığı soykırıma üstü kapalı bir tür gönderme olabileceği görüşü dillendirilmektedir. Kitap oldukça anlaşılır, kavraması kolay bir dille, edebi teknikler abartılmadan yerli yerinde ve yeterince kullanılarak yazılmış. Dolayısı ile de Saramago'nun salgına dair kitabı Körlükten bu anlamda ayrılmış. Yani gereksiz ve tekrara düşen ayrıntılarla yazar okuyucularını daha önceki bölümlerde gezdirdiği sokaklarda yeniden dolaştırmamış. Cezayir Mondovi- Dreaan'de 1913 yılında doğmuş olan kitabın yazarı Albert CAMUS'un yazarlık yaşamı başlı başına bir mucizedir. Çünkü yazar, insanlık tarihinin en zorlu zamanlarının birinde işçi, yoksul ve okuma yazma dahi bilmeyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş; sonrasında da küçük yaşlarda, birinci dünya savaşında babasını kaybetmiştir. Hal böyle olunca CAMUS'un, dünyaca ünlü bir yazar oluşu, 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne hak kazanışı, bir tür mucize değildir de nedir! Albert CAMUS anayurdunun 1954 Yılında giriştiği Cezayir Kurtuluş Savaşının çıkma sebebi olarak Mısır liderliğindeki Arap emperyalizmi ve Rusların bir girişimi olduğunu düşündüğü için bu savaşta Fransa'yı desteklemiştir. Varoluşçuluk ile birlikte ele alınan “Absürdizm” ile ilgilenmiş ve bu alanın en tanınan yazarlarından olmuştur. Bu düşünce akımının gelişmesinde önemli bir yer tutan yazarın makalelerinde “Dualimz” göze çarpar. Camus varoluşçuluğu hakkında şunları söylemiştir; “Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı “Sisifos Söyleni”dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.” Trafik kazasında ölmenin en absürt ölüm şekli olduğunu yazan Albert Camus'un yaşamını 4 Ocak 1960 yılında böyle bir kaza sonucu kaybetmesi de oldukça ilginçtir. ESERLERİ Romanları: Yabancı(L’Étranger-1942), Veba (La Peste-1947), Düşüş(La Chute-1956), Mutlu Ölüm(La Mort heureuse-ölümünden sonra, 1970), İlk Adam (Le premier homme-ölümünden sonra, 1995) Hikayeleri: Sürgün ve Kralık (L’exil et le royaume-1957) Oyunlar: Caligula (1938`de yazıldı, 1945’de oynandı), Ecinniler (Les Possédés-1959) Denemeler: Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe-1942), Denemeler, Tersi ve Yüzü(L’envers et l’endroit-1937), Başkaldıran İnsan (L’Homme révolté-1951), Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar (Lettre a un ami allemand-1945)

  • Çay Sıcaklığında Anne Kokusu...

    Çay hazır, ekmek sıcak, gün başladı mı usta? (Refik Durbaş) Çocukluğumuzda bizim evde çay ve kızarmış ekmek kokusu ile gün başlardı. Annem sabah uyanınca çayı demler evin içi mis gibi sabah çayı ve tarhana kokusu kaplardı. Babam işe gitmeden çayını içer sabah güneş doğmadan işe giderdi. Akşam üstü gelme saatine yakın çaydanlık ocağa konur geliş saatinin kokusu duyulurdu evde. Babam bir bardak çayı içtiğinde oh yorgunluğum geçti der yılların ve güneşin yüzünde oluşturduğu hafif çizgilerle tebessüm ederdi. Gülümseyince evin içi sımsıcak ısınırdı. Babaannem babam ve annem birlikte çay içer sohbet ederlerdi. Biz çocuklar bütün günün yorgunluğunda sobanın başında sıcaklıkla kıvrılıp uyuya dalardık. Babaannem görmüş geçirmiş bir bilge kadındı. Annemle, gelin geldiği günden beri aynı evde anne kız gibi yaşamışlar. Birbirlerinin hatalarını hoş görmüşler. Biz onların kavga ettiklerini görmezdik. Birbirleri ile küsseler bile haberimiz olmazdı. Bir sabah annem çayı demlemiş. Çay içmeden babaanneme vermeden evin alt katına inmiş. Babam hazır olan çay bardaklarına çayı doldurdu. babaanneme götürüp verdi. Babaannem “çayı neden gelin getirmedi yoksa bana küstü mü? Çayı o getirmeden ben içmem.” dedi. Babam “ Anne olur mu öyle şey. Onun işi var aşağıya indi “ dedi. Annem sanırım konuşmaları duymuş yukarı çıktı. Çayı bardağa doldurdu. “Anne neden sana darılayım. İşim vardı çayı demleyip aşağıya indim.” dedi. Babaannem “ peki o zaman otur çayı beraber içelim sonra gider işini yaparsın” dedi. Birlikte çaylarını içtiler gülerek sohbet ettiler. Aralarındaki o görünmeyen kırgınlık çayın sıcaklığında erimişti sanki. İşte o çocuklukta kalan hali ile benim için çay saygı, sevgi, aile sıcaklığı ve hayatı paylaşmaktır. Demli bir bardak çayın sıcaklığı sıcaklığı elimi, buharı gözlerimi ve yüreğimi ısıtır. Evinizden sevgi huzur sağlık ve mutluluk, yüzünüzden tebessüm pencerenizden gün ışığı hayatı paylaşacağınız sevdikleriniz ve dostlarınız hayatınızdan eksilmesin. Sevgiyle kalın Semihat Karadağlı/ 27.04.2019/ İzmir Fotoğraf: Semihat Karadağlı

  • Usuldur Sesi

    baharı müjdeliyordur ve onun kadar delikanlı sizin de yağmurlarınız vardır mutlaka ıslaktır da yeri gelmişken yağmurlu bir mektup bu ve size yazılıyor o yüzden bazı sözcükler ve cümleler karışık sonunda da sarılabilirler birbirine bence o sokulmalarda bir sakınca yok sonuçta yazılan bu, ki bir sevişmedir her mektup çoktan gitmiş olsa da uzaktan, eski bir sevgiliye biliyorsunuz hiç olmadığı kadar hazindi bu yıl yapraklarımın içime dökülüşü gün olup devran döndüğü yerde rüyalarınıza giren cadının ben olmayışı, bir de süpürgemin kırılışı böyle bir zamanda en büyük talihsizlikti durumdan istifade derelerin doğurganlığı arttı artık onlar alabildiğine dişiydi kış aralıksız yağmurlarla tanışmışken o derelerde sular sellere karıştı aktıkça aktı sonunda öbek öbek yığılan yapraklar içimden silinip gitti bu aralar kanımın her damlasında dolaşıp duran bir heyecan var yeniden varoluşun sancısı hücrelerimde kaynaşan tohumların çatlama telaşı gibi bir şey birazdan yemek de yaparım her zamanki gibi öyle yapmalısınız öyle yapıyorum bahar kalmalı şimdi.

  • Evlat Edinilen Çocuklar

    - KÜÇÜK AYŞE’NİN HİKÂYESİ- Annenin karnında değil yüreğinde büyümek Meslek hayatım boyunca evlat edinme davalarının bendeki yeri ayrıdır. Her evlat edinme davası kendi içinde ayrı bir hüzün, ayrı bir mutluluk barındırır. Yaklaşık 15 sene önce bir müvekkilimiz yakınlarının bir çocuğu evlat edinmek istediğini, yardımcı olup olamayacağımı sordu. Kendilerine yardımcı olacağımı söyledim. Ali ve Fatma büromuza geldiler. Her ikisi de 45 yaşını bitirmiş 25 yıllık evli bir çiftti. Ali dolmuş şoförlüğü yapmakta Fatma ise tekstil işinde çalışıp emekli olmuş birisiydi.25 yıllık evliliklerinde çok istemelerine rağmen çocuk sahibi olamamışlar ve bu nedenle evlat edinme kararı almışlardı. Ali orta boylu zayıf hafif kırlaşmış saçları olan yüzünde yaşamın kendisine yüklediği sorumlulukların ağırlığını gösteren çizgileri taşıyan bir adamdı. Gülümsemesi bile bu izleri silmiyor aksine derinleşiyordu. Ayşe ise kocasının aksine hafif toplu, güler yüzlü yılların yorgunluğunu gözlerinde taşımasına rağmen mutlu bir insan görüntüsü çiziyordu. Ali ve Ayşe ile hukuki durumlarını konuştum ve evlat edinmek istedikleri çocuk ve ailesi hakkında gerekli bilgileri aldım. Yaptığımız görüşme sonucunda evlat edinecekleri çocuğun anne ve babasının avukatlığını üstlenip hukuki işlemlerin sonuçlanması işini üstlenecektim. Görüşmemizin ertesi günü evlat edinilecek bebeğin olduğu dağ köyüne yola çıktık. Arabayı Ali'nin teyzesinin oğlu olan eski müvekkilimiz Ahmet kullanıyordu. Yol yaklaşık 2 saat kadar sürmüştü. Gittiğimiz aile bir dağ köyünde yaşıyordu. İncecik bir kadın karşıladı bizi. Hani rüzgâr esse kadını uçuracak kadar zayıftı. Yaşı henüz genç olmasına rağmen avurtları çökmüş, gözleri sanki uzakları kucaklar gibi dalgın bakıyordu. Bizi oturtacak bir sandalyeleri yoktu. Adının Emine olduğunu, otuz yaşlarında olup dört çocuk sahibi olduğunu, küçük bebeğin daha 40 günlük olduğunu ve hamileliği çok geç fark etmeleri nedeniyle kürtaj olamadığını söyledi. Ekonomik güçlerinin çocuğu büyütmeye yeterli olmaması sebebiyle, çocuklarının geleceğini kurtarmak amacıyla iyi bir aileye evlatlık vermek istediklerini söyledi. Bebek ile ilgili sadece iyi bakılması dışında bir talepleri yoktu. Çok üzgün olduğu her halinden belliydi. Evlat edinilecek çocuğun ismini Ayşe koymuşlardı. Emine içeri girip bir bez parçasına sarılı küçük Ayşe’yi getirdi. Ayşe küçücük bir bebekti. Yüzü beslenme bozukluğundan ve soğuktan sarıydı. Üzerinde kıyafet olarak hiçbir şey yoktu sadece eski bir bez parçasına sarılmıştı. Göğsü inip kalkıyor zor nefes alıyordu. O kadar küçük bir çocuğu o yoksulluk içinde görmek beni çok etkilemişti. Gözlerime hücum eden yaşları tutamıyordum. Gözümden aşağıya akmaya başlamıştı. O güne kadar beni gayet katı biri olarak tanıyan Ahmet ise "Avukat hanım sizin bu kadar duygusal bir insan olduğunuzu hiç tahmin etmemiştim" dedi. Gözyaşlarımı saklamak için arkamı döndüm. "Yok, ağlamıyorum gözüme toz kaçtı. Hava rüzgârlı ya ondandır," dedim. Daha sonra küçük Ayşe’yi alıp arabaya bindik. Emine ve eşi de notere gitmek için bizimle geldi. Emine ve eşi o kadar zayıftı ki arka koltukta dört kişi hiç sıkışmadan oturdular. Dönüşte onları köylerine bıraktık. Ali ile Fatma manavdan marketten bir şeyler alıp dönüşte evlerine bıraktılar. Emine mahcup olarak kabul etmek istemese de evde bulunan diğer üç çocuğunun akşam ne yiyeceğini düşünerek ses çıkarmadı. İşlemlerimiz bittikten sonra küçük Ayşe ile köyden ayrılıp geriye döndük. Fatma kucağındaki Ayşe’ye taparcasına sevgi ile bakıyordu. Geriye dönüşümüz akşam saatini bulmuştu. Beni eve bıraktıktan sonra onlar da kendi evlerine gittiler. Akşam eve geldiğimde çocuklarıma ayrı ayrı sımsıkı sarıldım ve okşadım. Ne kadar şanslı olduklarını düşündüm. Ali ile Fatma hemen ertesi gün çocuğa bir sürü kıyafet almış ve hemen doktora götürmüştü. Çocuk hem soğuktan hem de beslenememekten dolayı zatürre olmuştu. Ayşe uzunca bir süre doktor tedavisi gördü. Eğer evlat edinilmesiydi, tedavi edilemeyeceği için belki de yaşama şansı kalmayacaktı. Evlat edinme işlemlerinin bitmesinden sonra Ali ile Fatma başka bir şehre taşındılar. Buna rağmen Ayşe ile ilgili haberleri uzun zaman takip ettim. Mutlu ve huzurlu bir çocukluk geçirdiğini takip ettim. Ama onun ismi her geçtiğinde dağ başında bez içerisinde kendisini aldığımız zaman aklıma gelir ve bir damla yaş yanaklarıma süzülür. Hem küçük Ayşe’nin hayatı kurtulmuştu, hem de Ali ile Fatma çocuk sahibi olmanın mutluğunu yaşamışlardı. Emine ve eşinden o günden sonra bir daha haber alamadım. Ne yaparlar, akıllarına Ayşe gelir mi hiç bilmiyorum. Yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklarımızdan birinin hayatı kurtulmuştu. Ya diğerleri… Yarınların sahibi çocuklar; umut kelebekleri hep sizlerle olsun… Semihat Karadağlı

  • GEÇMİŞ GÜNLER DAHA MI GÜZELDİ?

    Biraz da ezber bozalım-7 Hepimizin eski günlerden özledikleri olur. Yaşadığımız köy veya kasabada, çocukluğumuzun çeşitli sorumluluklardan azade olduğu, annemizin sıcak şefkatini, kardeşlerimizle koyun koyuna yattığımız günleri, tarlamızda yetişen domatesin, biberin, kavun ve karpuzun tadını unutmayız. Buna geçmiş günlere özlem anlamında “nostaljik duygular” diyorlar. İnsanlar yaşlandıkça çocukluğunu daha çok hatırlıyor. Bizim bu duygularımız geçmiş günlerin daha iyi olduğu anlamına mı gelir? Azımsanamayacak sayıda insan her bakımdan geçmiş günlerin daha iyi olduğunu, hayatın gitgide zorlaştığını ciddi ciddi ileri sürüyor. Kendi ömürleri içinde teknolojinin olağanüstü geliştiğini, bunun yaşamayı ne kadar kolaylaştırdığını, ortalama yaşam süresinin bile çok arttığını hesaba katmıyor gibiler. Bundan 50-60 yıl önce, pek çok çocuğumuzun gidebileceği bir ilkokul bile yoktu. Okullarda kışın soba yanıyor ve çocuklar okula birer odun veya tezekle gidiyorlardı. Okulların çoğunda dayak vardı, sınıfta bırakma politikası geçerliydi ve birçok öğrenciye sınıf tekrarı yaptırılırdı. Onların yardımcı ders kitabı bulunmazdı ve akşamları gaz lambasının sönük ışığı altında ders çalışırlardı. Evlerde çocuk sayısı fazla olduğundan her bir çocuk gereken bakım ve ilgiden de yoksundu. Herkesin beslenmesi daha zayıftı. Daha sık hastalanır ve sağlık kuruluşlarının uzak olması ve doktor ve ilacın pahalı olması nedeniyle doktora gidilemezdi. Köylüler, kasabalara yüklerini at, katır ve eşekle götürürler, otel paraları olmadığından hanlarda gecelerler, lokantalara bile gidemeyerek karınlarını ekmek, helva gibi şeylerle doyurmak zorunda kalırlardı. Biraz daha gerilere gidildiğinde yoksulluğun, eğitimsizliğin, hastalıkların arttığını görürüz. Ağaların ve eşrafın halk üzerindeki egemenliği çok daha ağırdır. “Eski günlerimiz ne kadar da iyiydi, her şey bozuldu” demeye hakkı olanlar vardır, evet. Bunlar geçmişte han ve hamam sahibi olup bir elleri yağda, bir elleri balda asilzade evladı iken, bütün servetini kaybetmiş, yoksulluğa düşmüş, artık eskisi gibi emrinde uşak ve hizmetkâr bulunduramayanlardır. Yazı ve konuşmalarda dile gelen bir geçmişe özlem de Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerin eski ahalisinde dile geliyor. Çocukluk ve gençliklerinden hatırladıkları o şehrin düzeni tamamen bozulmuştur! Köylerden bu kentlere doluşan görgüsüz insanlar, şehirleri berbat etmiştir! Oysa kendileri, o eski şehirde, müstakil veya birkaç katlı apartmanın bir dairesinde ne kadar da mutluydular… Müteahhit, memur veya tüccar olan beybabaları bayramlarda ellerinde hediyelerle gelir, mahallenin ıssız sokaklarında komşu çocuklarıyla top oynarlardı. İlkokulu bitirince gidecekleri ortaokul ve lise de hazırdı. Üniversiteyi okumak, bazı ağa çocuklarıyla birlikte yalnız onların hakkıydı ve mezun olduklarında yerleşecekleri işler de hazırdı. KENTLERE GELMEKLE HATA MI ETTİK? Bu köylülerin neden 1950’lerden sonra kentlere akın ettiğini akıl etmezler. O yüzde seksenin köyde tutulması gerektiğine inanırlar. Hadi kendilerine hizmet edecek kapıcılar neyse, (bunlarsız yapamazlardı), bu kadar taşralının üniversitede okumak, çalışmak ve memuriyet yapmak için şehirlerine doluşması da ne oluyordu? İstanbul, İstanbulluların, Ankara, Ankaralıların, İzmir, İzmirlilerin olmaktan çıkmıştı! Hatta bu taşradan gelenler, yoksulluğun verdiği hızla daha yüksek memuriyetlere yükselmişler, kentin ticaret hayatını ele geçirmişler, eski kentliler, rahatlıklarının verdiği rehavetle geri plana düşmüşlerdi. Bu tüplerin “Ah nerde o eski günler” demeleri, düştükleri durumun sonucudur ve kendilerine göre haklıdırlar. Fakat taşradan ekmeklerini çıkarmak için kentlere doluşan insanların da onlar adına üzülmelerine ne demeli? Bazı konferanslarda tanık oluyorum. Hiçbiri, kentin yerlisi olmayan dinleyiciler de eski günleri arayan bu konuşmacılarla birlikte hayıflanıp duruyorlar. “Nerdesin eski Ankara? Nerdesin eski İstanbul?” diye yazıklanıyorlar. Hayır, karnımızı doyurmak, kendimize üst baş düzmek, çocuğumuzu okutmak, daha sıcak evlerde oturmak, doktora daha kolay ulaşmak için kentinize geldik. Kalabalık olduysak özür dileriz. Kusurumuza bakmayın! Ama sizin şehriniz o şekilde kalamazdı. Şehir artık hepimizindir. O eski kenti temsil eden birkaç sokak, mahalle veya meydan, kültür varlığı adına ve nostalji için yeter. İki göz kerpiç veya ahşap evimize, kıraç topraklarımıza dönemeyiz. Artık köy yollarını ne yaya, ne de kamyon kasasında alabiliriz. Zaten köyler de köylü de eskisinden farklı. Biz oralarda toprağı işleyecek kadar nöbetçi bıraktık. Çocukluğumuzun geçtiği topraklardan kopmak zorunda kaldıysak da şimdi o günlere göre çok daha rahatız. Karnımız daha iyi doyuyor. Yılda bir kez, sekiz on günlüğüne köyümüz veya kasabamızı ziyaret ederek özlem gidermemiz yeter. (30 Ekim 2017)

  • KORONALI GÜNLER

    3.GÜN Bu gün sokağa çıkma yasağının üçüncü günü. Sanırım alıştım. Yani ilk iki günün gerginliği yok üzerimde. Belki her sabah kuş sesleriyle uyanmak, belki baharın doyumsuz güzelliği, belki yanımda oğlumun olması onun manevi desteğini hissediyor olmak ve günlük alışverişimi yapması, belki de kızımın iki kat aşağıda olduğunu bilmek onlarla sürekli irtibat halinde olmak ( telefonla her özledikçe görüntülü konuşmak) ,içimizde büyüttüğümüz ve sevgi ile perçinlediğimiz yaşama sevincimiz, bu günlerin geçecek olması bilinci içimi biraz olsun rahatlatıyor. Diğer yandan bu gün bir profesör televizyonda konuşurken, bu salgının bir yıla kadar biteceğini, aşı bulununca sorunun büyük ölçüde çözüleceğini söyledi. Tam seviniyordum ki bu ve benzer salgınları önümüzdeki yıllarda da sürekli yaşayacağımızı ve bu durumlara kendimizi alıştırmamız gerektiğini söyledi üstüne basa basa… Yani geri kalan ömrümüzde, bu toplardan biri gol olacak gibi görünüyor.Ama hangisi bilemiyorum. Hayatım boyunca yaşadıklarından ders çıkarmasını bilen, dersini iyi çalışan iyi bir öğrenci olduğumu düşünüyorum. Tabi ki bu güne kadar yaşadığımız olaylar gibi Coronanın da öğretileri oldu şüphesiz.Şöyle ki ; yaşadığımız salgın, bana gereksiz yere kendimi üzmemeyi, geleceğe dair program yapmamayı, hayatı akışına bırakmayı ve yüreğimdeki yaşama sevinci umut ve sevgiyi daha da büyütmem gerektiğini, anı yaşamanın ne kadar değerli olduğunu öğretti. Örneğin sabaha sağlıkla uyanmak, pencereyi açıp kuş seslerini tıka basa odama doldurmak. Sonra yorganı çekip ,gözlerimi kapatarak misss gibi havayı ciğerlerime çekerken, hayata bu gün de merhaba demenin güzelliğini yaşamak. Kalkıp bir süre kedimle oynamak, sonra tavşan kanı bir çay demlemek ve çayın eve yayılan muhteşem kokusunu hala duyabiliyor olmanın mutluluğu. Akabinde oğlumla kahvaltı yapmak. Bunlar rutine binen küçük ayrıntılar gibi gözükse de tecrit günlerinin asıl mutluluk kaynağı olduğunu düşünüyorum. Mutlaka hepinizin rutin olarak yaptığı ve farkında olmadığı küçük ayrıntıların getirdiği mutluluklar vardır. Bir kez düşünün.Ve hayata geçirin küçük mutlulukları... Coronasız günlerde buluşmak dileğiyle. Sağlıkla aldığımız her nefes için binlerce kere şükürler olsun dostlar. Size bulaşan tek virüs sevgi olsun dilerim.

  • CORONALI GÜNLER

    İnsan beyni çok garip; ya da benim beynim garip bir şekilde çalışıyor. Bu da nerden çıktı demeyin. Evimizde hepimiz tecritteyiz. Hatta tüm dünya tecritte. Hal böyle iken benim aklım taa eskilere, çocukluğuma takıldı. Nasıl takılmasın, temiz havalı az insanlı küçük mahalleli yaşamımızı özler oldum son yıllarda. Telefonsuz, televizyonsuz, markasız , alışveriş merkezleri olmayan, doyasıya oyun oynayabildiğimiz sevgi dolu sağlıklı sıcacık günlerimizi yıllarımızı özler oldum. Büyürken gördüğümüz tek savaş Kıbrıs barış harekatıydı. İlk ambargoyu da o yıllarda tanımıştık. Benzin yağ kuyrukları vs. Dünyamız küçüktü ama biz yaşayanlar küçük dünyamızda huzurluyduk mutluyduk, hem de çok. Kapılarımızı kilitleme gereği bile duymazdık. Son derece güvendiğimiz ve sevdiğimiz bekçi amcamızın düdük sesini duymak sonsuz huzur verirdi. Dayanışma vardı mahallelerde, aç insan hiç olmazdı. Komşu komşuyla ekmeğini yemeğini, çayını çorbasını paylaşırdı. Sonra biz büyüdük. Büyürken yavaş yavaş zorluklar da bizimle beraber büyümeye, o tertemiz dünyamız hızla kirlenmeye başladık. Neler görmedik ki bu yaşımıza kadar. Sol sağ çatışması gördük, darbeler gördük 12 Eylülü ve sonrasını yaşadık. Çok kötü günlerdi o günler. Kötüydü ama sırada daha da kötü günlere evrileceğimizi kestiremiyorduk. Hani derler ya beterin beteri var diye. Doğruymuş bunu da yaşayarak öğrendik. Ülkeler kalabalıklaşmaya, bazı büyük devletlerden küçük devletler oluşmaya, Dünya küreselleşmeye başlayınca küresel dertler yaşamaya başladık. Sonra küresel hastalıklar sardı yaşlı dünyamızı. Kuş gribi yaşadık dünyaca. Sars virüsünü, ebola virüsünü, kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığını gördük. Bunlar bize o kadar yabancıydı ki. Çoğumuzun bir yanı köye dayanır. Kene ile iç içe yaşayan, evleri ahırın üstünde olan o kadar insan yaşardı ama kırım Kongo nedir bilmezdi. Her gelen bir öncekinden daha beterdi küresel salgınların. Şimdi de küresel güçlerin kucağımıza verdikleri nur topu gibi bir Korona virüsümüz oldu. Diğerlerinden daha korkulası ölümcül olduğu söylenen bir virüs. Grip olmadığı söyleniyor. Korona ile ilgili komplo teorileri geliştiriliyor sürekli. Sosyal medyada doğru yanlış bir yığın şey görüyor korkumuzu büyütüyoruz. Kimi çok hafife alıyor kimi cehennemi yaşıyoruz diyor. Kendimi bir kör dövüşü içinde hissediyorum. Ellerinizi sürekli yıkayın dedikleri için yine ellerimi yıkamaya gidiyorum. Nefes yoluyla bulaşan ama maskenin de işe yaramadığını söyleyen yetkililer 65 yaş üstü kişilere maske ve kolonya dağıtılacağını da söylüyorlar. Ve biz insancıklar ne olduğunu bilmediğimiz, nasıl savaşacağımızı bilmediğimiz bir kaosun içinde yaşamak değil de debelenmeye başladık Ve bu virüsün hedef kitlesi ben gibi altmış yaş ve üzeri imiş. Sürekli elimde çamaşır sulu bezlerle evin orasını burasını siliyor, belki onlarca kez ellerimi yıkıyorum. Evden çıkma diyorlar, ama ev dediğin bir kara delik, sürekli bir şeylere ihtiyaç oluyor ve mecburen dışarı çıkıyorum. Çünkü yalnızım. Benim durumumda olan o kadar çok insan var ki. Korona virüsü nasıl çıktı kim çıkardı, ilacı bile olmayan bir virüsle nasıl başa çıkacağımızı bilmemenin stresini yaşıyorum, bu gerginliği yaşayanın sadece ben olmadığımı da biliyorum. Bu yazım içinde bulunduğum ruh halimi yansıtıyor. İtiraf etmek gerekirse korkuyorum ama panik halinde değilim. Son derece de metanetliyim. Daha sonra korona ile yaşadıklarımı ve çevremde gördüklerimi kaleme almaya çalışacağım. Eğer bu salgında ölmez sağ kalırsak uzun yıllar görüşmek dileği ile dostlar. Umudumuzu cebimizde taşıyıp enseyi karatmayacağız tabi ki. Sağlıklı güzel günler diliyorum.

  • Koronalı Günlerden Satır Başları

    ( 4 ) Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Her birimiz hızlandırılmış tıp eğitimi almış, sınavı başarıyla vermiş birer korona uzmanı kesildik. Topyekün uzman olduk çok şükür. … Hadi oradan demeyin. Adaptasyon meselesi bu. Her millet değişken durumlara hemen adapte olamaz. Biz nevi şahsına münhasır bir milletiz. Düşünün birkaç ay öncesini. Adını bile bilmediğimiz Korona henüz doğmaya hazır bir ceninken sık sık deprem oluyordu. Sürekli sallandığımız günleri anımsayın. Hani korkudan evlerde kalmak istemediğimiz günler. Hah işte o zamanlarda hepimiz birer deprem uzmanı olup çıkmıştık. Gören hepimizi okuldan iyi dereceyle mezun bilmem kaç milyon jeoloji uzmanı sanırdı. Sahi Korona gündemimize oturdu oturalı çok şükür ki bir de deprem olmuyor değil mi? Allah korusun. Sırayla geliyorlar da savaşırken Temel kadar çaresiz kalmıyoruz. Şimdi bu kadar girişattan sonra sözü yine Koronaya getiricem. Nevi şahsına münhasır bir millet olarak,artık gündemimiz ve yeni uzmanlık alanımız KORONAVİRÜS.. Allah korusun kendinizi kötü hissederseniz 184 ü falan aramayın. Hemen en bilmiş arkadaşınızı arayın. Emin olun size doktordan daha çok şey anlatacak akıl verecektir. Yurttan sesler korosu elamanı olarak Televizyonlardan, sosyal medyadan derlediği bilgileri sana eksiksiz aktaracaktır. Bir bilgiçlik e ben yapayım sizlere. Mesela lens kullananlar bir süre kullanmasın dediler. Gözlük kullananların da sık sık gözlüklerini yıkaması gerektiği söylendi bir haber kanalında. Ha bu arada sevgili hemcinslerim bu süre içerisinde makyaj yapmamanız daha sağlıklıymış, yine bu süre içinde makyaj yapmayın dediler… Valla elçiye zeval olmazmış, ben duyduğumu yazdım. Bir nokta bile eklemedim fazladan... Dedim ya biz milletçe her konunun uzmanıyız. Başlangıçta bize bişey olmaz diye ortalıkta arzı endam eden yiğitlerimiz birer birer evlerinde yaşamanın dayanılmaz sıkıntısını yaşıyorlar şimdilerde, biz korkaklar gibi.:) Sürçü lisan ettimse affola.. Tabi ki yazdıklarım şakadan ibaret. Biraz gülümseyelim istedim.Sağlık ve güzellikle kalın dostlar ,sevgiyle kalın.. Karşıyaka / İZMİR

  • Günlerin Getirdikleri

    / İLKYAZ GÜNLÜKLERİ / ÜÇ SUVARİ HAZİRANda ölenler için muhteşem bir çalışma yapmış bir arkadaşımız. Kaçırmanızı istemem... Bir dergide rastlayamayacağınız dende güzel, kapsamlı ve emsalsiz bir çalışma, harika bir kaynak... Tebrikler ve teşekkürler Semihat Karadağlı... ÜÇ SUVARİ (meraklısına TIKLA) * HAZİRAN DA ÖLMEK ZOR Nasıl bir yetenekse... İLKYAZ dirilme ayı, yaşama yeniden başlama ayıdır oysa... Bıraksanız kaderine ölümcül olan bile ölemez Haziran'da; kesilmiş dalı dik, yeşersin, öyle... Ne var ki biz ölmeyi ve öldürmeyi iyi başarmışız... "Haziranda Ölmek Zor"ken öyle, kolayına ölmüşüz, yetmemiş sürüyle insan öldürmüşüz... Belki bu İLKYAZ işler kesat, ölüm mevsimi durgun geçerdi, ona da CORONA yetişti...Nasıl işse? Allah "mağfiret" eylesin yoksa halimiz fena... Hasan Hüseyin Korkmazgil' de elli yıl önce aynı şeylerden yakınırmış, bunca ölüm niye, hiç İLKYAZa yakışıyor mu... deyip... 29 Mayıs 2020 HAZİRAN DA ÖLMEK ZOR (Meraklısına ...TIKLA) * ZAMANE SAHTELERİ! Eskiden mektuplar vardı, sonra rengarenk kartlar... Büyük emeklerle yazılır, önemli günlerde postane de sıraya girilir, binbir umutla gönderirdik. İçine kalbimizi koyardık... Sıkıntılı iş... Günümüzde o kadar emekle insanlar evleniyor, hatta çoluk çocuğa karışıyor, artan zamanda da boşanıyor. Şimdi her bayram, her cuma, her kandil, ne kandili olduğunu bilmese de kutlayan, ananlar var ya o zaman olsa bir teki ortaya çıkmazdı. Kolay mı onca emek, onca masraf? Şimdi kolay... Tıkla telefona, yaz bayram diye, tebriğin türlüsü gelsin, zevkine göre, kişiye göre, hatta ölçüye göre bile... Sonra da dokun kişi listene adlarını bile yazmadan gönder gitsin... Ucuzundan, kolayından gönül alma... İki dakika da ülkenin gönlünü fethet. Baktın ki göndereceğin entel dantel, ya da sen okumuş gözükmek istiyorsun ya da temalı... istersen, şarkılı müzikli, şiirli olan da var, Hele bir Can Yücel furyası var ki sorma... Rahmetli, ne sözünü esirgerdi ne de şiirini... Taşı gediğine bir koydu mu, pir koyardı... Alırsın "bayramdır" şiirini... Video da güzel, okuyan da güzel okumuş, belli benim gibi telefona okuyup da kayıt yapmamış, sese efekt bile vermişler... Belli profosyenel stüdyo kaydı... İşte bu...Yollarsın. Sonra birden ayıkırsın , yahu bu maviADA'da da 2006 Ocakta yayınlanan Can Dündar'ın gönderdiği yazısı değil mi? Olsun ne yani, geri alıp yenisini yapacak halin yok ya... Sonra bir başka video gönlünü kutlar, hadi birkaç anlayanla paylaşayım dersin, bu kez de kıyamet kopar. İtiraz eden edene... "Can Yücel'in değil bu. " "Kardeşim, ölü rahmet buldu mu buldu, eee, sen avukat mısın?" "Avukatım..." Balta taşa denk gelmiş. Romalılar bu avukatları fethettikleri ülkelere sokmuyormuş, boşuna değil. "İyi de kardeşim Can Yücel'in avukatı mısın?" "Yok ama..." "İyi o zaman pişmiş aşa su neden katıyorsun" diyemiyorsun tabi... O da doğrucu davut işte... Ama böyle bir şey var... Bu yeni dönem sahtecilik. Umut vaad eden şiirleri bir sesi güzel seslendiriyor, ardından da bir ünlünün adıyla sunuyor. kimsenin dönüp bakmayacağı şiir de kısa sürede tanınıyor , dillere pelesenk oluyor. Yasada bunun karşılığı da yoktur sanırım. Ortada zarara uğrayan yok, adı anılmış bir ünlü şair var, ama zaten onun eseri de kullanılmamış. Nasılsa anlayan insanlar çıkacak eserin peşine düşecek, düşmeseler de düşülmüş gibi bir yazı, haber İnternette, gerçek şair de saklanıyormuş gibi ortaya çıkacak... Ne reklam ama... İki üç tane daha öyle şiir de yazarsa... Stüdyoda öyle üç slayt yapsa milyon dökse yapamayacağı reklam tamam... Siz sahtekarsınız belli ama ne cinssiniz hala adını bulamadım kitapta... Peki, siz iyi niyetliler, merak etmeseniz olmaz mı? Bırakın kimin diyorlarsa onun olsun, bize ne, siz tadına bakın... Adımız sazana çıkacak / 25 Mayıs 2020 Ben Bu Bayramdan Yoruldum / Telefonlar çalışmıyor, hemen meşgule düşüyorsunuz. Internet öyle, faturayı öderken, hele aşmışsan azıcık limiti, gözlerin dışarı uğrayıp sorarsan yanıt cepte; bilmem kaç fibermiş? Telefonunu daha önceki vukuatlarından tanıyoruz da senin fiberin bu mu? Çocuk yok, yakının yok, gördüğüne üç metreden bağırarak konuşacaksın, hiç aklıma gelmezdi ama hanım bile hasrete döndü. AVMler açık, pazarlar cümbür cemaat hep açıktı zaten... Üç ay evde beklete beklete hareketsizlikten yürüyecek dermanı kalmamış 65 yaş üstünü sokağa salmışsın. Kimsesiz, hayaletler gibi her yerde dolaşıyorlar. Hayır dolaşmıyorlar, yürümeyi unutmuşlar, ne kadar uzuvları varsa ayak yapmışlar, sürünüyorlar. Aman derim, tanıdığınıza, hele nezaketle merhaba diyene denk gelirseniz sakın yanıt vermeyin, öyle insana ve konuşmaya delirmişler ki sizi bir yere hapsedip bir sonraki "yaşlılar firarda"ya kadar saklayabilirler. Bakkallar açık, marketler açık, berberler, kuaförler açık... Büyüklerimiz daha iyi bilir ama bir bayramlaşmalar mı fazla geldi anlamadım. Birkaç saatçik da mı olmaz? Tamam kabul ediyorum harçlıklar da çebimde kaldı böylece, iyi de çay içecek yer bile yokken paran olsa ne? Her ne halse bir gün "...mış" gibi yaptık ama ben yoruldum. Bir gün yeter, artık bana BAYRAM demeyin, KAPATTIM... Eski bayramları özlüyorum; harçlığımızı veren, sarılıp sırtımızı sıvazlayan, bana sevildiğimi büyüklenmeden, tevazuuyla duyuran öpecek ellerimiz olan; büyüdüğümü adam olduğumu, değerli ve güvenilir bulunduğumu hissettirecek el öpenlerim olan bayramlar istiyorum. O zamana kadar yokum. 24 Mayıs 2020 KİRAZ HASRETİ "O günlerimden söz ettim mi sana? Fırından yeni çıkmış, az yanmış, buram buram kızarmış ekmek kokan sabahlardan? Rüzgârın önünde bir gazal yaprağı gibi savrula savrula indiğimiz bayırlardan, ürkütücü sislerle bir deniz gibi kaplanmış vadilerden, Cenevizlilerden bu yana kadim insanlığın bütün ruhlarını ve hortlaklarını barındırdığını düşündüğüm hayalet dolu servili mezarlıktan... Her önüme gelene anlattığım gibi eminim sana da anlatmışımdır... Hiç insanın çocukluğu en büyük depremi olur mu? Konu bensem olur... Bir damlacık bir çocuk, adını bile bilmiyor, akan burnunu ağabeyinden emanet, dizlerine kadar uzayan kazağın kollarına siliyor. Dört müyüm, beş mi, kim bilir? Okula başlamam da öyle bir âlem... ...ve dünyamı hasrete döndüren kirazlar..." gurbete yakın, göğsüne ırak (meraklısına TIKLA) 24 Mayıs 2020 * DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN Ne deseler haklılar!!! 100 Yıl Önce Böyle bir adam Bu ülkeye epeyyyyyyyyyyyyyyy fazlaymış.. "sarı gülü sever miydin" meraklısına tıkla 19 Mayıs 2020 * KOLANYA ve MASKELERİM Cumhurbaşkanının şahsi hediyesi kolonyalar şanslı kişilere gönderildi, gönderiliyor... Bana gelmedi . Tanıdığım bildiğim ,arkadaşım dediğim kimseye de gitmediğine eminim, çünkü gitse kim saklayabilir o kadar büyük onurlandırmayı... Baksanıza önce Muharrem İnce, ardından Emin Çölaşan, ardından yazarımız Zeki Sarıhan, sonra başkaları... " Nobel bize verildi, böyle dursun ama ruhen kabul etmiyoruz..." dediler Bu dağıtıcı kimse silahlı filan mı geliyor, almayanı ... Ya ben...Bana kimse o şansı vermeyecek mi? Bir itiraz etsem yani... Koyalım Cumhurbaşkanını bir yana, oyumun dilencisi BELEDİYE bile dönüp bakmadı. Güya o bizim partidendi... Bir gelseydi de "Nayır..." deseydim... Bırak gelmesini , talep ettiğim maskeler de gönderilmedi... Galiba biz o şanslı zümreye bakıp bakıp yutkunacağız ya da yoksul milletimin vergileriyle alınan ama bir şahsa mal edilen, sadece bir azınlığa gönderilen kolonya ve maske bana kısmet olmadı deyip gururlanacağım... Ama her durumda asla imrenmeyeceğim belki azıcık "İstiskale uğradığımı" düşüneceğim. Züğürt tesellisi işte. BEN VATANDAŞ DA MI DEĞİLİM? Ağlasam mı, utansam mı anlamadım... Bir azgın fırtına gibiydi, her hale soktu: Kusurum ne dedim, ölçüm mü tutmadı, ihmal ettiğim vergim mi var, imanım mı eksik, itikadım mı zayıf... Azıcık ezildim, azıcık ne yerin dibine geçtim, öz ülkemde gurbetteymiş gibi sandım, kendimi bir beyaz zenci buldum... Yine de DEVLET BU ZOR GÜNLERDE İHTİYAÇLI, baksana İBAN bile vermişler, unuttuğum vergim var mı onu düşüneceğim... Sana ne kardeşim, ben ebedi yurttaşım, düşüneceğim... Beynin varsa sen de düşün... Sahi maskeyi anladık da kolonya ne işe yarıyordu? * 10 Mayısta bana da geldi, inkar etmemeli, hatta evinde bu yaşı geçkin olan herkese de gitmiş, ama ses etmemiş sağlamcılar ya da öyle bir dertleri yokmuş, ne var ki madem ki onca yaygara kopardım, sözüme sadık kalıp günlüklere ekledim, elbette payıma düşen de neyse ödeyeceğim, elim mahkum.. 1 Mayıs 2020 * Nisan Günlükleri Şimdi zamanı; çiçeğe durmuşlar çok gitmez al al patlar dallarında kirazlar... AN DUR der ya FAUST öleceğini bilerek hem de...bazen geçmişi ve geleceği olmasın diyeceğin zamanlar vardır... öpesin gelir.. Başlıyor.... 1 Mayıs 2020 / NİSAN AYI GÜNLÜKLERİ (Meraklısına TIKLA) Aycan Aytore

  • Moda Anlayışlar

    Dışarda KORANA; Deli Dumrul gibi geçen geçmeyen... demeden can alıyor. Bilim kurulu denilen sanki halkı laf kalabalığına getirmek için kurulmuş . Bir söyledikleri diğerini tutmuyor. Dünya da öyle, şehir efsaneleri gerçeklerin yerini aldı. Görünen bu bela için bilimsel tek bir yanıt yok... Düne kadar bir işe yaramaz dedikleri maske ve el yıkama tek umudumuz oldu. Bir de sağlıklı maske bulsak... Çare yok katlanacağız. Onu düşünmek istemiyorum. ANILAR GÜZELDİR, bazen de en iyi korunak... FACEBOOK en çok kızdığım, uzak durduğumdu bir devir... WEB sayfamız 2004'ten beri vardı ama sosyal sayfalar kontrol edilemez ve itici geliyordu. Hem buna zaman da bulamıyorduk. Öte yandan yükselen maviADA'yı geliştirmek de istiyorduk. Girişimci, felaket yetenekli, insanlığı güzel, ama başına buyrukluğu da marifet bilen bir arkadaşımız sormadan facebookta dergiye sayfa açmış, yönlendirme yapıyordu. Soran, bilgi isteyen, yazı gönderen ... bunaltıcı bir talep patlaması yaşamaya başlamıştık. Bu günler gene iyi, çok adamla çalışıyor maviADA, ama mutfakta sadece ben gene... Yani işin sözde peygamberi aslında acemi aşçı... Madem sayfa açtın neden bize yönlendiriyorsun ki, bari sen ilgilen. Olur mu ona göre; dergi benimdi o neden ilgilensindi... İyi, madem öyle benim dergime neden sayfa açıyorsun...diye sormadım. Çünkü hala dergi benim mi, yoksa ben sadece nöbetçi, yazan çizen herkesin mi?.. sorusunu on yılı geçkindir tartışırız henüz bir yere bağlayamadık. Temmuz doğumlularla arkadaş olacaksın ama konu işse korkacaksın. Yine de hakkını teslim etmeli, sebep oldu, biz de bugünkü Mavi Işık ve Mavi Ada sayfalarını açtık. Bir çok etkinlik ve çalışmayı ordan paylaştık, duyurduk. Facebook arada bir güzellik yapıyor; ANILAR adıyla 20 yıl önceki bir etkinlikteki resmimi ya da bir dergi kapağını sürüyor önüme... Önce irkilirdim. Bu ben miyim diye... Bunları bu dergiyle biz mi yaptık , şimdi neden yapamıyoruz, diye.. Şimdi başka düşünüyorum, hatta moral buluyorum. Bu dergi ve BİZ onları başardık... Nasıl bir cahil cesaretiyse milyonlarca liralı sermayeli yayın şirketleriyle yarıştık, aynı platformlarda etkinlikler yaptık, ilk kez bizde yazan insanların ilk kitaplarını ve o korkunç sevinçlerini gördük, tanrıların sofrasından ateş çaldık, İNSANA götürdük... ve şükür benim o ilk maviADA'da yazan yazarlarım, utanılır bir noktaya da düşmedi. Alkış gördü. ... ve hala aynı şeyi aynı gösterişte olmasa da yapıyoruz. Sanat bizim için bir yaşama biçimi, en güzel hobimiz, demansa karşı büyük direnme, okey oynamıyoruz da toplanıp maviye boyuyoruz duvarlarımızı. İçim gururla doluyor. Kitaplarımdan daha değerli ve hayata uygun diyorum. Bir işe yaramadan geçmemiş bu ömür diyorum... ve hala güzel bir şeylerle uğraşıyorum, düşünmenin, yazmanın yaşı mı var? Hatta o ak sakal, derin çizgiler... yazana çizene ne de güzel yakışır... ...ve maviADA giderek küçük bir ülke oluyor, sanat ve estetikle sıvanmış bir ülke... Hüzünlenmiyor da değilim: Her şey yolunda gitseydi, şimdi BAHAR 2020'nin basılı dergisi dostlarımızın elinde olacaktı. Daha dün tatlı bir bahar telaşındaydık... Ya şimdi? GÖRÜNEN ELİNDEKİ KAYBOLMADAN DEĞERİNİ ANLAMIYOR İNSAN. Tanrının sopası yok!!! Çok çabuk verdiğini eskittin Tanrım; daha dün yastığımızın altına sakladığımız kırmızı bayram papuçları, fırından yeni çıkmış ekmek, dalına serilmiş, sararmış çiçeği üstünde al kirazdı HER GÜN... Ne suçumuz varsa... küflenmiş tanelere dönen zamana talim ediyoruz. Biliyorum, onun adına konuştuğunu sanan kimi zamane ahmakları ne derse desin, yarattığına bu kadar acımasız olmaz O; Yaşa, dibe vur ve küllerinden yeniden büyü, kanatlan, diyor... Neler görmedi ki insanoğlu? Hayatın yeniden fark edildiği zamanlar bunlar... Gene doğarız. 4.5.2020 ŞENOL YAZICI * YENİ BİR ŞEY DENEMEK LAZIM Farklı bir tat ve akışta bir çok yazı gönderdi genç bir yazar adayı. Hepsine de öykü diyordu. O pencereden bakınca ilk okuduğumu tutmadım. Hatta bir partizan görüşün penceresinden bakarak hem de edebiyatı ve onun saygın bir türünü kullanıp topluma ayar çekiyor dedim, rahatsız oldum... Sonra ötekilere baktım. Her ne kadar öykü dese de ben o özelliği bulmadım. Bilinç akışını kullandığı sağlam cümleleri olan belki de çoğunu doğru bulacağınız toplumsal aksaklıklara, insani zayıflıklara değinen denemeler ya da çoklu unsur kullanımı nedeniyle TÜRANLATIlardı. Neden ısrarla "öykü" dediğini merak etmedim de değil, bilmeyen birisine de benzemiyordu. Dahası bu anlatım yeterliliğiyle belki de öykü yazsa da rahatça başarabilirdi. Kolay değildir, içinizde bir önyargı uyanmaya başlarsa ... Yine de sonuncu öyküsünü yargılamadan ilgiyle okumaya çalıştım. Evlilikleri değil salt ilişkileri kurutanın tekdüzelik olduğu söylenir. Riski olsa da "yeni bir şey denemek lazım. İlişkiler, sanat için olduğu kadar insanlık içinde doğru değil mi bu? Yoksa şimdi biz bilinen üç kıtaya mahkum mağara duvarlarına resim çiziyor olmaz mıydık? Sigaramız da olmazdı doğru, ama insanlığı kurtaran mısır ve patatesimiz de... Biri vardı Latin Amerikalı... Şairdi, öyküler yazıyordu. 35'inde kör olan biri... “Gözlerimi kapattım – gözlerimi açtım. Ve Alef’i gördüm. Alef’te dünyayı, dünyada Alef’i gördüm… gözlerim herkesin adını bildiği ve kimsenin bakamadığı o gizli ve ancak tahmin edilebilecek şeyi – tasavvur edilemez âlemi görmüşlerdi.” diyordu. Ne var ki bunda dersiniz şimdi, göz numaranız siz fark etmeden büyümüşse hele... ALEF en çok bilinen yapıtlarından biri... İlginç benim gibi yazdıklarının orijinallerini birine vermeye bayılırmış bu kör adam. 20 yıl önce Bornova Anadolu Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptığımda o zamanın Ege Üniversitesi çevresi ve "Sevgi Yolu" şair adayları en çok onu severdi. "YENİ OLAN HER ŞEYİ" tu kaka sayan bizim gibi sözde ilerici de geçinen yazarları değil de... Ne olacak nankör gençlik... Şaşıracaksınız, ama adını şöyle bir duymuş olsam da çok da iyi tanımadığımdan utanacağım bu halüsinasyon anlatımlı Latin'e ilk kez o zaman dikkatle bakmıştım, . Hiçbir zaman bitiremediğim, aklımda hiç iz bırakmayan, ama keşke ben yazabilseydim dediğim o kitap "YÜZYILLIK YALNIZLIK" ta Gabriel Garcia Marquez'de izlerine rastladığım şair BORGES'ti... Latin Amerikan esintili ama şimdi tüm dünyanın benimseyip her sanat dalında uyguladığı BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİĞİN yazarıydı BORGES ve -toplumcu yazar arkadaşlarım beni af etsinler- muhteşem bir örnek, hatta uç noktaydı. Aynı dönem yani YÜZYILLIK YALNIZLIK'ın dünya genelinde tavan yaptığı 25 yıl öncesinde nesnelerle ilişki kuran kurgunun klasik bir devi de yükseliyordu, anımsarsınız. Hem de aynı anda: Umberto ECO, "GÜLÜN ADI"yla dünya satış rekoruna koşuyordu. Biz geleneksel edebiyat yanlıları, post modernist karşıtları nasıl alkışlıyorduk, hala umut vardı. Oysa GÜLÜN ADI'ndaki o labirent kütüphane BORGES vari bir sanatsal bakışın ürünüydü. Önce UMBERTO ECO bizi satmıştı. Görmediğimiz ya da görüp de inkar ettiğimiz bir gerçek BORGES gibi gerçeğimizin içine BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİĞİ döllemiş, yeni bir sanat perisi peydahlamıştı... ...ve Nobel'i Yaşar Kemal değil, ORHAN PAMUK alacaktı... Galiba bu insanlık doyumsuz... Bayılıyor YENİ BİR ŞEYLER YAPMAYA... Böyle bakarsak çok yanılırız, o yaşama kalite, güzellik getirmeye bayılıyor... Her yaptığı iyi olmasa da... Sözü uzattım, solun at gözlüğünden de, sureti haktan gözüküp bağnazlığın heykeli olmalarından da çokkkk birikmiş sıkıntım var ve de yaralarım, bakmayın bana bırakırsanız ben bu konuda kitap bile yazarım; o zaman da asıl konu güme gider... Önünüze gelen metni ya da kitabı sabırla ve güzel okuyun, bakarsınız siz de benim gibi düşünmeye başlarsınız; sarımsakla idare etseydik, penislin bulunmasaydı ne olurduk, diye... Demem o ki, ilk gördüğüm öyküsünde bilinç akışının ve güncel siyasetin tuzaklarına düşüp büyük bir fırsatı kaçırsa da bu öykü de "büyülü gerçekçilikle" BORGES'i yad etmeyi başarmış... Belki de yarının iyi bir yazarı filiz veriyor, hem de maviADA'da... Niye olmasın, İlk değil ki!!! YENİ ŞEYLER YAPMAK LAZIM... Ben bile Korana'ya değinmeden yazmayı başarıyorum. Olsun Montaigne demez mi ki, yarın öleceksen bile bu akşam yaşamana bak... Ne yani her gün Korana dersem değişecek mi kader? * ŞENOL YAZICI 03.05.2020 MODA ANLAYIŞLAR Başlangıçtan bu yana halk şiirinin ölçüsü HECEydi, Hece sayısına dayalı olan bu ölçü hala da halk şiirinin gözdesi... Pir Sultan da onla üretti, Aşık Veysel de... İslamiyet sonrası saray çevresinde bahşişle geçinen bir şair taifesi türedi. Okur yazar da olan bu azınlık,kimsenin sızamayacağı bir kast düzenini tescillemek için Türkçe Arapça ve Farsça ağırlıklı "Esperanto" dili geliştirip sanatlı düzyazıyı ve ARUZA dayalı şiiri geliştirdi. ...ve HECEye basit ölçü denildi... Oysa Aruz da hece sayısını baz alıyordu, sadece hecelerin açıklık kapalılığı önemli bir farktı. Bir azınlık edebiyatı olan gerçekte 600 yıl boyunca birkaç seçkin örneği saymazsak kendini yineleyen bu edebiyata Osmanlı döneminde DİVAN EDEBİYATI dendiği bildiğimiz.. Gerek ders kitaplarında , gerekse aklıbaşında gözüken edebi araştırmalarda HECE basit ölçü diye adlandırıldı. SEÇKİNLERİ oluşturmanın yolunun, herhalde sermayeyi arkana alarak ötekine "tu kaka" demekten geçtiğini ta o zamandan öğrenmiştik. Hele rakibin sazıyla sözüyle şiirler söyleyen çoğu okuma yazma bilmeyen sıradan halktansa onu safdışı etmek daha kolay. Yakın zamanda da bu ölçülere bir de aslında ölçüsüzlük olan SERBEST eklendi. Bu rahatlık şair sayısını arşa çıkarırken şiir sayısını da son hız sıfıra yaklaştırıyor. ŞAİRin ölçüsü mü olurmuş; o bir ruh... DADALOĞLU ya da KARACAOĞLAN'ı aş da görelim. Artık moda olmadığından şairi de şiiri de azalan HECE'yi Anadolu'da aşkla yaşatanlar var... Ne yazık ki virüs mutasyona uğrayıp oraya da sızmış; yüzyıllarca okuma yazması olmayan saz çalıp söyleyen yaşam bilgesi HALK OZANLIĞI bugün, seçkin örneklerinin yanında cahilliğin, kültürsüzlüğün, zevksizliğin de sığınağı da olmuş. Hece sayısını denk düşürdüğünde içeriğinde zevkin ve estetiğin zerresi olmayan saçmalıklarla halk ozanıyım diye dolaşan yığınla, ne sazı ne felsefesi ne estetiği olmayan "arife dangalak böceği" var. Tıpkı tohuma kaçmış bir şalgam gibi kuru cümleleri alt alta yazdım diye şiir yaptığını sanan SERBESTçiler gibi... Örnek mi arıyorsunuz bakın internete... Ama güzelleri de var. Sayfalarımızda başarılı serbes şiirlerini de okuduğumuz birkaç arkadaşımız var ve ben onlarda büyük bir gelecek görüyorum. Ne var ki nasıl ben onlara anlayış farkıyla bakıyorsam onlar da modern edebiyata ve bana öyle bakıyor. Bazen de bir siyasetin hamiliğini arayıp bir partinin kanatlarının anlık sıcaklığını başarabilme olasılığı olan yarının büyük edebiyatçılığına yeğliyor. Herkesin peygamberi olmak yerine daha başlangıçta kulluğa soyunabiliyor, her iki kesim yazarı çizeri de... Her örülen duvar sadece bizi korumuyor, bizi de kalemizde "kalebentliğe" mahkum ediyor. Ah insanoğlu, o güzel beynin bazen nasıl da sana ihanet ediyor ve sen fark etmiyorsun. / Şenol Yazıcı ,25.4. 2020 * Yasaklar başladı. Yalova'dan bir hırsız gibi geri döndüm. Oysa yapraksız manolya dikmiştim. BİR KİRVEM OLSA YAŞLANMAYI ÖĞRETEN Size oluyor mu bilmiyorum... Ağaran bir su gibiyim gün geçtikçe...işte o hal.... "Eskiden her konuda konuşurdum istekle Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi" diye tanımlıyor o hali Şükrü Erbaş ya...var mı sizde de...Nasıl halse? Bildiğiniz mi artar, bilmediğiniz mi? İşte O' hal... Hangi noktaysa şimdi orda, salt isyan kesilmiş, çok da memnun olmadığım bir hayatı savunuyorum. O neyse, o bir şey değil de onu güzel göstermek için çırpınmam yok mu? Oysa Allah da şahidim; bir kez bile demedim "fena değildir / üstü kalsın..." En büyük sıkıntımız belki de bu... Özeleştiri kim, biz kim? Dahası belki korku belki utançla hatalarımızı kabullenmek, doğru örneklerle düzeltmek yerine, dört el sarılıp şanlı bir tarih de yaratarak savunmamız. Yani o yanlışı, başkalarına da dayatıp toplumsal bir yanlış haline getirmemiz...olduğunu hala göremedik... İyi de büyümek, umur görmek, öğrenmek diye bir şey var ve ben ne zaman en azından bizim varoşun bilgesi olacağım diyesim de var? Herhalde başka türlü ayakta kalamayız, bakkalın gözündeki veresiye itibarımız düşer, çocuklarımız anne baba demeyi bırakır, kahvede oyuna almazlar, hele bakan, cumhurbaşkanı da seçmezler bizi... Oysa görünen köy kılavuz mu ister, adın mülayim sonuçta, hikayen başka olsa ne olacak? Biri diyor sanki, demiyor bağırıyor duymayan kulaklarına: Ben senin gençliğini de bilirim... Düşünüyorum da şimdi, o yolu... Geldiğim de gittiğim de yıldız kadar Ne uzak... Kanayaklı bir yanım, Ötem dokunsan ağlayacak... Bunun en belirgin örneklerini siyasetçilerde görürsünüz. Peki annenize babanıza, öğretmeninize o gözle baktınız mı? Bütün büyüklere daha bir yakından bakın? Yaptıkları doğru işler mi daha çok, yoksa değiştirip süsledikleri yanlışları mı? Gelenek diye yutturduklarının ne kadarı doğru ne kadarı yanlış bir kez sorguladınız mı? Tarhana mı, kelle paça mı? Ortası yok, hadi doğruyu bulun...Kendi çıkarlarımız, itibar kaygımız ve egomuzdan öte çocuklarımızın sağlıklı bireyler olmasına özen göstermemiz gerektiğini düşündük mü? Çocuklar doğru örneklerle idealize edilmez mi? Bunu da büyükler yapmaz mı? Bana bir bilge yaşlı göstersenize... Sizi bilmem, ama ben umutsuzca o kitaplarda anlatılan bilge yaşlıları arıyorum. Bir yaşa geldiğiniz de umduğunuzdan başka bir dünyayla karşılaşmak şoka, depresyona sokar sizi. Doğru bir örnek için çıldırırsınız. Yaşlanan insanların bilgeleştiğini umup da bulamayınca yaşamıştım. Yani yanlışlarını bilen, doğruları gösteren, insandan anlayan, hayatı yalamış, yutmuş, o hayattan yeni bir ben yaratmış insanlar arıyordum. Montaigne gibi yaşlanmayı güzel becermiş insanlar... Çünkü bu yaştan sonrası için kendimi yetersiz buluyordum, onların doğru örneklerine ihtiyacım vardı. Sizin yok mu? Evlenirken sağdıcınız, yengeniz olur, sünnette kirveniz... Yaşlanmanın sağdıcı yok ki... Bir de bilmeyişinize gülerler. Bir kirvem olsa yaşlanmayı öğreten... Arıyorum işte: Hatalarını da sevaplarını da ayırt etmeden anlatabilen, yaşadığından ders çıkarabilen birini... Mars'da su olup olmadığını, Şam'da kahve içmenin tadını... bilmeyebilir, ki bunu da itiraf eder, ama yaşadığının hakkını vermiş, yaşadığından kendini oldurmuş İNSAN olmayı başarmış birini... Buldun mu, sor o zaman: Aşk köpekliktir diyorlar, doğru mu? "Yaşlanınca..." diyorsa " çünkü anlayanı, anlasa da yanıt verecek hali kalanı bulamazsın..." diye ekliyorsa ... Öp elini, doğru adamdır. Corana yasakları başladı evet... Biz de henüz çok değil ama dünya korkutuyor. İtalya, İran perişanmış. Benimse aklım "yapraksız manolya" larda... Yapraklarını görür müyüm acaba? gibi saçma sorularda... 10 Mart 2020

  • Günlerin Getirdikleri

    SANMAKTIR HAYAT Yaşlanmanın güzel yanı ne biliyor musun; artık istesen de yoksul olamazsın. Çünkü biriktire biriktire o kadar çok şeyin olur ki... Sadece gerektiğinde nerede olduğunu bulamazsın... Bulamazsın ama aramadığında da ayağına düşer. 20 yıl öncesinden kalan o pantolonla buluşmak ne de güzeldir, aşk dediğinde böyle bir şey herhalde... İki gün o aşkla sığmadığınız etekle dolaşırsınız... Ne zaman dikişler atarsa ancak o zaman pes edersiniz. Olsun, her zaman hormonlarınıza tavan yaptıracak bir şey olmaz, Musalar ziyaretinize de gelmez, ama bazen bir sohbet, bazen bir güzel insan, bazen de yağmura doğan kelebekler gibi geçe kalmış bir aşk... o gözle bakarsanız, değerini bilen kuyumcu gözüyle yani...o dar bluz ya da pantolon için yüreğiniz uyanır... -ne alaka demeyin, hiç sevmem o sözü, hem o muhteşem hayal gücünüze de bir beden küçük kalır...- Her ne halse şimdi iki ayağı üzerinde bir korkuluk gibi değil, Spartaküs gibi can alacak, can verecek gibi ayaktasınız. Aman dikkat vertigonuz azmasın... ... Çivi gibi delikanlıyken Hristiyan ama yaşlanınca, ne hikmetse Müslüman olan Cat Stevens'in -kardeşim gençken gelsen ya - yani Yusuf İslam'ın o muhteşem şarkısı da öyle düştü önüme; Lady Darbanville... Önemseyin önünüze dökülen anıları... Hayat SANMAKTIR sonuçta... Şimdi uyanacaksınız... Kanınız gümbür gümbür akacak... İşte sakladığınız o dar bluz, raslantıyla bulduğunuz sararmış fotoğraf odur; AY PERİSİ.. Dizeler gelecek aklınıza, bazıları mıh gibi çakılacak, bazıları da bir günlük aşkına doğan kelebekler gibi akşama varmadan ölecek... Olsun! Victor Hugo'ya o romanını tek bir sözcük yazdırmadı mı: KADER. Belki de sizin de büyük romanınız şimdi başlıyor. 17. Nisan 2020 AY HALİ NİYE VAR Kİ? İLK üç yıl önce bir arkadaş, başrolünü oynadığı ve çok da başarılı olduğu filmin gösterim günlerinde tam "ülkem hali" bir biçimde dışarıda bırakılmış, afişten bile adı çıkarılmış... ve o günlerde bu şarkıyı paylaşmıştı. Bir ambulansla yardımına bile gitmeyi düşünmüştüm. Nurten Bengi Aksoy da ​​bana omuz vermiş, nasıl bir hikmetse Perinçek takımının dağın birinde gerçekleştirdiği filmin gösterimine gitmiş, izlemiş, tanıtım yazıları yazmıştık... Yel kayadan ne alır, cürmümüz ne ki, gök tanrı bizi dilesin... Zaten arkadaş da bizim canımızı dişimize takarak verdiğimiz mcadeleden pek de tınmamış biz de nankörlüğüne içerleyip defterden silmiştik. * Bazen olur mu o haliniz? Bir MÜSLÜM BABA, iki de JİLET ararsınız.... Ama kabul etmeli yoksa elinizden tutanınız ya da daha aydınlık çıkış kapısı çarpabilir, ehven i şerken GÜZELe dönebilir... Zehrin akması gerek ... İtiraz mı ediyorsunuz, onca zayıflık bizim devrimci ruhumuza sığmaz filan gibi... Belli, tuz kuru, siz hiç KİMSESİZ kalmamışsınız. Kaldı ki biz sadece insanız, sonuçta insan; bir deve değil, gözle görülemeyen bir virüse, CORONOya yenilme talimleri yapan. Her zaman da alkışlanacak ölümlere imza atamaz ya da İspanya İç Savaşı sırasında gördüğü STALİN vari vefasız komünizmle olan aşkına "HAYVAN ÇİFTLİĞİNİ" yazıp nokta koyan ORWEL de olamayabilirsiniz... Bir MÜSLÜM iki de JİLET dersiniz bakkal Mahmut'a... Siz kahraman ya da çağlar açan olabilirsiniz, ama bazıları var ki bir şarkıya da yenilir. Sizin de bilgisayarınıza bir virüs girsin de görün... AY HALİ niye var ki? 17. Nisan 2020 * Hem Coronalı Hem Yoksul Bankada parası ya da maaşı olan şanslılardansanız şu günlerde para çektiyseniz CORONA yüzü görmemiş paralar da görmüş olmalısınız. Harcamaya kıyamayacağınız, ninem gibi keseye koyup en özelinizde iki memenizin arasında saklayacağınız 200'lükler, 100'lükler, 5'likler bile... Bunun anlamı devlet para basmaya mecbur kaldı. Can malın yongasıdır, bugünler de zor günler, ne yapacaktı? Kimsenin itirazı olmaz elbette, geçmişi anıp da "kefen parası ne oldu?..." demek bile abesle iştigaldır, dönem öyle bir dönem çünkü... Ama şuna emin olun, bir ay öncesi vardı ya "işler yolunda, gelişim doludizgin, 2023 de dünyanın en büyük ekonomilerinden olma hali..." ona göre artık epey yoksuluz. Hem Coronalı hem yoksul. Ve daha da yoksullaşacağız. Olsun para harcamak içindir, yeter ki bize, ulusumuza, ülkemize bir şey olmasın. Ama velakin , bu basılan paralar da koyun köprülerden geçmeyi sokağa çıkamadığımız şu günde "oralara..." giderse, Yarın "rûz-i mahşer" de 20 tırnağımız yakanızda olacak... Dilimiz,kıbalımız az farklı diye, Tanrının da bizi kulundan saymayacağını "apartman toplantısında aidat ödeyen ama konuşamayan kiracı..." sayacağını düşünüyorsanız aklınıza şaşarım... Alacağınız bir karara bağlı... O dev şirketler de bizim gibi azıcık çeksin "CORONA ACISINI" ne var yani? Nasılsa o paralarını gene biz ödeyeceğiz. Zor mu? 16.Nisan 2020 ÖLÜM DERT DEĞİL, AMA MÜZİKSİZ OLMAZ İŞTE CORONA'dan ya da bilmem neden, bu ülkede bu yaşa gelmem bile mucizeyken...kim korkar ölümden? Değil de bir şey zoruma gidecek ölüp giderken Ne kadar çok güzel şarkı varmış ve... Bu şarkıların hepsini nasıl dinleyemedim? Diyorum ki mezar taşımı bir müzik çalara çevirsem, Bir ton GB müzik koysam, yani olası bütün zamanlara yetecek kadar, bir de kulaklık, AHRETİN UHREVİYETİNI BOZMADAN BEKLERKEN DİNLESEM...Olmaz mı? 13 Nisan 2020 İSTER İLAHİ İSTER BEŞERİ;BASİRETSİZLİĞİ KESİN Hafta sonu gelen, önce "ilahi bir kudretçe" olduğu hissi verilen sonra da "bir kulun beşeri hatası olduğu" itiraf edilen konuluşu, başlatılışı garabet, ama basiretsizliği kesin, bir bakana iki saatlik de olsa onurlu bir istifa etme şansı da veren YASAK sonrası yurdum insanının bugünkü hali şaşkın ördek gibidir herhalde... 13 Nisan 2020 BU NASIL KİMSESİZLİK? Bu karar gerekliydi, alınmalıydı, en azından sonuçlarını ölçmek için denenmeliydi, geç bile kalındı, ama böyle mi? Anlayan biri varsa anlatsın lütfen... Şu rezilliğe bakın... İki gün değil, iki ay sürecek yasağın nevalesini düzüyorlar. Yurdum insanı hep buydu ama, vur dersin öldürür... Keşke siz öngörülü olsaydınız. Yasakların başladığı son bir aydır varsa bir kazanım hepsi birden yok edildi. Beş gün sonra CORONA vakalarının doruk yapacağını anlamak için benim aklım bile yeter. Ki siz devletsiniz. -HABERİ GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN- Ki devlet bu; anlık yöneten de olmasa bile devletin aklı bitmez, yılların biriktirdiği deney zenginliği ona katılan en akılsızı bile akıllı yapmaya yeter ... ve 80 milyonluk ülke... Sizin bir hesabınız, bir planlamanız, öngörünüz yok mu? Bir gün önceden haber ver, olmadı sabah açıklasanız da bu yoğunluk, telaş, panik oluşmasa, insanlar bir araya yığılmasa,burun buruna saatlerce kuyruklarda beklemese daha doğru olduğunu görmek için kahin mi olmak gerekli... Ne yaptığınızı biliyor musunuz? Orada ne oluyor, neden böyle oldu, nasıl bir yarar görüldü, yeni bir virüs dalgası haberi mi alındı... bilmiyoruz, ama biz de kıyamet kopuyor; ekonomik güçlükler, CORONA aşılır, ama nasıl bir KİMSESİZliktir hissettiğimiz biliyor musunuz? Allah akıl fikir versin ... 11 Nisan 2020 BİLİM GERİ Mİ GELİYOR HIV virüsü yaygınlaşıp kapıdan bacadan AIDSli yağmaya başladığında biz okumuşlar haklı olarak endişelenmiştik... Allah'tan mahallenin ağabeyleri konuya el atmış, duruma :"pandemik' değilse de "Türkiş" bir teşhis de koymuşlar "Aids bize işlemez." demişlerdi de rahat bir -nefes almıştık. Sonra bir başka benzer salgında sağlık bakanı aşı olunmalı diye tepinirken, başbakansa isteyen olsun, ben aşı olmam arkadaş... demişti de anlamıştık ki bu da korkulacak bir şey değil, pekmez içeriz geçer... Geçti de zaten... Ya şimdi? Cumhurbaşkanı tokalaşmayı, yakın teması kesti, barlar, lokantalar, okullar kapandı, iki metreden fazla kimseye, sevgiliniz bile olsa... yakın olmayın denildi, uçuşlar, giriş çıkış yasak...Biraz inat yapılsa da CAMİLER de kapandı... Kabe kapandı Kabe, sen inatla sembolik namazlar yap... Bir de halka sakın olun denildi...Sanki on günde geçecek. Bırak bizimkileri başka yerdeki de aynını anlar, yurdum insanı da anladığını yaptı; marketlere hücum etti...Fiyatlar katlandı bazı mallar daha da pahalanır diyerek depolara taşındı ,bulunmaz oldu. Ne oldu bize? Nerede benim kahraman atalarım? Nerede tarhana kelle paça savaşı yapan bir de adında prof olan tuhaflar, kansere muska yazanlar?... Ya otçular, sarımsakçılar, macuncular, fetvacılar...? Yoksa dün metelik vermediğimiz bilime değer verir mi olduk? İnanılır gibi değil ama bir grip virüsü bunu başardı öyle mi? Başka yerde nasıl anılacak bilmeyiz ama biz de aklın yolunun ve çağdaş bilimin yeniden keşfi bir virüse bağlanacak sanki. 5 Nisan 2020 * Mayıs sadece BAHAR, sadece corana değil, ATATÜRK ZAMANI DA... İLKYAZ GÜNLÜKLERİNİ OKUMAK İÇİN

  • Karantina Günlükleri

    Virüs Geldi Böyle Oldu Birkaç günlük yalancı baharın ardından kış geri geldi. Yağmur yağıyor dışarda çisil çisil, bıçak gibi esen rüzgar kapkara bulutları dolaştırıyor tepemizde yine. Tam artık bahar geldi, bunca şehidin, bunca depremin, bunca sıkıntının ardından belki daha aydınlık günlere kavuşuruz derken olmuyor, bir türlü çıkamıyoruz aydınlığa. Bahardan umudu kesip, "eh yağmur rahmettir, arkası aydınlık olur "diyorum ama yok, nafile bir türlü nur inmiyor üzerimize. Mehmet Akif'in dediği gibi; "Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!" Günlerdir olanları izliyorum ve belki de biz bunları hak ediyoruz diye düşünüyorum. Her gece "yarın belki güzel bir güne uyanırım" diye dua edip beklerken her sabah yalana, kine, öfkeye, kargaşaya , felakete uyanıyoruz... Malum, şimdi de bir hastalık ya da başka bir deyişle virüs musallat oldu başımıza. Onunla yatıyor, onunla kalkıyoruz, her ne kadar bu garibim virüs gözle görülmese de adı her yerde. Televizyonu açıyoruz orda, sosyal medyaya göz atıyoruz orda, gazete okuyoruz orda... Önlemler, tavsiyeler, bilgiler... ne ararsak karşımıza çıkıyor. Sanırsınız ki hepimiz birer tıp uzmanıyız. Özellikle sosyal medya tiryakileri ve felaket tellalları sürekli felaket senaryoları paylaşmaktan ve insanlara korku salmaktan nasıl bir zevk alıyorlar aklım almıyor. Yok efendim İtalyan doktor mektup yazmış da, orada yaşlıları tecrit ediyorlarmış da, insanlar acı çekerek ve boğularak bir başlarına ölüyormuş da... Falanca şehirde hastalık yayılmış, bir semt karantinaya alınmış ve buna benzer henüz doğrulanmamış bilgiler coronadan daha hızlı yayılıyor ve bana göre mikroptan daha tehlikeli. Şunu unutmayalım ki moral bozukluğu ve ruhsal çöküntü de en az hastalık kadar tehlikeli. Hani şair; "Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor; Lâkin vatandan (ya da benim deyişimle sevdiklerinden) ayrılışın ıztırabı zor." (Yahya Kemal) demiş ya "EYLÜL SONU" şiirinde, bunu unutmamamız lazım, yani "korkunun ecele faydası yok." şöyle ya da böyle öleceğiz, ama en azından huzurlu yaşayalım, somut bilgiler dışında birbirimizin huzurunu kaçırmayalım bari. Hem uzak ve yakın Dünya tarihine bir göz attığımızda en tehlikeli ve öldürücü virüsün İNSANOĞLU olduğunu görmüyor muyuz? 1 ve 2. Dünya Savaşlarında ölen milyonların, yakın geçmişimizdeki Irak, Suriye, Libya savaşlarında ölen yüz binlerin, terör olaylarında hayatını kaybedenlerin, soğuk denizlerde can veren mültecilerin sebebi hep insanoğlu değil mi? Belki Corona'dan da binlerce insan ölecek, ama biliyoruz ki sonunda aşısı bulunacak ve bu bela sona erecek, bir başka salgına kadar... Ama ne yazık ki insanoğlunun içindeki kinin, öfkenin, vahşetin, bencilliğin, şiddetin aşısı yok. Şu günlerde hiç olmazsa biz de bu vahşi yanımızı karantinaya alalım, yangına körükle gitmeyelim. Yağmur yağmaya devam ediyor... İçime içime yağıyor, kapkara bulutlar yüreğimin üstüne çöreklenmiş kalkmıyor... İnsanlar panik içinde marketlere, pazarlara koşuyor, yarın nasıl bir güne uyanacağını bilemeden... Ve o büyük şairi, Mehmet Akif'i rahmetle anıyorum bir daha: "Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! 'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!" ***** Malum dün İstanbul'da hava tıpkı ruhlarımız gibi kapkaraydı. Bir yandan zehir gibi soğuk hava, bir yandan durmadan yağan yağmur, bir yandan devamlı duyduğumuz kötü haberler içimizdeki tüm umutları paramparça etmişti. Benim gibi her gün sokağa çıkmaya alışık biri tüm gününü evde geçirince varın düşünün halimi. Vaktiyle yaşlanıp da sokağa çıkamayacağım günleri düşünerek illa da giriş katı olsun, oturduğum yerden hiç olmazsa sokağı görebileyim diye aldığım evimin penceresinin önünde çakılıp kaldım. Elleri kolları poşetlerle dolu evlerine koşuşturanları izledim akşama kadar. Ve bu ruh haliyle huzursuz bir gece geçirdim. Ama bugün sabah kalkıp da perdelerimi açtığımda bahçemdeki yaşlı erik ağacının bembeyaz çiçeklerle gelin gibi donandığını görünce, hele buna bulutların arasından süzülen güneş ışıkları da eklenince ruhum aydınlanıverdi. Birden çok sevdiğim bir söz geldi aklıma: "Her kışın bir baharı, her gecenin de bir sabahı vardır..." diyen. Bu da geçer elbet dedim kendi kendime. Bizler çok zor günler görmüş bir neslin çocuklarıyız. Lise yıllarında kolera salgınlarını, Kıbrıs harekatındaki karartma gecelerini yaşamış, darbe günlerinde sabahın köründe kapımızı çalan eli tüfekli askerlerin sesleriyle uyanmış, sıkıyönetimlerin sokağa çıkma yasaklarıyla evlerimizde hapis kalmış; gaz, margarin, tüp kuyruklarında beklemiş bir nesiliz. Corona'dan mı korkacağız, dedim kendi kendime. Alırız önlemlerimizi, yıkarız ellerimizi, süreriz kolonyalarımızı, kitaplarımızı okuyarak otururuz evimizde... İşte bu ruh haliyle önce yıllardır buzdolabında unuttuğum Rebul kolonyasını çıkardım masanın üstüne koydum. Her ne kadar birkaç gündür çekirge sürüsü gibi marketleri talan edenleri şaşkınlıkla seyretsem de bugün mutfağı yoklayınca, bir sokağa çıkma yasağı ihtimaline karşı çarşıya gidip biraz alışveriş yapmaya karar verdim, hem de sokakların hal-i pür melalini görmek istedim. Malum yaşımız 60'ı biraz geçti, yani Corona'nın ilk hedeflerinden biri de benim. Belki genç gibi giyinirsem Corona'yı şaşırtırım diye düşündüm 😊 en renkli kabanımı giyip, en şık şalımı da yüzümü örtecek şekilde bağlayarak düştüm yollara. Önce gribe karşı önleyici birkaç ilaç aldım eczaneden ve çarşıya gitmek için Bahariye'ye doğru yürümeye başladım. Aman allahım Kadıköy'ün sokakları gençliğimin sokaklarına dönmüştü. Yollarda itişip kakışarak yürüyen, bağırarak üstüme gelen, çöplerini, sigara izmaritlerini yollara atan insanlar yok olmuştu. İnsanlar gayet mazlum ve mahzun yürüyorlardı yollarda. Her gün yüzlerce insanın fotoğraf çekmek için tepesine çıktıkları Kadıköy'ün meşhur Boğası bile yapayalnız kalmıştı. Buz gibi esen rüzgar yüzüme yüzüme eserken Necip Fazıl'ın dizeleri takıldı dilime: "Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum. Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; Biri benim, biri de serseri kaldırımlar..." Çarşıya doğru yürüdüm, şimdi benim de gidip bir marketi talan etmem gerekiyor... ***** Yıllar önce Antalya'da merkezden hayli uzak bir kasabadaki TRT lojmanlarında yaşadığımız için pek çok ihtiyaç maddesini, özellikle de ani gelecek misafirler için kuru yiyecek ve benzeri şeyler evde hep fazladan bulunurdu. O alışkanlığım hala devam ettiğinden evimde her zaman yedek yiyeceklerim bulunur. Ama bu sefer gelecek olan misafir değil Corona... Mademki günlerdir herkes bir şeyler almak için marketleri talan ediyor, ben de kusur kalmayayım dedim. İlk girdiğim büyük market öylesine kalabalıktı ki değil bir şey, nefes bile almak mümkün olmadığından kaçarcasına ayrıldım ordan. En iyisi alışverişi bizim bakkal amcadan yapmak, diyerek yoluma devam ettim. Günün her saatinde cıvıl cıvıl olan Kadıköy çarşısı ve rıhtımı sanki bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Sadece gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları vardı her yerde, iskeleye dizilmiş vapur ve motorları görünce yine Yahya Kemal'in dizeleri geldi dilimin ucuna: "Artık Demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol..." Acaba "Demir almak günü gerçekten geldi mi, yoksa bu vapurlar meçhule mi gidiyor" gibi soruları kafamdan atarak bizim bakkala vardım. Benimki de laf işte, bir kişilik alışverişten hiç talan mı olur? Birer kilo meyve, mercimek, bulgur ve pirinç alıp, eve gelir gelmez hemen tv'yi açarak haberlere daldım. Yine virüs, yine ölüm, yine karantina haberleri vardı tüm kanallarda. Kafe, çay bahçesi, park ve benzeri yerlerin kapatıldığını öğrendim. İçim sızladı; şimdi garson, tezgahtar vb. yüzlerce insan işsiz kalacak, belki de evlerine götürecek ekmek bile alamayacaklar... Ama bu çay bahçelerinin kapatılması benim gibi çay tiryakilerini galiba olumlu etkileyecek, hemen her akşamüstü Moda'da ya da rıhtımda içtiğim çay paralarını biriktirip zengin olabilirim 😊 biraz da bardağın dolu tarafına bakalım, değil mi 🤗 Bilmiyorum bu günler ne kadar sürer, ekonomik sıkıntıların yanı sıra yaşayacağımız antisosyal hayat ruh halimizi nasıl etkiler? Corona'dan ölmesem bile 60 metrekarelik evimde bir odadan bir odaya gezerken ruh halim ne olur, bilmiyorum. Ama buna pabuç bırakacak değilim; daha okunacak onlarca kitabım, yazılacak yüzlerce satırım var. Haaa bir de penceremin önünde yüzümü güldüren rengarenk çiçeklerim ve kedilerin mamasına ortak olan bembeyaz martılarım var... en iyisi "BU DA GEÇER YA HÛ" deyip enseyi karartmamak...

  • "Baharla Gelen..."

    KARANTİNA GÜNLÜKLERİ / ÇİÇEK BEKLİYORDUK BAHARDAN GELENSE ÖLÜMDÜ... Bir bahardan bir bahara dünya genelinde 144.761.922 vaka 3.072.417 ölüm... Ya hastalananlar, işsiz aç kalanlar... * Oysa hasretimizdi bahar? Patlayacak ilk tomurcuk , dallara yürüyen su en sevgiliden daha bir sevgili burnumuzda tütmüştü. Her bahar umut gelirdi; gene öyle olacaktı, bütün yenilgilerimize, hatalarımıza bir sünger çekip yeniden doğacaktık. Yapamadığımız, yaşayamadığımız ne varsa bu bahar harfiyen yaşanacaktı. Yaşama sevinci, dirilme arzusu, yeniden kusursuz ve güzel insan olma istenci bacalardan tüten son dumanlarda bile vardı. Cemre geçti. Erikler çiçeklerini açtı, ardından şeftaliler kuru dalların arasından pembe pembe gülümsedi. Nevruz'a birkaç adım varken... Dünyayı dört renk dolduracak bir bahar beklerken... Kıyamet gibi ölüme kesti dünya... Ülkemizde 4 milyon vaka 40 bin ölüm, dünya genelinde 144.761.922 vaka 3.072.417 ölüm İstatiksel olarak ölüm sadece bir sayıdır. Ya gerisi? Hayata yansımaları? İnsan denen de algıda tuhaftır. Dünya genelinde ölen 3 milyon insandan daha çok dokunur size mahallenizdeki bir kişinin ölümü. Mahalledeki bir kişinin ölümünden daha çok evinizdeki bir kişinin hastalanması , eve ekmek getiren babanızın işsiz kalması sizin kıyametiniz olur. Gündelik yaşam standartlarınızın bozulması, basit özgürlüklerin bile kısıtlanması bile tek başına depresyona sokabilir sizi. Bizim payımıza düşen neydi? Geçen yıl pandemi başlarken verdiğimiz sözü tutmanın zamanı; KARANTİNA GÜNLÜKLERİNİ kitap yapacaktık... Varsa sizin de bir hikayeniz katılabilirsiniz En son katılım 2 Mayıs 2021 saat 19.00 kitabınız YAKINDA

  • Yaralı

    Bir yaralı sevdalıyım Göğsümün gürgün pınarı Gonca güller karanfiller Moran gelincikler kanar Bir kırık badem dalıyım Yurdumun yorgun kuşları Ala şahinler turnalar Yuvaları dağıtılan Toy kanatları kırılan Emekcen gurbet kuşları Sürgün kuşlar bana koşar Bir çamlıbel maralıyım Ayçe sudan içmedeyken Gökten bala geçmedeyken Avcılar ağına düştüm Yarıldı göğsümün narı Yaralıyım yaralı Defne Dalım Sarın Beni Yaralıyım yaralıyım Güvercinim örtün beni Irmaklarım yunun beni Yıldızlarım malaklarım Dağlara kaçırın beni  maviADA 4. sayı. GÜZ 2006

  • Gönülden Yolculuk

    Sabahın seherinde yollara düşüp Bir Anadolu köyünde konaklamalı Yüreğimizi titreten ezgileriyle Köy türküsüyle uyanmalı Temiz havasını koklamalısın Bir de maviliklerle kucaklaşmalı Ellerinle tutup bir ucundan Güneşi doğurtmalı denizden Akşam serinliğinde dam başında yatıp Gökteki yıldızları saymalı Ay dede ile konuşmalı Belki ateş böcekleri de eşlik eder geceye doğayı dinlemeli sessizce Ama ne olursa olsun Yüreğinde sevgi olmalı Sevdiklerini kucaklamalısın Sonra da öpmelisin gözlerinden Ay dede gülümsemeli Kapatıp usulca gözlerini Uyumalısın gönlünce Anadolu’yu çekmelisin içine Nefes, nefes, Türkü, türkü, İçini huzur kaplamalı (Semihat Karadağlı)

  • İmkansız Şeyler

    İmkansız olan şeyler vardır bilirsin Yaşlanmamak gibi, ölmemek gibi Ve seni sevmemek çigan gözlüm Mümkün değil ki Çıkarıp atamam içimden Neyleyim yer etmişsin bir kere Ne zaman elime bir kağıt alsam Siner güzelliğin kelimelere Yumsam gözlerimi seni seyrederim Devamlı bir musiki kulaklarımda sesin Mevsimler seninle başlar, seninle biter Yıl on iki ay benimlesin Ne zaman bir gemi görsem limanda Alıp başımı seninle gitmek isterim Umurumda değil bu oyunlar, bu düzenler Anlasana; seni arıyor ellerim İmkansız düşünmemek gecelerce seni Ve sevmemek ömür boyunca, bir gün değil "Başka çaremiz yok, beni unut" demiştin Mümkün değil çigan gözlüm, mümkün değil.

  • Ay Güncesi

    hilal 2010 Aksi zamanların yalnızlığıyla, öznesine lanet edilen cümlelerin devrikliğiyle, harikulade hayallerin yitmişliğiyle asılıyorum bu tütünsüz gecenin sabahına… Nedir ne değildir bilemedim bu yaşadığımız! Şimdi sen yoksun bunu biliyorum da, ben var mıyım onu bilmiyorum… Kelimelerle evcilik oynuyorum artık, sebepsiz yaşanılan her şeye inat saklıyorum kendimi buralarda… Senin tarafından bulunmak da değil artık istediğim, sadece kelimeler, evet bunlar istediklerim… Çok geç kalınmışlıklara içmiyorum artık, erken bırakılmışlara kaldırıyorum kadehimi, 21.yy aşklarını da meze yapıp… Zordu, ağırdı sevmelerimiz ya, biz kaldıramadık altında kaldık. Hakikati böyle mi anladık! İnanışların ötesinde bir kutsallıktın bende, şimdi geçmiş zamanlara söylenmek değil niyetim bir yerlerde eksik kalan yanlarım var onları tamamlamaktan ileri gelir bu düşüncelerim. Sorsan bana seni çoktan unuttum, bu yazılanlar kelimelerin oyunu bana. İçimde bir ses derinlerden "kelimeler aklın oyunudur" der deyip durur aynı anda. Aynı sahne tekrarlanır ayılıncaya... dolunay 2010, Bir yangın çıkmıştı. Kırmızısı, kanıma seni bırakmıştı! Geçti, geçmişti dokunaklı mektupların çıplaklıkları. Erimişti, iyiden iyiye mumlar! Uslu değildi artık zamanın ruhu. Adını her söylediğimde, zehirlerken kendimi, tanışmamıştık daha hayatla. Güller o güller nerde soldu, hatırla! Hatırla ama yaklaşma. Çünkü senin kalabalıklığın, çünkü senin kahkahaların… Evet… iyi biliyorsun. Bunların hepsi de yalnızlığından. Yani aslın astarın, zayıflığından. Saklama sevgiler, dondurulmuş ruhlar… Giderek yaklaşılan, yaşlılık… umut! Ötesi Nil’e uzanmış bir büyü… soyut. İçinden geçilen deniz yakarken bedenimi; ulaştığım gözler, tırnaklarımda kaldı. Bilmezsin, bir yanın hayata bağışlar kendini, yani onun adı bağışlamaktır hayatın lügatinde. Sense kurban verdim diyemezsin yangında… Hafıza kurnaz bir melek. Kanatları ıslanırsa bırakıyor seni, kendinden aşağıya. Düşerken güneş duasına muhtaç kalıyorsun. Yeniden, yeniden merdiven dayıyorsun aklının tepesine. Kurursa kanatlar, uyanma hali, hayali. Öyle yalvarıyorsun doğanın ruhuna. Sanma… Hep bir sanma üzerine kurulan dünya. Ve anladığında doğasını, en büyük sanrı sarıyor kollarını. İstinasız yanılgı! Bu yüzden anmıyorum artık adını. Yanlış anlama, okumuyorum artık seni, yazıyorum sadece. Kendime kalıyorum senden, boş ver bilme sen. ayça 2010, ecenin sesinde, ayın dizlerinde, bana olan hissizliğinde hatırlıyorum seni! Gözlerimde bir hüzün varmış öyle söylüyor dağların kimsesizi. Bir savaş sonrası artakalan eşyalarla yeniden bir dünya kurmak gibi, senin aşkının ertesi. Yılları da unutuyorum bu gece, kimsesizliğimi de… Bir şarkının yabancılığında kayboluyorum, bir şarkının öksüzlüğünü üstleniyorum yine. Nedendir bilmezler ki sessiz kalışım, ağlamayışım… Bilemezler günahın serkeşliğini. Utanmaz hallerine biçtiğim değeri, bana ettiğin eziyetleri söküyorum içimden ve rüzgâra bırakıyorum her şeyi… O sorsun gittiği yerlere ihaneti... Sisin içinden aralanırken bana sahip çıkan ay, bir tek ona söylüyorum gerçeği… Mutluluk oyunlarının gölgesinde, gizli bir aşkın düşünde bırakmasan ellerimi diye diye ettiğim duaların tutmayışına isyan ediyorum… Ellerimi tutmayışına isyan ediyorum. Ben sarıldığımda dünyayı unuturken, senin ruhsuzluğunun yüreğime oturuşuna isyan ediyorum… Kapat gözlerini ve sakın unutma bizi… Git. Elbet gidecektin. Olsun varsın, erken git. Bu değil ki beni üzen, benden gidişin asıl sebebi! Biz bir destanla başlamıştık unuttun mu? Senin inandığın bir destanla. Peki, göze alamayışın neydi? Senin anlat(a)madıkların benim unuttuklarımdı… Fark edemediğin en büyük gerçek saklında kalanlar değil, bana sahip çık(a)mayışındı! Şimdi bir yerlerde aklına geldiğimde suçu bana atacaksın biliyorum, biliyorum ve inan artık dengesizliğimden gülüyorum…  2010 GÜZ, KONYA

bottom of page