top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Karantinada Bayram Var

    Atatürk'ün Samsun'a çıkışının 101. yılı oldu bu 19 Mayıs. Dünyanın ve ülkemizin içinden geçtiği salgın sürecine ve yasaklarına rağmen, bu yaşı da coşkuyla kutladık... Yanyana gelmemiz zordu ama, kısıtlamaların getirdiği hasretle daha sıkı sarılan bir duygu yoğunluğuyla hissettik. Kutlamalar, İzmir Karşıyaka'da bir gün önceden başlamıştı bile... İlçe merkezi ile omuz omuza duran semtlerden Alaybey'de, belediyenin orkestra üyelerinden oluşan, yüzleri Corona'dan dolayı maskeli kortej, en çok bilinen marşlarımızı çalarak başlattı töreni. Mahalleli, salgın ve dört günlük sokağa çıkma yasağı sebebiyle ancak balkonlardan büyük bir coşkuyla karşılayabildi onları. Sosyal medya derseniz, sayısız paylaşımlarıyla kutlamalara günler öncesinden başlamıştı... Tam 19 Mayısa kavuşulduğunda ise, daha bir yoğunlaştı bu kutlamalar. Hakkıydı, hem de fazlası ile hakkıydı... Çünkü sevgili Ata'mız bu günü, aynı zamanda kendi doğum günü olarak da saymıştı. Yani yurt sevgisiyle dolu olan o lider, kurtuluşun ilk adımını doğum günü sayacak kadar eşsiz bir kalp taşıyordu göğsünde. O, vatan aşkıyla olmaz sanılanları olduracak kadar engin, hürriyete öyle iman etmiş gözü kara bir kalpti üstelik... Dergimiz maviADA'ya emeği geçenlerin sayesinde sosyal medyadaki sayfalarında, zaman tünelinde yolculuğa çıkma fırsatı da bulduk . Ancak birkaç kişinin katıldığı, çok istesem de öyle bir fotoğrafım olmadığı için katılamadığım çalışmada 1930'lardan,1950'lerden de resimler vardı. Keşke herkes katılsaydı, ne güzel bir resmi geçit olacaktı, ülkenin dününü bugününü sergileyen. Oysa herkese katılması için çağrı yapılmıştı. Olmadık yerde kişisel resimlerini paylaşmak için can atan grup üyelerimizin böylesine bir tarihi olaya ilgisiz kalması çok şaşırttı beni. Bu etkinliği düşünen ve hayata geçiren ailem dediğim maviADA Dergi yönetimi başta olmak üzere, emeği geçen tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Kutlamalar taze kan gibidir, bir diriliş törenidir. Böylece geçmişi anımsar, günü gözden geçirir, geleceğe karşı sorumluluğumuz artar. Eski bayramları günümüze taşıyan siyah beyaz fotoğrafların da örtüsünü aralamış olduk ve hafif bir üfürüşle tozlarından arındırdık... İç çekişler ve hey gidi günler hey dedirten, hatıralardan silinmeyen o eski güzelim bayramlar da anılmış oldu. Ama, gözlerden kaçmayan bir durum vardı ki, o da 19 Mayıs kutlamalarında, ülke olarak nereden nereye geldiğimizi, bu fotoğraflarla görüyorduk... 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı ile ilgili yapılan paylaşım ve yorumlardan da anladığım kadarı ile, kutlamalardaki eski heyecanın yitirilişi, en az benim kadar pek çok kişinin de içinin burkulmasına neden oldu. Kutlamaların akşamında mahallem sakinleri stadyuma gidemiyorsak biz de Gençlik ve Spor Bayramı ile Ata'mızın doğum gününü mahallemizde kutlarız dedik. Sonra da, kadını erkeği, çocuğu genci, yaş almış ama çocuklaşan gözlerin eşliğinde havai fişek gösterisi aşağı yukarı saat 22:00 sularında başlatıldı. Mucize, evet evet mucizeydi bu, çünkü gökyüzünü aniden yüzlerce ateş böceği sardı. Bu rengarenk ateş böcekleri, kah iç içe geçti sarmaştı, kah ayrı yıldızları hedef aldı ve boylu boyunca uzanarak ulaşmaya çalıştı... Ama bana soracak olursanız, onlar da bizim bu gün olduğumuz gibi birlik ve beraberlik içindeydiler... Onları bu kadar güzel kılan da, bu birliktelikten doğan görsel şölendi. Bu içimden gelerek bir solukta yazdığım yazımı sonlandırmadan önce, başta bize bu duyguları yaşatan, onurlu bir gelecek sunan Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK' e, sonrasında ise adlarını saymakla bitiremeyeceğim o kahraman atalarıma... Yani ordularımızın başındaki komutanlarımıza, savaşan, gazi ve şehit olan tüm atalarımıza milletim adına teşekkür ediyor sonsuz sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Huzur içinde uyuyun...

  • magique Fransa

    büyülü FRANSA imkanları sorguluyor gün bu olsa olsa imkansızlıklara başkaldırı diyorum yağmurlar eğik bir çizgi halinde yağıyor şehirler kırık şatolar ve tarihi kimlikleri uzak nefesimdeki buğu sorguda bir kuş sürüsü göçse oralardan buralara kuş dediğinin yönü şafağa kanatlarının altında sakladığı geçtiği yol bıraktığı iz aydınlık biz de gideriz yürür gider koşar gider savunma ve suçlardan arınır gideriz Her ne kadar diplomatik hesaplarla edilen sözlerin etkisi ara limoni olsa da, aşığıyım pek çok şarkısının, pek çok sokak, tatmaya aşerdiğim şarabının...Kesinlikle her biri diğerinden daha gizemli gelen şatoları da vazgeçilmez gözdemdir. Savaşları çıkaranların açgözlülükleri, çıkarlarına hizmet edecek algıyı yaratma girişimleri bir coğrafyanın doğasıyla insanıyla nasıl bağdaştırılabilir? Fransa'dan bahsediyorum elbette. Tam anlamıyla sanattan ayrı anılamayacak bir ülke; hele o görkemli şatoları! İtiraf ederim ki, en çok onlar ilgimi çekiyor ve sanki ısrarla çağırıyorlar beni. Benim tercihimdir o; Chateau de Chaumont şatosu. Düşünsek bir an; Orta Çağdaki giysileri, kalabalık davetleri, hele hele sevdiğimiz insanlarla ve doğallıkla belli bir süreliğineyse...Bir tür tarihi yaşanmışlık ve eşsiz bir tatil olurdu oralara yapılacak olan bir gezi. Görsellerinden oldurduğum hayalleri bile insanın içini kamaştırmaya yetiyor doğrusu. Gazete haberlerinden takip ettiğim kadarıyla, Fransa'da yer alan pek çok şato tanıtımında, ''krallar gibi tatil'' sözleriyle turistlerin ilgisi çekilmeye çalışılsa da, sanmıyorum ki o tarihi doku, o koşullar tam anlamıyla oluşturulabilsin. Fakat yine de Fransa, Antik Roma Döneminden kalma tarihi dokusu, Rönesans döneminde; resim, heykel ve mimari alanda üretilen eşsiz yapıtları, sokak müzisyenleri, müze gezileri ve hemen sonrasında sokak lambalarının bir ateş böceği sürüsünü andırdığı Şanzelize'de yenilecek o akşam yemeğine yakışacak Bordo şarabıyla.... bana göre görülmesi gereken yerler arasında ilk sırada yer alıyor. Bu kadar, gelecek planlarıma kadar yer ettiğine göre, belki gitmek istersiniz ve rehberlik eder diye Fransa'dan, insanları en çok büyüleyen yerlerinden söz açmak istiyorum kısaca...Neler mi yapılabilir, nerelere mi gidilebilir Fransa'da? Fransa'ya adım attığımızda ilk olarak Paris’in geniş ve şık bulvarlarında dolaşabiliriz, sonra sırasıyla; Montmartre Tepesi’ne çıkabilir, Paris La Defense bölgesindeki modern mimarinin bize hitap edip etmediğini keşfettikten sonra, Villette Park’taki Bilim Müzesini ziyaret edebiliriz. Daha bitmedi. Görünen o ki Fransa gezisi için geniş bir zaman ayırmak gerekecek...Gezimizin bu kısmında ise gezilecek yerleri ve yapılacak şeyleri şu şekilde sıralamaya devam edebiliriz; Fransız köylerini gezebilir, Oradour-sur-Glane anıtında dolaştıktan sonra Normandiya’da D-day çıkarma kumsalında yürüyebiliriz. Ünlü peynir ve şaraplarını tattıktan sonra TGV trenleriyle seyahat edebilir, bir sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte Mont Saint Michel dağına tırmanabiliriz. Bazen kırmızıya dönüşen Camargue Nehri'ni görmeden, Alsace bölgesinin ilginçliğini ve farklılığını yaşamadan ve Fransız Rivierası’nda güneşlenmeden yaptığımız bu gezi eksik kalacaktır doğrusu. Malum Korona sebebiyle böyle bir seyahat şimdilik hayal, fakat siz de bilirsiniz ki her şey önce hayal etmekle başlar!

  • Dünyanın En Ünlü Resimleri

    ve Ressamları / Mona Lisa,1519, Da Vinci, İtalya Rönesans döneminin çok yönlü becerileri olan, en ünlü ressamlarından İtalyan asıllı 1452-1519 yılları arasında yaşamış Leonardo di ser Piero da Vinci'nin başyapıtlarından biridir Mona Lisa tablosu. Çok yönlü bir bilim sanat insanı olan Leonardo Da Vinci en çok Mona Lisa tablosu ile tanınır. Bu tablo hakkında birbirinden farklı çok yorum yapılmıştır. Mona Lisa’nın Leonardo’nun kadın hali ya da kadının Leonardo’nun gizli aşkı olduğu gibi söylentiler vardır. Bunların ne kadarı doğru bilmiyoruz ama Mona Lisa hem de Leonardo’nun diğer tabloları içinde daha büyük önem taşır. Bunun da nedeni Leonardo’nun kendi bulduğu özel tekniğidir: “Sfumato” tekniği. İtalyanca bir terim olan Sfumato, “fuma” (duman) sözcüğünden türetilmiş bir kelimedir ve resimde neredeyse algılanamayacak ton ve renk geçişlerini adlandırmak için kullanılmıştır. Tonların birbiri içinde eritilmesiyle yumuşak etki yaratmayı amaçlayan bir boyama tekniği olan Sfumato, ilk kez Leonardo da Vinci tarafından uygulanmış ve 15. yüzyılın keskin dış çizgili biçimleri bu sayede belli bir yumuşaklık kazanmıştır. Vinci tabloya 1503 yılında başlamış, 1519 yılında bitirmiştir. Leonardo da Vinci 15 Nisan 1452'de İtalya'da doğmuş, 2 Mayıs 1519'da Fransa'da ölmüştür. Son Akşam Yemeği (1495 – 1498), Vitruvius Adamı (1490), Kırmızı Tebeşir Otoportresi (1490 – 1515-16), Kayalıklar Bakiresi (1483 – 1486), La Scapigliata (1500 – 1510), Kakımlı Kadın (1489 – 1491), Salvator Mundi (1500), Ginevra Benci'nin Portresi (1474 – 1478), Hz. Meryem ve Oğlu Azize Anne ile (1503 – 1519)' de sanatçının ünlü resimleri arasındadır. Kıyamet Günü,1541,Michelangelo, İtalya Michelangelo tarafından Vatikan'daki Sistine Şapeli'nin Sunak duvarına, 1536 ile 1541 yılları arasında yapılmış olan bu fresk aslında tek bir tablo değil, onlarca tablodan oluşan bir duvar resmidir. İsa'nın ikinci kez dünyaya gelişini ve kıyametin koptuğu anda, insan katmanlarının bulunduğu durumu tasvir eder... Sanatçının bu resmi, hele Tanrının Adem'e elverdiği bölüm, o gün gündür kıyamet tasvirlerinin vazgeçilmezi olmuştur. Sanatçı, 6 Mart 1475'te İtalya'da doğmuştur. Tam adı, Michelangelo di Lodovico Buonarotti Simoni olan ve Rönesans Döneminin Dört Ruhlu Adam unvanıyla anılan İtalyan asıllı sanatçısına bu unvan; heykeltraş, ressam, mimar ve aynı zamanda şair olduğu için verilmiştir. 18 Şubat 1564 yılında, İtalya'nın Roma şehrinde ölen Michelangelo, yaşamı boyunca hiç evlenmemiş, kendini yalnızca sanatına adamış ve öldüğü güne değin eserler üretmeye devam etmiştir. Pek çok heykel üretmiş olan Michelangelo'nun, resim alanında yaptığı sayısız fresklerin dışında, geride bıraktığı ünlü panel tabloları şunlardır; Aziz Antonio'nun Azabı (1487-1488), Cascina Savaşı (1504), Defin Töreni (1500-1501), Doni Tondo (1503), Leda ve Kuğu (1530), Manchester'li Madonna (1497). Meryem'in Evliliği,1504,Raffaello, İtalya San Francesco, Città di Castello'daki Fransiskan kilisesi için, Raffaello tarafından 1504 yılında tamamlanmıştır. Resimde Meryem ile Yusuf'un evlilik töreni konu edilmiştir. Sanatçı bu resmi ustası olan Pietro Perugino' nun, aynı adı taşıyan resmini yeniden ele alarak daha çarpıcı hale getirmiş, bunun için de resim tekniğinde kendine özgü değişiklikler yapmıştır. Resimde konu edilen evlilik töreninin kısa öyküsü ise, kaynaklarda şu şekilde aktarılmaktadır: Meryem, bakire kalmak istese de her genç kadın gibi evlenecektir ve talipleri sıraya girmiştir. Arka planda gördüğümüz, aynı zamanda Meryem‘in eğitim aldığı yer olan Kudüs Tapınağı’nın başrahibi, Tanrı’nın gönderdiği haberci sayesinde, Meryem‘in talipleri için bir kriter belirler...Tanrı’nın isteğine göre, Meryem‘le evlenmek isteyen her talip eline bir kuru dal alacak, dalı çiçeklenen Meryem‘in kocası olacaktır. 60 yaşın üzerinde olan Davut soyundan Yusuf‘un (St. Joseph) çiçeklenen dalı, Meryem‘in kocası olacak kişiyi de belirler ve başrahip Yusuf‘la Meryem‘i nişanlar. 6 Nisan 1883 yılında İtalya'da doğan Raffaello Sanzio da Urbino, 6 Nisan 1520'de İtalya'da çok genç yaşta ölmüştür. Ressam ve mimar olan sanatçı, Da Vinci ve Michelangelo gibi, yüksek Rönesans sanatının üç büyük ustasından biridir. Saint George ve Ejderha (1506), Örtülü Kadın ''La Donna Velata (1515), Kutsallığın Anlaşmazlığı ''Disputa'' (1510), Baldassare Castiglione Portresi (1515), Galatea Zaferi (1514), Madonna ve Çocuk İle Büyük John Baptist (Güzel Bahçıvan Kız 1507), Başkalaşım (1520), Sistin Meryemi (1512), Atina Okulu (1511)'da sanatçının ünlü eserleri arasındadır. Yıldızlı Gece,1889, VAN GOGH, FRANSA Vincent Willem VAN GOGH'un en ünlü eseri olan ''Yıldızlı Gece'' yi, ölümünden bir yıl önce, yani 1889'da, Fransa’da kaldığı akıl hastanesindeki odasının penceresinden dışarı bakarak yaptığı bilinmektedir. On yıldan biraz fazla bir süre içinde, aralarında 860 yağlı boya tablonun da bulunduğu, 2.100 kadar resim ve çizim çalışması üretmiştir. 30 Mart 1853 yılında Hollanda'da doğmuş, 28 Temmuz 1890 yılında Fransa'da kendini göğsünden vurarak ölmüş olan sanatçı, eserlerinin çoğunu yaşamının son iki yılında yapmıştır. Patates Yiyenler (1885), Kafe Teras'ta Gece (1888), Sarı Ev (1888), Buğday Tarlası (1890), Çiçek Açan Badem Ağacı (1890), Arles' daki Yatak Odası (1888), Gelincikler (1886), Ayçiçekleri (1888), Saintes Maries'de Deniz Manzarası (1888)'da sanatçının ünlü resimleri arasındadır. Guernica,1937, Picasso,İspanya Tablo, ''Sanat hakikati anlamanızı sağlayan bir yalandır'' diyen bir yalandır'' diyen Pablo Picasso'nun en tanınmış eserlerinden biridir ve İspanya içsavaşında Alman hava kuvvetlerinin Guernica kasabasını bombalamasını anlatır, 1937'de yapılan resimdeki insan ve hayvan figürleri; acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmaktadır. Ebat olarak da oldukça büyük olduğu bilinen bu resim, şu anda Madrid'de, Reina Sofía Müzesinde yer almaktadır. Picasso kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız?" diye soran Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız..." cevabını vermiştir. Picasso'nun savaşa duyduğu nefreti belirtme şekli olan bu eser, sadece üç haftada tamamlanmıştır. 25 Ekim 1881 Yılında Malaga'da doğmuş, 8 Nisan 1973 Yılında Fransa Moigins'te akciğerlerindeki ödem ve kalp yetmezliğinden ölmüş olan Pablo Picasso, Kübizm akımının öncülerindendir. Paul en Pierrot (1925 ) Picasso Müzesi Paris, Trois Femmes à la fontaine (1921) Modern Sanat Müzesi, Paris, mitolojiden esinlenmesiyle ortaya çıkan yapıtı les Flûtes de Pan (1923) Picasso Müzesi Paris, Avingolu Kadınlar (1907)' da ünlü eserleri arasındadır. Belleğin Azmi,1931, Dali,İspanya 20.Yüzyıl'ın oldukça ses getiren ve eserleriyle fark yaratan ressamlarından biri olan Salvador Dali'nin en çok bilinen resmidir ''Belleğin Azmi''. 1931 Yılında yaptığı resim, sanatçının eserlerinde sürrealist akımın hakim olduğunu gözler önüne seren bir başyapıttır. Salvador Dali, resimleri hakkında konuşmayı sevmeyen bir ressam olduğundan, Belleğin Azmi'nin neden esinlenilerek yapıldığı ile ilgili günümüze net bir bilgi ulaşmamıştır. Buna rağmen resme genel olarak bakıldığında, insanda yok olma duygusu uyandırdığı görülür... boş kumsal, manzaradaki gerçeklik ve sonsuzluk, eriyen saatlerde geçen ve yok olan zaman, gözleri yumulu olarak toprağın üzerinde erimiş bir yüz ve yine üzerine örtülmüş eriyik bir saat... rüya ve halüsinasyon ögeleri de bu çerçevede oluşturulmuştur denilebilir. Tam adı Salvador Domingo Felipe Jacinto Dalí i Domènech olan ressam; 11 Mayıs 1904'te İspanya'da doğmuş, 23 Ocak 1989'da yine İspanya'da ölmüştür. Yanan Zürafa (1937), Yeni İnsanın Doğuşunu İzleyen Jeopolitik Çocuk (1943), Arzunun Gizemi (1929), Yamyamlığın Güzü (1936), Görünmez Adam (1933), Baharın İlk Günleri (1929), Millet'in Angelus'unun Arkeolojik Anısı (1935), Raphael'e Özgü Kafa Patlaması (1951), THE dream Of Venüs (1939)'de diğer ünlü eserleri arasındadır.

  • KUŞKULU GÜNLER

    Pyrhoon'un şüpheciliğine göre mutluluğa giden yol şöyledir: *Nesnelerin gerçek yasası kavranamaz. *Öyleyse nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma olmalıdır. *Ancak bu tutumla ruhsal dinginliğe ulaşılabilir. Kuşkuculuk, septisizm, skeptisizm veya şüphecilik, her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, "mutlak"a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi görüştür. Septisizm felsefe tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir; zira felsefe tarihi boyunca yerleşik kanılar ve inançları sarsmış, felsefe, bilim ve özellikle din konusunda birçok anlayışın değişmesine ortam hazırlamıştır. Septisizm (şüphecilik) dogmatizmin (inanççılık) karşıtıdır. Yukarda yazılanlar araştırıldığında internette ya da bu konuyla ilgili yazılı bir kaynakta rahatlıkla bulabileceğimiz tanımlar. Buna karşın konuyu daha iyi kavrayabilmemiz adına bilmemiz gereken bir tanım. Tarihsel evrelerini, yani ortaya çıkarılan bir akımın diğer akımı çürüttüğü zaman dilimlerini göz önüne aldığımızda, kuşkuculuğun pek çok alanda insanlığın gelişimi açısından en gerekli felsefi düşüncelerden biri olduğunu rahatlıkla görebiliriz...Ve halihazırda yaşamın sanat, siyaset, sosyal yapı vb. gibi pek çok alanında işlevselliğini korumaktadır. Uygarlığın gelişmesi bağlamında ele alındığında ise sonsuza dek vazgeçilmez bir olgu olduğu mutlak kabul gören bir gerçektir. Çünkü kuşkuculuk; sorgulamak, bizlere sunulan her şeyi inceleyen gözlerle görmek, irdeleyen bakış açısı ile çözümlemek, kabul edilebilirliğini ya da olmazlığını ortaya çıkarmaya giden yolda anahtar olma niteliğindedir. Bu felsefi düşünceye ve gereğine ilişkin bir soru sorulması gerekseydi; kuşkuculuk önemsenmese, bir kenara itilseydi, ''neler olurdu'' değil de, ''neler olmazdı?'' en uygun soru olurdu sanırım. Evet kesinlikle, insanoğlunun düşüncesinde dünden bugüne kuşkuculuk olmasaydı; bilimden teknolojiye, sağlık sektöründen mühendislik alanındaki gelişmelere, sanatın kollarından felsefeye, sosyolojiye...Bu ve benzeri pek çok alana ilişkin, insanlığı hakkettiği uygar yaşam koşullarına taşıyan, dişe dokunur pek çok gelişme kaydedilemezdi. Kaydedilemezdi çünkü birilerinin bıraktığı bilgi ve beceriler olduğu gibi alınır, üzerine kafa yorarak bir şeyler eklenmezdi. Kuşkuculuğun yaşamsal organlarından biri de şüphesiz meraktır. İnsanoğlu kendisine sunulanı olduğu gibi kabul etseydi ve ondan başka bir şeyin, yaşadığından başka bir halin olup olmadığını merak etmeseydi, ne mağaradan çıkabilir, ne tekerleği bulabilir, ne de yazıyı icat edebilirdi... Bu saydıklarım ise sadece, insanoğlunun başrolünü üstlendiği medeniyetlerin gelişim sürecinde küçük bir başlangıç; insan soyu kendine sunulandan kuşku duymasa, merak duygusunu korumasaydı, hastaların iyileşmesi için hala hacılardan hocalardan ve onların büyülerinden çare umar halde olacaktı...Ameliyatlar, organ nakilleri, aşılar ve daha pek çok sayısız buluştan yoksun kalacaktı. Kuşkunun olmadığı bir toplulukta gelişimin gerçekleşmesi, daha yaşanır çevresel koşulların oluşturulması diye bir seçenek yoktur. O topluluklarda artık sürü kültürü hakimdir. İlkel bir değer olan güç en önemli denge unsuru olmuştur ve topluluk, güç unsurunu elinde tutan kişi ya da kişilerce yönetilmektedir. Güç unsuru geçmişte kas kuvvetine dayanırken, günümüz dünyasında dengeler tam anlamıyla değişmiş, kas kuvvetinin yerini kişilerde ve liderlerde, edindikleri çevreye dayanan sosyal statü, ülkelerde ise bilim, teknoloji, sağlık ve silah sektöründeki gelişmelerin büyüklüğü almıştır. Ayrıca kuşkunun göz ardı edildiği, baskılandığı toplumlarda, gücü elinde bulunduran kişinin yaptıkları ve yapmadıkları koşulsuz şartsız kabul edildiği, kuşku duyularak sorgulanmadığı için, o toplumda uygarlık açısından ciddi anlamda bir gelişme görülemeyecektir. Görülse dahi, sürü kültürüne liderlik yapan kişinin düşünce yapısının yetkinliğiyle sınırlı kaldığı, farklı düşünen beyinlerce beslenmediği için, uygarlığın gelişimi bakımından doyurucu olmayacaktır. Güce dayalı yönetimlerde, gücü elinde tutan kişi kendinden ve yaptıklarını merak eden, kuşku duyup sorgulayan rakipleri olmasından genelde hoşlanmamış, günümüz dünyasında da hoşlanmamaktadırlar. Oysa kuşkuculuğa, kuşkuculuğun yaşamsalı olan sorgulama ve merak duygusuna inanan, gelişimin temel taşı olduğunu kabul eden lider bir kimse, hem kendi gelişimi için, hem de yönetiminde yer aldığı toplumun rahat bir yaşama kavuşması için, kendi rakibini kendi yaratacaktır. Buna oldukça anlamlı bir örnek vermek adına, tarihsel süreçte çok da gerilere gitmeye gerek yok... Hepimizin de bildiği Mustafa Kemal ATATÜRK, halkının gönlünde kurduğu, o son derece sağlam bağlılığın sonucunda yönetime gelmiş bir liderdi. Buna rağmen, yaptıklarını yeri geldiğinde eleştirecek, yeri geldiğinde karşı çıkacak olmalarına karşın, çok partili dönemin oluşması için gerekli çalışmaları da büyük bir istekle ve gerekli olduğunu savunarak yapan yine Mustafa Kemal ATATÜRK idi...Amaç da oydu zaten; eleştirilmek, sorgulanmak, hesap verebilirliği geliştirmek, yani gelişimi amaçlayan kuşkuculuğu desteklemek. ATATÜRK biliyordu ki, kişinin bildiği doğrular bir başına kesinlikle yeterli değildi. Bu doğrulara, gelecek için tasarlanan girişimlere; gelişim kaygısı taşıyan farklı yetkin zihinlerce kuşkuyla bakılmalı, merak edilmeli ve değişik bakış açılarıyla sorgulanmalı, uygarlık düzeyini yükseltici farklı öneriler getirilmeliydi. Çünkü ancak o zaman yönetenler de, yönetilenler de, hatta yaşamsal koşullar da, iyiye, güzele daha da önemlisi başarıya doğru gelişim gösterebilirdi. Bir de kuşkuculuğun insan psikolojisi üzerindeki etkileri var tabii...Bu anlamda düşündüğümde, kuşkuculuğun gerekliliği kesin olmakla birlikte, tüm düşünceler gibi bu tür düşünce yapısının da sosyal ilişkilerimizde, gerektiğinden fazla ön plana çıkmasının en çok ruhsal dengeye zarar verdiği, etkileşimlerimizi sakatladığı da rahatlıkla söylenebilir. Son olarak bu günlerde pikniğe gitmeyi düşünüyorsanız güneşten bile kuşkulanmanızı öneririm. Öyle ya sonuçta mevsim bahar, gökyüzü her an kara bulutlarla kaplanıp, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur bırakabilir...Mutluluğumuzun ıslak bir kedi yavrusuna dönüşmesini istemeyiz değil mi? Gerektiği yerde, gerektiği kadar, olmalı kuşkulu günler!

  • Gelişin BAHAR

    Hani geliyorsun ve geldin ya! Gelişlerin hep Bahar... Konuştuk ve konuşurken sayısız kere duydum sesindeki kuşları ya, gülüşünde hissettiğim güneş kadar bir sıcaklıktı; ısıttın ki, ısındım...Buralar ve yağmurları her zamankinden bereketli, koca yürekli artık. Hani geliyorsun ve geldin ya! Mevsimi, baharın bahar olduğunu anlıyorum...Gökyüzü senin ve bana ait sadece; pay ediyorum gecelere... Onca kalabalık içinde sürüp giden yalnızlığın süngüsü düşüyor, görüyorsun ya çoktan sindi bir köşeye. Bilmelisin arılar bal yapmaya daha da hevesli ve telaşta... Nasıl bir heyecansa, bu aralar örülmekte aceleci kelebeklerin kozası. Hani geliyorsun ve geldin ya! Meysiz bir sarhoşluk başlıyor zamanda ve mekanda...Ayak üstü düşleri paylaşıyoruz akşamdan kalma sabahlarda. Hep birlikte, el ele, göz göze, hatta diz dizeyiz; sofada, sahanlıkta ve eski bir düş evinin cumbasında. Hani geliyorsun ve geldin ya! Piyanodan notalar sızıyor, bir şarkı can buluyor, yaşı küçük bir peri kızının acemi parmaklarında. İşte hemen bir dans başlatmışız gelecek günlerin şerefine, eksik kalışlarımızı tamamlamak adına. Mutluluk adı, adı incelikli hayaller; bir ileri bir geri, dönüyoruz; rüzgarı ılık, tüy gibi hafif adımlarımızla. Hani geliyorsun ve geldin ya! Önce ellerin uyanıyor, kollarından bağımsızlar artık. Şarkımız söyleniyor, nefesimiz hararetli... dinleniyor sözcüklerimiz... Güneş ufuk çizgisinden kurtulduğu anlara sokuluyorum birazdan ve yeniden müzik; hadi başla!

  • KUKA

    şimdi, işte hemen şimdi şuracıkta kendime kurulu darağacımın reçine kokusundan olma prangalardan doğma ilhamıyla uygunsuz içerikler üretiyorum okuduğum anladığım bir şeyler var sizin de bildiğiniz örümcek ağları örülüyordu kesinlikle kabul görmeyen şiddetle reddedilen şeyler tabiidir yoruluyorum bu arada iyi gelsin yorgunluğuma derin bir nefes çekiyorum dolu dolu şimdi ciğerlerim iman tahtam ve civarı kabarıyor iyice zamanı oksijenlemek belki biraz sertçe tokaçlamak ya da uzun uzadıya çitilemek derdim göğüslerim irileşti analığım yeniden diriliyor böylece sütlendiler ki, yerden göğe kadar haklı beslemem gereken çocuklarla birlikte uygunsuz içerikler çoğalıyor düşünen kitaplar kübist resimler düşler, düşünceler nü heykeller derken hep vakitsiz ortaya çıkan üvey evlat muamelesinde felsefeler

  • UYANDIR SABAHI

    anlamalısın hıçkırık tutmuş sabahları meşaleler bir bir sönecek birazdan yollar yolculara hep hazır kim gidecek, bulacak kim soracak iğne deliğinden geçmiş yüreğin halini hatırını ciğerlerde köz başlarda çeki geçecek unutmayacaksın biliyorum analığını tutup, uzun uzun bırakmayışını sütüne kandı ya o çocuğa nefes olduğun anı yine söylüyorum o gördüğün rüyaydı yüzdün de biliyorum denizle helalleştin bak etrafına bir yığın bilmeden sürülen ömürler sığışmış gör işte tek tek eriyor buzdan bakışları dağılan bulutlar ne bilir balığı yakamozu ne bilir yuhtur, yuh olsun bilir boş atıp dolu tutmayı bu günden başlasın kanamaya bozulsun oyun dürt güneşi uyandır sabahı yarınlaradır sargı bezi beyazında karabasanların intiharı

  • Arkadaş Dökümü

    Evvelâ dişlerimiz döküldü, Sonra saçlarımız, Ardından birer birer arkadaşlarımız. Şu canım dünyanın orta yerinde Yalnız başına yapa yalnız Kırılmış kolumuz, kanadımız Tatlı canımızdan usanmışız.. Bir şüphedir sarmış yüreğimizi Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi Bir şüphedir demir atmış yüreğimize Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun Bir çalım bir kurum hepimizde Nereden inceyse oradan kopsun.. Bu canım dünyanın orta yerinde Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize Yalan mı? gözünü sevdiğim karıncalar İşte: Hamsiler sürü sürü, Arılar bölük bölük geçer, Leylekler tabur tabur.. Ya bizler? Eşref-i mahlukat!.. Boğazımıza kadar Kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz. Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur Bizler sürü sepet Yalnız birbirimizi öldürmüşüz... Bedri Rahmi Eyüboğlu ( 1911 - 1975 )

  • Badem Şekeri

    Badem şekeri Rüzgar efil efil esiyor Badem çiçekleri konuyor avuçlarıma Sardunya özgürlüğe türkü yakıyor Gecenin ayazında Alı al, beyazı beyaz Serçeler kanatlarında Gün doğumunu getiriyor karanlıklara ışıkları saçlarıma konuyor Sabahı çekiyorum içime Sokaklar tarçın kokuyor Yüreğimin kıyısından Bir tutam sevgi Bir tutam gökyüzü Ekleyip hamuruna Emekçi ellerimle Çocuklara Badem şekeri yoğuruyorum Güneşte pişiriyorum Gevrek bir sıcaklık kaplıyor Dayanamayıp ucundan koparıyor Çocuk yüreğim Parmak uçlarım yanıyor Acıyı gömmek için yüreğime Gözlerimi kapatıp Sımsıcak badem şekerini Alelacele ağzıma atıyorum. Bir hoş eriyor... Susamışım Çatlak çatlak kavruluyor Dudaklarım Sabahın çiğ damlalarını içiyorum Gökyüzünü içer gibi Hâla dizleri kanayan Arnavut kaldırımlı sokaklarda Kalbi çarpa çarpa koşan Minicik bir çocuğum Hayal bu ya Çok uzaklardan Annemin tebessümü öpüyor Düşlerimden, gözlerimden Saçlarımı okşuyor Kırılgan kalbimi onarıyor Şefkat dolu elleri Güçleniyor Gülümsüyorum Semihat Karadağlı 12.08.2018 Datça 21.24

  • SANGAM

    BİR ZAMANLARIN EFSANE FİLMİ SANGAM TÜRKÇE Renkli... Kaldırılmadan izleyin....

  • Sanallık

    ÖNER YAĞCI / Bilimkurgu Değil Gerçekten Kaçışın Çağa Uygun Bir Yolu * Her çağ, kendi kültürünün niteliğini belirler, her çağın içindeki arayış ve yönelimler her kültür için de geçerli olduğundan günümüz dünyasının ve ülkemizin yaşama biçimini de çağımızdaki egemenlik ilişkileri belirler. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Coğrafyamızda başımıza bela edilen kirliliklerin en yakın tarihinden başlayarak günümüzü kolayca algılayabiliriz. Ülkemizdeki 24 Ocak 1980 ve ardından gelen 12 Eylül 1980’le, kurulmak istenen düzene doğru her geçen gün yeni adımlar atıldı. 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun ve ardından gelen 2 Temmuz 1993 Sivas katliamından sonra 1990’larla birlikte adımlar hızlandı. Milenyum adı verilerek süslenen 2000’lere koşar adım sürüklenmeye başladık. Küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni denilen yaşam biçiminin bizim coğrafyamıza denk düşen BOP’uyla kucaklaşmaya kaz adımlarıyla gidiyoruz şimdilerde... Adımlar, adımlar… Dünyanın egemeni olmak isteyenlerin köleleştirdiği toplumlara attırdığı adımlar ve bu adımlara karşı insanlığın direnişi… İnsanlık tarihinin yüzyılları böyle geçti, yakın tarihi de... Bizim ömrümüz de bu adımlarla ve bu adımlara karşı direnişlerle geçti… Bizden önceki birkaç kuşağın da ömrü böyle geçmişti... Dizeleriyle ne güzel özetlemişti bunu Nâzım Hikmet: “Biliyorsunuz,/ verdim ömrümü,/ en güzel/ en olacak/ en olması lazım şey için./ Fakat çoktur/ -sayılmayacak kadar-/ aynı işi benden evvel/ belki de benimkinden büyük bir inatla yapanlar...” Wilhelm Reich’in Dinle Küçük Adam uyarısını kulak arkası edince yenilmişti insanlık faşizme. Ders alınmamıştı. Nâzım Hikmet, “Kabahatin çoğu sende canım kardeşim.” demişti. Sulhi Dölek, Teslim Ol Küçük diyerek uyarmıştı. Uyarıların boşa gittiğini gösteriyor geldiğimiz nokta… Siyasette, siyasal kurumlaşmada yaşananlar bir yana kültürel ortamda yaşananlara bakınca göreceğimiz gerçeklik bugünlere geleceğimiz dünden belliydi. Özdemir Asaf’ın ünlü “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/ Birinciliği beyaza verdiler…” dizeleri nasıl da bir öngörü imiş değil mi?.. Önce görsellikle başlamıştı saldırı. Biçimin özü intihar ettirmesiyle devam etti. Magazinleştirme, mistikleştirme, bağnazlaştırma, tüketim metaına dönüştürme, belleklerin silinmesi, değerlere saldırı, değerlerin önce sarsılması sonra yok edilmesi, emperyalizmin en önemli aracı haline gelen medyanın verdiği olanaklarla ve giderek hızlanan adımlarla başarılar kazanmaya başladı. İnsani olan her şeyin kirletilmesi yaşanmaya başlandı. Aşk kirletildi, dostluklar kirletildi, değerbilirlik ve dayanışma sözlüklerden silindi neredeyse... Bunların yerini neler mi aldı? “Küfür romanları”yla başlamıştı saldırı, küfürlerle devam ediyor. Tekellerin kültürel yaşama yönelik ürkek adımları kültür alanının neredeyse tümüyle tekellerin eline geçmesine yol açan kaz adımlarına dönüşüyor. Emperyalizmin bugünkü yapılanmasının adı olan küreselleşmenin ideolojisi postmodernizm, büyük medya desteği ile yüzyıllardır dinle, yasalarla, kaba güçle sürdürdüğü akla, bilime, sanata, düşünceye, aydınlığa yönelik saldırısını devam ettiriyor. İnsani temelde yükselen bir kültür yerine sanallık, görsellik, teknoloji, “gibi”leşme, medyatiklik, popülerlik, metalaştırma, mistiklik, magazinleştirme promosyon salgını getiriyor. Küresel egemenliğe ve onun ideolojisine boyun eğmeyenler “sırat köprüsü”ne mahkûm ediliyor. Kültür alanının insanları yaşananlar karşısında ayrışıyor. İnsanı ve insanlığı acıtan bir gerçek olan, emperyalizmin düzenine kattığı ülkeleri işbirlikçileri aracılığıyla köleleştirmesi şimdi, ne yazık ki gerçekleşiyor ve siyasette olduğu gibi kültürde de işbirlikçiler türüyor. Siyasal egemenliğin ideolojisine denk düşen “mistikleşmeye” boyun eğiyor kimileri. Daha önce savunduğu değerlerine saldırmaya başlıyor kimileri... Yaşadığımız gerçekliğin son durağı olarak da, özne olması gereken sanatçılar nesne durumuna düşürülüyor. İnsan’ın yüzyıllardır sürdürdüğü eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik arayışının bugününde “ütopya”sı elinden alınıyor. İnsan kendisinden utanır hale getiriliyor. Tüm bunlar özgürlüğü yok eden bir dayatma olarak insanın karşısına dikiliyor. Küreselleşme belasının getirdiği yaşama biçiminin insanlığa dayatmasıdır yaşadığımız. Dayatılan yaşam biçiminde insanlığın bunca yüzyıldır süren özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik arayışlarının birikimi, deneyimi, kazanımı çağdaş emperyalizmin eliyle azgınca yok ediliyor. Böyle bir kaos döneminde popüler, medyatik, megastar, süper, en büyük gibi sıfatlarla tanımlanan “yeni değerler”, yaşamın her alanında, her anında karşımıza çıkıyor. Tüketimin pompalandığı bir düzen uygun görülüyor insanlığa. Düzen bu saldırısıyla kendi her şeyin çılgınca tüketilmesini amaçlayan “yeni kültür”ünü iletişimin olağanüstü olanaklarıyla adım adım yaygınlaştırıyor. Özgürlük ve mutluluk arayışları için gereken mücadele örgütlenmelerinin yerini iletişimin müthiş ataklarından biri olan internet aracılığıyla kurulan sanal dünyalarda geliştirilen arayışlar alıyor. Gerçek gerçek olmaktan çıkıyor ve sanallığa yenik düşüyoruz biz de insanlıkla birlikte. Yeni romanımın adına Yaşasın Yenilenler diyorum bu yüzden... Nâzım Hikmet’in “yok edin insanın insana kulluğunu” çağrısı hâlâ gündemde ve o, hâlâ “vatan hainliğine” devam ediyor. 1780–1831 arasında yaşayan Prusyalı General Clausewitz’in ünlü sözünün olanca gerçekliği karşımızda: “Savaş, politik ilişkilerin başka araçların desteği ile sürdürülmesinden başka bir şey değildir.” Politik ilişkiler başka araçlarla sürüyor işte, yeni teknolojik araçlarla... Emperyalizmin iletişim olanaklarının yarattığı teknolojik ve sanal dünyalar, bilimkurgu değil gerçekten kaçışın çağa uygun bir yolu olarak insanı insanlıktan çıkarmaya devam ediyor tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de. * maviADA BAHAR 2012

  • 1 Mayıs Marşı ve Logosu'nun Hikayesi

    1 MAYIS İŞÇİ MARŞI Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır. Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez, Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde. 1 Mayıs, 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı. Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından, Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından. Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir. 1 Mayıs, 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı, Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı. Ulusların gürleyen sesi, yeri göğü sarsıyor, Halkların nasırlı yumruğu, balyoz gibi patlıyor. Devrimin şanlı dalgası, dünyamızı kaplıyor. Gün gelir, gün gelir zorbalar kalmaz gider, Devrimin şanlı yolunda, kül gibi savrulur gider. Söz/Müzik: Sarper Özsan 1 Mayıs Marşının Hikayesi 1974’te Bertolt Brecht’in Maksim Gorki’den uyarladığı ‘Ana’ adlı oyun, Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sergileniyor. Rutkay Aziz’in sahneye koyduğu oyunda Erkan Yücel, Savaş Yurttaş, Yaman Okay, Meral Niron, Erol Demiröz gibi isimler rol alıyor. Oyunun müziklerini Sarper Özsan tarafından yapılmaktadır. Sarper Özsan, 1 Mayıs 2009’da Cumhuriyet Gazetesinden Celal Üster’e marşın öyküsünü şöyle anlatmıştır. Oyunun metninde Rusya’da 1905 “Kanlı 1 Mayıs”ın konu edildiği sahneye gelindiğinde, “İşçiler marş söyleyerek girer” cümlesi vardır, ama marşın ne marşı olduğuna dair bir şey yoktur. Oraya bir marş koymak gerekmektedir ve iş başa düşer; “Buraya nereden, nasıl bir marş bulacağımı bilemedim. En iyisi, benim bu sahneye uygun bir marş sözü yazıp bestelememdi. Sözlerde ve müzikte hem o günlerin ortamına uygun düşecek, ama aynı zamanda bizlerin içinde bulunduğumuz ortama aykırı düşmeyecek bir marş olmasına dikkat ettim (…) 1 Mayıs Marşı’nın ezgisinin temeli, bizim Kürdi dizimizle sol minör dizisinin karışımı sayılabilir. Marşı yazarken sevilebilir ve rahatlıkla söylenebilir bir marş olduğunu düşünüyordum. Ama marşın, oyunun sınırlarını aşıp bu denli yaygın bir duruma geleceğini o gün düşünmem olanaksızdı.” Marş 1976 yılında Taksim’de düzenlenen kutlamada marş kimi gruplarca seslendiriliyor. 1977 yılında Timur Selçuk tarafından plakta seslendirilir. 1 Mayıs 1977 Taksim kutlamalarında Ruhi Su Dostlar Korosu tarafından seslendirilir. Cem Karaca ve Dervişanlar tarafından ‘Ana’ oyununda seslendirilen ‘Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini’ isimli eserle birlikte plak yapılır. 1979 yılında Dostlar Tiyatrosunda Genco Erkal ve Zeliha Berksoy tarafından sahnelenen ‘Brecht-Kabare’de de kendine 1 Mayıs marşı seslendirilir. Marş mitinglerde konserlerde pek çok kişi tarafından bir ağızdan seslendirilmiştir. 1 Mayıs logosunun öyküsü. 1976 yılında DİSK yöneticileri ressam ve heykeltıraş Orhan Taylan’ı arayarak çok acele bir afiş istediklerini söylerler. Ressam Orhan Taylan bu talep üzerine oturur bir saatte afişi hazırlar. Sendika yöneticileri sabaha karşı gelip afişi kendisinden alırlar. Habertürk gazetesinden Ümran Avcı’nın 30.04.2016 tarihli haberine göre Orhan Taylan “Çizmesi bir şey değil, içime de sinmedi ayrıca. Daha iyi olabilirdi o afiş. Dünyayı pergelle çizdim, elleri kara kalemle çizdim. O yüzden çizim tekniği açısından hafif uyumsuzluk oldu. Dünyayı da kara kalemle çizmeliydim” der. Dünya Sendikalar Federasyonu’nun yarışmasında Amerika’yı ve SSCB’yi geride bırakarak afiş birinci olur. Orhan Taylan ödül ile ilgili yaptığı açılamada “Dünya Sendikalar Federasyonu’nun merkezi Prag’daydı. Dediler ki: ‘İstersen 15 gün Prag’da eşinle birlikte misafir edelim, istersen para ödülü.’ Prag’a gitmeyi tercih ettim. Bir daha nereden gideceğim? Çok mutlu oldum. Çok güzel gezdirdiler.” Şeklinde açıklama yapmıştır. Orhan Taylan’ın 1976’da çizdiği, 1 Mayıs’ın simgesi haline gelen, bir işçinin dünyayı elleri arasında tuttuğunu gösteren afiş, bu yıl 45 yaşına girdi. Orhan Taylan kimdir? 1941 doğumlu Orhan Taylan, İstanbul Amerikan Erkek Koleji ve Roma Güzel Sanatlar Akademisi mezunu. İlk kişisel resim sergisini 1968 yılında açtı. 1976-78 yıllarında, Görsel Sanatçılar Derneği Başkanlığı, 1977'de Barış Derneği kurucu ve Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 1 Mayıs için hazırladığı afiş ile 1978'de Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu'nun (World Federation of Trade Unions / WFTU) Uluslararası Afiş Sergisi Birincilik Ödülü aldı, 1978'de Dünya Barış Konseyi üyeliğine seçildi. 1988 yılında Kültür Bakanlığı teklifi ve Cumhurbaşkanlığı onayı ile Devlet Sanatçısı unvanı verilen Taylan’ın internet sitesinde eserleriyle ilgili şu bilgiler öne çıkıyor: "Eserleri dünyanın ve Türkiye'nin çeşitli müzelerinde bulunmaz. Müzayedecilere resim vermez. Karma sergilere katılmaz. “Resimlerin önemsenmesi için uçuk fiyatlar konması gerektiğine inanmaz. Suluboya kullanmaz. Yağlıboyasını kendi yapmayı, oğlu Ferhat'ı, edebiyatı, Macintosh'unu ve büyük atölye düzeninin keyfini bir şeylere değişmez. "Resmini, akımlar içinde adlandırmaz. Avangardizmin, deneysel-kavramsal çalışmaların sanat yerine ikame edilmesinin sanatseverleri yanıltabildiğine inanmaz.” Semihat Karadağlı Yararlanılan kaynaklar: 1)- 30.04.2016 tarihli Habertürk gazetesi Ümran Avcı Haberi 2)- 30 Nisan 2016 Cumhuriyet gazetesi 3)- 1 Mayıs 2009’ Cumhuriyet Gazetesi Celal Üster röportajı 4)- Çeşitli gazete haberleri 5)- Wikipedia

  • Yasak

    Yüreğimde kıpırdanan Özgür kuşlar Kanat çırpmayın maviliklere Deli rüzgarlar Değmeyin saçlarıma Esintilerinize Küskünüm Akşam güneşi Öperken Kan kırmızı kesmiş Günbatımının Şarabi dudağından Hırçın dalgaları Yüreklendiren İmbatında Hüznümü Yıldız dolu gökyüzünde Bulutlara astım Düşlerime yasak koydum Yorgunum. Artık Gelmeyin gecelerime ... Semihat Karadağlı /20.10.2017 saat: 20.27 izmir

  • KARANTİNA GÜNLERİNDE I MAYIS

    İşçiler, 1800 yılların ortalarına doğru kölece çalışma koşullarına karşı itiraz etmeye başladı. İşçilerin bu çok haklı itirazları birçok ülkede kendini göstermeye başlamıştı. Bu uyanış özellikle kapitalist sanayileşmenin yoğunlaştığı ülkelerde daha görünür oluyordu. Fabrikalarda, atölyelerde ve tarım alanlarında günlük çalışma saatleri 16 saati buluyordu. İlk kez 1856 yılında kölece çalışma koşullarına karşı Avusturya’nın Melborne kentinde taş ocakları ve inşaat işçileri yürüyüş düzenledi. Talepleri 8 saatlik iş günüydü. İşçilerin bu hareketliliği tüm dünya işçilerini heyecanlandırdı. 1 Mayıs 1886 tarihinde Chingo’da (Şikago) toplanan Amarika İşçi Sendikaları Konfederasyonu 1 Mayıs’ta 8 saatlik iş günü için grev kararı alıp uyguladı. Greve destek için işçilerle beraber yarım milyon insan gösterilere katıldı. Her eyalette siyahi ve beyaz işçiler birlikte coşkulu gösteriler yaptı. Amerika’nın Luizvil'deki (Kentaki) siyahilere kapalı olan parka da işçiler hep birlikte girdi. Böylelikle ayrımcılığa karşı emekçi kimliği önem kazanmaya başladı. 1989 yılında Paris’te toplanan II. Amerikan İşçi Federasyonu’nun kararına atıfta bulunularak, 1 Mayıs’ın tüm dünya ülkelerinde 8 saatlik işgünü ve sosyal haklar için gösteriler düzenlemesini onayladı. Böylece 1 Mayıs’ın ‘İşçi sınıfının uluslar arası birlik, dayanışma ve mücadele günü’ olması kabul edildi. İşçilerin, emekçilerin karalı mücadelesi sonunda zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede kabul edildi. Ayrıca 1 Mayıs da İşçi Bayram olarak resmen tanındı. Türkiye’de 1 Mayıs Türkiye’de de 1 Mayıs kutlamaları onlarca kayıpların da olduğu uzun bir mücadeleyle tarihi olarak karşımıza çıkıyor: “Anadolu’da 1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde, 1905 yılında İzmir’de kutlandı. Bunu 1909 Üsküp kutlaması izledi. İstanbul’da ilk kez 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1920 1 Mayısı’nda ışgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. İşçiler Haliçten başlayarak Karaköy üzerinden Beyoğlu’na kadar bir yürüyüş yaptılar ve “Bağımsız Türkiye” yazılı bir pankart taşıdılar. 1921’in 1 Mayısı’nda İstanbul’un hemen tüm işçileri, özellikle şirket-i Hayriye, Seyrü Sefain, Haliç ıdaresi ve Tramvay şirketi çalışanları 1 Mayıs’ı kutladılar. 1923 1 Mayısı’nda çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler greve çıktı. İşçi taleplerinin arasında, “yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs’ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı” vardı ve birçok işçi tutuklandı. Cumhuriyet Sonrası 1924 1 Mayısı’nı “İşçi Bayramı” olarak kutlayan işçilerin bu eylemi engellenmek istendi. Sekiz saatlik işgünü için bildiri dağıtan birçok işçi tutuklandı. 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu sonrasında kutlamalara izin verilmedi ve 1935 yılına kadar hemen hemen her yıl ancak gizli kutlanabildi. 1 Mayıs’ın bundan sonraki tarihi “yasak” larla yazıldı. 1935 yılında çıkarılan “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” adıyla çıkarılan düzenleme ile “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak genel tatil günlerine dahil edildi. 27 Mayıs 1960′ dan sonra da “yasaklar” yaşandı. Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabul tarihi olan 24 Temmuz, işçi sınıfına 1 Mayıs’ın yerine bayram olarak dayatıldı. Ancak bu girişimlerin hepsi, kararlı mücadeleler sonucu geri döndü.” ) Ülkemizde yasaklamalarla geçen 1 Mayıs kutlamaları 2009 Nisan'ında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verilen önergeden sonra 1981'den sonra tekrar resmi bayram olarak kabul edildi. Görkemli 1 Mayıslar En kitlesel 1 Mayıs, 1976’da kutlandı. Bu miting DİSK’in öncülüğünde Taksim Meydanı’ nda yapıldı. O gün Taksim Meydanı’ nı 400 bin emekçi doldurdu. Bu yüzden 1977 yılındaki gösterilerin daha bir görkemli kutlanmasından tedirgin olan kesimler bulunmaktaydı. Ama her şeye rağmen Taksim Alanı’na beş yüzbin emekçinin akması engellenemedi. Saat 14.30’da başlayacak olan kutlamalar için alan, sabahın erken saatlerinde itibaren dolmaya başladı. İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, çocuklar… bayramlarına sahip çıkmış, coşkularını donanmış ve alanları özgür ruhlarıyla doldurmaya başlamıştı. Taksim alanında, iğne atsan yere düşmeyecek bir katılım vardı. Dönemin DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru, çevredeki binalardan halkın üzerine ateş açıldı. Yaşanan paniğin ardından 37 insanımız yaşamını yitirdi ve 200’den fazla yaralı vardı. 1978 yılında, önceki yıl yitirilen 37 insanın acısını içinde yaşayan yüzbinler yine Taksim Alanı’ndaydı… 1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul’da mitinge izin vermedi. İzmir Konak Meydanı’nda kutlandı. 80 sonrası 12 Eylül Askeri darbesinin yasaklar zincirinde 1 Mayıs da yer alıyordu. Böylece yeni bir yasaklı dönem başladı. Ama tüm yasaklara rağmen; kısa süreli iş bırakmalar, bayramlaşmalar ve bildiri dağıtılması gibi etkinliklerle, bu onurlu günün anısının belleklerden silinmesine izin verilmedi… 1987: 7 yıllık aradan sonra sendikalar öncülüğünde bazı milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim adamları ile birlikte yaklaşık 1000 kişilik bir grup Taksim Anıtı’na 1 Mayıs şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istediler. Polis sadece milletvekillerinin araçla anıta ulaşmasına izin verdi. 1989: Taksim’de bir araya gelen kitleye saldırıldı. Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. 1990: Yine Taksim’e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren felç oldu. 1996: 1980 sonrasının en kitlesel mitingi gerçekleştirildi. Kadıköy’ü dolduran yaklaşık 150 bin insan toplandı ama yine açılan ateş sonrası 3 kişi yaşamını kaybetti. 2020 1 Mayıs’ı 2020 1 Mayıs’ı tüm dünyada Covid 19 ölümcül salgını ile mücadele ettiğimiz bir sürece denk geldi. Salgından dolayı ülkemiz de dahil olmak üzere bir çok ülkede salgından korunma amaçlı sokağa çıkmama ve izolasyon tedbirleri uygulanıyor. Ancak korunma tedbirleri adaletsiz ve acımasızsa uygulanıyor. Sermaye kesimleri ve ekonomik durumu iyi olanlar korunma tedbirlerine en iyi şekilde erişebiliyor. Ancak işyerleri tatil edilmeyen işçiler, emekçiler, işsizler, yoksullar ve göçmenler salgın tehdidi ile iç içe yaşamak zorunda bırakılıyor. Çalışanların alın terinin ve ödedikleri vergilerin karşılığı onları yaşatmaya dönmüyor. Hegemonik yapı bu koşullar da rekabetçi ve ayrımcı anlayışını sürdürüyor: Yandaşlar korunuyor, rantiye destekleniyor, doğa talanı sürüyor. Sokak ve yaban hayvanları izolasyon koşullarından dolayı yalnızlaşıyor ve çoğu açlıkla karşı karşıya kalıyor. 2021 1 Mayıs'ında da pandemi sürüyor. Getirilen kapanma kararından o da payına düşeni aldı. Yaşanan pandemi nedeniyle emekçiler bayramlarını bu kez meydanlarda kutlayamayacak. Bu yıl tarihsel 1 Mayıs kutlaması işçi ve emekçi örgütlerinin aldığı karar gereği sosyal medyadan, balkonlardan, pencerelerden yapılacak. Her ne kadar meydanlarda olunamayacaksa da işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler ve göçmenler, doğa ve hayvan dostları taleplerini coşkuyla haykıracaklar. Bu haykırışların da hangi araçlarla, en iyi yapılacağını hep birlikte katılarak göreceğiz. Salgınların gerçek sebepleri, işsizlik, yoksulluk, zamlar, yandaşlık, doğa talanı, patriyarka, kadına ve çocuklara yönelik şiddet-taciz ve istismar güçlü ve renkli bir biçimde protesto edilecek. Rekabetçi zihniyet mahkûm edilecek. İnsanı yaşatan dayanışma yüceltilecek. Her türlü baskıya rağmen dünyanın her tarafında bu gün, yeni bir 1 Mayıs günü 'Başka bir dünya mümkün!' çağrısı en yüksek haykırışla yapılacak.

  • Genç Kızın Yakınışı

    Ağaçlar hışırdıyor, bulutlar uçuşuyor, Bir kız oturmuş yeşilliklerinde kıyının, Dalgalar çarpıyor devler gibi, Oysa içini çekiyor kapkaranlık gecede, Ağlamaktan buğulanmış gözleri. "Kalbim öldü, bomboş bu dünya. Hiçbir şey vermiyor artık arzulara. Yanına al çocuğunu ne olur kutsal varlık, Tattım yeterince yeryüzünü mutluluğunu ben, Yaşadım, sevdim! " Boş yere akıp gidiyor gözyaşları, Diriltmez ölenleri bu acı yakınışlar; Ama söyle, ne teselli eder, ne iyileştirir gönlü Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından. Ben, göksel varlık, yoksun komayacağım seni ondan. Bırak boş yere aksın bu gözyaşları; Diriltmesin ölenleri bu acı yakınışlar! En tatlı mutluluk yas çeken gönül için, Sevginin acısıyla yakınıştır, Tatlı bir sevginin kaybolmuş sevinci ardından. / Çeviri: Vural ÜLKÜ * Friedrich Schiller / 10 Kasım 1759 - 9 Mayıs 1805 1802 yılında soyluluk unvanı alan Johann Christoph Friedrich von Schiller; şair, filozof, tarihçi ve en önemli Alman dram yazarıdır. Yazdığı çoğu tiyatro eseri Alman tiyatrosunda başyapıt niteliğindedir. Schiller doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak da gayet başarılı olmuştur, ancak asıl alanı düşünsel/didaktik şiirdir, çoğu yazara ilham olmuştur ve dramatik şiirleri en sevilen Alman balatları arasındadır. Schiller; Wieland, Herder ve Goethe ile Weimar Klasiğinin en önemli dört yazarından biridir.

  • 1 Mayıs İşçi ve Emekçinin Bayramı kutlu olsun.

    Emek denilince güçlü yapısı ciddi bakışının altında gülümseyen yüzü ile tarlada çalışmaktan nasırlaşmış elleri ile babam , güneşten yanmış beyaz teninde çakmak çakmak mavi gözleri, bütün çocuklarını sarıp sarmalayan kocaman yüreği, her güçlüğe gülümseyen yüzü, çatlamış elleri işe annem gelir aklıma. Emek denilince tüm ailenin sorumluluğunu alan o koca yürekli insanları hatırlarım. Saygıyla eğilirim anıları önünde. Emek denilince okul çıkışında papatya gelincik açmış köy yolundan eve giderken henüz binalarla kirlenmemiş deli rüzgarların estiği memleketim gelir aklıma. Sabahın seherinde tütün tarlaları, dolgun başaklı buğday tarlaları bunların arasında öten serçelerle çocuk seslerini duyumsarım. Bağ evimizin beyaz badanalı duvarları, rengarenk çiçek ekilen bahçesi, toprak yolunda otları çapalayan minicik ellerin terlemesi gelir aklıma. Okulların yaz tatilinde tütünden sararmış parmaklarım, güneşin altında çalışırken değdiği tenimde esmerleştiğim gelir aklıma. Emek denilince bir kilometre yolu sıcakta çocuk ayaklarınla yürüyüp gazete almaya gidişim gelir aklıma. Emek denilince sevgiyle kucaklayan bir yüreğin tebessümü ile sımsıcak bir ev gelir aklıma. Emek denilince alnımızdan toprağa damlayan ter gelir aklıma. Emek denilince hiç yorulmak bilmeyen, zorluklara karşı sımsıkı tuttukları nasırlı elleri ile hayatı kucaklayan annem, babam kardeşlerim koskocaman sevgi dolu bir dünya gelir aklıma. Emek denilince akşam evine ekmeğini götüren mutlu insanlar gelir aklıma. Emek denilince yüreğimde büyüttüğüm düşler gülümseyen mutlu insanlar gelir aklıma. Emek denilince gülümseyen insanlarla omuz omuza meydanlarda halay çekmek gelir aklıma. Emek denilince haksızlıklara boyun eğmeyen bir zeybeğin efelenişi gelir aklıma. Emek denilince güneş altında alnımızda ışıl ışıl parıldayan ter gelir aklıma. Emek denilince tüm emekçilerin önünde saygıyla eğilirim. Emeğin ve emekçinin bayramı kutlu olsun. (Semihat Karadağlı ) 1 Mayıs 2019

  • Türkiye İşçi Sınıfına Selâm

    Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm! Bütün yemişler dallarınızdadır. Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir Haklı günler, büyük günler Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan Ekmek, gül ve hürriyet günleri… Türkiye işçi sınıfına selâm! Meydanlarda hasretimizi haykıranlara Toprağa, kitaba, işe hasretimizi Hasretimizi, ay yıldızı esir bayrağımıza… Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm! Paranın padişahlığını Karanlığını yobazın Ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm! Türkiye işçi sınıfına selâm! Selâm yaratana! Nazım Hikmet (12 Ağustos 1962)

  • Önce Göz Doymalı

    Ekmek yapardı baba dedemler, ekmek ama, plekiden araba tekeri gibi çıkardı, askerliğini yapmayan taşıyamazdı; öyle ağır, mısırla buğdayın karışık lezzeti mahallede haftasına kadar gökyüzüne asılı buram buram dolaşırdı. Gerçi üç güne kalmaz, bayatlar, yeşil yeşil küf olurdu ama önce göz doyardı... Kurban keserdi anne dedemler, bir ninem, bir dedem, ikisinin de dişleri gurbetçi, ama velakin deve keserlerdi, üç gün parçalaması sürerdi hayvanın, dört gün pay etmesi... Buzdolabı nerde, ayına gitmez, parmak gibi kurtlar, sinekler dolardı karyolanın altındaki ete, konukluğa gitsem vallahi de muhabbetlerini duyardım, ama göz doyardı... Daha emzikteyim, annem geç yaşta doğurduğu beni taşıyamıyor, hastalandı, emzik diye deliriyorum. Yaygarama dayanamadı komşu genç dünya güzeli lohusa gelin, emzireyim dedi... Minnacık , hiç de yumşak değil, beğenmemişim, diyemedim ama annemde önce göz doyardı. Bayramlar çoktandır kuşça, bir damlaydı, bazıları da tekaüt... Nerde eski bayramlar, önce göz doyardı. Hele baharlar, nerde o göz bebeği gibi nazenin duman duman ağan yeşil, nerde dağı taşı gökkuşağı yapan çiçekler... Vallahi de billahi de önce göz doyardı. Ya şimdi? Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar neyimiz varsa aldı elimizden, yetmiyormuş gibi bir de Çin işi virüsü saldı başımıza. Biz bahara hasret, bahar bize... Bayramlar mı? Hiç sorma Ama bu yıl iyi akletti büyüklerimiz, bayramı 21 güne çıkardı... Ne demezsin, önce GÖZ DOYMALI.. Sokaklar telaşlı biçimde alışveriş yapan insanlarla dolu. Değil mesafe, çarpmadan, sürtünemeden, edeple geçmek bile mümkün değil. Hasret kaldığımız kuyruklar yılan gibi kıvrılarak uzanıyor; kimi kahve alıyor, kimi ucuzluk yapan mağazaya taarruz halinde... Bu kadar kahveyi kaç günde içer insan? Kimi de ekmekten dağ yapacak sanki... Bir de kasa kasa içki... Seferberlikten bu yana ben böyle stok görmedim. Sorunca söylediler; yasakmış içki bayram boyunca... En son üç ay önce bir kadeh içebilmiştim zorla, ama böyle konu olunca canım da çekti, almalı bir tane... Kuyruğa giriyorum, adını bildiğim tek içkiyi soruyorum... Neden sonra sıram geldiğinde bitti diyor adam... Allaha şükür, ama böyle ilgi örmedim, diyor. Arkamdaki 70'lik amca, tipime bakarak beni içkici sandı: 4. Murat'tan sonra yaşadığımız ilk içki yasağında Tekel bayileri uzun zamandır ilk kez yok satıyor, dedi. Burnunun ucundan karaciğeri bağırıyordu kırmızı kırmızı, gene de dört 70'lik alacaktı, ne var ki çok da üzülmedi, komşum evde üretiyor nasılsa demesin mi, ağzım açık kaldı. Bir başkası iyice hınzır ve muhalif, dokundurarak konuşuyor: Kardeşim camiler açık, o zaman kiliseler, cem evleri de açıktır, marketler de açık, korana kalabalığı seviyor, alkolse dezenfekte ediyor. Yoksa yeni mutant mı bu virüs, alkolü de sever oldu. Önümüzdeki dekolteli, beli açık bayana da laf atıyor, ortaya konuşuyormuş gibi yapıp: Saça başa da yapışıyor bu virüs, hele açık göbek görmesin... Allahtan kadın kalender, gülüyor: Çözüm oysa kapatırız bey amca, diyor. Yollar lebalep araç dolu. Santim santim ilerliyorsun. Arabalar bana uçuşan kelebekler gibi görünüyor, kaç zamandır mahallemde, o da araçsız dolaşma serbestliğim var ya... bir yol çekiyor içim ki... Merhaba dediğin, yol verdiğin, alışveriş ettiğin...bayramınız kutlu olsun diyor giderken. Yarın bayram, erken kalkın çocuklar... Ne bayramı bu, Ramazansa daha 15 gün var. Bu ülkede yaşamak çok keyifli... Yoksa , eğlencesini de kendi yaratıyor. Pandemi boyunca ancak telefonla görüşebildiğimiz akrabalar uğradı. Konuk ağırlamayı da unuttuk, elimiz ayağımıza dolandı. Onlar da bilmem nereye gideceklermiş, ev tutmuşlar, bizim gitmeyişimize şaşırmışlar, durumunuz elvermiyorsa bize gelin, altı odası var villanın... diyorlar. Sezonda sadece kirası bir ortahalli ev ederi... Ama şimdi sudan ucuz... Üç gün önce kar yağıyordu oraya da ondan... demek geçti aklımdan. Hele bir gidin geceleri kurtlar iner... Ben iktidar mıyım, perdahsız konuşup doları hoplatacağım, demedim tabi. Komşum KORONA'ya yakalanmıştı, ilk onun kapısında görmüştüm BU EV KARANTİNADA yazısını... Allahtan kurtuldular, ama pazarcı olan oğlu laf olsun diye test yaptırmış, pozitif çıkmış... Çıkmış ama bir belirti yok... Kapıdan içeri almaya korktuğum, o nedenle ayak üstü dinlemeye çalıştığım anne baba gururla anlatıyor o bölümü; " İnanır mısın, her gün iki böbrek, iki koç yumurtası yemese uyuyamaz, ona Korana vız gelir" Urfa'ya gideceklermiş, ne olur ne olmaz, diyorlar, yol bu...Helalleşelim. İstanbul'daki imam akrabam ya gelin diyor, ya biz gelelim, seksen beşlik halam da yanlarında, gelin bak bir daha görüşememek de var. Utanıyorum, hayırsız evlatlar olduk, gitmeli, bayram ya... Ortalıktaki hareketi görünce ancak haftada bir uğrayıp kapıdan bakan çocuklara da cesaret geldi, her akşam evdeler cümbür cemaat. Eee gelenek bu... Özlemişiz valla Ada'yı Atlas'ı, Ege'yi... mıncık mıncık seviyoruz. Herkes mutlu, herkesin yüzü gülüyor. kaç zamandır iş yapmayan lokantasını da tümden kapayacak oğlan bile tasasız... Baba biraz borç var, el atarsın artık. Atmaz mıyım, babayım ben, nasılsa ikramiyeye de 100 lira zam geldi. Biraz ateşi var Ege'nin, biraz burnu akıyor ama... Annesi mutluluktan diyor. Çocuk bayram mı gördü? Bu ülkede insan olmak nasıl bir şans...nasıl güzel... Bayılırsın. Ağlayanı güldürürler vallahi. Seksenlik Gözaçan telefon ediyor, hadi gel Ayvalık'a gidelim. Yüreğim hopluyor, olur diyorum, hadi... Ayvalık dediğin en az 3,5 saat, ama bunca kıtlıktan sonra fırın mı dinleriz biz. Herkes bir yere gidiyor, ben gitmesem ölürüm... Toplanmam on beş dakika... Pijama terliğim bile hazır. Gözaçan gene arıyor, telaş yaptı herhalde... İyi de diyor yarın yasak başlıyor, dönemezsek... Bu adamda hep var bu hal... Nasıl kızıyorum ama ona... Önce heveslendirdi, sonra... Bu milletin aklına bayılıyorum; zor geliyor ama kaçarken maçarken ama sonunda geliyor. Ne var ki bir kez istimi almışım, durur muyum. Dönüp duruyorum arabanın çevresinde. Yasak gözümün öünüde, şu saatten şu saate ancak... yetişemezsin. İyi de bunca insan nasıl gidiyor? Genci var, saat 14-17 arası, 65 üstü var, 10-14 arası... Nasıl gidecekler? Kanun var, yasak var... Onlara yok mu? Ay sonu, para pul... Saçmalama diyor içimdeki şeytan, ikramiyene 100 lira zam yaptı ya... Ye ye bitmez. Hem bu durumda eminim maaşlar da erkeninden yatar, geçen bayram öyle yapmışlardı ya... Marmaris, Bodrum Belediye başkanları tasalı. Sezonu kurtaralım diyorlar ama bir günde 8 bin araç geldi, İstanbul'dan... en az 25 bin kişi... Bini Pandemiliyse bayram sonrası Bodrum'u kim kurtaracak, diye soruyor saf saf. Allah zor günler için yetişir. Gerçi kötü güne denk gelirse Bodrum'a bakmayabilir, ama... Adam aklı başında birine benziyor ama sonunda birazcık iş yapabilmiş esnafın gülen yüzlerini gösteren haberler arasında yitip gidiyor sözleri. Dün 30.000 aşı geldi diyen bakan bu kez aşı yok demiyor, iki aşı arasında iki ay olmasının daha iyi olacağını keşfetti bilim kurulu, biz de hak verdik, ikinci aşıyı olacakları inşallah birkaç aya kalmadan aşılayacağız... bu arada Rusya'dan da yedi sülalemize yetecek, yetip artacak, artanı da Somali'ye vereceğimiz aşılar geliyor... İnsanlık öldü mü... gibi bir şeyler diyor... Gözlerim yaşarıyor. Bu milletin insanlığına doyamıyorum. Ne var ki artık duramıyorum. Arabama atlayıp kaçıyorum... Covid arkamdan kovalıyormuş gibi kaçıyorum. Herkes mi benim gibi, caddelerde iğne atsan yere düşmez. Milim milim gidiyor araçlar, hele kavşaklar tam bir keşmekeş. Ben görmeyeli "dağlarına bahar gelmiş memleketimin". Nasıl çiçek nasıl yaprak kesmiş dünya... Güç bela İznik gölüne ulaşıyorum. Her zaman gittiğim lokanta ıssız, etrafta kimse yok, bahçesi bomboş... Sadece Pandemi değil ki, Ramazan günü de ... benimkisi de amma hayal, açık olmaz tabi... Döneceğim son anda fark ediyorum, kapısı açık... İnip sorduğumda genç sahibi tuhaf işaretler yapıyor bana, yat kalk der gibi... Ben anlamak için yaklaşınca da geri git diyor sanki eliyle... Öfkeyle burnunun dibine sokulunca anlıyorum ne dediğini. Lokanta resmen kapalıymış, ama paket servis varmış, zeytinliğe gitmemi istiyor. Zeytinlik adam boyu otların arasına çökmüş ekmek arası köftelerini yiyen lebalep adam dolu. Kahkahayı basıyorum. Ne zeka ama? Bu mevsimde göl boyu ıssızdır, ne var ki herkes bayram diye dizilmiş suyun kenarına, yollara... Nerde "TEHLİKE" levhası varsa başında 10 kişi mangalını yakmış, oltayı atmış, tutacağı balığı bekliyor. Güçlükle aşarak Yalova'ya geçiyorum otobanı seçerek. Paraya kıyıyorum, benzinden pahalı bu otobanı seçerken, belki tenhadır diyorum... Nerde? Ne kadar şerit varsa dolu otobanda... Herhalde geçmesek de alacaklar parayı vergiyle, iyisi mi... diyorlar... Gideni geleni, görünen İstanbul boşalmıyor, "128 milyar dolar" gibi sahip değiştiriyor sadece. Bir de bu otobana çok pahalı derler... Fuat Özgen'in bahçeye uğruyorum bir umutla... Şansıma ordaymış, kazımış, bellemiş, bahçesini bahara hazırlamış... Benim için de sağolsun börek... Açmamış ama düşünüp almış.... Bir kirazı var, çiçekten yıkılacak... İşte bu diyorum. Ancak bu kandırır beni... Baharsa önce göz doyurmalı... İlk korana durumunu soruyorum. "Lebaleb dolu diyor, şu cadde boyu git, her dört evden birinde o kağıt var, bak... Gösterdiği yer benim eski apartmanım... Kapısında beyaz bir kağıtla uyarı var...Ürperiyorum. Böreğimi yiyip iki lafın belini kırdıktan sonra gene yollara düşüyorum, ne olur ne olmaz, saatim doluyor. Olsun bayram havasına felekten bir gün daha çaldım. Asıl bayramda da bir istisna yaparlarsa yaşadım, bu kez Maldivler... Ne güzel ülkesin sen... Aklınla dalga geçenin çok olsa da ne kadar muhteşem bir şeysin ki hala dimdik ayaktasın. Bu arada Bayramınız da Kutlu Olsun... 15 gün sonra mı?.. Olsun gene deriz, fazla mal göz mü çıkarırmış... Gerçi Şırnak ve Uşak da artık maviliği unutacak büyük şehirden gelecek evlatlarıyla, ama evvel Allah sizi bayrama ve tatile öyle bir doyuracağız ki ... Ardından bir altı ay kapansak ne gam, sefan olsun. Oradaki muhalif konuşma boşuna; herkesin, Brezilya'nın, Afrika'nın bile kendi mutantı var, neden bizim de nur topu gibi bir milli Covid 19'umuz olmasın. Sen milletin bayramına mı karşısın. Hem lebalep dolu büyükşehir yoğun bakımlarımız da biraz nefes alsın, sağlıkçımıza söz verdiğimiz ekstra ödemeyi yapacağız, ama önce böyle bir iyiliğimiz olsun, sen yoksa sağlıkçıya da mı karşısın? Yok öyle yağma... Biraz da siz çekin kardeşim. Paylaşmalı...

  • Yürekli Çocuklar

    Yürekli Çocuklar Çocuk yüreğimizle Uçurtmaların ipinde Özgürlüğü bayrak yapıp Kuşların kanadında Rüzgarla yarışırdık Yılki atları gibi Yaşamın engebeli merdivenlerden Soluk soluğa tırmanırdık, doruklara dolu dizgin. Hayatın zorluklarının Vücudumuzda, ruhumuzda Açtığı yaralara aldırmadan, Sevgiyi zırh gibi giydiğimiz, Şiirden dizelerle Çiçekler kuşanırdık düşlerimizde. Kötülüklerle çarpışa çarpışa, Bir kahraman gibi, özgürlüğü Kuş kanadına yüklerdik. Kara kışa aldırmadan Güneşi yüreğimizde taşırdık. Sanmayın dizeleri mürekkep yazardı. Us’umuzun gergefinden Yüreğimizde damıtarak Damla damla harfleri Beyaz kağıda akıtırdık. Fırtınaya rağmen Asılıp yaşamın küreklerine, Hayatı pupa yelken yaşardık. Bir tebessümle Kötülükleri yenip, dünyayı yeni baştan kurardık. Boyuna posuna bakmadan Zorluklara direnen, Bileğine değil,düşlerine inanan Yürekli çocuklardık. (Semihat Karadağlı) 10.02,2020 İzmir saat: 02.14

  • Kara Kedi Ak Kedi

    ''Yaşamak Güzel'!' Filmin adı bu olmalıydı belki...İnsanın kanını kaynatan bir müzik eşliğinde, elinde bir şişe içki hastaneden torunu tarafından kaçırılan dede öyle haykırıyordu, ''Yaşamak Güzel!'' Zenginliğin romanlar tarafında yaşanış şekillerini bolca gözlemleyebileceğimiz bir film, bu da onların debdebe içinde yaşama şekli olabilir mi? Beyaz perdeye aktarımında komik öğeler içermesi adına abartılı ve gerçek dışı görünen sahneleriyle absürt bir film olma özelliği de taşıyor film. Tabii para içinde yüzen, gücü elinde tutanın yanında her yerdeki hal, yoksulluk içinde olan romanların durumunu da görme şansımız oluyor bu filmde. İyiler, kötüler ve aşk...Tüm toplumlarda olduğu gibi roman toplumu arasında da var ve yüz yirmi üç dakika içinde onlara özgü haliyle sergileniyor. Ama ister zengin ister yoksul olsun filmin en güzel yanlarından yaşamlarında büyük önem taşıyan olgular; müzik, dans, akordeon ve kendilerine özgü, ölüme dahi meydan okuyan o sonsuz neşe. İyi seyirler. Orijinal İsmi: Black Cat White Cat Vizyon Tarihi: 30 Eylül 1998 Süre: 127dk Tür: Komedi , Müzikal , Romantik Yönetmen: Emir Kusturica Senarist: Emir Kusturica , Gordan Mihic Yapımı: 1998 - Fransa , Almanya , Yugoslavya , ABD , Avusturya

bottom of page