top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • SEN DEDİ DOST

    Sen dedi dost, Şiir yazmalısın, Dizelere yürekle işleyip umudu, İlmik ilmik nakşetmelisin! Sen dedi dost, Kıymetlisin, candan ötesin, Bozkırın yedivereni, Umudun, arzunun şairisin! Sen kıymetlisin dost! Sen, sevdayı, Kırkoluklu Çeşme’nin Kırk oluğuna, uğur ola deyip Adını fısıldıyorsun! Sonra Bozdağ’ın kekik kokulu, çam kokulu yamaçlarına, Boyuna haykırıyorsun! Sen kıymetlisin dost! Sen bir çift yüreksin, Biri Leyla ise, biri de benim, Sen benim kıymetlimsin! Salihli 31 Mayıs 2021

  • Memleket Yollarında

    Memleket Yollarında/Anı Lemanser SÜKAN 3. Baskı, sayfa 517 Ağustos 2012 Bursa “Memleket Yollarında”, bir güncel Çalıkuşu Öyküsü; Ne var ki, aşkın evrensel sihrine sarılmış yenemediğinden kaçan bir sosyete hanımının romantik kalp kırıklıklarının masalımsı öyküsü değil, yırtıcı bir yaşama karşı dimdik duran, yaşadığından kendini olduran yoksul ama aklı olan bir köylü kızının öğretmen, yönetici olmayı başarırken verdiği büyük mücadele ve o günün acıtan ülke gerçeği konusu… Kadınlarımızın, kızlarımızın, bu kitaptan geçmişin köylü kızı, dünün yönetici öğretmeni, bugünün savaşan aydını Lemanser SÜKAN’dan alacağı çok ders bulunmaktadır. Bu derslerin başında, insanın kendini geliştirmesinin ve seçtiğini özgürce yaşamasının bir bağış, armağan olmayacağı, ancak iyi bir eğitim, yükseltilen bir bilinç ve amaca kilitli emekle elde edilebileceği var. Kitabı okurken, elbette ortaya çıkan yapıtı alkışlarken, keşke yetkin ellerde, daha özenle daha çok kişiye ulaşacak bir tanıtım çalışmasıyla, en az iki cilt yapılsaydı bu kalın hacimli kitap, diye de düşündüm. Şenol YAZICI 2010, maviADA Dergisi,18.sayı “İnsan, kitabın bazı bölümlerinde, örneğin yazar Cide’nin İlyasbey Köyü’ndeki yaşamını anlatırken, birdenbire Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu ve Zeyniler Köyü’nü anımsıyor. Ama kitabın hemen hemen bütününde aşk ve gönül ilişkileriyle ilgili bir duygusallığa yer verilmemiş. Lemanser Sükan hep eleştirel aklı, duygularının önünde tutmuş. Kitap, Türkiye’nin siyasal, kültürel ve toplumsal tarihinden bir dönemi irdelemesi açısından önem taşıyor. Özellikle son yarım asırlık eğitim tarihimize ışık tutuyor. Kitabı eğitim, öğretim dünyasında çalışanların ilgiyle okuyacağını umuyorum.” Hami KARSLI Tokat Haber Gazetesi,9.02.2011 “Lemanser Sükan’ın MEMLEKET YOLLARINDA (1940–1980) adıyla sunduğu ve ömrünün kırk yılını içeren anılarını gerçek, yurtsever ve devrimci bir eğitim savaşçısının gözüyle bilgisizliğin, akılsızlığın, köleliğin yenilerek insan olma, aydınlanma savaşımızın damardan verilmiş bir özeti olarak algılıyorum… “ Öner YAĞCI 2012, kitabın 3.baskı giriş yazısı

  • MEDYA ve MEZBAHA

    Büyük Şehirde de yazdıklarının sanat, estetik değer ve oranlardan yoksun, seri imalât halinde basit, yavan, cahilce metinler kaleme alarak, yılda üç roman yayımlayan, bunları aptallar pazarında pazarlayan popüler romancılardan oluşan, ticaret siciline Yayınevi olarak tescil edilen Büyük Sahtekârlık Şirketleri. İskender Pala, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Murathan Mungan, Ayşe Kulin. Bu yazmanların nitelikli düzeyli tek bir eserleri dahi yoktur. Türkiye’de maalesef paçoz yazarların kışkırttığı tahrik ettiği bir kalpazanlar borsası mevcut. Dekoratif olarak Müslümanlığı da menfaat gereği sahiplenen bu dûn ( Aşağı) yazarlardan oluşan massere olmuş bir kıtch ve popüler kültür, avamın total, faşist beğenisi sayesinde varlık bulabilmekte. Bu sakil yazar taifesi kamera manyağı haline gelmişlerdir üstelik seçicilik yapmadan her programın her kanala konuk olmakta sakınca görmezler. Program sırasında dikkatle bakarsanız bu taifenin iğri bakışları, kurnaz ucube tavırları, kendilerinin gerçek sanatla bağlarının olmadıklarının yine kendilerince bilindiği için, kendilerinden memnun olmadıkları dahi fark olunabilir. Geçen akşam televizyonda Üstad Hilmi Yavuz ile Beşir Ayvazoğlu facia dolu bir sahnede epey poz kesmek istediler. Mustafa Kemal’in müzikten asla anlamadığını ima eden, küçümseyici bakışları, bıyık altından sergiledikleri, Mustaf Kemal’i istihza etmenin, büyük bir başarı puanı sanmaları, aslında bu sahnede bu iki mütekaid ve sabık edebiyatçımızın kendi cüceliklerini kompanse etmek için, bu küçük dalaverelere sapmaları gerçekten utanç vericiydi. Programda tek dürüst ve doğru olarak işini yapan bizim naif yazar ve şair Cezmi kardeşimizdi. Cezmi kardeşimiz sanki çamurun içinde bir cevher parlaklığı içinde göründü o rezil sahnede bana. Ama Cezmi’nin bu halinin arizi bir hal olduğunu da söylemeliyim. Cezmi’nin takdir görecek tek bir eseri vardır. O da gençken yazdığı ŞEHİRDEN BİR ÇOCUK SEVDİM adlı lirik – romantik eseridir. Yine de İskender Pala yerine ondan bir nebze daha düzeyli Beşir Ayvazoğlu’nun programda sahne alması, ehveni şer olarak mütalâa olunabilir. Hilmi Yavuz üstadımızın Bakış Kuşu, Şeyh Bedreddin Üzerine Şiirler ve Doğu Şiirler’inden sonra müthiş bir irtifa kaybına uğramayı başarması da dikkate caliptir. Kişi yoksul olmaktan korkuyorsa şiir yazmamalı. Şair Hilmi Yavuz sadece orta halli bazı hanım şairler nezdinde saygı görebilir ama bana halen iyi bir şair olduğunu kanıtlayamaz. Şair İsmet Özel Solcu ve Müslüman olduğu dönemlerde yazdığı şiirlerdeki “dehâyı” tanıdıktan sonra Hilmi Hoca, Ataol Behramoğlu gibi şairlerin ehemmiyeti de nazarımda zayi oldu. İsmet Özel gibi “ deha” nitelikleriyle temayüz eden ikinci isim Enis Bey’dir. Hele Türkiye’de Özdemir İnce gibi bir şairin sadece müfredat ve ders kitapları dışında umur ve saygı görmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Yannis Ritsos’u acemice intihal eden bir kalpazan için fazla söze ne a son derece pasif ruh hallerine sahip bir Belediye Şairidir. Sizler de değerli arkadaşlarım Cemal Süreya ile Ece Ayhan’ın fotoğraflarının olduğu bir karede, yanlarında Hilmi Yavuz ve Özdemir İnce’nin müthiş renksiz ve kişiliksiz görünümlerindeki kontrastı hemen fark ederseniz... Ama mesela Kemal Özer, Ahmet Telli ve Mahmut Temizyürek’ten oluşan karede dûn ( aşağı) olanlar arasındaki uyumu fark edersiniz. Bu halde bir kontrast yoktur. Kemal Özer 1970 li yıllarda SEN DE KATILMALISIN YAŞAMI SAVUNMAYA adlı şiir eseriyle birlikte şiire veda etmiştir. TRT nin makyajları, görünümleri ve diksiyonları berbat, sanki Ankara’ya dün gelmişçesine çarpık bir modernliği alelâcele kuşanan, sanki akşam kız sanat mezunu taşralı kızlara benzeyen, semantik olarak tek bir doğru cümle kurma yeteneğinden mahrum, ama evde bulaşık yıkayan bir kadının ses tonuyla haber okuyan sözde spikerleri. Türkiye’de genelde Medya bir Mezbahaneye benzer bir görüntü içinde. Mahalle kahvesinde muhabbet eder gibi ciddiyet ve yetkinlikten yoksun bir ortamın son derece düzeysiz, niteliksiz gazeteci adıyla maruf, Nagehan Alçı, Nazlı Ilıcak, Enver Arseven, Altan Öymen, adlı taraftar ruhuyla tezahürat ve telin arasında gelip giden gazeteci müsveddeleri. Ya da Muharrem İnce, Kamer Genç, Emine Ülker Tarhan gibi köy ihtiyarlar meclisinde dahi göreve getirilemeyecek politikacılar. TRT eskiden solcuların çiftliğiydi ama solcuların yaptığı yayın az çok bir kaliteye, düzeye sahipti. Seynan Levent’in fason devrimci sanat programları da içtensizlikle maluldü. Üstelik toplu durum gereği Seynan Levent, bir ara Başbakan Yardımcısı olan ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararını Mecliste “evet” oyu kullanarak, Denizlerin katline ve cinayetine onay veren babası Adalet Parti eski milletvekili İsmet Sezgin’i bile el çabukluğuna getirip Solcu, devrimcilerin hamisi olarak takdim etme riyakârlığı dışında, TRT iyi bir yayın politikası mevcuttu. 28 Şubat Faşizmi bazı aileleri muktedir kıldı. Faşizmden nemalananların solculuğu, devrimciliği inandırıcılıktan elbet yoksundur. O zamanlar TRT televizyonunda Seynan Levent, Seynan Levent’in kocası muhalif devrimci tiyatrocu Tamer Levent ve İsmet Sezgin’den oluşan aileye mahsus Baba - Kutsal Damat – Kolej Mezunu Kız, triosuna dayanan yayıncılık anlayışından Solcular da memnun değildi. Hele Solcu tiyatro aktörü Tamer Levent, iki kadeh içtikten sonra bulunduğu muhitteki protokolleri altüst eden koordinatsız hareketleri yüzünden ünlenmişti. Tamer Levent, görünür görünmez meydandaki zabıta memurları dahi çomaklarını saklar, güç bela rezalet çıkmasına mani olunurdu. Belki de maraza çıkarmasın, uslu dursun diye, bu kutsal damada Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü de bahşedildi. 28 Şubat faşizminin böylesi faziletleri de oldu denilebilir mi? Bizim kolej mezunu “ solcularımız” gerçi Solda pek ciddiye alınmasa da, bu gibi hususlar asla sorgulanmazdı. Ama başta belirttiğim gibi TRT Solcular zamanında daha doğru dürüst ve sağlam bir yayıncılık anlayışına sahipti. Yalnız üç, dört yıl evveline kadar, Şair Ömer Erdem sayesinde bir ara dönem kaliteli yayınlar yapıldı. Şimdilerde Şair Ömer Erdem yine göreve talip olsa, bu kötü görüntüyü değiştirmeye gücü yetmeyecektir. Türkiye’de roman da iki zirveyi Ahmet Hamdi Tanpınar ile Oğuz Atay’ın temsil ettiğini düşünüyorum. Sanatın ulaştığı bugünkü aşamada Kemal Tahir’in temsil ettiği herhangi bir değer, nitelik olduğunu söylemek mümkün değil. Kemal Tahir gibi son derece kaba, hantal, sevgiden yoksun, grotesk biçimde her eserinde “livataya” dair sahneler bulunan, Köyün Kamburu adlı romanımda medreselerdeki hoca ve talebelerin tümünü oğlancılık, esrarkeşlikle, dalaverecilikle itham eden, psikopat dejenere ruha sahip Kemal Tahir’i bizim saf ve cahil sözde İslamcı yazarlarımızın neden benimsediklerini, savunduklarını, iyi adam ilan etmelerini, anlamakta zorlanıyorum. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı, Yorgun Savaşçı’dan, Osmancık ( Kuruluş) Devlet Ana’dan kat be kat üstün romanlardır. Bizim sözde İslamcı yazarlarımız kadar riyakârlıkta usta bir taifeye, Türkiye Solunda asla bu mikyasta bir çapsızlık göremezsiniz. Bazı solcu ve komunistler evliya gibi dürüst doğru etik ahlak sahibi adamlardır. TRT Kurt Kanunu’nu izlerken bu riyakârlık üst seviyede olduğunu göreceksiniz... Kemal Paşa’ya suikast ekibinin başı Kara Kemal bir sahnede namaz kılmaya başlar ve beş on dakika ezan sesleri tekbirler eşliğinde, Kemal Tahir gibi Kemal Tahir’in Müslümanlıktan hazzetmeyen Selanik asıllı kahramanları bir güzel Müslümanlaştırılır. Bir önceki sahnede şuh ve serbest görüntü veren kadın kahramanlar birden muhafazakârlaşır. Zendost ve çapkın Ankara eski Valisi Yakışıklı Abdülkerim dahi sahne gereği birden dindarlaşıp Müslümanlaşır. Kemal Tahir’in romanında olmayan hususlardır bunlar. TRT deki bazı yeteneksizler riyakârca bu hususu âdeta tersyüz edercesine roman metni dışında ucuz ve gayri samimî ilâvelerde bulunmaya cüret edebilmelerini hayretle karşılıyorum. Böyle riyakârca bir dalavere Uganda Televizyonunda dahi görülemeyecek bir düzeysizleşme yüzeysizleşme ve etik ihlâlini idrak etmekte zorlanıyorum. İşin gereği ehliyet sahibi olanlara bırakılmalı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndaki bazı aktör ve yöneticiler Solcu olabilir. Sanatın özerk ve muhtar ve özgür icra edilmesi sanatın doğasında mündemiçtir. Sanat ve tiyatro ile bir bağı olmayan, bir takım idarî pozisyondaki memurların karar ve isteklerine iradelerine bırakılırsa, İstanbul Şehir Tiyatroları da TRT gibi bir ilkel ve iptidaî bir enkaza dönüşür. Ben Kemalist değilim, zaten bu konuda eleştirel bir üslûba sahibim. Ama TRT deki Kurt Kanunu’nda Mustafa Kemal’e suikast düzenleyenleri, suikastçıları olmadıkları derecede Müslüman ve iyi insanlar gibi sunulurken, Mustafa Kemal ve taraftarları aşağılanıp kötülenmekte, grotesk tipler kurgulanarak, bu tipler Mustafa Kemal taraftarı olarak TRTce lânse edildiği görülecektir. TRT Kemal Tahir’in romanındaki metne dahi sadakat göstermeyerek, roman haricinde bir takım yan karakter ve tipleri kurgulayarak zımnî bir şekilde Mustafa Kemal düşmanlığını yapmayı iş edinmekte. Kemalist değilim ama Mustafa Kemal benim için hürmet edilecek bir karakter ve fenomendir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” Mustafa Kemal’in tek bu cümlesi dahi takdire değerdir. Paul Verlaine’den şiir çeviren bir devlet adamı bir şair nazarında takdire değerdir. Belki bu yüzden rahmetli Aliya İzzet Begoviç ve Vacvel Havel’e büyük bir saygı duymam da bu nedenledir. / maviADA DERGİSİ 2012

  • KAKTÜS ÇİÇEĞİ

    Baharın yeni yeni kendini hissettirmeye başladığı günlerden biriydi. Dolmuştan inip, işyerime doğru yürümeye başladığımda, çevremdeki kişilerin kıyafetleri, yürüyüşlerindeki davranışları dikkatimi çekiyordu. Kimisinin henüz daha kendini hissettirmekten vazgeçmeyen soğuklara uygun sokak kıyafetlerine karşın, bazıları gençlik ve yeni gelmeye başlayan baharı karşılamak, “hoş geldin” demek istercesine hafif ince ve açıklığı hissettirecek kıyafetleriyle “merhaba” demek istercesine gibiydiler gelecek yaşama… Gülümsemeye başlayan gözlerimle girdiğimi hatırlıyorum işyerimdeki odama. Sırtımdaki paltomu portmantoya astım. “Artık seni evde bırakmalıyım bu günden sonra” diye bir düşünceyle masama oturduğumda, masamın üzerinde kıpkırmızı, bu güne kadar hiç görmediğim bir türde, alev renkli, gövdesi kadar büyüklükte açılmış bir kaktüs çiçeğini fark ettim. Saksısı, pembe bir grapon kâğıdı ve beyaz bir kurdele ile genişçe bir düğümle sarılıp bağlanmıştı. Bir an şaşkınlık geçirdim. Çünkü dün bu yoktu masamda, merak ettim, sekreterim Ayla Hanımı telefonla yanıma çağırdım: “Ayla Hanım, bu kaktüs çiçeği nereden çıktı? Siz mi koydunuz masama?” “Hayır Ömer Bey, ben koydum ama ben getirmedim. Biraz önce bir kadın getirdi. Sizi sordu, sizinle tanışmak istediğini söyledi ve elinde hediyesi olarak bu çiçeği uzattı. Biz yaşlarda, çok güzel bakımlı bir kadındı. Sizin henüz gelmediğinizi söylediğimde teşekkür ederek ayrıldı.” “Peki, kimmiş, telefonunu bıraktı mı? Çok beğendim çiçeği. Arayıp bir teşekkür edelim kendisine.” “Kim olduğunu söylemedi, telefonunu da bırakmadı, ben daha sonra yine uğrarım, diyerek ayrıldı.” Bir süre gözlerim masamdaki alev renkli kaktüs çiçeğinin güzelliklerini inceleyerek geçirirken, esrarengiz kadının kim olabileceği hakkında kendi kendime yorumlarda bulunurken, günlük işlerin yapılması ve sorunların çözülmesi konusunda çalışmalarıma dalıp gittim. Günden güne gelişmekte olan, bir dershanenin yöneticiliğini yapıyordum. Öğrencilerimize sadece girecekleri sınavlarda başarı kazanmalarını sağlayacak bilgiler öğretme ve sınav kazandırma amaçlarının dışında, verebileceğimiz en üst düzeyde gelecekte birer aydınlanma yanlısı olarak yetişmelerini sağlamak, bu yönde bilgilerle onları eğitmek ve donatmak da hem benim, hem de dershanemizin başlıca amaçlarındandı. Ülkemizde günden güne gelişmekte olan kara taassuba karşı mücadele etmek, onların yenilmelerinin ve geleceğimizin aydınlanmasının ancak iyi yetişen aydınlanmacı kuşaklar tarafından gerçekleşebileceğine inanıyordum. Bu amaçlar doğrultusundaki kendi hayatım, mücadelelerim, hapishanelerde geçen yıllarım, deneyimlerim beni gerileteceğine daha çok bilinçlenmeme, kavganın içerisine çekmişti. Artık biraz ilerlemeye başlayan yaşımla birlikte yazılarım ve katıldığım toplantılardaki konuşmalarımla, yazdığım kitaplarla bu kavgamı, insanlaşmanın ve insanlaşmayı yüceltme mücadelesinin bir neferi olarak Kemalist Devrimin geleceği adına üzerime düşeni yerine getirmek, benim bir insan olarak yurttaşlarıma karşı bir vicdan borcumun bilincinde olarak çalışmalarımı sürdürüyordum… Bir hafta kadar geçmişti aradan. Bir öğleden sonra Ayla Hanım, bir ziyaretçim olduğunu bildirdi telefonla. “Buyursunlar, odama alın” dedim. Kapım açıldığında başımı kaldırarak , “kimmiş gelen” diye ayağa kalktığım zaman, zarif, ince yapılı, parlak uzun saçları omuzlarından aşağı salınmış, kendine güven duygusunu attığı adımlarla belli eden, kadınlığını değil, kişiliğini öne çıkaran güzel bir kadın ile karşılaştım. “Merhaba! Ben Öğretmen Zerrin. Ömer Bey, sizinle tanışmak amacıyla geldim. Nasılsınız?” “Hoş geldiniz. Ben de Ömer, söylediğiniz gibi. Buyurun oturun,” diyerek elimle masamın yanındaki koltuğu işaret ettim. Gözlerinin bir gülümseme ve memnuniyet duygusu ile hâlâ masamda duran, fakat yavaştan solmaya başlayan alev renkli kaktüs çiçeğinde dolaştığını fark ettim. Bir süre konuşmadan sadece çiçeğe odaklanmıştı bakışları. Yüz kaslarının hareketlerinden sanki kendisi ile gururlanıyor gibi hissettim. “Zerrin Hanım. Bu güzel kaktüsü hediye olarak getiren arkadaş olmayasınız?” diye sordum. “Evet, ben getirdim size hediye olarak çiçeği. O gün henüz yoktunuz, size teşekkür etmek ve tanışmak amacı ile gelmiştim. Bugün size teşekkürlerimi sunmak istiyorum. “ Ben size bana teşekkür etmeniz için ne yaptım ki?” “Ömer Bey. Ben, Türkçe öğretmeniyim. Anadolu yakasında bir devlet lisesinde Türkçe öğretmeni olarak çalışıyorum. Derslerimde sizin yazdığınız kitapları, romanlarınızı, öğrencilerime öneriyor, onları inceliyor, üzerlerinde değerlendirmeler yapıyoruz. Dilimiz ve bağımsız geleceğimiz konusunda eğitim adına ben ve öğrencilerim de yeni ufuklara doğru gidiyoruz. Sizlerin yaşamınızdan ortaya koyduğunuz deneyimleriniz, öğrendiklerimiz, gençliğimizin Bağımsız Türkiye konusundaki çalışma, çatışma ve kavgaları bizlere ve öğrencilerime gelecek adına yol gösterici oluyor. Bu konular için size teşekkür etmek istiyorum. Yürüyeceğimiz yolun her zaman için engeller, baskılar ve dikenlerle dolu olduğunu, fakat sonunda en güzel sonuca ulaşacağımızın nadide bir güzellik olduğunu da dikenler içerisinden doğan güzel bir kaktüs çiçeğiyle belirtmek isteğiyle, size bu hediyeyi sunmaya karar verdim. Ve hâlâ masanızın üzerinde durmakta olduğundan da büyük bir mutluluk duydum”… Böyle oldu Zerrin’le tanışmamız… Birbirimizin telefonlarını aldık. İki arkadaş olduk. Hani derler ya bir kadınla bir erkek arkadaş olduğunda sonu amaçlanan cinselliktir, diye insanlaşamamışlar tarafından ileri sürülen, hiç bunları aklımıza getirmeden sürdü arkadaşlığımız, birbirini arayan ve özleyen iki dost olduk… Birlikte ortak arkadaşlarımızla aramızda gerçekleştirdiğimiz toplantılarda beraber olduk. Türkülerimizi söylerken beraber ses verdik, gözlerimiz gülerken birbirimize. Kadehlerimizi sağlığımıza ve geleceğimize diye kaldırdığımızda, yudumlarımız sıcacık içimize akarken, bizi dostluk ve arkadaşlık sevgisi ile ısıtırken, acaba bir gün birbirimize ihtiyacımız olacağını hisseder miyiz? diye aklımızdan geçmezdi desem, galiba yalancı olurduk. İkimiz de bekâr insanlardık; fakat insan olarak kendimize olan karşılıklı saygımız, oluşmaya başlayan bir sevginin doğmasına olanak vermeyecek kadar güçlü idi… Çok güzel arkadaşlarımız oluşmaya başlamıştı çevremizde. Bazen boş zamanlarımda Zerrin’in çalışmakta olduğu okuluna gidiyor, onun arkadaşlarıyla tanışıyor, iş bitimlerinde birlikte gittiğimiz çay bahçeleri ve lokantalarda edebiyattan, sanattan, güncel konulardan, tarihimiz ve kavgalarımızdan, aşklarımızdan, Ahmed Arif ve Cemal Süreya’dan şiirlerle paylaşılan güzel anlar yaşıyor ve umut yaşatıyorduk ortak dostlarımıza. Zerrin’in kız kardeşi Sezin de aramızda olurdu çoğunlukla. Arada bir bazen yeri olmadan bile, ablasının çok mutlu olduğunu, hayata ve geleceğe başka gözlerle bakmakta olduğunu, bundan kendisinin çok mutlu olduğunu söylerdi. Evli idi ve bir çocuğu vardı Sezin’in. Kimi zaman yaya yürüyüşlerimizde bizim Zerrin ile el ele tutuştuğumuzu gördüğünde, ellerimizden kalplerimize doğru bir sıcaklığın sanki yayılmakta olduğunu hissetmişçesine yanımıza yaklaşır, “sizi hep böyle görmek istiyorum Ömer Ağabey, sevgili ablacığım” der, her ikimizin utangaç bir şekilde başlarımızı yere eğmemize gülerdi seslice… Bir yıl olmak üzere idi Zerrin’le tanışalı. Bu arada iyi bir Türkçeci olduğunu da kanıtlamıştı bana. Bu yönü ile de kendisine daha çok saygı duyuyordum. Tam anlamı ile bir kitap kurduydu. Öyle de olunmuyor mu idi? Sadece eğitim hayatımızda okuduklarımızla kalır, sürekli yeni okumalar yapıp kendimizi geliştirmezsek, yeni bilgilere ulaşıp sağlıklı düşüncelerimizi oluşturmazsak, kendimize de insanlığa da ne faydamız olabilirdi? Zerrin, bu konuda bir örnek kadındı benim için. O dikenli kaktüsün dalları arasında yetişmiş, açtığında nadide güzellikte ışıklar saçan bir çiçekti gözümde… Yine kendisini özlediğim, görüşmek istediğim bir gündü. Sevgi ile telefonumu elime aldım ve çevirdim Zerrin’in numarasını. Uzun uzun çalmasına rağmen açılmadı. Herhalde bir işi var veya meşgul, diyerek kapattım. Yarım saat sonra yine aradığımda telefon yine açılmadı. Merak ettim, Sezin’i aradım. “Bugün hiç görüşmedim kendisi ile belki telefonu arızalıdır” dedi. Ertesi gün yine Zerrin’i aradığımda telefon yine açılmadı. Okulunu aradım; “Zerrin Hanım üç gün raporlu, okulda değil” dedi ortak arkadaşlarımız… Tanrım! Zerrin hasta olmuş, üç gün rapor almış, beni bilgisiz bırakıyor, üstelik telefonlarıma yanıt da vermiyordu. Bu nasıl olabilirdi iki dost arasında? Sezin’i aradım tekrar. Sezin bana, ablasının artık benimle görüşmek istemediğini, ablasının bu kararından kendisinin de üzgün olduğunu, seni ararsa kendisi ile görüşmek istemediğimi söylersin, diye aktardı sadece. Ve mümkünse ben de görüşmek istemiyorum sizinle, diye ekledi… Yıkılmıştım adeta? Kendimi sürekli sorguluyordum. Bir suç mu işlemiştim kendisine karşı? Kırmış mı idim Zerrin’i? Bir çirkin davranışım mı olmuştu? Ne yapmıştım da artık benimle görüşmek istemiyordu? Safça düşünceler de gelmiyordu değil aklıma; ortak bir hayat kurmamızı istemiş olabileceğini, bir gelişme olmayınca arkadaşlığını bitirmek isteyebileceği konusunda. Oysa her ikimizde de böyle bir istemi belirtecek davranışlar hiç olmamıştı aramızda. Fakat işte şimdi bende Zerrin’i kaybetmemek adına böyle duygular oluşmaya başlamıştı. Okulunu, tanıdığımız bütün ortak arkadaşlarımızı tek tek aradım. Hepsinden aldığım yanıt, sadece “seninle görüşmek istemiyor, bırakın Zerrin’in arkadaşlığını,” oldu… Zerrin benim sadece arkadaşım değildi ki? O hâlâ kurusu odamda durmakta olan kaktüsün alev rengi çiçeğimdi. Belki önümüzdeki günlerde tekrar, belki de daha güzel açacak olan alev renkli çiçekti. Öyle olsun istiyordum… Karşısına çıkıp; “suçum ne, bilmek istiyorum?” diye konuşma hakkım olduğuna inanıyordum. Fakat bir türlü karar veremiyordum. Çünkü bir iyi insanın özgür iradesi ile almış olduğu kararına karşı çıkmayı, kendi adıma bir yenilgi gördüğüm durumumda sanki bir “öç alma” istermiş durumuna düşüreceğini düşünüyordum, yapamıyordum… Artık Zerrin yoktu yaşamımda, kaybetmiştim bir iyi insanı ve tekrar alışılmaya başlanmıştı yaşamın gerçekleri ile geleceğe. Yavaş yavaş dinmişti kendisinin dostluğuna olan özlemlerim, ne kadar yarası içimde kalsa da, nerede bir kaktüs çiçeği görsem de, gözlerimden yüreğimin içerisine bir ılıklığın aktığını hissetsem de ne zaman aklıma Zerrin gelse de… Altı ay geçti böylece… Bir gün dershanemizin patronu, Anadolu yakasında yeni bir şube açmamız için harekete geçtiğini, bu dershanemize de diğer şubelerimizde olduğu gibi başarımızı artıracak iyi bir kadro kurmam gerektiği isteğini bildirdi. Her dersten kendi tanıdığım veya bana önerilen isimler üzerinde araştırma ve çalışmalara başladım. Bir arkadaşımla konuşurken, “aklımda iyi bir Türkçeci var ama benimle görüşüp konuşmadığı için teklif götürsek acaba kabul eder mi?” dedim. Kim olduğunu sordu, “Zerrin Hanım” dedim. Hani şu bir zamanlar senin arkadaşın olan Zerrin mi? dediğinde evet diye yanıtladım. “Yahu sen bilmiyor musun? Zerrin Hanım öleli üç ay oluyor!” Oturduğum yerden nasıl fırladığımı anımsayamıyorum.” Ne diyorsun sen?” “Valla kardeşim, o öleli üç ay kadar oldu. Bunu da hepimizden iyi sen bilirsin diye düşünüyordum.” Odamdan dışarıya çıktım. Çok kızgındım. Öfkem en üst düzeye çıkmıştı yaşam karşısında. İnanmak istemiyordum Zerrin’in ölmüş olabileceğine. Telefonuma sarıldım hemen, Sezin’i aradım. “Sezin, bürona geliyorum, bir yere ayrılma” dedikten sonra bir taksi çevirerek adresi söyledim… Çalışmakta olduğu işyerinde bürosunda beni bekliyordu Sezin. Yanına girdiğimde, “doğru mu Sezin? Zerrin öldü mü? Söylesene bana?” diye bağırdım. Eliyle boş koltuğu göstererek; ”Lütfen otur Ömer Ağabey” sesi çıktı ağzından. Oturduğum koltukta ikimiz de sessizce uzunca bir süre başımız önümüzde durduk. Neden sonra; “Nasıl oldu Sezin, Zerrin nasıl öldü, anlat bana?” diyerek başımı kaldırıp Sezin’in yüzünde Zerrin’i görmek istercesine dolaştırdım gözlerimi. “Seninle son görüştüğünden bir kaç gün sonra ablam, kendisinde hissetmeye başladığı bazı rahatsızlıklar nedeniyle hastaneye muayene olmaya gitti. Yapılan inceleme ve tekniklerin sonucunda, ablamın akciğer kanseri olduğu ve hayli ilerlemiş aşamaya geldiği teşhisi kondu. Kendisine de gerçek öylenerek, tedavilerin bir sonuç vermeyeceği, üç dört aylık bir zamanı olabileceği söylendi. Bilirsin, ablam gerçekçi ve güçlü bir kadındı… Kabullendi gerçeği… Ve ilk olarak seninle görüşmeme kararı aldı. Bu kararını uygulamaya geçti… En önce bana, eğer sen soracak olursan gerçeği söylememem için güçlü söz aldı, büyük yemin ettirdi... Daha sonra, durumunu açıklamak istediği tüm ortak dostlarınıza da senin bilgilendirilmeyeceğin, gerçeği söylemeyecekleri konusunda söz aldı, yemin ettirdi. Sadece “kendisiyle görüşmek istemediğimi söylersiniz” diyerek bizleri susturdu… Bana bir isteğini vasiyet gibi iletti sadece. “Biliyorsun, dedi, benim en sevdiğim alev renkli kaktüs çiçeğini… Ben öldükten sonra eğer buralarda ise Ömer, görüşme olanaklarınız olursa, her yıl ondan bir tane tam çiçeğini açtığı günlerde bir yeni saksı götür Ömer’e.” “Mevsimi yaklaşmıştı, yakında ben sana bir ziyaret yapıp, getirecektim benden istediği gibi alev renkli kaktüs çiçeğini saksısı içerisinde.” Konuşamadım, karşılık bir şey söyleyemedim Sezin’e, çıktım sokaklara… Gözlerimle aradım vitrinlerdeki çiçekler arasında benim kaktüs çiçeğimi… Gördüm ki, bütün çiçekler bizim kaktüs çiçeğimiz gibi bakıyorlardı bana. O nedenle her gördüğüm bütün kaktüs çiçekleri Zerrin’i hatırlatır bana, yüreğimden bir sızının akışıyla içime, engel olamam gözlerimin dolmasına… Mustafa Kemal BENK 26.11 2020

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 28. Sayı KIŞ 2013 * DOSYA: 1."Hiçbir Yere Yolculuk" 2.Toplumcu Edebiyat * Okumak için Resme TIKLA

  • Evin Halleri

    “Evimi özledim”ciler var; “nereye gitsem yastığımı da götürürüm”cüler var; gezginliği seven, “her yer evimdir” ya da “beni nereye koyarsan orayı evim yaparım”cılar var. Herkesin eviyle ilişkisi kendine. Hem hangi evden/kimin evinden bahsediyoruz ki: Çocukluk evinden mi, gençlik evinden mi, yetişkinlik evinden mi, yaşlılık evinden mi? Çocuğun evinden mi? Kadının evinden mi? Memur çocuğunun hep değişen evinden mi, taşradaki eşraf çocuğunun yerleşik, hep var olan evinden mi? Bir kuşak boyu bile elde tutulamayan kira evinden mi, kuşaklar boyu sahip olunan aile evinden mi? Kalabalık evden mi, ıssız evden mi? Yaşam dolu evden mi, ölüm kokan evden mi? Nohut oda bakla sofa evden mi, salonlar, çift tuvaletler –ve daha sıralamayı bile bilemediğim neler neler- barındıran evden mi? Mehmet’in 50 yıl boyunca hasretini dindiremediği Biga evinden mi, benim Amerika’da yaşadığım yedi yıl boyunca -ha desem gidiverecekmişim gibi çantamda anahtarlarını taşıdığım, Ankara’daki ana-baba evimden mi, kayınvalidemin –kışı Ankara’da geçirdiğinde- daha Mart bitmeden “hadi geldi artık bahar, götürün beni” dediği, merdivenleri gıcırdayan, “akşamları [onunla] konuşan” ahşap evinden mi? (ama her odada soba yakılacakmış, ama tavanlar yüksek, ısınmak zormuş, ne gam…) Ben iyisi mi, yaşamımın önemli bir bölümünün geçtiği, ne kadar bağrıma basmış olduğumu çok yıllar sonra fark ettiğim, köklülük ve bağlanmaya ilişkin duygularımın yumağı olan evden söz edeyim: Birçok yıl önce bir gün, Mehmet bana, bazen eğitimlerinde uyguladığı bir egzersizi öğrenmek isteyip istemediğimi sordu. Bir akşamüstüydü; kanepede yan yana oturuyor, geçmişten söz ediyorduk. “Tabii isterim” dedim, “ne zaman?” “Hemen şimdi” dedi eşim, “hemen şimdi”. Arkama rahatça yaslanmalı, gözlerimi kapatmalıymışım. Hemen kanepedeki yerime şöyle rahatça yerleştim, sırtımı iyice arkalığa dayadım, yumdum gözlerimi. Mehmet konuşmaya başladı: “12 yaşlarındasın. Okuldan eve döndün. Nasıl dönüyorsun?” “Yürüyorum” dedim gözlerimi açmayarak, “belki mahalleden bir arkadaşla, belki yalnız, ama kesinlikle yürüyorum.” Sesim hafif çıkıyordu; kaptırmıştım bile kendimi 12 yaşıma. “Eve vardın; kaçıncı kattasınız?”. Tebessüm ettim. “O kadar kolay değil” dedim, “önce merdiven ineceğim, sonra birçok merdiven çıkacağım. Toplamda iki kat mı demeliyim acaba; bilemiyorum tam kaçıncı katta olduğumuzu!”. “Anlat bana” dedi eşim. “Garip bir yerleştirilişi vardı Ankara Yenişehir’de, Olgunlar Sokak’la Konur Sokak köşesinde, şimdi SSK Hastanesi olan yerdeki, bir katında kiracı olduğumuz evin. Hatırladın mı, Amerika’dan döndüğümüzde sana hayatımda en uzun süre oturduğum evi göstermek istemiştim, oralara gitmiştik, evi bir türlü bulamayıp sokakları karıştırdım zannederek korkmuştum. Sonra, evin yerinde yeller estiğini anlayıp sokak ortasında sararıp kalakalmıştım. ‘Zarar yok’ demiştin yavaşça, bana sarılıp. Bense, sana evi gösteremediğime olduğu kadar, çocukluğumun, gençliğimin toprağı olan yerin elimden gidivermiş olmasına yanıyordum. Önyüzünde, siyah parlak bir levha üzerinde Ofluoğlu Apt. yazan, ev sahibimizin adının Zeynep Hanım olduğunu hatırladığım bu yere taşındığımızda altı yaşındaydım ben, okula başlamak üzereydim. Evden çıktığımızda da üniversite ikide. Düşünsene!” Önce dönelim “garip yerleştiriliş”e; sonra dönelim 12 yaşıma ve o akşamüstü, kırkını çoktan devirmiş bir kadın olarak içinden geçtiğim deneyime: Ofluoğlu, sokaktan herhâlde en az sekiz on basamak inerek ulaştığınız genişçe bir arsanın içindeydi. Arsanın, evin dışında kalan kısmında ne bir ağaç ne bir bitki, boş arsa; mahallenin erkek çocuklarının top koşturduğu, İpek Soykan’ın arsaya bakan misafir odası penceresine burnunu dayayıp seyrettiği... Merdivenden indiniz, birkaç adım attınız; eğer Resmiye Teyze-Emin Eniştelere gitmiyorsanız (gidiyorsanız, o adımları çoğaltıp, sokak kapısı doğrudan arsaya açılan dairenin kapısını çalmalısınız), hemen sağ taraftaki –Olgunlar Sokağa paralel- merdivenlere yöneldiniz. 10-15 basamak çıktınız, ufak bir sahanlığa geldiniz, orada yön değiştirdiniz, 10-15 basamak da sokağa dik yönde çıktınız. Gene minik, kare bir sahanlık. Sağınızda bir başka dairenin kapısı var. Orada da Devlet Operası sanatçısı Ayhan Aydan’ın annesi Naciye Hanım oturuyor. Son çıktığınız merdivenlerin tam karşısında garip bir kapı var; iki sallanır kanatlı. Kanatların birini madeni kulptan çeker binadan içeri girer –ilk kez bina içindesiniz; buraya kadar hep karda, yağmurda, güneşteydiniz- kulbu bırakırsınız; kapı diğer kanada değerek ve pat pat ses çıkararak defalarca gider gelir. Bu arada siz gene merdivenlerdesiniz! Bir daha kat tırmanırsınız. “Peki, ikinci kat kabul edelim evinizi. Ya da üç. Merdivenleri çıkıyorsun şimdi.” Anlatıyordum: “O sallanır kapıdan girer girmez, bağırarak şarkı söylerdim. Bak sen, yıllardır unutmuştum bunu. İlle de şarkı söylerdim, evet. Ya kapının patpatlarını duyup açacak annem kapıyı, ya da şarkımı.” “Hangi şarkılar meselâ?” “Annemle teyzemin bana sokakta yürürken öğrettikleri, ‘periiişan saaaçların aaaşkııımııın aaağıdııır’ olabilir! Ya da okulda öğrenilen İngilizce şarkılar: ‘My Bonnie lies over the ocean’ falan. Önce bu ikisi geliyor aklıma nedense”. “Şarkıları söyledin. Tam da dairenizin kapısı önündesin. Açtı mı annen kapıyı?”. “…”. “Açtı mı?” “açtı, evet, açtı” “Şimdi önce, şarkı söyleyerek merdivenleri çıktığın yeri düşün; binanın içini. Nasıl kokuyor, ne kokuyor? Sonra da annenin üstündeki elbiseyi anlat bana”. Ne buram buram duymakta olduğum, o eskilik -ama temiz bir eskilik- içeren kokuyu anlatabildim o akşamüstü, ne de gözümün önündeki annemi ve elbisesini. Daha gönül gözümle sokaktan arsaya girerken, gözlerim yanmaya, sallanır kapıya geldiğimde yaşlar sessizce akmaya başlamıştı bile. Koku ve annem, artık yüksek sesle ağladığım ve konuşamadığım yerdi. O akşam, o kanepede ağladım. Arındım.

  • ALTIN ÇAĞ

    ÇOCUKLUK İnsan ömrü bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık gibi bölümlere ayrılmıştır. İnsan bebeklikte pek bir şeyin farkında değildir. Fazlaca bağımlıdır. Gençlikte hormonların çıldırttığı, huzursuz ettiği, değiştirdiği bir beden ve ruhla uğraşılır. Yetişkinlikte eş, iş, ev, çocuk, geçinme gibi sorumluluklarla baş edilmeye çalışılır. Yaşlılıkta organlar yavaş yavaş işlevini yitirir, hareketler kısıtlanır, ağrılar artar. Çocukluk dönemi bambaşkadır. Ömrün altın çağıdır. Cilt ipek gibidir. Jiletle, cımbızla, boyayla, deodorantla işleri yoktur çocukların. Dişlerinden biri çıksa yerine yenisi gelir. Organları pırıl pırıl, kemikleri esnek, beyinleri berrak, hafızaları almaya hazırdırlar. Ele avuca sığmaz, yorulmaz, sınırlanmazlar. Sever, en çok da sevilirler. Anne babaları, büyükleri önlerinde dağ gibidirler. Hiçbir şey esirgenmez onlardan. Ağızlarının tadını iyi bilirler. Sorumlulukları yok gibidir. Hataları olsa da “çocuktur” denir geçilir. Yaratıcılıkları olağanüstüdür. Düşlerinde uçarlar. Düşsel arkadaşları vardır. Arkadaşlıkları candandır. Oyuncaklarını kendileri yaparlar, bulurlar çoğunlukla. Bir sopa altlarında küheylana, basit bir çember son model otomobile döner ellerinde. Bir bez parçası en güzel geline döner. Çamurdan tabaklar, çanaklar; kumdan kaleler yaparlar en korunaklısından. Oyunları hava kararsa da bitmez, enerjileri gibi. Her yaş unutulur da çocukluk unutulmaz. İster varlık, ister yokluk içinde geçsin hiç önemli değildir. Kişi yaşlandıkça çocukluğu düşer aklına çokça. Cahit Sıtkı Tarancı Affan Dede’ye para sayıp çocukluğuna dönmek ister: “Bir gün zengin olursam Çocukluk satın alacağım Büyüklük sizde kalsın.” diyen Cemal Süreyya Tarancı’nın yolunu izler. Bir başka şiirinde ise; “Çocuk olsam yeniden Bir tek düştüğüm için acısa içim Ve kalbim çok koştuğum için çarpsa sadece.” diyerek çocukluğa özlemini dile getirmektedir. Özdemir Asaf; “Çocuklar oynuyordu Düşlerimin içindeki Bayram yerlerinde.” dizelerinde çocuk mutluluğunu anlatıyor. Herkesin içinde bir çocuk vardır. Olmalıdır da. İster anılarında, ister ruhunda. Edip Cansever “Gökyüzü gibi şu çocukluk hiçbir yere gitmiyor.” Fazıl Hüsnü Dağlarca “Çıkamaz çocukluğundan dışarı kimse.” ve Sezai Karakoç “İnsanı çözersin, çözersin çocuk çıkar.” sözleriyle insanın “çocuk”la ayrılmazlığını ortaya koyuyorlar. Çocukluk ölümden uzak bir çağdır. Ölümden korkanlar çocukluğa sarılırlar. Yine de gelince ölüm Fazıl Hüsnü Dağlarca “Ölürken insan bir çocuk hatırlayacak” diyerek sonu kolaylaştırıyor. İnsanın içindeki çocuk yaşarsa kişiyi kötülüklerden, kinden, nefretten arındırır; insanı, doğayı, hayvanı, kısaca yaşamı sevmeyi sağlar.

  • Müzik Evrensel Bir Dildir

    GÜLÜMSEYİN * Bazı zamanlarda en çok ihtiyaç duyduğumuzdur...hadi paylaştığım bu soft şarkılardan oluşan albümün ılıman iklimine kendinizi bırakın, hadi kara sularına yavaşça dalın ve rahatlayın. Hele birde sevdiğiniz yanınızdaysa bu çok daha iyi, başlarınızı bir tüy hafifliğinde birbirine yaslayın ki gece güzelleşmeye başlasın. Son olarak çok değil, sağlıklı bir seçim olarak bir kadeh şarabınız varsa, onu da bu müzik eşliğinde tadını çıkaracak biçimde, yani yavaş yavaş yudumlayın. Denemek gerek, duymak ve hissetmek için dinlemek...hayat çok kısa! 14:14 2 Haziran 2021 Albümdeki ilk şarkı; Your Rhythm Türkçe Çevirisi Etrafınızdaki her şey harekete geçiyor bizden başka kimse tarafından duyulmamak için sessizce oyalanmak altına düşmenin tüm yıllarının korkularında kayboldu bizden başka kimse tarafından duyulmamak için sessizce oyalanmak kalbini onar ninja kalbini biliyorsun ki kimsenin şansı yok bebeğim kalbini onar ninja kalbini biliyorsun ki kimsenin şansı yok bebeğim Beklediğin zaman boşa harcadığın zamandır ve uyanık yatıyorsun değil mi? Ritmini bulmak için dinlemenin zamanı değil Dua ettiğin tüm zamanlar ve söylediğin sözler ama eylemler her zaman kuraldır Ritmini bulmak için dinleme zamanı Zaman için başka bir heyecan için yapacaksın hissettiğin aşk için, değil mi? ritminizi bulmak için dinlemenin zamanı geldi biliyorsun ki kimsenin şansı yok bebeğim

  • Yayınlanan Son Eserleri ile Franz Kafka

    Franz Kafka'nın 1924 yılında tüberkülozdan ölmeden önce arkadaşı Max Brod’a yakmak üzere bıraktığı eserler; 1907 tarihli Ülkede Düğün Hazırlıkları öyküsünün üç taslak versiyonu, İbranice çalıştığı not defteri, 1909 yıllarından kalma otobiyografik el yazmaları, 1911 yılında İsviçre’ye, İtalya’ya ve Fransa’ya yaptığı seyahatlerin notlarıyla Max ve Sophie Brod’a yazmış olduğu mektuplar ve kendi çizimleri bulunmakta. Max Brod tarafından 1939 yılında İsrail’e getirilen koleksiyon, önce Brod’un sekreteri Esther Hoffe’a sonra kızları Eva Hoffe ile Ruth Wiesler’a miras yoluyla geçmişti. İsrail Ulusal Kütüphanesi Max Brod'un Franz Kafka'ya ait bu koleksiyonun kütüphaneye verilmesini vasiyet ettiğini iddia ederek mirasçılara dava açmış, uzun yıllar süren mahkemeler 2016 yılında karara bağlanmıştır. Verilen karar sonucunda sözü edilen eserlerin sahipliği İsrail Ulusal Kütüphanesine bırakılmıştır. Eserler İsrail Ulusal Kütüphanesi tarafından uzun soluklu bir restorasyon ve dijitalleştirme çalışması yapıldıktan sonra geçtiğimiz günlerde internet üzerinden yayınladı. Albert Camus'un ''Korku Çağı yok olana dek güncelliğini koruyacaktır.'' dediği yazar; Franz Kafka... 3 Temmuz 1883'te orta sınıf bir Yahudi ailesinin ilk çocuğu olarak Prag'da dünyaya gelen Franz Kafka, 20. yüzyılın ve modern Alman edebiyatının önde gelen yazarlarındandır. Yaşamı boyunca pek tanınmayan Kafka, yakın arkadaşı Max Brod'a verdiği vasiyetinde tüm yazdıklarının imha edilmesini rica etmişti. Fakat Max Brod, Kafka'nın Viyana'da ölümünün ardından aksi yönde hareket ederek elindeki eserleri yayınlamaya başlamıştır. Eserlerinden özellikle dilimize Değişim ya da Dönüşüm adıyla çevrilen romanında 20. yüzyılın sanayi sonrası Batı toplumunun açmazını, içine düştüğü yalnızlık ve yabancılaşma sürecini başarılı bir şekilde gözlemleyerek kaleme almıştır. Hayatı baştan kaybedilmiş bir savaş olarak gören Kafka, ne yazık ki henüz kırk bir yaşındayken 3 Haziran 1924'te verem hastalığından yaşamını yitirdi. * DERLEME

  • Delikanlı

    mevsimlerin şaşkınına kaldık yağmurların taşkınına olur mu damarda kan hala delikanlı bahtı kara, aklı tutuk bir çağa kaldık insan soyunun arsızına olur mu yürekte erdem delikanlı gurbetin azgınına kaldık yolların dikenine taşına olur mu dizde fer hala delikanlı canda mertliğin alacasına kaldık dilde yalanın kuyruklusuna olur mu omurgada dik duruş delikanlı özün yozuna kaldık ülkünün paslanmışına olur mu kanda sevda hala delikanlı

  • BU IŞIK

    Yüreğimde bir ateş, Öyle bir yandı, Öyle bir yandı: Her yanım aşka kesti. Ay oldu, Yıl oldu, Prometheus’un kutsal ateşi, İşte öyle bir ateş! Bu ateş mutasvvıfın aşk ateşi. Yandı… Yanıp durmakta hala ilk günkü gibi, Ta oradan tutmakta yalımı, Her gün, her an yakıp geçmekte. Bu ateş bir ışık. Bu ışık, aşkla demlenmekte, Bu ışık, sevda ile çoğalmakta, Bu ışık, öyle bir ışık işte! Bu ışığa Eylem’i, Selin’i, Şafak’ı, Ersin’i Nefes olmakta... Bu ışık, ta o yıldan, Uludağ’ın yamacından beri parıldamakta. O ekim’den beri ışıldamakta. Bu ışık, Adı sanı ile Altmış dört numarası, Beyler Sokaktaki evleriyle, Aydınlatıp durmakta yüreğimi. Bu ışık Bektaşi cemindeki semah, Mevlevi ayinindeki ritüel. Bu ışık, Yunusça bir sevgi, Pir Sultanca bir kavga, Bu ışık, Mahsunice hem barış, hem mücadele. Bu ışık Erciş Lisesi’nde Ruhan, Cemil, Fatma, Neslihan… Bu Işık, Piri Reis’te, Gülşah Berna, Ecevit! Bu ışık Yılmazların Murat’ı, Celâl’i, Bu ışık, İstanbul'da Deniz, Naim, Beki, Bu ışık, Ayla, Bella, Selda, Semih’tir. Bu ışık hiç sönmeyecek, Bu ışık cumhuriyettir, Serap’tır, Serpil’dir, Bu ışık Ömer’dir. Bu ışık işte benim. Ben bir cumhuriyet öğretmeni, İrfan ordusunun sıra neferi. Bu ışık Mustafa Kemal, Bu ışık Beyazıt’tan Taksim’e yürüyen Denizler, Bu ışık tam bağımsız Türkiye’dir…

  • TONGUÇ'un ROMANI

    Büyük Oğul Efsanesi Öner YAĞCI * Yaşarken efsane olmak, doğanın insanlara en büyük armağanıdır. Bu armağan insan olmayı başarmış, ondan sonra da başkalarına insan olabilmenin yolunu yordamını öğretmeye kendini adamış olanların aldıkları bir armağandır. Efsaneler geleceğe aktarılmazsa yeni efsanelerin doğması zamanın akışına bırakılırsa, toplumların yaşamında boşluklar doğar. Öner Yağcı, “insanın aklını ve elini kullanarak doğayı, kendisini ve toplumunun yazgısını değiştirebileceğini bilen, bunun nasıl olacağına ömrünü veren bir devrim öğretmeninin”, Tonguç'un efsanesini sunuyor bize. Öner Yağcı’nın İsmail Hakkı Tonguç’un hayatını anlattığı “Büyük Oğul Efsanesi” seçkin kitapçılarda ... .................................................................................................................................... Sayfalarımızda yer alan kitaplardan edinmek isteyene yardımcı olunur.

  • Silinmeyen

    Yeni Bir Kitap * Mustafa Kemal BENK, SİLİNMEYEN, Anı - Öykü, * "Mustafa Kemal BENK'in SİLİNMEYEN adını verdiği, Anadolu'nun dört bir yöresinden aktardığı yaşanmışlıklardan oldurduğu öykülerde sizin de hüzünle gülümseyerek anımsayacağınız çok şey var." * Öner YAĞCI ------------------------------------------------------------------ Tanıtımını yaptığımız kitaplardan edinmek isteyenler dergimize başvurabilir.

  • Datça / Ziftli Köy

    Bakmayın böyle bir isim verdiğime, yerleşim yerlerine yakın olsa, ‘aile plâjı’ diye sahiplenmek için birbirini yer para babaları. Bu kadar ücra bir yerde olunca tek şansı bizim gibi doğa sarhoşlarından yana oluyor. Rüzgârla denizin marifeti elbette, toprak koca bir cep gibi oyulmuş; sarp yamaçlar. Sadece uçtaki kayalar direnmiş, tek geçit oradan. Koydaki birine görünmeden hiçbir canlı yaklaşamaz; ne denizden, ne karadan; kuş, solucan, balık değilse tabii ki. Hele durun, Ziftli Koy’a varmak için daha çok yolumuz var! Bir süredir ‘Merdivenli Koy’a yürümeyi kafamıza koymuştuk. “Neden?” derseniz; “Yürünemez” denmişti çünkü. Nereden bilsin herkes bizim kişiliğimizi? Haftalardır bunu konuşuyorduk: Aşılmayacak yol olur muydu hiç; sadece donanımlı olmak gerekiyordu. Bir de rehber bulsak iyi olurdu. Bir şey olacağından değil; yöreyi bilen biri işimizi kolaylaştırırdı. Bu kez Cumartesi’den yola çıktık; bir günde gidip dönmek olanaksız çünkü. Sadece yolun uzunluğu değil, bilinmezliği de bu kararı almamıza neden oldu.-Sanki benim fikrim sorulmuş gibi karar almaktan söz ediyorum… Ben, etkisiz eleman; sadece ayak uydurmaya çalışıyorum. Tek kararım kendimle ilgili olabilir, katılırım ya da katılmam. Gruptakilerin çoğunu tanımıyorum; başkanımızın bir süredir cumartesi günleri onlara da rehberlik ettiğini biliyorum sadece. “Bu adam ne zaman çalışıyor?” diye sormayın; yanıtlayamam. Rehberimiz dışında S. Hanımla Cem Bey’i tanıyorum. Ferdi Bey’le de Doruk Trekkingle yaptığımız yürüyüşte tanışmışız ama benim yetersiz belleğim kaydetmemiş; “Yazıyorum, çiziyorum” diye ortalıkta dolaştığım için o beni anımsadı. Onların dışında Arzu Hanım, Özden; Alp, Halil ve Mehmet Ali var. Benim dışımda herkesin, iki günlük bir yürüyüşte kendine güvenmesi için çok nedeni var. Cem Bey, S. Hanım ve Ahmet’in yaşam tarzı olmuş yürümek, hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Geri kalanlarsa çok genç. Özellikle Alp, Özden, Halil ve Mehmet Ali’nin fiziksel disiplin gerektiren bir işleri var. Ben neyime güvenip de onlara ayak uydurabileceğimi sanıyorsam… Üstelik bu menüsküs yırtıklı dizle! Ama yollardayım işte. Kambersiz düğün olur mu? Ortalıklarda dolanıp duruyorum; biri cesaret versin, “Kandırıldım” diyebileyim istiyorum. Kimse yüz vermiyor. Hele o, fiziğiyle, enerjisiyle “Bunlar dağı devirir!” dedirtenler var ya, umurlarında bile değilim. Karşınızda yüz yaşına basmış(!), hâlâ yaşama dört elle sarılan biri var değil mi; insan “Endişelenmeyin, destek oluruz.” falan der. “Sen bilirsin, gözün kesmiyorsa dön istersen.” dediler. Yahu bunlar deli midir nedir? Bağımlıya maddeyi gösterip, sonra da “İstemiyorsan kullanma.” denir mi? Her şeyi göze aldım. Ölürsem dağda bırakacak değiller ya! Bıraksalar da ne gam? Börtü böcek yiyeceğine, kurt kuş yer! Ama diriyken bırakırlarsa… Eyvah eyvah! Sırt çantamda iki günlük su: üç litre; iki termos çay: bir buçuk litre; iki günlük erzak: en az iki kilogram; gece giymek için kalın eşofman: hadi yarım kilogram diyelim; terleyince değiştirmek için giysiler: hadi yarım kilogram da onlar diyelim; bir de uyku tulumu… Çantanın kendi darası! Hepsinin üzerine on yılların ağırlığını ekleyin… Ve de acındırmayı pekiştirmek için yeniden yazıyorum; bu arızalı dizler. Vah benim dertli başım. Tüm bunları Karaköy Limanında konuşup tartışıyoruz. “Geçilemez” denilen bölgeyi, denizden aşırmak için bir tekne ayarlamaya çalışırken. Ama deniz çok dalgalı. Ertesi gün yatışırsa, kararlaştırılan yerden bizi alması için biriyle anlaşıp yola çıkıyoruz. Neyse ki, araçları limanda bırakma fikrinden vazgeçiliyor, Karaköy Kanyon’a kadar motorizeyiz. Sonradan düşündüm de, eğer fikir değiştirilmemiş olsaydı, daha kanyonda pilimiz bitmiş olurdu. Yine doluştuk Ahmet’in kamyonetine. Garibim nasıl da uysal, bir o kadar da güçlü. Çukurları tümsekleri geçerken sesi bile değişmiyor. Şoför mahalline sığmayanlar kasada, oraya da sığmayanlar üst kaportanın üzerinde. İnsan ağacına döndü güzelim araç. İyi ki oralarda trafik polisi falan yok, bize yazacak cezayı belirlemeye çalışırken aklını yitirirdi. Şurası mı burası mı derken, o yürümeyi plânladığımız kanyonun çıkışına kadar geldik. Size oradaki atmosferi “Karaköy Kanyon” yazısında anlatacağım; şimdilik küçük bir ipucu vereyim: iki tepenin korumasında, rüzgârlardan etkilenmeyen bitkiler gemi azıya almış. Çok güçlü, çok renkli, çok gür. Dev gibi ağaçların altındaki küçük meydanlık diyor ki, “Arkadaş, burada piknik yapmaya doyamazsın, ama bana saygılı ol; kirletme ki, ben de sana sonsuza kadar hizmet edebileyim!” Ne yazık ki, baskın olmasa da sağda solda saygısızlığın izleri… Hemen oradan cıngılın içine daldık. Herkeste bir neşe; sanırsınız Amerika’yı keşfe çıkıyoruz. Gençler tam donanımlı; öyle böyle değil. Birinin elinde budama makası, ötekinin elinde balta; bir başkası iptir, çakıdır; aklınıza ne gelirse. Mehmet Ali’ydi sanırım, sırtında bir su damacanası taşıyor, oradan ağzına su hattı döşemiş. Dediler ki, on iki litrelik damacana varmış sırtında. İçimde bir ferahlık: demek ki susuz kalırsam başvurabileceğim bir kaynak var. Halil’in sırt çantası bir başka âlem; başından yarım metre yukarıda… Bende bir suçluluk duygusu. Hani daha önceki yürüyüşlerde grupla paylaşımı düşünerek hazırlıyorduk ya çantamızı; sandım ki Halil de öyle yapmıştır, o yüzden çantası o kadar heybetlidir. Kendime biraz güvensem, yüküne ortak olacağım. Oysa o heybetli yükün, nasıl bir kişisel konfor amaçlı olduğunu, akşam olunca öğreneceğim. Çok sık bir bitki örtüsü içinde yürüyoruz, ama bastığımız yeri görebiliyoruz. Zaten daha önceleri bu kısımları keşfetmiş, çevrede gördüğümüz balıkçılardan, köylülerden bilgi almıştık. Bu aşamada hiçbir sorun yok; sorun yol denize ulaştığında başlayacak. Birkaç yüz metrelik bir ‘U’ çizip, yeniden denize ulaştık; U’nun bir ucunda biz, öteki ucunda aracımızı bıraktığımız yer. Kuş uçuşu bir dakika bile sürmez; biz yarım saat harcadık. Burnu döndükten sonra medeniyetle alakamız kalmayacak. Denize 45º eğimle inen yamaçlardayız. Kütlesel, volkanik, sert kayalar. Düşenin hiç şansı yok; daha denize ulaşmadan atalarına kavuşmuş olur. O koşullarda bile zavallı ben(!) aralıksız deklanşöre basıyorum. Kadrajda olduğunu fark eden de fırsatı kaçırmıyor; şaklabanlığın bini bir para. Bunların çoğu amir falan konumunda; acaba diyorum bu ‘gayriciddî’ hallerini “kötücül amaçlarıma alet edebilir miyim?2” Güneş tüm haşmetiyle tepemizde; yetmezmiş gibi bir de denizden yansıyan ışınlar var. Kayalar da ellerinden geldiği kadar ısının yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Yamaçtaki yeşilliklerin, eğim yüzünden bize hiç yararı yok. Herkesin yüzü bayrağı kıskandıracak bir renkte. Hele de Ahmet’in! Pembe beyaz teni ‘Bayrağı bayrak yapan’ kan gibi. Ufaktan isyanlar başlıyor. İnanmayacaksınız ama benden değil. Hani o “Dağları devirir” dediğim grup var ya, işte onlardan. Üstelik de kime sitem ediyorlar biliyor musunuz? Bana! Şöyle bir bakıp, “Akıllı uslu bir kadıncağız, onun göze aldığı yer ne kadar zorlu olabilir ki?” demişler. Yemin ederim ki doğru söylüyorum. Oysa ben, o ana kadar karşılaştığımız zorluklara dünden razıyım; hangi yürüyüşümüz daha kolay olmuş ki? Birden karşımıza mucize gibi bir kızılçam ağacı çıkıvermez mi? Altındaki düzlük de bizim gibiler için oluşmuş; otursunlar bir soluklansınlar, kahvaltı etsinler diye düşünülmüş. Hatırını kırmadık. Fırsattan istifade çeneler de düştü. Güzergâhla ilgili yorumların tümü olumsuz ama ağızlar kulakta. Bu nasıl çelişkidir anlamam, unu hep yapıyoruz. Bilirsiniz değil mi o sözü: “Hem ağlarım hem giderim.” Arzu, uzakta görünen, bize göre Merdivenli Koy’un imi olan adacığa baktı baktı da dedi ki: “Biz yürüdükçe o uzaklaşıyor sanki.” … “Yok canım, iki saat sonra oradayız.” dedi grup başkanımız. Yeniden granit görünümlü kayaların üzerindeyiz. Denizden gelen esinti serinletmeye yetmiyor. Arada bir ısıdan kaçmak için bitkili alana dalıyoruz ama kıyıdan aralanmayı gözümüz hiç kesmiyor. Aralıksız çalışan budama makası, baltalara karşın, daha yolu açanlar kaybolmadan izleri yitiyor. Yeniden kayalıklardayız. Bir de baktık ki seramik ocağındayız sanki. Gömü arayanlar, beklentilerine ulaşamayınca tüm buluntuları tuzla buz etmişler. Bu da bir başka katliam! Sinek pisliği kadar bir mutluluk için harcanan koskoca bir tarih. Sonunda yol bitti; yamaç 90º değilse bile 80º. Yaradana sığınıp daldık cıngılın içine. Öyle bir bitki örtüsü ki, yakalandığınızda yardımsız kurtulamıyorsunuz. Saran, yapışan bir çalı mı desem, diken mi? Ahmet, balta sallamaktan ter içinde; budama makası arıza yapmaya başladı. Böyle sıradan çiçek budamak için tasarlanmış bir makas yerine profesyonel amaçlarla tasarlanmış dev bir makas olsa yine baş edemez. Eksilen her dalın yerine kırk dal fışkırıyor sanki. Yine de yılmadık. Ben değil tabii, yol açmaya çalışan öncü grup. Cesaretle çabalıyorlar. İşte o arada gördük ‘Ziftli Koy’u; ama ilgilenmedik. Şöyle bir inceleyip yeniden daldık cıngıla. “İki saatlik yolumuz kaldı” dediğimizden beri dört saat geçmişti; bizim adacık hiç istifini bozmadan olduğu yerde duruyordu. Hani neredeyse adanın yüzerek bizden kaçtığına inanacağız. Yemek neyse de su içmeye korkuyorum, böyle giderse iki günde bile dönemeyiz. Gerçi Mehmet Ali’de su çok ama nasıl isteneceğini bilmiyorum ki. Yol açıcıların kolları iflas etti, budama makası dağıldı. Tek adım daha ilerleyecek durum yok. Gün kavuşmak üzere. Eğer güzergâhımız batıya bakan yamaçta olmasa çoktan karanlığa dalmış olurduk. Geri dönme kararı alındı. Şöyle bir bakıp önemsemeden yürüdüğümüz koya döneceğiz. O sırada daha ‘ziftli’ olduğunu bilmiyoruz. Bilsek ne değişir, o hava sızdırmayan bitki örtüsünün içinde gecelemeyi düşünecek halimiz yok ya. Koya ulaşasıya güneş ufka değdi. Bir kısmımız fırtınadan sökülüp kurumuş ağaç kütüklerini toplama görevini üstlendi; sabaha kadar ateşin sönmemesi gerek. Bir kısmımız kamp alanının hazırlığına girişti. Dalgaların attığı molozlar mobilyamız olacak. Kimi masa, kimi sandalye… Eşek arısı büyüklüğündeki sivrisineklerden korunmak için acele uzun kollu, paçalı eşofmanlarımızı giyindik; ama bu, onların pek umurunda olmadı. Sivrisinek kovucularla bulut gibi kapladık kendimizi, yine de sıfır hasarla kurtulduğumuzu söyleyemeyeceğim. Ayıdan kurttan kim korkar, Tanrım kampçıları sivrisineklerin şerrinden korusun! Kocaman bir ateş yaktık ki keyfimize diyecek yok. Kararlıyız, sabaha kadar eğleneceğiz. Meraklıları içkilerini yanında getirmiş. En gencimiz Mehmet Ali, kendine bir yer uydurup, uyku tulumuna yerleşmiş, farkında bile olmadık. “Hani eğlenecektik?” dedik; dediler ki bir gece öncesi nöbetçiymiş. (Uyarıldım, yaptıkları işi belirtemem.) Ortaya çıkan yiyecek, içecek ne varsa; daha kocaman bir tepsi gibi gökte yükselen ayın bile farkına varamadan midemizde buluyor kendini. Hazırda olanlar bitince sucuklar çıktı ortaya. Sanırsınız ki bir aydır açız ve hörgücümüz var. O kadar yiyince kadınlarda elbette, alınan fazla kalorilerin kaygısı… Erkekler bizimle dalga geçiyorlar; doğada bile doğal davranamıyormuşuz. “Nasıl davranmamızı bekliyorsunuz? Hiçbir erkek kırışıkları, dökülen saçları, büyüyen göbeğiyle değerlendirilmezken; kadında beliren en küçük yıl izi başa kakılır.” diyorum. Alp Bey, “Neden başa kakayım, kırışanı bırakır yenisini alırım.” diyor. Ne yazık ki genel geçer tavır bu. Erkeklerin kuralları böyle olduğu, kadınlar da o kurallara uyum sağlamaya çalıştığı sürece aşkın hiç şansı yok; kazanan estetik cerrahi ve kozmetik sanayi olacak. Erkek, bir kadını sevdiğini sanırken, okşadığı teknolojinin bir harikası olacak. Öylesi bir yorgunluk üstüne böylesi ağır bir yemek… Zeytinyağlı yaprak sarmaları, barbunyalar, börek çeşitleri; üstüne bir de közde pişmiş sucuk… Aramızda bira falan içenler de var! Uyku tulumlarını zor bulduk. Kendi adıma ben öyle yaptım; dalgaların hışırtısı, ateşin çıtırtısı ninnim; alevlerin okşayan etkisi sakinleştiricim oldu. Tabanca taşıyan korumalarımız, nöbetleşe ateşi besleyenler de var; daha ne olsun. Gerçi bir ara huzursuz olmadım da değil; deniz yükselse, ilk sular arasında kalacak olan yer, çıkış yolumuz olurdu. Yüzme bilmek de para etmez, dalgalar kayalara vura vura marmelâda döndürürdü bizi. O kadar uzak olasılıkları düşünsem, bu yürüyüşe katılmazdım zaten. Etrafındaki dört metreyi aşkın duvarlarıyla koyumuz öyle emniyetli görünüyordu ki, uykunun kollarına bırakıverdim kendimi. Benden önce davrananlar da oldu. Cem, daha beslenme faslı bitmeden çadırını kurmuştu bile; S. Hanım’sa biraz dinlendikten sonra yeniden kalkmak üzere girdi uyku tulumuna, giriş o giriş. Ben uyku tulumumu açmaya çalışırken Mehmet Ali uyanmıştı; ama Arzu hiç uyuyamamış. Hani Halil’in başından yarım metre yukarıdaki sırt çantasından söz etmiştim ya; işte o aklınıza gelebilecek en konforlusundan bir uyku tulumuymuş. Yerden iki karış yüksekte, pofuduk pofuduk bir şey. Aman Allah! Bazıları canının kıymetini nasıl biliyor. Kıskandım, desem ayıp olur mu? Olağanüstü bir deneyimdi. Sabah uyanınca, daha önce böyle bir kamp deneyimi yaşadım mı, diye düşündüm; çok uzak anılardan bir iki iz belirdi gözlerimin önünde. Onlar da tam donanımlı kamp alanlarında yaşanmıştı. Bu kez yaşadığım ilkel koşullara karşın hiçbir rahatsızlığım yoktu, kendimi çok iyi hissediyordum; bu da özgüvenimi biraz daha yükseltti. Güneş, denizde yüzen delilerin (!) üzerine doğdu. Biri Cem’di de öteki ikisi kimdi anımsamıyorum şimdi. Fotoğrafta iki siluet gibi görünüyorlar yalnızca. Sadece delileri değil, barınağımızın bize hazırladığı sürprizi de aydınlattı güneş. Birbirimize bakıp gülüyorduk. Çoğumuzun elinde yüzünde sivrisineklerin iğne izi vardı. O kadar da değil, giysilerimiz de ziftlenmişti. Ne yalan söylemeli, üzüldük biraz, ne de olsa hiçbirimiz mirasyedi değiliz. O yüzden de barınağımızın adına ‘Ziftli Koy’ diyerek öç almış olduk. Sanki o ziftlerden kendisi sorumluymuş, insan el emeği yüz akı (!) değilmiş gibi. “Bazılarımız ‘dağ başı’ falan dinlemedi, sucuklu yumurtasından bile vazgeçmedi.” dersem; abarttığımızı düşünürsünüz, değil mi? Siz öyle sanın! Mehmet Ali, akşam içtiği biralardan birinin kutusunu yırttı, közün üstüne oturttu, doğranmış sucukları yerleştirip, yumurtaları kırdı. Hepimize göstere göstere bir güzel mideye indirdi. Diyeceksiniz ki, “Kırmadan yumurtaları nasıl getirmiş?” Vallahi bilmiyorum. Özeline özen göstermek olunca, elin oğlu bir yolunu buluyor. Kahvaltı yaparken sözleştiğimiz tekne geldi, ancak bazımızın gözü daha fazla yürümeye kesmiyordu. Hatta tekneyle dönmeyi düşünenler bile oldu, ama çoğunluk yürümekten yana olunca onlar da bize katılmak zorunda kaldı. Hadi burada isim verip de morallerini bozmayayım. “Sıcağa kalmayalım.” telaşımız bir işe yaramadı, güzergâh gereği sabahın erken saatleri ormanda geçmişken, gün yükseldiğinde yine kayalıklardaydık. Ama biliyor musunuz, bilinen yol uzun gelmiyor. Kendi adıma hiç zorlanmadım. Galiba en çok sıkıntı çekenimiz Arzu oldu. Geceyi de uykusuz geçirmiş olması nedeniyle, aracımızı bıraktığımız yere ulaştığımızda perişandı. Çoğumuz denize gerip şöyle bir serinledi. Uzun yüzüşlere cesaret edemeyeceğimiz kadar soğuktu su. Üstelik bir ‘Akdeniz Çocuğuyuz’; girdiğimiz deniz Ege. Arzu, denize ayağını bile sokmamışken, Ferdi’nin ikram ettiği çerezleri bile kabul etmedi; tek istediği bir an önce evine kapağı atıp dinlenmekti. Yaşını bilmiyorum, ama çocuğum olacak yaşta olduğundan eminim. O gün bir kez daha anladım ki, sorun kaç yıldır yaşıyor olmanızda değil, nasıl yaşadığınızda. . İçimizde nüfus kâğıdı en eski olan S. Hanım, gözünün ışığı hiç sönmeyen de o! Bedenimiz tembelliğe eğilimli, konforun böylesine gelişmesinin temelinde de bu yatıyor. O konforun gelişmesinin pek çok sağlık sorununun nedeni olduğunu kimse yadsıyamaz. Eğer siz bedeninizi yeterince disipline ederseniz hizmetten kaçınmıyor. Gruptakiler o yürüyüşü nasıl anımsıyorlar, bilemem; benim için anımsanmayı hak eden, sıra dışı bir serüven

  • ATATÜRK EN BÜYÜK

    -Cumhurbaşkanının da katıldığı namazda Atatürk'e "kafir" denildi. - AK Partinin kimi yetkilileri olayı kınarken namaza katılanların tepkisizliği yadırgandı. Bu kaçıncı? Demek ki günümüzde bu ülkenin en büyük çağdaşı kim seçimini de yapmışlar; ATATÜRK en büyük ÇAĞDAŞ... Orası bir siyaset meydanı, Atatürk muhalefet partisi lideri olmadığına göre, demek ki asıl soruna nabız yoklaması yapıyorlar, bu sık sık ortaya çıkan yersiz hezeyanlarla; ÇAĞ mı, ÇAĞDIŞILIK mı? Görünen "Çağla Çağdışı"nın hiç bitmeyecek savaşında "Atatürk" bir kesimin hala en çok ciddiye aldığı, korktuğu "ÇAĞ"ın SEMBOLÜ olma birinciliğini sürdürürken, Ülkenin kurucusu olan ATATÜRK hangi rakip partinin genel başkanı ki, camiye, dine bile sokularak siyaset malzemesi yapılıyor, belli ki Allahtan korkmayan o hoca, kuldan da utanmama cesaretini nerden alıyor, camiye, atalara saygı geleneği bile bir yana atılarak ölülere savaş açılabiliyor... soruları medyanın sık sık sordukları...

  • mavi yolculuk

    100 Yıl TÜRKİYE * Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri yenildi. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bu ateşkes antlaşması, Osmanlı Devleti'ni savunmasız duruma getirmiş, işgaller için zemin hazırlamıştı. İşgaller başladığında Padişah Vahdettin Mebusan Meclisini dağıttı. Damat Ferit Paşa Hükümeti, işgale seyirci kaldı. Bu durumda Anadolu'da milis örgütlenmesi başladı ve "ulusal mücadele", ifadesini Kuvayı Milliye'de buldu. O günlerde Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçip direniş güçlerini millî bir örgütte toplayıp mücadeleyi başlatma kararını verdi. 19 Mayıs 1919'da 9. Ordu Müfettişi olarak tayin edilen Atatürk, Bandırma vapuruyla Samsun'a çıktı. Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919), Erzurum Kongresi (23 Temmuz - 5 Ağustos 1919), Sivas Kongresi (4 - 11 Eylül 1919) Anadolu'daki örgütlenmelerin önemli kilometre taşları oldu. Mustafa Kemal, ulusal mücadeleyi yönetmek için merkez olarak seçtiği Ankara'ya geldi (27 Aralık 1919). "Osmanlı Meclis-i Mebusan"ı İstanbul'da açıldı (12 Ocak 1920). Burada Mustafa Kemal'e bağlı temsilciler "Misakımillî" kararlarının kabul edilmesini sağladılar (28 Ocak 1920). "Türklerin oturduğu topraklar hiçbir biçimde parçalanamaz." yargısı Misakımillî'nin en önemli esasıdır. İstanbul'un işgali (15 Mart 1920), Mebusan Meclisinin dağılması, Atatürk'ün ileri görüşlülüğünü bir kez daha kanıtladı. 23 Nisan 1920de Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da açıldı. 10 Ağustos 1920'de "Sevr Antlaşması"yla barış imzalandı; ama Osmanlı Devleti'nin topraklarının çoğu elinden gidiyordu. Ankara'daki TBMM antlaşmayı reddetti. Kuvayı Milliye dağıtılarak düzenli ordu kuruldu ve sistemli mücadele başladı. 27 Ekim 1922'de İtilaf Devletleri hem TBMM Hükümetini hem de Osmanlı Hükümetini yapılacak barış konferansına çağırdılar. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." yargısı padişahlıkla çeliştiğinden, konferanstaki ikiliğin önüne geçmek için 1 Kasım 1922'de 'Saltanat" kaldırıldı. Atatürk'ün, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!" tarihî buyruğunu verdiği ve komutanı olarak bizzat yönettiği "Başkumandan Meydan Muharebesi'yle düşman denize döküldü (30 Ağustos 1922). Böylece zorluklarla, büyük fedakârlıklarla ve Atatürk'ün dehasıyla "Kurtuluş Savaşı" kazanıldı. 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalandı. Lozan Antlaşması'nın esaslarına göre, yeni Türk Devleti uluslararası alanda bağımsız, bütün devletlerle eşit olduğu kesinlikle tanındı ve Osmanlı Devleti'nin sona erdiği kabul edildi. Kapitülasyonlar kaldırıldı ve işgal kuvvetleri 2 Ekim 1923 tarihinde İstanbul'dan ayrıldı; 6 Ekim 1923'te de Türk ordusu coşkun gösteriler ve sevinç gözyaşları ile İstanbul'a girdi. Bu barışın iki önemli eksikliği Atatürk'ün sağlığında giderildi: Boğazlar üzerindeki sınırlamalar kaldırıldı, Hatay Cumhuriyeti'nin kurulması sağlandı. 23 Haziran 1939'da Fransa ile Türkiye arasında imzalanan bir antlaşmayla Hatay'ın Türkiye'ye katılması kesinleşti. 29 Haziran 1939'da Hatay Millet Meclisi Türkiye'ye katılma kararı aldı. 13 Ekim 1923'te Ankara'nın başkent olması kabul edildi. 29 Ekim 1923'te rejimin adı konularak cumhuriyet ilan edildi. Oy birliği ile Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı, ilk Cumhuriyet hükümetini kurma görevini İsmet Paşa'ya verdi. Cumhuriyetin ilanından sonra halife Abdülmecit, İstanbul'da devlet başkanı gibi hareket ederek iki başlılığa neden olduğu için 3 Mart 1924'te "Halifelik" kaldırıldı. Yeni Türk Devleti'nin kurumlarını güçlendirmek, devleti çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek için inkılaplar yapıldı: Hukuk laikleşti, Tevhid-i Tedrisat [Öğretimin birleştirilmesi (1924)] Kanunu çıkarıldı. Medreseler kaldırıldı, harf inkılabı yapılarak Latin alfabesi kabul edildi (1928). Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı (1925); saat, takvim, ölçülerde ve kıyafette Batı dünyasına uyuldu. 1934 yılında Soyadı Kanunu kabul edildi. Ekonomik hayatta da atılımlar yapılmak isteniyordu. Bu yüzden 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi toplanmış, ekonomik bağımsızlık ilke olarak kabul edilmişti. Daha sonra ticaret, sanayi ve madencilik alanında gelişmeler kaydedildi. Bunlara örnek olarak Türkiye İş Bankası ile Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü'nün kurulması gösterilebilir. Ayrıca bayındırlık, ulaşım, tarım ve sağlık alanlarında da gelişmeye, kalkınmaya yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bütün bunların yapılmasında Atatürkçülüğün temel ilkeleri (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, inkılapçılık, laiklik, devletçilik) yol gösterici olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu "Cumhuriyet"in tarihe ışık tutacak nitelikte değerlendirmelerinden birini 1927 yılında CHP Büyük Kongresindeki konuşmasında yapmıştır. Atatürk, "Nutuk" adı verilerek kitap hâline getirilen bu konuşmasını "Gençliğe Hitabe" ile bitirir. Atatürk'ün çağdaş bir devlet oluşturma çabaları hep sürdü. Sofralarına bilim ve sanat insanlarını davet ederek ülke meselelerini konuştu; araştırmalar, incelemeler yapılmasını sağladı. Sağlık durumu daha fazlasına izin vermedi ve 10 Kasım 1938 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda bu dünyadan maddi olarak ayrıldı. Kurduğu Cumhuriyet'le, ilke ve düşünceleriyle milletinin yüreğinde yaşamaktadır. I. Dünya Savaşından sonra yenen ve yenilen devletlerde sorunlar bitmedi ve yeni saflaşmalar ortaya çıktı. 1929 Ekonomik bunalımı dünyayı sarstı ve insanlığın en büyük, en yıkıcı savaşı olan II. Dünya Savaşı başladı. Bu dönem, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına da yansımıştır. 1939 - 1945 yılları arasında yaşanan bu savaş sonucunda Balkanlarda sosyalist yönetimler kuruldu. Atom bombası ile Nükleer Çağa geçildi, Nato - Varşova Paktı arasında soğuk savaş devam etti, Orta Doğu'da İsrail Devleti kuruldu; Rusya, İngiltere ve ABD 1945'te "Birleşmiş Milletler"i kurdular. 1948 yılında, birçok ulusal ve uluslararası yasanın temelini oluşturan "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" Birleşmiş Milletler tarafından benimsendi. Türkiye II. Dünya Savaşı'na katılmadı fakat "tarafsızlık politikasını izlemek de kolay olmadı ve savaş, hem ekonomimize hem de sosyal yaşamımıza yansıdı. İzleri edebiyatımızda da görüldü. 9 Nisan 1949'da kurulan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)'ye karşı Avrupa'nın güvenliğini sağlamakla yükümlüydü. Türkiye, 1950 - 1953 yılları arasında Kuzey Kore'ye karşı savaşmış, bununla NATO'ya girişini hızlandırmak istemiş ve 1952 yılında NATO'ya kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı bittiğinde TBMM'de çok partili siyasal sistem gündeme geldi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu girişime destek verdi ve 1946'da Demokrat Parti kuruldu. DP 1950 seçimlerinde yönetime geldi. 1957 seçimlerinden sonra, DP'nin muhalefete karşı baskıcı bir tutuma yönelmesi siyasal yaşamın sertleşmesine yol açmış, 28 - 29 Nisan 1960'ta Ankara ve İstanbul'daki öğrencilerin protesto gösterileri üzerine İstanbul Üniversitesi kapatılmış ve sıkıyönetim ilan edilmiş fakat bütün tedbirlere rağmen protestoların önü alınamamış, 27 Mayıs 1960'ta askeri darbeyle DP iktidarı sona erdirilmiştir. 1974'te, Türk ve Rum cemaatleri arasında yıllarca sürdürülen iç çatışmalar ve Yunanistan'daki cunta yönetiminin planladığı bir darbe nedeniyle Türkiye, "Garanti Antlaşması"na dayanarak "Kıbrıs Barış Harekâtını" gerçekleştirdi. 1983 yılında KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) ilan edildi. Türkiye'de 1970'li yıllarda birçok siyasi çalkantı yaşanmış, cumhurbaşkanı seçiminde, ekonomide, herhangi bir aşama kaydedilmeyince 12 Eylül 1980'de bir askerî darbe gerçekleştirilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihinde Millî Güvenlik Kurulunun toplantısında Millî İstihbarat Teşkilatının radikal dinci faaliyetlere yönelik raporu tartışılmış ve bazı kararlar alınmıştır. Bu kararlar siyaset dünyasında bir "darbe' olarak değerlendirilmiştir; çünkü Haziran 1997'de hükümet ortakları arasındaki "başbakanlık değişimi" amacıyla bir istifa gerçekleşmiş ama hükümeti kurma görevi Cumhurbaşkanınca başka bir partiye ANAP'a verilmiştir. Koalisyon ortağı da DSP olacaktır. 11 Ocak 1999'da DSP bir azınlık hükümeti kuracak, 28 Mayıs 1999'da ise yerini DSP, ANAP, MHP koalisyon hükümetine bırakacaktır. 17 Ağustos 1999'da Marmara depremiyle ülke 1939 Erzincan depreminden sonra en acılı günlerini yaşadı. Resmi rakamlara göre, depremde 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti, 48 bin 901 kişi de yaralandı. 5 bin 840 kişi de kayboldu. Resmi olmayan kaynaklar, can kaybının 50 bin civarında olduğunu iddia edildi. 365 bin konut, işyeri hasar gördü. 18 Kasım 2002'de AKP iktidar oldu. Suriye ordusu, Suriye hükûmeti ve Suriye'deki iç isyancılar arasında başlayan, sonrasında Irak ve Şam İslam Devleti, El Nusra ve bazı Kürt, Türkmen, Dürzi ve Süryani grupların da katıldığı, son dönemde ise Rusya, İran, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ve İsrail gibi dış güçlerin de sınırlı ve düzenli olarak dahil olduğu çatışmalardır. Gösteriler 15 Mart 2011'de başlamış ve Nisan 2011 tarihinde ülke çapında yayılmıştır. Türkiye en çok göçmen alan ülke oldu. 3-5 milyon Suriyeli ülkemizde yaşıyor. Türkiye tarihine damga vuran olaylardan birisi olarak arşivlerde yer alan Gezi Parkı Olayları 27 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul Gezi Parkında başlayarak kısa sürede bir çok kente yayılmıştır. 2,5 milyon insanın fiili olarak katıldığı Gezi Parkı olaylarında ülke ekonomisi büyük zarar görürken birçok vatandaş da hayatını kaybetti. Türkiye, Ağustos 2015'te Washington ile vardığı mutabakatın ardından ilk kez ABD öncülüğündeki koalisyonun "Özgün Kararlılık" adı altında yürüttüğü askeri harekâta katıldı ve Türk savaş uçakları Suriye'deki IŞİD hedeflerini vurmaya başladı. Türkiye 24 Ağustos 2016'da Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Fırat Kalkanı Harekâtı'nı başlattı. ordu Suriye'ye girdi. 15 Temmuz 2016 'da hükümet kanadında yer alan "Fetöcü" diye adlandırılan grup ülke tarihinin en kanlı darbe girişiminde bulundu. İstanbul’da köprülerin kapatılması, Ankara’da ise jetlerin alçak uçuş yapmasıyla başlayan darbe girişiminde; FETÖ’ye mensup askerler aralarında TBMM, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Özel Harekat Daire Başkanlığı gibi önemli kurumların yer aldığı mekanları bombaladı, sivillere ateş açtı. 249 vatandaş ölürken, 2 bin 193 vatandaş ise yaralandı. Amerika'nın Irak'tan çekilmesi sonrasında oluşan güç boşluğunda var olan EL KAİDE 2013'te Irak ve Şam İslam Devleti'ni, kısa adı IŞİD'i kurdu. Ortadoğu'yu ve Türkiye'yi derinden etkileyecek bu terörist güç birliği uzun süre bölgeyi kan gölüne çevirdi, Türkiye'de Reyhanlı, Ankara Garı, Suruç...gibi eylemlere imza attı. 20 Mart 2014'te Niğde'de başlayan ve 2016 Atatürk Havalimanı saldırısına kadar devam eden eylemlerde 211 kişi, hayatını kaybederken, bin 182 kişi de yaralandı. 16 Nisan 2017 referandum ve anayasa değişikliğiyle birlikte “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında Başkanlık Sistemi’ne geçiş süreci başlamıştı. Anayasa değişikliğiyle yeni sistem için başlangıç tarihi ise, 3 Kasım 2019 tarihinde eş zamanlı yapılması planlanan Cumhurbaşkanlığı Seçimi ile Genel Seçimler günü olarak belirlenmişti. Ancak seçimin 24 Haziran 2018 tarihine alınmasıyla birlikte Türkiye’nin yeni sisteme geçişi de öne çekildi. Türkiye’nin 24 Haziran günü sandıkta yeni sistem için yüzde 52,59 oy oranıyla Cumhurbaşkanı olarak seçtiği isimse, parlamenter sistemde 14 Ağustos 2014’te halk oylamasıyla seçilmiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Referandum sonrası 2 Mayıs 2017'de AKP'ye dönmüş olan Erdoğan yeniden partili cumhurbaşkanı sürecini de başlatmış oldu. Ocak 2020 Türkiye Libya'da iç çatışmalarda yönetime taraf oldu. Ekim 2020'de başlayan Ermenistan Azerbaycan savaşında Azerbaycan'a verdiği desteği sürdürüyor. Dünya genelinde Azerbaycan'ın başarılarında Türkiye'nin verdiği desteğin etkili olduğu konuşuluyor. 2021 Mayıs ayı ise ülke tarihinde ilk kez görülen bir olaya sahne oldu. Yakın zamana değin iktidarı destekleyen eylemlerde bulunan bir mafya lideri, bu kez iktidarı suçlayan videolu açıklamalarla gündeme oturdu. Gündemi sarsan, geçmişte yaşanmış bir çok karanlık olayı da açıklayan iddialara karşı, uzun süre büyük bir sessizlik hakim oldu, suçlanan hükümet beklenmedik biçimde yanıtsızlığı seçti. Yayını hala sürdüren mafya liderinin bu işi nereye kadar götüreceği de merak konusu. 2020 yılı başında küresel olarak görülen dünya geneline yayılan COVID-19 salgınının Türkiye 'deki ilk tespit edilen COVID-19 vakasının 10 Mart 2020'de olduğu Sağlık Bakanlığı tarafından 10 Mart'ı 11 Mart'a bağlayan gece açıklandı. Ülkedeki virüse bağlı ilk ölüm ise 15 Mart 2020'de gerçekleşti. Resmi rakamlara göre 1 Ocak 2021 tarihiyle toplam 17.000 ölüm, 2.000.000 toplam vaka görülüyordu. 11 Aralık'ta başlanacağı söylenen aşı çalışmalarına henüz başlanamadı. Şubatta başlanan aşı çalışmaları bir türlü söylenen düzeyi yakalayamadı. Bugün itibariyle ise tablo bu: "mavi yolculuk" bazen turkuaz bazen zindan karası, ama sürüyor.

  • Ay Küçülürken

    Sen ay ışığına kanmış Lodosla çalkalanan deniz Sen her esende duvağı savrulan palmiye Şahit olmalı dolunayı eksilen gece Ben O'nu ayvanın sarısı Nar taneleri ve kırmızısı kadar Bilsin ki koştum Anlasın ki yorgundum, durdum Duysun ki ağladım ve güldüm Ben O'nu yaşamak kadar Nefes almak gibi Mevsimler geçti Şafak atımında gün dönümü zamanları Kıştı, buzu, dallarımdaki kırağıyı İçim O'ydu erittim O'ydu eridim Karıştım, dolaşığım...ben O'nu sevdim Yarınlar zor

  • Kül Eşiği

    1. Önce gülüşlerini sildi zaman sevda filizlendi, dizginleri kopuk 2. Şose kenarlarında yitirildi aşk ramak kaldı, tutuşur ölüm 3. Sessizliğin yükledi tufanını dizelerin öksüz, ahengi yitik 4. Kelebek çıkmazı sardı hüznü pırıltılar giz, son soluğu rüzgarın 5. Ateşe düşen gölgesi karanfilin yanmak… yanmak… kül eşiği zaman 6. Sevda çiçekleri sarardı soldu öldürdü yağmur cennet çiçeklerini

  • Şehr-i İstanbul

    Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Nice revnaklı şehirler görünür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyâda Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan... (Yahya Kemal) *** Bugün 29 Mayıs, İstanbul'un Fethinin 568. Yıldönümü... Asırlarca imparatorluklara başkentlik yapmış, nice hükümdarların rüyalarını süslemiş, dünyanın göz bebeği olmuş, ama belki de en kadersiz , en zulmedilen şehirdir İstanbul... Asırlardır doğal afetlere, saldırılara, işgallere, savaşlara maruz kalmasına karşın hep direnen ve yaşamaya devam eden; şairlerin, yazarların gizemli şehridir İstanbul... Şiirlere, şarkılara ve daha nice sanat eserine ilham kaynağı olmuş; deniziyle, tepesiyle, erguvanlarıyla ve her gün bağrına saplanan hançerlerle yaşamaya devam eden, yedi düvelin göz diktiği şehr-i İstanbul'dur bu yedi tepeli şehir... Küçücük bir yarımadada, yedi tepe üstüne kurulmuş bu kutsal şehir artık kabına sığamıyor. Birer mezar taşını andıran gökdelenleriyle, beton dökülüp genişletilen sahilleriyle, yok edilen ormanları ve su kaynaklarıyla, ülkenin ve dünyanın dört yanından akın akın gelen çaresiz insanlarıyla, katledilmeye çalışılan tarihiyle sürekli ihanete uğrayan, Tevfik Fikret'in deyişiyle "Bin kocadan arta kalan dul bir kızdır" artık bu zavallı şehir. Belki de o koca FATİH uğruna karadan gemiler yürüttüğü bu güzel şehrin bugünkü halini görseydi, şehri yeniden fethetmeye kalkardı.... Bütün bunlara rağmen İstanbul yine de bir sevda, hem de kara bir sevda…Ne kadar kızsak da sevmekten vazgeçemeyeceğimiz bir sevgili. Uzaktayken hasretiyle yanıp tutuştuğumuz, içinde yaşarken hep yerden yere vurduğumuz, asırlardır adına methiyeler düzülen, huysuz ama bir o kadar da güzel sevgili… Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için Resme TIKLA

bottom of page