top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yol Üstünde Duraktı Adım

    bir ömre yanıldım tutan olmadı acılarımdan şiir içmiş zakkumlar çağırdım ahalinin kulağına gökkuşağı vurdular havasını içtiğim dünya kızartmasını yediğim toprak kaç ana doğurdu beni çamurdan gövdemden kaçan gölgem tutsak koca bir ömür yarattım, kanal boyu akan bağışlamadı bir maşrapa su kanımı aziz bilip içen kum ömrüm dünya kerbela'sıdır bilin isterim bütün sularda yalnızım mavi atlastan yırtıldım bütün bu kargaşa / hengâme dipsiz uçurum / bir akşam üstü geçip gittim dünyanızdan ben bir ömre yanıldım doğrusu...

  • AVUKATLAR VE ÖĞRETMENLER

    Hükümetin Meclisten geçirdiği Baroları parçalama yasasının nedeni, iktidar çevrelerinin de kabul ettiği gibi, Baro yönetimlerinin mevcut siyasi düzene boyun eğmemesidir. Siyasi davalar nedeniyle ömrü mahkeme kapılarında geçen avukatların iktidara muhalefet etmesinden daha doğal ne olabilir? Hükümetin tasarısı yasalaşırsa, üye sayıları kabarık olan, bu nedenle Baro’da temsil hakkını ele etmekte olan üç baroda her siyasi parti kendi barosunu kuracak, böylece birçok baro ortaya çıkacak, hükümet de iktidar yanlısı baroları tanıyarak, öbürlerine söz hakkı vermeyecek. Avukatların içinde hükümeti destekleyen avukatlar şimdilik bütün avukatları temsil hakkını elde edemiyorlar. Fakat zaman geçtikçe. AKP’li Baronun çoğunluğu ele geçirmesi de ihtimal dâhilindedir. AKP işte bu ihtimale oynuyor. ÖĞRETMENLERİN YAŞADIĞI OLUMSUZ DURUM 1980’den sonra memurların dernek kurmaları yasaklandı. Bu yasak 1982 Anayasasına “dernek kuramazlar” diye işlendi. Çalışma hukukuyla uğraşan bazı akademisyenler (Prof. Mesut Gülmez’in kulakları çınlasın), anayasadaki yasağın dernek kurma hakkında olduğunu, sendika kurma hakkı olmadığını keşfettiler. 12 Eylül rejimi, memurların dernek kurmaları bile yasakken sendika kurmaya girişeceklerini düşünmemiş olmalıydı… Örgütlenme konusunda memurlar arasında eskiden beri öncülük yapan öğretmenler, hükümetin buna kolay kolay izin vermeyeceğini de bilerek ve bir deneme olarak 1980 sonrası ilk memur sendikası olan Eğitim-İş’i 1990’da kurdular. Beklendiği gibi hükümet, bunun mevzuatta yeri olmadığı gerekçesiyle kuruluş başvurusunu kabul etmediği gibi, sendika kurucularını Ankara’dan çeşitli illere sürmeye bile kalktı. 1990’dan sonra Türkiye Avrupa Birliği’ne giriş sürecini hızlandırmak istiyordu. Memurların sendikal haklarını tanıması için Avrupa ve Bütün Batı sendikalarının baskılarına boyun eğmek zorunda kaldı. Epey bir didişmeden sonra öğretmenlerin sendika kurma hakkı yasallaştı. HEP BİR ARADA OLAMAZ MIYDIK? 1980’de TÖB-DER’in kapatılmasından sonra öğretmenler tamamıyla örgütsüz kalmıştı. Öğretmen Dünyası dergisi olarak bu eksikliği zaman zaman dile getirdik. “Örgütümüz Hani?” “Örgütsüzlük Acısı” gibi başlıklar altında konuyu gündemde tutmaya çalıştık. TÖB-DER’in içindeki parçalanma ve öteki öğretmen dernekleriyle yaşanan deneyimleri hesaba katarak “Hep Bir Arada Olamaz mıyız” diye sorduk. (Nisan 1989) Örgütlenme imkânı doğduğu zaman tek bir öğretmen kuruluşunda birlik olmamızı telkin ettik. Hatta bu örgüt, Meslek birliklerini de örnek alabilirdi. Parçalanmayı önlemek için hem öğretmen çevrelerine hem Millî Eğitim Bakanlığına şu yöntemi de önerdik: Ülkenin her yerinde bütün öğretmenlerin katıldığı seçimlerde temsilciler belirlensin ve bunlar Ankara'ya gelerek nasıl bir örgüt kuracaklarına karar versinler ve bunun yönetim kurulunu seçsinler. Meslektaşlarımız bu öneri üzerinde durmadılar. Bakanlık da buna kulak asmadı. Öğretmenlerin siyasi önderleri ise, bakanlığın bu örgütlenmede aracı olurken tarafsız davranmayıp kendi yandaşlarını kayıracağı kaygısını taşımış olmalılar. Fakat Eğitim-İşi kuran arkadaşlar, muhtemel bir bölünmenin önüne geçmek için “öğretmen kimliği olan herkesin” bu sendikaya üye olmasını kabul ve teşvik etti. Biz de dergi olarak bütün gücümüzle bunu destekledik. Fakat Eğitim-İş kurucularının geçmiş siyasi eğilimlerinden ötürü başka bir grup öğretmen altı ay sonra Eğit-Sen’i kurdu ve o zaman “Çatal kazık yere batmaz” diye yazdık. Ardından milliyetçi, muhafazakâr öğretmenler de kendi sendikalarını kurmakta gecikmediler. Öğretmenler tek bir sendikada toplanmış olsaydı, çoğunluk devrimci-demokrat öğretmenlerden oluşacaktı. 1965’te TÖS’ün kuruluşundan beri bu çoğunluk hep devrimci demokrat öğretmenlerde olmuş, öteki öğretmen derneği veya sendikasındakiler azınlık görüşleri temsil etmiştir. 1990’larda yaptığımız araştırmalar öğretmenlerin çoğunluğunun hâlâ sol ve sosyal demokrat olduğunu gösteriyordu. Uzun uğraşmalardan sonra 1995'te Eğitim-İş ve Eğit-Sen “Eğitim-Sen”de birleştirildiler. Fakat diğer siyasetler de sendikalarını büyütmeye çalışıyorlardı ve öğretmenlerin tümünü bu koşullarda bir araya getirmek mümkün görünmüyordu. Geldiğimiz noktada devrimci-demokrat öğretmenler, öğretmen sendikaları içinde çoğunluğu kaybetti. Özellikle iktidar yanlısı Eğitim-Bir Sen, uzun süre küçük bir sendika olarak kalmışken, AKP iktidarından sonra hızla büyüdü ve öğretmenleri temsil eder hale geldi. Göreve yeni başlayan her öğretmenin önüne Eğitim-Bir Sen’in üye formu konuluyor, bu sendikaya üye olursa işlerinin idare yanında kolaylaşacağı söyleniyor. Sistemin yalnız bıraktığı öğretmen, çaresiz bu sendikaya üye olmak zorunda kalıyor. Barolar bölündüğü takdirde, iktidar yanlısı baronun Eğitim-Bir-Sen gibi büyütüleceği anlaşılıyor. İktidar, öğretmen sendikacılığından böyle bir deneyim edinmiştir. Avukatlar bunun farkındadır. Farkında olmayan öğretmenlerdi. Örgütlenme özgürlüğünü savunurken bunun birliği zorunlu kılan bir örgüt olması gerektiğini kabul etmediler. Fakat insaflı olmak için belirtmek gerekir ki bu parçalanma talebi, şimdi Baroları parçalama isteği gibi her zaman siyasi cenahtan gelmiştir. Fetullahçı öğretmenler bile son zamanlarda ayrı sendikalarını kurmuşlardı. Avukatlar, mimarlar, mühendisler, doktorlar ve eczacılardan öğretmenlerin ne farkı vardır? Onların meslek birlikleri olduğu halde öğretmenlerin neden yoktur? Ülkede tek bir Barolar birliği ve buna bağlı olarak illerde birer baro kurulması sistemi geçmişte avukatlardan mı, devletten mi gelmişti bilmiyorum ama bugünkü iktidar bu birlikten fena halde rahatsız olduğunu gösterdi. Öğretmenler tek bir sendikada ve birlikte toplanmış olsaydı, ve bu sendika veya birlik barolar gibi muhalefet cephesinde yer alsaydı, bugünkü iktidarın onu da parçalayacağı anlaşılıyor. (7 Temmuz 202) zekisarihan.com

  • Öğretmenlik Kolay Değilmiş

    Öğretmen Okulunda dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçmiştim. Öğretmen olabilmem için daha iki yılım vardı ama ben mesleğe adım atmak için acele ediyordum. Yeterdi artık okuduğumuz! Bundan sonrası fazlaydı! Bir an önce köylere dağılıp bizi bekleyen çocuklara ve köylülere kavuşmalı, kutsal vatan görevine başlamalıydık. 962-1963 öğretim yılı başladığında Samsun’un Taflan bucağında, burada ebelik yapmakta olan kız kardeşimin yanındaydım. Öğretmen Okulunda derslere başlamamıza daha zaman vardı. Önlüklerini giymiş, yakalıklarını takmış öğrencileri okula gider görünce hem geçmişimi hatırladım, hem geleceğimi hayal ettim. O gün herhalde çocuklardan daha heyecanlıydım. 21 Eylül 1962 Cuma günü Taflan İlkokuluna vardım. Okulda yalnız öğretmen Cemal Keşmer var. Birlerle ikiler sınıflarda başıboş, yaramazlık yapıyorlar. Onların dersine girmek istediğimi söyledim Öğretmen kabul edince sınıfa girdim. Çocuklara: -Ben de öğretmen olacağım, diye söze başladım. Bu ders size öğretmenlik yapacağım. Daha önce tasarladığım cümlelerin hiç biri aklıma gelmiyordu. O yumurcakların yanında nefesim tutuluyor, konuşmam boğazımda düğümleniyordu. Konuşacak konu bulamıyordum. Başka çare bulamayıp klasik konuya girdim. -Siz hiç Atatürk’ü işittiniz mi? Kimdir Atatürk? Biri: -Türk’tür, dedi. -Evet, doğru. Ne yapmıştır? -Çeşme. -Başka -Cami. -Daha başka? -Okul yapmıştır. 45 dakikalık dersin 20 dakikasını zor doldurabildim. Demek öğretmenliğe henüz hazır değildim. Bunun için daha iki yıl öğrenim görmem gerekecekti. İki yıl sonra staj yapmış, uygulama dersinde birkaç ders vermiş olarak diplomayı elime verip atandığım köye gönderdiklerinde bile ilk derslerde nasıl zorluk çektiğimi hatırlarım. Çocukları çekip çevirmek hiç de kolay değildi. Üstelik bunu, onları dövmeden, azarlamadan yapmak zorundaydınız. Bunu gördüklerinde de şımarıyorlar, sınıfta düzeni sağlamak zorlaşıyordu. Doğru bir ayar yapmak her babayiğidin harcı değildi. Fırıncılıktan yapı ustalığına, çöpçülükten doktorluğa kadar her meslek çok önemli ve ehli olmayanlar için çok zordur. Öğretmenlik de insanın kişiliğini biçimlendirdiği için hem çok önemli hem de teknik bakımdan zor bir meslektir. Öğretmenlerin yetiştirilmesi için azami dikkat göstermek gerekir. Yetersiz öğretmenlerle sağlıklı kuşaklar yetiştirilemez. Böyle bir eğitimi eksik almışsa, idealist bir öğretmen kısa sürede eksikliklerini tamamlayabilir. Yeter ki bu yurdun ve halkın yükselmesinde vazgeçilmez bir görevi olduğunun bilincinde olsun. (22 Kasım 2016) Fotoğraf: Beyceli İlkokulu, 2000

  • 19 Mayıs Gençlik Bayramı Kutlu Olsun

    UMUDUM GENÇLİKTEDİR / m. kemal atatürk #19Mayıs #ATATÜRKCUMHURİYET #Bayram

  • Gençler, Teknoloji Ve İnternet Bağımlılığı

    Teknoloji nedir, ne değildir? Teknolojinin açılımını yapalım ilk önce. Sanat ve bilmek kelimelerinden türemiş bir kelime olan teknoloji, günümüzde en çok kullandığımız ve gündemimizi en çok meşgule eden kelimelerden bir tanesi olmuş, hayatımızın tam ortasında büyük bir yer edinmiştir. Teknoloji, insanın ihtiyacı olan ve günlük yaşamını kolaylaştıracak her türlü alet ve gereçlerin icat edilerek insanlığın hizmetine sokulmasıdır. Bunun için de gerekli olan bilgi ve yetenek o ülkenin milli bilgisi ve beynidir. Her ne kadar teknolojiyi mühendisler icat etse de, teknolojinin tarihi mühendislikten çok daha ötede olan bir kavramdır. Çünkü insanlık tarihi var olduğundan beri düşünerek, insanların işine yarayacak her türlü alet ve gereçleri geliştirmiş, üretmiştir. Teknoloji günümüzde önemini gittikçe artırmış ve neredeyse insanlığın en önemli konusu haline gelmiştir. Hayatımızın her alanında teknolojinin bir ürünün yer aldığına şahit oluruz. Teknoloji çeşitli alanlarda gelişimini sürdürmekte ve insanın ve toplumun faydasına olan icatlarına devam etmektedir. Teknolojinin gelişiminin ve kullanımının bütün dünyada büyük bir kültürel değişim başlattığını fark etmişizdir. Yaşamımızdaki bu geriye dönüşü olmayan değişim de bizlerin sosyal hayatlarını ve eğlenme alışkanlıklarını değiştirdi. Çünkü ebeveynlerimizin yaşadığı çocukluktan ve gençlikten çok ama çok farklı bir dönem yaşıyoruz. Teknolojinin karşımıza çıkarttığı internet, sosyal ağlar, video oyunları, bilgisayarlar, tabletler, akıllı cep telefonlarının olumlu ve olumsuz etkileri de hâlâ araştırılıyor ve gündemdeki yerini de hâlâ korumakta. Değişimin gücü ve içerdiği zıtlıklar karşısında çoğu ebeveynler tedirgin, şaşkın. Bizleri doğru bir yola yönlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama eminim ki her genç benim gibi teknolojiyi yararlı buluyor. Peki, bardağın hiç öbür tarafından da baktık mı? Ebeveynlerimizin gözünden yaklaştık mı bu duruma? O zaman gelin hep beraber teknolojinin olumlu ve olumsuz yönlerinin üstünden kısaca geçelim bir. Geçmişe Göre Sosyalleşme Kavramımız Değişti İçe – dışa dönüklük, bireysel - kolektif olabilme, gerçek – sanal tecrübeleri yaşama… Yukarıda okuduğumuz bu karşıt kavramlar gündelik hayatımızda neredeyse yansımış bulunmakta, hem de karikatür kareleri gibi… Mesela, sokakta karşıdan bir akranımız geliyor, kendi kendine konuşuyor gibi, şaşırıyoruz. Yaklaştıkça şaşkınlığımız yerini normal bir yüz ifadesine bırakıyor. Çünkü kendisi aslında yalnız değil, bluetooth kulaklığı ile telefondan birileri ile konuşuyor. Bu bizler için artık pek şaşırtıcı olmasa da, Y kuşağı için hâlâ şaşırtıcılığını korumakta… Tüm aile bireyleri evde ama herkes farklı işlerle -teknolojik aletlerle- meşgul. Kucaklarda veya ellerde teknolojik araçlar; internetten bilgi alınıyor, ödev yapılıyor, alışveriş yapılıyor, müzik indirilip dinleniyor, video izleniliyor, fotoğraf/video düzenleniliyor, oyun oynanıyor, hobilerle uğraşılıyor, sohbet ediliyor, profil oluşturuluyor, bilgi paylaşılıyor, gruplar kuruluyor… Yani gerçek dünyada sanal dünyanın araçlarını artık kullanıyoruz, sosyalleşiyoruz, eğleniyoruz, birçok işimizi birkaç tıkla hallediyoruz. Bütün bunlar biz gençler için daha az sosyal olduğumuz anlamına gelmiyor. Sosyalliği yeni ve farklı bir şekilde yaşadığımızı kanıtlıyor. Kendimizi Tanımada ve Tanıtmada Yardımcı Oluyor Sosyal medyada profil oluşturma, bizlerin bir kimlik arayışı ve bir sürü ilgi alanlarından oluşan bir gruba ait olma hissiyatı ile başlıyor. Ondan sonra çevresel faktörler de bu sırayı takip ediyor. Profil oluşturma aşamasında kendi özelliklerimizi, ilgi alanlarımızı düşünme fırsatı buluyoruz. Nasıl bir gruba ait olmak istediğimiz netleşiyor ve kendimiz ile ilgili farkındalığımız da artıyor. Oluşturduğumuz profilin akışı, kendi özelliklerimize benzer kişilerin ya da olmak istediğimiz özellikleri taşıyanların gönderilerinden yer alıyor. Böylece birey profili, çok kısa sürede kendi kendine kolektifleşmiş oluyor. Kendimizi ifade etme açısından bence bu son derece olumlu bir gelişme. Bağlantıları Kurmak Artık Kolay ve Hızlı Çoğu kişi tarafından teknolojiye kolay ve hızlı ulaşımın bizleri yalnızlığa çekmesi beklenebilirken, aslında göstergeler, bu görüşün her zaman, her yaş grubu için geçerli olamayabileceğini gösteriyor. Sosyal ağlardaki sohbet ve paylaşım ortamlarında dünyanın her tarafı ile aynı anda haberleşmek günümüzdeki sosyalleşmenin yeni biçimi. İlla ki aramızda çekingen, belli bir gruba katılmakta zorlananlar oluyor. İşte tam da bu durumda teknoloji doğru kullanılırsa geliştirici ve de kolaylaştırıcı bir araç olabilir. Eğer bu noktadan bakarsak, teknolojinin olumlu ve yapıcı yönünü kabul etmeliyiz. Yeni Ortak Bir Dil Oluşturuyoruz Bizler için bir telefonun teknik özellikleri kadar estetik özellikleri de bir o kadar ön planda. Seçtiğimiz cep telefonlarının rengi, modeli, kılıfı aslında yeni bir ortak kültürü oluşturuyor. Markalar çağımızdaki gücünü bizlerin tercihi ile yansıtabiliyor ve bu da bir yandan aslında yüzeysel bir kültür yaratıyor. Fakat bunun ötesinde, bugün kullanılan iletişim dili de sürekli bir değişim içinde. Zaman geçtikçe yeni terimler, yeni ifade şekilleri doğuyor. Aslında ağaran her gün yeni kavramlara, biz gençlerin dilinde “trend topic”lere gebe. Fikirlerimizi ve duygularımızı çok daha doğal bir şekilde, aklımıza geldiği bir anda paylaşabiliyoruz ve bunu da birkaç “tık” ile yapıyoruz. Çoğu zaman da bu fikirleri bir filtreden geçirmeden, içtenlikle ifade edebiliyoruz. Oluşturduğumuz yeni bir dil teknolojinin kaçınılmaz sonucu. Bence bu dil, samimi, özgün ve yapıcı olduğu sürece, bizlerin ve de toplumumuzun yeni çağda bir arada olması için çok önemli, dikkat edilmesi gereken bir unsur olabilir. Peki Ya Beraberinde Getirdiği Olumsuz Etkiler Yaşadığımız bu kültürel değişimin olumlu yanları olduğu gibi olumsuz etkileri de var, hatta belki de daha fazla. Yapılan araştırmalar ve yazılan birçok makale sonucunda, eğitim amaçlı kullanılan video oyunlarının; öğrenmeyi özendirdiğini, hızlandırdığını, görsel dikkati ve koordinasyonu geliştirdiğini hatta uzay becerisini arttırdığını gösteriyor. Ancak bu kadar iyi video oyunları olduğu gibi şiddet ve cinsellik içeren video oyunları da var ve bunların zararları tartışılamaz. Eğitici amaçla kullanılmayan video oyunlarının beynin gelişimini yavaşlattığı, şiddet içeren video oyunlarının çocuklarda agresif davranışları tetiklediği de araştırmalar sonucunda doğrulanmıştır. Uzun süre aşırı şiddet içeren video oyunlarını oynamak, kişiyi oyundaki kahramanla kendini özdeşleştirmekte, şiddeti duyarsızlaştırmakta, empati becerilerini azaltmaktadır. Böylece sosyal ya da teknolojik medyanın aşırı ve yanlış kullanımı bizim yaşam işlevlerimizi etkilemektedir. Okul devamsızlığı, derslerde başarısızlık, yeme bozukluklarına, uyku sorunlarına, çeşitli hastalıklara, depresyon ve hatta epilepsi nöbetlerine dahi neden olduğu gözlemlenmiştir. Yeni Neslin Hastalığı; İnternet Bağımlılığı İnternet bağımlılığını, diğer bağımlılıkların olduğu sınıfa koyup, onlar gibi ele alabiliriz. Her bağımlılığın belirtileri olduğu gibi internet bağımlılığının da belirtileri var. Eğer; internetin kullanımı hayati ihtiyaçlarımızın önüne geçiyorsa, sosyal medyada geçirilen süre kontrol edilemiyor ve bu süre gittikçe artıyorsa; internet kullanımımızı azaltıp engellendiğimizde, kızgınlık ve çöküntü gibi durumlar yaşanıyorsa; siz de internet bağımlılığının olduğundan bahsedebiliriz. Bunun arkasında pek çok neden olabilir. Yapılan anketlere göre bağımlılık risklerini arttıran faktörleri şöyle sıralayabiliriz: Bilgisayar oyunlarına ve internet kullanımına küçük yaşta başlama Gençlik dönemi Düşük benlik algısı Sosyal kaygı Dürtü sorunları Başarısızlık Yalnızlık Çekingenlik Özgüven eksikliği Spor veya yaratıcı aktivite eksikliği İletişim becerileri zayıf olan bir aile ortamı Değerleri ve sınırları net olmayan ailelerde büyüme Yanlış modeller ve yanlış sosyalleşme Sonuç olarak; internet kullanımı, tartışmasız gündelik hayatımızın bir gerçeği. Zaman geçtikçe ve yeni yeni kavramlar doğdukça öyle olmaya da devam edecek. Bu noktada ebeveynlerimize ne kadar büyük bir rol düşse de aslında yolun sonu kendimizde, kararlarımızda bitiyor. Ve yazımı da duyduğumuz tanıdık alıntılar ile sonlandırmak istiyorum. Gençlerden İnternet Kullanımı İle İlgili Alıntılar “Ben de herkes gibi modern çağı takip edebilirim.” “Teknolojiyi takip etmek bana iyi geliyor, yenilikleri takip edebiliyorum…” “Birkaç işi aynı anda yapabiliyorum. Mesela bir banka sırasındayken ‘maillerime, tweetlerime’ bakabiliyorum.” “Bilgisayarda oyun oynarken gerçek sorunlarımdan uzaklaşıyorum, üzüntü dolu anlarımı düşünmüyorum.” “Arkadaşımla yemekteyken sürekli telefonundan başkalarıyla ‘whatsapp’dan birileriyle konuşması beni rahatsız ediyor.” “Sabah gözümü açar açmaz Instagram’da profil ziyaretimi kontrol ediyorum.” “Eski arkadaşlarımdan haber alabiliyorum.” “Cep telefonum yanımda olmadığı zaman, sanki bir parçam eksikmiş gibi hissediyorum.” “Cep telefonumun şık bir tasarımı olması kendimi iyi hissetmeme neden oluyor.” Teknolojinin önemine vurgu yapmak için Yılmaz Erdoğan’ın meşhur filmi “Vizontele”den bir replik paylaşalım: “Buraya gazeteler iki gün sonra geliyor. Biz duyduğumuz bir havadise şaşırdığımız zaman büyükşehirdeki insanlar çoktan unutmuş oluyor.”

  • Çocuk ve Hıdrellez

    Sekiz yaşındaydım, bozacının akşam saatlerinde "booozaaaaa" diye geçtiği zamanlardı Ankara’da. Samanpazarı gündüzlerinin aksine geceleri tuhaf bir sessizliğe bürünür, yıkılacak gibi duran evleri soğuktan birbirine yapışmış üşüyen çocuklar gibi sanki daha bir büzülür küçülürdü karanlıkta. Adliyede çalışan dul komşumuzun küçük kızı arkadaşımdı, "Bu gece Hıdrellez’miş, gel dilek dileyelim" dedi bana. Hıdrellez'i bildiği kadar anlattı; bir evliyaydı, bu gece kapı kapı gezecek dileklerimizi yazdığımız mektubu okuyacak, istediklerimizi verecekti. Çocuk aklımla kapı kapı gezip Samanpazarı’nda kendi zor bulduğum evi bulacak evliyaya pek güvenmemiş olmalıyım ki mektubu Allah'a yazdım. Eşeğini sağlam kazığa bağla derdi annem, komşuyu suçlamamak için gerekliydi böyle yapmak. Çok sonraları resume yazarken doğru yol olduğunu öğrendiğim taktikle başladım mektuba: Çok iyi bir çocuktum, annemi üzmüyordum -biraz üzüyordum ama ona da üzmek denilmezdi, resume şişiriyordum olurdu öyle şeyler... Çok iyi bir öğrenciydim, ödevlerimi eve gelir gelmez önlüğümü çıkarmadan yapıyordum -burası doğruydu daha sonraları son dakikada ödev yetiştirmeye çalışan çocuklarımı bu yüzden hiç anlayamayacaktım- kardeşime iyi bakıyordum, evi elimden geldiğince temizliyordum. Annem işten eve geldiğinde gene temizliyordu ama olsun benim niyetim temizdi, üstelik duvardaki alçılar kendi kendine dökülüyordu suç benim değildi. Arkadaşlarımla iyi geçiniyordum -aptal Esat'la arada kapışıyorduk ama o kadar olurdu- öğretmenim beni çok seviyordu, öğretmenim defterini müdüre mümessille değil benimle yolluyordu. Okula gitmezlik etmiyordum, ateşli bile olsam, evden bir saat erken çıkıyor kapıda dondurucu soğukta üstümdeki ince, annemin eski mantosundan yapılmış paltomla bekliyordum. Evet soğuktan tir tir titriyordum ama dışardaki hava içerdeki havadan daha iyi geliyordu bana, daha rahat nefes alabiliyordum. Mektubun burasında konuya girmem gerektiğini biliyor ama biraz çekiniyordum, nasıl yazsam netice verirdi? Önce o karşı evdeki her aksam borazan gibi sesiyle "anne, anne; babam nerde, niye gitti gelmedi" şarkısını söyleyen aptal ve uyuz Esat'ın hesabını görmeliydi. Hadi ben neyse ama kardeşimi üzüyordu bu saçma şarkıyla. Ben dayanırdım, bana bir şey olmazdı ama sırf kardeşim üzülmesin diye işte o çocuğu uzaklara bir yere yollamalıydı. Sabaha kadar yukardaki katta beşik sallayan, ertesi günü işe gitmesi gereken annemi uyutmayan Fatma abla da köyüne dönmeliydi, hiç apartmanda yaşamamıştı bizim gibi. Gerçi ahşap bir kümesti ama biz ona apartman diyorduk, niyetimiz iyiydi de ev kötüydü, onun için tangur tungur bütün gün ses yapılmayacağını bilmiyordu. Babam bizi görmeye gelmeliydi okula, eve gelmesindi ama okula gelsindi. Annem duymadan da olurdu ona söylemezdik. Ayşe'nin çorapları gibi bir çorap alınmalıydı bana, beyaz dantelli, illaki dantelli. Anafartalar caddesindeki o çocuk mağazasının vitrinindeki gibi olanlardan. Adres vermeye özellikle dikkat etmiştim. Ne de olsa koskoca Tanrı'ydı bir sürü çorap çeşidi biliyordu, benimkinin hangisi olduğunu belki hatırlayamazdı. Hazır o dükkandayken vitrinin solunda duran mavi elbiseyi de gönderse iyi olurdu. Bayram yaklaşıyordu, benim yeni elbise sahibi filan olacağım yoktu. ... Mektup buralarda bir şekilde bitiyordu. Komşunun kızıyla mektubu yandaki çocukların futbol oynadığı boş sahanın arkasındaki duvarın dibine gömdük. O Hızır efendinin mucizelerinden bahsederken ben içimden, halimden onun bir üstüne şikayet etmiş olmanın verdiği hazla çorabı giyeceğim günlerin hesabını yapıyordum. Salak Osman bir de bununla alay etsindi bakalım, gösterecektim ona ben. Mektup yazmıştım kapı gibi, şikayet kutusuna gitmişti bile işte. Kırk senedir Allahlık yapıyordu elbet bilecekti mektubun şikayet kutusuna gitsin diye yazıldığını. Komsu kızının gerçek apartmana taşınma dileği çok çabuk gerçekleşti. Şikayet için en tepedekine gitmemeyi iste o zaman öğrenmiştim. Çorap gelmedi ama salak Esat sonunda benden dayağı yedi, belki Hızır hazretlerinden onu dilemişti, kim bilir?

  • Çocuk ve Medeniyet dergisi

    Bazen okuruz, duyarız: Bir bilim, sanat adamından söz ederken, şu kadar makalesi yayınlanmış... denir. Bilimsel makaleden söz edebilmek için, yazının hakemli bir dergide çıkması gerekli. Yayınlanan yazınızın kariyerinize katkısı olması için koşullardan biri bu. Bu dergilerde konulacak her yazıyı onaylayan en az iki uzman, akran hakem bulunuyor, yılda en az iki kez yayınlanıyor. Dolaysıyla yer alan yazılar dünya genelinde kabul görüyor, akademik yükselişlerde belge oluyor. Çok sayıda üniversitesi, akademisyeni olan ülkemizde bu tip dergiler ne yazık ki fazla değil. ÇOCUK ve MEDENİYET dergisi ülkenin, hatta dünyanın dört yanından katılan alan editörlerinin katkılarıyla sadece çocuk edebiyatında değil, ÇOCUKLA ilgili her sorunsalda bu iddia ile artık var. * Çocuk Vakfı'nın kurucusu ve çocuk yazınının güçlü kalemi Mustafa Ruhi Şirin'in selamını taşıyordu kargodan çıkan iki dergi. Mutafa Ruhi ŞİRİN'in Çocuk Vakfı adına yönetimini üstlendiği, Genel Yayın Editörlüğünü Dr. Mehmet Palancı'nın, Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü Memduh Cemil Şirin'in yaptığı, ondan fazla alan editörü bulunan, kapak resmi bile yaş gruplarına göre tasarlanmış her biri 180 sayfalık hakemli derginin alışılmış kültür sanat dergilerine, hele piyasadaki çocuk dergilerine benzer bir yanı yok. İçerdiği konulara ve yazan akademik kariyerli kişilere baktığınızda da bu derginin başka bir kulvarda yol almaya niyetli, ciddi ve disiplinli bir dergi olduğunu, herkese değil, ancak alanı mutfağından tanıyan altyapısı olana seslendiğini, klasik edebi dergi beklentilerinden farklı bir yerde durduğunu anlıyorsunuz. Yazarın, şairin yaratıcı şiiriyle, yazısıyla yer aldığı, yani sergi görevi gören bildik dergilerden değil. Çocukla, onların sorunları ve haklarıyla ilgili akademik, bilimsel temelli makalelere, çalışmalara, araştırmalara, önermelere yer veriyor. Ülkemizdeki kitap okumayı sevmeyen, işin mutfağını merak etmeyen, eleştiri, inceleme, araştırma yazılarına çok itibar etmeyen dergilerde sadece yer alan kendi yazısını ya da şiirini okumakla yetinen, alan bilgisine fazla meraklı olmayan edebiyatçı bolluğunu düşününce Çocuk ve Medeniyet 'in yazacak yazar ve satma kaygısı olmadığını fark ediyorsunuz. Kısaca bu ülkede de satmasa da güzel ve nitelikli şeyler yapılabilir diyen bir dergi ÇOCUK ve MEDENİYET... Aslında yapanlar hem doğru hem de akıllıca düşünmüş... Bu dergi ilgi görecek, okuru da, alıcısı da, yazarı da bolca olacaktır. Çünkü yukarıda değindik belki görülmemiştir bu dergi hakemli. Bu da özellikle akademik kariyer yapanlar için dergiyi değerli kılıyor. Çünkü bu tip dergilerde yer alan makalelerin bilimsel değer taşıdığı alanın uzmanı en az iki hakem tarafından onaylanmış oluyor. Niyeyse ben sevdim. Sergi görevi gören, yazar, şair adayını okurla yüzleştiren dergiler önemsiz anlamı çıkmasın bundan. Elbette onlar da vazgeçilmez bir işlev üstlendiler yıllarca. Ne var ki, günümüzde basım ve medya olanaklarının artmasıyla her canı sıkılanın sergi dergileri çıkarmasından, ömründe tek bir şiir yazmayan hatta okumayan bazılarını şair diye tescil edip dergisinde dayatmasından size de gına gelmiş olabilir. Kış günlerini çok da aratmayan bu günlere iyi geldi ÇOCUK ve MEDENİYET... Önce anlamaz anlamaz baktım, neden sonra fark edip aşkla okumaya başladım kalın, kitap biçiminde dergiyi. Daha önceden dergi çıkarma hazırlıklarını ve çıkan ilk dergilerini duyurduğumuzdan sizin de yabancı olmadığınızı düşündüğümüz Çocuk Vakfı, kolaycılığa düşmeden ülkemizin her bir şeyi ucuzlatan, metalaştıran, satılacak bir eşyaya döndüren gündeminin hep dışında kalmayı başardı. Çocukların hakları ve hukuku için gündeme önermeler getirdi, yetkili birimlerle iletişim kurmaya çabaladı, çoğu kez de ciddiye alınan girişimlerde bulundu. Derginin bir ve ikinci sayısında yer alan bazı konuların başlıklarına göz atmak bile üretenlerin yaptıkları işe verdikleri önemi göstermeğe yeterli: * Çocuk ve Bilim Eğitimi *Üstün Yeteneklilerin Eğitiminde Mentörlük Programı *Çocuk Hukuku Ne Değildir? *Bebeklerde Uygulanan Geleneksel Yöntemler *Otizmi Olan Çocukların Beslenme Durumu *Sosyal Risk Altındaki Çocuklar *Medya Okuryazarlığı Dersine Yönelik Bakanlık Politikaları ... Gördüğünüz gibi hepsi birbirinden ciddi, ağırbaşlı, uzmanlık isteyen, ilgilisi için belki de eşsiz çalışmalar... Dünya değişiyor. Görünen çocuk edebiyatçılarının bundan sonra işi zorlaşacak gibi... Ümmi vaazlara, kerpetenden başkasını bilmeyen dişçilere ya da benim gibi alaylı nalbantlara vahiyle iktidar, pardon edebiyatçı olma devri kapanacak sanki.. ÖNCE MUTFAĞI BİLECEKSİN. Çocuk ve Medeniyet dergisi 6 ayda bir, yılda iki kez çıkacak. Hem basılı hem de elektronik olarak olarak okurlara sunulacak dergi salt Türkiye'yi değil tüm dünyayı hedefliyor. Abonelik ederi 2 sayı için 50 L. İlke olarak yazan herkese açık duran dergiye katılmak isteyen yazarlar, abone olmak isteyenler www.cocukvemedeniyet.cocukvakfi.org.tr adresinden bilgi alabilirler.

  • Karl Marks Tiyatrosunda Ağlayan Çocuk

    O görüntü, 25 yıldır hiç aklımdan çıkmadı. 10-12 yaşlarındaki çocuğun Havana Karl Marks Tiyatrosunda binlerce kişinin karşısında konuşurken ağlaması ve Kastro’nun onun başını okşayarak sakinleştirmeye çalışması. Küba ile Dayanışma Birinci Dünya Buluşması’na Türkiye’den giden 21 kişiydik. Ankaradan giden yalnız ben vardım. Birkaçı bu yolculuğa Avrupa’dan katılmıştı, diğerleri İstanbul’dandı. Amerika Birleşik Devletleri, 1959 devriminden beri Küba’ya ekonomik ambargo uyguluyor, diğer ülkeler için örnek olur kaygısıyla Küba sosyalizmini çökertmeye çalışıyordu. Küba ekonomisi Sovyetler Birliği ile yaptığı alışveriş sayesinde ayakta durmaya başlamıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Küba, büyük bir ekonomik bunalıma girmişti. Şeker kamışını satamaz olmuş, fabrikaları durmuş, parasının değeri çok düşmüştü. Herkese günde 80 gram ekmek verilebiliyordu! Küba Hükümeti emperyalizme teslim olarak sosyalizmden vazgeçmeyi elinin tersiyle itti. Bir yandan halkına direniş ve dayanma tavsiye ederken, diğer yandan ülkelere çağrı yaparak desteklerini istedi. Öğretmen Dünyası olarak Küba elçisini bir konferansa davet ederek sorunu onun ağzından ve Küba’dan gelen bir yetkiliden dinledik. Ünlü sözdür: Dünya milletleri bir bedenin organları gibidir. Organların birindeki rahatsızlık bütün bedeni hasta eder. ANKARA’DA KÜBA’YA YARDIM KOMİTESİ Gün bu gündü. Kolları sıvadık ve Ankara’daki kitle örgütleriyle birlikte “Küba’ya Yardım Komitesi” kurarak bu ülkeye nasıl yardım edebileceğimizi araştırmaya başladık. Türkiye halkının yapacağı yardımları bir banka hesabında toplayarak Küba’ya gönderecektik. Fakat bu isteğimize hükümet izin vermedi. Bunun üzerine kitle örgütlerine çağrıda bulunarak Kübalı öğrencilere kırtasiye yardımı yapmalarını istedik. Parti, sendika, dernek gibi kuruluşlardan 17’si, kalem, defter, silgi, iletki, suluboya gibi kırtasiye ve biri enjektör olmak üzere birer koli teslim ettiler. Bunları, İstanbul’da buluştuğumuz Küba’ya gidenlerin kargo hakkı olarak yanımızda götürdük ve Havana Havaalanı’nda Kübalı yetkililere teslim ettik. Biliyorduk, bu armağanların yalnızca sembolik bir değeri vardı. İnsanlar böyle zamanlarında birbirlerine lazımdı. Kurtuluş Savaşımız sırasında Sovyetlerden, Hintlilerden, Amerikalı Müslümanlardan, hatta Arjantin’den Türkiye’ye gönderilen yardımları, onca milletin diplomatik ve moral desteğini nasıl unutabilirdik? Türkiye’yi yönetenler, bunu çoktan unutmuşlardı… Havana’da konferansın açıldığı günün ertesinde, sahnede dünyanın çeşitli milletlerinden gelmiş, dayanışma ruhuyla dolu 3.500 kişinin karşısında, 10-12 yaşlarında bir oğlan çocuk konuşmaya başladı. Daha birkaç cümle söylemişti ki, ağlamaya başladı! Konferansın başkanlık divanı arasında boz giysileriyle oturmakta olan Fidel Kastro, başını okşayarak onu teskin etti. Bu çocuğun neden ağladığını İspanyolca bilen arkadaşlardan öğrendim. Dünyanın öteki ucundan kendilerini düşünüp defter kalem getirenlere teşekkür ederken duygularına hâkim olamamıştı! Geçen yıl, “Küba’da Eğitim” konulu bir konferansı dinleyince ben de bu anımı naklettim ve dinleyiciler de bundan duygulandılar ve bunu alkışlarla gösterdiler. BU OLAYI BİR KİTAP HALİNE GETİRMELİYDİM O gün bu Küba’ya Kırtasiye yardımı olayını bir kitapta anlatmanın iyi olacağını düşündüm ve onu ancak bir yıl sonra yazdım. Olayın can alıcı sahnesi, çocuğun sahnedeki ağlaması ve Castro’nun onu teselli etmesiydi. 25 yıl önce tuttuğumuz ve komitemizin çalışmalarının toplandığı “Küba” dosyasını önüme alıp gözden geçirince beklemediğim bir fotoğrafla karşılaştım. Bu sahneyi AP Ajansı belgelemiş ve bütün dünyaya servis etmiş. O zamanki gazetelerden Özgür Ülke de bunu basmış. Fakat gazetenin fotokopisi çok kötü çıkmıştı. Gene de bunu ressam akrabam Hakan Sarıhan’a göndererek bundan bir çalışma yapmasını rica ettim. O kadar işi gücü arasında yaptığı resmi gönderdi. Onu kitabın kapağına koyuyorum. Bu çalışma 25 yıl önce Türkiye öğretmenlerinin halklar arasındaki dayanışma konusundaki duyarlılığını gösteriyor, aynı zamanda aralarındaki politik çekişmelere rağmen Türkiye devrimcilerinin böyle bir konuda nasıl birlik olabildiğine de olumlu bir örnek olduğunu düşünüyorum. Kübalı çocuk Eduardo Lorenza, şimdi 38-40 yaşlarında olmalı. Kim bilir ne iş yapıyordur? Onun da bu olayı unutmadığını sanırım. Unutma Lorenza. Küba direndi ve kazandı. Ama dünya halklarının baş düşmanı, gene oralarda ve dünyanın her yerinde dişlerini gösteriyor. Dün bana, bugün sana, yarın ötekine Lorenza! Mücadelemiz ve kurtuluşumuz ortaktır! (28 Mart 2019) zekisarihan.com

  • Orda Bir Çocuk Burda Ben

    Orda Bir Çocuk Burda Ben Bir ana gülümserken yorgun ve güzel Yüreği müjdelerle tüy gibi hafiflerken, Orda, bir çocuk doğar sımsıcak dünyamıza Burda ben… Dal nasıl, yaprak nasıl, ekin nasıl büyürse Toprak nasıl uyanırsa bir incecik yağmurdan Orda bir çocuk büyür yumak yumak bir nurdan, Burda ben… Koştuğu, atladığı, durduğu, uzandığı, Düşüp kaldığı yerlerde gözbebeğim var. Orda, toz-toprak içinde bir çocuk ağlar, Burda ben… Ne oyun oynamak ister, ne uyku ne su, Ne elişi resimleri gönlünü alır. Orda, bir uzak evde bir çocuk yetim kalır, Burda ben… Dokunsam, martı gibi uçup gidecek sanki, Solgun yüzlü bir avuç kar. Orda, bir gece yarısı, bir hasta çocuk sayıklar, Burda ben… Birden bire uyanır bir ana uykusundan, Sapsarı bir korkuyla bakakalır nefessiz. Orda, sabaha karşı bir çocuk ölür sessiz, Burda ben… Yavuz Bülent Bakiler

  • ÇOCUK OLMAK

    pencereye yapışmış üşüyen kuşlarla üşümek terk edilen kedi ve köpekle yapayalnız kalmak maviliklerde kalbinden vurulan güvercinle vurulmak doğanın süsü ormanda yavru ceylanla tuzağa düşmek elleri tutmayan gözleri görmeyen nine ve dedeye el ve göz olmak aç kalmak kaldırımda açlıktan bayılan çocukla kalemsiz, silgisiz kalmak annesi babası işten atılanla her nerede olursa olsun düşene el uzatmak kaçıp gitmemek dehlizlere ekmek herkesin söz herkesin hayat herkesin barış her yerde olsun çığlığı ve ağız dolusu gülmek her dilde, her daim çocuk olmak ve çocuk kalmakla mümkün

  • ÇOCUK

    Çocuk Bak bulutlar Hüznü sağıyor Yüreğin damıtıyor acıları Al kalemi eline Akıt harfleri Damla damla dök geceye Aşkla sarılsın harfler Sevgilinin koynunda uyur gibi Gözlerinden öpsün usulca Hüzün bulutlarını akıtma Kıyamam. Topla yüreğinle Omuzuna as yıldız yıldız Umudun rengine bürünsün. Tomurcuk gül misali Düşlerin özgürlük koksun. Rüzgarın kanatlarında Savur geceye Düşlerin yayılsın Barışa dostluğa dair . Işıldasın yer gök. Gözlerinden öperim Sevgiyle... (Semihat Karadağlı19.10.2020/ İzmir

  • Gülbayrak

    Samsun'dan başlasın O ateş hep genç Yalımları hücrelerimizde hala Bitimsiz, hudutsuz bir ürperme Yürek sığmazken gökyüzüne Ve gülbayrakla bir olmuşken dalga dalga Senin güneşlerin de doğudan mı doğar Gölgen batıya doğru mu uzar hala Artık bilmiyorum Derinden bir iç çekiş Biraz düşlerden kırpılmış sayıklama Karınca hasreti söylerken Ve alevler boy atarken Hıdrellez akşamında Göğe uzanır Gül dalında dileğin Yurdum yurdun mudur hala Artık bilmiyorum Gün öğleye ulaştığında Ve hayli kızgın bir mayıs yasağında Asfaltlarda buhur Yollar uzun ve çetin Yine de, dirençle Rengindeki asaletle Uyan, dalgalan Yönün şafağa mıdır hala Artık bilmiyorum Kuşların şarkıları çoğalıyor Arka bahçede şenlik havası Biri çocukluk, diğeri gençlik Kanatlanmışken yürek Hilalde nazımız Andımız iki dudak arasında Bulut bulut yastığımız, beyaz Ve kuş tüyü müdür hala Artık bilmiyorum Yağmurlar suskun bir fasılda Mayıs papatyalarına merhaba Merhaba kurtuluşa, bayrama Sana Atam, Ulusuma Gönderde yeri Gülbayrağa hep merhaba derken Üç fidanı O ruhu riyamızla boğduk mu Artık bilmiyorum Artık bilmiyorum Bakıp da görmez Görüp de duymaz An kapitalist tıngırtıda Başımız dik Alnımız ak Can içimizde can da Nefesimiz nefes midir hala Artık bilmiyorum

  • Doğum Günün Kutlu Olsun!

    DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN! 19 Mayıs 1919 - 10 Kasım 1938 maviADA KÜLTÜR SANAT ADASI

  • OĞLUMA

    SICAK bir Ankara sabahı. Günlerden Çarşamba. Ağustosun ilk haftası. Güneş yeni doğuyor, çimenler bir gün önceden biçilip, gece boyu sulanmış, etraf nemli ot kokuyor. Erkenci kuşları pır pır, annenle benim kalbim gibi. Birkaç gündür bekliyoruz seni, ama inat ettin, keyfin de yerinde herhalde, hiç bir işaret vermiyorsun. Artık bugün son, öyle yada böyle açacaksın gözlerini dünyaya. Bir kolumda günler öncesinden hazır olan çanta var. İçinde ilk havlun, ilk şapkan, ilk eldivenin, ilk giyeceklerin. Ben en çok zıbını seviyorum. Ne olduğunu bildiğimden değil, dilime doladım kelimeyi, annen ne sorsa önce ‘zıbın’ diyorum. Zıbın aşağı, zıbın yukarı… son aya böyle girdik. Etrafa baka baka, el ele yürüyoruz site içindeki patikadan otoparka. Hayatın sağı solu belli olmaz ama büyük bir olasılıkla iki kişilik son yürüyüşümüz bu. Ya bu akşam, ya da yarın yanımızda sen de olacaksın. Yaşantımızdaki her şey, başta sevgi, ikiden üçe katlanacak… Aynı günün akşamüzeri, saat dörde yirmi var. Öğleden beri annene suni sancı veriyorlar. Sonunda içeriden ince bir çığlık duyar gibi oldum. Saatlerdir koridorda gittikçe ağırlaşan bedenim hafifledi önce, sonra ayaklarım kesildi yerden. Doğdun, annenin karnından ikimizin yüreğine doldun. Çivit mavi gözlerin gözlerimizde, minik ellerin ellerimizde, her şeyinle tastamam bizim için yepyeni bir dünya oldun. -Bir oğlunuz oldu. Annesi de bebek de sağlıklı. Adını düşündünüz mü? -Oğlum? Oğlum... Adı Sinan! Kendi hayatının mimarı olsun. İlk günlerin heyecan içinde nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile. Senin ve annenin etrafında pervaneyim. Sanırım yirmi günlüktün. İlk ayını bile doldurmamıştın daha. O yazı pas geçemezdik, annen tatil çantamızla uğraşırken sen benim kollarımdasın. Göz göze geliyoruz gülüşerek. Annen çekiveriyor öpmelere doyamadığım, ömür boyu sakladığım bu resmi. Artık bir yaşındasın! Akşama o tek mumluk pastanı yiyeceğiz. Trafikte adım adım ilerlerken, arka koltuktaki yerinden kollarını açarak tuhaf sesler çıkarıyorsun. Dikiz aynasından göz göze geliyoruz. O tavşan dişlerle, biraz süt kokulu, biraz salyalı ama dünyanın en tatlı gülüşü alıp götürüyor trafik çilesini hem bedenimden hem ruhumdan. Ne zaman bir yıl geçti? Minik oğlum benim. Korna sesleri arasında dayanamayıp sağa çekiyorum arabayı güç bela. Benzinim bitti. Arabanın değil, benim. Hep öyle derdim hatırla. Elimle ibre işareti yapar sen öptükçe depom dolardı. Sen de işi ciddi yapar tutkuyla öperdin yanaklarımdan. Arabanın etrafını dolanıp arka koltuğa ilişiyorum, koklaya koklaya öpüyor, depomu dolduruyorum. İlk yürüyüşün, konuşmaya başlaman, ilk yuvaya gidişin, okula başlayışın. El yazıların, karnelerin hala duruyor. Ne mutlu yıllardı, su gibi aktılar. Sen doğalı üçüncü şehirdeyiz. Bize daha iyi bir iş, sana daha iyi bir gelecek demek. Bir akşam, sen yeni uyumuştun. Kapı çalınıyor ısrarla. Hayat kapıda duran, elinde siyah kurdeleli bir paket var, bir sürprizi var bize. Açıyoruz, içinden yıllarca dökülecek göz yaşı, keder, çene titremeleri çıkıyor. Uyandığında senle ben hayatla baş başa kalakalıyoruz. Tam da benim annemden ayrıldığım yaşta, altı yaşındasın. Yaşadığımız şehir değişiyor. Evimizi taşıyoruz. Onca üzüntüyü gizlemeye çalışsam da sana da yansıyor. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorsun telaşla. Annenle yollarımız ayrılı daha üç gün oldu. Ben annemin şehirdeki mis kokulu, dünyalar kadar yumuşak göğsünden ayrılıp, küçük bir köyde, içi saman dolu yastıklarda, uyumuştum ilk gece. Bırakır mıyım seni öyle, tam göğsümde yatıyorsun. Uyandın, yanağıma bir damla gözyaşı bıraktın, kulağıma fısıldadın. -Annemi çok özledim baba. Söyleyecek bir kelime bulamıyorum. Ben de özledim diyemiyorum. Çenem titriyor, tutuyorum kendimi. Babamın da bana yaptığı gibi lafı değiştiriyorum. -Bay Wingly altına yapmış galiba. Burnuma pis kokular geliyor. Hadi gidip bakalım. İşe yarıyor, kıkır kıkır gülmeye başlıyorsun. Yeni aldığımız yavru kediyi arıyoruz salonda. Yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni arkadaşlar sana, yeni bir iş bana. Harika bir site, harika bir ev bize. Her yemeğin yapılışını öğreniyorum. Hamur açıyorum, sarma sarıyorum, kır pideleri, bazlamalar yapıyorum. Ramazan pidelerinden yaptığımız bol kaşarlı, sucuklu, kıymalı pizzalar için bütün arkadaşların kapıda sıraya giriyor… Coco popslu keklerim sitede ünlü oluyor. Arkadaşlarının bekar anneleri notlar gönderiyor, bu kekin içine ne koyduğuma dair… Ben sadece işimle ve seninle ilgiliyim. Kendime ait bir hayatı öteliyorum hep. Bir kez daha üzülmeyesin, kırılmayasın, örselenmeyesin diye. İki bakıcı geliyor eve, biri temizliğe diğeri hem derslerin için hem ben yokken yatıya. İşim gereği dünyanın bir yerine uçmam an meselesi. Gemilerde internet varsa geceleri bilgisayarlar üzerinden birbirimizi başucumuzdaki ekrandan görerek uyuyoruz. İki kişilik ailemizin hem babası, hem annesi, hem de kişiye özel oyuncak mühendisiyim. Ahşap oyuncaklar, arabalar yapıyorum sana boş zamanlarda. Yine akıp geçiyor yıllar. Artık civan bir delikanlı oldun. O yeşil gözler, gamzeler, o gülüş, kızlar kapıdan eksik olmuyor. Orta kısım bitti. Ben de artık emekliyim. İyi bir de lise kazandın, ama başka şehirde devam edeceğiz hayatımıza. Harika bir okul balosu yaptınız. Bütün çocukluğun gibi bunu da filme alıyorum. O kızın senin hakkında yazdıkları ağlatan cinsten. ‘’Senden nasıl ayrılabileceğim hakkında inan ki hiç bir fikrim yok. Şu okulun bana kazandırdığı sayılı özel şeylerden birisin. Dört seneden bu yana, beni sinirden deliye çevirdiğin zamanlarda dahil, adını bile telaffuz edemediğim konular hakkında saatlerce konuştuğumuz yaz akşamları da dahil, en güzel anılarıma ortak olduğun için teşekkür ederim. Yıl sonu yaklaşıyor acımasızca. Uzaklara gideceğini düşünmemek için sabit bir noktaya bile bakamıyorum, değil kimseyle göz göze gelmek… İnceden inceden burkuluyor içim, titriyorum, sızlıyorum. Seni ne kadar özleyeceğimi, şimdilerde ‘yarın sabah göreceğim nasılsa’ diye kendimi avuturken, o zaman ne mesajın, ne telefonun özlemimi gideremeyeceğini, ne kadar çaresiz kalacağımı hiç aklından çıkarma olur mu? ‘’ Ne zaman bir sevgilin oldu? Neler yazmış bu kız senin için böyle. Bu nasıl bir veda? Ben ki evimiz iki defa yanmasın diye eline kibrit bile vermedim, sen bir kızda ne zaman yaktın böyle bir ateşi? Daha dün süt dişlerin vardı, dün döküldüler ve yerine yenileri daha dün çıktı. Birlikte tatillerde kumdan kaleler, kaplumbağalar, timsahlar yaptığımız, sahillerde onlara diş olsun diye beyaz taşlar aradığımız o yazlar daha dündü. Oğlum. Şu hayattaki tek varlığım. Ben de korkuyorum şimdi, bu kızcağız gibi. Şunun şurasında kaç yıl kaldı. Bir sabah yine hayat kapıda belirecek. Elinde bu defa pembe kurdeleli paket ile. Ayrılıp gideceksin. Nasıl katlanacağım? Ben kime ‘’ terliklerini giy, odanı topla, çatalı kullan diyeceğim? Kime ‘interneti kapat, ders çalış, ödev yap’ diyeceğim. Kimin başını bekleyeceğim sabahlara kadar ıslak bezle ateşini düşürmek için. Kimin gelmesini bekleyeceğim okul dönüşü dakika dakika. Biraz geç kalsan kimin için kafamdan korku hikayeleri uydurup irkileceğim. Şimdi daha iyi anlıyorum, yıllar önce okula gitmek için valizimi hazırlarken neden babamın sesinin titrediğini, ara ara kaybolup geldiğinde neden gözlerinin kızardığını. Önümde uzanan yeni bir yılın heyecanı içinde babamın ne kadar duygulandığının farkına bile varamadığımı. Şimdi daha iyi hissediyorum evlendiğim gün, belli etmemeye çalışsa da, nasihatleri bitirip en son sarılıp öperken yanağımı göz yaşlarıyla ıslattığını. Şimdi daha iyi anlıyorum ‘’baba olunca anlarsın’’ dediği her şeyi. Sana kızdığım anların çoğunda haksız olduğumu düşünüyorsun, biliyorum. Nasıl ben yaşayarak öğrendiysem birçok şeyi, sen de öyle yapacaksın. Ama içim elvermediği için hata yapmana, hele geri dönülmesi imkansız hatalar, zamanında yapılamaması gibi bazı şeylerin. Kaçan tren, rıhtımdan ayrılan gemi, tükenen ömür gibi. Şimdilerde ergenliğini yaşamaktasın. Bizim kuşak hiç mi hiç yaşamadı ergenliği. Bizler kapı dibinde oturur, en küçük bir öz arayışına girsek, ‘beş kardeş’le karşılaşırdık. O yüzdendir şu anki toplumun lime lime dökülmesi, çocuklarını nasıl yetiştireceğini bilememesi, her suçu gençlere yüklemesi. Ben de senden öğrendim ergenliği. Bu nedenle daha anlayışlı olmaya çalışmadığım için özür dilerim. Çok çaresiz kaldığım, geleceğini mahvettiğini sandığım, hatta park köşelerinde, sahillerde çaresizlikten sessizce ağladığım zamanlar oldu. Sen çocuklarına daha anlayışlı ol olur mu? Kendini benim kadar üzme onlar için. 'Şunu yap, bunu yap' demek yerine bırak yaşayarak öğrensinler. Konuş, anlat, tercihlerine saygı duy, hiç bir şeyle korkutma. Böylece binlerce yıllık safsatalarla büyümüş, kendi çocuklarını yiyen ama ama aslında kendi gölgesinden bile korkan 'aslanlar toplumu' yerine, kendine güvenen, aklın egemen olduğu bilim toplumlarında yaşayabilir sizin de torunlarınız. Hayat hep kötü sürprizler yapmaz oğlum. Bir sabah elinde harika bir paketle kapını çalar ki, sadece kalp atışından yekpare gümbür, gümbür bir adama dönüşürsün. Annenle ilk karşılaştığımız gün yaşattı bana bunu. O zaman geldiğinde, annenin sana veremediği ama kalbindeki altın sandığa sakladığı sevgi tanelerini bulup bulup çıkaracak, aşık olduğun kadına vereceksin. Mutlu olmayı hak etmek istiyorsan üzüntüye, beyazı seviyorsan siyaha, yazı seviyorsan kışa katlanmalısın. İleri gideceksen her adımda bir ayağının arkada kalmasından güç almalısın. Kendi mutluluğunu yaratan insanlar sevmedikleri her renk, beğenmedikleri her mevsim ve her duyguda tadabilecekleri bir parça çikolata taşırlar ceplerinde. Hatta öyle zamanlarda çikolata ile bir fincan kahvenin cezvesini, suyunu ve közünü taşıyanlar da vardır. Unutma, herkesin bir annesi, bir de babası vardır. Ama gerçekten babalık yapmak istersen sadece dünyada edindiklerin yetmez oğlum. Bunun için, galaksinin bir köşesine gizlenmiş, küçük ve şefkatli bir yıldızın etrafında dönen ve sadece sana ait olan o hüzünlü gezegende yüreğini pişirip gelmelisin. Oraya nasıl ulaşacağını kendin bulacaksın. Ve çoktan gittiğimde, toprak olduğumda, yine bir babalar gününde başucumdaki taşa yaslanıp bana anlatacaksın. Babalar günüm kutlu olsun oğlum. Fuat Sezer

  • Borçlusun

    Erik çiçek açmış da bahçenin kıyısında Sen ona hiç bakmadan geçmişsen oracıktan Leylek dansa durmuş da bacanın tepesinde O baharlım laklakını durup dinlememişsen Şakır şakır bir tren bir gece köprüsünden Islıkla dalmamışsan gurbet türkülerine Akasya, mor akasya, ak akasya sarı sarı sarkmış da bahar mavilerinden Yaşamak ne güzel şey diye ağlamamışsan Çocuklar birdirbir oynuyorlar da çöplük arsada Dikilip yanıbaşlarına göğüs geçirmemişsen Yanından geçip gitmiş de çilekçinin arabası Kaçtan veriyorsun hemşerim diye yutkunmamışsan İskelenin tepesinden türkü döken gurbetçi gence Varolasın koçum benim diye el sallamamışsan Bahar dalı gömleğiyle utangaç bir uçurtma Bu ne şıklık delikanlım diye laf atmamışsan Ve çapkınca bakmamışsan Göğsü domur domur yeniyetmeye Sesi bam bam Sesi ramazan topu Kendini Herkül sanan delikanlıyı Yaştaşınmışçasına süzüp selamlamamışsan Öpmemişsen gözlerine bakıp duran bir gözleri şenlikliyi Yaşama itmemişsen iter gibi denize Girmemişsen koluna bir yıkılmışın Yalanla da olsa avutmamışsan umutsuzu Su diyene bir avuç su Bir yaralı parmağa işememişsen Kolay gelsin dememişsen taş kıranlara Günaydınsız bırakmışsan bahçe bezeyenleri Eğilip koklamamışsan çitten gülen çiçeği Bayram bayram donanmamışsan Sevinciyle dostlarının Acısını dostlarının Yüreğinde duymamışsan Kapı kapı dolaşmamışsan iş dilenerek İşsizliğe düşmemişsen hakkım dedikçe Ve bayraklı pankartlı yürüyüşlere Halaylı horonlu grev şenliklerine Katılmayı aşk gibi duymamışsan şuranda Ağrın ağrım Acın acım Dememişsen insan kardeşlerine Ve dilinin en görkemli Ve dilinin bando-davul sövgülerini Sıralayıp sallamamışsan deyyuslar saltanatına Hangi yaşta olursan ol Kardeşim Kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına Evin yolunu şaşırmamışsan Sende iş yok be kardeşim Sen artık hapı yutmuşsun Borçlusun sen ağaçlara kuşlara Borçlusun sen trenlere otobüslere Yağan kara esen yele borçlusun Borçlusun sen her şeye Gözdeki ışıltıya Alındaki çizgiye Eldeki şaşkınlığa Borçlusun her şeye Kardeşim Yaşamın kendisine... Filizkıran Fırtınası, 1977

  • DEVLETLER HUKUKU ve DEMOKRASİ

    Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor… Devlet için şöyle bir tanım yapılabilir: Devlet, kendine bağlı insanların güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş etkin bir sosyal örgütlenme biçimi, en yüksek düzeyde ve diğerlerini kapsayan bir egemenliğe, uygulanması meşruluğu sağlayan belirli hukuk kurallarına bağlı sivil toplumun kendi kendisinin bilincine varmasını ifade eden belirli bir toprakla sınırlı bir örgüt, kurumsallaşmış, tüzel, meşru ve hukuk iktidarıdır. Devlet kavramı soyut olmayıp belirli sosyal koşullarda ve tarihsel konumda ortaya çıkan somut bir gerçektir. Avrupa'da modern devletin oluşumu ve iktidarın kurumsallaşması ortaçağın sonundan itibaren beliren bir dizi koşulun sonucunda ortaya çıkmış. Feodalizmin yıkılışıyla, kapitalizmin egemen oluşu, monarşilerin toprak bütünlüklerini sağlayarak ulusların oluşması ve ulusal birliğin bilincine varılması, siyasal felsefede halk egemenliği ve sözleşme teorilerine doğru bir gelişimin görülmesi yani egemen prens ya da hükümet değil de halkın kendisidir gibi... Devlet kavramı Yunan sitelerine ya da Roma’ya kadar gitse de çağdaş devlet kavramı, 17.Yy’da evrensel egemenlik ütopyasına karşı oluşmuştur. Modern devletin iki temel niteliği vardır. Bir demokratik olması, iki hukuk devleti olması. Devlet, ister tek ister federe devletlerden oluşmuş bileşik federal bir devlet olsun, ancak şu üç koşul bir araya geldiğinde varolabilir; bir, devletin üzerinde yerleştiği ve yetkilerinin kullanılışının sınırlandığı toprak parçası yani ülke, iki, bu ülke üzerinde oturan ve gerek ırk, dil, din gibi ortak özellikleri ile ya da aynı gelenek ve görenekler, aynı yaşayış biçimi özellikle yaşama iradesiyle bir ulus oluşturacak biçimde birleşmiş bir topluluk yani ulus, üç, ulusun ülkesi üzerinde sürekliliğini ve varlığını sürdürmeğe yönelen bir hukuksal, politik örgüt yani iktidar. Sosyolojik açıdan devlet olabilmek için gerekli bu üç koşula bir dördüncüsünü eklemek gerekiyor. O da iktidarın gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü toplumsal, siyasal ve hukuksal düzendir. Uzun çağlar hâkim olmuş liberal devlet anlayışına göre, devlet yalnızca iç ve dış güvenliği ve toplum içinde temel düzeni sağlamakla görevliydi. Devlet kişilerin ve diğer kurumların faaliyet alanlarına müdahale edemezdi. 20.Yy’ın başından beri kapitalist ekonomik sistemin kendi iç çelişkilerini aşabilmek için devlet müdahalesine gitgide artan bir biçimde gereksinme duyması, demokratik görüşlerin gelişmesi ve sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla devlet yeni bir görünüm kazanmıştır. Modern devlet kavramı, feodalitenin yıkılması ve kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı. Fakat kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerini ortadan kaldırmak için geliştirdiği demokrasi ne kapitalist demokrasi ne de kapitalist devletçilik bu iç çelişkileri ortadan kaldırmak için yeterli olmadı. En başta kapitalizmin kurucusu Adam Smith hem devletin faaliyet alanlarını sınırlarken hem de devletin içinde serveti olan bireyleri devletle özdeşleştirerek bu çelişkiyi ortaya koyuyordu. Daha sonra kapitalizme tepki olarak doğmuş olan sosyalizmin en önemli temsilcilerinden Lenin de, dünyanın aslında sadece emperyalist devletler tarafından sömürülen devletlerden oluştuğunu gösteriyordu. Marksizme göre emperyalizm kapitalizmin son aşamasıydı ve bu aşamadan sonra sosyalizm gelecekti. Kapitalizmin yaşadığı iç çelişkiler karşısında bazı kapitalist düşünürler bile Marks’ın geliştirdiği kavramları kullanmaya başlamışlardı. Mesela, ünlü kapitalist düşünür Sismondi İngiliz işçilerinin yoğunlaşan yoksulluklarını görmüş ve kapitalizme karşı tavır alarak devlet müdahalesini önermişti. Sismondi İşçiler için işsizlik ve hastalık ödemelerinin yasallaştırılması yoluyla sınıflar arası uzlaşmanın sağlanacağını savunmaktaydı. Liberalizm devleti sınırlarken bir şey daha geliştiriyordu, bireyciliği... Liberalizm ve kapitalist gelişmelere karşı tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm de aslında liberal görüşle aynı felsefi kökenden gelmekteydi. Bu da doğalcı felsefedir. Karl Marks bunu gizlememişti. Sosyalist öğreti geliştirilirken kapitalizmin iç çelişkileri ve kapitalist düşünürlerin fikirlerinden yararlanıldığını söylemiştir. Öte yandan Kant, Hegel, Fichte gibi devletçi Alman düşünürlerinin görüşleri de sosyalizmin bir akım olarak filizlenmesinde etkili olmuştur. Marks, kapitalizmden sosyalizme geçilmesini, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerden yani kapitalistlerden alınıp bütün topluma aktarılması ile siyasal iktidarın burjuvazinin egemenliğinden kurtarılarak işçi sınıfına verilmesini ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulmasını önermekteydi. Lenin’in tarihteki rolü ise işçi sınıfının devletle ilgili görevinin devlet mekanizmasını yıkarak proletarya diktatörlüğü kurulmasını göstermek olmuştu. Marks ile Engels’in birlikte yazdıkları Komünist Partisi Manifestosu’na dayanarak 1918’de yayınladığı kitapta Lenin, devletin kuruluşunda proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmasıyla ilgili savı temellendirmiştir. Marksistlere göre özel mülkiyetli ve sınıflı bir toplumda devlet diktatörlüktür. Devlet yönetici sınıfın bir sömürü aracıdır. Yönetici sınıfa egemenlik sağlayan devletin ortaya çıkışı, ordusu, polisi, hapishaneleri ve çeşitli zorlayıcı kurumları olan özel bir kamu otoritesinin biçimlenmesiyle oluşmaktadır. Proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşilerden veya tiranlıktan ayrılan özelliği ise geçici oluşu, toplumsallığı ve sınıfa dayanmasıydı Marksistlere göre. Sosyalist öğreti, 20.Yy başlarında bilindiği gibi önce tek bir ülkede yani Sovyetler Birliği’nde, sonra da birçok ülkede yeni bir devlete model olurken kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısına da etkide bulunmuştur. Kapitalizmin gelişiminin yarattığı dengesizlikler, krizler ve büyüyen eşitsizlikler devletin müdahaleci bir görünüm kazanmasına, karma ekonomik sistemin ve sosyal devlet anlayışının yaygınlığına yol açmıştır. Ancak birçok ulusun bir araya gelmesiyle ilk sosyalist denemeyi gerçekleştiren Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin sonundaki likidasyondan sonra yeni bir yapılanmaya gidildi. 21 Kasım 1991’de hukuken son bulmasından sonra sosyalist birlikten kopan ülkeler bir araya gelerek aralarında yeni örgütlenmeler meydana getirdiler. Eski Sovyetler Birliği’ne bağlı 11 ülke Almatı toplantısında yeniden bir araya gelip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuştur. Sovyetler Birliği’nin tasfiye süreci ile ulus-devlet, ulusal doktrin, milliyetler meselesi gibi konular yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden tartışılıp gündeme taşınan milliyetler sorunu konusu hatırlanacağı gibi aydınlanma felsefesi ve modernizmin dayandığı ilkelerden bir tanesiydi. “Ulusal Sorun” başka bir yazı konusudur… Bilimsel sosyalizmin biraz önce sözünü ettiğimiz üç ana özelliğinin ilk habercisi de yine Fransız Devrimi’nin “sosyal demokrat” Jakobenciliği ile Babeuf’ta biçimlenen “komünist” başkaldırma düşüncesidir. Ancak bu görüşler Blanqui’nin etkisinde önce anarşizm sonra Leninist bakış doğrultusunda işçi sınıfı temelinde gerçekleştirilmiştir. Fransız İhtilali’ne yön veren, etkileyen Montesquieu’nun ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleridir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde devletin insanlar arasında kollektif iradenin sonucu birliktelik olduğunu ortaya koymuş ve egemenlik kavramına açıklık getirmiştir. Montesquieu ise devlet iktidarının yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrımına dayanması gerektiğine dikkat çekmiş giderek bu görüşleri Fransa’da devrimden önce mutlak monarşik devlet yapısını derinden sarsmıştır. Mutlak monarşik sistemler kralın egemenliğine dayanmaktadır. 1789 Fransız burjuva insan ve yurttaşlık hakları bildirgesindeki haklar Marksist düşünürler tarafından da yorumlanmış ve insanın insanı sömürmesinin önündeki en büyük engel olan temel özgürlüklerin ancak sürekli ve sınıf bilinçli mücadele yoluyla kazanılabileceği ifade edilmiştir. Lenin’e göre proletarya sınıfı için gerçek demokrasi de burjuvaziye karşı uygulanan diktatörlüktür bu anlamda... Fransız Devrimi krallığın ve feodalitenin egemenliği altındaki halkların ulusal devlet kurma hakkını savunmuştur. Bu sürece giderken hangi gelişmelerin etkisi olmuştu, hatırlayalım. Fransız ihtilâlinden önce Fransız toplumu üç sınıflı bir toplumdu. İlk ikisi imtiyazlıydı: Asiller ve Rahipler. İlk iki ayrıcalıklı zümrenin dışında kalan kesim ise “tiers etat” adıyla “halk”tan oluşmuştu. Halk ise orta ve küçük burjuvalardan, köylülerden ve işçilerden meydana gelmekteydi. Feodalist ortaçağ topluluğunun başını kral çekmekteydi. Kral mülk ve üretim araçlarının sahibi olan sınıfların çıkarlarını gözetirdi. Emekçilerin tamamı ise tiers etat içinde yer alıyordu. Emekçiler başından beri tiers etat içinde yer alan burjuvalarla kendi çıkarlarının çeliştiğinin bilincine varmış değillerdi. Ta ki Babeuf, Blanqui, Saint-Simon, Fourier gibi ütopik sosyalistlerin ve Marksist düşünürlerin ortaya çıkışlarına kadar... Burjuvazi ekonomik ve sosyal imtiyazları temsili demokrasinin ve burjuva hukukunun oluşturulmasıyla sağladı. Aslında burjuvazinin getirdiği evrensel akılla insana bakış soyuttu. Burjuvaların “millet” adını verdikleri kavram ise hukuk bakımından eşit ve bölünmez bir bütün yani soyut anlamda halktır. 18 ve 19.Yy’larda emperyalizme karşı bilinçlenmiş sosyal sınıflar için “milli egemenlik” teorisi ise soyut halk anlayışından ileri gelmekteydi. Ta ki sömürülen halkın kendini “proletarya” diye tanımlayarak örgütlü sınıf niteliği kazanmasına kadar... Oysa 1789 Fransız Devrimi’nin kurucuları için halk hiçbir ayrılık ve bölünme ifade etmeyen bir bütündü. Evrensel akıl ise burjuvazinin çıkarlarına denk düşüyordu ve aklın egemenliği burjuvazi açısından egemenliğini sürdürmek anlamına geliyordu. Marksist düşünürler için Fransız kurucu meclisinin milli egemenlik kavramına karşılık Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “halk egemenliği” kavramı önemliydi. Çünkü Rousseau, burjuvalara göre daha devrimciydi ve küçük burjuvaların çıkarlarını temsil ediyordu. Mutlak demokrasiden yana olan ve ihtilalin başlarında cumhuriyetçilerin radikal kanadı olarak rol oynayan Jakobenlerin görüşlerini dile getiriyordu. 19.Yy’a kadar başta yasama yetkisi dâhil bütün yetkilerini tanrıdan aldığını iddia eden kralın iktidarına karşı önemli bir adımdı bu. 1302 yılında kurulmuş olan ve İmtiyazlı sınıfların temsil edildiği “etats generaux” meclisi ise temsili bir siyasal danışma organıydı sadece. Meta üretiminin giderek artması ve ticaretin büyümesiyle asiller ile ruhban sınıfı dışında gelişmeye başlayan burjuva sınıfı 17.Yy’dan itibaren mecliste daha fazla temsil edilme olanağı buldu. 17 Haziran 1789 tarihinde de Fransız kurucu meclisi “millet meclisi” adıyla değiştirilmiş ve oluşturulan komisyonun hazırladığı anayasa bildirisiyle kralın yetkileri bu meclise geçmiştir. Feodalitenin egemenliğinden millet egemenliğine dönüşüm insanlık tarihi açısından da bir dönüm noktası oldu. 1789’da ilan edilerek 3 Eylül 1791 tarihli Fransız anayasasıyla güvence altına alınan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde mülkiyet, özgürlük, güvenlik, baskıya karşı direnme gibi ileride işçi sınıfının da önünü açacak bazı temel insan hakları kabul edilmiştir. Jean-Jacques Rousseau bireylerin doğuştan özgür olduğunu ancak üretimin gelişmesiyle birlikte eşitlik ve özgürlüklerin ortadan kalktığını ve herkesin katılacağı toplumsal bir sözleşme ile özgürlüğün yeniden sağlanacağını ileri sürmüştür. Rousseau toplumlar kalabalıklaştıkları için Eski Yunan sitesindekine benzer doğrudan demokrasi biçiminin, kararlara doğrudan katılımın ve eşitliğin ancak oybirliği ve temsilciler yoluyla sağlanmasından yanaydı. Güçler ayrılığı düşüncesini ortaya atan Montesquieu ve Emmanuel-Joseph Sieyès gibi düşünürler ise yönetimde soylularla birlikte burjuvaların yer aldığı ılımlı bir anayasal monarşiyi savunuyorlardı. Kısaca öncelik ve ilkelerine baktığımızda, klasik ya da liberal demokrasi özgürlük ve katılım, Marksist demokrasi bağımsızlık ve kurtuluş, modern yani sosyal demokrasiler de temsil içermektedir. 1789 insan hakları bildirgesi iktidara karşı bireyin haklarını genişletme yanlısı bireyci ve burjuva özgürlük anlayışını yansıtan bir belgedir. Temsili demokraside halk temsil etme yetkisini parlamentoya ve vekillere veriyordu. Sınırlı temsil ulusal egemenlik teorisiyle yerini toplu temsile bırakmıştır. Artık halkın siyasal iradeye sahip olup olmadığı veya iradesinin ne kadar yansıtılacağı sorunu büyük topluluklar söz konusu olduğundan genel oy ve siyasal partilerin konusuymuş gibi görünüyor. Yani siyasal partilerle demokrasiyi sağlama durumuyla karşı karşıya kalındı. Bu Montesquieu görüşlerine yakın bir yaklaşımla burjuva toplum örgütlerinin ya da seçkinlerinin veya baskı gruplarının temsil edilmeleri demek. 18.yy’ın burjuvazisi açısından ulus-halk kavramı herkesi içeren soyut bir ifadeydi. Yani halkı oluşturan bireylerin birbirlerinden farkı olmadığı düşünülüyordu. Amaçlanan da aslında bu yaklaşımla halkı yönetmekti. Tabii iktidarı da halktan korumak. Oy hakkı bile tanınmamıştı halka. Jean-Jacques Rousseau’nun halk egemenliği kavramıyla geniş halk kitleleriyle gerçek halk arasındaki boşluğu sembolik olarak dolduracak oy hakkı tanınmıştır. Oysa 1789 burjuva insan hakları bildirgesi Rousseau’dan çok direktuvar üyesi burjuva sınıf temsilcisi E. Sieyes’ten etkilenmiş ve egemenliği doğrudan doğruya halka değil millet tüzel kişisine tanımıştır. Böylece burjuvaziye egemenlik sağlanmıştır. Yani Fransız Kurucu Meclisi halk kavramını soyutlaştırmıştır. Millet kavramı ise “yaşamış ve yaşayacak kuşakları içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden, kendisini teşkil eden gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişiliğe ve iradeye sahip olan bir tüzel kişilik” olarak kabul edilmektedir. Halkı da kapsayan ama halkın üstündeki bir tüzel kişilik... Bu anlayış sonucunda halk adına kanun yapanlar millet temsilcileri sayılacak ve bağımsızlaşacaklar halkın çoğunluğunu temsilden de yoksun bırakacaklardı. Açıkça burjuva egemenliğinin meşruluğu demekti bu... Bu açıdan da getirdiği haklarla bu bildiri bir hukuk belgesinden çok bireyci dünya görüşü ile felsefesini yansıtan belge niteliği taşımaktadır. Jakobenlerin ise egemenlikle ilgili tutarlı görüşleri yoktu. Demokrasiye bakışları burjuva koşullarının zorlamasıyla değişen sosyal demokrasi denemesine benzer küçük burjuva ve kaypak bir demokratlıktı. Gracchus Babeuf ise başlarda Jakobenizme bağlı olmakla birlikte eşitlik ilkesine yeni bir yorum getirerek Babuvizmin temellerini atmıştır. Babeuf’a göre yasalar önündeki eşitlik şekli eşitlikti. Gerçek eşitlik ise “üretimden eşit pay almak” demekti. Marks kollektif mülkiyeti savunan Babeuf’u kapitalizmin azgınlaşmadığı dönemden bir bilimsel sosyalizm habercisi olarak kabul etmiştir. Devletle ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerine bakalım biraz da... Devletin doğmasından sonra dört unsur biraraya geldiğinde devlet kavramı ortaya çıkıyor. Devletler de ortaya çıkarken büyük mücadeleler veriyorlar. Asli doğanlar dışında fer’i doğan devletler başka devletlerin zararına doğuyorlar. Devlet ister asli, ister fer’i doğsun, uluslararası tanınma yani enternasyonal unsur gerçekleşmeden diğer devletlerle ilişkilere girmesi güç oluyor. Tanıma da iki şekilde oluyor. Biri hukuki tanıma, diğeri fiili tanıma. Bugün için en geçerli tanıma hukuki tanıma biçimidir. Bunun için devletin Birleşmiş Milletler’e üyeliğinin kabul edilmesi yeterli görülüyor. Yani hiçbir devlet dünyada tek başına hareket edebilme serbestisine sahip değil. Devletlerin uluslararası devlet hukukuna göre hareket etmesi gerekiyor. Bir devlet doğumundan sonra diğer devletlerin bazıları tarafından tanınabilir. Bu fiili tanıma biçimidir. Tanıma bir de sonuçlarına göre çeşitlenebilir. Bunlarda devlet içindeki grupların tanınmasıdır. Ülke içinde çıkan bazı karışıklıklar sebebiyle doğan bazı hareketler uluslararası camiada isyan kabul edilebilir. İsyan eden gruba asi sıfatı tanınabilir. Uluslararası camiada asi sıfatının tanınması o gruba birtakım haklar sağlıyor veya sağlaması gerekiyor diyor hukukçular. İsyan eden gruplar ülkenin bir parçasını düzenli bir şekilde hâkimiyetleri altına alırlarsa bu gruplara da diğer devletler muharip sıfatını veriyorlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin durumu böyleydi. TBMM hükümetini Afganistan, Pakistan ve Fransa tanımıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Çekoslovakya ve Polonya gibi ülkelere ulusluk sıfatı tanınmıştı ve bu tür tanınma hukukçu çoğunluk tarafından da benimsenmiştir. İktidarların tanınması için bugün kabul edilen hâkim görüş ise günümüzün koşullarını yerine getirmeleridir. İktidarın tanınması her ne kadar devletlerarası hukukta devletin tanınması kadar önem taşımıyorsa da uluslararası hukukun bir sorunu olarak görülmüştür. Modern devletin dediğimiz gibi iki temel niteliği bulunmalıdır. Birincisi demokratik olması, ikincisi hukuk devleti olması. Devletin hem demokratik hem de hukuka uygun olması da doğrudan iktidarı ilgilendiriyor. Bu da her şeyden önce tabii bir ideoloji sorunu. Kapitalizmin devletin faaliyet alanlarını adalet ve yönetim işiyle, ulusal savunma ve eğitimle sınırlamasına karşın sosyalizmde faaliyet alanı genişlemiş ve bütün alanlara girmiştir. İster batılı demokrasiler olsun, ister Marksist demokrasi olsun bütün demokrasi biçimleri sonuçta uygulandıkları aşamada değerlendirilirler. Zira bütün demokrasiler özünde halkın iradesini yansıttığında değer kazanırlar. Marksist düşünürlerin belirttiği gibi bugün uluslararası hukuktan sözediliyor ama uluslararası devletlerden de sömüren ve sömürülen diye bahsedilebiliyor. Rosa Luxemburg’un ulusların savaşının emek ile sermaye savaşına dönüşmesi nitelemesindeki gibi, bundan da en büyük zararı uluslar değil hiç kuşkusuz sömürülen emekçi kitleler görüyor. Türkiye 1923’e kadar devlet olmanın unsurlarından biri olan enternasyonal unsur yani uluslararası tanınma unsurunu taşımadığından devlet olma niteliğini elde edememiş ancak 1932’de Birleşmiş Milletler’e üye kabul edilmesinden sonra hem tanınma hem de devlet olma niteliği gerçekleşmiştir. 1923’te TBMM ile yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı konvansiyonel rejim tarzında bir yönetim kurulmuştur. 1933’ten sonra Avrupa faşizmin etkisi altındaydı. 1933’te Almanya 1934’te de İtalya faşizmi hem Avrupa’yı hem de Ortadoğu’yu tehdit ederken Türkiye istikrarlı ve güçlü bir ülke görünümüyle bütün barışçı amaçlı anlaşmalara katılarak savaşın dışında kalmaya çalıştı. Tabii Türkiye’nin bütün anlaşmalara katılabilmesi ve dış ülkelerle ilişkiye girmesi 1923’te kurulmasından sonra 1932’de de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmesi ve uluslararası alanda tanınması yoluyla olmuştur. Fransa’da gerçekleşen burjuva devrimi hem reform ve rönesans ile birlikte dünyanın laikleşmesini hem de dünyanın coğrafi olarak büyümesini sağladı. Siyasal gelişmeler özellikle Avrupa’da ulus-devlet olgusuyla tanışılmasını ve bununla birlikte yeni ulus devletler de ekonomik zenginlik, askeri ve siyasal güç gibi kavramlar ortaya çıkmasını da sağladı. Ulus-devlet demokrasinin ilk uygulama biçimlerini getirmiştir ama ulusların birbirleriyle bu kavramlar ışığındaki üstünlük mücadelesi sonucunda faşizm olgusunun türemesi de gerçekleşmiştir. Avrupalı ulus-devletle ilgili zenginlik ve güç gibi kavramlar bunların kime ait olacağı sorusunu da getirmiştir. Egemenlik dolayısıyla siyasal gücün diğer deyişle siyasal iktidarın kime ait olacağı sorusudur bu... Bireysel iktidar ya kol gücü, zekâ, silah, zenginlik ve bunların sonucunda elde edilen sosyal güce dayanıyordu ya da daha güçlüye boyun eğme, zorunlu saygı ve sempatiye... Ya devletle ilgili olan iktidar yani kurumsal iktidar kime ait olmalıydı? Buna verilecek yanıt aslında demokrasinin orada olup olmadığının da bir işareti olacaktır. 18.Yy’a kadar iktidar hep tanrıya ait olmuştu. Krallar, imparatorlar ise hep tanrının dünyadaki temsilcileri olduklarını iddia etmişlerdi. Yönetilenler ise ya tanrıya olan inançlarından ya da baskı altında krallara imparatorlara boyun eğmek zorunda kaldılar. Eski Yunan ve ortaçağda gelişme gösteren demokrasi ile teoriler 18.yy’dan önce kralın iktidarını devirmeye kadar varmamıştı. Fakat 18.yy burjuva devrimi bir gerçeği ortaya atmıştır. O da 18.yy düşünürleriyle özellikle Jean-Jacques Rousseau’yla ortaya konan iktidarın halka ait olması görüşüdür. Ulus ve halk egemenliği kavramları da bu görüşün savunulması sonucunda gelişmiştir. İlkel toplumlarda iktidarın grubun kabul ettiği bireyde somutlaştığı görülürken özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla yani prekapitalist kollektif mülkiyetten özel mülkiyete geçişle birlikte iktidarın birey ya da bireylerde somutlaştığı görülür. İlkel kölelikten feodal beye bağlı köleliğe geçiş sadece özel mülkiyete yani toprağa sahip olan feodal beyin iktidarını değil din ve askeri güce sahip kilisenin ve asker iktidarın ortaya çıkışına da neden olmuştur. İktidarın birey ya da bireylere ait oluşu bireylerde aşırı bir bağımsızlık doğurmuş, iktidarın toplumun iradesini yansıtabilmesi için bir kurumsallaşmaya yani iktidar için uzmanlaşmaya gidilmesine gerek duyulmuştu. Bunun sonucunda ortaya çıkan iktidar da hukuk iktidarıdır. İktidar kavramının geliştiği bu tarihsel süreç içerisinde batıda iktidar biçiminin gelişimi ile üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi arasında sıkı bir ilişki olmuş ama hiçbir zaman hiçbir iktidar bütün toplumun iradesini yansıtabilme başarısını göstermemiştir. Günümüzde endüstriyel toplumlarda yerinden, özyönetim ya da baskı grupları örneğin basın-yayın ve stk’larla yönetime katılım (non-governmental organizations) gibi aslında sadece devletin özeksel yapısını etkilemeye dönmüş çeşitli özerklik çağrıştıran modeller denenmekte. Halbuki görünen o ki kamusal alan daraltılarak sosyal kazanımlar artık elden çıkmaktadır. Yani özünde hepsi temsili olmakla birlikte sözde doğrudan demokrasi için yapılanan yenilikçi hareketlerin birçoğu zaten büyük burjuvazi tarafından etkisizleştirilmiştir o da ayrı bir konu... Doğrudan demokrasi dünyada artık sadece birkaç İsviçre kantonunda kalan bir uygulama olarak bilinir. Yerini alan temsili demokrasi ise iktidarları güçlendirebilecek yeni sistem olarak görülüyor. Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor… Tamer UYSAL

  • ATİLLA

    çizgiROMAN Hun İmparatoru Atilla'yı çizgi roman tadında okumak ister miydiniz? * Çizgi romanlar, filmler gibi örneklerin arasından klasiklerinin yanısıra yeni kuşak, özgün olanlardan titizlikle seçilir. *Denenir *Okunur *Sonra önerilir. YİNE DE ÇİZGİ ROMANLAR bizim hazırladığımız değil, başka sayfalardan alınır, o nedenle KENDİ İNCELEMENİZİ DE YAPINIZ.

  • PARYA

    Bütün masalları tutuştu çocukluğumun Acıyı bir mayın gibi gömdük toprağa Şimdi alevlerle yazılıyor güncemiz Göçüyoruz Yürek bir yangın yeridir artık Kalmadı ardımızda su dökenimiz Yıllarca sırtımızda taşıdığımız kambur Korku bir mevtadır artık gecenin kollarında Bir eylül dolunayına defnolunur Göçüyoruz Bir çocuk gibi elinden tut Yıkılmış ve yakılmış anıların Bir tutam kuş sesi sür damarlarına Git kendi rüzgarını bul usul Yüreğini yokla bir parça umut kalmıştır belki Yolların nabzını dinle dağların uğultusunu Koyaklar yankımızı saklar dönüşümüzü bekler Kırlangıçlar unutmaz adresimizi Tarihin tabanları sızlıyor artık Sararmış o kirli belgelerle yaşıttır gurbet Yollar çok eskiden tanıyor bizi Göçebe bir paryayız sanki Nerede konaklasak kesik bir kol gibiyiz Kimseler bilmiyor bu susuşlar nereli Bir kilim deseni anımsatıyor çocuklara Nüfusa kayıtlı oldukları yeri Bir çağın son çeyreği yanlış kurmuş denklemi Patikayla dağları ayrı şeyler sanıyor Acıyı unutuyor hesaba katmıyor toprağın belleğini Ey yaraları sağaltan zaman ey kalbim Tez elden hükümsüz kıl kalıcı olmasın bu şiirim

  • İlk Kurşun ve Gazeteci Hasan Tahsin

    -15 Mayıs 1919 Emperyalist işgalci kuvvetlere karşı İzmir'de ilk kurşun Şair Nevzat Çelik şiirinde “Pencerenizden dışarı baktığınızda güneşini saklamıyorsa GÖKYÜZÜ sizden kıyılarınızdan çekilip gitmiyorsa DENİZ terk eden sevgililer gibi ıslak utancından kanatlarını çatılarınıza bırakıp kaçışmıyorsa KUŞLAR Ve apak karınlarındaki dinamit yaralarını sofralarınızdan saklıyorsa BALIKLAR ve korku sarısı yüzlerinize birer tokat gibi inmiyorsa ŞAFAKLAR birileri yaşadığınız günlerin DİYETİNİ ödediği içindir...” der. İşte bizler için, bu günler için diyet ödeyenlerden birisi, Emperyalist işgalci devletlere karşı özgürlük ve bağımsızlığın ilk kurşunlarından birisini atan, özgürlük ateşini yakan genç bir gazeteci “Hasan Tahsin” veya diğer adı ile “Osman Nevres’i, Özgürlük ve Bağımsızlık Mücadelesinin ilk kurşununu attığı 15 Mayıs 1919 tarihinden 102 yıl sonra sevgi ve saygı ile anıyoruz. Peki Hasan Tahsin kimdir? 1888 yılında Selanik’te doğmuştur. Gerçek adı Osman Nevres’tir. İlk, orta ve lise eğitimini Selanik’te Fevziye Mektebi’nde bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş ve Talat Paşa’nın sivil muhafızları arasında yer almıştır. Eğitimini tamamlamak üzere Avrupa’ya giden Osman Nevres, Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler bölümünde öğrenimini sürdürmüştür. Paris’te okuduğu dönemde, Trablusgarp'ı işgal etmiş olan İtalya'yı protesto etmek için, Mısırlı öğrenci lideri Şeyh Dayef ile mitingler organize etmiştir. Kendisine burs sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti adına Paris'te görev yapan Hasan Tahsin, Teşkilat-ı Mahsusa adına da vazifeler üstlenmiştir. İstanbul'a döndükten sonra, Osmanlı Devleti aleyhine Balkanları karıştıran İngiliz istihbarat teşkilatı adına çalışan Buxton kardeşlerin bu faaliyetlerini önlemekle görevlendirilmiştir. Buxton kardeşlere Bükreş'te bir tünelde suikast düzenleyen Hasan Tahsin, 10 yıl hapis cezasına mahkûm edilmiştir. 1916 yılında Almanya'nın Balkanlara girmesi nedeniyle serbest kalarak İstanbul'a dönmüştür. Yurda döndükten sonra, verem tedavisi için İsviçre'ye gitmek zorunda kalınca, tanınmamak için pasaportuna Hasan Tahsin'i yazdırmış daha sonra hep bu adı kullanmıştır.. Aydoğan Yavaşlı tarafından kaleme alınan, "Ben Hasan Tahsin (İzmirli Çocuk)" isimli kitapta ise bu olay şöyle anlatılmaktadır: 1914 yılı başları, Osman Nevres İstanbul’a döner. Hacı Adil Bey bir gün onu çağırır. Şişli’de bir apartman dairesinde görüşürler. Eşref Bey, Hacı Adil Bey ve Osman Nevres kalır odada, ötekiler dışarı çıkar. Eşref Bey Teşkilat-ı Mahsusa’nın reisi olarak tanıştırılır. Teşkilat-ı Mahsusa ile tanışması böyle olur. Osman Nevres, Hasan Tahsin adını Teşkilat-ı Mahsusa’ya girmesiyle alır. Çünkü yeni bir kimlik ile birtakım çalışmalar yapacağı söylenir. “Adınız Hasan Tahsin. Bükreş’e gideceksiniz ve… Balkan ülkelerini bize karşı kışkırtan bu iki belayı bir biçimde zararsız hale getireceksiniz.” 1918 ‘de yurda dönmüş ve İzmir’de İttihatçı arkadaşlarıyla birlikte Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin yayın organı olarak 6 Mayıs 1919 tarihine kadar “Hukuk-ı Beşer” isimli gazeteyi çıkarmış ve başyazarlığını yapmıştır. İzmir’in işgalinden bir gün önce, düşmana karşı koyma ve vatanı savunma hareketi için toplanan ve Redd-i İlhak Beyannamesi’ni hazırlayan vatansever aydınlar arasında Hasan Tahsin de yer almıştır. 15 Mayıs 1919’da Yunan kuvvetleri İzmir’i işgal ederken Kordon boyunda işgal askerlerinin üzerine ateş açmış, Yunan bayrağını taşıyan süvarinin ölümüne, bazılarının da yaralanmasına sebep olmuştur. Bu sırada işgal kuvvetleri askerleri tarafından kurşun yağmuruna tutularak şehit olmuştur. Döneminin başarılı gazeteci ve yazarlarından biri olan Hasan Tahsin, ülkemizin işgal altında olduğu milli mücadele döneminde, halkının zaferi için çalışmış ve bu yolda şehit düşmüştür. Hasan Tahsin’i bu denli önemli kılan şey ilk kurşunu atarak milli mücadeleyi başlatmasının yanı sıra, 31 yaşında yüzlerce kişilik işgalci emperyalist Yunan taburuna karşı özgürlük ve bağımsızlık uğruna korkusuzca karşı çıkmasıdır. Bu cesaret onu milyonlarca insana sevdirmiş direnişi özgürlük fitilini ateşlemiştir. Bu olaydan 4 gün sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a çıkarak özgürlük mücadelesini başlatmış ülkenin her yerinden kadın erkek çoluk çocuk yaşlı genç herkesin katılımı ile ülke bağımsızlık mücadelesi vermiş 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in Kurtuluşu ile bağımsızlık mücadelesi başarı ile sona ermiştir. Emperyalist işgalci devletlere karşı İlk Kurşunu atarak bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini başlatan gazeteci Hasan Tahsin’in adı birçok yerde yaşatılmaktadır. Mavi göklerinde güvercinlerin barış, martıların özgürlük türküleri söylediği İzmir Konak Meydanı’nda, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve İzmirlilerin katkısı ile 1974 yılında anısına” İlk Kurşun” anıtı dikilmiştir. Anıt, işgale karşı direnişinin simgesi niteliğindedir. Yüksek bir podyum üzerinde granit kaidede Hasan Tahsin bir elinde bayrak diğer elinde silahı ile tasvir edilir. Kaidesi Mimar Harmi Hotan, anıt heykeltıraş Turgut Pura tarafından yapılmıştır. Mermer kaplı kaidenin iki yanında Kurtuluş Savaşı'nda halkın verdiği mücadeleyi anlatan sahneler yer almaktadır. İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından her yıl 15 Mayıs’ta anma toplantıları düzenlenmekte ve adına çeşitli dallarda ödüller verilmektedir. Tarih biat edenleri değil direnenleri yazmaktadır. Anısı karşısında saygı ile eğiliyoruz. (Semihat Karadağlı ) KAYNAKLAR: 1.Selahaddin TANSEL:Mondros’tan Mudanya’ya Kadar Cilt :1 M. E. B. Yayınları İstanbul,1991 2.Nurhan TAÇALAN:Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken 3.Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi 4.Türk Ansiklopedisi: “Hasan Tahsin” maddesi 5.Şevket Süreyya AYDEMİR:Tek Adam Cilt :2 6. Wikipedia Hasan Tahsin , İlk Kurşun 7. Şafak Türküsü, Nevzat Çelik Sayfa 92 - Alan Yayıncılık

  • Bayramlık

    ATMACA * 18. Yüzyıl Fransa ve Amerika'da geçen gerçek roman tadında muhteşem bir çizgi roman, Türkçe 6 Bölüm bir arada... İster oku, ister indir.

bottom of page