top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • KAĞNI

    Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı. Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kurşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir? Fakat benim kaldığım hapishanede her şey, her ses, hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış gibiydi. Surların üstünde büyüyen ufak ağaçlar, yosunlu taşlardan aşağı sarkan sarı çiçekler bir bahar havası içinde eli kolu bağlı olmanın bütün acılarını içime dökerdi. Uçsuz bucaksız gökte bir kuğu gibi ağır ağır yüzen küçük beyaz bulutlar benden bir tek teselliyi: unutmayı alırlardı. Ve burada konuşulan şeyler hep eskiye, dışarıya ait şeylerdi. Sanki hiç kimse buraya girdikten sonra yaşamıyor, yahut hafızası bunu zapt etmiyordu. Buradaki hayattan bahsetmek lazım gelince de o kadar isteksiz anlatılırdı ki, insanda, söyleyene azap veren bu şeyleri susturmak arzusu uyanırdı. Yalnız kır saçlı bir mahpus bana hapishaneye ilk geldiği günlere ait bir vaka anlattı. Belki bunu ona sıkılmadan anlattıran, içeriden ziyade dışarıya ait olmasıydı. Bu, yarı kalmış bir firar hikâyesiydi... Yalnız daha evvel hapishanenin duvarlarından bahsedelim: Avlunun dört tarafını çeviren surlar kara tarafında kalın ve birbiri arkasına birkaç tane idiler. Bir zamanlar burası şehrin iç sarayı imiş ve şimdi sarı yüzlü, sakallı ve dünyadan uzak zavallıların dolaştığı bu bahçede asırlarca önce genç cariyeler, belki aynı hürriyet aşkıyla gözlerini yukarı çevirip denizi dinleyerek, dolaşırlarmış. Bu kalın surlar onları hem yabancı gözlerden, hem de düşmandan korumak için yapılmış. Şimdi yer yer çöken ve üzerlerinde biten bin türlü ot altında taşları görünmez olan bu duvarların garp köşesindeki kısmının yıktırılmasına başlanmıştı. Buraya yeni münferit (*) daireler yaptırılacağı söyleniyordu. Bir gün yukarıda söylediğim kır saçlı mahpusla birlikte bu yıktırılan duvarı seyrediyor, kazmayı vurdukça parça parça aşağı dökülen harçlara bakıyorduk. Sekiz metre kadar geniş olan surun yıktırılması epey uzun sürüyordu ve dış bahçenin bu tarafına gelmelerine müsaade olunan emniyetli yahut eski mahpuslar, uzun seneler içinde pek bol olarak görülmeyen bu "eğlenceyi" sabahtan akşama kadar oturup seyrediyorlardı. Duvar yarı yarıya yıkılmıştı ki, benim yanımda sesini çıkarmadan duran kır saçlı mahpus yavaşça kulağıma eğildi: Bir zamanlar ben bu duvardan kaçacaktım! dedi. Merakla yüzüne baktım. O, bahçenin bir kenarındaki kuru ayva ağacına doğru yürüdü. Yan yana çömeldik, gözlerini parça parça aşağı düşen duvardan ayırmadan anlattı: "Dokuz sene evvel, yeni hapse düştüğümün birinci senesinde bu duvarların dibinde ahşap dükkanlar vardı. Bazı mahpuslar orada marangozluk, oymacılık, kuyumculuk yapar ve çıkardıkları işleri dışarıdaki komisyonculara vererek limana gelen vapurlarda sattırırlardı. Biz de, cürüm arkadaşımla birlikte, evimizden beş on kuruş getirterek şu şimdi yıkılan duvarın önündeki bir dükkânda çalışmaya başladık. Sessiz insanlar olduğumuz için müdür bizi koruyordu. Biz de kârımızdan ona üç beş kuruş ayırıyorduk. Fakat ne bu iş, ne de kazanç bize dışarısını unutturamıyordu. Düşün! İkimiz de yirmi iki yaşındaydık. Dışarıda ele avuca sığar şey değildik. Bir orospu kadın yüzünden vukuat yapıp içeri düştüğümüz zaman, burada birkaç günden fazla kalacağımızı aklımız kesmiyordu. Fakat cezamız tasdik olup on beş sene yüklendikten sonra aklımız başımıza geldi. Daha doğusu aklımız başımızdan gitti. Ama ne yaparsın? Dört taraf dört duvar. Belki af çıkar; cezasını sonuna kadar yatan kaç kişi var ki?.. diye kendimizi avutmaya çalıştık. Bir gün dükkânın bir köşesinde tutkal kaynatıyorduk. Çanağın altına sürdüğüm odun, duvarın taşına çarptı. Bana, taş yerinden oynar gibi geldi. Hemen ateşi ve çanağı oradan kaldırdım, taşın soğumasını beklemeden yapıştım. Azıcık kireç döküldükten sonra, koca bir tepsi ekmeği kadar büyük olan taş yere düştü. Eğilerek içeri baktım. Gözlerime inanamayacaktım: Uzakta, ta ileride, dar bir ışık görünüyordu. Hemen arkadaşımı çağırdım. O da yere yatarak bakmaya başladı. Sonra bana dönüp: 'Bu delikten dışarı çıkmak zor olmasa gerek, hemen kaçalım!' dedi. Ben kendisine 'düşünelim' diye cevap verdim. Acemilik etmeye gelmezdi. Akşama kadar iş göremedik, bir içeri, bir dışarı dolaştık. Bazı geceler, iş çok olursa, gardiyana beş on kuruş vererek dükkânda kalmak mümkündü. Gardiyan, koğuş yoklamasında bizi mevcut gösterirdi. O akşam düdük çalıp herkes koğuşlarına giderken Arap gardiyanın eline bir yirmi beş kuruşlukla bir tutam esrar sıkıştırdık. O da: 'Hapishaneden banker olup çıkacaksınız ellâlem!' diye yarenlik ederek gitti. Gece oluncaya kadar ceviz takozlarını keserle yontup sözümona sedefli nalın yaparak vakit geçirdik. Yatsıdan sonra lambayı köşeye çekerek taşı oradan aldım, arkadaş pencereden nöbetçi gardiyanı gözlüyordu. Kâfir Arap her sefer esrarı çekince bir köşede uyur kalırdı ama, bu sefer domuzuna dolaşacağı tutmuştu. Ben delikten içeri süzüldüm. Gözüm öbür baştaki delikteydi. Ay ışığı olmadığı için orası şimdi koyu yeşil bir fener gibi parlıyordu. Biraz daha sürünerek ilerledim. Sırtım taşlara dokunuyor, enseme kireçler dökülüyordu. İki adam boyu kadar gittikten sonra birden ferahladım. Elimle iki yanımı, üstümü yoklayınca geniş bir yerde olduğumu anladım, yine yoklaya yoklaya doğruldum. Burası üç adım eninde, üç adım boyunda bir yerdi. Başımı eğerek ayakta durabiliyordum. Duvara dayanarak solumaya başladım. Sürünürken oldukça yorulmuştum. Böylece biraz bekledikten sonra dükkân tarafında bir patırtı oldu ve delik karardı. Önce korktum, sonra baktım bizim oğlan geliyor. Sanki bu yerin dibindeki delikte bizi duyacaklarmış gibi, yavaş sesle: 'Arap gardiyan uyudu mu ki?' diye sordum. Yattığı yerde ilerlemeye çalışarak: 'Öyle olmalı, yarım saatten beri dolaşmaz oldu!' dedi. O benden daha zor sürünebiliyordu. Nihayet benim durduğum yere geldi, hemen: 'Burası ne biçim yer?' diye sordu. Sonra ellerini duvarda gezdirerek söylendi: 'Vıyy, her yanlar da yaş!' Elimle onu aradım, parmaklarıma meşin bir torba dokundu. O zaman ne diye zor zoruna sürüklenebildiğini anladım. Gündüzün acele ile bu torbayı bulmuş, belli etmemek için yalnız kendi tayınlarımızı içine koyarak saklamıştık. Belki bir gün, iki gün insan yüzü göremeyecektik... Ben bunu unutmuştun bile, arkadaş unutmamış ve beraber getirmiş. O da biraz dinlendikten sonra: ' Haydi bakalım, dayan!' dedim. Bu sefer o öne düşerek şimdi daha yakına gelen deliğe doğru ilerlemeye başladı. Ben de yere uzanarak arkasından gitmeye hazırlandım. Önümdeki, birdenbire durdu: 'Buradan geçilmez!' dedi. Başı deliğe yaklaştığı için, dışarıda, kalenin üstünde dolaşan candarmanın duymasından korkuyor ve yavaş konuşuyorduk. Sonra, sesi taşların ve kendi elbiselerinin arasında boğulmaktaydı. Ben kalktım; o geri geri sürünerek geldi. 'Delik birdenbire darlaştı. Bir taş duvar var, onu söktürmek lazım. Ondan sonrası yine ferah!' dedi. O sıkıntılı yolu bir daha geçerek dükkâna döndüm. Bahçeyi bir güzel dinledim: Ne ayak sesi, ne de Arap'ın öksürüğü duyulmuyordu. Lambayı biraz açtım. Sandığın içinden bir keski ile bir çekiç alarak geri döndüm. Ondan sonra sıra ile deliğe girip çalışmaya başladık. Ses çıkarmamak için çekici hiç kullanmıyor, yalnız keski ile taşın etrafındaki harçları dökmeye, taşı oynatmaya çabalıyorduk. Bizi dışarı atacak olan deliğe yarım adım bile yoktu. 'Bir şu taş düşşe!' diyordum. Gözüm karanlığa alıştığı için dışarısını seçebiliyordum. Karşımda öteki surun taşları vardı. Fakat bu surlar pek harap olduğu için aralarından geçmek kolaydı. Kasabadaki oğlanlar bile kuzularını alıp burada yayarlardı. Bu vakadan son hepsini tamir ettirdiler. Böylece her birimiz üç dört kere girip çıktık. En son ben girmiştim. Yarım saat kadar uğraştıktan sonra taş, bir sürü sıva ile beraber, önüme yuvarlanıverdi. Sevincimden deli gibi oldum. Arkada sesleri duyan arkadaşım da sabırsızlanıyordu. Ellerimle sımsıkı sarılarak taşı geri getirdim. Onu bir kenara iter itmez deliğe doğru atıldım. Fakat ben bu işle uğraşırken hiç dışarı doğru göz atmamıştım; deliğe yaklaşınca ne bakayım: Şafak sökmüş bile. Başımı yavaşça uzattım ve elli adım kadar ötedeki kalede nöbetçi candarmanın gölgesini gördüm. Tere gömülüvermiştim. Ağır ağır geriye döndüm ve: 'Yazık, kaçamayız!..' dedim. Arkadaşım evvela güldü ve deliğe kendisi girdi. Fakat biraz sonra o da geldi. Karşı karşıya durduk, artık gözlerimiz birbirimizi seçiyordu. 'Bu akşam geçti, başka bir akşam inşallah!' dedim. Fakat bu kadar yaklaştıktan, hatta serbestliğin içine böyle başını uzatıp baktıktan sonra insan geri dönmek pek zor geliyor. Arkadaş başını salladı: 'Başka akşamı falan yok, bu akşam gideriz!' dedi. 'Artık bu akşam kalmadı, bugün diye konuş!', 'Peki, bugün gideriz!' İlkönce ben de geri dönmeyi ister değildim, fakat bunun lazım olduğunu ona anlatırken onu değil kendimi kandırdım. En sonunda sözlerime o kadar inanmış ve kendimi o kadar korkutmuştum ki: 'Sen istersen git, ben kalırım, candarma kurşunuyla geberecek halim yok!' diye bağırdım, hızla geriye dönüp dükkâna doğru sürünmeye başladım. O arkamdan bağırdı: 'Ülen gitme! Candarmanın gözünü avlar, daha ortalık adamakıllı aydınlanmadan otların arasına sine sine gideriz!' dedi. Fakat benim yüreğim, kör olası bir korku, bir can korkusu ile öyle yaman atmaya başlamıştı ki, üstümü başımı yırta yırta kendimi dükkâna zor fırlattım ve taşı eski yerine kapatarak sabahı ve koğuşların açılmasını bekledim. O gün kuşluk vakti iş meydana çıktı. Gardiyanlar, candarmalar dükkâna doluverdiler. Ben yarı korkudan, yarı şaşkınlıktan aptala dönmüştüm. Taşı çektiler, delik meydana çıktı. Eğilip bakınca öbür baştaki delik, bu sefer kocaman olarak görünüyordu. Yol bomboştu... Bir candarma mavzerini uzatarak iki sıkı attı. Kurşunların karşı surlara vurdukları duyuldu. Hemen, bütün dükkânları boşalttılar. Duvarlar muayene edildi, bizim arkadaşın kaçtığı delik iki yandan ördürüldü ve bir daha böyle dükkân açmak falan yasak edildi. Ben çok dayak yemedim. Kendim kaçmadığım için hapishane müdürü, karakol kumandanı, hatta müddeiumumi halime acıdılar. Fakat keşke dayaktan öldürselerdi!.." Kır saçlı mahpus bir müddet sustu. Yarı kapalı gözleri bir hayali kovalıyor gibiydi. Başını bana çevirmeden, küfrediyormuş gibi keskin keskin: "Ah... ne enayilik ettim!" dedi, "Ne enayilik ettim! Bir candarma kurşunu on beş seneden daha mı kötü sanki? Bir korku yüzünden gençliğimi yok ettim." "Halbuki o... kim bilir şimdi nerelerdedir? Bir daha buralarda görünmedi. Herhalde uzak bir memlekette, kendisini tanımayanlar arasında yerleşti, akıllı uslu adam oldu... Belki çoluk çocuğa da karışmıştır. İstersem ben de onunla beraber olabilirdim. Fakat bir dakikalık korku... O kahrolası korku..." Çenesinin adaleleri gerilmişti. Hayatımda kendisini bu kadar istihkar eden, kendisine bu kadar kızan insan görmedim; her gün üst üste yığılarak müthiş bir kin halini alan bu nefret dudaklarından çıkarak bir tükürük halinde kendi korkaklığının yüzüne fırlatılıyordu. Karşıda ameleler duvarı iyice alçaltmışlardı, ikimiz de ayağa kalkarak o tarafa yürüdük. Tam bu sırada gürültüyle birkaç taşın yuvarlandığı duyuldu. Ameleler geri fırladılar. Yanımdaki gülümsemeye çalışarak: "O benim söylediğim boşluğa geldiler galiba, duvarın tam orta yerindeki boşluğa... Ben o zamandan beri çok düşündüm, ama bunun ne diye yapıldığını bulamadım. Kim bilir, eski zamanlarda burada duvar içinde yollar, kapılar mı vardı?" dedi. Ameleler bu sefer taşların düştüğü deliğe yaklaşmışlar, içeri doğru bakıyorlardı. Birkaç taşı daha ellerine alıp bir kenara koyduktan sonra birdenbire, yüzlerinde elle tutulabilecek bir dehşet ifadesiyle, doğruldular... Etrafta bulunanlar ve bunların arasında kır saçlı mahpusla ben, o tarafa yürüdük; artık bir metreye kadar inmiş olan duvara tırmanarak deliğe yaklaştık. Herkes halka olmuş, ses çıkarmadan, aşağı bakıyordu. Bunları aralayarak biz de sokulduk ve gözlerimizi oraya çevirdik... Elime birisinin yapıştığını, sımsıkı tuttuğunu ve sinirli sinirli titrediğini hissettim. Orada, binlerce seneden beri güneş görmemiş olan rutubetli taşların üstünde bembeyaz bir insan iskeleti uzanıyordu. Çoğu birbirinden ayrılmış olan kemiklerin ayak ucunda bir çift eski kundura, yanıbaşında meşin bir torba vardı. Başımı kaldırarak yanımdakine baktım. O hâlâ elimi tutuyor ve sinirli sinirli sıkmakta devam ediyordu. Yüzü sapsarıydı ve bu yüzde, henüz ölümden kurtulanlarda görülen şaşkın bir hayata sarılış vardı... (*) Hapishanede tek kişilik hücre.

  • Olur mu Böyle Olur mu

    Bugün 27 Mayıs, yağmurlu, hatta kışı aratmayacak bir ilkyaz günü... Zihnim bahar sözcüğüne takılmışken aklıma karanlık bahar günleri geliyor; şimdi "bahar hiç karanlık olur mu" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama bizim kuşağımız galiba baharlarını hep toz duman içinde yaşadı... Yıl 1960, güzel bir bahar sabahı, günlerden 27 Mayıs, tam 61 yıl öncesi... Küçük bir kız çocuğu; taş evlerin, daracık sokakların, abbaraların olduğu küçük şehrinden kalkıp bir koca şehre, Şehr-i İstanbul'a geleli daha 2-3 ay olmuş. Hiç bilmediği bu şehrin topraklarına vermiş babasını gelir gelmez. Annesi ve kardeşleriyle hayata tutunmaya çalışıyorlar. Zeytinburnu'nda bahçe içinde iki göz odası olan bir evde kalıyorlar. Bu küçük kız ürkek, çekingen ve biraz da korkak. Bilmediği bu şehirde kimseyi tanımıyor, hiç arkadaşı yok... Annesi iş yaparken o da bahçe kapısının önüne çıkıp etrafı seyrediyor şaşkınca. İşte o 27 Mayıs sabahı, o küçük kız her zamanki gibi kapının önüne çıktığında garip bir şeyler olduğunu fark ediyor. Sokağın iki ucunda kocaman, toprak renkli, önünde namluları, tekerlek yerlerinde de tekerleğe benzemeyen enli zincirleri olan iki aracın yolu kestiğini görüyor, araçların üstünde de elinde tüfekleriyle duran askerleri... Gidip yakından bakmak istiyor, ama askerler kesiyor önünü, geri yolluyorlar onu, çünkü sokağa çıkma yasağı var. Bahçe kapısının basamağına oturup korkulu gözlerle etrafını izliyor küçük kız. Sonra kol kola girmiş, yakalarında minik fotoğraflar takılı olan (Turan Emeksiz) ablalar ve abiler geçiyor sokaktan, avaz avaz bir marş söylüyorlar; "Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı" diye yürürken bir yandan da yumruklarını havaya kaldırıp askerlere selam veriyorlar. Ortalıkta olağanüstü bir şeyler var ama gerginlik yok, insanlar birbirine gülümseyerek bakıyor. Fakat o küçük kız, sonradan adının "tank" olduğunu öğrendiği o koca arabalardan çok korkuyor ve ağlayarak kaçıyor içeriye. Evet tarihin 27 Mayıs'a döndüğünü görünce birden bu anılar geçti gözlerimin önünden bir film şeridi gibi. O günlerde çok küçüktüm ama bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydım. Sonraki günlerde, bu sefer de her gece, büyüklerin sessizce ve üzüntüyle dinledikleri Yassıada duruşmaları başlamıştı. O saat geldiğinde herkes işini gücünü bırakır ve pür dikkat, saatler süren o duruşmaları dinlerdi. Ben bir şey anlamazdım ama insanların bu kadar üzgün olmalarından kötü bir şeyler olduğunu hisseder, sessizce otururdum bir köşede. Ta ki lise yıllarına gelip de kan gövdeyi götürmeye başlayınca bir şeyleri okumaya, öğrenmeye, algılamaya başlamıştım. 12 Mart 1971 ve ardından 12 Eylül 1980 … Gençlik yıllarımızın unutamadığımız en kötü günlerinin, yaşanan en acı olayların tarih arası… Demokrasinin sekteye uğratılıp ANAYASA'nın rafa kaldırıldığı, askerlerin sözüm ona ülkeye HUZUR getireceğiz diyerek "dediğim dedik" zihniyetleriyle ülkeyi kasıp kavurduğu, haksız ölüm fermanlarıyla yitip giden canların acısının yürekleri dağladığı yıllar... Evet bizler İHTİLAL çocuklarıydık, adı konulmuş ya da konulmamış çok ihtilal (darbe) yaşadık. Hatta ustaca sahnelenen darbe tiyatroları bile izledik... Tanklar kimi zaman şehirlerin sokaklarında gövde gösterisi yaptı, kimi zaman köprülere çıktı... Çok zaman geçti o günlerden bu günlere. Bir şeyler değişti mi, evet değişti... Renkler, yüzler ve şekiller değişti sadece... Şöyle bir baktığımda çevreme tankları görmüyorum, ama meydanlarda bekleyen TOMA'larımız, AKREP'lerimiz var artık. Demokrasiyi katleden şapkalı komutanlarımız da yok şimdilerde çok şükür; ama "destan yazdırılan" şanlı polislerimiz, KHK'lerimiz var artık. Demokrasi raflarda değil şimdilerde (!) ama sadece sözlerde ne yazık ki... İnsanların söz söyleme, insanca yaşama haklarına el konmuş, hatta canlarına bile... İnsanlar ölüyor sokaklarda "kaza" kurşunlarıyla ya da "kader" diyerek kazalarda, orda, burda, şurda... Sağ kalanların da canlarına okunuyor bir şekilde ne yazık ki... Ve benim kulaklarımda hala o marş çınlıyor: "Olur mu böyle olur mu Kardeş kardeşi vurur mu Kahrolası diktatörler Bu dünya size kalır mı"

  • Ve Böyle Hep

    ve böyle hep kargıyla delinmedir bu üşüşen arılar gözün üstüne üşengenlik ve böyle hep çıplak böğürdür ve böyle hep diri diri gömülendir bu ve böyle hep yıkılmış tapınak ırmağa karşı savaşan kirpik gibi güçsüz kol ve böyle hep geri dönen gece boş ve gözetleyen uzay ve böyle hep eskimiş kolan ve böyle hep diri diri gömülmüş kişi ve böyle hep çöken balkon anımsayan yüreğin dibindeki çimdiklenmiş sinir beyni kırbaçlayan baobab-kuş varlığın ortasına atıldığı sel ve böyle hep fırtınada karşılaşma bu ve böyle hep kıyısıdır ay tutulmasının ve böyle hep gözenekler korkuluğunun gerisi ve çekilen, geri çekilen ufuk... Henri Michaux, Belçika asıllı Fransız yazar, şair ve ressam. Yapıtlarında, insanın düşlerinde yansıyan ya da halüsinasyonların etkisiyle ortaya çıkan iç dünyasını işlemiştir. 1922'de Paris'e yerleşti. Orada bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, şair Jules Supervielle'in sekreteri olmuştur. 1927'de Qui je fus (Ben Kimdim) adlı şiir kitabıyla dikkati çekmiş, 1937'de de ilk resim sergisini açmıştır. 1941'de André Gide'in bir incelemesi sayesinde ünlenen Michaux, 1955'te Fransız yurttaşlığına alınmıştır. Michaux şiirlerinde insanlığın durumuna karamsar bir gözle bakmış, bireyin, kendisini baskı altında tutan yaşamı anlamlı kılmasının olanaksızlığını vurgulamış, gerçek yaşamın boşluğu karşısında düş gücünün zenginliğine yönelmiştir. Birbiriyle çatışan gerçeküstücü imgeleri, varoluşun saçmalığını yansıtır. Bazı şiirlerinde gelişigüzel bir söyleyişe ve ritim oyunlarına yer vermiştir. Michaux ayrıca düzyazı şiirler de yazmış, şiirlerinden yaptığı seçkileri L'Espace du dedans (1944; İç Uzay) , Ailleurs (1948; Başka Bir Yer) ve La Vie dans les plis (1950; Kıvrımlar Arasına Yaşam) adlarıyla yayımlamıştır. Eserleri Yüzleşmeler Sihir Diyarında Plume Adında Biri Çin'de İdeogramlar Açı Direkleri

  • Alışma Bana Ne Yapacağım Belli Olmaz

    Alışma bana, ne yapacağım belli olmaz..! Bugün varım yarın birden yok olurum. Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum. Canımı acıtma, bir yarada sen açma..! Sevme beni yoğun duygularımda kaybolursun tutuşursun. İsteme beni, yasaklarla boğuşursun, engellerle doluyum. Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördüğüm olurum.. Anlama beni, ben kendimi bilirim, ben böyle mutluyum.. Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum.. Güveniyorsan kendine, inandır aşkın varlığına.. Sonucunda öyle bir aşk yaşatırım ki..! Vazgeçemezsin tutkun olurum. Yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni. Tüm tutkularım ve gücümün arkasında; Hala minik bir çocuğum. Büyütemezsen; Kaybolurum...! Rabindranath TAGORE * “Bugün ben Brahitiya’yım. Benim içimde ister Hindu, ister Müslüman, isterse Hristiyan olsun, topluluklar arasında bir çatışma yoktur. Bugün Hindistan’ın tüm kastları benim kastımdır…” Hintli yazar Rabindranath Tagore'nin Gora isimli kitabında yer verdiği bu sözler aynı zamanda sanatçının yaşamdaki duruşunu da gözler önüne sermektedir. Rabindranath Tagore...Yaşamının son dönemlerinde resim yapmaya da başlayan sanatçı kaynaklarda şair, yazar, düşünce adamı olarak nitelendirilmektedir. 6 Mayıs 1861’de Kalküta’da doğmuş, 7 Ağustos 1941’de Bengal’de yaşamını yitirmiştir. İngiltere'de hukuk eğitimi alan Tagore, bu eğitimi sırasında İngiliz edebiyatından çok etkilenmiş, kendini bu alanda ve Ban edebiyatını inceleyerek geliştirmiştir. Edebiyat alanında ilk olarak Hindistan'daki dergilerde yazıları ile yer alarak adını duyurmuştur. Kalküta yakınlarında, zamanla Hint Üniversitesi’ne dönüşecek olan Evrensel Ses (Santiniketan) okulunu kurması, 1905 yılında ülkesinin İngilizler tarafından parçalanmasına karşı çıkması, siyasal eylemlerinden dolayı üniversiteden uzaklaştırılan öğrencilerin yeniden üniversitelerine dönmeleri ve öğrenimlerini sürdürmeleri için çaba göstermesi, İlahiler (Gitanjali) adlı şiir kitabı ile 1913 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülünden elde ettiği tüm geliri, kurduğu okulun geliştirilmesi için harcaması ve buna benzer halkını aydınlatmak adına yaptığı pek çok çalışma sanatçıyı insanlığın gözünde farklı bir yere oturtan eylemleridir. Öyle ki Rabindranath Tagore'a 1915 yılında İngiltere tarafından Sir unvanı verilmiş ancak 1919 yılında Pencap'ta yaşanan olaylarda, İngilizlerin kullandığı kanlı yöntemleri protesto etmek amacıyla bu unvanı iade etmiştir. Tagore eserlerini Bengalce dilinde üretmiş, bir kısmını ise bizzat kendisi İngilizceye çevirerek ve İngiltere'ye götürerek basılmasını sağlamıştır. Japonya, Latin Amerika ve İtalya gibi pek çok ülkeye gitmiş, Oxford Üniversitesinde konferanslar gerçekleştirmiştir. Rabindranath Tagore, bedensel yaşam ve zevkleri reddetmemiştir dolayısı ile de çileci olmadığı gibi hedonist ya da epikürcü de değildir. Felsefe, din ve politika içerikli duygu ve düşüncelerini edebiyat alanında ürettiği şiir, öykü, roman, oyun, eleştiri ve denemeler aracılığı ile insanlığa aktarmıştır. 2000 yılında Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayee 'nin daveti üzerine Hindistan'ı ziyaret eden Başbakan Bülent Ecevit'e Yaptığı Tagore çevirileri sebebi ile Vsva - Bharati Üniversitesinde fahri doktora unvanı verilmiştir. Aynı zamanda Ankara'nın Çankaya ilçesindeki bir caddeye de Rabindranath Tagore adı verilmiştir. Yazımın sonunda Bülent Ecevit'in Avare Kuşlar isimli eser çevirisinde kaleme aldığı önsöze yer vermek istiyorum: *“Avare Kuşlar’ı okurken anlayacaksınız ki Tagore karşınıza hiç böyle bir görünümde çıkmamıştı. Bahçıvan, Gitanjali, Meyva Zamanı, Büyüyen Ay ve Firari’deki Togare, sözlerinden söyleyeceğine giden yolu biz, tabii dünyanın tabii adamları yanından geçirmez, mecazlarla bulutlu yükseklerden geçilirdi; ve biz o yola bir erişememenin verdiği hayranlıkla, vecdle bakardık. Belki onları anlayabilirdik; fakat ben burada “bizden olmak “la “anlayabilme”yi ayırıyor ve kabul ediyorum ki bazen bizden olmayan bir şeyi de anlayabilmemiz mümkündür. O kitapların şairi Tagore, sanki bizi hiç görmez, hiç hesaba katmaz, gözleri sadece kendisini ve ne düşünüyorsa onları görürdü. “Avare Kuşlar”da ise Tagore, bizim aramıza iniyor ve düşündüğü, söyleyeceği şeylere, bizim aramızdan, bizimle beraber bakıyor; ve onları daha çok bizim çerçevemizden seçiyor. Avare Kuşlar’da Allah mevzuubahis olduğu zaman Allah’la Tagore arasındaki bağdan ziyâde, bizlerle Allah arasındaki bağlar gözükür. Bu kitabın çoğu şiirlerinde Tagore, mistik duygu ve fikirleri, her sefer olduğu gibi, en öne koymamış, onlara daha “fon”da bir yer vermiştir. Avare Kuşlar’da Tagore, insanlara karşı bir psikolog, tabiata karşı bir objektif ve bütün bunların başında da her zaman olduğu gibi yine “şair”, aslında mistik olduğunu daima gösteren bir şairdir. Avare Kuşlar’ı okurken başka bir şey daha görüyoruz: Eğer Tagore çapında bir adam “Zarif’se nasıl mizah ve hiciv yapar ve bu mizah ve hiciv ne kadar başka bir incelikle ve asillikte olur!” * Bülent Ecevit, Avare Kuşlar, Hilmi Kitabevi, Ankara 1943, s.4-6 Türkçede de Yayımlanan Başlıca Eserleri Gitanjali İlahiler (Bülent Ecevit, 1941,1999); Avare Kuşlar (Bülent Ecevit,1943); Bahçıvan (İbrahim Hoyi, 1938); Büyüyen Ay (İbrahim Hoyi, 1941); Gitanjali/Nefesler (İbrahim Hoyi, 1942); Kebir’den Seçme Şiirler (Sofi Huri, 1970); Bahçıvan (Aşk Türküleri, I. Hoyi, 1938; Orhan Burian, 1938; C. Durukan, 1969); Büyüyen Ay (A.H. Şami-Kenan Halet, 1928; İ. Hoyi, 1941); Çitra (İrfan Konur, 1942); Firari (Sahir Ergin, 1940); Gitanjali (nefesler, İ. Hoyi, 1942; C. Durukan, 1971); Gora (roman, Âdnan Cemgil, 1966); İlkbahar Devri (Zekiye Handan, 1949); Mektup (“Post-Office” piyesi, Sabati Ataman, 1940); Meyva Zamanı (I. Hoyi, 1940); Mrinmaji (Kurşunluzade Raşit, 1932); Nalaka (Hint öyküsü, Zekiye Handan, 1955); Sevgi Bahçesi (Mehmet Şükrü Erden, 1936); Şairin Dini (Hikmet Hikay, İ949); Şekerden Bebek (iki uzun öykü, R. Tomris, 1962); Yurt ve Dünya (Bedri Tahir Şaman, 1928, İ942); K Tagore ve Ateşböcekleri (Dr. Rasih Güven, 1971); 101 Şiir (Gökçen Ezber), Sadhana/Yaşamın Kavranışı (İbrahim Şener-Çiğdem Ondem); Öyküler (İdil Gürbüz); Aşka Çağn (Tarık Dursun K, 1962), Milliyetçilik (Murat Çiftkaya), Gora (Yayına haz. İbrahim Şener, 2004).

  • Yola Çıkan Günlükler

    9 Haziran 2011 Bulvarlardan caddelere, caddelerden sokaklara, sokaklardan evlere, evlerden de bilinçaltımızın o bakir bahçesine kadar uzanıyor, seçimin o uzun eli. Öyle de bir dalıyor ki, doğal olana değgin pek bir şey kalmıyor geride. Naralar ata ata giriyor mabedimize. Ve çekilen nutuklar! Öylesine de çok ki, istemediğin kadar alabilirsin günün tezgâhından. Dış uyaranların o ‘mor külhanî’ edası, nasıl da külrengine boyuyor alıklığın terazisini. Çalımından geçilmiyor sokaklardan. Gözü yükseklerde olan teknoloji ise zafer sarhoşluğu içinde, dolaşıp duruyor meydanlarda. Küçük kutucukların albenisine kapılan kitlelerin başından hiçbir yere ayrılmayan hipnoz ise bir yıldız gibi parlıyor suskuların kuytusunda. Gerçekleştirileceklerin listesi öylesine de uzun ki, saymakla bitmiyor siyasanın tahtasında. Seçmen psikolojisinin şerbetini ayarlamak için, denetim aygıtlarının saflarına reklâm da katılınca, gardı düşüyor aklın. Doğru tercihler yapma olasılığını hırpalayıp duruyor sıkıştırılmışlık duygusu. Duygusallık ise, kör kargıların ucuyla günün üzerinden dövüp duruyor geleceği. Aklın dizginlerini sımsıkı tutamayanların mekânıdır teslimiyet. Teknolojiyle kol kola giden reklâmın sularına kapılmadan yürüyenlerin mekânıdır doğa da. Bilinçaltının o ulu kalesi ele geçirilen yığınlar ise, benliklerini öyle kolay kolay kurtaramıyorlar bu kuşatmadan. Seçmen kitlesini fethe giden akıncı birlikleri dörtnala giderken ilkyazın ovasında, edebiyat da sanat da estetize etmeye devam ediyor, yaşamımızı. Ayaklarının ucuna basa basa yürüyor, bilincimizin tavan arasında. Sanatın kolu, siyasanın kolu kadar uzun boylu değil ne var ki. Ne aklın mevzilerine sızabiliyor, ne de alışkanlıklara… Hazımsızlık sorunsalı ise, çığ gibi büyüyor uygarlığın rampasında. İnsanların ağzına zorla bir parmak sanat çalmasını beklememeli sanatçıdan. Shakespeare, sanatın “dilinin bağlı” olduğunu söyleyerek, çağının sanatının içine düştüğü hendeğe dikkat çekiyordu. Hangi yüzyılda olursa olsun sanat, ne zorbalığın sultası altında yaşayabilir, ne payandası olabilir, ne de onun nesnesi derekesine indirgenebilir. Sanat nicelin değil, nitelin peşindedir. Ülkemizde yayımlanan kitapların, her yüz kişiden beşi tarafından okunmasıyla ilgilenmez örneğin. Ne var ki, yaşamlarımızın arasından kayıp giden yayınevleri, sanat galerileri, kitapevleri, sanat evleri ‘hüznü isyan’ laştırıp duruyor, bütün mevsimlerde. Oysa, bırakın geniş halk yığınlarını, tek bir kişi için bile döndürmeye değer sanatın tekerleğini. Kitap okumayanların sayısı öyle uçsuz bucaksız bir alanı kapsıyor ki, iğne atsan yere düşmüyor aylaklığın atlasında. Bundan birkaç yıl önce Yakın Kitapevi’nin bitişiğinde ikamet eden Attila İlhan Kültür Merkezi alkışı hak etmişti yaptıklarıyla. Çünkü yaşama sımsıkı tutunmakla kalmamış, birkaç karış da yukarıya çekmişti beğeninin çıtasını. Ne var ki, sorunların çetesiyle baş edemedi; suskunun limanına sığındı bir süre sonra da. Oyun alanının dışına çıktı, yer bulamayınca kendine. Bir süreliğine de olsa, onunla birlikte olmanın mutluluğunu hiçbir şeyle değişmedim, değiştirmedim… Şimdi yaşamasına yaşıyor, ama ‘bilmiyor yaşadığını’… Bazı yerel yönetimler, sanatı halk kitlelerine yaymanın misyonerliğini yapmasalar neler olurdu acaba? İzmir Büyükşehir Belediyesi sınırları içindeki ilçe belediyeleri içinde ise Konak Belediyesi’nin olağan üstü çabası döndürüyor sanatın tekerleğini. Tam da bu noktada, yerli yerini bulan saptamalarıyla ışık tutuyor bize Jung, çözümün çadırında. İnsan davranışlarının arkaik yapısına, içgüdüsel tepkilerin anatomisine ve sosyal çevreye değgin birçok konuda çıkarsamalarda bulunuyor. Jung’a göre, genlerle taşınan arktepik davranışların, bireylerin yaşam alanlarında önemli bir yeri vardır; bilinçdışı süreçlerin bizatihi kendisidir, davranışlarımızı belirleyen yetke. Bu açıdan bakınca, kitap okuma alışkanlığının olmaması ile yetiştirme biçimleri, eğitim sistemi, kültürel yapı ve genlerle taşıdığımız şifreler arasındaki ilişkinin ilmeğini daha sık atabiliriz davranışlarımızın kökenine. Salah Birsel’in şiirin içine girmeyen sözcüklerle ilgili söylediklerini, okumama eylemsizliğinin nedenlerini sıralarken de söyleyebiliriz: Okuma oranının düşük olması, bu yazının içine girmeyen nedenlerden de kaynaklanır! Matbaanın Anadolu’ya iki yüz yıl sonra girmesi, sözlü edebiyat geleneğinin güçlü olması gibi nedenler, öznelliğin çukuruna düşseler de kısa sürede kendine taraftar bulabilir ve yerleşik düzene geçebilirler dimağlarımızda. Hatta ve hatta yönetim biçimleri ile iklimler arasında ilişki kuran Montesquieu’nun savı da demir atabilir mantığın rıhtımına. Montesquieu’nun demokrasi kültürünü, ılıman iklimlerde sürgün veren canlı bir organizma olarak algılaması, Batı’ya verdiği payenin göstergesi olarak görülse bile, iklim ile yönetim biçimleri arasında kurduğu ilişkisi, aynı kavşakta buluşabilir davranışın bilimiyle. Düşünür, sert iklimlerin egemenliği altında yaşayan kitlelerin totaliter yönetimlerin şemsiyesi altına daha kolay girdiklerini öne sürerken, seçmenin aortlarında: havanın da, suyun da, bulutların da, şimşeklerin de bitki örtüsünün de ve üzerinde yaşadığı coğrafyanın da etkili olduğunu imlemeye çalışıyordu. Sorun, nasıl da kaotik bir kategori üzerine oturuyor öyle, düşüncenin korusunda. Çözümü ise agnostik…. 10 Haziran 2011 Bugün gün içinde gülücüğünü benden esirgemeyen başka güzellikler de vardı. Kiraz ağaçları da benden esirgemediler, gülüşlerinin tek bir gramını bile. Ah o Kirazlar! Toprağın ana rahminden yeni çıkmış birer yakut gibi parlıyorlardı, baharın kollarında. Yol boyunca sağlı sollu dizilmiş tezgâhların başı ucunda müşteri bekleyen satıcıların duldasında beklediği kirazlarla, tezgâhların dizlerinin dibinde bekleyen küfelerde sırasını bekleyen kirazların şenlikli yüzleri yıkıyordu, bulutların o kösnül yüzünü. Ağaçlar ise loğusalık günlerinin bitişine seviniyor, kış boyunca biriktirdiği suskularını serpiştiriyordu yeryüzüne. Elleri böğründeki bekleyişin yerini coşkunun denizine bırakmıştı. Bedenlerinin sandıklarına kilitledikleri ruhlarının özgürleşeceği günlerin özlemini çekip durmuşlardı aylarca, umudun urganıyla. Şimdi, tam zamanıdır özgürlüğün! Kemalpaşa’yı geçip Ören-Armutlu bandı üzerinde ilerlerken tekerleklerin altında hırpalanan verimli ovanın ortasında cirit atan fabrikalar gördüm, kement atmışlardı boynuna. Bu tutsaklaştırma çabalarında kaç kiraz ağacının boynu vuruldu, kaç tanesi sürgün yedi, kim bilir? Kaç şeftali ağacı, kaç armut, kaç üzüm teveği giyotinine gönderildi çıkarların, bilen var mı? Bu açıdan baktık da, doğanın işleyen çarkın, ‘dönen tekerleğin’ dolgu malzemesi yapıldı düşüncesinin seline kapılıyorsunuz. Uygarlığın şımarık çocuklarıdır gökdelenler, sonradan görmüşleri... bereketli topraklar üzerine kurulan beton kütlelerinin içerisine sıkıştırılan insanın mutlu olduğu söylenebilir mi? İşte bu duyguların giyitleriyle dolaştım çıkmaz sokağında günün. Dönüş yolunda ise öfke nöbetine yakalandığına tanıklık ettim gökyüzünün. neyi var, nesi yok üstüme boşaltmıştı. Sahip olamamıştı eline de beline de, diline de… İzmir’e döndüğümde ise, dostluğun patikasında birlikte yürüdük Bayraklı Belediyesi’nin çalışanlarıyla. İyi insanlarla: seviyi, dirimi, dostluğu, sevinci birlikte paylaştık kara yağızlı kirazların sofrasında. Yaşamın o en güzel yüzünü… Mesai artığı zamanların güvertesinde. Ne seçim yarışı, ne de Demokles’in üstümüzde sallanan kılıcı... Şu insanoğlu, dokunduğu birçok şeyi kirletse de, çirkinlikleri de güzelleştirmesini biliyor. Adına ‘yaşam’ dediğimiz şey ise, insanla başlıyor ve insanla bitiyor… 11 Haziran 2011 Seçim gösterilerinin tamamlanmasına dakikalar kaldı. Gün, dizginlerini akşamın avuçlarının arasına bırakmadan önce perde kapanmış olacak. Havada uçuşan sloganlar, balon gibi birer birer patlayacak, yasaklı bölgenin dikenlerinde. Kararlı seçmenlerin dizlerinin dibinden ılık ılık akacak ırmak, düşüncenin vatanına. Yüzer seçmenlerle, kararsızların anakarasına yapılan sayısız dalışlar belirleyecek belki de sonucu. Descartes her ne kadar “Düşünüyorum, öyleyse varım.” dese de, varlığın uzağına düşürecek düşünceyi, kafa kol ilişkilerinin o arkaik kargısıyla. Kant’ın dediği anlamda, “Ergin olmama durumundan” kurtulmak mümkün mü? Birey olunmadıkça düşünce, düşünce özgürleşmedikçe sağlıklı bir toplumun havzasında yaşamak mümkün mü? “Aklını başkalarının kılavuzluğuna gerek kalmaksızın kullanan insan” dır, Aydınlanmanın bizlere bıraktığı emanet. Kendi aklını kullanabilen insan, yaşamın dizginlerine asılabilir ve mutluluğun biyolojik gereksinimlerin karşılanma oranına endekslendiği bir dünyanın nesnesi olmaktan kurtarabilir özvarlığını. O’nu ‘biricik’ kılan aklının rehberliğinde yürümeyen/yürüyemeyen insan, verili olanla otistik düzlemde de yaşayabileceğini göstermiş olur. Bu bağlamda, bireyin kendi geleceği üzerine düşünmesi yetmez. Voltaire’nin söylediği anlamda: “Bahçesini yetiştirmesi” de gerekir. Bugün evlilik kurumu üzerine okurken düşündüm: Dünyanın neresine gidersek gidelim, hangi bölgesine sızarsak sızalım, bir gölge gibi peşimizden geliyor kültür de. Sırtımızdaki elbise gibi kolayca çıkaramayız, yakamızı kurtaramayız ondan, yer değiştirmekle. Bir koltuğa oturunca da, fiyakalı diplomalar alınca da kurtaramayız, evlilik kurumunun sularına dalınca da. Benliğimizin, içinde yaşadığımız toplumla olan ilişkisinin gösterenidir kültür: Doğa ile savaşımımızda elde ettiğimiz maddî ve manevi değerlerin ta kendisidir. Tarihselliğin, belirlenmiş olanın, yaşanmışlıkların, gelenek ve göreneklerin, aktörenin, alışkanlıkların tinimizdeki yansısıdır. Acılara, sevinçlere, hüzünlere, hayal kırıklıklarına, ezilmişliklere, horlanmışlıklara gark olmuş bir şimendiferi bırakıp gidemezsin, canın istediğinde. Her yeni olan şey, iyi değildir eskisinden. Eski ile yeni arasındaki çatışmanın şiddetini ise, aralarındaki zaman farkının boyu belirler daha çok. Günümüzdeki evlilikler, erkeğin egemenliğinin kutsandığı bir ayine dönüştürülüyor. Görsel basında da, yazılı basında da eli kırbaçlı erkek modelleri idolleştiriliyor nedense. “Namus belâsına” dökülen kanlar ise kanla yıkanıyor, uygarlığın gözleri önünde! Evlilikte, annelik-babalık-kadınlık-kocalık gibi birden fazla rol sapağında buluşan çiftlerden kadının sırtındaki yük öylesine ağır ki, ağırlığı bile gelişmiş insanı tökezletebilir. Nermi Uygur’un dediği gibi, ” Yaşamın soluk alıp vermeyecek kerte de daraldığı” bir ortamda gelişmiş yanımız, şişinerek oturabilir evliliğin tahtında. Erkekle kadının eşit koşullarda yetiştiklerini söylemek de eşit olduklarını söylemek kadar zor. Egemenlik çarkının kurulduğu yerde, rüzgârgülleri güçlü olanın lehine dönecektir daima. Eşitliğin olmadığı yerde ise sömürünün göbeği öylesine öne doğru çıkmıştır ki, sokaklarda yürünmez bönlüğünden. Ortalığın sömüründen geçilmediği ortamda da vicdanlar körelmiş; “İnsan kaderine boyun eğmeli.” Türküsü ise ritüele dönüştürülmüştür bilincimizin daz kırında.

  • Hançerli Türkü

    Nicedir elimde gül dalıydı Değişti, değişti hançer oldu Baba bunu kendime mi saplasam Ya da bir gündoğumuna saklasam Daha gün ortalığa dağılmadan Al diye çekip vursam mı adamı Sevince inanmayanı, yaşamı paylaşmayanı Ekmeği ortadan ikiye bölmeyeni Aşktan döneni, savaştan kaçanı Kapılara nöbetçiler dikeni Köpeklerin sofrasında besleneni İnanç alıp-satanların hepsini Baba, bu gümüş hançerle vursam mı Nicedir elimde gül dalıydı Değişti, değişti hançer oldu Sardı uzayan yansısıyla Sardı nar çiçeği kırmızısıyla Bugünden çekip gidecek olanı Gül dalıydı hançere dönüştü birden baba Soframızdan aşımızı çalanı Çekip bu güzel hançerle vursam mı

  • Sevdiğim Asma Dalı

    Asma Dalı aynadaki küçük kız, bize ayıp öğretildi eteğini ört, gömünü koru sevdiğim asma dalı tadı mayhoş, tadı bir hoş... öyle saf bakma küçük kız dünya yeterince kirli aldığın elma tadı tadı mayhoş, tadı bir hoş... çingenelik sende de var bakışından belli senin annen baban vardı değil mi? bende varın da üstü o yüzden tekin olmadım bir türlü eril yanlarımı büyütüyorum gizlice sevdiğim asma dalı tadı mayhoş, tadı bir hoş... aynadaki küçük kız sen benim yarım mısın? öyle çok bölündüm ki kadın yanım ayrı, çocuk yanım ayrı eril tuğlalar örüyorum yaşama sevdiğim asma dalı tadı mayhoş, tadı bir hoş... aynanın içinden nanik yapma bana senin ailen vardı değil mi? çocuklarını bırakmışlar da oraya... beni avutmaya gelmişlermiş oysa yaşam ikimizi de sobelemiş sevdiğim asma dalı tadı mayhoş, tadı bir hoş... aynada ki küçük kız o boynundaki de ne? ip çocuklukta atlamak içindir dur yapma!!! hani benim yarımdın? benim çocuk yanımdın... ah sevdiğim asma dalı tadı mayhoş, tadı bir hoş... Yerkesik,Muğla,2011

  • Uğur Mumcu Yaşasaydı…

    Gazeteci Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bir düzenekle öldürülmesinin üzerinden çeyrek asır geçti. Onu fırtınalı bir havada görülmemiş bir kalabalıkla uğurladık. 25 yıldır, birçok toplantıda anılıyor. Bu yılki anma toplantıları Afrin Savaşı’nın gölgesinde kalacak gibiyse de birçok konuşmacı ve yazarın “Uğur Mumcu yaşasaydı bu savaş hakkında nasıl bir tutum alırdı” sorusunu dile getireceğini, hiç değilse bu soruya zihninde bir yanıt arayacağını sanırım. Sahi, Mumcu yaşasaydı, beş gündür Suriye topraklarında girişilen yeni savaşı destekler miydi yoksa bunun karşısında bir duruş nu alırdı? Bunu bilmeye imkân yoktur. Ancak Mumcu’yu seven ve onu ananların tutumuna bakarak tahminde bulunmak mümkündür. Yalnız savaşın bu beş gününde değil, hazırlık dönemi de hesaba katılırsa aylardır süren bu harekâta taraftar olanlar arasında da, karşı çıkanlar arasında da Mumcu’nun sevenleri, hayranları var. Basın ve televizyonlardan bir toplam alınsa muhtemelen savaşı alkışlayanların daha çok olduğu görülür. Âdettendir, böyle zamanlarda sağduyunun yerini Sayın Cumhurbaşkanının ve hükümet sözcülerinin özenle ve ısrarla vurguladığı gibi “Biz ve onlar” söylemi alır. Devlet başkanından gazetecisine, televizyon programcısına, hükümetin açıklamalarından başka haber kaynakları sınırlı olan ev kadınına ve kahvehanelerdeki okey taşı döşeyenlere kadar, herkes “Biz” dir. Milletin çok az bir bölümü, özellikler aydınların bir kısmı Bu “biz” içinde yer almaz. Sesleri fazla çıkmasa da onlar ilkeli düşünürler. Haklılıkları zamanla anlaşılır. NİÇİN ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ? Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğü konusu da uzunca bir süre yüzeysel değerlendirmelerin konusu oldu. Bunu geçen yıl bu tarihte paylaştığım “Uğur Mumcu Niçin Öldürüldü?” başlıklı yazımda anlattım. Komplo teorilerine sığınanlar bunu yapsa Amerika yaptırmış olacağını yazıp durdular. Başka bir fail aramak boşunaydı! İran üzerinde kuşkular varsa da böyle bir bühtanda bulunmak yersizdi çünkü İran bölgede bir numaralı Amerikan düşmanıydı. Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunan Mumcu’yu (ve diğer laik aydınları) niçin öldürtsündü? Oysa bu cinayet daha önceki cinayet serilerinden farklıydı. Sonradan cinayetin Kudüs Selam Tevhid örgütünün bir üyesi tarafından işlendiği anlaşıldı ve bu katil ele geçirilemedi. Amerikan karşıtı olmak, dünyadaki ve bölgemizdeki diğer gerçeklere gözlerimizi kapamak anlamına gelmemeli. Mumcu’yu Amerika’nın öldürttüğü gibi düz mantık Hrant Dink cinayetinde de işletildi. Hatta Ermeni Patriğinin bile bu cinayetten haberdar olduğu ileri sürüldü. IŞİD’li katillerin işlediği Suruç katliamının bile Amerikan yapımı olduğunu ileri süren gazete oldu? Nasıl olsa halkımız komplo teorilerine bayılıyordu. Salla gitsin! Ne siyasetçiler ne gerçek aydın olma özekliğini hak edememiş olan bazı okumuşlar neyin ne olduğunu, kimi nereye koymak gerektiğini tayin edemediklerinden ya da bilerek bilgi kirliliği yaratmak istediklerinden Türkiye’nin beli doğrulmuyor, böyle giderse daha uzun süre de doğrulmayacağı görülüyor. Uğur Mumcu’nun katilleri İran kaynaklıydı. İran hükümetinin doğrudan dahli olsun olmasın İran’ın fanatik örgütleri İslam devrimi dedikleri şeriatçı düzeni yaymak istiyorlar, laikliği savunan sivrilmiş aydınları katlederek millete gözdağı vermek istiyorlardı. Hrant Dink’i kadim Ermeni düşmanlığından kuvvetle etkilenen ve devlet içinde koruyucuları da bulunan fanatik Ermeni düşmanları öldürmüştü. Suruç katliamını da ABD yapmamıştı. ABD’ye de düşman olan IŞİD yapmıştı. Ankara’daki Gar katliamı da hükümetin olayı sulandırmak için iddia ettiği gibi “kokteyl” bir saldırı değil IŞİD’in eseriydi. Bunlar, 1955’te Selanik’te Atatürk’ün evine bombayı Yunanlıların değil MİT görevlisinin attığı, bu olay üzerine İstanbul’da yaratılan 6-7 Eylül yağma ve katliamının komünistlerin değil hükümetin işi olduğu kadar açık bir gerçektir. SURİYE’DE GERÇEKTE NELER OLUYOR? Bugün Suriye’de ne olup bittiğini ve kimin orada ne istediğini anlamak için de komplo teorilerine pirim vermeyen gerçeklere bağlı bir mantık yürütmek gerekir. Sıra ile ve kısaca anlatalım: Suriye hükümeti: Doğal olarak Suriye topraklarının bütünlüğünü savunuyor ve bunun için çalışıyor. ABD: Suriye devletini yıkmak, yerine ABD işbirlikçisi ve radikal İslamcı olmayan bir yönetim getirmek istiyor. Bu mümkün olmazsa Kuzey Suriye’de bölgeyi kontrol edebileceği kalıcı bir bölgesi yaratmak niyetinde. İsrail ile aynı hedefi paylaşıyor. Başlangıçta Türkiye ile birlikte hareket ediyordu. Suudi Arabistan gibi bazı Arap ülkelerinin ve Avrupa Birliği ülkelerinin desteğini alıyor. Rusya: Esat rejimini ayakta tutmak ve Suriye’nin yeniden bütünleşmesini sağlamak, bu yolla bölgede söz sahibi olmak, ABD’nin ülkeyi terk etmesini istiyor. En büyük müttefiki İran Kürtler: Suriye parçalanırken kendi yaşadıkları topraklarda bağımsız bir devlet, bu mümkün değilse özerk, laik ve demokratik bir bölge oluşturmak ve kurdukları kantonları birleştirmek istiyorlar. Türkiye: Başlangıç’ta Amerika ile birlikte Esat Rejini yıkmak için hareket ediyordu. Bunun mümkün olmadığını anlamış gibi. Şimdi Kürtlerin bağımsız veya özerk bir yapı kurmasına askeri müdahale ile engel olmak, burada Ankara’dan güdümlü ve Suriye hükümetine düşman Sünni bir bölge oluşturmak istiyor. Cihatçılar: IŞİD’in büyük ölçüde kuvvet kaybetmiş olmasına rağmen Suriye’de hâlâ varlığını sürdüren ve çeşitli ülkelerin cihatçılarından destek ve eleman sağlayan hilafetçi kuvvetler, Suriye ve Irak topraklarında koyu dinci bir devlet kurmak istiyorlar. Bu karmaşanın içinden çıkmak için; ulusların kendi kaderlerini tayin etme, iç işlerine karışmama, her türlü emperyalizme ve toprak talebine karşı olma, demokrasi ve laiklik gibi değerlere sahip olmak gerekir. Bu ise feraset ister. Çoklarının yolunu şaşırdığı böyle sisli bir atmosferde bilmem Uğur Mumcu bunu başarabilir miydi? Anısına saygıyla… (24 Ocak 2018) * Son sekiz aylık yazılarım için: zekisarihan.com

  • Rondel II

    Sevişiriz dilersen şayet Aşkı anmadan dudaklarınla Bir şeycik yapamaz bize anla Susmaktan gayrı bu gülden demet O nağmeler ki gülüşün elbet Veremez pırıltısını asla Sevişiriz dilersen şayet Aşkı anmadan dudaklarınla Sessizce sarmaş dolaş nihayet Sylphe giymiş kıpkızıl urbasını O hayal kanatların uçlarını Alev bir öpüş kavrar akıbet Sevişiriz dilersen şayet * Mallarme, Stephane (d. 18 Mart 1842, Paris - ö. 9 Eylül 1898, Valvins, Fransa) Paul Verlaine'le birlikte sembolist (simgeci) şiirin kurucusu ve önde gelen temsilcisi olan Fransız şair. Ayrıca Herodiade ye L'Apresmidi d'un faune (Bir Faun'un Öğleden Sonrası) gibi dramatik şiirler yazmış ve Edgar Allan Poe'nun şiirlerini Fransızcaya çevirmiştir. 1862'de dergilere göndermeye başladığı ilk şiirleri, Charles Baudelaire'in etkisini taşıyordu. Baudelaire yeni yayımlanan Les Fleurs du mal (Kötülük Çiçekleri) adlı kitabında, Mallarme'nin de zihnini meşgul eden gerçeklikten kaçış temasına ağırlık vermişti. Bununla birlikte Baudelaire'in kaçış özlemi daha çok duygusal ve tensel özellikler taşıyor, herkesin "bolluk, huzur ve zevk" içinde yaşayacağı tropik adalar ve insana huzur veren manzaralarla dolu belli belirsiz bir düşe dayanıyordu. Mallarme ise aynı temayı daha çok zihinsel yönüyle ele aldı. Mallarme 1868'de gerçekliğin ötesinde yalnızca hiçlik olduğu, ama kusursuz biçimlerin özünün ancak bu hiçlikte bulunabileceği sonucuna vardı. Şairin görevi bu özü algılamak ve ona kesin bir biçim kazandırmaktı. Böylece şair var olan gerçekliği betimleyip şiire aktarmakla yetinen bir manzume yazarı olmaktan çıkacak, bir şeyi yoktan var eden gerçek bir Tanrı olacak ve Mallarme'nin kendi deyişiyle, var olan "bütün buketlerde eksik olan ideal çiçeği" okura sunacaktı. * Rondel; Bizdeki türkü, koşma gibi 13-14 dizeli ve iki kafiyeli şiirdir.

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 26.SAYI YAZ 2012 * okumak için resme tıkla * söyleşi: Ömür GEDİK / Ahmet Ümit ve Cem Davran "Sinema ve EDEBİYAT"

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 14.SAYI 2008 BAHAR * OKUMAK için RESME tıklayın

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 13 2008 KIŞ / DOSYA: SİNEMA DENEN BÜYÜ SÖYLEŞİ: Zülfü LİVANELİ ile SÖYLEŞİ

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA GÜZ 2007 Sayı:12 Güneşe Dokunmak Dosyası -2 ile birlikte derginin bütününü okumak isterseniz resme tıklayın.

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA BAHAR 2010 SAYI:22 "OKUR YARATMAK " DOSYASIYLA * RESME TIKLAYIN "Bahara, İnsana, Yaşama Sevgiyle, Saygıyla..."

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA BAHAR 2012 25. Sayı * 1.Cemal Süreya DOSYASI 2. Sanal Dostluk/ Teknolojik ASK DOSYA / Ulaşmak için tıklayın / "Aramızdan Bir KİMSE" "çizginin sihirli gücü"

  • Makedonya'nın Bodrum'u OHRİ

    Makedonya'da Bir Hafta-2 28 Temmuz günü dört kişilik ailemizin bir araya geldiği Üsküp'te bir gün ve gece geçirdikten sonra, program gereğince Ohri kentine gitmek üzere otobüs garajına gittik. Pusuda beklemekte olan taksicilerden biri bizi yakaladı ve kendisinin yolcu almak için zaten Ohri'ye gideceğini, bizi ehven bir fiyata götüreceğini söyledi. Biz aramızda bu konuyu tartışırken bizi daha geniş bir taksiye devretti. Arnavut Sabahattin'in arabasına yerleştik. Geniş Vardar Ovası'nda ülkenin güneyine doğru yol alırken bir taraftan da taksici ile Makedonya'yı konuşuyoruz. Önce benzinin fiyatını soruyoruz: 1.20 Yüro imiş. Sabahatti'e Arnavutluk'un eski başkanı Enver Hoca hakkında ne düşündüğünü soruyoruz. “İyi adamdı. Şimdi Arnavutluk'ta bir şey yok” yanıtını veriyor. Geçmekte olduğumuz ovada ne yetiştiği sorusuna da “Her şey” diyor. İki şeritli düzgün bir asfalt yolun iki tarafında mısır tarlaları görülüyor. Makedonlar, sütlü mısırı pek seviyorlar. Üsküp'te çarşıdan sütlü mısır almış olanlara rastlamıştık. Bu durumu gezeceğimiz kentlerde de sütlü mısır haşlayan veya kızartan tezgâhların çokluğu da kanıtlayacaktı. Sabahattin meslek okulu mezunu. 41 yaşında. 20 yıldır şoförlük yapıyormuş. Üç çocuğu varmış. 9 yıllık ilköğretim okulu mezunu olan eşi ev kadını imiş. Türk parasıyla bin lira verdikleri bir dairede kirada oturuyorlarmış. Kiraya verdiği bir dükkânı da varmış. Sorum üzerine Sabahattin, ülkede rüşvetin yaygın olduğunu, ülkenin gazinolarla (kumarhanelerle) dolu olduğunu, memurların aldığı rüşvetlerle buraları doldurduğunu anlatıyor. Rüşvetin yaygınlığını başkalarından da duyduk. Kendisinin de sağlam ayakkabı olmadığı, yanımızdaki bir erkeğe kadın pazarlamayı önermesinden anlaşılıyor. Yolda durup içinde kadınların olduğu öndeki taksiyi durdurdu ve onun şoförüyle de bu konuda bir pazarlık yaptı! Benim dilimde Ruhi Su'nun sesiyle “Vardar Ovası, vardar Ovası, kazanamadım sıla parası” türküsü, ovada epeyce yol aldıktan sonra dağlık bir araziye tırmanıyoruz. Bu dağlar sık bir ağaç örtüsüyle kaplı. Aşağıdaki vadilerde kırmızı kiremitli evlerden oluşan köyler göze çarpıyor. Sabahattin'in demesine göre bu evleri yurt dışında çalışanlar yaptırıyor ya emekliliklerinde oturuyor ya da yazlık olarak kullanıyorlarmış. Birçok köy ve kasabada minare de göze çarpıyor. Ülkenin bu batı yakasında çoğunlukla Müslüman Arnavutlar oturuyorlarmış. Zaten sınırın öte yanı da Arnavutluk. Işık'ın bilgisine göre her dönemde arabanın yüksek yerine binmeyi tercih eden Arnavutlar, Osmanlı askerlerinden kaçan Makedonların yerine gelip buralara yerleşmişler. Şimdi Tiran'da Enver Hoca'nın başkanlık sarayında İngilizce kursu veriyorlarmış... Bizim Jön Türklerin, milliyetçiliği Makedonya dağlarında direnişçi milliyetçileri kovalarken öğrendikleri söylenir. Kim bilir şu dağlarda, vadilerde, ormanlarda kaç asker ve direnişçinin kanı aktı! Ormanlar arasında bir süre yol aldıktan sonra yenidean başka bir ovaya iniyoruz. Kekova kentini sıyırıp geçiyoruz. 180 km.lik Üsküp-Ohri karayolunu üç saatte aldıktan sonra Makedonların Ohrid dedikleri Ohri Gölü ve kentine ulaşıyoruz. 51 bin nüfuslu kent turist kaynıyor. Burası Türkiye'nin Bodrum'u gibi. İpini koparan Makedon'dan başka yabancı gezgin de bir hayli. OHRİ GÖLÜ AYAKLARIMIZIN ALTINDA Kalacağımız Villa Stefana'da yerimiz önceden ayrılmış. Burayı bulmak için Sabahattin, Kale eteklerindeki dar ve Arnavut kaldırımıyla döşenmiş sokaklarında birkaç tur atıyor, böylelikle bizi istemeyerek de olsa gezdirmiş oluyor. Oh olsun! Gelirken bizi kentlerin içinden geçirmesini rica etmiştik de fazladan benzin parası istemişti. Villa Stefana, Ohri gölüne bakan yamaçta üç katlı bir motel. Sahibi Stefana güler yüzlü bir kadın. Bizi kapıda karşılıyor ve ikinci kattaki dört yataklı odamızı gösteriyor. Balkona çıkıyoruz ki, alt taraflarımızda basamak basamak alçalan kiremitli evlerin çatıları üstünden Ohri gölü ayaklarımızın altında. Balkonda bir parça soluklandıktan sonra sokak aşağı inip kıyıya ulaşıyoruz. Burada göl boyunca paralel iki cadde var. Her taraf insan kaynıyor. Burası dünyanın en eski göllerinden biriymiş ve bizim İzmit Körfezi gibi çöküntü ile oluşmuş. Lokantalar göl kıyısındaki kaldırıma da masalar atmışlar. Yer bulmak zor. Bazı yerlerde denize de giriliyor. Ancak kum yok. Su biraz soğukmuş. Benim gibi bazı konularda biraz “gerici” olanların dikkatini çekmeyecek gibi değil: Kadınlar ve özellikle genç kızların üzerindeki iki parçalı giysinin ağırlığı herhalde yüz gramı geçmez... Yarım metrelik bir bez her iki parçayı yapmaya yetmiş olmalı! Belki de böyle giyinmelerinin nedeni vücutlarının demir ihtiyacını kızgın güneşten bol bol almak içindir... Kıyıdaki caddenin deniz tarafında kaldırımdaki yeni boşalmış bir masaya kapağı atıp karnımızı doyurduktan sonra sahil boyunca ayaklarımıza kara sular ininceye kadar yürüyüp etrafı keşfetmeye çalışıyoruz. Sonra bir büyük marketten kahvaltılıklar alıp yokuş yukarı yürüyerek villamıza çıkıyoruz. Balkonda kahvelerimizi içip gerdanlık gibi ışıklarla donanmış gölü ve müzik sesleri gelmekte olan gölün manzarasını izliyoruz. Göl, haritalarda da gösterildiği gibi Makedonya ile Arnavutluk sınırında. Yarısından Arnavutlar yararlanıyor. Yarın da Ohri'deyiz. Anlatacaklarım var.

  • Ağaran Bir Su Gibi

    Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı Kadınlar gittikçe daha güzel Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü Sular daha soğuk rüzgâr daha serin Eskiden her konuda konuşurdum istekle Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor İçimden geçenleri söyledim sanıyorum Birisi bir şarkı söylemesin kederle Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu Kısa söz basit eşya kedi sevgisi Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak. / ŞÜKRÜ ERBAŞ 1953'te Yozgat'ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamladı. Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilimler Bölümü'nden 1978'de mezun oldu. Memurluk ve yöneticilik yaptı, bu kurumdan emekli oldu. Yarın dergisi yazı kurulunda görev yaptı (1984) . Edebiyatçılar Derneği'nde yöneticilik görevinde bulundu (1993-1999) . Şair, halen Antalya'da yaşamaktadır. Şükrü Erbaş, ilk şiirini Varlık dergisinde, 1978 yılında yayınlandı. "Yolculuk" adlı şiir kitabıyla, 1987 Ceyhun Atuf Kansu şiir ödülüne değer görüldü. Ayrıca, "Dicle Üstü Ay Bulanık" şiir kitabıyla 1996 Orhon Murat Arıburnu şiir ödülünü, "Üç Nokta Beş Harf" şiir kitabıyla 2002 Ahmed Arif şiir ödülünü ve "Gölge Masalı" adlı şiir kitabı ile de 2005 Ömer Asım Aksoy şiir ödülünü kazandı. Şiir, edebiyat ve yaşam üzerine denemeler yazdı. Denemelerini "İnsanın Acısını İnsan Alır" (1995) ve "Bir Gün Ölümden Önce" (1999) adlı kitaplarında toplayan Şükrü Erbaş'ın, "Gülün Sesi Gül Kokar" (1998) adlı düzyazılarından oluşan bir kitabı da vardır.

  • SON KUŞLAR

    Kış, Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim. –Övünmek için değil- Herkesin yeni başlayacak olan altı-yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalama huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır. Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır. Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç içindeki Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim. Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan güzel . Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile. Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un neresi kimbilir? Sesler neden gelmiyor? Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol güzergahı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı. İki senedir gelmiyorlar. Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum… Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi. Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı. Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık seslerine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört-beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı. Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti. Galata’da yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın bir gülmesi. O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz… Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazi adamdı da… Konu komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de vermezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi. Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi. Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar: -Bizim pilavlıklar geldi! derdi. Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı. Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün güzel günlerini pencereden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konsantin Efendi var kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu. Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım. Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı: - Ne yapıyorsunuz, yahu, dedim. - Sana ne? dediler. Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı. - Canım, neden söküyorsunuz, dedim. - Mühendis Ahmet Bey söktürüyor. - Ne yapacak bunları? - Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da… - İngiliz çimi alsın, eksin; madem ki herif zengin… - İngiliz çimiyle bu bir mi? - Bu daha mı iyi? - İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş. Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezaya mucip olmuyormuş. Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.

  • Arsen Everekliyan'ın Kitabı Çıktı!

    Arsen EVEREKLİYAN. "kasaba hüznümü dayadığım kanlı duvar" Şiir, 2021 Nisan * “Su içmeyecektir artık taşra doğurmayacaktır da yalnızca haykıracaktır” Ahmet Oktay Marc Auge 'Unutma Biçimleri'nde “Fırınlarda yakılmaktan ya da kamplardaki dehşetten kurtulanların anımsama görevine davet edilmelerine ihtiyaç yoktur” diye belirtir. Burada üstünde durulması gereken Jean Amery’nin demesiyle “kalpleri güçlendiren ama sinirleri zayıflatan o olaylar” karşısında ya da sonrasında gidenlerin bırakmak zorunda kaldığı şehirlerde, kasabalarda, köylerde ve mekânlarda yaşamını sürdürenlerin, yeni yaşamaya başlayanların geride bırakılmak zorunda kalınan mekân ve nesnelerle komşu olacak, hatta onların içinde yaşayacak olanların ne duyup hissedeceği kadar tarihte olup bitenlerden bir biçimde yazı, söz ya da mekânlar üstünden haberdar olanların ne yapacağıdır. Başka bir deyişle bizden önce ve bizimle bir zaman yaşamış olan insan ya da değil ahalilerin sürülme, yerinden edilme, ölme ve öldürmeyle sonuçlanan trajedisi karşısında yaşamanın nasıl sürdürüleceğidir. Nazım Hikmet’in 'Şeyh Bedrettin Destanı', Hilmi Yavuz’un 'Bedreddin Üzerine Şiirler', 'Doğu Şiirleri' gibi kitaplara bakarak bu temeldeki bir geçmişin en azından bir trajedi ilgisine yol açacağı hemen söylenebilir. Hatta bu alandaki çoğu roman ve öyküde de bu trajedi ilgisi başat öğedir. Ama trajedinin büyük bölümü hala sözde saklıdır ve yazıya geçirilememiştir. Bunun uzun sürmesi hatta hiç bitmemesinin mümkün bir geçmiş tartışmasına yol açması beklenebilir. Geçmişle çocukluğun haberi oldukları, duydukları dışında ses, söz, yazı, mekân ve nesneler üstünden ancak ilişki kurulabilir. Yaşamakta olduğumuz ev, bahçesindeki ağaçlar, her gün gidip geldiğimiz sokaklar, mekân ve nesnelerin ne tür duygu ve düşüncelere yol açacağı ve bize ne yapacağı, yani bundan sonra yaşamanın anlamı da entelektüelin ve edebiyatın konularından biridir. Bunun hatırlama, bilme, öğrenme karşısında acıyla ve çaresizce, hüzünden çok kederle yaşanacak bir hayat olduğu söylenebilir. Bunun baştan Ahmet Oktay’ın belirttiği türden çoksesli bir söylemi ve anti-otoriter bir tavrı ihtiyaç kabul edeceği ise baştan bellidir. Buradaki çokseslilik de doğrudan ötekini hayata dâhil etmeye ve onunla yaşamayı baştan benimsemekle ilgilidir. Ne var ki başka ötekiler gelmiş, üretilmiş, bulunmuş ya da icat edilmiş ise de ölenlerin ve gidenlerin belki birkaç şehir dışında Anadolu’da mekân, nesne ve diktiği ağaçlardan başka bir şey kalmamıştır, kurtarılamamıştır. Bu yüzden herhangi bir insanın, entelektüelin ya da edebiyatçının söz ve yazı kadar nesnelere yönelmesi ve bunlar üstünden şiirini, yazısını yazması gerekir ya da beklenebilir. kasaba hüznümü dayadığım kanlı duvar, Arsen Everekliyan, 2021. Geçmişte Ermeni, Rum ve Türklerin yaşadığı Everek (Kayseri, Develi) kasabasından işçi Arsen Everekliyan'ın, çocukluğunda duydukları, geçmişten kalmış mekânlar, kullanılabilen nesneler ve hikâye haline gelmiş olaylar üzerinden kurmaya çalıştığı ilişkinin bir sonucu olarak çoğunlukla öfkenin, itirazın ve kederin öncelendiği şiirler toplamı 'Kasaba Hüznümü Dayadığım Kanlı Duvar' (Kendi yayını, Nisan 2021), bunun yeni ve daha içeriden örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Aslına bakılırsa Arsen Everekliyan için kitaba giren şiirlerinde geçmiş ve bugünün dünyası karşısında neredeyse John Holloway’ın belirttiği türden öfkeyle karışık çığlık atıyor da denebilir. Bu, geçmişi öğrenmiş olmak kadar bunun karşısında öfkelenmek ve bağırıp çağırmak dışında pek bir şey yapılamadığını ısrarla vurgulama ihtiyacı duyan bir çığlık olduğu gibi, bir yandan da “onlar gitti, biz niye hala buradayız ve nasıl yaşıyoruz?” sorusuna çaresizce aranan ve verilen yanıtların doğurduğu trajik bir şiirdir. Kasabayı hüzünden çok kederini dayadığı 'kanlı duvar' yapan da aynı trajedidir. Okur daha kitabın girişinde şu arka arkaya gelen dizelerden bu konuda muhakkak bir düşünce sahibi olmakta zorlanmayacaktır: “kasaba çocukluğuma açılan kapı kasaba nefretle büyüyen çocuk kasaba göğe kaçırdığım ilk uçurtmam kasaba zincire vurulmuş köpek kasaba kuyruğu kesilmiş kedi kasaba sürgün kuşların yuvası kasaba kendimi aradığım anlam kasaba içinde kaybolduğum hatıra kasaba dünya yarası kasaba yıkılan taş evlerin öyküsü kasaba usta ellerin ağıdı kasaba duduk sesi davul sesi kasaba venk'in suyu keşiş’in havuzu kasaba ilibe yolu haç dağ’ı kasaba yoğurt pazarı aşağı everek kasaba fenese aygösten kasaba dünyanın ta kendisi kasaba yakılan tarih demek” Arsen Everekliyan, bu tartışmayı insan merkezlilikle sınırlamıyor ya da insan merkezliliğinin şiirini belirmesine izin vermiyor; insan olmayan canlılara doğru genişletiyor. Bu genişleme aynı zamanda bugüne dönük bir tartışmanın imkânı haline geliyor. Bugüne gelindiğinde ise sanayide demir işçisi olan Arsen Everekliyan, doğal olarak bireyliğini önceleyerek işçi sorunlarını da tartışma konusu ederken bu kez karşısına aldığı ise şehirsiz şehir Kayseri’dir. Arsen Everekliyan’ın burada kendine dönük saptaması ise yeterince acı verici ve vahimdir. “etimi fabrika kapısına astım” Arsen Everekliyan’ın 'kasaba hüznümü dayadığım kanlı duvar'ında belirginleşen olgulardan biri de, sorun ettiği izlekler çerçevesinde özellikle Ahmet Oktay ve Ahmet Erhan’ın şiiriyle kurduğu etkilenmeyi sorun etmeyen, çoğu zaman kederli bulunabilecek ilişkidir. Söz konusu ilişkinin etki boyutu bir yana, asıl ortaya çıkardığı Ahmet Oktay’ın çok sesli ve anti-otoriter söylemi ile kurulmaya çalışılan ve olumlanması mümkün bir suçluluk duygusuna ve itirafa kadar varmasıdır. Hatta burada öne çıkan Ahmet Oktay’ın şu dizesiyle belki açıklanabilir: “iyi anımsayın ey tanıklar (…) Çünkü her tanık suçlu olacak” Yazılan şiir baştan beri Ahmet Oktay gibi birkaç örnek dışında insan merkezli olduğu kadar ulusçu özellikler gösterdi ve bunda diretti, ötekiyle ve onun trajedileriyle ilişkisini hep sınırlı tuttu. Bunun tekten örnekler dışında bugün de pek değiştiğini iddia edemeyiz. Arsen Everekliyan’ın 'kasaba hüznümü dayadığım kanlı duvar'ı sözünü ettiğimiz tekten örnekler içinde değerlendirilebilir. Arsen Everekliyan “dünya yarası” dediği kasaba ile dünya arasında geçen hayatı ve şiiri geçmişteki ve bugündeki insanların, insan olmayan canlıların trajedisine daha fazla yönelecek gibi duruyor. * Kitaptan edinmek isteyenler bize başvurabilir.

bottom of page