top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • DENEME

    Şenol YAZICI * -resmi boşuna koymadık; iğne, iplik, mezura, düğme, makas... karmaşık bir kompozisyon ama gören tanır, tema terzidir, yazı da böyle değil mi?- Öykü dilini çok beğendiğim Cemil Kavukçu’nun CAN yayınlarından 2013 Eylülünde çıkan ÖRÜMCEK KAPANI adlı kitabını ta o zaman almışım, almışım ama unutmuşum kitaplığın bir köşesinde, okumak ancak bugünlere kısmet oldu. Roman okuyacak dende kesintisiz boş zamanım yok, aralıklı okumak huyum da... Öykü bu dar zamanlarda iyi, Cemil Kavukçu da yetkin... İçinde olsanız esnemekten çatlayacağınız hayat, olağan gündelik akışa kattığı kurgu diliyle sevimli bir animsyona döner, bırakamazsınız. Yazılar farklı konularda, ayrı bir güzel. “Yazmayı Bırakabilmek” bölümü ilgimi çekti. Cemil Kavukçu’yu da şimdi daha bir sevdim; ne güzel bir dil, nasıl da sahici? Anlıyorum ki yaşamın öteki alanlarına da hakkını verirsen yazarlığın da kir, pas tutmuyor. Yoksa sadece yazar olacağım diyen biriyseniz giderek artan bir yalnızlıkta kendi kanınızla beslenip sonra da olağan bir sonuçla tükeniyorsunuz. Hani hep kendinden olanlarla evlenen kapalı toplumların çocuklarının trajedisi gibi... Kendini tekrar etmek başlıyor ya da anlamsızlık… Farkına varamadığınız, vardığınızda çok geç olan bir kör inadı tabi, hiçbir şey anlatmayan, dışı belki hala yerinde ama içi boşalmış cevizler gibi, özsüz, tumturaklı ama bir temadan yoksun yazılar. Dışardan ne çok bildiği varmış hissini veren ama aslında ana düşünceye bir türlü gelemediğinizden, daha doğrusu ana düşünceyi unuttuğunuzdan, bulma derdiyle sözünüzün dağlar kadar uzadığı metinler, öyküler, romanlar... Hele o dildeki, konuşurken özgün duran ama yazıya dökülünce bir farklı olan İlber Ortaylı hali... Hele biraz da yaşınız geçince… Kimse de yüzünüze diyemez; bırak artık mini etek sevdasını, o bacakla olmazzz... diye. Necati Cumalı’nın son romanıydı sanırım, daha doğrusu Makedonya 1900’ün devamı olan 1994 basımı VİRAN DAĞLAR’ı okuduğumda farketmiştim ilk. Belki daha önce başkalarında da denk gelmişimdir ama o da bir deney; karşılaştırmalı edebiyat kültürü istiyor demek... Susuz Yaz’ın, Ay Büyürken Uyuyamam’ın, Tütün Zamanı’nın güçlü yazarı, Yunus Nadi, Orhan Kemal, Ömer Asım Aksoy Ödülü’nü de alan bu 500 sayfalık romanında YAZMAYI BIRAKTIM diyordu. Demiyordu da kitap öyle bağırıyordu. Keşke demeden bıraksaydı. Hissettiğim bu olumsuzluğu kitabı bana armağan eden arkadaşıma seslendirdiğimde küstüğünü görünce, bunun salt benim orijinal sandığım yargım olduğunu düşünmüş, bir daha da ağzımı açmamıştım. Sonra internette benzer düşüncelerini seslendiren ve tabi ki bu yüzden linç edilen kişileri görünce yargım pekişmişti. Evet kitapların ve yazarların da müritleri vardı. Şeyh yürüyemiyordu ama onlar uçuruyorlardı. İşte bu tabu konuya değiniyordu Cemil Kavukçu…Niye mi tabu, ben bile yazarlığın yaşı yok, diyordum,hesapla... Alice Munro’nun aynı konulu bir yazısından “ En kötüsü yazma seni bıraktığı halde yazmayı sürdürmek…” alıntısıyla söz ediyor, " Okumayı bırakmam, ama yazmak zor olabilir." yargısına ulaşıyor. Bu arada değinmeden geçmemeli; A.Munro başka bir açıdan bakıyor: "81 yaşındayım ve kurmacanın yalnızlığını kaldıramam," demekte. Doğru ya en iyi ihtimalle demans aklınla dans ederken... İyi de daha bilgeleşmez mi insan, onca deney birikimiyle? Belki, ama makale fıkra yazarsan ya da deneme olabilir. Dar alanda yaptığını görürsün. Kurgu çok katlı bina... karıştırıp banyoyu balkona bile yaparsın sonra... Bu benim düşüncem, Kavukçu demiyor. Muhteşem bir deneme bu. Deneme mi? Ama ben güya öykü okuyordum. Bir önce okuduğum "Görkemli Bir Buluşma “ öyküydü. Hem de harika bir Fellini filmi gibi öykü… Öyle bir amacı yoktur, okuyucuyla dalga geçmenin tehlikeli bir iş olduğunu bilir Cemil Kavukçu. Sonuçta bir algısındır, kolay yıkılır o da. Yarıyı geçmişim, bırakıp kitabı baştan alıyorum. TODAMAN TODAMAN Zİ ilk öykünün adı. Yazar bir çocuğun gözünden ilk deniz deneyimlerini anlatıyor. Yolculuklarında karşılaştığı denizlerin onda bıraktığı etkileri... Araba tuttuğu için yolculukları sevmiyor, ama deniz göreceğini düşünerek istekle katlanıyor… Ailesiyle Bursa’dan İstanbul’a giderken karşılaştığı denizi, Yalova’dan vapurla karşıya geçişin hazzını unutamıyor. Öykünün adı da o yolculukta daha küçük olan kardeşinin bebek diliyle denizi tanımlayışından alınmış… KOCAMAN KOCAMAN SU' yun bebek dili... Şimdi jeofizik mühendisi olarak Kıbrıs’a görevle gidişini anlatıyor. O arada denizi anlatan yazarlara örnekler veriyor, Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı’ndan Melville’nin Beyaz Balina’ya dek… Araya bir şiir örneği de koymuş. Sonra o yolculukta yakalandıkları fırtınayı bir yığın teknik terimle öykülüyor. Bir dakika bu da bir öykü değil… Belki teknik bir ustalıkla konudan uzaklaşmayı seçti, sonradan bağlantı kuracaktır diye hızlı hızlı okuyorum geri kalan sayfaları. Ana konuya dönmüyor... ya da ana konu neydi? Bu nasıl öykü? Cemil Kavukçu’yu okumamışsanız, deneyin derim. Sarıp sarmalayan, tanıdık gibi gelen, kolay anlaşılır, çapaksız, kirsiz passız, duru bir dili vardır. Büyük bir ciddiyetle kurguladığı her öyküsünde zekice buluşlarla sözcüklere yedirdiği ironiler daha da sevdirir yazdığını. Her durumda yazdığı öyküdür. Ama bu?.. Tamam aynı dil, kolay okunuyor, bir hatta birden fazla olay örgüsü, kahramanlar da var, çekici kılan ironiler de, hatta merakımı uyandıracak kadar güzel anlattığı, o nedenle de koşturup gidip gördüğüm İnegöl Kent Müzesi de var, ama bu bir usta işi öykü değil... -KAVUKÇU'nun anlattığı kadar var müze, benim en çok Gemlik'teki kadırga inşasına ağaç taşınmasını canlandıran bölüm ilgimi çekti- Bir hata yaptığımı düşünüyorum, öykü diyerek koşullanmışlıkla başladığım kitap değişik türlerden bir seçki. Kapağa bakmak ancak o zaman aklıma geliyor. Kapakta yazıyor, öykü değil denemeymiş, hem de 2013 Erdal Öz DENEME ödülünü almış kitap… Arkasında da ayrıntı: Her şey öykü olur mu? Öykü fikri nereden gelir, nasıl gelişir, okuru büyüleyen bir metne nasıl dönüşür, ÖRÜMCEK KAPANI bu konuların çevresinde dolaşan bir deneme kitabı… diyor. Öykü koşullanmışlığıyla kapağa bakmadan okuduğum bir denemeymiş… Bak şimdi oldu. - Halimi hesaplayın. Önce şaşkınlık, arkasından bir öfke duyuyorsunuz, kime mi; elbette kendime önce, sonra da okuduğum metne… Suçun bir bölümü onda olmalı. HAYIR OLMADI, diyorum, fikrimi değiştirerek. Bu bir deneme de değil. Yazar, CONRAD’ın Tayfun öyküsünü bitirdiğimde Kıbrıs açıklarında yaşadığım fırtınayı anımsadım ve bu yazıyı yazdım diyor, 21.sayfaya değin uzanan metnin sonunda. Deneme fıkra gibi, makale gibi bir düşünce yazısıdır, yani kolayca bulacağınız bir anadüşünce taşır, bu yazıda ana düşünce ne? Yok öyle bir şey. Ne anlattığı da çok belirgin değil... Güzel bir yazı, her durumda keyifle okurdum, bir beklentiye girmeseydim. Şimdi aydınlandım, ama bu kez de iddia ettiğine takıldım; ne öykü ne de deneme bunlar… Daha doğrusu kimisi öykü, kimisi öykü taslağı, kimisi deneme, kimisi farklı farklı notlar... Kitabın gerisini okumasam da biliyorum... CAN yayınları, Erdal Öz’ün zamanındaki yerinden epey uzağa düşmüş, Türkiye’nin en iyi öykücülerinden birinin kendi başına bırakılsa hepsi de okunur, güzel olan öykü eskizlerini, çalışma notlarını, mutfak yazılarını, hayat, çevresi, ailesi, en çok da babası, arkadaşları, İnegöl anıları ve öykü üzerine geliştirdiği düşünceleri de alarak bir kitap yapmış, güzel de olmuş, ama deneme deyince?... Herhalde satsın diye de DENEME ödülünü de ona vermiş…Yazar kendinin, kitap kendinin, ödül dışarı gitmemiş… Çok mu iddialı? Ya da işim gücüm yok da çok sevdiğim, bir süre de olsa arkadaşlığını da tattığım Erdal Öz’ün büyük bir mücadeleyle oldurduğu yayınevini ya da öyküde gerçek bir sihirbaz Cemil Kavukçu’yu karalamak mı derdim? Hadi canım, haksızlık etmeyin. Güzel yazılar dedim ya… Sadece DENEME olmadıklarını düşünüyorum. Öyle iddia edilmesine canım sıkıldı. Siz de deneme diyorsanız, benim bildiğim deneme neydi? Edebiyat fakültesinde öğrendiklerime boş verin, onca yıl keyifle okuduğum, Suut Kemal Yetkin, Ataç, Eyüpoğlu, Montaigne... Onlar mı kandırıyordu bizi? Üzülmeyin, son zamanlarda dergilerde deneme adıyla çıkan yazılara bir göz atın ya da büyük reklamlarla duyurulan DENEME yarışmalarına bakın; galiba denemeyi bilen yok bu ülkede…Ya da gerçek deneme ortaya çıkmayınca bu örneklere o adı vermeyi yeğlemişler hep birlikte. Yayınlanan deneme yazılarına göz atın. Hepsini okuyamazsınız belki; o zaman ödül alanlara bakın. Güzel yazılar, edebiyatın geleceğinden kaygınız varsa fikriniz değişir, öyle iyiler, ama deneme değil. Fıkra, makale, sohbet, anı, günlük, öykü… ya da karışık bilmem ne... Çok azı da 500 yıl önce ilk örneği verilmiş, bize ancak 20. Yüzyılda gelebilmiş, breyci anlayışın gelişmesi geciktiğinden ancak 40'lı yıllarda ışığı parlamış, seksenli yıllara kadar hayli yaygın ve tutulan bir türken sonradan unutulmuş, şimdi canlandırılan bir düşünce yazısı türü olan deneme… Peki ne? TÜRANLATI. Ben bu tür yazılara, isim vermekte dergi sırasında sıkıntı yaşıyordum. Sonra dergide yayınladığım benzer yazılar yığılıp kitaplaşmaları konu olunca bir ad bulma gereğini duydum. Yayınevi DENEME adında ısrar ediyor, bunun kitaba da saygınlık getireceğini söylüyordu ama ben utanıyordum, kimden mi, okurdan tabi, edebiyat eğitimi görmüş adama bak, türü bilmiyor demezler miydi? Yazıların bazıları tam denemeydi, ama bazıları benzer dil kullansa da ya da öyle başlasa da başka türdendi, nasıl olacaktı? Bu nedenle ADA adlı kitabıma TÜRANLATI diye yazdırdım. Kitap çıktıktan sonra da aldığım kimi eleştiriler üzerine araştırdığımda buluşun bana ait değil, birkaç kişi tarafından da kullanıldığını görecektim. TÜRANLATI adından anlaşılacağı üzere biçim ve içerik yönünden türlü anlatıları bir arada toplayan bir özellik… Yayıncı Yılmaz Yeşildağ, 90lı yıllarda farklı yazılarıyla ünlenen Cezmi Ersöz, Kürşat Başar gibilerin yazdıklarına özenen gençlerin, kopuk kopuk bilinç akışlarıyla oldurdukları bazıları gerçekten güzel, ama pamuk şeker gibi geride tortu bile bırakmayan yazıları, deneme diye ona bastırmaya getirdiklerinde çileden çıkar, ama müşteriyi kaçırmamak için de TÜRANLATI adını vererek yapardı kitabı. Şimdi şaşıracaksınız bu özellik denemede de vardır biliyor musunuz? Açın bu alanın en büyüğünü, Montaigne’yi, antik çağın şairlerinin dizeleriyle destekler yazılarını. Peki, fark nerde? Hiçbir deneme aşure çorbası gibi ilgisiz düşüncelerin yığıldığı bir tür değildir. Şiir ya da benzeri örnekler ancak anadüşünceyi desteklediği için kullanılmıştır. Kurmaca yaratıcı yazın türlerinde anadüşünce değil, bildiri aranır, şiirde ise tema… Deneme her türü olduğu gibi olay örgüsünü de kullansa, dili çok iyi kullanan örnekleriyle öyle görünse bile bir yaratıcı yazın türü değildir, arada bir yerdedir. Çünkü yazarın tek başına oldurduğu bir ya da çok gerçekten değil, genele ait insan ve hayat gerçeğinden beslenir ve doğal olarak ta başlangıçta taraftarı zaten vardır. Ona sanatsal ya da edebi kimliği üslup kazandırır, ama özünde bir düşünce yazısıdır. Esnekliği, rahatlığı, iddiasız hal, türler arasında geçiş kolaylığı… her tür düşünceyi, olayı anlatmaya müsait olsa da dahası, hiçbir kanıtlama derdi bulunmasa da bir düşünce çevresinde örgütlenir? Sonunda bir anadüşünce çıkarırsınız. Yani onun alçakgönüllüce ele aldığı düşünceyi aynen taşıyan çok örnek vardır, belki bu yüzden de sevilir. Gerçekte çok çekingen, mahcup bir makaledir, fıkradır; nezaketle “bana göre” diyen, ama inatla iddia eden bir türdür; ne var ki aklına ne gelirse asla değildir. Gerçekte benzese benzese en çok mektuba benzer, hiçbir mektup kırk amaçla yazılmaz, başlangıçta tek amaç vardır, açık ya da kapalı. Ya aşkınızı ilan edersiniz ya borç isteyeceksiniz, ama bir yolu var, damdan düşer gibi olmaz ya… Muhatabınızı buna hazırlamanız gerek. İşte deneme de öyle… mektup gibi yazarın kendinden hareketle okuruyla bağ kurduğu, özgür, sesli düşünmeye olanak veren bir amaçla yazılan, ama bunu dayatmayan yazılardır. Deneme çoğu kez kısa yazılardır, eleştirel bakabilir, ama keskin değildir; yazarın çok şey bilmesine gerek yok gibi durur, ama derin bir bilgi ister aslında, önce insanı yani kendini tanımayanın deneme yazması zordur; siyaseti çok sever, çünkü hayattan beslenir; hayat da boydan boya siyasettir, ama asla radikal ve partici değildir. Çünkü denemenin bir iddiası varsa da onu kanıtlamak değildir; tıpkı felsefe gibi doğruyu bulmaya ve göstermeye çalışır, bunu da kendi önermekten kaçınır, okura buldurmak ister. Yorucu değil mi? İddiayla üçgen gibi, domates gibi çok da somut olmayan bir kavramı tanımlamak yorucu… Gerek de var mı? Dün deneme öyleydi, bugün böyle, var mı itirazın, seversen okursun, hepsi bu. Yine de gerçek bir deneme örneği vermeden bitmez bu yazı. Bakarsın öyle daha kolay anlaşılır. DENEMEnin piri, filozof Montaigne’den ve bu türü sanatsal eleştiriye de başarıyla uygulamış Suut Kemal Yetkin’den birer deneme örneği var aşağıda. İlginizi çekmişse siz de Ataç’tan, Vedat Günyol’dan, Salah Birsel'den, Rouseau’dan, Eyüpoğlu'ndan, Motesqiyo’dan… bir deneme bulun okuyun. Bakalım benim derdimi hissedecek misiniz? * Montaigne / ÖLÇÜ İnsan elinde ne illet var ki, dokunduğunu değiştiriyor; kendiliğinden iyi ve güzel olan şeyleri bozuyor. İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Kelimelerle oynamak diyeceği gelir insanın buna. Felsefenin böyle ince oyunları vardır. İnsan iyiyi severken de, doğru bir işi yaparken de pekâlâ aşırılığa düşebilir. Tanrının dediği de budur: Gereğinden fazla uslu olmayın, uslu olmanın da bir haddi vardır. Okunu hedeften öteye atan okçu, okunu hedefe ulaştırmayan okçudan daha başarılı sayılmaz. İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, fazla ışıkta da. Platon’da Kallikles der ki, felsefenin fazlası zarardır. Felsefe bir kerteye kadar iyidir, hoştur; faydalı olduğu kerteyi aşacak kadar derinlere gidersek çileden çıkar, kötüleşiriz; herkesin inandığı, uyduğu şeyleri küçümseriz; herkesle doğru dürüst konuşmaya, herkes gibi dünyadan zevk almaya düşman oluruz; kimseyi yönetemeyecek, başkalarına da kendimize de hayrımız dokunmayacak bir hale geliriz; boş yere şunun bunun sillesini yeriz. Kallikles, doğru söylüyor çünkü felsefenin fazlası bizim gerçek duygularımızı körletir; lüzumsuz bir inceleme ile bizi tabiatın güzel ve rahat yolundan çıkarır. (Kitap II, bölüm XXX,) * Suut Kemal Yetkin / YARINA İNANMAK Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu, ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının "dünya sanatında" diyerek eleştirmesine başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek içim burkulmuştu. Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür.Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız Edebiyatı Dadaisme (Dadaizm)'den ve bir sürü "isme(izm)" ile biten türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire'inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler yetmeyecek. Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir. * Acaba şimdi anlatmayı başarabildim mi? Sahi neyi anlatıyordum ben? Kafanızda bir şeyler şekillendi mi? Yoksa her şey eski dağınıklığında mı? Desene muz gibi bir şey yazdım onca emekle, oysa derdim denemenin ne olduğunu ne olmadığını anlatmaktı. Şaka bir yana, her yazı değerlidir, ama hepsi kendi alanında değerlidir. Ona her derde şifa anlamı yüklemek gereksiz bir performans beklentisi demektir. Deneme öyle gözükse de 'ben de yazdım' tavrını hiç affetmeyen bir türdür, kırk yamalı bir bohça ya da her parlak cümlenin atıldığı ambar değil, aksine çok ciddi bir yazın türüdür ve tıpkı öykü gibi roman gibi, makale gibi alan birikimi, deney ve ustalığı ister. Ben de karnıyarık yapamam örneğin...Yapmam da gerekmiyor ya... * 28.04.2020

  • Hopa'dan Ardahan'a Bir Yol Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Yaz mevsimi, uzun kış günlerinde özlediğimiz, tatil hayalleri kurduğumuz en güzel mevsim... Eskiden orta halli memur ya da esnaf aileleri dişinden tırnağından arttırdığı 3-5 kuruşla mütevazı bir tatil beldesinde, bir deniz kasabasında ya da ailesinin köyüne giderek tatil yapardı. Bu tatilin süresi de en fazla 15-20 günü geçmezdi. Oysa günümüzde öyle mi? Hepimizi bir tatil furyası sarmış gidiyor; daha kış günlerinden planlar, tur şirketlerinden rezervasyonlar yapıp, o güzel günlerin özlemi ve hayaliyle bekleyip duruyoruz. Sosyal medyanın da katkısıyla bazen bir yarışa, hatta gösteriye bile dönüşüyor bu tatiller. Gezdiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımızla yetinmeyip yediğimizi içtiğimizi de paylaşıveriyoruz bazen. Sonra da o karanlık ve soğuk kış günlerinde o anılarla ısınmaya çalışıyoruz... Şimdi ben de bu furyaya katılıp geçen yaz mevsiminde gezdiğim yerleri, gördüklerimi ve izlenimlerimi anlatmak istiyorum sizlere. Malum, zaman zaman cehennemde yaşadığımız hissini vermeye çalışsa da birileri, ülkemizin her yeri cennetten bir köşe. Benim bu yılki tatil planımda da bu köşelerden biri, yemyeşil Doğu Karadeniz illeri ve yaylaları vardı. Tabii bu bölgeyi seçmemdeki en önemli etken de Hopa'da yapılacak bir düğüne davet edilmemdi. Yağmurlu ve serin bir İstanbul sabahında Atatürk hava limanından Batum'a doğru yola çıkıp Hopa'ya geldik. Çünkü Hopa'ya en yakın hava limanı Batum havalimanıydı. Tulumla çalınan ezgiler eşliğinde horonlarla coşulan, çok eğlenceli, yöresel bir düğünün ertesi günü küçük bir aile gurubuyla. Kaçkar dağlarına doğru yola vurduk kendimizi. İlk durağımız Artvin'in Borçka ilçesinde, Kaçkar dağlarının 1480 metrelik zirvesindeki Karagöl'dü. Sürekli inip kalkan sis perdesi ve yağmur eşliğinde çıktığımız zirvede bizi Karagöl değil, beyaz bir dumanla kaplanmış HAYAL (!) göl karşıladı. Bir doğa harikası olan göl, sisler içinde yüzen birkaç kayık ve kıyısındaki rengarenk çiçeklerle yine de çok güzeldi. Oradan ayrılıp yine sisler arasından geçerek bir vadiye, Maçahel Vadisine vardık... Bu vadi, üç tarafı Karaçal dağları, bir tarafı Gürcistan sınırı ile çevrelenmiş ve doğal olarak izole olmuş bir vadi. Vadiyi oluşturan dağların yamaçlarında ise on ikisi Gürcü, altısı Türk köyü olan on sekiz köy var. Bu minik dağ köyleri, camisi ve kilisesi birbirine bakan, ezan seslerine çan seslerinin karıştığı, çay bahçeleri arasındaki şirin köyler. İşte bu köylerden birine Camili köyüne gittik önce. Bu köyün girişinde TEMA vakfına ait, misafirhane olarak kullanılan, şirin, ahşap bir bina var, Burada yöreye ait şifalı ballar da satılıyor. Camili havzası sert iklimi, kışın altı ay karla kaplı olması ve eski Gürcistan sınırında bulunması gibi stratejik bir noktada olması nedeniyle izole bir yaşama sahip olmuş hep ve böylece doğasını korumuş bir bölge. Eğitim seviyesi oldukça yüksek ve bilinçli olan yöre halkı buradaki köy evlerini pansiyon ve restoran olarak düzenlemişler. Yöresel eşyalarla özgünlüğünü koruyan bu evlerde, yaptıkları yöresel yemeklerle bir anlamda hem para kazanıyorlar hem de turizme katkıda bulunuyorlar. İşte o evlerden biri olan İremit Pansiyonda mola verdik. Bu pansiyon, dik bir yamaçtaki ahşap bir köy evi. Kanaviçe işli örtülerle süslenmiş sedirler, temmuz ayında çıtır çıtır yanan bir odun sobası karşılıyor sizi önce burada. Yöreye ait turşu kavurması, mıhlama, pancar çorbası ve benzeri yöresel yemeklerin yanında mis kokulu mısır ekmeği ve çay sunuyorlar gelen misafirlere. Başı dumanlı dağlar ve yemyeşil yamaçlar insana bir başka âlemdeymiş hissi veriyor. Yemeklerimizi yiyip, yayla havasında dinlendikten sonra sevimli ve güler yüzlü ev sahipleriyle vedalaşarak, sisler arasındaki Borçka yaylalarından Hopa'ya doğru yol alıyoruz. Ertesi gün başlayacak esas gezimize hazırlanmak ve dinlenmek üzere misafir olduğumuz eve dönüyoruz.... ARTVİN'DEN ARDAHAN'A Asıl uzun gezimiz Hopa'ya gelişimizin üçüncü günü başladı. On üç kişiden oluşan gurubumuz ve Hopalı şoförümüzle yola çıktık. Güzergahımız; Artvin, Şavşat, Kars, Ardahan üzerinden Gürcistan'ın başkenti Tiflis, daha sonra Batum ve tekrar Hopa'ydı. Bugün hava daha güneşli ve ılıktı, en önemlisi sis yoktu yollarda. Sahilden, çay bahçelerinde çay toplayanları izleyerek çam ve ladin ağaçlarıyla kaplı dağlara doğru sarmaya başladık. İlk durağımız olan ve Çoruh nehrinin ikiye böldüğü Artvin, çok dik yamaçlar üzerine kurulmuş, yokuşlardan oluşan bir şehir. 3900 metreye kadar yükselen dağlar, içinde krater göllerinin olduğu balta girmemiş ormanlarla çevrili. Flora zenginliği, kendine özgü mimarisi, tarihi kilisesi, kalesi ve festivalleriyle ünlü Artvin'de bir de 22 metrelik boyuyla Türkiye'nin en büyük Atatürk heykeli var. Şehrin en hakim tepesi olan Ata Tepedeki heykel adeta şehri kucaklamış gibi görünüyor. Tarihte genellikle Çoruh veya Livane olarak adlandırılan şehir 1956 yılında Artvin adını almış. Zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle sadece panoramik bir şehir gezisi ve öğlen yemeği ile yetindiğimiz Artvin'den Şavşat'a doğru yola çıktık, ancak sırada önce Meşeli köyündeki bir başka Karagöl vardı. Sanırım ülkemizde Karagöl adıyla bilinen pek çok göl var ve bunlardan ikisi Artvin il sınırları içinde. Bir gün önce gidip de sis nedeniyle göremediğimiz Borçka Karagöl'den sonra Şavşat Karagöl'ü görmek için sabırsızlanıyorduk. Meşeli köyü ve Sahara Milli Parkı içindeki Karagöl tam bir doğa harikası. Çok da büyük olmayan gölde sazan balığı ve bildiğimiz kırmızı renkli akvaryum balıkları yaşıyormuş. Mavi ile yeşilin ahenkli görüntüsüne gölün kenarındaki rengarenk çiçekler de eşlik ediyor. Bu milli park alanında küçük bir tesis var ama çok da bakımlı bir yer değil, özellikle tuvaletleri çok kötü... Burada biraz dinlenip çayımızı içtikten sonra Şavşat'a doğru yola çıktık. Artvin'in bu ilçesi tam bir doğa harikası ve aynı zamanda Cittaslow listesinde yer alan Türkiye’nin en sakin şehirlerinden biri. Büyük şehirlerin boğuculuğuna inat geleneksel yaşam biçimlerini ısrarla koruyan bu sakin şehirde hız değil, tam bir yavaşlık, sükûnet ve huzur hakim. T ürkiye’nin en kuzeydoğusundaki ilçelerinden biri olan Şavşat, 2015 yılında Cittaslow kapsamına alınmış ve Türkiye’nin "Sakin Şehir" unvanını kazanmış onuncu bölgesi. Yeşil doğasının güzelliğiyle bilinen, dağlık ve engebeli bir arazi üzerine yayılmış bulunan Şavşat İlçesinin dört yanı yüksek dağlarla çevrili. Akarsu bakımından zengin olan ilçede Karagöl'den başka çok sayıda buzul gölü de bulunmakta. Şavşat ilçe merkezinde biraz oyalandıktan sonra. gece konaklayacağımız, bungalovlardan oluşan Laşet'e geldik. Göz alabildiğine uzanan yeşillikler ve çam ağaçları arasına kondurulmuş tek katlı, tahtadan yapılmış, verandalı evlerimize yerleşip alabalıktan oluşan yemeklerimizi yedikten sonra, sessizliğin, sakinliğin, dolunayın ve kuş cıvıltılarının süslediği gecede huzurlu bir uykuya daldık. Artvin en doğudaki illerimizden biri olduğundan güneş burada çok erken, saat dört sularında doğuyor, yani gün çok erken başlıyor buralarda. Sabah uyandığımızda bahçede dolaşan kaz seslerine köpek havlamaları eşlik ediyordu. Çevrede küçük bir tur attıktan sonra kahvaltımızı edip tekrar yola koyulduk. Şimdi sırada Kars ve Ani Harabeleri vardı... KARS - ANİ HARABELERİ Gürcistan'a gitmek üzere çıktığımız yolculuğumuzun bugün ikinci günü... Laşet'te yaptığımız sabah kahvaltısından sonra Şavşat'ın doyulmaz yeşilliği ve sakinliğini ardımızda bırakıp erkenden yola koyulduk, çünkü önümüzde hayli uzun bir yolumuz vardı. Şoförümüzün küçük bilgilendirmeleri, cd'de çalan Karadeniz ezgileri eşliğinde sabah mahmurluğumuzu üzerimizden atarak Doğu Karadeniz dağlarını aşıp Doğu Anadolu'ya, serhat şehrimiz Kars'a doğru gitmeye başladık. Kars'a gitmemizin nedeni tarihi Ani harabelerini görmekti aslında, ama oraya ulaşmamız için de önce Şavşat-Ardahan yolundaki 2470 metre yüksekliğindeki Çam Belini aşmamız gerekiyordu. Derin vadiler ve sarp dağları tırmanarak Çam Beline varıp zirvede biraz nefeslendik. Burada itiraf etmem gereken bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim; hani "Yiğidi öldür, hakkını yeme" derler ya "Yol yaptık" diyenler çok da haksız değillerdi. Geçekten on gün boyunca süren seyahatim boyunca özellikle şehirlerin doğası katledilip her yer betonlaşmıştı, ama yollar da güzeldi hani... Yol boyunca bir sağımıza bir solumuza geçerek bize eşlik eden Aras nehri ve temmuz ayında olmamıza rağmen geç bir baharı yaşayan bölgenin yeşillikleri arasına serpilmiş sarı, mor, kırmızı, pembe çiçekler bizi hiç yalnız bırakmadı. Uzaktan görünen Ermenistan sınırı ve çok geniş bir alana yayılmış ören yeri bize Ani Harabelerine geldiğimizi müjdeliyordu. Kars'ın güneydoğusunda, şehir merkezinden 42 kilometre uzaklıktaki Ocaklı Köyü sınırları içinde bulunan Ani Ören Yeri, yerleşim ve savunmaya çok elverişli topoğrafyası nedeniyle tarih öncesi dönemlerden itibaren çeşitli kültürlere ev sahipliği yapmış bir alan. Ani’nin hemen yanından geçen Arpaçay’ın öbür yamacı ise Ermenistan. Arpaçay Kanyonu’nun sert yamaçlarının tepesindeki Ani'nin, bu haliyle hem doğal bir savunması hem de görkemli bir tahtı var. Ortaçağ döneminde önemli bir ticaret yolu olan İpek Yolunun Kafkaslardan Anadolu’ya ilk giriş noktasında kurulmuş olan kent, bu dönemde büyük bir gelişme göstererek bölgenin politik, kültürel ve ekonomik merkezi konumuna gelmesini sağlamış. Ani, büyük oranda ayakta kalmış olan etkileyici surları, dini ve sivil mimarlık örnekleri ve şehir planlaması ile Ortaçağ kentinin bir özeti niteliğinde. Ani’de tarih boyunca süren çok kültürlülük buradaki dini ve sivil mimarinin biçimlenmesinde de etkili olmuş. Ateşgede Tapınağı, çeşitli plandaki kiliseler ve Selçuklu Dönemine ait cami gibi farklı dinlere ait yapıları bir arada bulunduran Ani, çok kültürlü yapıya sahip bir ticaret kenti olarak Ortaçağ Dönemi mimarlık ve şehircilik tarihi içinde de özel bir konuma sahipmiş. Bu arada ören yerindeki taşlık zemine ve hayli sıcak havaya karşın volkanik taşlar arasından fışkıran beyaz çiçekler ayrı bir güzellik katmış buraya. Adını İran, Eti ve Roma tanrılarından aldığı söylenen antik şehir, milattan önce bir kale kenti olarak kurulmuş. 10. Yüzyılda Bagratoğulları sülalesinden gelen Ermeni hükümdarlara başkentlik yapan Ani, kendisini zapt eden kavimler tarafından defalarca yenilenmiş ve askeri amaçla kullanılmış, 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetiminde kalan şehir bu tarihte Selçukluların eline geçmiş. Güneşin kızgın ışıkları altında yaptığımız bu kültürel geziden sonra hem Kars'ın merkezini görmek hem de bir şeyler yemek amacıyla tekrar yola koyulduk, Yaklaşık bir saat sonra yöreye sürekli tur yapan şoförümüz Kadir beyin yönlendirmesiyle yöresel Kars yemekleri yapan bir lokantaya geldik. Güler yüzlü insanların hizmet ettiği bu mekanda tavsiye edilen baş yemek "kaz etiydi" tabii. Bize hayli ilginç gelen lezzetli yöresel yemekler ve kaz etiyle karnımızı doyurduktan sonra kısa bir şehir turuna çıktık. Kısa diyorum çünkü amacımız hava kararmadan Türkgözü sınır kapısına varıp Gürcistan'a geçmekti. Otobüsümüze binmeden önce Gürcistan'a gideceğimizi duyan şoförümüz Kadir beyin ahbabı olan polisler, yanımızda hiçbir ilaç olmaması gerektiğini, yoksa Gürcülerin sınırda hayli zorluk çıkardığını söyleyerek bizi uyardılar. Biz de yanımızdaki ağrı kesici vb ilaçlarımızı, garibimize gitse de, karakolun ecza kutusuna koymaları için polis memurlarına bıraktık. SSCB döneminin mimari yapısının çok yaygın olduğu Kars'ta, kalın kesme taşlarla yapılmış 2-3 katlı eski binalar şehre gizemli bir hava vermiş. Şehirde sadece 40 yıl hüküm sürmüş olmalarına karşın Rusların izleri her tarafta görülebiliyor. Kars kalesi, Ebul Hasan Harakani Türbesi, Çar Nikola'nın av köşkü, Havariler Kilisesi ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa köşkü geçerken şöyle bir görebildiğimiz yerler. Kars'ı daha ayrıntılı gezip görmeyi bir başka zamana bırakarak Gürcistan'a varabilmek için Ardahan Posof'a doğru yola koyulduk. Ardahan'a doğru yol alırken Allahüekber dağlarından doğup, bütün Gürcistan'ı geçerek Azerbaycan'dan sonra Hazar Denizine dökülen Kura nehri ya da bizdeki adıyla Kuruçay uzun yolculuğumuz sırasında bizi hiç yalnız bırakmadı, yanı başımızda bize eşlik ederek bazen sakin bazen coşkun akıp durdu... Saat 17'ye geldiğinde biz de Türkgözü sınır kapısına varmıştık ve hayli yorulmuştuk. Ama Tiflis'teki otelimize varabilmek için daha 3-4 saatlik yolumuz vardı. Ardahan-Posof'taki Türkgözü sınır kapısından oldukça rahat bir şekilde Gürcistan'a giriş yaptık. Gürcistan'a girişte pasaport, vize filan gerekmiyor, kimlik kartlarınızla girebiliyorsunuz ülkeye. Ama ben biraz havalı olsun diye yanıma yeşil pasaportumu almıştım ve bunun faydasını da gördüm. Diğer yolculara bazı kişisel sorular soran ve hayli kaba olan görevliler sanırım yeşil rengin cazibesinden bana pek bir şey sormadılar. İlaçlarımızı da Kars'ta bıraktığımız için sınır kapısından rahatlıkla geçerek otobüsümüze binip tekrar yola koyulduk. Vakit hayli ilerlemiş güneş dağların arkasına inmeye başlamıştı... Gelecek yazı Gürcistan yolculuğu...

  • Merhaba Gürcistan

    Nurten B. AKSOY * Geçen yazımda size anlatmaya başladığım yolculuğun güzergahını Türkgözü sınır kapısından girerek Tiflis, Gori ve Batum’u gezip, Sarp Sınır kapısından Gürcistan’a veda etmek şeklinde belirlemiştik. Gürcistan'ı ve bu ülkeyle ilgili izlenimlerimi de bu yazımda anlatmaya çalışacağım... Türkgözü sınır kapısı oldukça düzenli, tenha ve küçük bir yer. Kibar ama çok da sempatik olmayan Gürcü görevlilerin sorularını aştıktan sonra gezimize başlıyoruz. Gürcistan’a girdiğinizde ülkemizdeki duble yol saltanatı bitiyor. Neredeyse Tiflis’e kadar tek gidiş-gelişten oluşan dar kasaba yollarından geçmemiz gerekiyor. Yolların iki kenarında yemyeşil bahçeler içinde iki katlı, Rus mimarisinin etkisinin göze çarptığı şirin taş evler sıralanıyor. Yol boyu fütursuzca yollarda yayılarak yürüyen hayvan sürüleri ile karşılaşmanız da olası. Bizim Doğu sınırımıza yakın olan bu kasabalarda soğuktan donmaması için doğal gaz borularının yer altında değil yerden iki metre kadar yüksekte döşenmiş olması dikkatimizi çekiyor. Evlerin arasında ise bizim köy mescitlerine benzeyen minik kiliseler göze çarpıyor. Yaklaşık üç, üç buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Tiflis’e varıyoruz GÜRCÜLERİN ANASI KARTLİS DEDA Kaynağını ülkemizdeki Allahüekber dağlarından alıp Azerbaycan ve Gürcistan’ı geçerek Hazar Denizi’ne dökülen Kura nehrinin ikiye böldüğü Tiflis 5. yüzyılda kurulmuş; sokakları, binaları, kiliseleri ile oldukça eski ve tarih kokan bir şehir. Özellikle Orta Çağ ve Sovyet mimarisinin etkisi şehrin her tarafında göze çarpıyor. Nehrin iki yakasındaki tepelerin üstüne kurulmuş eski Tiflis’e girerken ilk olarak şehre hakim bir noktada bulunan Tiflis Kalesi ile Gürcülerin Anası olarak adlandırılan Kartlis Deda’nın heykeli göze çarpıyor. Kentin sembolü olan bu anıtsal heykel Tiflis’in kuruluşunun 1500. Yıldönümü olan 1958 yılında Gürcü heykeltıraş Elguca Amaşukeli tarafından yapılarak Sololaki Tepesine dikilmiş. Alüminyumdan yapılmış olan Kartlis Deda heykeli yirmi metre yüksekliğinde ve Gürcü milli kıyafetleri giymiş bir kadın figürü. Gürcü ulusal karakterini en iyi sembolize ettiği kabul edilen heykelin bir elinde, dost olarak gelenlere şarap sunmak için büyük bir kâse, diğer elinde ise düşman olarak gelenlere karşı kullanmak üzere bir kılıç bulunmakta. Altın Kubbeli Katedral Sameba Şehirde rehberlerin sizi öncelikle götürdüğü yerlerin başında Sameba Katedrali geliyor. Çünkü bu katedral her ne kadar tarihi gibi gözükse de aslında Gürcistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra yapımına başlanan ve 2004 yılında tamamlanan dünyanın en büyük kutsal mekanlarından biri. Bir anlamda Rus mimarisine kafa tutan Gürcistan-Ortodoks Kilisesinin ülkedeki en büyük katedrali. Tabandan tavana yüksekliği 100 metre olan ve çok geniş bir bahçe içinde bulunan bu çok görkemli katedralde söylendiğine göre aynı anda 15.000 kişi ibadet edebiliyormuş. Tiflis’in hemen her yerinden görülen, halkın birlik ve bütünlüğünün sembollerinden biri olarak nitelenen bu katedral, kubbesinin altın kaplama olmasıyla da dikkati çekiyor. Büyük kısmı Hıristıyan-Ortodoks olan Gürcistan’daki kilise ziyaretimizde halkın oldukça dindar olduğunu fark ettik. Günün her saatinde kiliselerin içinde ve bahçelerinde ellerindeki kitaplardan dualar okuyan, mum diken, ikonalara ya da duvarlara dokunan, hatta buralarda dolaşan rahiplerin ellerine sarılan insanlar görmek mümkün. Gördüğümüz kadarıyla bu ülkenin insanları oldukça dindar olmasının yanı sıra mutsuz, asık yüzlü ve yoksul. Hemen her yerde avuç açan dilencilere rastlıyorsunuz. Turistler dışında şık ve düzgün giyimli kimse yok gibi bu şehirde. Bunun sebebini rehberimize sorduğumda; Tiflis’te halkın çok yoksul ve yaşam koşullarının çok zor olduğunu öğreniyoruz. Aslında bir Türkolog olan rehberimiz, kendisinin de yaşamını sürdürmek için rehberlik dışında pek çok iş yaptığını söylüyor. Öznel bir değerlendirme olan bu gözlemimizi Tiflis’le ilgili okuyacağınız yazıların çoğunda görebilirsiniz. Pek çok kilise ve anıtın olduğu Tiflis’te Kura nehrinin hemen kenarındaki falezlerin üstünden şehre kuş bakışı bakan ve atı ile halkını selamlayan Kral Vakhtang Gorgasali’nin heykeli ile hemen yanı başında 12. Yüzyılda yapılmış olan Metekhi Kilisesi görülüyor. Nehrin kenarındaki falezlerin üstüne sıralanmış küçük şirin evler ise Amasra evlerini anımsatıyor insana. Sovyet izlerini hala taşıyan Tiflis’te yeni yapılmış pek çok görkemli bina da var. Örneğin şehrin ortasından geçen Kura Nehrinin üzerine yapılmış olan, özellikle gece ışıklandırmayla çok güzel görünen Barış Köprüsü ve yanı başındaki sanat merkezi modern Gürcistan’ın birer simgesi. Şayet Gürcistan’ın Anasını yakından görmek, botanik bahçesini gezmek ve şehre bir de tepeden bakmak isterseniz Metheki Kilisesinin yanından teleferiğe binip Solalaki Tepesine çıkabilirsiniz. Teleferikten indiğinizde elinde rengarenk papağanlar, yırtıcı kuşlar ya da maymunlar tutan kadın ve erkekler karşılıyor turistleri ve sizden belli bir ücret karşılığı o hayvanlarla fotoğraf çektirmenizi öneriyorlar. Buradaki şık restoranlarda şehri tepeden bakarken bir çeşit pide olan Gürcülerin milli yemeği haçapuri ile tatlı olarak yine mayalı hamurla yapılan ponçik ve armut suyuyla karnınızı doyurabilirsiniz. Bir de bizim güzelim mantımıza hiç benzemeyen, içindeki kişnişin aromasıyla tadı ağırlaşmış Gürcü mantısı Khınkali’yi deneyebilirsiniz. Yemeden içmeden söz etmişken özellikle Gürcülerin şaraplarının da çok ünlü olduğunu söyleyebiliriz. Solalaki Tepesinden ister teleferikle isterseniz yürüyerek inebilirsiniz. Eğer yürüyerek inmek isterseniz dik yokuşlu dar sokaklardan geçerken içinde St. Nicholas Kilisesi’nin bulunduğu Narikala Kalesini gezebilirsiniz. Ya da yanından geçip Tiflis şehrine adını veren sülfürlü sıcak sularıyla ünlü tarihi hamamlar bölgesine inebilir, dilerseniz bu şifalı sularda yıkanabilirsiniz. Ayrıca bu hamamlar bölgesinin girişinde 1895 yılında yapılmış, Tiflis’in en eski ve tek camisi olan Şah Abbas Camisini de ziyaret edebilirsiniz. Sülfür hamamlarının arkasına doğru giden uzun-ince yolda şarap ya da kahve içerek nefesleneceğiniz, hediyelik eşyaların satıldığı küçük serin mekanlar var. Üstünde minik köprülerin bulunduğu dere yatağına benzeyen bu vadide kayalar üzerine yapılmış eski evleri izlerken, yolun sonunda birden karşınıza şehrin ortasında gizlenmiş gibi duran Abanotubani Şelalesi çıkıyor. Yaklaşık 30 metre yüksekten akan şelale (belki yaz mevsiminden dolayı suları az olsa da) görülmeye değer yerler arasında. Tiflis’in en önemli ve eski caddesi olan Rustavelli Bulvarına girmeden, daha önceleri Erivan ve Lenin Meydanı diye anılan, Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanması ile de Özgürlük Meydanı adını alan oldukça büyük meydanın ortasında atının sırtındaki St. George heykeli çıkıyor karşımıza. Yaklaşık iki km uzunluğundaki Rustavelli Bulvarı Tiflis’in en önemli bulvarı. Parlamento binası, Ulusal Opera binası, Gürcistan Ulusal Müzesi, Tiflis Bilimler Akademisi gibi birçok sanat ve kültür merkezinin bulunduğu bu caddeye adını veren Gürcü şair Şota Rustaveli’nin heykelini de burada görebilirsiniz. Uzun bir gezi ile daha ayrıntılı gezilebilecek Tiflis’te son görülecek yerlerden biri de bit pazarı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Gürcistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından ekonomik ve sosyal düzenin değişmesiyle ülkenin en büyük sorunlarından biri haline gelen işsizlik ve geçim sıkıntısı, halkın bir kesimini ellerindeki eşyaları bu pazara getirip satmak zorunda bırakmış. SSCB’nin dağılmasından sonra Samsun’a kadar bütün Karadeniz sahillerinde gördüğümüz Rus pazarlarının benzeri bu bit pazarı “Suhoy Most”(Kuru Köprü) adı verilen bir köprü üzerinde kuruluyor. İlk açıldığı günden bugüne 20 yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala ellerindeki birkaç parça eşyayı satmaya çalışanlarla, bu eşyalar arasında işine yarar bir şey bulmak için dolaşan yerli ve yabancı alıcıları ağırlayan bu pazarın yanında bir de resim sanatçılarının tablolarını sergileyip sattıkları bir bölüm daha var. Söz konusu pazarda 1900’lü yıllardan SSCB dönemine ve günümüze ait madalyalardan ev eşyalarına kadar aklınıza gelebilecek her çeşit eşyayı bulmak mümkün. 20. YÜZYILA DAMGASINI VURAN ZALİM DİKTATÖR ve GORİ Gürcistan'ın başkenti Tiflis’ten Batum’a doğru uzanan yolculuğumuza devam ediyoruz. İkinci gün ilk durağımız Sovyetler Birliğinin ünlü lideri Stalin’in doğduğu şehir olan Gori ve ardından günü birlik turlarla bile gidip görebileceğimiz kapı komşumuz Batum. Turistik anlamda görülecek çok fazla yeri olmayan Gori'yi özel kılan en önemli şey, ünlü Rus lider Stalin’in bu şehirde doğmuş bir Gürcü olması. 1878 yılında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Stalin alkolik bir babanın zulmüyle büyümüş. Bu nedenle acımasız kişiliğini babasından aldığı söyleniyor. Orta öğrenimi sırasında Lenin‘in eserleriyle tanışarak devrimci biri olmaya karar veren Stalin, gençliğinde uzun yıllar grev, protesto, illegal parti, propaganda, örgütlenme vb faaliyetler içerisinde yer aldığı için kendisine Rusça’da “çelik” anlamına gelen Stalin takma adı verilmiş. “Ekim Devrimi” ile iktidara gelen ve 1924’te Lenin’in ölümü üzerine Komünist Partisinin ve ülkenin başına geçen, Sovyetler Birliği’nin 20. Yüzyıla damgasını vurmuş, zalim diktatörü olarak nitelendirilen Stalin’in, iktidarı döneminde sayısı kesin olmamakla birlikte izlediği politikalar yüzünden 25 milyon kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne sebep olduğunu yazıyor kaynaklar. Bu kadar ön bilgiden sonra 2. Dünya Savaşının ardından 1953’te ölen Stalin’in anılarını yaşatmak için Gori’de kurulan Müzeyi gezebiliriz. Rus mimarisinin izlerini taşıyan görkemli belediye binasının olduğu Chavchavadze Caddesini geçerek vardığımız geniş meydanda, oldukça büyük bir araziye kurulmuş Stalin Müzesinin bahçesine girdiğimizde ilk olarak korumaya alındığı için ziyarete kapalı, küçük ve mütevazı, tek katlı bir ev olan Stalin’in doğduğu ev karşılıyor bizi. Esas müze ise evin hemen arkasında yer alıyor. 1951 yılında ulusal müze olarak açılan bina, Stalin’in ölümünden sonra onun hayatının anlatıldığı bir müzeye dönüştürülmüş. Altı bloktan oluşan ve Stalin’in ofis mobilyaları, fotoğrafları, makaleleri, belgeleri, kişisel eşyaları, aldığı hediyelerin sergilendiği müzede insana Stalin’in mezarı hissini veren bir de anıt oda var. Müzeyi gezerken Türkçe bilgi veren bir Gürcü kadın rehberin söylediği objektif sözler çok ilgimizi çekiyor. Stalin’le ilgili olarak şöyle diyor rehber ziyaretçilere; “Büyük liderlerin başarılarının ardında, yaptıkları iyi şeyler kadar hatalar da vardır. Stalin çok kan dökmüş ama aynı zamanda da ülkesine çok hizmet etmiş bir lider. Onu hatasıyla ve sevabıyla göstermek istiyoruz burada.” Ayrıca Stalin’in ölümünden sonra yüz ölçüleri alınarak balmumundan on iki adet yapılmış masklardan biri de müzedeki anıt odada sergileniyor. Müzeyi gezip dışarı çıktığımızda bahçede Stalin’in özel yeşil vagonunu görüyoruz. 1941 yılından sonra Stalin’in kullanmaya başladığı ve Yalta, Tahran konferanslarına gittiği 83 ton ağırlığındaki bu yeşil vagonun içinde tuvalet, mutfak, çalışma odası, konferans odası gibi bölümler bulunan ve 1985 yılında Gori’ye getirilen vagonu da gezebiliyorsunuz. Gori’de müzenin dışında gezilebilecek başka bir yer olmadığı için Batum’a doğru yola çıkıyoruz. ESTETİKLİ YAŞLI ŞEHİR-BATUM Gori ile Batum arası yaklaşık 300 km’lik bir mesafe, ancak yolda yoğun bir trafiğe neden olan Türk plakalı sayısız tır ve tur aracı nedeniyle yol hayli uzun sürüyor. Yolumuzun üstündeki eski Rusya’nın sanayi şehri olan Kutaisi, Komünizm döneminden kalma terk edilmiş fabrikaları, şehrin ortasından geçen demiryolu, hala kullanılan eski trenleri, siyah giysileriyle yol kenarında bir şeyler satmaya çalışan yaşlı kadınlarıyla eski Rus filmlerini anımsatıyor insana. Aslında Gürcistan’ın ikinci büyük şehri olan Kutaisi geçmişle bağlarını henüz koparamadığından daha gizemli görünüyor. Batum’a yaklaştıkça bir yandan Çoruh nehrinin yeşil suları yola eşlik ederken bir yandan da insanların denize girdiği küçük sahil kasabaları görünmeye başlıyor. Yolun iki yanında sıralanmış biraz daha bakımlı, bahçeli iki katlı taş evler ile evlerin önünde otlayıp yolda serbestçe gezinen domuzlar, keçiler ve inekleri görebiliyorsunuz. Köy yollarını andıran yollardan sonra, birden genişleyen yollar ve modern tüneller Batum’a geldiğimizin habercisi. Gürcistan’ın özerk cumhuriyeti Acara’nın başkenti olan Karadeniz kıyısındaki bu liman kenti özellikle eğlenceyi ve doğayı sevenlerin çok rağbet ettikleri bir kent. Batum’a girerken ilk gördüğümüz SSCB döneminden kalma tek tip, bloklar şeklindeki sıvaları dökülmüş eski apartmanlar. Daha sonra Rus mimarisinin izlerini taşıyan görkemli binalar ve Gürcistan’ın özerkliğine kavuşmasından sonra yapılan aşırı gösterişli yeni binalar, oteller, avm’ler… Kısaca şehir, geçmişteki güzelliğinin izlerini hala taşıyan, ama gözde olmak için orasına burasına estetik yaptırmış geçkin bir kadını anımsatıyor insana. Burada her yer ışıl ışıl, Tiflis’in aksine herkes çok süslü ve gösterişli. Üstelik şehirde o kadar çok Türk ismi taşıyan mağaza, işletme, dükkan var ki insan hiç yabancılık çekmiyor. Mavi ile yeşilin iç içe geçtiği bu güzel ve küçük Karadeniz şehrini gezmek için aslında bir gün yeterli. Şehrin en önemli bulvarı olan Batum Bulvarı, sahile paralel uzanan manolya ve palmiye ağaçlarıyla süslü ışıl ışıl bir cadde. Dinlenebileceğiniz kafelerin ve tarihi eserlerin yer aldığı Avrupa, Piazza ve Tiyatro meydanlarıyla bu meydanlardaki heykeller şehrin en güzel yanları. Heykel deyince Batum’un aslında bir heykeller şehri olduğunu söyleyebiliriz. Tiyatro Meydanında bir çeşmenin üstünde duran deniz tanrısı Poseidon Heykeli şehrin en görkemli heykeli. Bunun dışında Avrupa Meydanında gökyüzüne doğru yükselen ve şehrin hemen her yerinden görülen Medea heykeli (Altın Post) David Khmaladze tarafından yapılmış ve bir milyon Gürcü lirasına (lari) mal olmuş pahalı bir heykel. Ayrıca Gürcülerin ünlü yazarlarının ve tarihi kişilerinin heykellerini de şehrin çeşitli yerlerinde görmek mümkün. Şehrin en ilgi çeken heykellerinden bir diğeri ise Batum Limanının yakınında bulunan ve hüzünlü bir aşk öyküsünü sembolize eden Ali-Nino Heykeli. Aşk Heykeli diye de bilinen, 7 metre yükseklikteki bu metal heykel, heykeltıraş Tamara Kvesitadze’nin imzasını taşıyor. Birbirlerine tutkuyla bağlı olan Gürcü kız Nino ile Azeri genç Ali’nin aşkını temsil eden heykeldeki kadın ile erkek figürü onar dakikalık periyotlarla iç içe geçerek şekil değiştiriyor. Batum’un katedrali sayılan Virgin Mary kilisesi 19. yüzyılda inşa edilmiş oldukça görkemli ve güzel bir yapı. Neo-Gotik tarzda inşa edilmiş kubbeleri ve pek çok dini sahneyi anlatan büyük renkli vitray camlarıyla ilgi çeken katedral Batum’un en büyük ana kilisesi. Ayrıca Osmanlı Döneminde burada yaşayan Rumların padişaha hediye olarak yaptıkları ve padişahın da çanlarının asla çalınmaması kaydıyla izin verdiği ve ancak Osmanlı’nın Batum’u kaybetmesinden sonra çanlarının çalınmaya başladığı St. Nicholas Kilisesi ise şehrin ana kiliselerinden biri olarak halen ibadete açık. Şehir merkezine 9 km uzaklıktaki Batum Botanik Parkı kapladığı 108,7 hektarlık alanıyla dünyanın en büyük botanik bahçelerinden biri sayılıyor. Rus Botanikçi Andrey Nikolayevich Krasnov (1862-1914) parkın kurucularından. İçerisinde 5000’den fazla bitki türü barındıran Batum Botanik Parkında Kafkasya’ya özgü yarı tropik bitkilerin yanı sıra Uzak Doğu, Yeni Zelanda, Amerika, Avustralya ve Akdeniz gibi dünyanın dört bucağında yetişen bitkilerin sergilendiği bölümler de var. 1200 gül türünün yer aldığı parkta iki binden fazla ağaç ve odunsu bitki bulunuyor. Şehir merkezinin sahilini baştan başa kaplayan park ise çok kısa bir sürede tamamlandığı için Miracle yani Mucize Park diye adlandırılmış. Batum siluetinin önemli simgeleri sayılan; İzmir Saat Kulesinin benzeri olan Chacha Kulesi, Alfabe Kulesi, Ali-Nino Heykeli ve kocaman bir dönme dolap bu parkın içindeki en ilginç yapılar. Ayrıca deniz seviyesinden 250 m yüksekliğindeki Anuria Dağında bulunan Argo Eğlence Merkezi’ni şehre bağlayan ve Batum’u tepeden izleyebileceğiniz bir de teleferikleri var Batumluların. Doğu Karadeniz illerinden gerek alış-veriş, gerek gezmek-eğlenmek, gerekse kumar oynamak için günübirlik Batum’a gelen Türkler nedeniyle burada gezerken hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Türkgözü Sınır kapısından başlayıp Tiflis, Gori ve Batum’u gezerek tanıtmaya çalıştığımız kısa Gürcistan yolculuğumuzu Sarp Sınır Kapısından çıkarak tamamlıyoruz. Buradan ayrılmadan önce dikkatimizi çeken iki noktaya da değinmeden geçmeyelim. Birincisi; Ortak Pazar ülkelerinden getirilmiş çok ucuza satılan ikinci el lüks araçların oluşturduğu hayli karışık ve yoğun bir trafiğe sahip olan Tiflis ve Batum’da fazla trafik ışığı yok. Buna karşın sürücüler, karşıdan karşıya geçmek isteyen yayalara karşı son derece sabırlı ve saygılı. Her koşulda yayaların geçiş üstünlüğü var ve araçlar siz karşıdan karşıya geçmek istediğinizde hemen durup yol veriyorlar. İkincisi ise Gürcistan’ın görebildiğimiz her yerinde polis merkezlerinin şeffaf olması, yani binaların camları tamamen perdesiz ve içeriyi rahatlıkla görebiliyorsunuz. Bir başka yolculukta buluşmak dileğiyle…

  • MONA LİSA

    Leonardo da Vinci * Mona Lisa ( La Gioconda veya La Joconde olarak da bilinir), İtalya 'nın Floransa şehrindeki Rönesans sırasında Leonardo da Vinci tarafından kavak bir pano üzerine Sfumato tekniği ile resmedilmiş 16. yüzyıl yağlı boya portresidir . Resim hâlen Paris 'teki Louvre Müzesi 'nde Francesco del Giocondo'nun karısı, Lisa Gherardini Portresi başlığı altında sergilenmektedir. Tabloda oturmuş bir kadın resmedilmiştir, kadının yüzünün kime ait olduğu hala gizemini korumaktadır. Yüz ifadesindeki belirsizlik, kompozisyonundaki anıtsallık, atmosferdeki ilginçlikler, tablo hakkındaki çalışmaları devam ettirmektedir. Bu tablo, geniş ölçüde tanındı; karikatürleri yapıldı, araştırıldı ve Louvre Müzesi'nin en önemli eserlerinden olarak tarihe geçti. Leonardo da Vinci Kimdir: Leonardo di ser Piero da Vinci (15 Nisan 1452 - 2 Mayıs 1519), Rönesans döneminde yaşamış İtalyan hezârfen , döneminin önemli bir filozofu , astronomu , mimarı , mühendisi , mucidi , matematikçisi , anatomisti , müzisyeni , heykeltıraşı , botanisti , jeoloğu , kartografı , yazarı ve ressamıdır . En tanınmış yapıtları Vitruvius Adamı (1490-1492), Mona Lisa (1503-1507) ve Son Akşam Yemeği 'dir (1495-1497). Rönesans sanatını doruğuna ulaştırmış, yalnız sanat yapısına değil, çeşitli alanlardaki araştırmaları ve buluşlarıyla da tanınan, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından ve dehalarından biri kabul edilmektedir. Leonardo da Vinci , bu tabloya 1503 veya 1504 tarihinde, İtalya 'nın Floransa kentinde başladı. Da Vinci'nin çağdaşı, sanat tarihçisi Giorgio Vasari , " ... Tablo üzerinde dört yıl oyalandı ve tabloyu bitirmedi... " demiştir. Bu, Leonardo için alışagelmiş bir davranıştı ve hiçbir çalışmayı tamamen bitiremediği düşüncesi üzerine pişman olmuştu. [3] Sonra, Fransa 'ya yolculuğun ardından 3 yıl süreyle tablo üzerine devam etmeyi tekrar düşündü ve bunu gerçekleştirdi. Da Vinci Fransa 'ya gitmişti ve tablo üzerine çalışmalar devam ediyordu, Kral I. François tarafından, yakınındaki kaleye davet edildi. Bu, Leonardo'nun mirasçılarından olacak asistanı Salai ile doğrudan ilgiliydi, sonra dönemin kralı, tabloyu 4.000 écus ile satın aldı ve Fontainebleau Sarayı 'nda XIV. Louis himayesinde asıldı. Daha sonra tablo, Versay Sarayı 'na taşınacaktı. Fransız İhtilali 'nin ardından, tablo Louvre Sarayı 'na taşındı. Napolyon Bonapart tarafından Tuileries sarayı'na taşınsa da, daha sonra tekrar Louvre Sarayı'na döndü. 1870 - 1871 aralığında gerçekleşen Fransa-Prusya Savaşı sırasında tablo, Fransızların askeri bölgesi " Brest Arsenal "e taşındı. Tablodaki manzara ve model ile ilgili birçok spekülasyon çıktı. Örneğin, da Vinci'nin modeli güzel yanlarıyla resmettiği düşüncesi vardı, tablonun 21. Yüzyıl standartlarında olduğu da düşünülmüştür. Doğulu bazı sanat tarihçileri, örneğin Yukio Yashiro, tablodaki manzaranın Çinli sanatçıların eserlerinden etkilendiğini öne sürmüştür ama kanıtlarının yetersizliğinden dolayı birçok itiraz çıkmıştır. Konusu Mona Lisa tablosu, 19. Yüzyıla değin gizemi hakkında düşünce oluşmamıştı, henüz kavranmakta olan Sembolizm akımı  sayesinde, tabloda var olduğu düşünülen simgeler için birçok düşünce çıkmıştır. Eleştirmen Walter Pater, 1867 yılında tablo üzerine, kadınlıkla ilgili gizli semboller içerdiğini belirtmiştir. Mona Lisa'da Lisa del Giocondo resmedilmiştir; Gherardini ailesine mensup birisiydi ve tüccar Francesco del Giocondo'nun karısıydı. Giocondo'nun ikinci oğlu Andrea'nın doğumu anısına tablonun yapıldığı tahmin edilmektedir. Tabloda oturan kadının kimliği, 2005 yılında, Heidelberg Üniversitesi 'nin kütüphanesinde bulunan Agostino Vespucci'ye ait bir not ile tespit edilmiştir. Fakat başka uzmanlar tarafından, tablodaki kadın için üç farklı şahsiyet de öne sürülmüştür. Da Vinci'nin annesi Caterina Buti del Vacca de öne sürüldüyse de, çoğu uzman tarafından düşük ihtimal olarak değerlendirilmiştir. Milano düşesi Isabella of Aragon, Cecilia Gallerani, düşes Costanza d'Avalos (La Gioconda olduğu söylenir) öne sürülen diğer şahsiyetlerdendir. Tablodaki kadının da Vinci tarafından adlandırıldığı da öne sürülmüştür. Öne sürülen bu karakterler, Giorgio Vasari'nin yazdığı Leonardo da Vinci'nin biyografisindeki tariflerine göre tahmin edilmiştir. Vassari'nin yazdığı biyografide "Leonardo resmetmeyi üstlendi, tüccar Francesco del Giocondo için, onun karısı..." cümlesine dayanılmaktadır (İtalyanca: Prese Lionardo a fare per Francesco del Giocondo il ritratto di mona Lisa sua moglie). Da Vinci'nin ölümünün ardından, tablo asistanı Salai'ye geçti ve özel yazılarında tablodan la Gioconda olarak bahsetti. Estetik Da Vinci, tablo için ilk başta piramit tasarımı kullandı, basitçe kadın bir piramitten oluşacaktı. Tablodaki kadının kıvrılmış elleri piramidin köşesi idi. Göğüsü, boynu ve yüzü ellerine göre çok daha parıltılıdır. Işık, aslında çizimin altında geometrik çizimin yattığı göstermektedir. Aslında da Vinci, tabloda oturmakta olan normal bir kadını resmetmiştir: fakat o zamanlarda oturmuş bir kadının resmi yaygın değildi. Tabloda, oturan kadının gözlemci ile arasındaki mesafeyi göstermiştir. Kol dayama yerleri, gözlemci ile oturan kadını ayıran bir sınırdır. da Vinci'nin sfumato tekniğini kullanması Mona Lisa'ya o ünlü belirsizliği vermiş ve her bakıldığında yüz ifadesi değişiyormuş gibi bir algıya neden olmuştur. İtalyancada "sfumato" kelimesi "dumanlı" anlamına gelir. Bu tekniği Lisa'nın gözlerine ve ağız kısmına uygulamıştır.

  • KURUTTULAR

    Fuat ÖZGEN * Kötü ve yanlış uygulamalar yapıp Nehirleri, gölleri, pınarları kuruttular Doğayı çölleştirip Renkleri kuruttular Ötenazi imkanı verip Hayvan soyunu kuruttular Gönülleri kırdılar, acımasızlığı egemen kılıp Duyguları kuruttular Tarafgir eğitim uygulayıp Beyne giden damarları kuruttular Yasaklayıp, engelleyip Edebiyatın, sanatın, kültürün kaynağını kuruttular Bilimi, gelişmeyi baltalayıp Geleceği kuruttular Tanrı ile kul arasına girip İnanç özgürlüğünü kuruttular Ezip, üzüp Göz pınarlarımızı kuruttular

  • İSTANBUL ZİYARETİNİN ARDINDAN

    Niyazi UYAR * İki bin yirmi üç haziranında elveda demiş, belki bir daha gelmem demiştim şehirler sultanına. Büyük laf etmiş olacağım ki, bir vesileyle mecbur oldum. Şair Nedim’i bile aşık eden bu büyülü şehir için, büyük laf etmemek lazımmış. Benim ki laf yani, nice güzelliğin başkentine darılmak, küsmek olur mu? Oğlumun burun ameliyatına sebep geldiğim sokaklarındayım Aziz İstanbul’un. Sokaklarında olmasına sokaklarındayım da otuz yıl öncenin sokakları olmadığı gibi bir yıl öncenin sokakları bile değil. Şehrin komradorları merkezden ayrılmış bilmem nasıl köyler yapmışlar kendilerine, köy sözcüğüyle birlikte yeşile tecavüz ederek(!) Ameliyatımız başarılı geçti, gerginliklerimiz, korkularımız geride kaldı. İşte ben o rahatlıkla evden çıktım, amaçsız. Hatta öyle bir çıktım, nereye gideceğimi bile tasarlamadan. Sokaklarda avare avare dolaşmak, özlediğim İstanbul kokusunu teneffüs etmekti muradım. Rumeli Caddesi’nden Osmanbey’e doğru yürüdüm. Kaldırımlar kalabalık, her renkte insan var. Daha çok esmer tenlilerin arasından güçlükle ilerleyip Osmanbey metrosuna doğru yürümeye başladım. Esmer tenlilerin gün geçtikçe sayıları artarken, eski İstanbullular, şehri, doğup büyüdükleri mahalleleri, sokakları, hasbihal ettikleri komşuları, tenhalarda gizli gizli sevdiği ile görüştüğü mekanları terk edip gitmekteler bir bir. Dükkân tabelaları çok dilli olmuş, esnafın camına astığı afişlerin hiçbir harfini bilmediği kargacık burgacık yazılar. İnsan öz be öz yurdunda bir hoş, bir garip hissediyor kendini. İnsan, bu ne yabancı aşkı, bu ne Arap aşkı, bu nasıl bir ruh hali diye sormadan edemiyor. Özel ad olan yabancı sözcüklere hadi diyelim de bu kadar Arap aşığı olunur mu, insan bu kadar kendi diline ihanet eder mi? “İhanet” kelimesi ağır bir ifade gelmiş olabilir. Lakin bilinmelidir ki, “milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin avı olur,” demiş Aziz Atatürk. Hem bir milleti, millet yapan unsurların başında “dil birliği” gelmez mi? Her milletten insana rastlamak mümkün. İnsanların bir arada yaşamasından yana olan birinin edeceği laflar değil belki bunlar, lakin renk ve ırk ayrımına karşı olan ben bile rahatsız olmuşsam bu manzaradan, demek ki, iyi gitmeyen çok şeyler var. Nişantaşı sokaklarında insanların konuşmaları başka başka dillerde. Hele her tavrı ile “ben Arap’ım” diyenler o kadar yoğunlukta, o kadar yoğunlukta ki... Orta yaşlarda olduğu belli olan bir Arap erkeğinin peşinde iki kadın, bazen üç, dört kadın. Besbelli Arap kardeşler(!) eşlerinin hepsiyle şehirler sultanının yeni yüzü olmuşlar! “Başka İstanbul yok,” sözünün yeni vaziyeti böyle olmuş işte! Ben diyorumki, bu manzara doğrudan Cumhuriyete, milli birliğe, Kurtuluş Savaşı’nda zaferi getiren inanca saldırıdan başka bir şey değil bu! Metronun Rumeli girişinin Elmadağ tarafında yürüyen merdiven yoktur. İnişte upuzun uzayıp giden merdiven vardır. Merdivenden yavaşça, düşmekten korkan bir çocuk gibi dikkatlice indim. Sol yanımdan aceleci gençler, aceleci çalışanlar hızlı hızlı geçip gitmekte. İşaret levhası, sola dönmemi işaret etmekte. Sola dönmek, sol tarafa gitmek fikriyatıma "cuk" diye oturuyor, tatlı bir tebessümle döndüm sola. Birkaç metre ileride yine sol tarafta, metro duvarına çizilen müzik görselinin altında bir sokak müzisyeni konser vermekte. Onu seven, müziğine, yaşamına destek olsun diye enstrüman kutusuna birkaç lira atıp geçenler, durup onu dinleyenler... Yaklaşık on yıl şehirlerin sultanı bu şehirde yaşadım. Onca öğrencim, öğretmen arkadaşım, velim oldu, insana birine tesadüf etmez mi, bana mı bir hal olmuş, onlar mı, terki diyar etmiş; ne bileyim fiziksel değişimler beni, onları tanınmaz mı yapmış? Böyle bir özel konuyu dile getirdikten sonra devam edelim gördüklerimizi anlatmaya… Gidenler gelenler… Herkes, herkes, kimse yavaş hareket etmiyor, koşarcasına, bir akıntıya kapılmışçasına- işi olsun, olmasın- toplum psikolojisinin ya da sürü psikolojisinin edinimlerini sergilemekte. İnsanların yüzleri asık, ciddi, dokunsan parlamaya hazır bir vaziyette! Niyazi Uyar olarak bu cümleleri yazarken ben de birden ciddileştim. Gülümseyen insana tesadüf etmek samanlıkta iğneye tesadüf etmek gibi bir şey! Yemek bile koştura koştura yenmekte.  Bu on altı milyonluk şehirde oturanlar, kafasının içinde durmadan koşturmakta, hem de ne koşturmakta, dört nala? Sekiz dakikada bir, sekiz vagonluk tren katarının biri gelip biri gitmekte. Her katar binlerce insanı oradan oraya taşınmakta. “İnenlere öncelik veriniz,” uyarısına pek aldıran yok, herkes bir an önce trene binmeye bakıyor. Kimse, kimseye sırasını kaptırmak istemiyor! Osmanbey Metro girişi, yürüyen merdiveni olmayan dik bir merdivenden sonra, bir başka katın bu sefer yürüyen merdivenden aşağı trenin gidip geldiği kata inilir. Sekiz vagonlu trenlerin biri geçip giderken bir diğeri ya istasyondadır ya da gelmek üzeredir. Gidenler aldığı yolcuları menzile doğru alıp götürmüştür.  Tiz sesli duyuru ile yolculara lazım gelen uyarılar yapılırken, sarı çizgilerin geçilmemesinin uyarısı altını çizirlicesine yapılmakta. “Menzil,” ne çok sevdiğim bir sözcüktür. Şair demiş ya hani, Menzil almak istersen, Gönül sabreyle sabreyle, Dostu bulmak ister isen, Gönül sabreyle sabreyle.   Sabreden menzil alır, Sabretmeyen yolda kalır… … “Sabır ve ben,” taban tabana zıt olan kavramlardır.  Ben o kadar tez ki canlıyım ki, canımın tezliyi, gün oluyor, beni bile dinden imandan çıkarıyor. Asında munis biri olduğumu söyleyenler, benim bu yönümü görseler şaşkına döner. Bu özelliğim bire bir “Gök Münevver’den” geçmiş bir tabiat! Ben de diğer yolcular gibi zor bela trene binip boş zamanlarımda gezmekten, insan davranışlarını kendi yordamımca analiz etmekten haz duyduğum, Eminönü’ne gidecektim. Eminönü’ne gitmek için, Haliç İstasyonunda inecek, Sultanhamamı’na, Tahtakale’ye, Mısır Çarşısı’na, Yeni Cami önüne gidecek, çiçekçilere uğrayacaktım. Trenden indim, gayrı ihtiyarı öteki yolcular gibi koşarcasına yürümeye başladım. Geçen yıl gördüğüm, miting alanından dağılanlara benzettiğim tarihi meydan, bu yıl bir şey olmuşçasına pek kalabalık değil. Allah Allah dedim kendi kendime. Bu yıl bu meydanda bir sessizlik, bir terk edilmişlik hakim! Yeni Camii’nin hazırcı güvercinleri geçen yıllara göre daha bir açmışçasına yem bekliyor insanlardan, senden benden. Uçuyor, konuyor, tekrar uçuyor, tekrar konuyor. Bir yurttaş coşar da bir kase yem serper diye umut etmekte. Eminönü meydanı, yeni meydan düzenlemesiyle, çok hoş olmuş, ağaç diplerine koyulan yekpare siyah mermer oturakların gölgede olanlarında oturacak yer yok! Şans kapısı Nimet Abla milli piyango gişesini sol yanıma alarak bin beş yüzlerin o müthiş alışveriş pazarının tarihi kapısından içeri girdim…   MISIR ÇARŞISI Osmanlı’dan beri alışverişin kalbinin attığı yerdir Çarşı. Onun adını duyan, İstanbul’a yolu düşen, alışveriş yapsın yapmasın Çarşıyı görmek, havasını teneffüs etmek ister.  Çarşının ünü 1998 yılında bir dönercide meydana gelen patlamada artımıştır. Patlama akademisyen aktivist bir kadına yüklenmiştir o cezaevinde yatarken. Çarşıya girer girmez baharat kokularına karışmış cins cins nebat kokuları, tensel kokular, parfüm kokuları, bilmem ne kokuları… karşılar. Baharatçılar, hediyelik eşya satıcıları, tatlıcılar, lokumcular, şekerciler… Kapı önlerindeki müşteri avcısı çığırtkanlar, müşteri kapmak için tepsilere koydukları cins cins şeker ve lokum ikramları. Bu ikramların herkese açık olduğunu düşünmeyin. İkramlar, cüzdanı şişkin yabancılara, özellikle Arap turistlere... Çığırtkanlar, kimin şeker, lokum alacağını iyi tahmin ettiklerinden tepsiyi ona göre uzatır. Gelen bir Arap turist ise, izzeti ikramlarında(!)daha da sırnaşıktırlar. Çarşının çoğunluğu tahmin edileceği üzre daha çok yabancı: İranlı, Iraklı, uzak doğulu, Afrikalı ve bilmem nereli. Yabancıların oranı, ben diyeyim yüzde altmış, siz deyin yüzde yetmiş! İstanbul’un nüfus demografisi yerli halkın aleyhine böyle giderse çok sürmez menfi olarak değişir.  Müşteri avcıları, satış yapacakları milletlerin dillerini çat pat öğrenmişler, ülke kültürüne(!) direk katkıda bulunmaktalar. Fiyatlar… Fiyatları ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bir kilo lokumun fiyatı dört yüzden sekiz yüze kadar çıkmakta. Bu fiyatların farkında olan müşteri avcısı çığırtkanlar, yerli halkın bu fiyatlara lokum alamayacağını bildiğinden, ikram tepsilerini, yabancılara, özellikle cüzdanı şişik Arap turistlere uzatmakta, tesadüfen Türk vatandaşının kendine doğru geldiğini görür görmez, derhal tepsiyi indirmekte. İnsanın kendi yurdunda bu kadar aşağılanmasından daha acı bir şey olur mu? Ben çokça şu soruyu sorarım kendime: “Sahi ya Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bu insanların dedeleri yapmış olabilir mi, ya da soruyu şöyle soralım: Bu insanlar, o insanların torunları olabilir mi? Dedim ya İstanbul’un en çok vakit geçirdiğim yerlerinden biridir Eminönü. Geçen yıl o kadar yoğundu, insanların vaziyeti aynen miting alanından dağılması gibiydi; fakat bu haziranda alan nerdeyse sadece yabancı turistler var. Bunun sebebi ne olabilir diye vereceğim hüküm afaki olabilir yalnız, Türk halkının alım gücünün iyiden iyiye düşmesi, yoksullaşmasıdır. Onyıl yaşadığım Şair Nedim’in bir parçasına tekmil Acem mülkünün feda olsun dediği bu şehir, bana, benim gibilere yabancılaşmış. Bu sefer kendimi bambaşka duygular içinde buldum, bu şehirler sultanında kendimi bir garip hissettim. İnşallah tarih tekerrür edip Sümerlerin yaşadığı hazin sonu yaşamayız.

  • ŞEYH BEDRETTİN

    , ŞEYH BEDRETTİN (1358/59-1416) ÜZERİNE FARKLI BİR BAKIŞ Ekrem Hayri  Peker * Yeni din inancına, her zaman eski dinden bazı inançlar aşılanır. Yöneticiler, yeni din uygulamaları derhal kabul etmek istemeyen halkın korkmaması için siyasi mülâhazalarla bu tür karışımı benimsemek zorundadır. Eski dinden kalan ritüeller, niçin kutlanıldığı unutulan kutlamalar, bazı adetler yeni dinde de yer alır. Zamanla din oturmaya başlayınca ve farklı mezhepler ortaya çıkınca siyasi iktidarlar düzeni bozan din adamlarını cezalandırır, bazı mezhepleri düşman ilan eder ve mensuplarını yok ederler. Doğu Roma topraklarında bilhassa Suriye ve Mısır’da çok kanlı mezhep savaşları yaşanmıştır. Az sayıdaki Müslüman orduları bu yüzden kolayca buraları ele geçirmiş ve deyim yerindeyse “Barış gücü” muamelesi görmüştür. ANADOLU Tarihçilerimiz Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’nde çıkan Türkmen ve daha sonra celali İsyanları olarak adlandırılan isyanlarına şu gözle bakarlar. “Her şey güllük gülistanlıkken ruhlara, cinlere kapılmış meczup bir derviş, ‘hadi ayaklanalım’ der ve nedense cennet gibi bir ortamda yaşayan insanlar, rahat batması nedeniyle ‘hadi’ deyip ayaklanırlar. Tarihçiler ve ekonomistler içinde “En olgun çağında” 12 Mart’ın gadrine uğrayıp kederinden erken yaşta vefat eden Mustafa Akdağ’ı ve aynı tarihlerde üniversiteden uzaklaştırılan Doğan Avcıoğlu’nu ayrı tutuyorum. Dönemin ve sonra olayları yazan tarihçilerin, ulemanın yazdıklarının aksine, isyana önderlik edenlerin bilgi seviyesi dönemin ulemasından az değildi. Kimisi, Baba İshak gibi kadıydı. Börklüce Mustafa, Torlak Kemal cahil dervişler değildi. Torlak Kemal’in bir divanı vardı. İsyanların siyasi boyutu üstünkörü incelenmez, ekonomik boyutuna hiç değinilmez. Aksine geçiştirilir. Oysa Türkmen- Selçuklu çatışması Büyük Selçuklu döneminde başlamıştır. Devlet yönetimi hızla Türkmen kütlesinden kopmuş ve Farslara, paralı kapıkullarına dayanmıştır. Türkmenler, bu sebepten merkeze karşı ayaklanan hanedan üyelerinin yanında saf tutmuşlardır. Bu durumu gören ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk, “Türkmenlere de devletten pay vermek gerekir” demiştir. Ama bu söylemine kulak asılmamıştır. Türkmen-Selçuklu çatışması Türkmenlerin Anadolu’ya göçünü hızlandırmıştır, diğer yandan da Selçuklu Devleti’nin sonunu getirmiştir. Aşiretleri dağılan / dağıtılan Türkmenlerin sığınacak “Baba”lardan başka kimsesi kalmamıştı. Moğollara karşı yapılan bir ayaklanmaya Mevlana’nın bir oğlu da katılmıştı ve savaşta ölmüştü. Türkmen boyları Moğolların baskısından kurtulmak için uçlara ve Ege’ye sığındılar. ... * Bedrettin’in İsyanından 60-70 yıl önce Doğu Roma’nın Balkan topraklarının Güney bölümünde, özellikle Trakya’da sınıfsal bir ayaklanma çıkmıştı. Bu yörede Edirne’den başlayarak, büyük arazi sahiplerine, soylulara, zenginlere karşı esnaf ve yoksul halk ayaklanmıştı. Ayaklanma bütün Trakya yayılmış, Selanik bu ayaklanmanın ikinci merkezi olmuş, bölgedeki zenginler ve asiller öldürülmüştü. Ayaklananlara Zelotlar deniliyordu. İmparator, Kantakouzenos, bu ayaklanmayı büyük güçlükle ve dostu Aydınoğlu Umur Bey’in yardımıyla bastırabilmişti. (Umar, Bilge, Türk Halkının Ortaçağ Tarihi, s,166) ** Bedrettin’in babası, Edirne yakınlarındaki Samaona hisarında kadı idi. Bursa, Konya, Kahire’de öğrenim gördü. O dönemde bu kentlerin yazı sıra Tebriz, Şam ve Halep kentleri de önde gelen kültür merkezlerindendi. ... ( Devamını okumak için TIKLAYIN ) 2020, maviADA dergisi

  • Aklıma Bahar Geliyor;

    VAR MI İZNİNİZ? * Şenol YAZICI * Nasıl hasretim: Gözümün önünden gitmiyor... Denizli'den son hız İzmir'e giderken çalıyor Edip Akbayram: "Sene 1340, mevsime uydum / sebep oldu şeytan..." Babadağ'ı fıstık çamı, Aydın yolu renk renk; zeytin yeşili, Japon eriği kırmızısı, portakal çiçeği beyazı, en çok da kiraz çiçeği... Ali'yi görürüm, minik kızına merhaba derim. Sonra uzatır yolu Celil kardeşe... Sahi o bir Corana korkusu yaşamıştı, yurt dışındayım der mi?.. Benim bildiğim kardeşse iki eli kanda olsa demez, ama can pazarı bu, sen gene bir daha düşün... İyisi mi, yoluna git, kimsenin kaygılarını artırma. Ne yapayım, ben de kimseye duyurmam, benimki yol hasreti, özgürlüğüm var mı hala diye bir sınama, ses alma gayreti... Bir yıl bu dile kolay... Ne ekmek ne yemek isterim, zaten çöp şişten başkası yoktur, Nazilli'ye doğru camlardan portakal, mandalina çiçeği kokar, özgür bir insan olmanın "dayanılmaz ağırlığı" da var üstümde ya...yetmez mi? Bir de sigaram olsun... Sahi sigara da yasak, öyle bir karar vardı. Her şey serbest ya bu günlerde o da kalkmıştır. Hadi canım, hep öyle olmadı mı, tüm anayasa değişir ama yasak bekler, gereğinde de anımsanır; kılıf olur yersin cezayı... Geçmişte, Nuh nebiden kalma bir içtüzük maddesiyle uzun saçlarımdan dolayı, ilkokulda değil, hem de başkentte üniversitede, ceza almış adamım, bilmem mi? Nasıl bir çaresizlik bu? Aklıma birden, "herkesin sokaklarda olduğu ama bir bana yasak pandeminin" gevşediği haberleri geliyor. Öyle ya; elin gavuru fıldır fıldır geziyor ya... O turist diyor sorduklarım, para getiriyor, hastalık da bonusu. Benden başka herkes sokaklarda, pandeminin anası ben miyim yani, telefona sarılıyorum. Nasıl yumuşak, nasıl yalancı, nasıl aşağılık... hissediyorum... sanki borç istiyorum, sanki pandemiden ekonomim bozuldu yardım edin diyorum, hakkım değil galiba... Canım bir damla özgürlük çekti, izniniz var mı, der gibiyim. Boğulacağım, bir damla nefes alsam diyorsun, olmazlanıyorlar. Alo 199'da ki herhalde içişleri bakanının vekili; bir gerekçe lazım, diyor benim en nazik, en yumuşak halime hiç aldırış etmeden: Mahkeme, hastahane... O kızı sevmedim, aradığım 5. kız daha yumuşak, Türkçesi ancak benim kadar. Şırnak'tan bilmem ne kurumu... Soruyorum anlatıyor, biz talep kurumuyuz, onay başka yerden... Vay canına, hayır demek için tüm Türkiye'yi seferber etmişler, diye düşünüyorum. Ancak işleyişi anlıyorum. Yedi sülalemin bilgisini tanımadığım birine verip, umuda yelken takıp bekliyorum. Hatta yolumdaki kirazlara, eriklere de haber salıyorum; solmayın geliyorum, diye... O bir şey değil de çok geçmeden olmaz diyen mesajla, kara kara düşünüyorum, Nasıl "gelemiyorum" diyeceğim şimdi? Japonca nasıl denir diye bakınıyorum. Kolay çözemeyecekleri bir şifre gibi. İnternet ne güne, çeviriye bakıyorum. 私はそれを作ることができません Dört kez kitabı, yani olmayan kitabı, açıklamaları okuya okuya deniyorum: size ne kardeşim, herkes gibi ben de gezeceğim, özgür yurttaşlık hakkımı kullanıp... demeyi bırakıyorum, gerekçeler uyduruyorum, olmuyor, burası çok pandemi , mavi Şırnak'a gidecek halim yok, turuncudan istemeli, deyip yer ayırtıp otellerden onu da yapıyorum. Yok arkadaş hüküm belli; evinizde ölün, aradığınız pandemiyse biz zaten okuyan, çalışan çocuklarınız, parti üyesi damadınız, alışveriş ettiğiniz pazar kanalıyla size en kralından pandemi yollarız... sokakta ölüp de başımıza bela olmayın ... der gibi... Son hilemi yapıyorum; bir arkadaşın Ayvalık'ta villası var, gel hadi gidelim şimdi nergis zamanı, ben sana kürdili hicazkar makamdan şarkı da söylerim, hatta ayaklarını da yıkarım... deyip yoldan çıkarıyorum seksenlik dostu. He diyor, tapusunu da ekleyip, nasıl bir bir umut internetten tam 3 saatte başvuruyu yapabiliyoruz.. Bu kez hiçbir kiraza haber vermiyorum, ne olur ne olmaz... Başvuruma tam tokat gibi bir yanıt: " Nayır." Makul karşılanacak gerekçeler arasında "özgürlüğe kaçış, bir damla bahar yok. Ya mahkeme ya hastane ya cenaze ya düğün ya parti toplantısı... Hepsi de toplantı... Bu işte bir mantık hatası yok mu? Gözüme, cenazemin Emir Kusturica kurgusuyla bir kağnı üstünde konfeti gibi çiçekleri uçuşan kirazların önünden geçişi geliyor... Bu gidişle ona da razı gelirim... Zaten hep demem mi; vasiyetimdir, ölmeden son arzumdur; bana iki kiraz getirin diye... Mapushane türküsü başımda... ama öyle yakarım, yıkarım değil, ne sandınız beni, haydut, mafya tetikçi... filan mıyım ben, en efendisinden, ama minnetsiz, ama vakur, yatarım da çıkarım hali ... Tam Yılmaz Güney... Bir ölmeyi, bir de mazlumu... iyi oynarız hali; öyle ki ağlarsınız... Öyle diyorum "Canım bir parça bahar çekti; var mı izniniz", alamayacağımı bile bile.. Yarın hakkın divanında sorarım resmi var... yani hiç kabulüm değildir ama, çaresizlik; EMRİN OLUR hali... Ne yani, sonuçta "adım hükümsüz" Giriş taksimi fonda "kızılırmak karakoyun" çalıyor, sonra da Edip... Yok ya ne EDİP'i, araba mı bu gelemem öyle bağırmaya, Sonra da gaza gelip ya yapamayacağım işlere soyunuyorum ya da intiharına yürüyüşlere... Zülfü söylesin... Damardan damardan... Deneyin siz de... Bu günlerde adını koyamadığınız saçma ve adaletsiz gelen bazı şeyler varsa tavsiyemdir dinleyin iyi gelecek... 30 Mart 2021'de BURADA yayınlanmıştır.

  • GURBET

    Yusuf AKSOY * Ne vakit seni düşünüp şehrin kaybolmuş yollarındaki izlerinden gece vakti çıksam yollara sabaha varmadan payımıza düşen uzun bitmez bir gurbet hep   gurbet biter mi biter yeter ki sen göz kırp karanlıkta   sesin sesimde yankılanıp durdukça susmaktan iyice sabırsız nice nefesle bağıra çağıra bizim sokaklarımızda da şiirler okunacak ve inan şehrin kıyısında çiçek satan kadın tüm kırmızı güllerini koşacağımız yollara saçacak

  • TEK BEDENDE İKİ KİŞİ

    Nurten B. AKSOY * Ne kadar çabuk eskitiyoruz her şeyi. Yaşıyor ve hemen de unutuyoruz. Düne kadar yaşamımızın vazgeçilmezi olan doneler, köşe başındaki çicekçi, ötedeki küçük bakkal, berideki manolya yok oldu, farkında değiliz. En önemlisi bizi biz ya p an insanlarımız sessiz sedasız çekili p gidiyorlar kimse farkında değil. Dört yıl olmuş "Huysuz" yok. O, bir sahne sanatçısı; şarkıcı, kantocu, dansçı ve sunucuydu… Kimselerin söylemeye cesaret edemediği sözleri söyleyip, yergi yaparak; hem güldüren, hem düşündüren, hem de hep eleştiri oklarına hedef olan bir İstanbul beyefendisiydi. Ne yazık ki pek çok güzel insan gibi o da bu çirkin dünyadan çekip gitti... Işıklar içinde uyusun... 1932 yılında Trabzon’da doğar Seyfi Dursunoğlu. Babası (kendi deyişiyle) çok mutaassıp, çok dindar ve çok despot olan Hafız Mehmet Efendi; annesi ise yarım dilim ekmeğini bile bir başkasıyla paylaşacak kadar merhametli, saf bir Anadolu kadını olan Selvi Hanımdır. Küçük yaşta göç ettikleri İstanbul’da önce Vefa ve Karagümrük semtlerinde otururlar, daha sonra Beylerbeyi’ne taşınırlar. Atikali’de başladığı ilkokulu Beylerbeyi’nde tamamlar. Daha sonra babasının isteğiyle Heybeliada Askeri Deniz Lisesinde yatılı olarak okumaya başlar. Ancak bir süre sonra bu okuldan ayrılır ve Boğaziçi Lisesinden mezun olur. İngiliz Filoloji’sinde başladığı üniversite öğrenimini maddi sıkıntılar nedeniyle yarım bırakır. Askerliğini Tuzla ve Hadımköy’de yedek subay olarak tamamladıktan sonra SSK’da memur olur ve tam on sekiz yıl burada memur olarak çalışır. 1970 yılında Huysuz Virjin’in doğumuyla memuriyet yaşamını bitiren Seyfi Dursunoğlu böylece gösteri dünyasına ve sanat yaşamına ilk adımını atar. Önce küçük kulüplerde sahneye çıkmaya başlar; ama ünü ağızdan ağıza yayıldıkça daha büyük kulüplerden teklifler alır. Her yıl İzmir Fuarı’nda sahneyi Türkiye’nin en büyük solistleriyle paylaşır. Memurluk yıllarında arkadaşları arasında çok sevilen ve popüler olan Dursunoğlu, işlerini çabucak bitirip arkadaşlarını lafa tuttuğu için amirlerince çok da sevilmez! Memurluktan gösteri dünyasına geçişini şöyle anlatır Seyfi Dursunoğlu: “ Memurken Beylerbeyi’nde ramazan eğlenceleri yapardık, para kazanmak için. Yalvar yakar elli kuruşa bilet satardık. Gösterimiz ilgi görmeye başlayınca ertesi yıl bir lira, daha ertesi yıl iki buçuk lira yaptık biletleri. Salonumuz yine hep doldu, yani hep beğenildik. " Bunun üzerine sanatçı arkadaşlarımın eşleri beni o zaman sağa sola önermişler. Böylece Kulüp 12’de gösteriye başladım.” Ve devam eder: “Memurdum, bodrum katında oturuyordum. Ev sahibi kiraya 50 lira zam yaptı, ‘N’olur artırmayın, ödeyemem’ dedim, oralı olmadı, ben de iki elimi göğe açtım; ‘Yarabbim, bu hayat böyle devam edemez. Sen yardım et bana’ diye dua ettim. Birkaç yere sanatçı olarak başvurdum; beğenmediler, bir gün çalıştırdılar, gönderdiler. Sonra baktım, Seyfi’yle bu işi beceremeyeceğim, Huysuz Virjin tipini yarattım. Hep duyuyorlardı ama Öztürk Serengil’in bir programına çıkınca böyle bir insanın varlığını gördüler. O olaydan sonra kısmetim açıldı: Fuarlar, gazinolar… "Her gittiğim yerde şovum çok sevildi, sonra derken televizyon. Kanallar koşmaya başladı peşimden…” Artık tek bedende iki ayrı kişilikle yaşamaya başlar Seyfi Dursunoğlu. Son derece kibar, temiz ve titiz, sevecen, merhametli ve Türkçeyi çok düzgün kullanan tam bir İstanbul Beyefendisi Seyfi ile geçimsiz ve huysuz bir kadın Virjin. İşte Seyfi Dursunoğlu’nun anlatımıyla huysuz Virjin: “O hiç kimseye yüz vermeyen, ömrü boyunca bir eş aramış; ama bulamamış çok tahammülsüz bir kadın. Yaşına göre boyanmayan, giyinmeyen, frapan arsız ve cazgır bir mahalle kadını. Yani toplumun içinde yaşayan tiplerden biri.” Bir de Seyfi’yi dinleyelim Dursunoğlu’nun kendi ağzından: “Biz yedi kardeştik; babam çok sert ve disiplinli olduğu için kardeşlerim çok dayak yerlerdi babamdan. Bense dayak yememe kararı aldığım ve babamın kurallarına uyduğum için hiç dayak yemedim; ama çok da sıkıntı çektim. Babamın isteğiyle askeri okula gittim, memur oldum; ama gönlümde hep tiyatro vardı. Gençliğimde çok yakışıklıydım, beni sokakta görenler birbirini dürterdi, 'A şuna bak, Yunan heykeli gibi' diye. Ama o güzelliğimi kullanamadım. O kadar zapturapt altındaydım ki bir yere gidemezdim, evden çıkmama izin vermezlerdi.” Türkiye’de televizyonun tek kanaldan izlendiği dönemlerde Seyfi Dursunoğlu, Öztürk Serengil’le yaptığı programlarda, kimsenin söyleyemediklerini esprili bir dille Huysuz’a söyletip izleyenlere takılmaya başlayınca Huysuz Virjin’in ünü bir anda tüm Türkiye’ye yayılır ve böylece o, şov programlarının en çok aranan sanatçısı olur. Huysuz Show adlı programıyla ünü tüm Türkiye’ye yayılan Seyfi Dursunoğlu, pek çok ülkede sahneye çıkar, bazı sinema filmlerinde rol alır, 1980 yılında da kantolardan oluşan bir plak yapar, pek çok televizyon kanalında yarışma programlarını sunar, jüri üyeliği yapar. Huysuz Virjin tiplemesi ve ona yaptırdığı esprileri nedeniyle RTÜK’ün şimşeklerini sık sık üzerine çeken Seyfi Dursunoğlu, eleştirilerden hiç gocunmaz ve bir söyleşide verdiği bir örnekle şöyle açıklar düşüncelerini: “Muhafazakâr bir ailede büyüdüm. Ama yaptığım işin günah, ayıp olduğunu düşünmüyorum. Bir izleyicim “Kanserim ve bunu unuttuğum tek yer senin şovun” diye telefon ediyor. Bundan güzel bir laf olabilir mi?” 2012 yılında tüm mal varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine bağışlayacağını açıklayan Seyfi Dursunoğlu, namı diğer Huysuz Virjin 17 Temmuz 2020’de yoğun bakımda tedavi gördüğü hastanede 87 yaşında hayata gözlerini yumdu... Işıklar yoldaşı olsun...

  • Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat

    Azra Erhat Anlatıyor:  1957 yılının ilk aylarıydı… Habire çalışıyordum. Homeros ve İlyada’yı Türk okuruna anlatayım diye. Çevirimizi Hasan Ali Yücel istiyordu. Bu akşam Füreyya, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve ben Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Tepebaşı’nda bir lokantaya yemeğe gittik. Halikarnas Balıkçısı'nı biliyordum elbet… Ama ne yalan söyleyeyim, bana epey yabancı gelmişti o koca adam. Karşısında tuhaf bir çekingenlik duyuyor, onunla konuşabilmek şöyle dursun, ona varlığımı bile duyuramayacağımdan emin, büzülmüş oturuyor, hiç lafa karışmıyordum. Birden, Sabahattin benim İlyada’yı çevirdiğimi attı ortaya. Bir şey demeye kalmadı, Balıkçı bana şöyle bir baktı ve Homeros ve İlyada üstüne bir nutuk çekmeye başladı. Önce dinledim, ama açıldıkça açıldı. Hiçbir yerden duymadığım, okumadığım öyle aykırı şeyler söylemeye başladı ki burnuma biber sokulmuş gibi oldum. Neler neler uydurup, savuruyordu… Yok İlyada, Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İyonyalı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, Yunan bunu kıskanmış. Efendim tam 60 metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kısaltmış, kimi yerleri değiştirmiş ve İlyada’nın şurasına burasına sonradan uydurma parçalar eklemiş.    (Antik) Atina zorbası Peisistratos bir komisyon toplayarak yaptırmış bu işi ve böylece koca İlyada’yı altüst edip mahvetmişler. Yani elimizdeki İlyada metni bu mahvedilen metindir, çevirmeye değmez, demeye getiriyordu. Benim akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı, bilgilerimi topa tutmuş, hepsini bir sırça saray gibi yıkmaya çalışıyordu. Hem nereden geliyordu bu bilgiler, bu olmayacak savlar? Niye bu şiddet, ne oluyorduk? Kılıcını çekmiş tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri ve ben de onlardandım ve alınıyordum.     Eh dayanılır mı? Öfkeyle karşı koymaya uğraştım ama ne mümkün. Balıkçı fitili almış gidiyordu. Beceriksizce ileri sürdüğüm fikirlere kulak bile vermiyordu. Ben saçmaladığından emindim, yani bu tutuma öyle içerlemiştim ki açıkça hakaret edecektim neredeyse. Kendimden geçmişim… Çok ağır sözler de söyledim herhalde ki öbür arkadaşlar rahatsız oldular. Sabahattin Eyüboğlu ve Fikret Adil konuyu değiştirdi. Ancak ben gecenin sonuna dek tir tir titredim sinirimden. Gece bitince kalktık. Tam ayrılıyorduk, derken Balıkçı gülerek elimi sıktı. "Ben bunları yazar gönderirim " dedi. Ne  yazıp ne göndereceğini düşünmedim bile. Bu denli bilim dışı bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden. Sonradan Halikarnas Balıkçısı’nı yıpratmak için bir sürü dedikodu yaptığımı da anımsarım o geceki konuşma üzerine. Derken zaman geçti, unuttum her şeyi. Bir akşamüstü eve geldim. Apartman kapısından içeri girdim ki yerde bir şey g ördüm, ama nasıl bir şey! Kundaktaki bir bebek gibi geldi bana. Eğildim baktım, büyükçe bir paket. Üzerinde kocaman harflerle adım yazılı, çevresi pullarla donatılmış. Express, özel ulak yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış. Hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde. Evde paltomu bile çıkartmadan koştum, makasla kestim paketin iplerini. Açtım baktım ki tomar tomar yazı… El yazısı... Renk renk kurşun kalemle yazılmış sayfalar dolusu yazı. Deli olacaktım 180 sayfa…” 9 Şubat 1957 tarihinden sonra "merhaba" diye yazıyor, sonra da hemen İlyada bahsine giriyordu. Kendi söylediklerini kurşun kalemle yazmış, alıntılarını İngiliz bilim adamları tarafından yazılanlarını kırmızı ve İngilizce, Fransız bilim adamlarınca yazılanları yeşil kalemle Fransızca yazmıştı. Yani İlyada konusunda sadece kendi görüşlerini değil, birçok batılı bilim adamının da savlarını iletiyordu bana. Şaşkına dönmüştüm. O yazdıklarını, o gün ya da ondan sonraki günlerde nasıl okudum bilemiyorum… Yazılanların içeriğinden çok, özü etkilemişti beni. Demek yanılmıştım. Safsata ve palavra sandığım Balıkçı’nın lokantadaki o sözleri, demek derin bir bilgi ürünüymüş. Öyle bir bilgi ve araştırma sonucu ki cılız değil, hiç kalıyordu benim bunca uğraşlarım, çabalarım.     Utandım, çok utandım ama utancım olumludur benim. Hemen kararımı verdim. Evet, aldanmıştım. Aldandığımı bildirmek ve hatamın karşılığını ödemek boynumun borcuydu ama nasıl? Bana verilene eşdeğer bir özveriyle, çalıştığım yerden izin aldım ve Balıkçı’ya bir telgraf çekerek yanına geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşırmış olmalı.     Halikarnas Balıkçısı İzmir’de kaldığım iki gün boyunca beni gezmeye götürdü. O ilk defa gördüğüm antik yapıtları, tarihi eserleri, konuşuyor, anlatıyordu. Ege’yi ve düşlerimde dahi göremeyeceğim bir sürü canlı ve büyüleyici yerlere götürüp, gösterip anlatıyordu. Balıkçı, o aşındırdığı toprakların üzerine sapasağlam basıyor, bir heykel gibi dikiliyor. Başı, saçları ve dev sesi doğanın devinimine karışarak dalga dalga yükseliyordu. Uzak geçmişle geleceği bir renk cümbüşü içinde tarıyor, tarıyordu... Ben ise, aklıkla, mavilik içinde kendimden geçmiş yüzüyor gibiydim. Yaşamaya yeniden uyanmış gibiydim. Boyutlarını sezinleyemediğim bir merak, bir heyecan sarıyordu içimi. *** Halikarnas Balıkçısı ölümüne değin 15 yıl boyunca Azra Erhat’a bilim, kültür, aşk ve sevgiyle dopdolu ne kadar mektup yazdı? Azra Erhat, Balıkçı’nın ölümünden sonra bunları saymak istemiş, sayamamış. "Bazı mektuplar dört okul defteri kadardı" diyor Azra Ana. Binlerce, gönüllerce… Mektuplaştığı yıllarda Azra Erhat, büyük bir sandık almıştı Kapalıçarşı’dan, fakat bir yılda doluvermişti sandık. "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir yazar, böyle bir tür meydana getirememiştir. Alçak gönüllü, insan ayartıcısı, koca Balıkçı… İnsan sevgisini de, doğa sevgisini de ondan öğrendim ben. Ağabeyimin son demlerine kadar Halikarnas Balıkçısı, gereken ilaçları sağlamak için neler neler yapmıştır anlatamam. O büyük adamın, yalnız dostlarına değil, kim olursa olsun, acı çeken, derde düşen insana destek olmak için göze almadığı hiçbir şey yoktu. Kendisi için hiçbir şey istemezdi…”     Bu çizgide, Koca Balıkçı’nın tatlı, acı bir anısını anlatayım. İzmir Hatay’daki evinin istimlak edilmesi lazım gelmiş. Zamanın İzmir Belediye Başkanı Dr. Selahattin Akçiçek, "Balıkçı değerli bir yazarımızdır, fazla geliri de yoktur. Onun istimlakine fazlaca para verelim”" demiş. Bunu duyan Balıkçı kızmış, durur mu? Gitmiş belediyeyi basmış ve başkana, "Siz ne hakla bana fazla para veriyorsunuz" diye bağırıvermiş. Son Bin Fenin Alimi olmasını konuşmayalım. O’nun doğa aşkını konuşalım, bir iki satırcık. O İzmir’den Antalya’ya kadar, başta Bodrum ve Marmaris olmak üzere binlerce ağaç yetiştirdi. Ama nasıl? Kimseden bir lira almadan.     Ona “Alikarnıaç” dedikleri yıllarda, balıkçılık yaptı, balık tutup sattı. Kontraplaklar üzerine yaptığı yağlıboya resimleri Bodrum meydanda 5 liradan sattı. Bu paralar ile yurt dışından ağaç ve çiçek tohumları getirtti. Ağaçlarına gübre bulmak için de kimseye minnet etmedi. Sırtına bir küfe aldı, eline de bir kürek… Yollar, sokaklar boyu kilometrelerce yürüyerek, yerlerden koyun, keçi, öküz, deve dışkısı topladı, ağaçları için… İzmir Kültürpark’taki palmiyeleri ve tüm ağaçları yine o dikmiş ve yetiştirmiştir. *** Azra’dan Balıkçı’ya 7 Haziran 1957 … "O mektubun beni altüst etti. Yapma böyle Balıkçı. Sonra nasıl toplarım kendimi ben? Sonra neler oluyor sana, erken doğmuş olmak, aşıksın diye gülünç olmaklar da ne demek? Bunları beni eğlendirmek, güldürmek için mi yazıyorsun? Bak sana söyleyeyim, bizim sevgimizin yalnız güzel, pırıl pırıl tarafı var.    Dünyada böyle bir şey binde bir olur, o da senin ve benim gibi seçkin insanlarda ve ancak çok yaşadıktan, çok çektikten sonra olabilir. O kör düğümler, al kanlar ne? Balıkçım, seninle benim aramda yaş maş diye bir mesele olur mu? Yahu bunları çoktan aşmış insanlar değil miyiz biz? Öyle olunca da duygularımızın fışkırmasını durdurur muyuz? Öpmek ve ne geliyorsa içimizden onu yapar, onu yazarız. Dünyaya ilan ederiz ve bu güzeldir, anlamayan aptaldır… Aptallarla vakit geçiremeyiz biz. Bana yazdığın o en güzel cümleleri inkar etmen, af dilemen, beni öyle yaraladı ki sorma gitsin. Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun, ’la personne’ diyosun. Hayranım olmaya kalkışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, kendi vücudunun bir parçası saysana. Ne  diye ayırıyorsun beni senden… Ellerini öperken ben, bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken hep ellerine bakıyorum. Hem söyledim sana, ellerini çok beğendiğimi. ’Sensuellement’ öpüyorum onları. Burada olsan da öpeceğim, ne yapayım öpmek istiyorsa canım. Ben senin gibi arzumu gülünç olmak korkusuyla gizleyecek değilim… Her arzumu iftihar ede ede açığa vururum. Nasıl kızıyorum sana bunları yazarken Balıkçı. Gene dudağım tik yapmaya başladı. Ne olur, eskisi gibi birbirimize her duyduğumuzu içimizden geldiği gibi yazalım. *** Merhaba Azra, Merhaba, Buradaki adam, “Yazılarınızı hemen yarın getirmeye başlayınız” dedi. “Yok olmaz!” dedim. "Ben aşığım, ilk önce (aşkıma mektup; sonra da yazıları yazar getiririm." Azra rica ederim, boktan bir ‘honnetete’ yaparak yazmama mani olma. Böyle alev gibi harlarken sana doğru, üzerime soğuk soğuk sular dökme. Şu ömrümün sonunda iki paralık keyfim var. Seni seviyorum, bırak aklıma geleni o halimle anlatayım yahu. (Haldun Sevel'den alıntılanmıştır.)

  • San Marco'nun Atları

    Venedik'te San Marco meydanında aynı adlı bazilikanın ön ce p hesinde yer alan gösterişli dört at heykeli vardır. Heykeller asıl olarak dört at tarafından çekilen, Quadriga olarak tanımlanan ve zafer törenlerinde kullanılan at arabasının bir parçasıdır. Heykellerin çok zaman bronzdan yapıldığı sanılsa da bakırdan yapıldıkları anlaşılmıştır, yaldızlı etki yaratmaları için cıva eklenmiştir. Taşınmaları sırasında kısmen  p arçalanıp gemilere sığdırılan atların boynunda var olan gerdanlıkların bu izleri örtmek için sonradan konuldukları iddia edilmektedir. 1204 yılında düzenlenen Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis yani İstanbul'dan yağmalanarak Venedik 'e getirilmiş, San Marco Bazilikası girişinin üst kısmına monte edilmiştir. Fransız Devrim Savaşları döneminde 1797 yılında Napolyon Bonapart tarafından Venedik'ten alınan heykeller Paris 'e götürülse de Napolyon Savaşlarının 1815 yılında sona ermesiyle yeniden Venedik'e iade edilmiştir. Günümüzde heykeller hava kirliliğinden etkilenmemeleri için bazilikanın içinde koruma altındadır. b azilikanın üzerindeki heykeller asıl heykellerin replikalarıdır. Kökenleri Heykeller klasik antik döneme aittir ve MÖ 4. yüzyılda yaşamış olan Antik Yunan heykeltıraşı Lysippos tarafından yapıldığı düşünülmektedir. Bir diğer bakış açısına göre heykeller MS 2 ila 3. yüzyıllar arasında yapılmıştır. Heykellerin Doğu Roma başkenti olan Konstantinopolis 'te yapılmış olma ihtimali de bulunmaktadır. Heykeller genel olarak bronz olarak adlandırılsa da yapılan kimyasal analizler sonucunda hammaddesinin %96.67 oranında bakır içerdiği ortaya konmuştur. Yüksek bakır oranı heykellerin yaklaşık olarak 1200–1300 °C derecede şekillendirildiğini düşündürmektedir. Heykellerde cıva kullanılarak yaldızlı etki verilmiştir. Tarihçe. Heykellerin ana kaidesiyle beraber günümüzde Sultanahmet Meydanı olarak bilenen Hipodrom'da yer aldığı düşünülür. Heykeller 1204 yılında düzenlenen Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis 'te yer almaktaydı. Kentin yağmalanmasının ardından heykeller Dük Enrico Dandolo emriyle Venedik 'e getirilmiştir. 1254 yılında San Marco Bazilikası ön cephesindeki teras kısmına yerleştirilmişti r. Sonraki dönem 1797 yılında Napolyon Bonapart tarafından Venedik'ten alınan heykeller Paris 'e götürülmüş ve Arc de Triomphe du Carrousel adlı zafer takının tasarımında kullanılmıştır. Napolyon Savaşlarının 1815 yılında Fransa'nın mağlubiyetiyle sona ermesiyle yeniden Venedik'e iade edilmiştir. Heykeller Waterloo Muharebesinde savaşmış olan ve bizzat Avusturya İmparatoru tarafından seçilen Yüzbaşı Dumaresq tarafından Venedik'e götürülmüştür. Heykeller 1980'li yıllara kadar yerleri değişmeden kalmıştır. Günümüzde heykeller hava kirliliğinden etkilenmemeleri için bazilikanın içinde koruma altındadır. Bazilikanın üzerindeki heykeller asıl heykellerin replikalarıdır.

  • İlham Veren Kadınlar

    Nurten B. AKSOY * Her ne kadar Orhan Veli… "Bütün güzel kadınlar zannettiler ki; Aşk üstüne yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim. Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin..." dese de kadınlar asırlardır hep edebiyatın baş konusu olup, bir şekilde şairlere, yazarlara ilham vermişlerdir. Bu nedenle de hem Dünya edebiyatında hem Türk edebiyatında en güzel şiirler, en güzel romanlar, öyküler onların adlarına yazılmıştır... Hayali Sevgili "Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dilber Nedîm Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana" (Ey Nedim! Senin anlattığın gibi böyle güzel bir kadın bu şehirde yok. Bu güzelliklere sahip olan varlık, bir kadın veya bir insan olamaz. Olsa olsa sana bir perinin yüzü görünmüştür. Bu kadar güzellik bir gerçekte değil, ancak bir hayalde sana görünmüş ve sen de var sanmışsındır.) der Nedim. Divan edebiyatı kapalı bir edebiyat gibi görünse de pek çok şairin muhayyel (hayali) bir sevgilisi vardır; kaşı keman, kirpiği ok, ağzı gonca, boyu serv-i revan…. Yeşil Başlı Gövel Ördek "Yeşil başlı gövel ördek Uçar gider göle karşı Eğricesin tel tel etmiş Döker gider yare karşı Telli turnam sökün gelir İnci mercan yükün gelir Elvan elvan kokun gelir Yar oturmuş yele karşı" (Karacaoğlan) Halk şairleri daha cesurdur; sevgilinin adını açık açık anmasa da sembollerle söz eder sevdiğinden. Bazen başına örttüğü yeşil yazmadan dolayı yeşil başlı ördeğe benzetir sevdiğini, bazen de telli turnaya… Hepsi de Kadınlar İçin… "Kıl tefâhür kim senün hem var ben tek âşıkun Leyli’nün Mecnûn’ı Şîrîn’ün eger Ferhâd’ı var" (FuzulÎ) (Eğer Leyla’nın Mecnun’u, Şirin’in de Ferhat’ı varsa, senin de benim gibi bir aşığın var. Bununla iftihar et.) der Fuzuli. Mecnun, Leyla yüzünden çöllere düşmüştür, Ferhat dağları delmiştir Şirin için, Kerem Aslı’sı uğruna kül olup tutuşurken, Yusuf ise zindanlarda kalmıştır Züleyha’nın aşkına cevap vermediği için… Gönlümün Sultanı "Hayatım, hâsılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim Baharım, behçetim, rûzum, nigârım verd-i handânım" (Muhibbî) (Hayatımın, yaşamımın sebebi, cennetim, kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm.) Ya koca sultanlar? Sultanlar sultanı Kanuni mesela; Muhibbî adıyla sevdiceği Hürrem’e neler neler yazmıştır, onca işi arasında… Aşk Yolunda Bir Ulu Şair "Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı. Şimdi buradaydı, gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o hâksar kaldı, Bir köşede târumâr kaldı, Bâki o enis-i dilden, eyvâh, Beyrut’ta bir mezar kaldı…" (A. Hamit) Tanzimat Dönemi’ne doğru yol alalım ve bir Şair-i âzam, bir başka deyişle çılgın bir âşıktan, Abdülhak Hâmit’ten bahsedelim. Çok genç yaşta kaybettiği eşi Fatma Hanım’ın acısıyla yazdığı Makber isimli şiiri bir başyapıt olmuştur edebiyatımızda. "Diğer yokluklar mühim değil, fakat sen yoksun asıl; bendeki en feci yokluk sensin. Seni göremedikten sonra gözlerime ne lüzum var? Ruhumun diğer yarısı sende… Çabuk gel iade et; ruhun yarısıyla yaşanmaz." dese de şairimiz bu büyük aşkını ve acısını çabuk unutmuş, daha sonra Lüsyen hanımla evlenmiş ve onun için de şiirler yazmıştır. Leylim Leylim ve Ahmet Arif "Leylim leylim Ayvalar, nar olanda Sen bana yar olanda Belalı başımıza Dünyalar dar olanda..." (Ahmed Arif) Tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” ile edebiyat dünyasının unutulmaz isimleri arasına giren Ahmed Arif, Leyla Erbil’e büyük bir aşkla bağlıydı. Ancak Erbil’de bu aşkın karşılığı yalnızca dostluktu. Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar 2013’te kitap haline geldi. Yahya Kemal ve Celile Hanım "Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden." Yahya Kemal) Celile Hikmet hanım resimleriyle olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destandır. İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınıdır. Oğlu Nazım’a ders vermek için evlerine giden şairimiz bu eşsiz güzelliğe tutulur; ama bu aşk hicranla biter. Nazım’ın karşı çıkması ve Yahya Kemal’in evliliğe yanaşmaması üzerine Celile Hanım yurtdışına gider. Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si “Hep ölüme yazılmış bir şiir olarak” bilinse de “demir alıp bu limandan kalkan gemi” Yahya Kemal’in, hayatındaki en büyük aşkı olan Celile’sinin, Ada’dan gemiyle İstanbul’a doğru uzaklaşırken yaşadığı çaresizliği anlatır. Ölümdür elbette Sessiz Gemi’nin konusu ama aşkta aranan ölümdür ve Celile’nin ardından Ada limanında bakakalan Yahya Kemal’in acılarını anlatır aslında. Mona Rosa ve Sezai Karakoç "Açma pencereni perdeleri çek, Mona Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek. Anla Mona Rosa ben bir deliyim. Açma pencereni perdeleri çek." Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına, güzeller güzeli Muazzez’e (Mona Rosa) sevdalanır. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılamaz. Muazzez Hanımın Mülkiye’de okurken “pingpong şampiyonu” olduğunu öğrenen ezik ama onurlu Ergani çocuğu Sezai, uzak bir köşeden Muazzez’in pingpong oynamasını izlemektedir. Muazzez topa şımarık bir edayla vurdukça “Ha Sezai ha ping-pong masası” diye içlenmektedir. "Ha Sezai ha ping-pong masası Ha ping-pong masası ha boş tüfek Bir el işareti eyvallah ve tak tak Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi Ne kadar güzel ne kadar sıcak Tak tak tak tak tak..." Nazım Hikmet ve Piraye "Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır. Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda. Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır. Benim bağırasım gelir : — P î r â y e , P î r â y e !… - diye…" (Nazım Hikmet) Piraye, Nâzım Hikmet’in kızkardeşinin arkadaşı, kocasından ayrılmış, bir erkek ve bir kız çocuğu sahibi dul bir kadındır. Nazım'la 1935’te kimseye haber vermeden evlenip İstanbul’a yerleşirler, ama rahat olamazlar ki… Nâzım Hikmet’in mahpusluk günleri başlar … O mahpusluk günlerinde Nazım o kadar çok şiir yazmıştır ki Piraye’ye... Karadutum Çatal Karam Çingenem… "Karadutum çatal karam çingenem Daha nem olacaktın bir tanem Gülen ayvam, ağlayan narımsın Kadınım, kısrağım, karımsın…" (Bedri Rahmi Eyüboğlu) Çoğumuz biliriz bu şiiri. Ve sanırız ki şair, bu şiiri eşi için yazmıştır. Oysa şairin eşi için tam bir dramdır bu şiir! Şair bu şiiri, bir başka kadın, Mari Gerekmezyan, için yazmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmiştir. O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanmıştır. Mari, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapmış; Bedri Rahmi bu büstü, Mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştır. Yorgun yürek “Karadut” 1946’da menenjit-tüberküloz kapmış ve şairin tüm çabalarına rağmen aynı yıl vefat etmiştir, şairi tekrar iyileştiren ise yüce gönüllü sıfatına layık eşidir. Cemal Süreya ve Üvercinka "Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil…" (Cemal Süreya) Seniha, Cemal Süreya‘nın ilk aşkıdır. Orta ikide sınıfın en güzel kızı Seniha’ya aşık olur şair, derslerde onun kızıl saçlarından gözlerini alamaz. Ve bir gün tahtaya Kızıl Mısralar diye bir şiir yazar Süreya: "Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu, Masmavi defterime kızıl satırlar doldu…" Cemal Süreya eşi Seniha hamile iken kendisine “Üvercinka” adını taktığı genç bir kızla tanışır ve aralarında tutkulu bir aşk başlar. Fakat Süreya’nın 58 yıllık hayatında bu genç kızın ne adını bilen ne de yüzünü gören kimse olmuştur. Süreya’nın hayatında bir sır olarak kalan bu kız, Türk şiirinin en güzel ve gizemli şiirlerinden birini ortaya çıkaracak Süreya’ya şöhreti getirecektir… Özdemir Asaf ve Sabahat Hanım "Kaldı elimde üç-beş mektup Üç beş yaşam Bir onları da açsam okusam Önceki yaşamları unutup Ya beklesem ya da gidip arasam..." (Özdemir Asaf) İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken başlar Özdemir Asaf’la Sabahat Hanım’ın aşkı… Ama bir ara Sabahat Hanım okul değiştirir. Kendisi için her gün sınıfta yer tutan ve yolunu gözleyen Özdemir Asaf, bu ayrılığa dayanamaz ve hastalandığı bir gün ateşler içinde Sabahat Hanım’ın adını sayıklar. Annesi ve teyzesi arayıp Sabahat Hanımı bulur ama aileler okul bitmeden evlenmelerine izin vermez… Böylece mektuplu ve hasretli günler başlar… Özdemir Asaf, mektup yazmasına gerek kalmayacak günleri özler ama tüm yaşamı Sabahat Hanım’a mektup yazarak geçer. Lavinia’yı saymazsak tabii… "Sana gitme demeyeceğim. Üşüyorsun ceketimi al. Günün en güzel saatleri bunlar. Yanımda kal. Sana gitme demeyeceğim. Gene de sen bilirsin. Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, İncinirsin. Sana gitme demeyeceğim, Ama gitme, Lavinia. Adını gizleyeceğim Sen de bilme, Lavinia..." Bir kadın ve Ona aşık üç şair "Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem çok sigara içiyordu diyecekler. Sirozdan ölsem çok içki içiyordu diyecekler. Araba çarpsa, herhalde hafif içkiliydi, şoför haklıdır diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez, ilaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına…" Onun adına yazılan şiirlerin yerine, kendisinin satırlarıyla anlattık Tomris Uyar‘ı. Kimisi onu “Uzun bir yolda yürürken görmedi hiç”, kimisinin “yalnızlığı” oldu; kimisinin ise göğe bakmak istediği kişiydi; Cemal Süreya’nın sevdiceğiydi, Turgut Uyar’ın karısıydı ve Edip Cansever’in yarasıydı, ama hepsinden önemlisi Tomris Uyar’dı. Edebiyatın ilham kaynağı olmakla beraber edebiyatın ta kendisiydi: Tomris Uyar; adına şiirler yazılan kadın. Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in, Turgut Uyar’ın ve adını bilmediğimiz birçok kişinin daha kalbini çalan kadın; bir şiirin en vurucu cümlesi gibi güzel bir kadın.

  • Kara Kedi

    EDGAR ALAİN POE * Bu şaşılası hikâyeye inanacağınızı sanmıyor, sizi de inanmaya zorlamıyorum. Benim, kendimin inanmadığım bir şeye sizleri inandırmaya kalkışmam delilik olur. Buna karşın deli değilim ve düş de görmedim. Ama yarın öleceğim için, bugün içimi dökmek istiyorum. Amacım herkese açık, kısaca, çeşitli düşünceler, görüşler ileri sürmeden, evimde olup bitenleri anlatmak. Bu olaylar, en sonunda beni dehşete düşürüp şiddetli, çok büyük sıkıntılar içinde kıvrandırdılar ve yıkıntımın nedeni oldular. Gene de bunları açıklamaya çalışmayacağım. Bana dehşetten başka bir şey vermeyen bu olaylar, başkalarına korkunç gelmediği gibi, abartılmış da gelebilir. Belki, ileride, benden daha sakin, daha bilinçli ve daha az etki altında kalan birisi, anlatacağım şeylerin birbirlerini doğal biçimde izleyen olaylardan başka bir şey olmadığını ortaya koyup, gördüğüm karabasanı gerçek basitliğine indirecektir. Çocukluğumdan beri, uysallığım ve herkese, her şeye acıma duygum dikkati çekerdi. Bu acıma duygusu bende o kadar aşırıydı ki, arkadaşlarımın alaylarından yakamı kurtaramazdım. Özellikle hayvanlara çok düşkündüm ve ailem bir sürü yavru beslememe göz yummak zorunda kalırdı. Zamanımın çoğunu bu hayvanlara ayırıyor, en zevkli dakikalarımı onları besler ve severken duyuyordum. Bu acayip huy yaşım ilerledikçe daha belirgin bir hal almaya başladı ve belli başı zevklerimden biri olup çıktı, insana çok bağlı ve düşkün bir köpeği sevmiş olanlara bu zevkin derecesini anlatmam gereksiz. Bencillikten tamamıyla uzak ve çıkar gözetmeksizin kendini adamış hayvanın sevgisi ile, insanın hiç de sağlam temellere dayanmayan arkadaşlığı birbirinden çok farklıdır. Genç yaşımda evlendim ve karımın zevklerinin de benimkilere uygun olduğunu görerek çok sevindim Benim evcil hayvanlara düşkünlüğümü gören karım rastladığı acayip hayvan çeşitlerini eve taşıdı. Kuşlarımız, mercan balığımız, güzel bir köpeğimiz, tavşanlarımız, küçük bir maymunumuz ve bir kedimiz oldu. Olağanüstü iri ve güzel olan bu kedi kapkara ve son kerte kurnazdı. Kurnazlığından söz ederken köhne inançlara hiç de bel bağlamayan karım eski bir inanışa göre bütün kara kedilerin kalıp değiştirmiş cinler olduğunu söyler dururdu. Benim şimdi burada sözünü edişim, salt hatırıma geldiği içindir. Adı Pluto olan bu kedi en çok sevdiğim, uğraştığım hayvandı. Onu sadece ben beslerdim. Evin içinde nereye gitsem arkamdan gelirdi. Sokakta bile beni izlememesi için güçlük çekerdim. Arkadaşlığımız bu şekilde yıllarca sürdü. Ne yazık ki, içkici oldum, (söylemeye utanıyorum) huyum suyum tamamıyla değişti, kötülüğe doğru yöneldi. Her geçen gün biraz daha sinirli, hırçın, başkalarının duygularına karşı saygısız oldum. Karıma da ağzıma geleni söylüyordum. Zamanda işi daha ileri götürerek dayak atmaya kadar vardırdım. Bu arada evdeki hayvanlar da huyumdaki değişiklikten paylarını almakta gecikmediler. Yalnız bakımsız bırakmakla kalmayarak, onlara kötü davranmağa da başladım. Buna karşın Pluto’ya olan aşırı sevgim, ona karşı sert davranmamı engelledi sayılır. Ama tavşanları, maymunu ve hattâ köpeği çevremde görünce tepelemekten kendimi alamıyordum. Alkolün etkisiyle hastalığım gittikçe arttı. Artık epey yaşlanmış ve dolayısıyla huysuzlaşmaya başlamış olan Pluto da tekmelerden sopalardan «nasibini» almağa başladı. Bir gece şehrin meyhanelerini dolaşıp zilzurna eve döndüğümde, kedinin benden kaçmak ister tavırlar takındığını görür gibi oldum. Hayvanı yakaladım; kedi korkudan şaşkına dönerek elimi ısırdı. O anda sanki şeytan içime girdi ve sanki bir kötülük ruhuma sahip olmuş gibi, her yanım kötülük etmek zevkiyle titredi. Cebimden sustalı çakımı çıkardım, açtım ve zavallı hayvanın, boynundan yakalayarak, bir gözünü oydum. Bu yabanıllık sırasında titriyor, utancımdan yerin dibine geçiyordum. Sabahleyin aklım başıma gelince yaptıklarımı korku ve pişmanlıkla ansıdım. Ama bu duygular uzun sürmedi, yeniden içki âlemlerine dalarak yapmış olduğum bu kötülüğü belleğimden sildim. Bu arada kedi yavaş yavaş iyileşti. Oyulmuş olan gözünün çukuru her ne kadar korkunç görünüyorsa da, ıstırap çeker bir durumu yoktu. Her zamanki gibi evin içinde dolaşıp duruyordu ya, pek tabiî olarak beni görünce korkuyla kaçmaktaydı. Eskiden beni pek seven hayvanın bu hareketini görünce ilkin üzüldüm, ama bu duygu giderek tiksintiye dönüştü. Bundan sonra beni uçurumun kıyısına getiren KÖTÜLÜK bütün ruhumu sardı. Bu ruhsal durumu felsefede bulmak mümkün değildir. Yaşadığıma inandığım kadar, kötülüğün de insanlığın ilk ve temel içgüdülerinden biri olduğuna, insan karakterine yön veren belli başlı duyguların birini oluşturduğuna inanıyorum. Sadece yapılmaması gerektiği için, saçma yada kötü bir hareketi yüzlerce kez yapmamış insan var mıdır? Bütün bilincimize ve mantığımıza karşın, sırf kabul edilmiş oldukları için bozma eğilimi duyduğumuz töreler, düzenler yok mudur? İşte bu kötülük isteği beni uçuruma sürükleyen son güç oldu. Sırf eziyet etmek, huyuma aykırı davranış olmak için suçsuz hayvanlara kötülük ediyordum. Bir sabah, kedinin boynuna bir ip geçirip, onu bir ağacın dalına astım. Bunu yaparken gözlerimden yaşlar boşandı ve acı bir pişmanlık duydum. Bu günahı, ruhumun hiçbir şekilde bağışlanma olanağına kavuşamaması için işlemiştim. Aynı günün gecesi “Yangın var!” çığlıklarıyla uyandım. Ateş her yanı sarmıştı ve bütün ev alev alev yanıyordu. Karım, ben ve hizmetçi, kendimizi zorlukla dışarı atabildik. Hiçbir şeyi kurtarmak mümkün olmamıştı. Elimde avucumda ne varsa yangın hepsini silip süpürmüş, beni acınası bir durumda bırakmıştı. Bu yıkımla, işlemiş olduğum cinayet arasında bir ilişki kuramayacak kadar bozguna uğramış durumdaydım. Ama her şeyi eksiksiz anlatmak, size tam bilgi vermek istiyorum. Yangının ertesi günü yıkıntıyı dolaştım. Birazı söz dışı, evin bütün duvarları yıkılmıştı. Yıkılmayan, sadece, evin ortasında olup, yatağımın başucunun dayandığı duvardı. Sıva yeni olduğundan, yangın burasını yıkamamıştı. Bu duvarın çevresine bir sürü insan toplanmış, büyük bir dikkatle gözlerini bir yere dikmiş bakıyordu. “Çok garip, çok tuhaf…” diye söylenmeleri bende merak uyandırdı. Yaklaştım ve duvara bakınca, sanki özellikle çizilmiş gibi, kocaman bir kedinin biçimini gördüm. Biçim kusursuzdu, âdeta örnekti. Hayvanın boynunda bir ip vardı. Bunu görünce, -bakmaktan bile çekmiyordum- şaşkınlık ve korku içinde kaldım. Nedir ki, biraz düşününce, sorunu iyi kötü çözümledim. Kediyi, ansıdığıma göre, eve bitişik olan bahçedeki ağaca asmıştım. Yangın çıkar çıkmaz bir sürü insan bahçeye dolmuştu. Bunlardan biri kedinin boynundaki ipi kesmiş ve herhalde, evde uyuyanları uyandırmak niyetiyle, hayvanı pencereden içeri fırlatmış olacaktı. Bu arada yıkılan duvarlar öldürmüş olduğum hayvanı sağlam kalan duvar üzerine sıkıştırmış ve alevlerin etkisiyle fosfor işe karışınca, gördüğüm biçim ortaya çıkmıştı. İşi mantığımı ve sağduyumu kullanarak çözümlemiş olmama karşın, fecî manzara hayalimi altüst etmekten geri kalmadı. Aylarca kedinin korkunç şekli zihnimden çıkmadı ve bu arada pişmanlığa benzer ama ondan çok uzak bir duyguya yakalandım. Daha da ileri giderek kedinin yokluğunu duymağa başladım. Daha sık olarak dalıp çıktığım meyhanelere gidip gelirken aynı renk ve benzerlikte bir kedi aramaya koyuldum. Bir gece, yarı ayık durumda pis bir meyhanede otururken gözüm büyük bir cin yada rom fıçısının üzerinde duran kara bir cisme takıldı. Bir iki dakikadan beri aynı yere baktığım halde bu kara cismi neden görmemiş olduğuma şaştım. Fıçıya yaklaştım ve bu kara cismin kara bir kedi olduğunu gördüm. Bu, Pluto kadar iri ve bir yanı söz dışı, tıpatıp Pluto’ya benzeyen bir kediydi. Pluto’nun bütün tüyleri kapkaraydı, bu kedininse göğsünü kaplayan ak tüyleri vardı. Hayvana dokununca hemen yattığı yerden kalktı, mırladı, kafasıyla elimi okşadı ve bu tanışıklıktan duyduğu sevinci belirtti. Tam istediğim, aradığım kediydi bu. Meyhaneciye, hayvanı bana satmasını önerdim. Kedinin sahibi olmadığını ve zaten onu ilk defa gördüğünü söyleyerek, alıp götürmeme izin verdi. Hayvanı okşamayı sürdürdüm. Eve gitmek üzere kalktığımda baktım, benimle gelmek istiyor. Çıktım, hayvan da arkamdan gelmeye başladı. Arada sırada durarak, onu okşuyordum. Sonra birlikte yürüyorduk. Eve hemen alıştı ve karımın baş gözdesi oldu. Ben buna fena halde içerledim ve hayvandan tiksinmeye başladım, istediğimin tam tersi olmuştu. Hayvanı görmek bile istemiyordum. Ama Pluto’ya yaptıklarımı düşününce bayağı utanıyor bu yüzden kediye kötü davranmaktan çekiniyordum. Bir süre hayvana vurmadım, ama zamanla ona karşı büyük bir kin duymağa ve ondan vebadan kaçar gibi kaçmağa başladım. Bu kinimin nedeni, kediyi eve getirdiğimin ertesi günü, tıpkı Pluto gibi, bir gözünün oyuk olduğunu görmemdi. Gelgelelim bu durum, karımın kediye karşı daha acıyıcı, koruyucu davranmasına yol açtı. Çünkü daha önce söylediğim gibi, karım da acıma duygusu son kerte aşırıydı. Kediye olan tiksintim arttıkça, hayvan tersine, bana daha çok sokuluyordu. Evde nereye gitsem adım adım arkamdan geliyor, oturduğum iskemlenin yanına uzanıyor ya da kucağıma çıkarak yaltaklanıp duruyordu. Ayağa kalkıp yürüsem ayaklarımın arasına dolanıyor yada tırnaklarını pantolonuma geçirerek üstüme doğru tırmanmaya çalışıyordu. Böyle anlarda kediyi bir vuruşta yok etmek istiyordum; ama biraz, daha önceki kötü anının yılgısı ve -evet, buna inanın!- daha çok da hayvandan korkum dolayısıyla böyle bir şey yapamıyordum. Bu korkuyu tanımlayacak sözcük bulamıyorum. Bu cezaevi köşesinde -açıklamaya utanıyorum- bu korku akla gelebilecek en budalaca bir karabasanın sonucuydu. Karım birçok kez kedinin beyaz tüylerine dikkatimi çekmişti. Beyaz tüyler, asmış olduğum Pluto ile bu kedi arasındaki biricik ayrımı belirtiyordu, ilk gün dikkatimi çekmemişti, ama zamanla yavaş yavaş bu tüyler gözümde belirli bir biçim, almağa başladı. Bu biçim, korku ve dehşetin ta kendisini temsil eden ölüm ve karabasan makinası da darağacının biçimiydi. Artık insanlık duygusunu tamamıyla yitirmiş bir yaratık durumuna gelmiştim. Benim yerimi sanki canavar ruhlu bir yaratık almıştı. Gece gün düz bir dakika huzur kalmamıştı bende. Gündüzleri bu canavar ruhlu yaratık benim yerimi alıyor, geceleri ise sonu gelmeyen korkunç karabasanların ağırlığı altında eziliyordum. Bu sürekli karabasanların etkisiyle, iyilik kavramının son kırıntıları da silindi gitti ruhumdan. Beynimde sadece kötülük düşünceleri yer etti. Uğursuz ve korkunç düşünceler bir an olsun yakamı bırakmaz oldu. Herkesten, her şeyden gittikçe daha çok iğrenip tiksinmeye başladım. Sonucunda, sürekli bir bunalım içinde bulunuyordum ve karım bütün bunlara göğüs germek zorunda kalıyordu. Bir gün bir iş dolayısıyla karımla birlikte oturduğumuz yıkıntı evin bodrumuna indik. Kedi ayaklarımın arasında dolaşarak beni az kalsın merdivenlerden aşağı düşürüyordu. Kızgınlıktan çılgına dönerek orada duran bir baltayı yakaladım ve korkumu unutarak hayvana vurmak üzere kaldırdım. Eğer kaldırdığım gibi de indirebilseydim, kediyi o anda öldürecektim. Nedir ki, karım kolumu yakalayarak vurmama engel oldu. Bu araya girmeye çok fena sinirlenerek kolumu kurtardım ve baltayı bütün şiddetiyle karımın beynine yerleştirdim. Bir tek söz söylemeden düştü, öldü. Bu cinayeti işledikten sonra hiçbir vicdan sızısı duymadan ölüyü gizlemek işine giriştim. Ne gündüz, ne de gece, komşulara göstermeksizin cesedi evden çıkaramayacağımı biliyordum. Çeşitli çözüm yolları düşündüm. Bir ara, cesedi küçük parçalara bölerek yakmayı tasarladım. Daha sonra, mahzenin altını kazarak oraya gömmeyi daha uygun buldum. Bundan başka, ölüyü bahçedeki kuyuya atmak, bir sandığa yerleştirip, sanki bir eşya imiş gibi bir hamal çağırtarak taşıtmak da aklıma gelmedi değil. En sonunda bütün bunlardan çok daha iyi olduğuna hükmettiğim bir yol buldum. Cesedi, ortaçağda papazların işkence ile öldürdüklerine yaptıkları gibi duvara gömmeye karar verdim. Gerçekten de, bu iş için mahzen çok uygundu. Duvarları yer yer dökülmüş ve sıkı bir sıva ile yeniden badanalanmıştı. Islaklık dolayısıyla sıva sertleşme olanağını bulamamıştı. Bundan başka, duvarlardan birinde önceleri ocak olarak kullanılmış bir çıkıntı vardı. Bu çıkıntı sonradan doldurulmuş olup, mahzenin öbür kısımlarından ayırt edilemiyordu. Bu çıkıntıyı örten tuğlaları yerlerinden çıkartarak cesedi o boşluğa yerleştirmek, sonra tuğlalarla duvarı yeniden örmek işten bile değildi. Böylece kimse işin farkına varamazdı. Kestirilerimde aldanmadım; bir küskü ile tuğlaları yerlerinden söküp, ölüyü duvarın iç bölümüne yerleştirdim ve çok çaba harcamadan duvarı gene eskisi gibi ördüm. Kimseye bir şey sezdirmeden kireç, kum ve fırça sağlayarak bir harç kardım ve bununla tuğlaların üstünü güzelce sıvadım. Hiç kimse duvarın yeniden örüldüğünü anlayamazdı, iş bitince başarıma pek sevindim doğrusu. Duvarın eski durumu ile yeni durumu arasında en küçük bir ayrılık yoktu. Yere düşmüş kireç parçalarını büyük bir titizlikle teker teker topladım, işin mükemmelliğinin verdiği övünçle sağa sola bir göz gezdirdim, her şey yerli yerindeydi. Daha sonra bütün bu işlerin nedeni olan kediyi araştırmaya başladım. Çünkü bu pis hayvanın canını cehenneme yollamayı kesinlikle kararlaştırmıştım. Eğer o dakikada elime geçirebilseydim işi tamamdı, ama pis hayvan benim durumumdan herhalde başına gelecekleri anlamış olacak ki, ortalıkta yoktu. Kedinin ortalarda olmaması bende âdeta rahatlık uyandırdı. Geceleyin de ortada görünmeyince, ilk olarak, vicdanımda cinayetin ağır yükünü taşırken, rahat bir uyku çektim, ikinci ve üçüncü gece kedi gene görünmedi. Ben de rahat bir soluk aldım. Hayvan herhalde korkmuş, evden kaçmıştı. Artık rahattım, işlemiş olduğum cinayet pek umurumda değildi. Bu arada sudan bir soruşturma yapıldıysa da, kuşku uyandıracak hiçbir şey çıkmadı. Üstelik evde bir arama da yaptılar, ama pek tabiî, bir şey bulamadılar. Geleceğe güvenle bakıyordum artık. Cinayeti izleyen dördüncü gün ansızın polisler gene geldiler ve evi baştan aşağı araştıracaklarını bildirdiler. Duruma güvenim olduğu için hiç kaygılanmadım. Polisler aramada beni de yanlarına aldılar. Bakılmadık kıyı bucak bırakmadılar. En sonunda üçüncü yada dördüncü kez, yeniden mahzene inildi. Kılım kıpırdamadı. Vicdanı rahat bir adam gibi, en küçük bir kaygı belirtisi göstermedim. Mahzeni boydan boya dolaştım. Kollarımı göğsüme kavuşturarak olup biteni seyre daldım. Polisler bir şey bulamamışlar, gitmeye hazırlanıyorlardı. Neşemden yerimde duramıyordum. Hiç değilse bir şeyler söyleyip onların suçsuzluğuma ilişkin inançlarını bir kat daha arttırmak istiyordum. Polisler mahzenin merdivenlerini çıkmağa başlamışlardı. En sonunda kendimi tutamayıp: – Baylar! dedim. Kuşkularınızı giderdiğim için çok sevinçliyim. Hepinize sağlıklar, iyi günler dilerim. Ayrıca, biraz daha nazik olmanızı da dilerim. Güle güle baylar, bu ev çok sağlam yapılmıştır. (Tezce bir şeyler söylemek istediğimden, ne söyleyeceğimi bilemiyordum.) Evet baylar, çok sağlam yapılmış bir evdir bu. Bu duvarlar, ne o, gidiyor musunuz baylar? Bu duvarlar çok sağlamdır. Sözün burasında işi daha ileri vardırarak, elimdeki bastonla, ölünün bulunduğu bölüme hızla vurdum, ama... Tanrı beni şeytanın gazabından korusun. Daha vurmamı bitirmemiştim, ki, duvardan önce bebek ağlamasına benzer kesik kesik iniltiler, sonra sürekli ve tiz bir çığlık yükselmeğe başladı. Bu çığlık sanki cehennemin ta dibinden gelen ve zebanilerin topuzları altında inleyen kötü ruhların ulumalarına benziyordu. O andaki düşüncelerimi anlatma olanağım yok. Bayılma kertesine gelerek karşı duvara doğru sendeledim. Merdivenleri çıkmakta olan polisler bir an korku ve şaşkınlıktan donakaldılar. Sonra zaman yitirmeden altı çift kol hemen işe koyuldu. Kısa bir zamanda alçıları söküp tuğlaları yerlerinden çıkardılar. Çürümeye yüz tutmuş ve pıhtılı kana bulanmış karımın ölüsü dimdik bir şekilde, polislerin şaşkınlık ve korku dolu bakışları arasında, ortaya çıktı. Başının üstünde, beni cinayete sürükleyen, şimdi de darağacına gönderecek olan uğursuz kedi, keskin dişlerini gösteriyor ve pırıl pırıl parlayan tek gözüyle bana bakıyordu! Canavarı cesetle birlikte duvara gömmüşüm. *

  • SON ŞİİR

    "Beni çok oyalamıştı, buna rağmen sevdiğim bir erkekti. 20. Yüzyılın bu en büyük şairini sevmiş ve onun tarafından sevilmiş olmaktan şeref duyarım, Filvaki şimdi evliyim, eşim ve kızımla birlikte çok mesut bir hayatım var. Ama buna rağmen yine de maziyi inkâr etmekten hazzetmem. Şunu da belirtmeliyim ki o, son şiirini de benim için yazmış ve ondan sonra dünyaya gözlerini yummuştu." Bunları söyleyen, Büyük Atatürk'ün emri ile Avrupa'ya şan tahsiline gönderilen, Devlet Operası baş muganniyesi Semiha Berksoy’du. O, dediği de asrımızın en büyük şairi Nâzım Hikmet’ti. Nâzım Hikmet ve Semiha Berksoy bir tarihte birbirlerine âşık olmuşlardı. Semiha o zamanlar genç bir kızdı. 1930'ların bu büyük aşkını o vakitler Kadıköy'de yaşayanlar iyi bilirler. Nâzım; hassas, şair, inandığı fikir uğruna hayatını bile istihkar eden, mücadeleci bir adam, Semiha ise gencecik, fidan gibi bir kız. Sanatkar, resim yapar, hikâye yazar, şarkı söyler, müzikle uğraşır. Onların tanışmaları bir tesadüf sonucu olur. Birbirlerini daha ilk günden beğenirler. Yıllar böyle geçer. Nihayet genç kız bu işin artık sonunun gelmeyeceğini anlar ve kendini tamamen sanata verir. Konservatuara girer. O devirde, güzelliğinden dolayı ona zamanın en büyük sinema artisti 'Coleen Moore'un adını vermişlerdir. Konserler verir, şöhreti her gün biraz daha artar. Bir yandan konservatuarda çalışır, bir yandan Güzel Sanatlar Akademisinde Namık İsmail’e talebelik eder, öbür taraftan Darülbedayide rol oynar. Bu arada Paris’e gider ve "İstanbul Sokakları" filminde baş rolü üstlenir. İlk operayı orada görür Dönüşünde 2Süreyya Opereti'ne geçer. 1934’de büyük Atatürk’ün ve onun misafiri İran Şah’ı Rıza Pehlevî’nin huzurunda Nimet Vahit hanım ve Nurullah Taşkıran’la birlikte ilk operayı oynarlar. O zaman büyük kurtarıcı bu genç kızın Avrupa’ya tahsile gönderilmesini söyler. Nihayet 1936’da Berlin'e hareket eder. Yola çıkmadan evvel sevgilisi ile son bir konuşma yapar. Nâzım, Semiha'nın istikbali ve sanatı için gitmesine izin verir. Fakat yine de birleşmekten ve evlenmekten bahis yoktur. Semiha Berksoy Berlin'de 3 yıl okur ve Devlet Müzik Akademisinde birinci ses olur. Ona "Wagnerien Soprano" derler. Orada iki defa operada oynar. Bu sırada harp patladığı için memlekete dönmeye mecbur kalır. 1940’ta Ankara Radyosunda bir konser verir. Devlet Tiyatrosunun başında bu sırada Karl Ebert vardır. Orkestranın başında Proteryus vardır. Onu dinleyen bu sanat adamları hayran kalırlar. Ebert "Artık Operaya başlayabilirim" der. İsmet İnönü Wagner’in eserlerini hatasız okuyan bu genç kadını tebrik eder. Ve Türkiye'de ilk opera 'Tosca'yı 2 nisan 1941’de Nurullah Taşkıran ile birlikte oynar. Bu sırada Nâzım hapistedir. Semiha eski aşkını unutmaz. Sık sık gidip onu Çankırı hapishanesinde ziyaret eder. Bu sırada genç kadının karşısına şimdiki eşi çıkar. Ercüment Siyavuşgil o sırada piyanisttir. İki sanatçı kısa zamanda anlaşırlar. Evlenmeye karar verirler. Bunun üzerine Semiha kalkar, müstakbel eşinin resmini de yanına alıp Çankırı hapishanesine, eski sevgilisini görmeye gelir ve resmi gösterip durumu açıklar. Nâzımın tepkisi büyük olur.. 'Hayır!' der. "Evlenmeyeceksin. Beni bekle. Çıkınca seninle ben evleneceğimi." Halbuki Nâzım 28 yıla mahkûmdur. Genç kadının onu beklemesi mümkün değildir. Kararını açıklar ve yanından ayrılır. Bundan sonra seneler su gibi akıp gitmeye başlar. Semiha evlenir, inci gibi bir kız çocuğu olur. Bu arada tekrar Avrupa'ya gider, operalarda oynar. Yurda döner. Devlet Operası ile arasında birçok ihtilâflar olur. Tiyatroya geçer, operada misafir sanatçı olarak temsiller verir, sonunda yine eski yuvasına döner. Bu sırada Nâzım hapisten çıkmış ve Türkiye’den kaçmıştır. İkisinin de kalbinde eski olayların külleri hâlâ sıcaktır. Nâzım Rusya'ya gider, Avrupa'ya geçer dünyayı dolaşır. Piyesler yazar, konferanslar verir, hasret şiirleri bağrını deler. Bu arada evlenir, buhranlı devreler geçirir. Semiha genç kızlık aşkını hâlâ unutmamıştır. Bu onun için mukaddes bir hâtıradır. Eski sevgilisini uzaktan uzağa daima izler. Müşfik bir anne, vakur bir aile kadınıdır. Fakat bu genç kızlık aşkını unutmasına delil teşkil etmez. Nihayet bir fırsat zuhur eder ve bir dostu ile Nâzım’a dört hâtıra gönderir. Bunlar: 'Simavna Kadısı Şeyh Bedreddi'in bir kitabı, Bursa'dan alınmış bir tesbih, İzmir’in meşhur "Altın Damla" kolonyası ile Tosca’da çekilmiş olan kendi resmidir. Nâzım bunları alınca çok duygulanır. Semiha hakkında uzun uzadıya bilgi almak ister ve sonra oturup işte bu son şiirini yazar. Semiha Berksoy diyor ki: "Nâzım çok bedbahttı. Vera denilen o kadın onu çok hırpalıyordu. Artık büyük şair hâtıraları ile yaşar olmuş ve tamamen eskiye dönmüştü. Yalnız ömrünün sonuna geldiğini de idrâk ediyor ve bunu da o kahramanca edası ile açıkça haykırıyordu, işte benim için yazdığı ve bana gönderdiği son şiirinde de hem bu hem de ona gönderdiğim hediyelerin ifadesi böyle yer almıştı. Büyük şairdi, ölmesi bütün insanlık için bir kayıp oldu..." SON OTOBÜS Gece yarısı son otobüs, Biletçi kesti bileti. Beni ne kara haber bekliyor evde Ne rakı ziyafeti. Beni ayrılık bekliyor. Yürüyorum ayrılığa korkusuz Ve kedersiz. İyice yaklaştı bana büyük karanlık. Dünyayı telâşsız, rahat Seyredebiliyorum artık. Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği Elimi sıkarken sapladığı bıçak. Nafile, artık kışkırtmıyor beni düşman Geçtim putların ormanından Baltalayarak... Ne de kolay yıkılıyorlardı. Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri Çoğu katıksız çıktı çok şükür. Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı, Ne böylesine hür. İyi yaklaştı bana büyük karanlık. Dünyayı telâşsız, rahat Seyredebiliyorum artık. Bakmıyorum başımı kaldırıp işten. Karşıma çıkıveriyor geçmişten. Bir söz, Bir koku, Bir el işareti. Söz dostça. Koku güzel, El eden sevgilim. Kedelendirmiyor artık beni hâtıraların dâveti. Hâtıralardan şikâyetçi değilim. Hiç bir şeyden şikâyetim yok zaten, Yüreğimin durup dinlenmeden Kocaman bir diş gibi ağrımasından bile... Milliyet Gazetesi, 21 Ocak 1970 Taha Toros Arşivi

  • Hava Muhalefeti

    Tatil Filmleri * Ali Sunal ve Doğa Rutkay’ın başrolde yer aldığı yapım, 14 Nisan 2023’de vizyona girmiş. Yönetmen koltuğunda Murat Kepez'in oturduğu filmin kadrosunda birbirinden başarılı isimler yer alıyor. KONUSU: Milletvekili adayı Cemil Yıldırım ve karısı, birbirinden habersiz olarak sevgilileriyle birlikte, hafta sonu kaçamağı yapmak için Bodrum uçağındaki yerlerini alırlar. Küçük bir kaçamak diye başlayan hafta sonu tatili çok eğlenceli bir yolculuğa dönüşecektir. İkili ve uçaktaki diğer yolcular kendilerini bekleyen sürprizlerden habersizdir. Siyasetin dil ve enstrümanlarını da çok iyi kullanan film, umulandan daha başarılı bir kahkaha tufanı. İzlemek isterseniz RESME tıklayın

  • Ece Ayhan

    Nurten B. AKSOY * Mechul Öğrenci Anıtı Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı, Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür. Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: – Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: – Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek Zambaklı Padişah Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam Sana uzun heceli bir kent vereceğim Girilince kapıları yitecek ve boş! Azizim, güzel atlar da güzel şiirler gibidirler Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam! “Kendisi pek huysuz olduğu için seveni azmış” derler, ama şiirleri için aynı şey geçerli değil. O hiçbir zaman herhangi bir mülkiyet duygusu olmayan bir şairdi. Metin Üstündağ’ın dediği gibi; “edebiyatın ters direklerinden biri” olan Ece Ayhan’ı analım istedik hüzünlü yaşam öyküsü ve şiirleriyle… 10 Eylül 1931’de babasının mal müdürlüğü göreviyle bulunduğu Datça’da, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Behzat Çağlar, Geliboluludur, annesi Ayşe hanım ise Eceabatlı. 12 Temmuz 2002’de hayata veda eder. “Yersiz yurtsuzum; köyde ufacık, çatısı akan, camları kırık bir odası var annemin. Soğuktan ve halsizlikten hep yatakta yatıyor, 38-39 kilo kadın, halsizlikten oturduğu yerden kalkamıyor, kıpkızıl açız, Ankara’ya iki yüz lirayla indim, artık satacak hiçbir şeyim de kalmadı, benim oğlan da kurban bayramı öncesi Ankara’da birdenbire yersiz yurtsuz ve parasız kalmış vesaire gibi… Kesinlikle bizim toplumumuza kırgın filan değilim. Bu karda, soğukta oturuyoruz, ben yer yatağında, annem divandaki yatakta. Kötünün kötüsü varmış, kıpkızıl açız, yapacak edecek bir şey de yok. Kesinlikle yerinmiyorum, yerinmeyeceğim, moralim de bozuk doğallıkla.” diye çektiği sıkıntıları bir söyleşisinde anlatan Ece Ayhan, Metin Üstündağ’ın dediği gibi; “Edebiyatın ters direklerinden biriydi”. Edebiyatımızda İkinci Yeni olarak adlandırılan şiir hareketinin önde gelen temsilcilerinden olan Ece Ayhan gerek şiirleriyle gerekse deneme, anı, günlük türündeki yazılarıyla yeni bir şiir anlayışının doğmasında ve giderek bir akıma dönüşmesinde öncü rol oynamıştı. 10 Eylül 1931’de babasının mal müdürlüğü göreviyle bulunduğu Datça’da, ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ece Ayhan1938’de Eceabat’ta başladığı öğrenimine, ailesinin Çanakkale’den ayrılarak İstanbul’a yerleşmesi üzerine burada devam eder. 1959 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olur. 1962’de Deniz Hafize Hanım’la evlenir ve kaymakam olarak atandığı Sivas’ın Gürün ilçesinde göreve başlar. 1963’te tek çocuğu olan Ege dünyaya gelir. Kurallı bir yaşam tarzı ve memurluk hayatı, edebiyat çevrelerinde bugün de “hırçın ve huysuz şair” olarak anılan Ece Ayhan’ın yaradılışıyla bağdaşmadığı için 1966’da devlet memurluğu görevinden ayrılarak “soluk alıp verdiğimi gerçekten duyduğum tek kent” dediği İstanbul’a yerleşir. Kansere yakalanan eşi Deniz Hafize Hanım’ı 1968’de kaybeden Ece Ayhan, çocuğunun yaşının küçük olması ve ekonomik durumunun hiçbir zaman düzelmemesi gibi nedenlerle oğlunun bakımını eşinin ailesine bırakır. Bundan sonraki yaşamını sürekli hastalıklar ve onların tedavisi için hastane ve huzur evlerinde, maddi sıkıntı içinde geçiren Ece Ayhan, eski şair Bülent Ecevit‘in başbakanlığı döneminde, onun yardımlarıyla daha iyi koşullarda tedavi görür ve bütün bu tedavilerin sonucunda felçten kurtulup ayağa kalkabilir. Nisan 2001’de tekrar Çanakkale’ye yerleşir ve geçimini telif hakkını Yapı Kredi Yayınlarına verdiği eserlerinin gelirinden sağlar. Son yıllarında İzmir’de bir huzurevine yerleşen ve buradaki ihtiyaçları belediye tarafından karşılanan Ece Ayhan, 12 Temmuz 2002’de hayata veda eder. Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam Sana uzun heceli bir kent vereceğim Girilince kapıları yitecek ve boş! Azizim, güzel atlar da güzel şiirler gibidirler Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam! Ece Ayhan, şiirin hele “İkinci Yeni” şiirinin her zaman ve her anlamda muhalefette olduğunu savunur. Ona göre şiir, “yalnızca dünyaya, kente, babaya, okula değil; aynı zamanda öğrencilere de oğullara da hemşerilere de insanlara da hatta şiire de bozuk çalmalıdır.” Etik sözcüğünün dilimize “ahlâk” karşılığında yanlış çevrildiğini düşünen sanatçı, bir şairin temelde de ayrıntıda da etikçi olması gerektiğini savunur. Yeni şiir hareketinin “İkinci Yeni” yerine, “sivil şiir” olarak adlandırılmasının daha uygun olacağını düşünür. Şiirinin gerçek kaynağının “döküntüler, dışta bırakılanlar, düşürülenler, hal ve gidişi sıfır olanlar, yasaklananlar” olduğunu söyleyen Ece Ayhan, şiirlerinde hayat kadınlarına ve insan yapısının ayrılmaz bir ögesi olarak gördüğü cinselliğe çok sık yer vermiştir. “Köydeyken adına Güzel Ayşe adıyla bir türkü çıkarılan annem Ayşe Deniz, Tepebaşındaki Lala birahanesinde ya da az ileride Beşinci Dairedeki Novotni çalgılı gazinosunda Nezahat takma adıyla çalıştı…” diye anlatan şair alışılagelmiş bir aile ortamında büyümediğini ve bu durumu bireysel bir ahlaki sorun olarak görmediğini, tam tersine bunu bütünüyle karşısında yer aldığı sistemin yol açtığı tipik sonuçlardan biri, bir tür ‘zulme uğrama’ biçimi olarak kabul ettiğini anlatır. O yüzden de aile yapısına ilişkin böylesi bilgileri ‘mahremiyet sınırları’ içinde tutmayıp yeri geldikçe açıklamaktan kaçınmaz. İkinci Yeni şairleri içinde en çok olumsuz eleştiriyle karşılaşan da o olur. Öyle ki İkinci Yeni’yle ilgili olumsuz değerlendirmelerin çoğunda -adı açıkça verilmemekle birlikte- onun şiirlerinin ve şiir anlayışının hedef alındığı, sadece sözcük oyunları, anlamsız şiir yazma, hiçbir karşılığı olmayan sözcükler türetme gibi yakıştırmalarla yer yer küçümsenmeye hatta karalanmaya çalışıldığı görülebilir. Bu durum, şairin kimi zaman çok keskin biçimde kendini dışa vuran hırçın kişiliğinin nedenlerinden biri olarak da düşünülebilir. Yazı ve şiirlerinde soyadını kullanmamayı tercih eden Ece Ayhan, daha çok “kraliçe” anlamıyla bilinen ve kadın adı olarak kullanılan “ece” sözcüğünün kendi adında yer alışıyla ilgili yadırgamaları bertaraf etmek için açıklama yapma gereği de duyar ve örnekler verir: “Ece sözcüğü ‘ağabey’ anlamına gelir tarihte. Dobrucalı Ece Bey’den Eceabat yapılmıştır. Bektaşi menakıpnamelerinde Pir Sultan Abdal’ın kız kardeşi ‘Ecemi Sıvas’ta astılar’ der, ağabeyi için” Sıkıntılarla geçen bu hayatın ondaki kederi besleyen kökleri çocukluğuna, aile ve yetişme çevresine kadar uzanır. Takunya bile giyemeyecek, yalınayak dolaşmak zorunda kalacak denli ağır koşullarda geçirdiği çocukluk yıllarını anımsamak onu sık sık hassaslaştıran bir durumdur: “Ben Ece Ovasında yalınayak çocukluğumda belki de son kez ağlamıştım; zeytin ağaçları arasında Fazıl Ahmet’in bayraklı türbesi önünde ayağıma dikenler batmıştı. Takunya ancak okul açıldığında giyiliyordu. Ve evet, elli şu kadar yıldan beri ben kendimi ağlamamak için tutarım!” Üç Gencin Kalbi Bir gemici tanırım Kalbini bir limanda bırakmış Ya kaybolursa? Ağlar çocukluğundaki gibi Kalbini almaya gidecek hâlâ Bir oğlan tanırım Derin yeşil gözlü Gönlü güney denizlerinin dibi Kalbi ise yerinde Birine vermeye gidecek Bir gemi arar durur Bulutlardan. Bir şair tanırım Onunki içler acısı Kalbini asla vermemiş Çalmışlar Kalbi eski bir efsanede saklı. Arkadaşı, dostu Metin Üstündağ’ın: "Tüyap Kitap Fuarı’nda konuktu, on binlerce insan ayakta alkışladı, sadece toplantının olduğu yerde değil, diğer stantlardaki insanlar da alkışladı onu. Ve Ece çok şaşırdı, ‘ben bu kadar seviliyor muyum’ dedi, gözleri doldu. Ve seyircilere bakamadı. Bütün söyleşi boyunca bana bakarak konuştu.” diye anlattığı Ece Ayhan’ı biz de saygıyla anıyoruz…

  • HAZİN HAZİN

    Niyazi UYAR *   Sabahın köründe çıt çıkarmadan yatağından kalktı, Bir güzel gerneşti, rahatladı sonra lavaboya yöneldi, musluğu açıp bol su ile elini yüzünü çarpa çarpa bir güzel yıkadı. Yine çıt çıkarmadan kapıdan çıktı, dikkatle anahtarı kilidin yuvasına yerleştirdi, sinek uçuşu sessizliğinde bir sefer kilitleyip çıktı. Yüreğini kaplayan derin bir duygu çökeltisiyle, iyiden iyiye mahzunlaştırmıştı sabah serinliği. Yürüye yürüye Sevgi yoluna geldi, yolda belde kimseye selam melam vermeden. Erkenci esnaf, dükkanlarını açmış, sabahın hoşluğuna nazire yaparcasına Bozdağ’dan doğan şehrin derde derman, yüreğe ferahlık veren şebeke suyu ile dükkanlarının önünü yıkamaktaydı. Seher yeli, hazin hazin esmekteydi, caddenin iki yanına sıralanmış, kâh eski, kâh kentsel dönüşüm tuzağıyla yenilenmiş, binalardan geçit bulup ilerleyemiyordu sokak aralarına kadar.  Çok eskiden beri istasyonu çok severdi. Alışkın ayakları onu oraya götürecekti. İstasyona kadar kimseyle selamlaşmak istemediğinden karşısından gelenlerin yüzüne hiç bakmadan; içini kaplayan yalnızlığı ilaç belleyen yüklü duygularla hazin hazin yürüyordu. İstasyonun tarihi çınar ağaçlarının altlarına koyulan banklardan boş, usturuplu olan birine oturup dünden beri ruhunu esaret altına alan melankolik haliyle yalnızlığın özgürlüğünü yaşayacaktı yine. Ağaçlara, ağaçların yapraklarına takıldı gözü ve bir zaman öyle kaldı. Bazı yaprakların büyüklüğü babasının yaba gibi ellerini getirdi gözünün önüne. İşte o zaman içi daha bir hüzünlendi. Tarihi çınarların gölgesinde kim bilir burada kimler oturmuştur diye düşündü bir an. Sonra, duygu geçişleri başladı ve Büyük Taarruz ’un bir parçası İstasyon Savaşları olmuştu tam da burada diye düşündü. Sonra Aziz Atatürk’ün Afyon’dan İzmir’e özgürlük yürüyüşünün iki günlük Salihli molası olmuş ne güzel deyip yüreğini kaplayan hüzünden uzaklaştı bir an. Uşak İzmir Trenine bilet almak için insanlar gelip geçiyordu yanından, önünden telaşlı. Çınarların daimî konukları serçeler, güvercinler, kargalar… kendi avazları içinde sesler çıkarmaktaydı. Onun o seslere aldırdığı yoktu. Yolculardan biletini alanlar rahatlamış olarak dışarı çıkıyor, sonra acele acele sigaralarını yakıp ilk dumanı göğe doğru bırakıyor. Evden kahvaltı yapmadan çıkanlar, simitçiden aldıkları bol susamlı taze simitlerini üç beş gündür açmışçasına iştahla yiyor… Dün eşi bir masa örtüsü alalım, bu çirkin oldu, kalın şeffaf olanlardan olsun demişti. Erken kalkmaya alışıktı, yapacağı iş ne olursa olsun, önemli önemsiz fark etmez, ciddiye alırdı. İşte ona sebep erkenden, Muzaffer Öğretmenin ifadesiyle, daha “kör imamın şeytanları” uyanmadan kalkıp seher yelinin verdiği hüzünle çıkmıştı evden. Masa örtüsünün mağazanın beşinci katında olduğunu öğrenmişti tezgahtar kızdan. Beş katı eskiden olsa yürüyerek çıkar, asansöre masansöre binmezdi. On beş gündür, ayak bileklerinde aniden çıkan bir ağrı ile disiplinli sabah yürüyüşlerine bile ara vermek zorunda kalmıştı. Asansörün beş numaralı butonuna basarak, plastik malzemelerin bulunduğu kata geldi. İstediği ebatta, eşinin istediği masa örtüsünü aldı. Sıradaki müşteri de aynı örtüden alacaktı. Yaşı yirmili yaşlarda gösteriyordu masa örtüsü alacak delikanlının. Delikanlı her haliyle atletik bir yapıya sahipti. Esmer yüzüne sebep muhtemelen fırça yüzü görmeyen dişleri bembeyaz görünüyor. Üstündeki beyaz penye, renkten renge girmiş, yalnız ayağındaki spor ayakkabı ünlü bir markanın işaretini taşımakta ve onunhavasına hava katmakta. Tezgahtar kız, buyurun dedi delikanlıya. Delikanlı işaret ederek bundan alacağım dedi. Tezgahtar kız, ebatları ne deyince. Delikanlı telefonunu gösterip burada yazıyor, al bak dedi. Tezgahtar kız, bunun hangisi en, hangisi boy, hiçbir şey yazmıyor dedi. Delikanlı ben eni meni bilmem, orada yazıyor işte, kes ver dedi. O sırada orta boylu, hafif sarışın çengel bıyıklı, kavga etmeye hazır yüz ifadeli bir adam, tezgâhtar kıza hitaben, merhaba falan demeden, “Masa kalemleri nerde dedi öfkeli, buyuran bir ses tonu ile. Tezgahtar kız, “Üçüncü katta beyefendi dedi. Buna sebep çengel bıyıklı, orta boylu adam, verdi veriştirdi. “Allah hepinizin belasını versin, aşağıdaki kız beşinci katta dedi, ben bu kata kadar yürüyerek çıktım, sen de üçüncü katta diyorsun, adi herifler!” Olanlar tanık olan kahramanımız bir şey demek istedi, vaz geçti. Kendi kendine, “ne şeytanı gör, ne salavat,” getir, diyerek vaz geçti. İşte tam o an, sokak röportajları geldi aklına. Çokça onların kurgu olduğunu düşünürken bir hakikate ayan beyan şahit oluyordu şimdi. Sokak röportajında, röportajcı soruyor ya hani, Türkiye’nin başşehri neresi diye, vatandaş da İstanbul diyor ya hani, bir başka sokak röportajında, Cumhuriyeti kim kurdu sorusuna da, Erdoğan diyor ya hani, bir başka röportajda Kıbrıs nerededir sorusuna da İzmir’de diyor ya hani, bir başka vatandaş da hayat pahalılığının sebebi kimdir sorusuna, yanıt olarak, aynen CHP diyor ya hani... İşte bugün, bu iki hadise yurdum insanının fotoğrafını çekip veriyordu, düşünmesini bilenlere. Sabah yelinin esintisi geçmiş, güneş yakmaya başlamış, tren yolu boyu sıralanmış ağaçların gölgesinde evine doğru yürüyüp gitti bizim kahraman, öğrenmenin yaşı yoktur ifadesinin hakikatine düşüne düşüne ...

  • Kadıköy’ün Boğa’sının İlginç Öyküsü

    Nurten B. AKSOY * Kadıköylü olup ya da Kadıköy ‘e gelip de Boğa’nın adını duymayan yoktur. Kimi zaman bir buluşma yeri, kimi zaman yol tariflerinin mihenk noktası, kimi zaman da protestoların, yürüyüşlerin başlangıç yeridir Boğa. Günün her saatinde önünde toplananları, fotoğraf çektirenleri ya da merakla orasına burasına bakanları görmeniz mümkündür. Peki “gücün simgesi” olan bu boğa ne zaman, nerede, niçin yapılmış ve neden gelip Kadıköy’ün göbeğine kurulmuş, bir bakalım istedik. İşte size Kadıköy’ün Boğa’sının ilginç öyküsü. Yaklaşık yüz elli yaşında olan Boğa Heykeli, 1860’larda Paris’te Fransız heykeltıraş Isidore Bonheur tarafından yapılmış. Fransa-Almanya sınırında bulunan Alsas-Loren bölgesi, zengin kömür rezervleri sebebiyle Sanayi Devrimi sonrasında bu iki ülke arasında sürekli savaş sebebi olurmuş. 1800’lü yıllarda Fransa ve Almanya arasında bir türlü paylaşılamayan Alsas- Loren Bölgesi, yıllar boyunca Fransa ve Almanya arasında bir o yana bir bu yana geçerek sürekli el değiştirmiş. İşte Boğa, 1860’larda bu bölgede Fransızların Almanları yendiği savaşı simgelemek, kızgınlığı ve iriliğiyle Fransızların gücünü anlatmak için yaptırılmış.1870 Sedan Muharebesi’yle, Alman General Bismarck tarafından Alsas-Loren yeniden geri alınınca, “boğa” da böylece yeniden Almanya’ya geçmiş. Ancak heykelin Almanya’daki yaşantısı çok sürmemiş. Hem I. Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı-Almanya ittifakı hem de Alman İmparatoru II. Wilhelm ‘in dostluğundan dolayı Boğa, 1917’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne hediye edilmiş. İttihat ve Terakki Cemiyeti de Boğa heykelini Enver Paşa ‘ya hediye etmiş. Böylece Türkiye’ye gelen heykel, ilk olarak Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine, oradan da Yıldız Sarayı Şale Köşkü’nün büyük serası önüne yerleştirilmiş. I. Dünya Savaşı sonunda Enver Paşa’nın yurt dışına gitmesinden sonra, Boğa’nın Yıldız Şale Köşkü’nden sonra ilk görüldüğü yer, Enver Paşa ve Naciye Sultan’ın sahip oldukları “Bilezikçi Çiftliği” olmuş. Çiftliğin bir köşesinde unutulan, adeta kaderine terk edilen “gücün simgesi” Boğa, fazla değil, 50 yıl kadar sonra hatırlanıp yeni yapılan Hilton Oteli’nin bahçesine taşınmış. Ardından Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nın önüne konan Boğa, bir söylentiye göre, daha sonra da bir müddet Taksim Gezi Parkı’na götürülmüş. 1970’li yılların başlarında, İstanbul’un Anadolu Yakası seyahati başlamış Boğa’nın. Kaderinde gezmek olan Boğa’nın Kadıköy’deki ilk durağı ise tarihi Şehremaneti binasının önü olmuş. (Bugünkü Kadıköy Tarih, Edebiyat ve Sanat Kütüphanesi). Yaklaşık yirmi yıl kadar da bu mekanda kalan Boğa, nihayet 1987 yılında bugünkü yerine yani Altıyol’a taşınmış. Bir başka rivayet ise; “Dövüşen Boğa” heykelinin, avcılığa ve hayvan heykellerine özel ilgisi olan Sultan Abdülaziz tarafından heykeltıraş Rouillard ‘ın ekibine yaptırılan 24 hayvan heykeli arasında olduğudur. Kadıköylülerin, büyük bir sevgiyle sahiplendiği Boğa’ya, soğuk geçen kış günlerinde üşümesin (!) diye elleriyle diktikleri hırka, çorap ve bereleri giydirdikleri görülür. Kimi zaman da fanatik futbol severlerin sahiplendiği Boğa’nın, bazen sarı-kırmızı renklere boyandığı bazen de sarı-lacivert renklerle süslendiğine şahit olunur. Heybetli görünüşü ve her an saldırmaya hazır duruşuyla, Kadıköylülerin ve Kadıköy’e gelenlerin dikkatlerini hep üzerinde toplayan “gücün simgesi” Boğa’nın umarız son ve ebedi mekanı Altıyol olur…

  • Ahh Ülkem Ahh!

    Nebahat POSLUK * Her gittiğim yerde umutlarımı da heybemde taşıyan, yılmadan usanmadan itilip kakılan, kırılıp dağılan, savrulup dökülen, umutlarını tek tek toplayıp, yeniden yeniden ayağa kalkan, naçar kaldıkça daha da güçlenip dik durmayı, çaresizlikler içinde çareler üretmeyi görev edinen, usanmadan yanlışlara meydan okuyan asi yüreğim ve başkaldıran ben. Yeni bir serüvenin başlangıcına adım atarken yüreğimde bir düş izi var, umuda meyilli, kadere mecbur. Hayat devam ediyor, geçmişi geleceğe ekleye ekleye yıkık dökük umutlarla geldim. Batıda yaşamak ömrümün en gür en anlamlı çığlığıydı. Beni bekleyen sürprizlerden habersiz, oldukça uzun bir yolculuktan sonra içimdeki saklı kente kavuştum nihayet. Kocaeli’ne ilk geliyorum, yol boyu sol tarafım dağ orman, zümrüt yeşili yazdan kalma bir güzellik, sağ tarafım masmavi su rüyalarımın kenti. Karamürsel, Kocaeli’ne bağlı, körfezin güneyin de Gölcük ve Yalova arasında bir ilçedir. Kara lakaplı Mürsel Alp tarafından Osmanlı topraklarına dahil edilmiş. Sahilde balık lokantaları, kiraz, erik, şeftali, kivi, armut, incir bahçeleri ve zeytinciliği ile bilinir. Karamürsel sepetiyle ünlüdür. Özelliği sapının olmayışıdır, yandan geçirilmiş ipi vardır bele bağlanır. Küçük görünümlü ama iç hacmi geniş olup çok şey alır. “Ufacık tefecik gördün de Karamürsel sepeti mi sandın?” sözü bu özelliğinden gelir. Kendine özgü yemeği, simit dolmasıdır, genelde ramazan aylarında yapılır. Osmanlı döneminde kurulan kumaş fabrikasına ait baca yıkılmadan kalmıştır. Bu kumaş fabrikasının kurucuları, sonradan kurdukları Yeni Karamürsel Mağazaları adını buradan almıştır. İlçeye gelir gelmez ilk gideceğimiz yer İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü idi, tabi ki gittik. Davullu zurnalı, mehter takımlı, kurban kesimli, yollarda ellerinde bayraklarla saatlerce bekletilen öğrencili bir karşılama beklemiyoruz, biz haddimizi biliriz! Bilmeyene de bir şekilde bildiririz. Küçük bir hoş geldiniz, yerleşe bildiniz mi? Bir ihtiyacınız var mı? Buyurun oturun. Müdürümüz bunları bizden esirgedi. Parti yoluyla makamlara gelince sanırım bir zamanlar öğretmen olduğunu unutuyorlar. Biraz buruk, kırgın ve düzene isyan eden yüreğimi yine koydum heybeme, köyümün yolunu tuttum. Adına münhasır bir yerleşim yeri Tepe Köy. Hani bir söz vardır, anlatılmaz yaşanır. Kıvrım kıvrım dar bir köy yolu, meyve bahçelerinin arasından, zeytinliklerden, güneşin doğduğu yere doğru tırmanıyoruz, ufak ufak su kaynaklarına rastlıyoruz. Elimi uzatsam bulutları tutacakmışım gibi hissediyorum. Şirin köy evleri etrafa serpiştirilmiş. Nihayet okulumuza geliyoruz, sessizliğin verdiği doğayla baş başa olmanın huzuru. Geldiğimiz yöne doğru dönüyorum, paha biçilmez bir gerdanlık gibi uzanıyor körfezin mavi atlas parlaklığında ki suyu, köpüklü dalgalarının üzerinde dans eden, çığlık çığlık martı sesleri özgürlüğü haykırıyor. İçim mutlu, denize kavuştu. “Kavuşmak” ne derin anlamı var, denizi düşlemek gizemlidir, güneşle batmak, sonsuzluğa varmak, ulaşmak vuslata ermek gibi. Arkama dönüyorum, bulutlar ağaç kümeleriyle kucaklaşmış, yeşilin sarının her tonu sonbaharı karşılarcasına renk cümbüşüne bürünmüş. Anın tadını çıkarmaya çalışıyorum, tüm kırgınlık, öfke ve isyanımı erteliyorum. Her çocuğun geçmişiyle ilgili, kötü ve iyi birikmiş anıları vardır. Öyle gariptir ki güzel anıları hatırlar, kötüleri zaman zaman yok sayarız. İyilerle mutlu olurken, yok saydıklarımız içimizi acıtır. Geçmişle ilgili bir sözcük ya da bir kare, nesne, resim, koku alışık olduğumuz bir tat bizi geçmişe bir yolculuğa çağırır, bir de bakarsın içindesin ve tekrar onu yaşıyorsun. işte bu eğilim biz insanlara has bir duygu yoğunluğudur. Bu zorlu çıkışın birde inişi vardır tabi ki. Rüzgarla yarışır gibi, gün batımına doğru iniyoruz. Çocukluğumdan kalan o duygu yoğunluğunu yaşıyorum. Dudağımın kenarında yarım bir tebessüm beliriyor. İlkokulum bir yokuşun başında idi. Kışı, karı, buzu bol zamanlarda okul çıkışını heyecanla beklerdim. Yokuştan aşağıya çantamın üzerinde rüzgarla yarışır gibi, bitiş noktasına varmak çok keyifliydi. Özgür hissederdim. Mutlu olmak için küçük bir kıvılcım yeterdi çocuk yüreğime. Her şeyin sınırlı olduğu zamanlardı. Çantam param parça olurdu. Zayıf, çelimsiz masum suratlı bir çocuktum ama her türlü yaramazlığın içinde yer alırdım. Seminer süresince her gün bu güzellikleri ve heyecanı yaşadım. Karamürsel de güneşin nazlı nazlı fabrika dumanlarının arasından tüm kızıllığıyla denize gömülüşü, kış aylarında gün dönümüyle rotasını mevsim renklerinin arasında, dağların arkasına saklanarak yerini ay ve yıldızlara bırakışını izlersin. Geceler lacivert denizin üzerine şehir ışıklarının, balıkçı teknelerinin, ay ve yıldızın yansımasıyla ayrı bir şölen yaşarsın. Doyumsuz bir keyiftir. İnsanı romantik yapar. Doğada yaşayan her canlının geliştirdiği bir savunma mekanizması vardır, kendini av olmaktan korur. Aysız gecelerde, yakamozları seyredersiniz. Yakamoz tek hücreli bir deniz canlısıdır, denizlerin ateş böceğidir. Mavi, yeşil bazen de altın rengi ışık saçar. Boyut olarak küçük canlıların birçoğunun bir araya gelip flüoresan lambaları yanıyormuş gibi ışık saçarlar. TDK yakamozu hayvan olarak kabul etmişse de TÜBİTAK bitki gurubunda yer aldığını açıklamıştır. Bunları özel kılan ışıma olgusudur. Yakamoz denize yansımaz, denizin içinden çıkar, şiir ve şarkılara konu olduğu gibi değil. Ayın ve şehir ışıklarının denize yansıması değilmiş. Denizde yakamozun görülebilmesi için, güneş, ay, şehir ışıklarının baskın olmaması gerekiyor. Bahar sabahları yunusların dansını izlersiniz, sahil boyunca balık tutanların sabrına şahitlik edersiniz. Seminerler bitti okullar eğitime başlayacak, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz, Tepeköy'de kadro fazlası olduğumuzu ve Hayriye köyünde göreve başlamamızı söyledi, gerçek olmayan övgülerle. İlçeye oldukça uzak, gidiş geliş yapılamaz orada kalmamız gerekiyor. Büyük oğlum Anadolu Lisesinde… Kimin umurunda, sistem bozuk, vicdanlar...? Öyle doluyum ki nehirler gibi. Çaresizce çözüm yolları arıyorum. Kocaeli’ne gittik kaygılı, umutsuz dolaşıyoruz. Niğde halkının okuryazar oranı oldukça yüksektir, maddi durumu iyi olanlarda büyük şehirlere göç etmişlerdir, sarraf ya da halı mağazası vardır. Büyük bir halı mağazasının önündeyiz halılar bizim yöreden, içeriye şöyle bir göz attım, kendimi memleketimde hissettim. Öyle karmaşık duygular içindeyim ki ayaklarım sorgusuz sualsiz beni içeriye götürdü. Büyük bir masa üzerinde annemin dokuduğu halılar gibi gök kuşağının renklerini içinde barındıran ve kök boyalarla boyanmış yün halı tüm görkemiyle duruyor. Masanın arkasında güler yüzlü, babacan tavırlarıyla gülümseyen bir bey, Niğdeli misiniz? Şaşkın bakışlarım arasında evet dedim. Babamın adını söyledi ne kadar benziyorsunuz, kızı mısınız? benim şaşkınlığım bir kat daha arttı. Babana çok vefa borcum var, saygı değer beyefendi kişilik sahibi yardım sever. Eşimle ben çok yardımını gördük, bir sıkıntınız olursa lütfen çekinmeyin dedi. Sohbetimize anılar eşlik ederken kahvelerimizi yudumladık, sıkıntımı dile getirdim, gerekli bilgileri vererek ayrıldık. Sabah İlçe Milli Eğitim Müdürümüz çağırdı. Müdür bey bizi ayakta kapıda karşıladı. Halimizi hatırımızı sordu, oturmamız için yer gösterdi. Masanın üzerine serilmiş harita üzerinden beğenmemiz için köy ve kasabaları gösterdi. Şaşkın bakışlarım ve hayretler içinde bu komediyi izlerken, on beş gün önce gelen bizle, şimdiki biz arasındaki fark nedir diye düşünmeden kendimi alamadım. Müdür bey, neden milletvekilinin yeğeni olduğunuzu söylemediniz sorusuyla, öfkem, kırgınlığım biraz daha arttı. Ahh Ülkem Ahh… Ne olurdu beni, bir eğitimci, ülkemin bir bireyi olduğum için, sorunlarımı dinleyerek değer verseydi. Beni de bu sevmediğim yollara başvurmama sebep olmasaydı, gözümde ve yüreğimde ki değeri büyüseydi. Tepe köyün eteklerinde şirin mi şirin, denizin kenarında Ereğli kasabasında göreve başladık. Dördüncü sınıfı okutuyorum, bünye alışık değil, o çok sevdiğim denize bakamıyorum, gemide gibiyim duvarlara tutunarak yürüyorum, meğer deniz tutuyormuş, neyse ki çabuk alıştım. Okul çok güzel, arkadaşlarım sıcak, mutlu ve huzurlu bir ortam, kasaba dersen Türk filmlerine zaman zaman ev sahipliği eden tarihi bir dokusu ve muhteşem bir manzarası var. Halkın geçim kaynağı meyvecilik ve balıkçılık, sahil boyunca balıkçı tekneleri ve ağlarını tamir edenlerle karşılaşırsınız. İki yıl keyifle çalıştım. Atatürk İlke ve İnkılaplarına dayalı bir eğitim vererek çağdaş bireyler olmaları için büyük çaba gösterdim, bunun karşılığını da aldım. Mezun olduktan sonra bir öğrencim hariç hepsi ortaokula kayıt yaptırdı. O bir öğrencimle yolda karşılaştım, boynuma sarıldı ağladı ben bu okula gitmek istemiyorum dedemin zoruyla gittim dedi, başarısız olarak yıl kaybederek o da ortaokula gitti. Benimle birlikte dördüncü sınıfı alan ve mezun eden zümre arkadaşımın mezun ettiği öğrencilerin tamamı, başaramayan öğrencimin gittiği okula gittiler. Atatürk ilkeleriyle çağdaş bireyler yetiştirmede öğretmenin rolü. Yeni bir eğitim yılına başlıyoruz, birinci sınıf öğrencilerimiz kura ile belirlenecek dendi, ben mutluyum kayırmacılık, ayrımcılık, ötelendirme, haksızlık olmayacak diye, yine yanıldım. İdareciler kendi görüşlerine yakın olan o arkadaşa, verecekleri öğrencileri kayıt defteri üzerinde belirliyorlar, sözde bir bana, bir ona veriyor gibi göstererek. Kayıt defterine biz öğretmenler bakamayız, haksızlık yapılmışsa bende yasakları çiğnerim, kayıt defterini inceledim ve yapılan sahteliği gördüm. Tayinimi ilçe merkezinde ki Amiral ilköğretim okuluna yaptırdım. Cuma günü bende onlara, hayırlı cumalar yaparak zarfı uzattım Yeni okulumda birinci sınıfı aldım. Öğretmenliğin değerli, öğrencilerin verimli olduğu yıllarda, çalışmış olmanın, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda çağdaş öğrenciler yetiştirmenin onur ve gururunu yaşıyorum. * 10.01.2021

bottom of page