top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Belki Bayram

    Göz açar açmaz yare Uzak yeşile, sahici güneşe Ucu yanık bir günaydın bırakmak belki bayram Baba ocağında Ana kucağında Şehrin kalabalık yalnızlığından soyunmak Ağaçlara, yamaçta dikilen dağ evine Kuş avazına, koyun çanına Geceleri uyuyan çiçeklerin uyanışına Renkli böceklerin sesizliğine yazılmak Çiçekte elma Durmak, kalmak Ansızın kalabalık olmak belki bayram Erik dalına uzandığı yerde elim Yürekte eşsiz bir kamaşma Ayva ağacının dizi Gül dalı, tomurcuğun sevisi Çiçekte böğürtlen, nefes alıp verişi Bakla arığından Ellerimden karıştım toprağın tozuna Göğe uzandım ulu dağlara varmak Gönlündeysem ve aşk Şimdi bayram

  • Korku

    Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson kartal kanatlı kanaryam inci dişli zenci kardeşim türkülerimizi söyletmiyorlar bize. Korkuyorlar Robeson şafaktan korkuyorlar, görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar yağmurda çırçıplak yıkanır gibi ağlamaktan, sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar. Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten (Sizin de bir Ferhad’ınız vardır, elbet Robeson, adı ne?) tohumdan ve topraktan korkuyorlar, akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar. ne iskonto, ne komisyon, ne vade isteyen bir dost eli sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten, korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam türkülerimizden korkuyorlar Robeson. * Nazım Hikmet 1949 -Yatar Bursa Kalesinde- Derleme: Zeliha Aydoğmuş

  • Nazar Ağacı

    -EVLAT EDİNİLEN ÇOCUKLAR- Yaz sonu büro kapısı çalındı. Karı koca olduğunun tahmin ettiğim iki kişi içeriye girdi. Erkek altmış yaşlarında, saçlarının bir kısmı dökülmüş kalan saçlarına ise ak düşmüştü. Kadın da aynı yaşlardaydı. Zayıf bedeni, kısa kıvırcık saçları, pembe yanakları dikkatimi çekmişti. Sekreterim bir arkadaşının kendilerini gönderdiğini müsaitsem görüşmek istediklerini söyledi. İçeri aldım kendilerini kapıyı kapattım. Özel bir şeyler konuşmak istedikleri her hallerinden belliydi. Kendilerine nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Kadının adı Selma, erkeğin adı ise Mustafa idi. Erkek ağlamaklı bir ses tonu ile anlatmaya başladı. Yıllar önce Selma hamile kalmış ancak yaşadığı düşük tehlikesi ile birlikte hayatını kurtarmak için rahmini almışlar. Selma bundan sonra çocuk sahibi olamayacağını öğrendiğinde bunalıma girmiş. Evlat edinmek istediklerinde ise yaşlarının kanunen müsait olmadıkları öğrenmişler. . Bir tanıdıkları eşinden boşanmış bir kadının yeni doğacak çocuğunu bakamayacağı, evlatlık vermek istediğini söylemesi üzerine bu çocuğu evlat edinmeye karar vermişler. Doğar doğmaz anne ile hiç görüşmeden çocuğu tanıdıkları aracılığı ile teslim almışlar. Deniz adını verdikleri kız çocuğunu anne ve baba olarak kendi adlarına nüfusa kayıt ettirmişler. Bu durumdan kadının kız kardeşinin dışında kızlarının ve hatta aile çevresinin haberi olmamış. Bize geldikleri tarihte Deniz’in on sekiz yaşını bitirmesine birkaç ay kalmıştı. Denizin babası yıllar önce vefat etmiş. Dedesi ile ağbisi sorup soruşturup, kendilerine öldü denilen çocuğun sağ doğduğunu ve nüfusa kayıt edilmeksizin evlatlık olarak verildiğini öğrenmişler. Dede ve ağbi Mustafa’yı bulmuş. Deniz’e durumu anlatacaklarını, haklarında savcılığa suç duyurusunda bulunacaklarını beyan ederek tehdit etmişler. Her ikisin de yüzleri sapsarı olmuş ikisi de dokunsan ağlayacak durumdaydılar. Deniz’in kardeşinin söyledikleri onları altüst etmiş ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Biraz rahatlamaları gerekiyordu. Bir şeyler içip içmeyeceklerini sordum. Kendilerini sakinleştirmeye çalıştım. Durumu kızlarına kendilerinin anlatmasının en uygun olduğunu, başkasından duymasının kızlarında daha ters bir etki yaratacağını anlattım. Her ikisi de çok üzgündü evlatlarını kaybetme korkusu yaşıyorlardı. Mustafa Bey “Kızım bizi terk ederse ben onsuz yaşayamam ben onsuz ne yaparım” diye ağlamaya başladı. Konuşarak biraz sakinleşmelerini sağladım. Bir şey olmayacağını ancak kızlarının ileride mağdur olmaması için nüfus kayıtlarının düzeltilmesi gerektiğini ve bu sebeple yapılması gereken hukuki işlemleri anlattım. Zira kendilerinin vefatından sonra mirasçıları tarafından nesep iptal davası açılması durumunda kızları hem nüfus kayıtlarından silinecek hem de mirasçıları olamayacaktı. Durumu Deniz’e anlattılar. Deniz büyük bir şok yaşamıştı. Yaşadığı sevgi dolu ortamda zor olsa da olanları kabullenmişti. Kendisini evlatlık veren annesine kızgındı onunla görüşmek istemiyordu. Nüfus kayıtlarının düzeltilmesi için önce Denizin gerçek anne ve babası adına kayıt edilmesi gerekiyordu. Gerçek annesi ile kardeşine dava açıldı. Duruşma gününe kadar aile oldukça huzursuzdu. Duruşma günü Deniz gerçek annesi ile görüşmek istemediğini söyledi. Zor bir durumdu ne yapılabilirdi? Duruşma saati basın mensuplarının adliyeyi terk ettiği 11.30 sonrasındaydı. Bu beni biraz rahatlatmıştı. Olayın basına yansımasını bu sebeple Deniz’in çevresi ve arkadaşları yanında zor durumda kalmasını istemiyorduk. Duruşma saatini beklerken koridorda Deniz gerçek annesi karşılaştı. Deniz yüz yüze gelmemek için sırtını dönmüş kendisini yıllarca sevgi ile büyüten anne ve babasının yanına gitmişti. Gerçek annesinin adı Ayten’di. Yanına gittim konuşmaya başladık kendisi. Sevgisiz bir kadındı. Deniz kendisi ile konuşmadığı takdirde problem çıkaracağını söyledi. Komşuları ile konuştuğunu o sıralar televizyonda yayınlanan Sinan Çetin’in programına katılmayı düşündüğünü, Deniz’i çağırıp ekranlarda kendisi ile tanışmayı planladığından bahsetti. Ağzım açık kalmıştı. Bir anne nasıl bu kadar bencil olabilirdi? Dokuz ay karnında taşıdığı can verdiği kızının yıllar sonra gerçekler ile yüzleşmesi yetmezmiş gibi bu durumu bir ekran önünde birçok kişinin önünde paylaşmanın kızını nasıl üzeceğini veya nasıl bir psikoloji içine gireceğini hiç düşünmemişti. Kendisine” siz nasıl annesiniz böyle bir durumda kızınızın nasıl yıpranacağını nasıl düşünmezsiniz. Ben kızınızı yeni tanımış olmama rağmen olay basına yansımaması için duruşma saati basının adliyeyi terk ettiği saate ve duruşma salonunda hiç kimse olmaması için en sona alırken siz nasıl kızınızı düşünmezsiniz diye kendisi ile tartışmaya başladım. Duruşma salonuna hep birlikte girdik dava kabul ile ilk celsede bitti. Kararın kesinleşmesinden sonra usulüne uygun olarak mahkemeden alınan izinle işlemin yapıldığı tarihte yürürlükte olan Türk Medeni Kanunundaki düzenlemeye göre noterde evlat edinme işlemleri tamamlandı. Evlat edinme işleminin nüfusa kayıt işlemi ve nüfus kaydının çıkarılması için nüfus müdürlüğüne gitmişler. Nüfus müdürü Deniz on sekiz yaşını bitirdiği için artık nüfus kaydında gerçek anne ve babasının isminin yazacağını ama soy isminin kendisini evlat edinen Mustafa ve Selma’nın soy isminin yazacağını mahkeme kararı ile bunu değiştirmenin mümkün olmadığını söylemiş. Panik içinde beni aradılar. Büroya gelmelerini söyledim. Açıkçası bende nasıl çözüm bulacağımı bilmiyordum. Yasa açıktı. Reşit olanların evlat edinilmesi durumunda nüfus kayıtlarında gerçek anne ve babalarının isimlerinin yazacağı belliydi. Büroya geldikleri zaman Mustafa ve Selma perişan haldeydi. Mustafa” Eğer benim kızımın nüfus kaydına benim ismim babası olarak yazmazsa ben kendimi öldürürüm” diyordu. Kendilerine durumu anlatmaya çalıştım. Ama beni dinlemiyorlardı. Ne yapıp mutlaka kızlarının nüfus kaydına anne ve baba hanesine onların ismini yazdırmam lazımdı. Kendilerinden kızlarının bu güne kadar gittiği okullardan aldığı diplomalar ve ne kadar evrak varsa getirmelerini istedim. Üçünün adına davayı açtım. Olayı en başından başlayarak esasen evlat edinme işleminin çocuğun doğduğu zaman meydana geldiğini, sadece hukuki işlemlerin yeni tamamlandığını yasanın aradığı anlamda evlat edinmenin on beş yaşından önce gerçekleştiğini ve diğer savunma ve belgelerle olayı anlattım. Dosyamız adliyenin en babacan hâkimlerinden birisine düşmüştü. Çok dürüst ve bilgili birisiydi. Nüfus davası olduğu için nüfus memurunun ve savcının duruşmaya gelmesi gerekiyordu. Mübaşirden dosyayı en son olarak almasını rica ettim. Saat on iki olmuştu adliye boşalmıştı. Koridorda bizden başkası kalmamıştı. Duruşmaya girmeden dava sonucu ne olursa olsun morallerini bozmamalarını anlatmaya çalışıyordum. Üçü de adeta karşımda robot gibi duruyorlardı. Söylediklerimi duymuyorlardı. Yüzleri sapsarı bir hal almıştı. Duruşma salonuna girdik. Duruşma başladı. Hâkim bey bana söz verdi. Artık o kadar heyecanlıyım ki üç kişinin mutluluğu bu davaya bağlı. Üçü de yanımda adeta daldan düşecek yapak misali titriyorlar. Konuşmaya başladım. Heyecandan sesimin nasıl çıktığını kendim bile duymuyordum. Olayları baştan sona nefesiz bir şekilde anlattım. Deniz’in on sekiz yaşına kadar nüfus kayıtlarında baba ve anne ismi olarak Mustafa ve Selma’nın yazdığını bu yaştan sonra yapılacak değişikliğin Denizin hayatında birçok soruna karşılaşmasına, arkadaş çevresinde evlat edinme ile ilgili konuları açıklamak zorunda kalacağına kadar tüm savunmayı yaptım. Savunmam bitince hâkim bey dosyayı eline aldı. Şöyle bir bana bir müvekkillere baktı. Hepimiz nefesimizi tutmuş ne söyleyeceğini duymaya çalışıyorduk. Hâkim bey “Gereği düşünüldü davanın kabulüne” dedi. Müvekkiller bana baktılar ben gözünüz aydın dediğimde üçü birden birbirlerine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Duruşma salonunda olan hâkim, mübaşir kâtip savcı nüfus müdürü herkes birbirine göstermeden ağlıyordu. Gözlerim dolmuştu. Gözümden akmasını engellediğim gözyaşlarım genzimi yakıyor nefes almamı zorlaştırıyordu. Salonda hem sevinç hem de hüzün vardı. Duruşma salonundan çıkınca hepsi boynuma sarıldı. Adliye de kimse olmadığı için mutluydum. Daha erken saatte olsa konu basına yansıyacak ve Deniz ve ailesi bu duruma çok üzülecekti. Karar kesinleşti. Deniz anne ve baba hanesinde Mustafa ve Selma’nın ismi yazan nüfus cüzdanını almıştı. Bir gün Deniz annesi Selma ile bürodan içeri girdi. Deniz kendi elleri ile yaptığı nazar ağacı ile bir paket çikolata getirmişti. Kendi emeği ile yaptığı nazar ağacı hala evimizin bir köşesini süsler. Aldığım en anlamlı hediyelerden birisiydi. İçinde para ile değeri ölçülmeyen emeği vardı. Deniz başka bir şehirde üniversite kazandı anne ve babası da onun peşinden gittiler. Okulu bitirdi evlendi. Bir kızı ve bir oğlu oldu. Eşi çocukları, anne ve babası ile gayet mutlu bir hayatları var. Kendisini doğuran annesi ve gerçek kardeşi ile duruşmadan sonra hiç görüşmedi. Doğuran mı doyuran mı anneydi? Ya sevgi neydi? Karnında dokuz ay taşıdığı can verdiği yavrusunu hiç tanımadığı birisine emanet eden mi ? Yoksa doğurmadığı ama doğduğundan beri sevgisini esirgemediği iyi gününde kötü gününde yanında olduğu Selma ile Mustafa’ mıydı? Sevgi emekti, sahip çıkmak ve korumaktı, bakıp gözetip büyütmekti. Çocuklarınıza sevgi ve zaman ayırın unutmayın onlar yarınlarımız. Sevgisiz büyüyen çocukların yarınlarda mutlu olması mümkün değil. Çocuklarınızı sadece karnınızda değil aynı zamanda yüreğinizde de sevgiyle büyütün. Semihat Karadağlı

  • Anneler Gününüz Kutlu Olsun

    Bu anneler gününde evi satıp anneme telefon almak yerine karpuz aldım. Sadece manav açıktı çünkü... Küresel Sermayenin elinden söke söke aldığımız ilk -pardon- ikinci bağımsız YERLİ ve Milli ANNELER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN! Bize bu devrimci mücadelemizde omuz veren COVİD 19'a da TEŞEKKÜRLER! *

  • Tatlı Bela

    Gerçek bir mesele, gerçek insanların bozulan doğanın ve bu yüzden sağlığı bozulan insanların hakkını aramak adına verdiği gerçek bir mücadele... Sonuç; gerçek başarı. Bu kadar gerçeğin bir arada olduğu ve ciddi konuları içeren bir yapım olmasına karşın Julia Roberts'ın sergilediği muhteşem performansla ortaya çıkmış keyifli bir film. Gerçek bir yaşam öyküsünden sinemaya uyarlanan filme adını veren kişi olan Erin Brokovich su hakları için mücadelesine şu anda da devam ediyor. Bu konuyla ilgili Facebook ' ta düzenli olarak paylaşım yapıyor. İyi seyirler. FİLM ÖZETİ Erin Brockovich, Steven Soderbergh tarafından yönetilen ve Susannah Grant tarafından yazılan 2000 Amerikan biyografik hukuk drama filmidir. Film, enerji şirketi Pacific Gas and Electric Company'ye (PG&E) karşı Hinkley yeraltı suyu kirliliği olayındaki suçluluğuyla ilgili olarak savaşan Julia Roberts tarafından canlandırılan Erin Brockovich'in gerçek hikayesinin dramatize edilmesidir. Film gişede başarılı oldu ve olumlu eleştiriler aldı. Film 73. Akademi Ödülleri'nde En İyi Film, Soderbergh için En İyi Yönetmen, Grant için En İyi Orijinal Senaryo , Roberts için En İyi Kadın Oyuncu (kazandı) ve Finney için En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dahil olmak üzere beş adaylık aldı. Roberts ayrıca bir BAFTA ödülü, Altın Küre, Screen Actors Guild Award ve birçok eleştirmen ödülü kazandı. Yönetmen : Steven Soderbergh Yapımcı Danny DeVito Michael Shamberg Stacey Sher Yazar : Susannah Grant Oyuncular Julia Roberts Albert Finney Aaron Eckhart Müzik : Thomas Newman Görüntü yönetmeni : Ed Lachman Kurgu : Anne V. Coates Stüdyo : Universal Pictures, Columbia Pictures, Jersey Films Dağıtıcı : Universal Pictures (ABD & Kanada) Columbia TriStar Film Distributors International Uluslararası Çıkış tarihleri : 17 Mart 2000 Süre : 130 dakika Ülke : ABD Dil : İngilizce Bütçe : 52 milyon $ Hasılat : 256,3 milyon $

  • Kanatlarım Nerede Anne

    Amerika’daki ilk Haloween’i bir şekilde kazasız belasız atlatıyorum. İlkokula yeni başlayan kızımın eski pantolonunu kesiyorum, bulüzün orasını burasını delip kafasına şapka takıyorum, eline de ucunda kırmızı benekli ufak bir bohça olan sopayı veriyor okula yolluyorum. Bu akılları da bana komşum Gayle veriyor. Yoksa, yarın elimdeki üç kuruşla ne yiyeceğiz hesabı yaparken Haloween’i takip edecek durumda değilim. Aklı erdiğinden beri, paramız yok alamayız’la büyüyen büyük kızım hiçbir şey istememeyi çoktan öğrendi. Omuzunda sopası, Gayle’nin verdiği şapkasıyla okul bahçesinde tur atarken gözleri her zamanki gibi ışıl ışıl. Neden benim de prenses kıyafetim yok, neden peri olmadım, cadı olamadım diye hiç sormuyor. Sen nesin, diye soranlara yeni öğrendiği İngilizcesiyle “hobo” diyor. Acaba onun evsiz barksız, şehirden şehire dolaşarak iş arayan kimse olduğunu biliyor mu? Bizim durumumuzla olduğu şey arasında bir bağ kurar mı diye düşünmüyorum bile, aklıma bile gelmiyor. O güzel Ekim günü, Kaliforniya’nın o ufak şehrinde evimden, yurdumdan, sevdiklerimden çok uzakta, eğlence olsun diye hobo olan kızımı seyrediyorum, boğazımda kocaman bir yumrukla... Bir sonraki sene ona plastik bir She-Ra elbisesi alıyorum, öyle istiyor. Beş dolar veriyorum. O beş dolar dünyanın en meşhur üniversitelerinin birinin karşısındaki bir kafede çalıştığım her saat için aldığım para. Küçük kızım peri kızı olmak istiyor, kafede çalışan genç kızlara soruyorum; peri kızı nasıl olunur burada? Daha Iphone yok, Google yok, Amazon yok… Anlatıyorlar, en kolay yolu 20 dolar verip balerin kıyafeti almak. Zorlanıyorum ama diğer çalışanlarla aramızda bölüştüğümüz bahşişlerden topladığım parayla alıyorum onu. Pembe ve beyaz yapma çiçeklerle taç da yapıyorum başına. Eline karton kutudan kestiğim yıldızı ve eski tahta askıdan bozma sopasını yaldızlıyorum, kurdeleyle bağladığım sihirli değneğini eline veriyorum. Çok yakışıyor pembeler ona; kısa dalgalı saçları, kocaman kahverengi gözleri ile dünyalar güzeli bir peri kızı oluyor. Üç yaşında daha. Yeni gitmeye başladığı, dar gelirli ailelerin çocuklarının gittiği yuvada ilk defa Halloween partisine katılacak. Bu Haloween geçen seneden içimde kalan hobo gibi olmayacak. Hatta resim bile çekebileceğim. Fotoğraf makinem hazır, resimleri dedesine, dayılarına ve teyzelerine yollayacağım. O kadar da kötü değil durumumuz gibilerden… Yuvadaki bütün çocuklar rengarenk giyinmiş olacaklar, nefis resimler çekeceğim, ön planda hep kızım olacak, benim küçük perim. Ama olaylar öyle gelişmiyor işte… Kapıdan girer girmez başka bir peri kızıyla karşılaşıyoruz çünkü. Megan… Bu perinin uzun şifondan yapılmış pembe tuvaleti ve en önemlisi incecik tüllerden yapılmış kocaman kanatları var. Bu sarışın peri, kızımı şöyle bir süzüyor ve arkasını dönerek kanatlarını gösteriyor. "Bak benim kanatlarım var, periyim çünkü, peki sen nesin?" Kızım ağlamaya hazır kocaman gözlerini bana çeviriyor "anne?" "Sen de perisin tabii, çünkü çeşit çeşit peri var" diyorum yutkunarak, "sen iylik perisisin, elindeki sihirli değnekle herkesin dileğini yerine getirebilirsin". Kızım bir sarışın periye bakıyor bir de bana. Yüzünü duvara çeviriyor, gözlerinden bahar yağmuru gibi yaşlar boşanıyor birden. Ne yapacağımı şaşırıyorum. "Ne oldu kızım, neden ağlıyorsun?" Suçlayan gözleriyle bakıyor bana. "Ben de kanat istiyorum, nerede benim kanadım?" O gün büyük bir parti olduğu için yuva çok kalabalık; fotoğraf makinasını, video kamerasını alan anneler babalar gelmiş, resim çekiyor, gülüp eğleniyorlar. Duvara yüzünü dönmüş, ağlayan kızımın yanına çöküyorum, "bak, herkes nasıl eğleniyor, neden ağlıyorsun böyle?" Sessiz hıçkırıklara boğulduğu için konuşamıyor bile. "Neden kanat almadın bana, perilerin kanatları olduğunu neden bilemedin?" diye fısıldıyor. Ona bir şey diyemiyorum, özür dilerim, diyorum, "Seneye daha iyisini yaparız, istediğin elbiseyi dikerim sana… söz, tamam mı?" Gözlerine dolan son iki damla da düşüyor, boynunu büküyor "tamam" diyor. Üç yaş gurubunun sınıf resmi çekilecek, çocuklar sıraya giriyor, onu da çağırıyorlar, "Saba, gel hadi resim çekeceğiz" Bir fotoğraf var bir yerlerde, renk cümbüşü içinde gülen, poz veren bir sürü çocuk, kenarda pembe balerin kıyafeti ve pembe çiçekli tacıyla boynu bükük duran kızım. Sihirli değneğinin sapını tutan ellerini ağzına dayamış ağlamamak için kendini zor tutan… Öyle resimler var insanın hayatının bir kesitinden, unutamadığı... O da benim anne olarak yapamadığım şeylerin resmi, renkli…

  • Ah Annem !

    Hiç oturduğunu görmedim. Sabah erken kalkar bizler uyanıncaya kadar o günün yemeğini pişirmiş olurdu. İşten döndüğünde yemeği sofraya koyar, bulaşıkları yıkar, ütü yapar, söküklerimizi dikerdi. Televizyon yoktu zaten, ama olsaydı da o yapacak bir şey bulurdu. O uzun gecelerde sobalı evimizde örgüsünü örer, derslerimize yardım ederdi. “Coğrafya ödevini yaptın mı kızım? “O ödev gelecek haftaya anne.” “Olsun sen gene de yap, bugünün işini yarına bırakma.” “Ama bu günün işi değil ki o”. “Eğer varsa bugünün işidir. Yarına kalmasın, hadi sen yap, bitsin, rahat rahat oturursun sonra. Rahat rahat oturmak lafın gelişiydi zaten, bugünkü “bugünün işi” biter, yarınki “bugünün işi” başlardı. Dünya enerji kaybıyla mücadele etmeye başlamadan çok çok önce o neredeyse doktorasını yapmıştı bu konuda. “Niye kalktın?” “Mutfağa gidiyorum, şu içeceğim.” “Şu çay bardaklarını da götür, boş gitme. Gelirken de meyveleri getir boş gelme.” … “Nereye?” “Bakkala-“ “Şu şişeleri de götür sütçüye ver, elin boş gitme”… Boş gitmek suçtu, boş vakit geçirmek suçların en büyüğüydü. Boş gitmeyince, boş vakit geçirmeyince bugünün işi yarına kalmıyordu, iyi ki de kalmıyordu çünkü yarın da yapılacak bir o kadar iş bulunuyordu. “Ne yapıyorsun?” “Dinleniyorum… “Kalk kalk, dinlenecek çok vaktin olacak yaşlanınca şimdi işlerini yap!” “İsim yok ki!” “İş bulunur, sen kalk!!” Bugünün işi yarına kalmasın diye anneler günü kartını bir ay önceden almıştım. masamda duruyordu, iki hafta önceden postalayacaktım ki yerine zamanında ulaşsın. O kart masamın üstünde durdu uzun süre... Sararıp solana kadar. İçimi yakarak... Ne kaldırabildim, ne bakabildim, ne dokunabildim. Bir kuşluk vakti gözlerini son kez kaparken orada yanında olsaydım, "bak anneler günü kartını çok önceden aldım geç kalmayayım diye, daha onu yollayacağım, üstelik bak yapacak ne çok iş var" deseydim, “bu günü bile yaşayamadın, yarına yaşanacak bir şey bırakmadın olmaz böyle” deseydim gitmekten vazgeçer miydi acaba?

  • ANNEM

    Bilemezdin ki ikinci paylaşım savaşının sonucu kıtlık yaşandığını. Erkek çocuk doğurup aile içindeki konumunu sağlama almak derdindeymişsin. Kahrın o denli derinmiş ki yedi kurban adamışın Ali Baba Tekkesi’ne. Sonuncusunu ben kestim sen öldükten sonra, tanrına borçlu kalmayasın diye. Akan dereden sulamış, buğdayla bulamaçla doyurmuşun ellerine sağlık. Ne çok karnım ağrırdı annem. Sıtma, göz ağrısı, kabakulak, kızamık… Onlarca çocuk öletinin içinde sıklıkla hastalansam da ölmemişim. Neden çok karnım ağrırdı annem? Gönlünden deden gibi hafız olmamı istesen de Cumhuriyet İlkokulu’na gitmiştim kendiliğimden. Uzaklarda çalışan babam aylar sonra öğrenmişti okula başladığımı. Yoğurt süzdüğün torba içinde bir avuç kuru fasulye, on iki söğüt çubuğuydu okul araçlarım. Ahhhh! Verdiğin yirmi beş kuruşu unutamadım anne! Okul defteri, kalem, silgi almıştım annem. Şimdi de taparım kaleme, deftere, silgiye taparım, unutamadığımdan olsa gerek. Okulun sonunun ayrılık olduğunu ne sen ne de ben biliyorduk oysa. On bir yaşının güzünde uzak bir kente gitmiştim babamın askerlik kalıntısı tahta bavuluyla. Gidişin kopuş olduğunu bilmemiştik. Neyse ki bir oğlun üç kızın daha vardı. Benimse sadece bir annem vardı. Soğuk kıs gecelerinde yatılı okulların kül boyalı köşelerinde erkek çocuklar da ağlardı anne! Okudukça, aklım erdikçe, ülkemi tanıdıkça bizim gibi yoksulların yanında saf tutuşumdan hoşlanmadın annem. Devrimci, ülkücü, faşist, düzenci diyorlardı bize anne. Gençliği bölüp birbirine kırdırıyorlar; işkenceye, demir parmaklıklar arkasına, sakat kalmalara, kurşunlamalara, asmalara duruyorlardı bizleri. Radyodan duyduklarından korkuyordun. Okuman yazman yoktu, gazetelerden öğrenemediğinden devletin sözüne inanıp ağlıyordun annem! Oysa biz daha iyi yarınlara bağlamıştık umudumuzu. Annelerin çocukları için ağlamayacağı bir yaşamın peşindeydik. Anaların da çocuklarını çaldılar, o analar yaşam boyu ağladı annem. Anaların ortak acısıydı yakındıkların. Eşeğe, ata, kağnıya, at arabasına, faytona binerdin de kocaman kamyonlardan korkardın anne. Bir gece, masalların devine benzer kocaman kamyonun çarpmasından öleceğini bilmezdin. Öylesine verimli bir yaştaydın ki, ölümü sana kimse yakıştıramadı Azrail’den başka. Oğulların kızların okullardaydı, ekmek peşinde bir savaşımın yoğun emek günlerini yaşıyordu ocağımızın bir direği kırıldığında. Köylülükle kentliliği yaşamında yoğurmaya çalışan babam, iki hanım daha aldı senden sonra ama mutlu olamadı bir türlü. Bildiğin, bilmediğin sayrılıkların, eklemeli evliliklerin sorunlarına dayanamayıp yanına koşuverdi ellisinde. Oralarda gördün mü? Yoksa aşkına sadık kalamadığından kaçıyor mu senden? Ocağımız direksiz kaldığından söndü, çanağımız çömleğimiz dağıldı annem. Altı yıl anne baba oldum kardeşlerime annem. Ablamı da unutmadım haa! Anamız olması gereken devletimiz bile acımadı bizlere. İki kez gazaba geldi, varsılın gönlü hoş olsun diye kendi çocuklarını işkenceye, zindana, ipe gönderdi gözyaşlarına bakmadan. On sekizine gelmemiş çocuklarını bile iplere saldı, soysuz paşaların, doymaz varsılların gönlünü hoşnut kılmak için. Onlara gönencin kaynağını sunarken acı pınarlarını bize bıraktı. İyi ki kara günleri görmedin annem. Anaların acıları neden bitmez öğrenemedim. Elli yıl sonra daha çok ananın çocuğu, çocuğun anası çalındı ellerinden. Bunlar anaların kara bir yazgısı mıdır annem? Çoğalarak sürmekte şimdilerde de. Kara günlerden geçerken çocukların yaralar aldı ama ölmedi annem. Çocuklara karışıp torunlarınızın geleceklerini kurmaya çabaladılar. Unutmamışsındır, bizim ekmeğimiz okullardan gelir annem. Düşleyemediğin okulların kapılarına torunlarını götürdüğümde ağladım, bitirdiğinde sizi anarak övünçten ağladım annem. Dünyaya dağıldı torunların. Şimdilerde bizler de torunlara karıştık annem. Anne, baba, dede olmayı öğrendik yaralarımız karşın. Yapay bir dünyada sevgisiz, çiçek kokularından uzak, yapay yeygilerle büyüyorlar. Bizim duygularımızı anlamasını da beklemiyorum ama analarını babalarını benim kadar sevebilecekler mi bilsemesindeyim. Sayrılıklardan yakınmıyorum da daha çok sizi anar oldum annem. Düşlerimde sizi görüyorum, olur olmaz yerde sizi anımsayıveriyorum. Senden sonra aynaları sevmedim, gözlerindeki sevgi ışıklarını yansıtamadıkları için. Yine de öteleyebiliyorum yüzümün çizgilerini, saçımın aklığını, yüreğimin karlı buzlu yerlerini annem. Düşlerimde çağırdığınızı duyumsuyorum, çok mu özlediniz beni? Özlem büyümeye başlamışsa önünde dağlar dayanmaz, tek çözüm kavuşmak. Hemen koşar gelirim. Şimdi bahar buralar, kır çiçekleri, gelincik, gül, iğde çiçeği kokuyor soluduğumuz hava. Ama bırakıp gelinmez de değil. Sizden sonra Mayıs ayı çok kirletildi. Annelerin kokusuna doyamadığı gençler sokaklarda kurşunlandı, iplere verildi, hücrelerde öldürülüp sakatlandı. Hızır ve İlyas buluşur mu bilmem ama Hıdrellez bayramları da tatsızlaştı. Bilerek yaptılar anaların yüreğine korku salmak, çocukların geleceğinden analarını çalmak için. İçim yanıyor annem, kendim kadar anası ellerinden çalınmış çocuklara. Kırk yılı geçti bir bozkır kasabasında gömütünüzü bırakıp sevginizi sırtıma sararak kaçışımın üzerinden. Gidecek yolum da kalmadı, sizden koptum da büyüdüm. Biz yaşlanırken de durmadı anaların gözyaşları, çocukların öksüzlükleri. Çözüm de bulunmak istenmiyor nedense? Artık dayanamıyorum. Küçülmek, size yeniden yapışmak istiyorum anne! Kucağını mı özledim senin? Kucağına mı çağırıyorsun işe yaramaz oğlunu? Gelirim, babamı ablamı, kardeşimi birlikte ararız! Senden iki çiçek kaldı burada, yorgun ve hastalıklı. Direnmeye çalışsalar da çürümüş güz yapraklarınca sallıyor onları da yaşam esintileri. Ne zaman düşeriz bilemiyorum. Her gün zorla, kurşunla, bombayla düşürülen yaşamların kan izleri sokaklardan eksilmiyor annem. Ölenlerin annesi, annelerin çocukları değil midir yaşamdan çalınanlar? Acıyı kan çiçeğince açtıranların çocukları, anaları yok mudur? Bencil para saplantılarımızla anaç duygularımızın savaşı biteceğe benzemiyor. Beklemekten yoruldum. Bir gün gelir biter mi bilmem?

  • Bir Kadın

    Kadın mücadelecidir aslında Kolay kolay pes etmez. Uğraşır çabalar didinir. Sevdikleri sevdiği önemlidir onun için. Hatta kendisinden bile önemlidir. Hiç bıkmadan mücadele eder. Sabah erken kalkar. Güneşi sanki o doğurtacakmış gibi. Sonra kuşlar sanki o kalmazsa şarkı söylemeyecekmiş gibi Pencereyi açar. Temiz hava dolmalıdır içeriye. Kadın çiçektir aslında. Narin, kibar, kırılgan. Sevdiği kişi onun yüreğine sevgi ile dokunduğu zaman bir bahar çiçeği papatya olur, gelincik olur, fesleğen olur, nergis olur, gibi en güzel kokularını saçar çevresine. Kadın bir kelebektir aslında. Siz onu çiçek bahçesinde tutarsanız en güzel çiçeklerle birlikte muhteşem bir tablo yaratacaktır. Ama o kadar hassastır ki en küçük bir rüzgâr da kanatları hırpalanır. Kadın biraz romantiktir aslında Sevdiği insan yüreğine dokunduğu zaman romantik olmayan kadın yoktur. En güzel melodileri veren bir müzik gibi şakıyacak ve muhteşem bir sevgi yağmuru yağdıracaktır. Verdiğiniz küçücük bir sevgi karşılığında dağlar kadar sevgisini sunacaktır. Kadın fedakârdır aslında. Alışverişe çıkar kendisine bir şeyler almak yerine çocuklarını eşini sıraya koyar en sonunda kendisine bir şey almadan döner, sevdiklerinin mutlu olması onun için önemlidir. Çünkü onların mutluluğu ile mutlu olur. Eve geldiğinde mesleği ne olursa olsun iyi bir ev hanımıdır. Kadın biraz çocuktur aslında. Küçük bir çocuğun elma şekeri ile mutlu olması gibi, güzel bir tebessüm veya seni seviyorum sözü ile o çocuk yüreği ortaya çıkar ve yüreğini sevdiğinin yanında şımartmak ister. Kaç yaşında olursa olsun hayat mücadelesinde sevdiğinin gülümsemesi ile çocuk olur yüreği aslında Kadın bir dünyadır aslında. Sadece tıpkı bazı çiçekler gibi ruhunun güzelliğini görmek için onun yüreğine dokunmak gerekir. Bu sakın yanlış anlaşılmasın. Çünkü her kadın kalbine bir kişiyi alır ve kalbine sadece onun dokunmasına izin verir bunun dışındaki herkese karşı kalbi ulaşılmazdır aslında. Sizi gerçekten seven kadınları yüreğinizde saklayın ve onların çocuk yüreklerini gülümsetmeyi unutmayın. /… Semihat Karadağlı/Sevginin Yürek konuşması. 22.08.2015 saat:01.11

  • Annem

    Annemin elleri fesleğen , karanfil, gül kokardı. Çiçek kokularını sevgiyle karıştırıp Saçlarımızı, yüreğimizi okşardı Annemin sevgiyle yemlediği ellerine Omuzlarına kuşlar konardı Güvercinler ruhundan öperdi usulca Annemin gülüşü sevgi kokardı Umut, özgürlük kokardı, Dayayıp ruhumuzu kana kana içerdik Annemin ruhu direnç kokardı Çakmak çakmak mavi gözlerinde Direnmeyi öğrendik Annemin duruşu özgürlük kokardı Alıp kanatlarının altına bizleri Uçururdu maviliklere İşte böyle büyüdük O nedenle Türkümüz hep insana çıkar Sevgi kokar dizelerimiz Tutkumuz özgürlüğe Kilit vurulmaz. yüreğimize, düşlerimize Sevgi, umut, bahar rüzgarlarıyla eser Yolumuz en güzel düşlerden geçip Bir çağlayan gibi akarak Tutsak edilmeyen, maviye, özgürlüğe çıkar. Semihat Karadağlı / 11.03.2019/ İzmir / metro/ saat:09.32

  • ANACIĞIM

    —Anneme ve bütün annelere— Nasıl hatırlamam anacığım nasıl? Kaç geceler bana ninni söylerdi, Hasta olunca oydu başucumda bekleyen, Biraz yorulmayayım, üzülmeyeyim, hemen Alır kucağına okşardı, saçlarımı öperdi. Nasıl hatırlamam anacığım nasıl? Uzun kış geceleri masal masaldı. Güzel çoban kızları, iyi kalpli sultanlar, Bir suyun akışı gibi geçip gitti zamanlar Şimdi ne o dünkü çocuk, ne de o masal kaldı. Nasıl hatırlamam anacığım nasıl? Yıkayan oydu mürekkep lekeli parmaklarımı. Akşam biraz geciksem yollara düşerdi . Sokağa çıkarken «Yavrucuğum üşütme» derdi. Hemen bir kazak örerdi biraz boş kaldı mı. Nasıl hatırlamam anacığım nasıl? Bilirim yine kalbinde yerim anacığım. Selam sana Kadınlar Günü İstanbul'dan. Yeni dönmüşçesine bir akşam okuldan, Vefalı ellerinden öperim anacığım. Resim: Gustav Klimt-Mother and Child

  • Bir Gün Mutlaka

    Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telaş Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam! Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl bitebilir bir bombayla, nasıl kazanabilir o kirli adamlar Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü, temiz bir gömlek giyiyorum Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu han-i yağma Ama yorgunum şimdi, çok sigara içiyorum, sırtımda kirli bir pardesü Kalorifer dumanları çıkıyor göğe, cebimde Vietnamca şiir kitapları Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor orda Köprülerden geçiyorum, karanlık yağmurlu bir gün, yürüyorum istasyona Bu evler hüzünlendiriyor beni, bu derme çatma dünya İnsanlar, motor sesleri, sis, akıp giden su Ne yapsam...ne yapsam her yerde bir hüzün tortusu Alnımı soğuk bir demire dayıyorum, o eski günler geliyor aklıma Ben de çocuktum, sevgililerim olacaktı elbette Sinema dönüşlerini düşünüyorum, annemi, her şey nasıl ölebilir, nasıl unutulur insan Ey gök! senin altında sessizce yatardım, ey pırıl pırıl tarlalar Ne yapsam...ne yapsam...Dekart okuyorum sonradan... Sakallarım uzuyor, ben bu kızı seviyorum, ufak bir yürüyüş Çankaya' ya Bir pazar, güneşli bir pazar, nasıl coşuyor yüreğim, nasıl karışıyorum insanlara Bir çocuk bakıyor pencereden hülyalı kocaman gözlü nefis bir çocuk Lermontov' un çocukluk fotoğraflarına benzeyen kardeşi bakıyor sonra Ben şiir yazıyorum daktiloda, gazeteleri merak ediyorum, kuş sesleri geliyor kulağıma Ben mütevazi bir şairim, sevgilim, her şey coşkulandırıyor beni Sanki ağlayacak ne var bakarken bir halk adamına Bakıyorum adamın kulaklarına, boynuna, gözlerine, kaşlarına yüzünün oynamasına Ey halk diyorum, ey çocuk, derken bende bir ağlama İlençliyorum bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal almaya İlençliyorum o laf kalabaklıklarını, kurumuş yürekleri, bireyin kurtuluşunu filan İlençliyorum o kitap kurtlarını, bağışlıyorum sonradan Uzun kış gecelerinden sonra kim bilir nasıl olur her şey Uzun kış gecelerinden sonra, masallarda anlatılan Durup durup bunları düşünüyorum, bir sevinci bir hüzün izliyor arkadan Yüreğim ipe sapa gelmez bir bahar göğü, Türkçe bir yürek kısaca Beklemek usandırıyor, telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorum sağda solda Bir otobüse biniyorum, inceliyorum bir böceği tutarak kanatlarından merakla Yürürdüm eskiden baharda, o yıkıntıların ve çayırların olduğu alanlara Aklıma şiiri gelirdi o yaşlı Amerikalının, sonbaharı anlatan şiiri Çayırlar vardı o şiirde, baharı anımsatan ne de olsa Böylece yeniden hazırlanıyorum bir coşkuya, yeniden sokaklara fırlamaya Kendimi atmak için bir uçurumdan balıklama Büyük ve mavi bir şey izlenimi var bende, gördüğüm filmlerden mi ne Bir şapka, telaşlı bir gök, sıcak yapay bir dünya Anlat anlat bitmiyor, bitmiyor bendeki daüssıla Bütün sevgilerimi harcayabilirim bir çırpıda, yağmurlu o yollar geliyor aklıma Benzin kokuları, ıslak direkler, babamın esmer bir somun gibi tombul ve sıcak elleri Uyurdum. Bir de bakmışsın yeni bir film sinemada, şehirde yeni bir kız, kahvede yeni bir garson O üzgün ve sabahlıklı dururdu balkonda... Şimdi ne var hüzünlenecek burda, nedir bu çatlatan yüreğimi bu telaş. Sanki ölecek gibiyim, sanki birazdan polisler gelecek ya da Gelip alacaklar kitaplarımı, bu şiiri, sevgilimin fotoğrafını duvarda Soracaklar babanın adı ne, nerde doğdun, teşrif eder misiniz karakola Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce Vietnam' da Ağlayarak bir yürek resmi çiziyorum havaya Uyanıyorum ağlayarak, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey ithalatçılar, ihracatçılar, ey şeyhülislam! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bunu söyleyeceğiz bin defa! Sonra bin defa daha, Sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla Yürüyeceğiz çoğala çoğala... 1965

  • EMPERYALİZM VE GERİCİLİĞİN İÇYÜZÜ

    Dünya’da toplumsal eylemlilik ve gençlik hareketlerinin ivme kazandığı yıllardı 1960’lı yıllar. O dönemin tam da ortasında uzunca bir şiir yazmıştı Ataol Behramoğlu, 1965 yılında ve “Bir Gün Mutlaka” adında: “Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam! Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz” Herkesin dünyadan ve güzel şeylerden konuştuğu bireyciliğin bir kâbus gibi toplumumuza henüz çökmediği yıllardı o yıllar. Komşumuzun bahçesindeki erik ağacı hepimizin idi. Çoğumuzun evindeki transistorlu radyolardan en güzel şarkılar beraberce dinlenirdi. Ekmeği veresiye de bulsalar karnımızı doyuruyorlardı. Yine bol sıfırlı olmayan büyüklerimizin verdikleri paralarımızla alıp “şeker de yiyebiliyorduk”… Sanayinin çocuk işçi çalıştırması 18.YY’ın başlarında gerçekleşti… Reformla Rönesans hareketleri öncesi yani 1789 Fransız İhtilali’nden sonra 1801’de buhar gücüyle işleyen makinaların bulunması endüstride gelişmeye yol açınca, ihtilalin itelemesiyle köy ve kasaba topluluklarının büyük kentlere yığılması zaten yoksul olan bu kesimin daha da yoksul kentli sanayi işçilerine dönüşmesine neden olmuştu. O zaman batı toplumlarında egemen olan ekonomik ve toplumsal anlayış, rasyonel insan, ekonomik insan kavramını temel alan “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” formülasyonuydu. Her bireyin aradığı özgürlük, doğru olan özgürlük anlayışından saparak ekonomik girişim ve yarışma, yani rekabet özgürlüğü haline bürünüyor birey kendi çıkarını kollarken ve yerine getirmeye çalışırken genel yararı yani kamu yararını da en iyi düzeyde gerçekleştirmiş oluyor türünden düşünceye sapıyordu. Türkiye’de sağcı iktidarların mutlak, gerici reformist iktidarların da benzeri her mahallede bir zengin yaratma düşüncelerinin temelinde yatan buydu. Bu da doğal olarak böylesi bir anlayıştan bireyler arasındaki ilişkilerde kimsenin de araya girmeyeceği giremeyeceği bireyler arasında sözleşme yapma özgürlüğü gibi bir özgürlük düşüncesini ortaya çıkarmıştı. İşte, ancak bu özgürlük anlayışı başta aristokrat kentli, soyluların baskılarına karşı verilmiş mücadele sonucunda ortaya konmuşsa da yeni gelişen sınıfsal yapıyla burjuvazinin işçi sınıfına ve örgütlerine yönelttiği bir hak sözde “özgürlük” hakkı haline dönüştü. “Bireysel anamalcı ile bireysel emek karşı karşıya gelip kendi istekleri ile örneğin çok düşük bir ücret ve çok uzun çalışma saatlerini öngören bir sözleşme üzerinde anlaşırlarsa buna kimsenin bir şey diyeceği yoktur”. 18.Yy boyunca gelişen bu egemen anlayışın sonucunda işçiler arasında yaygın bir yoksulluk, hastalık, yüksek çocuk ölümü oranları, çok düşük eğitim düzeyi ve daha birçok olumsuz koşul ortaya çıkmıştır. Çünkü anamalcı karşısında hiçbir korunması olmayan, yalnız kolgücüne sahip tek tek işçiler 16 veya 18 saati bulan işgünleri karşılığında çok düşük ücretlerle ve sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlanmaktaydılar. Doğal olarak kadınlar, 5-6 yaşından itibaren çocuklar kıyıcı, yıkıcı felaket düzenden nasibini almışlardır. Onlar da bu düzenin dışında farklı bir konumda düşünülmemişlerdi. Ortaçağda kralın ve ruhban, dinci sınıfın koyduğu yasalar adeta tanrı yasaları sayılmış, krala karşı gelmek yasaklanmıştır. Kralın tanrı buyruğuyla o yere gelen bir kimse olduğu ve davranışlarından dolayı da kimseye hesap vermek zorunluluğu bulunmadığı belirtilmiş ve benimsenmiştir. Bizde Osmanlı padişahının “Zıllullah-ı fil-i Âlem” yani Tanrının yeryüzündeki gölgesi sayılması olayında olduğu gibi. Onun buyruklarına da karşı çıkılmamıştır. Çünkü ferman padişahındı… “Toplumdaki şu basamaklanmayı bir kaldırın, şu çalgının uyumunu bir bozun görürsünüz o zaman kopacak gürültüyü !..” Böyle diyordu William Shakespeare. Gerçekten bir gümbürtü kopuyordu. Artık işler doğaüstü güçlere bırakılmıyordu. Ortaçağın küçük ve kapalı toplulukları yokolmuştu. Onların daha önce benimsenen yasallık ölçütlerinin de geçerli yanı kalmamıştı. Eşitsiz bilincin kaynağı kapitalizmdi ve kapitalistler eğitimli bir insan, bilinçli topluluklar istemediler. Hele bilinçli bir işçi sınıfını hiç istemediler. Ancak “sınıf” 19.Yy’da ideolojisini bulmuştu. Gelişen sınıfsal bilinç yönetim, kendi demokratik anlayış ve kurduğu örgüt yoluyla yapılan köklü değişmeler sonucunda kendi özaygıtı olarak meyvesini sunmuştu işçi sınıfına… 19.Yy’da eskinin formülasyonuyla işçi sınıfıyla ve özörgütleriyle başedilemeyeceğini anlayan kapitalizm ise buna karşılık insanlığa yeni olmayan ilkelliğin ve barbarlığın bir yöntemi olarak savaşı yeniden sundu. Bu defa üstelik hem daha acımasız hem daha da kıyıcı… Burjuvazinin ve emperyalizmin hizmetinde işbirlikçi faşizm dünya işçi hareketine ve gelişen uluslar mücadelelerine de en büyük düşman oldu. Ultra emperyalist sistemin dümeninde ABD odaklı düzenin uşaklığının günümüzdeki uzantı ile dayanak noktaları ve emperyalist sermaye koruyuculuğunun temel direkleri bunun sonucunda yükselmişlerdir: Sözde üretim faktörü olarak sermaye ile ‘emeğin’ ilişkisini köle ve üstün insan arasındaki ilkel ve bağnaz ilişkiye benzeten Nietzsche felsefesi Alman faşizminin temel besini olmuştur. Bu mantığın sermaye diktatoryası nam-ı diğer faşizm’in temel dayanağı oydu. Sosyalizmi ve devrimci işçi sınıfının burjuvaziye karşı ilerici hareketini kölelerin ahlak başkaldırışı olarak gören felsefe savunuculuğu düşünce özgürlüğünün de önünde en büyük engel olarak duran gerici karakterli faşizmdi. Öte yandan emperyalist sistemin ekonomik temellerini kuran ve oturtan kapitalizmin kriz dönemlerinde reformistlerin ortaya attıkları birtakım ikameci sözümona sosyal politikalar ise oportünist bir tavrın örnekleri olarak emeğin cephesine geçici yanılsamalardan başka bir şey vermemiştir. Onlara göre emek ve sermaye arasındaki çelişki sadece bilgisizliğe dayanmaktadır, bilinçsizliğe değil!.. Böylece emek cephesinde yanlış ata oynayanlar kendilerine göre yenilgiye de kılıf uydurmuşlar, bunun teorisini baştan ortaya koymuşlar, üretimlerini de sadece teslimci bir mantaliteye dayandırmışlardır. Sanki yaşanan her türlü çelişkinin; eşitsizliğin altında yatan gerçek neden buymuş gibi. Bugün de dün olduğu gibi faşizmin, gericiliğin karşısında en büyük ve örgütlü güç ilericilik, işçi sınıfının mücadelesi ve devrimciliktir. Tamer UYSAL

  • Bir Gün Mutlaka

    Senaryosunu Yılmaz Güney'in yazdığı "Bir Gün Mutlaka" 1965 yazımı Ataol Behramoğlu'nun ünlü şiirinden esinlenmiş midir bilinmez elbette ama o günlerin ortak teması bu olduğundan kaçınılmaz olduğu da gerçektir. Yıl: 1975 Yapımcı: Güney Film Basım: Oyuncular: Semra Özdamar / Oktay Sözbir / Güven Şengil / Azra Balkan / Osman Alyanak Yönetmen: Bilge Olgaç Senaryo: Yılmaz Güney Memduh ÜN’ ün asistanı olarak sinema dünyasına adım atan Bilge OLGAÇ uzun süreler senaryo çalışmalarında bulunmuş, 1962 yılında eşi Vecdi BENDER’ e ait olan ” Kısmet’ in en güzeli filminde yönetmen yardımcılığı yapmıştır. Halit Refiğ‘e de asistanlık yapan Olgaç, 1965′ te ilk filmi ” Üçünüzü de Mıhlarım” ı çekti. Onu izleyen ve çoğu avantür olan filmlerinin kahramanları erkektir. 1970 de Bilge Olgaç Kerim Korcan’ın eserinden uyarlayarak çektiği “Linç” le adından söz ettirir. 1974 Yılında yönettiği “Açlık” 1975 de ise en çok tartışılan filmi “Bir Gün Mutlaka”yı çeker. Filmin senaryosu Yılmaz Güney’e aittir ve Güney Film adına çekilmiştir.

  • Pergamon

    Bir damla düşüyor, bir damla daha… Sulu sepken birden iri damlalarıyla sağanağa dönüşüyor yerlerdeki toprağın yumuşak karnına doluyor aylarca acıkmış toprağı suya doyuruyor. Pergoman Akropolü’nden görünen Bergama ve Bakır Çay Ovası gökkuşağının altında sisler içinde görsel bir şölene dönüşüyor. Yer yer kararmış kalın mermer sütunlar yağmurla yıkanıyor. Başını kaldırıp aşağıya somurtkan, kurşuni, yağmur yüklü bulutlara bakıyor. “Gidin gidin, kendinize sığınaklar bulun ıslanacaksınız” diyor Yunt ve Kozak Dağları’nın üzerinde kümelenmiş Pergoman’a süzülüşe geçen gri yağmur yüklü bulutlar. Pergamon kentindekiler ellerindeki çantalarını başlarına siper edip, ıslanmamak için yağmurdan kaçışıyorlar. “Burada Zeus sunağı varmış, Almanlar söküp götürmüşler.” Kollarını tüm insanları kucaklarcasına her iki yana açmış Attalos ve oğlu Eumenes’e benzettiği iri gövdeli çam ağacı konukları ve onları yağmurdan koruyor.” Tam iki yüz bin kitap rulosu yazmış burada bilgeler biliyor musunuz? İki yüz bin kişilik bir kentmiş burası, kişi başına bir kitap düşüyormuş.” İşte yine o karşısındaydı. Elindeki kalemini dudaklarına götürmüş, çakır gözlerindeki gülümsemeyle güneş açmış yüzüyle. Kabartmalı bir sütunun üzerine oturmuş ona, Pergamon kentini anlatıyor. “Bin beş yüz yıl Helenistik kültürünün en önemli merkeziydi burası. En önemli yapılar birinci Attalos döneminde ortaya çıktı.” Eliyle Akropol’ü göstererek: “En önemli yapılar burada bu dönemde yapıldı. Helenistik dönemin en güçlü devletlerinden biriydi Pergamon kenti. İlk heykelcilik okulu burada açıldı. Burada yapılan birçok heykel, şimdi Almanya’nın Berlin kentindeki müzenin duvarlarına monte edilmiş durumda. Buradaki kütüphanedeki tüm yapıtları Antonius kraliçe Cleopatra’ya sunmak üzere Mısır’a kaçırdı. Bergama antik kenti bir sağlık merkezi olarak da tanınırdı. Eczacılığın babası sayılan Galenos MÖ II. binyılda Burada doğdu. İlk maaşlı bilim adamları yine burada eserlerini ürettiler. Stoacı Kraterli Mallas burada eserler veren en önemli bilgeydi. Mısırlılar papirüs satışını durdurunca, Pergamon’lular keçi derisinden yazı malzemesi üretmeyi başarmışlar ve kentte pörşeman altın ipliklerle karışık olarak dokunmuş, kumaşlar, tunç taklidi seramikler, parfümler yapan uzmanlaşmış krallık atölyeleri vardı. Ne yazık ki, kent Mitridates savaşı sırasında Pontos Kralı Mitridates Eupator tarafından ele geçirilince, tüm kentteki Romalılar öldürüldü… Düş gezgini başını öne eğdi. Saçının arasından yüzüne akan yağmur damlacıklarına karıştı gözyaşları. Mermerden bacakları titriyordu. Başını yerden kaldırdı: Hıristiyanlık döneminden sonra bir piskoposluk merkezi oldu burası. Bizans döneminde, yeni bir surla çevrildi. Yedi yüz on altıda Arapların işgaline uğradı. Sonra Karesi Oğulları’nın eline geçti, sonra Osmanlı devletine, daha sonra Yunan işgaline uğradı sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katıldı.” Düş gezgininin anlattıklarına dalıp gitmişti. Tarihi gözünde canlandırıyordu. İnsanların giysilerini, düşüncelerini, çalışma koşullarını, eğlence şekillerini, bahar şenliklerini, Bağ bozumlarını, çıplak ayaklarıyla şarap ezen Pergoman’lı genç kızların söylediği aryalar çınladı kulaklarında… Oturduğu mermer sütundan kalktı düş gezgini, fırfır etekli giysisi rüzgârın esintisinden uçuşuyor, saçları savrulup yüzünü kapatıyordu. Başını iki yana salladı, yüzünü açtı. Eliyle arka tarafta kalan antik Roma tiyatrosunu gösterdi. “Burada üç bin beş yüz kişiye oyunlar sergileniyormuş düşüne biliyor musun? Tam üç bin beş yüz kişilik tiyatro amfisi yâni. Her yıl bahar şenlikleri düzenlenirmiş burada.” Tekrar mermer sütuna oturdu. Susuyordu. Adam düşüncelere dalmıştı. Kızgın toprağa düşen iri yağmur damlaları, yerden toz kümeleri kaldırıyor havaya savuruyordu. Toz bulutlarının arasından sıyrılıp gelen, Attolos ve Pheiletarios’un evlatlığı Eumenes’i görüyordu. Dokunuyordu insanlara. Elleri ne büyüktü. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Dudaklarının kıpırtılarından Pergamon kentini ziyarete gelenlere teşekkür ediyorlar, minnet duyuyorlardı. Unutulmadıklarına, tarihin insafsızca ve yok edici karnında hatırlandıklarına seviniyorlardı. Tüm konukların yüzlerini, gözlerini okşayarak sis bulutlarının arasına çekilip gözden kayboldular. Yağmura, suya, havaya, toprağa karıştılar … Elini uzatıyor düş gezgini. Yavaşça dokunuyor eline. Parmaklarının ucunu sıkıyor. Sonra bileklerinden tutup onu kendine doğru çekiyor. Yanak yanağa geliyorlar, saçları bir birine karışıyor. Akropol’den aşağıya bakıyorlar. Madra, Kozak ve Yunt dağı’nın eteğine serilmiş gülümseyerek yatan Bakır Çay ovası, Madra ve Bakır Çay’ın beslediği bereketli topraklarda uzayıp giden pamuk, tütün, zeytin ve domates tarlaları sis içinde… Mermer sütunun üzerine tırmanıp uçuşa geçiyor düş gezgini. Eteği uçuşuyor, saçları savruluyor ve ona öylece bakıyor. “Gelsene” diyor düş gezgini. Işıl ışıl parlayan gözleriyle “Haydi gel”. Ellerini uzatıyor. Uzanıp tutunuyor düş gezginine. Onu yanına çekiyor. Ayakları yerden kesiliyor. Bergama üzerinde uçuyorlar. Koynuna dolan rüzgâr gömlek eteklerinden çıkıp giderken, balon gibi şişiyor gömleği. Uçmak eğlenceli bir oyuna dönüşüyor. Uçarak kenti bir baştan, bir başa geçiyorlar. Bakır Çay ovası’nın üzerine geliyorlar. Kentin minicik kibrit kutusu gibi görünen evleri aşağıda yağmurla yıkanırken, bir zamanlar büyük bir medeniyetin yaşandığı Pergamon şimdi insanları kendine çeken gizemli bir antik kent olarak, hâlâ dimdik ayakta duruyor. Bergama kentine ve ovalarına boynu bükük ama dirençle bakıyor. Bakır Çay Ovası’ndan, Çandarlı körfezine uçuyorlar. Oradan, Madra Çayı ile Ege Denizi’ne. Koca Çay’la, Manyas gölüne yeşil suyla birlikte, yeşil yolculuklara çıkıyorlar. Pergamon kentinin sınırlarını çiziyorlar. Israrla çağırdığını duyunca, uyanıyor düşünden. “Islanıyorsun gelsene”. Yağmur ince toz zerrecikleri şeklinde yağıyordu. Tüm renkleriyle gök kuşağı Pergamon’u ve orada bulunan insanları sıcacık renkleriyle sarıyordu. Gök kuşağının renklerini anlatıyordu ve burada yazılan iki yüz bin kitap rulosunu… Susuyor o, onun için bunların pek önemli şeyler olmadığını düşünüyor. “Tüm bunları niye paylaşamıyoruz birlikte. Canımın içi yalancıktan atlara binmişiz, yalancıktan oyunlar oynuyoruz. Ve üstlendiğimiz rollerin üstüne sürüyoruz dörtnala atlarımızı. Çocuklarımız da bize bakıp gülüyordur. Onların dünyaları minicik. Nasıl sığdırıyorlar onlar bu olayları minicik dünyalarına. Onlara imreniyorum. Ah oyun çağının evcil yaratıkları. Sevimli şeyler. Onlarsız bir dünya da düşünemiyorum… “ İç sesi ile konuşarak bin yıllık Pergamon yolundan aşağı iniyordu… Fikret Kemal Tekin/Bergama

  • Mahur Beste

    şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız o mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız o mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı gittiler akşam olmadan ortalık karardı bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara simsiyah bir teselli olur belki kalanlara geceler uzar hazırlık sonbahara Attila İlhan anlatıyor: “12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi. Denizlere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.” Bir kadın ismi sanılan “Müjgân” Farsçada “kirpik” anlamına gelir ve Şairin “müjgânla ağlaşmak”tan ne anlatmak istediği de anlaşılır...

  • Hadi Bugün

    Hadi bu gün bir çocukluk yapalım. Ağ çeken balıkçılar gibi Güneşi çekelim ellerimizle gökyüzüne Güneşin kollarına salıncak kurup sallanalım Grileri ve siyahları bir torbaya koyup, Martı kanadına yükleyelim. Salalım Rüzgarlara Yüreğimizdeki fırçalarla . Ruhu kararan insanların ruhlarını boyayalım. Denizi düşleyene mavi Baharı düşleyene yeşil, Umudu düşleyene pembe, Sevgiyle gökkuşağına boyayalım dünyayı. Hani belki bir çocuk görür de Gözleri ile gülümser dünyaya.. (Semihat Karadağlı)

  • "Meşeler Gövermiş"

    ya da Bir YURDUM HİKAYESİ Meşeler Gövermiş Varsın Göversin, Söyleyin Huysuza Durmasın Gelsin. Varmasın Kötüye Asılsın Ölsün, Kötü Adam Yar Ömrünü Yok Eder. Ben Bilemedim Yaylaların Yolunu, Saçın Uzun Bağlasınlar Kolumu. Eğer Anan Seni Bana Vermezse, Yemin Ettim Keseceğim Yolunu. Karaser Deresi Bükülür Gider, Zülüfler Gerdana Dökülür Gider. Bir Yiğit De Sevdiğini Almazsa, O Yiğidin Ömrü Sökülüp Gider. Duydunuz mu hiç bu halk ezgisini? Bir Kızılcahamam türküsü. Nerden bileceksiniz, naftalinli sandıklardan çıkmış, çok eskilerden, ta radyo zamanlarından kalmış gibi … Öyle de zaten. Anıların ayaklanması için küçük bir çıngı yetiyor. Benim rahmetli baba dedem, yani Ali dedem ayakkabıları tamir ederken, ya da atların, eşeklerin nalını çakarken veya bir yerden bir yere ki, genelde eşek sırtında giderken, bunun gibi türküleri dilinden hiç düşürmezdi... Hatırımdan çıkmadığına göre en çok bunu sevmişim. maviADA bir yazarla ilgili söyleşi yapmamı önerince internetten kitaplarını aradım. Nail UYAR'ın sekiz kitabının adını buldum. Son Yürüyüş (öykü), Mayıs 1999, kendi yayını Yazmak Bir Sevdadır (anı-acı), Aralık 2000, Tam Yayınları Suya Düşen Umutlar (anı-acı), Kasım 2007, Birnumara Yayınları Gonca Bir Güldü (öykü), Mayıs 2010, Lider Yayınları Gözlerim Yolda (öykü), Haziran 2013, Kora Yayın Silahların Gölgesinde AŞK (öykü), Nisan 2016, Kora Yayın Gonca Bir Güldü (öykü), Nisan 2018, Kora Yayın Meşeler Göverince (öykü), Nisan 2020, Kora Yayın Geçtiğimiz Nisan ayında çıkan Meşeler Göverince’yi görünce aklıma o güzel ezgi ve dedem geldi. Nereden nereye! Kitabı henüz okuyamadım. Bu türküyle bir ilintisi, andıran bir tarafı var mı bilinmez ama yine de anımsatması güzel. Kitap elime geçerse ilk fırsatta okuyacağım ve size de anlatacağım. Geçerse dedim ya, asıl hikaye orda işte. Görünen o kitabın benim elime geçmesi de tek başına bir öykü olacak. Hem de ülkemde insan ve iş manzaralarını anlatan bir öykü. Beni de Nail Uyar’ı da ''vay benim ülkemin halleri hiç değişmez mi?'' diyecek ruh haline getirdi desek yeri. Ama hakkını da teslim etmeli, büyük bir dirençle işin peşini kovaladı yazarımız. Nail Uyar, önce kitabını tarafımdan teslim almam için Karşıyaka çarsısında bulunan bir kitapçıya bırakmayı düşündü, sonra Corona illetinin tekrar artarak patlak vermesi üzerine bırakamadı. Araç ile on, bilemediniz on beş dakikalık bir mesafede de olsa yollara düşmeden, hem karşısındakini hem kendini tehlikeye atmadan kitapları da bana ulaştırmak istemişti. Her mantıklı insanın yapacağı gibi en yakındaki kargo firmasını aramış ve kitapları teslim etmişti. Fakat ne hikmetse kitaplar söz verildiği tarihi bir kaç gün geçmesine rağmen bana bir türlü ulaşmıyor, ulaşmadığı gibi her iki tarafı da iyice şaşırtan kargonuz teslim edildi mesajı gönderiyorlardı. Oysa ortada ne gelen vardı ne giden. Doğal olarak bu durumu çözmek üzere alıcı olarak gittim firmaya. Kapanmasına az bir zaman vardı ve kapının önünde gençten bir delikanlı bir yığın kargo kutularıyla haşır neşir çalışıyordu. Onu geçtim, içeriye gönderi numaramı ve adımı vererek yılan hikâyesine dönen kargoyu teslim alma umuduyla gönderinin akıbetini sordum. Yirmili yaşların sonlarında yetkili bir hanım aldı bilgilerimi. Sonrasında arandılar, sağa sola bakındılar, derken dışarıdaki genç delikanlı geldi ve kargomun kapının önündeki kargo yığınlarının arasında olduğunu söyledi. Alıp vermek yerine ummadığım bir teklif yaptı. Ben beklemeyecektim, o da kargomu aramakla vakit kaybetmek yerine işini yapacak, dükkanı kapattıktan sonra bizim sokağa yakın bir sokakta yaşadığı için, getirip bana teslim edecekti. Aklın yolu bir, yorgunu yokuşa vurmamak gerek. Hay yapmaz olaydım, diyeceğimi bilmeden bir gaflete düştüm ve yaptım; yorgunu yokuşa vurmadan bir iki alışverişimi hallettim ve döndüm eve geldim. Fakat olur mu oluyor; ne gelen oldu, ne giden. Tabii ertesi gün Nail Bey'e durumu iletince hem çok üzüldü, hem de öfkelendi. Öyle ya iletilmemiş bir kargo için iletildi mesajı yollamak, iki güne ulaştırılacağı vaadi ile parası peşin teslim alınan kitapların, burnunun ucundaki bir ilçede yaşayan alıcısına ulaşmaması akla yakın durmuyordu. Defalarca kargoyu teslim ettiği büroya gidip gelmesine, ateş püskürmesine, rağmen konu bir sonuca ulaşmayacaktı ne yazık ki... Bekliyorum, mutlaka gelecek ve okuyacağım. Sonrasında ise yazarımız Nail UYAR ile harika bir söyleşi yapıp karşınıza çıkaracağım. Belki başlangıç biraz tatsız oldu ama baksanıza şimdiden heyecanlı bir maceraya döndü bile. Biliyorum memleketimde yaşamak zor; olsun, siz inadına yaşayın, hem de çok....

  • Aramızdan Bir Kimse; Nail Uyar

    Halkın Diliyle Yazan Bir Yazar Nail UYAR: 16 Ekim 1956'da Uşak’ın Eşme ilçesine bağlı Güneyköy’de doğdu. İlk kitabı 1999’da çıkan yazarın son kitabı Meşeler Göverince 2020 nisan ayında Kora yayınlarından çıktı. Son Yürüyüş (öykü), Mayıs 1999 Yazmak Bir Sevdadır (anı-acı), Aralık 2000, Tam Yayınları Suya Düşen Umutlar (anı-acı), Kasım 2007, Birnumara Yayınları Gonca Bir Güldü (öykü), Mayıs 2010, Lider Yayınları Gözlerim Yolda (öykü), Haziran 2013, Kora Yayın Silahların Gölgesinde AŞK (öykü), Nisan 2016, Kora Yayın Gonca Bir Güldü (öykü), Nisan 2018, Kora Yayın Meşeler Göverince (öykü), Nisan 2020, Kora Yayın. Ulaşabildiğim sekiz kitabı olan yazar, İzmir’de yaşıyor. Konularını genellikle yaşanmışlıklardan, Ege'nin günlük hayatından seçen yapıtlarında herkesin anlayabileceği bir dil kullanan bir öykücü Nail UYAR. Gerek öykü türünde verdiği kitapları olsun, gerek hayatından, anılarından kesitler halinde yazdıkları olsun ki, hepsi birer öykü, yalın ve akıcı bir anlatım kullanmış. Anlatısında kısa ve anlaşılır cümleler kurduğu, söz sanatları yapmadan, sözü dağ bayır dolandırmadan direk söylemesi dikkatimi çeken başat özelliği. Günümüzde çok popüler olan, olaydan daha çok karakterlerinin psikolojilerine değinme işini fazla derinleştirmiyor ve yine anlattığı olaylarla ilgili felsefi çözümlemeleri okurlarına bırakıyor, okurun anlatılanları kavramakta zorlanmadan severek okuyacağı eserler üretmiş oluyor. Yazarımız Nail UYAR'ın öykülerinde dikkat çeken bir başka özellik de, kurgunun sonunu genelde ucu açık bırakıyor. Dolayısı ile de insanların öykünün devamı ile ilgili hayal kurmasına fırsat veriyor. Yazarın, kendi anılarını kaleme alıp öyküleştirirken bile, sanki bir akraba toplantısında veya bir dost meclisinde anlatırmış gibi bir samimi bir sohbetteymiş gibi kurguladığını gördüm. Bu da onun öykülerini doğal olarak diğer yazarların öykülerinden ayrı bir yere taşıyor. Bir yazar; herhalde, kendisi gibi yazarlardan ve entelektüel diye nitelendirilen kesimi kapsayan bir azınlık tarafından değil, çoğunluğu oluşturan halkı tarafından anlaşıldığı ölçüde yazardır. Hepimizin bildiği üzere yazarlığın bir sorumluluğu vardır; o da halkına ışık olmak. Yazar da bunu doğal olarak; insanların kendi kültürlerinden bir şeyler bulabilecekleri, okuyup anlayabilecekleri ve anlarken de hem öğrenip hem keyif alacakları eserler üreterek yapabilir ancak. Nail Uyar’da bunu yapıyor. Nail UYAR'ın öykülerinin pek çoğunun geçtiği yerler; Kıyı Ege, İç Ege ve biraz da İç Anadolu'dur. Öykülerinde olayların geçtiği mekanın ve karakterlerin özelliklerini, en ince detayına varana değin anlatması sebebi ile bir yazarda olmazsa olmaz niteliklerden biri olan 'gözlemcilik' yeteneğinin, ne denli gelişmiş olduğunu gözler önüne seriyor. Hatta bu gözlem gücü ile öykü kumbarasında biriktirdiği ve yıllarca beklemek durumunda kaldıktan sonra, bin bir güçlük çekerek basılmasını sağladığı eserleri ile yaşayan bir tarih olarak, geçmişle bu gün arasında bir tür köprü vazifesi de görüyor. Örnek vermem gerekirse; öykülerinde yetmişli-seksenli yıllarda, hatta sonrasında da özellikle Kıyı Ege ve İç Ege'de yaşayan insanların yaşamsal, karakteristik ve ahlâki boyutta hangi safhada olduklarını imliyor. Zamanımız gençlerine 1980 darbesi öncesi ile sonrasında yaşananları aktarıyor. Seksenli yıllarda yaşananları yaşanmış öyküleriyle aktarırken, yazar açık ve net olarak; ''Cehaletle savaşmazlarsa tekrar o noktaya dönülmesi, hatta yaşanan insanlık dışı işkencelere yeniden mârûz kalınması işten bile değildir'' demeye getiriyor aslında. Öyle ya tarihin kendini yineleme özelliği oldukça meşhurdur. Bu söylediklerimi öykülerinin içine yedirerek okuruna aktarmaya çalışırken, bir taraftan da o dönemde yaşanan acılara ilişkin önemli bir kaynak olma görevini üstleniyor. Kitaplarındaki gözlem gücüne ilişkin zihinleri aydınlatmak adına bir kaç örnek vermem gerekirse: Meselâ bir anda kendinizi; son kitabına da adını veren ''Meşeler Göverince'' isimli öykünün baş kahramanı olan meşenin altında, karşınızda yazarımızın köyünün manzarası, kendisinin meşe ağacı ile yaptığı tek taraflı kısa söyleşiyi hayal gücünüz vasıtası ile izlerken bulabiliyorsunuz. Ya da ''Gonca Bir Güldü'' kitabındaki yine aynı ismi taşıyan öyküsünde günümüz tabiri ile ''seks işçisi'' sıfatına layık görülen genç bir kadını ve yaşadıklarını aktarırken, yerli filmlerde de yıllarca yapılagelen ajitasyonu uygulamak yerine, yalın ve kısa cümlelerle olup biteni ve kadının kafasında kurduğu planlarını anlatmakla yetiniyor, gerisini ise okurun yorumuna bırakıyor. Sonrasında da öykülerinin genelinde olduğu gibi yapacağı en önemli vurguyu son cümleye saklıyor. Son bir örnek olarak, ''Silahların Gölgesinde Aşk'' isimli kitabında yer alan Gardıfren Cemal isimli öyküsünde, bir lokomotifi dış görünümünün yanı sıra, çalışma sistemine varana değin okurlarına aktarıyor olmasından, yazarımız Nail UYAR'ın ne kadar araştırmacı bir kimliğe sahip olduğunu anlamak hiç de zor olmuyor. Şimdi ise sözü Nail UYAR'a bırakmak istiyorum. Başlayalım mı?! Zeliha AYDOĞMUŞ: Kendinize dışarıdan birinin gözü ile bakıyor olsaydınız sizce; Nail UYAR kimdir? Nail UYAR: Nail Uyar sürekli arayış içinde olan, aradığını bulsa bile onunla yetinmeyendir. Edebiyat ve sanat alanında istediği hedeflere ulaştıkça daha da fazlasını isteyen, çıtasını yükselttikçe, önüne yeni hedefler koyan, bu yönüyle (belki de) doyumsuz; sınırlı yaşamında sınırsız istekler içinde olan şahsına özgü birisidir. Yaşamında tek kıskandığı demeyelim de imrendiği iyi öykü ve roman yazarlarıdır. Sürekli edebiyatta istediği yere gelememekten yakınır. Hedeflediği yere gelse bile bir süre sonra; '-şuraya niye ulaşamıyorum.' diye sızlanıp durur. Genelde mutsuz, birçok şeyi kendine dert eder, sürekli sorgular, insanların duyarsızlığına öfkelenir... Zaman zaman bu tür insanları iç dünyasında eleştirir, okumayan, sorgulamayan insanlara kızar, onlara yine iç dünyasında: “Siz doğada kalabalık yapmaktan başka bir işe yaramayan yaratıklarsınız. Siz yalnız, yiyip içen, yatıp uyuyan yaratıklarsınız. Bir hayvan bile kendisine yüklenen görevi üstleniyor. Bu yönünüzle siz onlardan daha sorumsuzsunuz. Kitap, dergi, gazete okumayanlarsınız. Sizden ne hayır gelir?” der. En çok yalan söyleyene, aldatana, okumayan, yalnız gördüğüyle, duyduğuyla yaşayanlara kızar. İnsanların yüzüne söyleyemeyeceklerini arkalarından söyleyenlere öfkelenir. Zeliha AYDOĞMUŞ: Kısaca ifade etmeniz istense;' 'YAZMAK'' eylemi sizin için tam olarak neyi ifade eder ve yine size göre gözünüzde değer bulacak bir yazı ve yazarın özellikleri nasıl olmalı? Nail UYAR: Başkasını bilemem ama benim için yazmak bir yaşam biçimi. Yazmadığım, yazamadığım anlarda gergin olurum. Yazdıkça erince ulaşırım. Bedenimdeki birçok ağrıların nedeninin ruhsal sıkıntı olduğunu söyledi, doktor. Bir de son yıllarda bir telaşa kapıldım. Bu, bir noktada yolun yarısını çoktan geçmiş olmamdan kaynaklanıyor. Kendi içimde yazmak istediklerimi yazmaya yaşamım yetmeyecek duygusuna kapılıyorum; bu da beni sıkıyor. Benim gözümde iyi bir yazı; insanı, insanın her türlü sorunlarını ve doğayı merkezine alan yazıdır. Yazarın özellikleri şu olmalıdır gibi bir soruya yanıt vermek zordur diye düşünüyorum. Yazıda başarılı olanlara baktığımızda disiplinin, sorumluluğun başta geldiğini görüyoruz. Zeliha AYDOĞMUŞ: Bir sohbetimiz sırasında Şenol YAZICI'nın SES isimli öyküsünü okuduğunuzdan ve öykünün sonucu olması gereken yer olan; 'kadının derede çocuklar tarafından ölü bulunması'ndan sonra, öykünün devamında okuyucuyu kavrayıp içine çekecek kadar güçlü bir kurguyla devam etmesinden hayranlıkla bahsetmiş, bundan çok etkilendiğinizi dile getirmiştiniz. Bu diyaloğumuzdan hareketle şunu sormak istiyorum; yazar Nail UYAR'ın dünden bugüne kitaplarını hayranlıkla okuduğu, sıkı takipçisi olduğu yazarlar var mıdır? Varsa bu yazarlar ve özellikle sizin ruhunuzda iz bırakan eserleri hangileridir sakıncası yoksa bunları bizimle paylaşır mısınız? Nail UYAR: Evet vardır. Başta Orhan Kemal (tüm roman ve öykülerini), Sabahattin Ali, Kemal Tahir ( tüm yapıtlarını okudum), Yaşar Kemal (tüm yapıtlarını) Sırasıyla adlarını verdiğim diğer yazarların birçoğunun onlarca kitabını okudum. Sait Faik Abasıyanık, Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Erol Toy, Osman Şahin, Bekir Yıldız, Füruzan, Pınar Kür, Tomris Uyar, Talip Apaydın, Samim Kocagöz, Suat Derviş, Fahri Erdinç, Muzaffer Buyrukçu, Tarık Dursun K., Doğan Avcıoğlu, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Server Tanilli... O kadar ilginç ve okunacak kitaplar var ki zamanımız yetmez. Sınırlı yaşamımızda iyi kitapları bulup okumamız gerekiyor. Bunun için edebiyat dünyasını, yayınları, kitaplar hakkında çıkan eleştiri ve tanıtım yazılarından yararlanabilirsiniz. Size yardımcı olmak için bir kitap önereyim: “EDEBİYATIMIZDA ESERLER SÖZLÜĞÜ”, isimler sözlüğü değil. Bu kitapta 229 çağdaş yazarımızın 770 eserinin konusu ve kısa özetleri var. Kitap Varlık yayınlarından. Sizin sorunuza kısmen de olsa yanıt vereceğine inanıyorum. Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Erol Toy’un Acı Para’sı, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde, Babaevi, Avare Yıllar, Cemile, Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi, Refik Halit Karay’ın Sürgün, Memleket Hikayeleri, Gurbet Hikayeleri, Fahri Erdinç’in Acı Lokma, Kardeş Evi, Pınar Kür’ün Yarın Yarın, Necati Cumalı’nın Zeliş, Dursun Akçam’ın Kanlıderenin Kurtları, Mahmut Yesari’nin Tipi Dindi, Ümit Kaftancıoğlu (siyasetçi Canan Kaftancıoğlu’nun kayınpederi, 1980’de evinden TRT’deki görevine giderken kurşunlanarak öldürüldü)'nun Tüfekliler ve Yelatan romanları ve benzerlerini okumadıysanız okumanızı öneririm. Ve daha yüzlerce kaliteli, ilginç konulu yerli ve yabancı roman ve öyküler. Osman Şahin ve Bekir Yıldız o incecik ama bir o kadar güzel öykülerinin bulunduğu kitapları okuyun derim. Şu ince (bir elin parmak sayısı) beş kitabı (90-100 sayfalık) okumadıysanız mutlaka okuyun. 9’uncu Hariciye Koğuşu, 72. Koğuş, Anayurt Oteli, Yılkı Atı, Baba Evi-Avare Yıllar. Bu yazarların birden çok, bazılarının tüm yapıtlarını okudum. Bunlar ilk aklıma gelen yazarlar… 45 yıldır düzenli okurum. Yaklaşık 2500’ün üzerinde roman, öykü, 500’ün üzerinde bilimsel, 600’ün üzerinde şiir kitabı okudum. Hiç abartmıyorum. Fazlası vardır, eksiği yok. Ayrıca 45 yıldır hemen her gün okuduğum gazete köşe yazıları. Kendimin gazetelerde yazdığım 300’e yakın köşe yazılarım... Zeliha AYDOĞMUŞ: Kitaplarınızda biz okurlarınızla paylaştığınız anılardan anladığımız kadarı ile oldukça genç yaşta yazarlığa gönül vermiş birisisiniz. Bu durumdan yola çıkarsak neden Türk Dili ve Edebiyatı gibi bu alanı destekleyip besleyecek bir yüksek öğretim alanı seçmediniz? Neden tam tersi sözel değil sayısal zekanın ön planda olması gereken bir meslek alanı olan Mali Müşavirliğe yöneldiniz? Nail UYAR: Türkiye’de birçok insan istediği alanda eğitim görse bile yaşamında bu alanlarda iş bulamayınca başka alanlara yöneliyorlar. Ben Lisede edebiyat kolundan mezun oldum. Yüksek eğitimimi siyasi gerginliklerden dolayı yarım bırakmak zorunda kaldım. Sonra yaşama atılınca çalışmaktan yüksek öğrenimimi sürdürmeye fırsatım olmadı. Yaşamla savaşımım ağır bastı. Sayısal yönümün çok kuvvetli olduğu söylenemez. Sözel yanım her zaman ağır basmıştır. Bir de ben isteyerek muhasebeci olmadım. Koşullar beni o mesleğin içine itti. 42 yıldır da muhasebe işiyle uğraşıyorum. Ekmeğimi buradan kazandım. Sevmesem de mesleğe nankörlük etmek istemem. Mesleğimde ellerimle 10 yıl çalıştım. Geriye kalan 32 yılda hep meslek yöneticisi, bir bilen (danışman) olarak görev yaptım. Bu meslekte para tahsilatında sıkıntı çektim ama parasal sıkıntı çekmedim. Parayı da parayla uğraşmayı da sevemedim gitti. Evet biliyorum; onsuz olmuyor. Benim en büyük zevkim okumak ve yazmak. Çalışma odamda bu dünyadan kopuyor, başka dünyaların insanı oluyorum okurken, yazarken... Özellikle de yazarken... Zeliha AYDOĞMUŞ: Öykülerinizi kaleme alırken en çok dikkat ettiğiniz ve önemsediğiniz şey nedir? Yani elinize alıp okuduğunuzda, işte tamam bu kitabım tam istediğim gibi oldu demeniz için o kitabın ne gibi özelliklere sahip olması gerekir? Nail UYAR- Okuru, başlangıçta hemen olayın içine çekmeli. Dil akıcı olmalı, öykü kahramanının karakterinin iyi belirlenmesi (yani tipleme). Okur öyküyü okuyup bitirdiğinde kahraman/ kahramanlar gözünde canlanmalı. Sokağa çıktığında o insanlardan birini öykü kahramanına benzetebilecek izler bırakmalı. Yani okur, ''hah! şu kişi, okuduğum şu öyküdeki kahramana, onun davranışlarına, tipine ne kadar da çok benziyor'', diyebiliyorsa bence yazar amacına kısmen de olsa ulaşmış demektir. Ben bu konuda kendimin bir kameraman gibi olduğuna inanıyorum. Zeliha AYDOĞMUŞ: Öğrendiğimiz üzere gazetecilik ve radyoculuk geçmişiniz de var. Biraz bahseder misiniz... Nail UYAR: Gazetecilikle tanışmam 1978’in Eylül ayında oldu. Bir arkadaşım aracılığıyla tanıştığım bu gazetede ilk öyküm o günlerde yayınlandı. Sonraki günlerde kendileriyle daha yakından tanışıp arkadaş olduk. Bu gazete 1972 yılında yayın hayatına başlamış. 2018 yılında yayın yaşamına son verdi. Gazetenin kırk altı yıllık yaşamının içinde 32 yıl görev aldım. Sırasıyla Muhabirlik, halkla İlişkiler müdürlüğü, muhasebe sorumlusu, yazı işleri müdürlüğü, köşeyazarlığı ve son beş yılda başyazarlık... Ve 2010’da aktif gazeteciliğe veda... Radyo serüvenine gelince... Bu gazete sahipleri 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra bölgesel yayın yapan bir radyo kanalı satın aldılar. Bu radyo İzmir’de 107.9 frekansından yayın yapıyordu ve adı “Radyo İzmir Bölge Radyosu” idi. Radyo sahibi siyasetle de ilgilenen biriydi. Bir gün gazetede oturmuş sohbet ediyorduk. Söz radyodan, yerel radyolardan açılınca birdenbire nereden aklına estiyse bana bir teklifte bulundu. “Ben” dedi, “Radyoda sosyal içerikli bir program yapmayı düşünüyorum ama tek başıma işin altından kalkmanın kolay olmadığını biliyorum. “Bu programı birlikte hazırlayıp sunsak ne dersin?” dedi. Ben de o zaman “Bu işin üstesinden gelebilir miyiz?” dedim. Kendisi hemen “Birlikte olursak geleceğimize inanıyorum. Senin ağzın iyi laf yapıyor.” dedi. O ayın içinde bu işe başlamaya karar verdik. Programımızın adı “Olaylara Bakış”tı. Haftada bir, perşembe günleri saat 16.00-18.00 saatleri arasında canlı yayın olarak yapıyorduk. Program konuklarımız iş, sanat ve siyaset çevresindeki insanlardan oluşuyordu. Bu program 1997-1998 yıları arasında yaklaşık iki yıl sürdü. Sonra radyo kanalı bir başkasına satıldı ve yayın merkezi İzmir’in Çeşme ilçesine taşınınca program sonlandırıldı. Zeliha AYDOĞMUŞ: Son yayınlanan kitabınız olan MEŞELER GÖVERİNCE'nin sizin için ne anlam ifade ettiğini ve yer alan öyküler içinde sizin için özel bir yeri olan öykünüz var mı? Varsa sebebiyle birlikte okurlarımızla paylaşır mısınız? Nail UYAR: MEŞELER GÖVERİNCE'de öznel yanı ağır basan öykülerimden oluşturduğum, kurgularını anılarımdan yararlanarak yaptığım öykülerim yer almakta. Benim için özel bir yeri olan öyküye gelince siz söyler söylemez aklıma gelen, DUYUNCA DONAKALDIM'dır. Sebebi ise o sınava ben girmiştim ve Türkiye ikincisi olan bendim ama, aması kitabımdan okunabilir diyerek bağlamak istiyorum sözü... Zeliha AYDOĞMUŞ: Hani çocukluğumuzda sıkça oynadığımız bir oyun vardı, isim, şehir, bitki, hayvan ve eşya diye giden. Ben şehir, bitki ve eşyanın insanların ruhsal kimlikleriyle fazlası ile bağdaştığını düşünmüşümdür hep. Buradan hareketle size şöyle bir soru yöneltmek istiyorum; en çok sevdiklerinizi göz önünde tutmak şartıyla mesela Nail UYAR en çok hangi şehri, bitki ve eşyayı sever? Nail UYAR: Ülkemin sevilmeyecek şehri yok desem yalan söylemiş sayılmam. Çünkü ülkem tarih ve uygarlıkların beşiği olmuş bir coğrafyada yer almış. Gidip gezdiğim illerin (bazı ilçeleri de dahil) içinde en sevdiklerimi söyleyeyim o zaman: İstanbul, Adıyaman, Urfa, Konya, Muğla, Adana, Ardahan, Kayseri. Bu yaşıma dek Karadeniz Bölgesine uzanmak nasip olmadı nedense. Balkan ülkelerinden Yunanistan’ı, Makedonya’yı, Ortadoğu’nun Suudi Arabistan’ını gidip gezdim. Bitkilerden (çiçek olarak) kırmızı gül, menekşe, özel eşyalardan dolma kalem, saat, güneş gözlüğü, kravat vazgeçilmezlerimdir. Bir de ayakkabı rengi ve modeliyle kemer kalitesine ve renk uyumuna çok önem veririm. Zeliha AYDOĞMUŞ: Son olarak bu sıkıntılı günlerde okurlarınızın da yüzünde gülümseme bırakacak, içini ısıtacak, unutamadığınız, hatta kitaplarınızda da yer vermediğiniz bir anınızı öykü tadında bir anlatımla bizimle paylaşır mısınız? Nail UYAR: Şu an ilk aklıma gelen çocukluğumdan bir anımı paylaşayım. Bizim orda (Uşak ve çevresinde) haşhaşlı ekmek, siyah haşhaşla yapılır. Sarı haşhaşbizim oralarda yoktur. Artık bugün kentlerde de haşhaşlı ekmek üretiliyor. Üretilmesine üretiliyor da bizim oraların haşhaşlı ekmeğine benzemiyor. Kentlerdeki bu tür ekmekler hep sarı haşhaştan yapılıyor. Dolayısıyla ekmeğin rengiyle içinde haşhaşın rengi birbirine benziyor, içinde çok belirgin görünmüyor. Oysaki siyah haşhaş, ekmeğin içinde kömür tozu gibi duruyor. Bu nedenle de bilmeyenler bu tür ekmeği yeğlemiyorlar. Uşak’ta harmanlar Ağustos’un ikinci yarısından sonra kaldırılır. Ürünlerini ambarlarına koyan bazı yaşlı köylüler, sıcaklarda çalışmaktan ağrıları artınca, varislerinden kurtulmak için harman sonu ılıcalara giderler. O yıl babaannem de ılıcaya gitmek için köydeki bazı kadınlarla anlaşmış. Yanına halamı ve beni de alarak yola çıktılar. Yanlarına aldıkları yiyecek-içeceklerin arasında haşhaşlı ekmek de vardı. Köyden trenle Salihli’ye geldik. Oradan, Sart Çamur Banyolarına gitmek için istasyonun hemen arkasındaki caddeden hareket eden otobüslerden birine bindik. 15-20 dakikalık bir yolculuktan sonra ılıcaya ulaştık, çok kalabalıktı. Uygun fiyata pansiyon bulmak kolay olmadı; bulunca da hemen yerleştik. Acıkmıştık, ardından yemeğe oturduk. Biraz bir şeyler yedikten sonra elime bir parça haşhaşlı ekmek alıp, sıra halinde uzanan pansiyonların önündeki caddeye çıktım. Hem ekmeğimi yiyor hem de yabancısı olduğum çevreye pekmez alacak yörük gibi bakıyordum. Ben yaşlarda, kentli, uyanık bir çocuk, durumumun ayırdına varmış olmalı ki elimdeki haşhaşlı ekmeği görünce bastı yaygarayı: “Anneeee! Baksana. Çocuk kömürlü ekmek yiyor.” Zeliha AYDOĞMUŞ: maviADA adına zaman ayırdığınız, sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkür ederim. Farklı lezzetlerde anlatım diline sahip nice öykülerde buluşmak dileğiyle. Nail UYAR: Ben teşekkür eder, maviADA’ya saygı ve selamlarımı iletirim. * Dosyaya ulaşmak ve indirmek için aşağıya TIKLA *

  • Tanrı Misafiri

    ESER HAKKINDA: Tanrı Misafiri adlı hikaye kitabı Reşat Nuri Güntekin’in ilk baskısı 1956 yılında yapılmış olan birkaç hikayeden oluşan hikayelerini bir araya getirdiği bir eserdir. Bu hikaye kitabında esere adını veren Tanrı Misafiri adlı öykü yanında Yasemindi Yuva, Bir istifa adlarındaki hikayelerden oluşur. Yazarın ustalık dönemi eseri olan Sönmüş Yıldızlar, Leyla İle Mecnun, Olağan İşler adlı hikâye kitapları ile birlikte dördüncü hikâye kitabıdır. Yazar hikâyelerinde de romanlarındakilere benzer konular işlemiş hikâyelerinde geri kalmışlık, ideal cumhuriyet aydınlarının memleketi kalkındırmak için katlanmak zorunda kaldıkları yobazlıkla, bağnazlıklar savaşları, aşk, macera, devletin eskiyen kurumlarına yapılan kara mizah türü ince eleştiriler, toplumun aksayan yönlerini traji komik bir şekilde ortaya koymak gibi konuları işlemiştir. Tanrı Misafiri adlı öyküde de yazar sosyal faydayı öne çıkarmış, medrese eğitimin köhneleşmesi üzerinden hareketle oluşturulan komedi unsuru öne çıkan trajik komik bir vakayı ele almıştır. Yazarın bu öyküsü yazılış amacı, anlatımı vermek istediği mesajlar yönünden özellikle Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi adlı romanları ile büyük bir amaç ve karakter benzerliği taşır. Ayrıca bu öyküsü Yaprak Dökümü , Çalıkuşu , Damga , Kızılcık Dalları gibi romanları ile benzer, sosyal bir amaç taşır. ÖZETLE: Hoca Ali Efendi’nin Bursa’daki konağına Muğla’dan bir misafir gelir. Gelen kişi arkadaşı Hacı Hafız’ın oğlu Hafız İlyas’tır. Hafız İlyas, buyur edilen sedire oturmayıp, bir şilte üstüne oturur. Bunun üzerine Hacı İlyas gelen misafirinin medresede okumuş terbiyeli bir adam olduğunu anlamış etrafındakilere “Bu adamın terbiyesi bakalım hanginizde var?” diye söylenmiştir. Rahmetli Hacı Hafız’ın Hoca Ali Efendi’nin yanında çok değeri vardır. O yüzden oğlunu sevinerek misafir etmiştir. Üstelik rahmetli nefesini de oğluna vermiş postunu ona vermiştir. Ertesi sabah, ezan vakti Hafız İlyas, bahçedeki çardağın altına oturup Kur’an okur. Gün boyunca yerinden kalkmamış dört öğün yemeğini de usulünce yemiştir. Ancak, Hafız Efendi günler boyunca evde kalmaya gün boyunca yiyip içmekte bahçede Kur’an okumaktan başka bir şey yapmamaya başlamıştır. Haftalar geçmiş olmasına rağmen evden gitmek istediğine dair hiçbir işaret vermemektedir. Üstelik ziyaretçileri de çoğalmış arada sırada Hacı li Efendi ağzını yoklayarak evden ne zaman gideceğine dair cevaplar aramış am misafiri evden gideceği zaman dair hiçbir işaret vermemiştir. , Bir gün Hacı Ali Efendi bahçesini gezerken yetiştirdiği salataların hepsinin yenmiş ve bitmiş olduğunu görür. Üstelik bahçesindeki ağaçlarda dahi hiç meyve kalmamıştır. Hacı Ali Efendi’nin bahçedeki salatalıkları ve meyve ağaçlarını incelediğini gören Hafız İlyas Hafız İlyas, hemen namaza durmuş vaziyeti kurtarmıştır. Lakin Hafız İlyas’ı evin içinde sessiz sessiz dolaşırken öteberiyi karıştırıp, kapı deliklerini de dikizlediğini de görenler olmaktadır. Bu da yetmez gibi, evin kızını da gözüne kestirmiş onunla evlenmenin çarelerini de aramaya başlamıştır. Evin kızını kandırmak için Arzu ile Kamber, Kerem İle Aslı hikâyelerinden beyitler okuması bardağı taşıran son damla haline gelir. ... OKUMAK İÇİN

bottom of page