top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Her Hafta Bir dergi

    maviADA DERGİLERİ / -ADA , KIŞ 2019- SAYI 31 -DERGİNİN tamamını OKUMAK ya da İNDİRMEK için lütfen resme TIKLAYIN- *

  • Her Hafta Bir dergi

    maviADA DERGİLERİ / -ADA , KIŞ 2019- Sayı :31 -DERGİNİN tamamını OKUMAK ya da İNDİRMEK için lütfen resme TIKLAYIN- *

  • Who Are You

    Ağaç bildiğimiz ağaç kollarından ağrıyor yapraklarından ince sulu damarlarından kopuyor çimento bilmez harçtan anlamaz için için yaktık ki türüm türüm tütüyor bağıran o, imdat uman duymayan ben -who are you? -ben ki yandım anam, insan! Toprak katran kara dişine gelen damağına dirgen taş değil ki berekete sıkışan; rüzgar kardeş olsa akarsu yoldaş yamaçtan kopanı eritse zaman kurak, bozkırca yas eden haykıran o, imdat uman görmeyen ben -who are you? -ben ki yandım anam, insan! denizde mavi mavide beyaz dalga dalga ağıtlarca dövünürken göz alabildiğine inci mercan değil gerdan köpük üstü köpük geçmişten geleceğe salya sümük yırtınan o çığlık çığlığa dokuzdan geçti durmadan solumadan planktonlar doğuran bulaştıkça dolaşan dolaştıkça oğunan duymayan görmeyen ve bilmeyen ben -who are you? -ben ki yandım anam, insan! 22.55 /11 Haziran 2021

  • Zen Kumu

    Yarasıyım aralanmış selin Kanatlı balık kafalarından ellerim Göçmüş ummak yok Kaçmış bir soyağacının din bitiğiyim Satılmış suskunluğumun mırıltısı mart düzü Dalını arayan yaprakların vatan şarkısıyım İklimine zıt kılcal damarlardan toprağına eren Yusufçuğun uykusuyum tekinsiz Sazlıkların kokusudur fırçamın izi Dalgalanan pus kiri Bahçelerin göl yalnızlığı akmaz Nilüfer aldatmacası bu Su dibinde korkutulmuş çakıllar Halkasında toprağın Karınca açlığına kanar.

  • Yörük Kızı Gülcihan ( 2 )

    (FATMA’NIN AHRETLİĞİ) Aylar geçmiş, nerdeyse de bir yıl olmak üzeredir Ali’den ses seda yoktur. Gülcihan’ın içi içini yer, kendini bitirir, yine de ağzını açıp Ali’ye dair kötü söz etmez. Ne demişti Ali: “İki elim kanda da olsa geleceğim,” demişti. Demişti demesine de, bir gitmiş, bir daha görünmemiş. İnsan sevdiğini aramaz mı? “Uğruna her şeyi yaparım,” demişti bir de. “Olacak şey mi bu, Ali bu muydu?” Kafasında cevabını veremediği bir sürü soru… İçini ferahlatacak, Ali’yi koruyacak şeyler düşünüyordu boyuna. “Ali, yapmaz, Ali Farklı, Ali başka, bambaşka, o kimseye benzemez, o gerçekten farklı, o ayrı biri…” Ali farklıydı, lakin bir yıla yakın zaman geçmiş, sesi çıkmamıştı. Bir ay değil, iki ay değil, üç ay değil… Birden Gülcihan’ın “ahretliğim,” dediği Fatma’nın dedikleri şimşek olup çaktı beyninde. “Gülcihan demişti Fatma, bu erkeklere güvenilmez gadeşim, hepsi aynıdır, hepsinin köküne kibrit suyu, güvenme, Ali’si de Veli’si de aynıdır; al birini vur ötekine!” “Olmaz demişti Gülcihan, Ali farklı, sen onu bi tanısaydın, hak verirdin bana, Ali’m başka, Ali’me kötü bir şey diyemem, Allah beni daş ede! Vadır başında bi kış, acaba ne gemiştir başına? Vadır bi şe emme ne? Sen onu tanısaydın gadeşim… Ali çok eyi bi insan, Ali… O başka…” Baktı, Gülcihan söz anlayacak gibi değil, ne söylese boş, “senin eşşen ekek osun gadeşim, ben başka bi şe demicen!” Fatma haklıydı, insan bu kadar bekletilir mi, insan sevdiğini o kadar ihmal eder mi, “bir aya varmaz gelirim ben,” deyip gitmişti. Bir ayı geç, yıl olmuş, yıl! Bir yıl az bir zaman mı, bir yıl önce doğan çocuklar yürümeye başlamıştır şimdi... Gülcihan’ın yanından ayrılan Fatma, dereye aşağı yürürken gökteki kalabalık bölük parça bulutlar da Gediz’in yarıp geçtiği vadinin üstüne doğru gitsem mi, gitmesem mi diye kararsız salınıp duruyordu. Hava da böyleydi az sonra nasıl olur belli değildi. Güneş gökte kalabalık bölük parça dolaşan bulutların arkasına girince Gülcihan’ın üstüne bir ağırlık çöküyor, patlayacakmış gibi oluyordu. “Ah Ali’m, ah!” diye diye göğüs kafesini delip çıkacakmış gibi atan yüreğini yumrukluyordu, “ah Ali’m, ah, ah Ali’m, ah!” epey zamandır içindeki öfkeyi büyüterek yürüyen Fatma birden patlayarak, Ali’nin gıyabında verdi söylendi; ama söyleniş? “Ali Ali, boyun devrilmeye emi, Gülcihan gibi kızın ahı alınır mı? Gülcihan’ın gözyaşlarına gurban ol Ali, Sen, Gülcihan gibi gızı buldun da guyruğunla oynuyon Ali! Geleceğim deyip gemlemezlik edilir mi Ali, sen bu gızı neye üzüyon böle? Kapıcıklarını açan olmaya Ali, kapıladan bak, biri gelcek de bi tas su vecek deye bekle dur! Gülcihan’ı, ahretliğimi üzdün, Allah da seni üzsün Ali! Gülcihan sana yar demiş, sen benim ömrümsün demiş, gıymatlımsın demiş! Sen de Allah kokusu yok mu, bayırın cıbılı? Ali, Ali, sen Gülcihan’ı neye üzüyon böle, utanmak sıkılmak yok mu sende? Sen onu tanımamışsın, onun yüreğinin büyüklüğünden habarın yok, onun yüreğinin böyüküğü burdan taa Kula’ya varır. Evin yıkıla Ali, ele güne irezil olasın Ali, Gülcihan seni kendine mehel gömüş de gıymat vemiş; sen neden ediyon böle, onu neden üzüyon? Anan öle Ali, buban öle Ali, yetim galasın, öksüz galasın Ali, Gülcihan sana ömrümün gandili demiş, umudum, arzum, türküm demiş! Bi de bu derede barabar türkü çığırmışsınız! Ali, Ali, Ali kör olma emi, Gülcihan başkalarına yar olsun da gör, sonra da gaşıdan öküzün trene baktığı gibi bak dur!” … Ali Hüseyin abisi ile geldiğinde Gülcihan’la yan yana, bostan tarlasının içinde gezinmişler, sonra ahlat ağacının altına varıp yan yana oturmuşlar, yan yana oturunca kolları, bedenleri birbirlerine temas etmiş, temas edince yalabık yemişe dönmüş ikisi de. Yarına dair plan yaparken iki ayrı bedende bir can olmanın kavlini kurmuşlar. Sonra da Gülcihan söylemiş, Ali dinlemişti. Gülchan Kul Himmet deyişini öyle bir candan söylemiş, öyle bir candan bir söylemiş; o söylerken yanlarında, yörelerinde bulunan canlılar aşkla dinlemiş. Gülcihan söylerken, Ali’nin gözlerinden akan yaşlar, yanağından aşağı süzülüp inmiş! “Sabahın seher vaktinde, Ali’yi gördüm Ali’yi! Yüzümü dizine sürdüm, Ali’yi gördüm Ali’yi!” … Aylardır, Ali’den haber bekleyen Gülcihan, artık umudunu kesmeye başlamış. Ne demişti ahretliği Fatma: “Güvenme gızım erkeklere, hepsi aynıdır. Hepsinin köküne kibrit suyu! Hepsi birbirine benzer, güvenme tatlı dillerine, gülen yüzlerine; aldanma cicim aylarındaki yalanlacık tavırlarına. Aslında onlarda da bir kabahat yok gadeşim, öyle gömüş babasından, öyle yapmış babası, onlar da tıpkısını yapıyor işte. Aslında baş kabahatli kim biliyon mu, baş kabahatli, onları doğuran anaları! Hanım efendi oğlan doğurdu ya, doğurup da başı göğe erdi ya. Oğlan doğurdu diye kadınların yürüyüşü bile değişir: Kostak kostak! Allah sizi bildiği gibi yapsın akılsız kadınla. Ne demişler erkek değil mi yapar, hoş gör, anamdan duydum ne deyodu, “gocam demi, seve de döve de,” evin yıkıla ana, sırtından sopa eksik olmaz böyle, bütün kabahat kadınlarda. Benim anam aynen böyle dedi valla, kulağımla duydum. Ne derler bir erkek çocuğun yanında bir şey yersen, az ver derler, sonra düşüverirmiş. Düşese düşsün be, ne olmuş, düşese düşsün! Sapıkça bir şey bu gız, sapıkça! Kızlara verme, onla öyle gaşıdan baksın, bir şey omaz! Kabahatin çoğu kadınlarda. Gız sen cevahirini ne daşa vuruyon böyle, gız sen Anadolu’sun, doğurmanın gücü kuvveti sende, sen omazsan, insan nesli omaz; a akılsız avratla. Sen omazsan bu ekek kısmı ne bok işe yara? Akılsız avratla, bu ekekle bi kaşık aş pişirmeyi bilmez, bunla şımatılmış, sen olmazsan bunların boklu donlarını kim yıkayacak? Oğlan doğurunca şişim şişim şişiyon, başın göve eriyor demi, yarın ağzına bi yudum suyu gızın vecek bilmiyon mu? Biliyon, gavırın evini biliyon! Biliyon bal gibi her şeyi biliyon da gız kendi kendimize bu düşmanlık neye, bu yaratan böyle emretmiş, öyle mi? Yalan her şey yalan, ne de yazıyomuş böyle olduğu, gandırıyola bizleri! … Gülcihan, alımlı, güzel bir kızdı, isteyeni çoktu, öteki Yörük obalarının ağasından, gencine, çobanına herkes peşinde fır dönüyordu. Fakat onun gönlü Ali’deydi. Ali’ye tutulmuştu iyice, Ali ilk ve son aşkıydı. Ali başkaydı, Ali gibisi olmazdı… Gözleri, bakışları, insaniyeti, hele konuşurken, sesinin tınısı türkü gibiydi, şiir gibiydi sanki! “Tek gamzeli maviliyle konuşuyormuş gibi, tek gamzeli Mavili şiir okuyormuş gibi…” Konu yine alıp başını gitti, yazanı, anlatanı bir tarafa itip başına buyruk Otman Bey’in at oynattığı düzlüklere doğru alıp başını gitti. Mavili, parmaklarıyla saçlarına tarak olduğu, aydan arı, günden duru, geceleri rüyasından, gündüzleri hayalinden çıkmayan çekik gözlü Kafkas güzeli! Gülcihan gelen taliplerine hep hayır diyordu, demesine de bu ne zamana kadar devam eder ki? Gelenler babasına göre, öyle yabana atılacak cinsten değildi. Ali ne ki, parasızlıktan okula ara vermiş cıbıl bir ailenin çocuğu! “Ah be Ali, ah be Ali ah!” Ali ile babası çok iyi anlaşırdı, iki arkadaş gibi. Bir gün babası onu yanına çağırır. Belki bu hikâyeyi okuyanlar ne var bunda, çok doğal derler; fakat bilmedikleri bir şey var. Zamane babaları sevdiklerini öyle ulu orta göstermezler, sevgileri içlerindedir. “Buyur baba!” “Bak Ali, bir karar vermelisin, seni üzmek istemem bunu en eyi sen bilirsin, el alem ne derse desin! Biliyom, yaşın daha küçük, nişanı daka, iki üç sene bekleyiveriz. Yarın peşman olursun bak, okuyacaktım ben dersin, emme nışan takınca iş, işten geçmiş olur, eyi düşün daşın. Böyle şeyler evcilik oyununa benzemez. Ben şöyle olsun diyom baba dersen, ben sana uyarım! Şimdi de senle, iki yetişkin gibi gonuşam!” “Tamam buba!” Okumak mı isteyon, Gülcihan’la nişanlanmak mı isteyon, garar senin ben senin gararına saygı gösterin, eyi düşün cuvap ver!” Ali bu soruyu kaç zamandan beri kendine soruyor, fakat bir türlü verdiği yanıtı içine sindiremiyordu. Babasının sorusu ile büsbütün dağılmıştı.”Gülcihan bir tarafta, okuyup adam olmak öte tarafta… İlkokul beşinci sınıfta kızlı erkekli sohbetlerde arkadaşları demişti ki: “Senin kafan eyi, sen okursun!” Şimdi Gülcihan’la nişanlanıp onları mahcup etmek kötü bir şeydi. Ne demişti ilkokul öğretmenleri Ali Sami ile İsmail: “Okursun oğlum sen, çalış, sana güveniyorum!” Şimdi bir de öğretmenlerini de mahcup edecekti? Hem o da okumak istemişti, okuyup koca adam olmak istiyordu, Gülcihan beklerse, sonra alırdı. Tabi beklerse. Ali okumak istiyordu, okumayı çok istiyordu, ilkokul yıllarında kitap aşkına “kitaplık kolunu istemişti. O kitaplık kolunu istemiş, İsmail öğretmeni harita kolunu vermiş, onu uygun görmüştü, varmıştır herhalde onun da bir bildiği. Sonra, öğretmen olacaktı Ali, sonra da Milli eğitim bakanı, hayali buydu; hep kitaplar, hep eğitim! Okulu seçti Ali, yüreğine taş basa basa onu bir daha göremeyeceğini bile bile, yüzüne bir daha hiç bakamayacağını bile bile okulu seçti! Gülcihan’la yan yana, can cana bostan tarlasında yürüyüşleri gözünün önüne gele gele okulu seçti. Okulu seçtikten sonra utancından aynaya bakamaz oldu, her gece utancından, kendine olan nefretiyle yorganı tepesinden çekip için için ağladı... Okulda kimse ile konuşmadı Ali, arkadaşlarından uzak durdu hep, en çok kızlardan, sanki biri, gözünün içine bakıp “tü sana,” deyiverecekmiş gibi. Hiçbir oyuna katılmıyor, bir kenara çekilip oynayanları seyrediyordu… Ali’nin lise birinci sınıfta okuduğu yıllarda, ülkenin siyasi gündemi ağırlaştıkça ağırlaşmıştı. Gençler, bellerinde zincir, ellerinde demir çubuklarla, muştalarla saldırıyordu birbirlerine. Kış günlerinde Demirci’nin ayazı, evlerinde yakacak olmayan köy çocuklarını da tir tir titretir. Evde yakacak, odun kömür olmadığı gibi önlerine sıcak bir yemek koyacak ana babaları yoktu. Ali’den umudunu kesen Gülcihan, Yörük Beyi Musa’nın küçük oğlu Musa Kazım ile görücü usulü evlendirilir. Artık, Gülcihan, yaşayan canlı bir cenazedir. … Cumartesi Demirci’nin pazarıdır. Her cumartesi köyden kamyon gelir, yazda kışta şehre kamyonla gider gelir insanlar. Bazen yolcu çıkmadığı için kamyon gitmez. İşte o hafta Aliler, harçlıksız, ekmeksiz kaldı demek; o hafta uzun olur… Demirci pazarına gelen Hüseyin abisi ile karşılaşan Ali hasret giderir. “Üsen Aga hoş geldin!” “Hoş bulduk iyen. Bi sıkıntı yok demi?” “Yok yok aga, bizim sıkıntıla bilinen sıkıntıla!” “Olcak o gada iyen, meşakat çekmeyince bi şeye sahap olamazsın!” “Ge iyen, az bişele yiyem, ben acıktım, sen de acıkmışsındır, ge şurda Ege Lokantası va, ge gidem!” “Ben aç değilim aga, sen ye!” “Ge, ge, boş ve, ge az bi şeyle yiyem!” Birer kuru ile pilav yediler, Ege Lokantası bol kepçe lokantasıydı, karınları doymuştu. Hüseyin: “İyen geçen gün Kula’ya gittim, dönüşte Yörük Selim’e uğrayıp hal hatır sordum.” Yörük Selim deyince Ali’nin yüzü çaput gibi olmuştu birden, merak içinde kaldı, acaba ne anlatacaktı Hüseyin, inşallah kötü bir şey söylemez. Bir taraftan da kötü bir şeyler duyacakmış gibi hissetmeye başladı. “Yörük Selim kızı Gülcihan’ı, Yörük Musa’nın küçük oğlu Musa Kazım’la evlendirmiş!” “Gülcihan evlenmiş mi, yok canım, şaka yapıyorsun?” “He ya iyen, Gülcihan evlenmiş!” O dakikadan sonra bir daha konuşmadı Ali Hüseyin’le. “Boş ver iyen dedi Hüseyin, takma kafana, daha yaşın küçük, sen okuyup büyük adam olacaksın boş ver,” dediyse de bir daha konuşmadı, konuşmaya da canı istemedi. Yalnızca onunla birlikte kamyonun yanına kadar yürüdü, baş işareti ile güle güle dedi. Sonra gözleri buğulu Çereşe Meydanı’na doğru yürüdü. Evleri Tepe Tarla Mahallesi’ndeydi. Arnavut kaldırımlı yol da bitmek bilmiyordu, sanki saatlerdir yürüyormuş gibi geldi. Çereşe Meydanı’ndan yukarı öğretmen okuluna doğru yürürken yolun sağında Ayıboğan’ın erkek öğrenci yurdu vardı, arkadaşlarını gördü, görmezlikten gelip yürümeye devam etti. Arkasından seslendiler, yine de dönüp bakmadı; kimse ile tek kelime edecek takati bulamıyordu kendinde. Sol yanda Orman İşletme Müdürlüğü idari binası ve personel lojmanları vardı, Birsen öğretmeni lojmanın ikinci katında oturuyordu, ondan tarafa bile bakmadan yürüdü. Sağ yandaki boş arsada eskiden top oynar, ayda bir lastik ayakkabı eskitirdi, yine top oynuyordu mahalle arkadaşları, o tarafa da bakmadan doğru eve girdi. Evde ihtiyacını gördükten sonra kimseye bir şey demeden kapıyı çekip çıktı. İki gün Ali’den kimse haber alamadı. Zaten, Ali nerede diye arayacak anası babası yoktu, onlara haber vermeye kalksalar günler geçer, köyü, Demirci’ye kırk kilometrelik mesafede, haftada bir, o da cumartesileri gelirdi kamyon... İki gün sonra, Ali eve döndüğünde, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen, hiçbir şey söylemedi. Ali, Yortan deresindeki kaplıcanın sıcaklığında ısınarak, düşünüp taşınmış, kendini ikna etmişti. Bundan sonra çalışacak, durmadan çalışacak, okulda arkadaşlarıyla oynayacak; fakat kızlardan uzak duracaktı. “Kızları sevmiyorum,” diyordu, “ben birini sevdim, o da beni beklemeden Yörük beyinin çiroz oğluna vardı, artık hiçbir kızı sevmeyeceğim,” deyip kendine söz vermişti. Ali, sözünü tuttu, durmadan çalıştı, çalıştıkça aşka geldi daha çok çalıştı. Sonunda bir baltaya sap oldu. Bir daha da Yörük Kızı Gülcihan’ın adını ağzına almadı, sadece mutlu mesut bir hayat sürmesini diledi, Tanrı’nın olduğu insanın hiç olmadığı yerlerde… 13.06.2021 Salihli

  • FİKİR ARKADAŞI

    Gel, şurada birkaç tane atalım! Canım efendim, yarım saat oturmakla evde sopa yemezsin. Evli değiliz ama böyle şeylerden anlarız. Burada enfes meze veriyorlar; hem de ucuz. Bu kadar görüşmüşlüğümüz var, bir rakımızı iç bari... Yavrum... Hey, garson! Getir bakalım bir şeyler! Otur iki gözüm. Seninle ahbaplığımız o kadar eski değil ama nedense pek sevindim. Ben arkadaş canlısıyım. Bilhassa fikir arkadaşı olabilecek insanlara bayılırım. Değil mi kardeşim, şu memlekette beş on entelektüeliz, birbirimizi tanıyıp tutmazsak halimiz ne olur? -Şimdi menfaat dünyası, hasbi (karşılıksız) arkadaşlık yok!- diyorlar ama ben bu fikirde değilim. Biz adi halk gibi düşünebilir miyiz hiç? Ne tahsilimiz, ne karakterimiz, ne de fikirlerimiz buna müsait değildir. Seni bilmem, fakat ben maddelerin fevkinde bir manevi bağa, insanları birbirine yaklaştıran bir hisse inanıyorum. Düşün, dünyada birbirini severek, birbirine yakın olmak hisleri de olmasa yaşamanın manası kalır mı? Bizi kütlenin fevkine yükselten yalnız bunlardır. Fakat biz entelektüeller arasında da muayyen birtakım fikir bağları yok, herkes kendi havasında ve menfaat peşinde... Onun için candan bir arkadaş bulunca dört elle sarılıyorum. Burası ufak yer. İnsan boğulacak, her münevverin hayat hakkında, insanlar hakkında birçok düşünceleri, ne diyeyim, kendine göre felsefesi var. Bunu anlayacak, mukabil fikirlerini dinletecek bir dosta hepimiz muhtacız. Dedim ya, yok... yok... Bizim dairede on kişi kadar varız... Hep münevver, tahsilleri yerinde, zeki adamlar; fakat hiçbirisi ile kafa dengi olamıyorum. Hâlbuki şöyle candan, kardeş gibi bir arkadaşlığa dünyalar feda... Koca dairede bir bizim şu oğlan vardı. Hani canım, başına bir felaket geldi... İşte o... Galiba avukatlığını da sen almışsın... Çok insan çocuktu doğrusu, pırlanta gibi bir kalbi vardı. Samimi arkadaş diye bir onu tanıdım. Ne yaparsın? İnsanlar böyle işte... Bir iftira, haydi kodese... Hani hiç kabahati de yok değildi, çenesini tutmaz, ileri geri söylenirdi. Kaç kere dedim: Oğlum, devir o devir değil, dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Al üç buçuk kuruş maaşını, otur bir köşede... Değil mi efendim? Biz de fikir sahibiyiz... Ben kendi nefsime ondan çok daha ileriyim... Evet, bu dünya böyle yürümez, fakat her şeyin sırası var... Bak, ben ağzımı açıyor muyum? İnsan karda yürüyüp izini belli etmemeli... Fakat cahil çocuk, dinlemezdi ki... Hep burnunun doğrusuna giderdi. Sanki tek başına dünyanın mihverini (eksen) değiştirecek... Oğlum, garson! Bize birer rakı daha getir bakalım! Okur okur, kitaplarda yazılan şeyleri hakikat zannederek kafasına yerleştirirdi. Hayata bakmalı, hayata; kitaplarda bir şey yok... Kim bilir, belki biz de evimizde okuyoruz... Fakat hayat büsbütün başka... Etrafı ve zamanı kollamalı... Vakti geldiği zaman ben ondan daha fedakârca ortaya atılırım... Kafamdaki bir fikir uğruna kanımı son damlasına kadar akıtmazsam namerdim. Ah, ah... Yaktı kendisini oğlan, yaktı... Burası ufak yer... Her şey hemen büyütülür... Sessiz sedasız bir köşeye çekilip yaşamak lazım. Hâlbuki o önüne gelene çatardı. Memleket büyüklerinin hepsini darılttı. En sonra da, o mahut heriflerle tutuştu. O zaman kendisini çağırdım: Yavrum, dedim, bunlarda din, iman yoktur, insana en sonra yapılacağı en önce yaparlar... Fakat dinletemedim. Öbürleri iki yalancı şahit bulunca bastılar iftirayı... Oğlan da girdi içeri... İnanmazsın, o gün akşama kadar deli gibi dört yana dolaştım. Aklıma geldikçe gözlerim yaşarıyordu. Evet, ağladım! İstersen inanma kardeşim; dedim ya, ben arkadaş canlısıyım; hele böyle sevdiğim birisi için canım feda... Hilafsız söylüyorum, ciğerim kopmuş gibi oldum. Ne parası var, ne kimsesi var... Anası, kardeşleri onun eline bakıyorlar. Felaket, hem de ne felaket... Kendi param yok ki vereyim... Olsa, dedim ya, canım feda... Fakat malum... Biz maaş ehliyiz... Sonra kimseye gidip bir şey de söyleyemezsin... Cürüm fena... İnsanı hemen lekeleyiverirler. Âlemin on parmağında on kara... Hapishaneye de gidip göremedim. Biliyor musun? Yüzü soğuktur şu menhus yerin... Fakat elimden gelen her şeyi bu çocuk için yapmak isterim... Seni avukat tuttuğunu duyunca çok memnun oldum: Çünkü nazik mesele... Her avukatın becerebileceği iş değil... Genç olmak, ateşli olmak, davanın ruhunu duymak lazım. Hakikaten yanılmamışım... İlk celsede yaptığın müdafaayı anlattılar (şey, ben o gün biraz rahatsızdım da kendim mahkemeye gelememiştim, arkadaşlardan tafsilatını dinledim), yaman bir müdafaa yapmışsın... Hani neredeyse birkaç celsede oğlanı kurtaracaksın... Garson... Gel bakalım, şu mezeleri değiştir... İç kardeşim iç! Vallahi şunu kederden içiyorum. Yüreğim nasıl yanıyor bilsen... On sene arasam böyle kafa dengi bir arkadaş bulamazdım. Onu da talih elimden aldı. Düşünüyorum da, biz burada kafayı çekerken o, taş odalarda kim bilir ne yapıyor? Hey gidi dünya! Ama biliyor musun? Bu belki onun için bir derstir. Bir müddet yatsa hiç de fena olmayacak... Ona böyle bir sille lazımdı, değil mi? Ha? Ne dersin? Gitgide azıtıyordu. Maazallah tuttuğu yol ipe kadar varabilirdi. Gene hafif atlattı... Yatsa yatsa bir iki sene yatar, bu da ona lazım... İstikbali, hayatı, ömrünün sükûneti namına lazım... Mefkûremiz namına lazım... Anladın mı, mefkûremiz namına lazım... İki gözüm kardeşim, sen de onu seviyorsan müdafaa etme... Ona iyilik etmek istiyorsan bırak biraz burnu sürtsün... Mussolini ne demiş? Adam olmak için şu kadar sene hapis yatmak gerek, demiş; değil mi? Yaman herif şu Musolini vesselam... Cemiyetin bu feci halinde bir entelektüel için hapis yatmak elzem. Olgunlaşmak, hayatı anlamak için başka çare yok. Bizimki de belki bu sayede biraz kitaplardan başını kaldırır da etrafını görür, körü körüne atılganlıktan vazgeçer. Dedim ya, onu seviyorsan müdafaanı gevşek tut. Her şeyin altını o kadar kurcalama... Mahkemede pek ateşli olduğunu duyunca hem memnun oldum, hem de oğlanın hesabına üzüldüm. Seni buraya çağırışım da bunu görüşmek içindi. Zaten kendisi sinirlidir, ileri geri laflarıyla nasıl olsa hâkimleri kızdıracak, işi büsbütün berbat edecek, cezayı da yiyecek... Hah... Hah... Bir senecik yatar... Ne diye başını sallıyorsun? Avukatlık ücreti alacaksan, vicdansızlık mı olur diyorsun? Bu ona fenalık değil ki, doğrudan doğruya iyilik... İstersen bu parayı alma! Bir arkadaş için fedakârlık et de alma... Hem kaç lira verecekti? Yirmi beş lira değil mi? Ben otuz lira veririm; sen yalnız onu mahkûm ettir! Görüyorsun ya, ben onun iyiliği için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorum. Yalnız bu kadar mı? Böyle candan bir dosttan, böyle bir fikir arkadaşından mahrum olmaya da katlanacağım... Ne? Otuz lirayı nereden mi bulacakmışım? Şey, bizim oğlan hapse girince yeri açık kaldı tabii... İşlerine vekâleten ben bakıyorum. Bu aydan itibaren maaşıma ilave olarak kırk lira kadar da ücret alacağım... Garson! Birer rakı daha! Ayda Bir, Aralık 1935

  • Dünyanın Tavanından Mektup Var

    Canım Babacığım, Yanınızda olup elini öperek söylemek isterdim ki; armağan ettiğiniz hayatım için size minnettarım. Tüm yaşamımca, sık sık tekrarlayacağım bir hayat desturu bu benim için. Çocuğunuz olmaktan gurur duyuyorum; ömrümce de emeğinize lâyık olmaya çalışacağım. Ben nasılım? Kendimi net görebilsem aynamda bunu bileceğim ama... Bu şimdilik zor, yine de aklıma gelenleri yazarsam kendimi de yansıtmış olmaz mıyım? Anadolu Yakup Kadri’’den bu yana çok değişmedi geliyor bana: Yabancısınız. Sen dönünce ilk algıladığım buydu; bir kuyuya düşmüşlük ve yabancılık hissi. O kadar karanlık bir derinlikte kaybolmuştum ki, artık çıkış yok, diye düşünüyordum. Yeni yeni başka türlü algılıyorum, belki ruhumun iyileşme belirtisi bu… Evet, burası bildiğim coğrafyalardan kopuk, geçişe kolay izin vermeyen bir yer, sanki gerçekdışı, ama eski dünyamdan da izler taşıyan, onu gören bir konumda, ama kuyu değil, belki çatı. Nuh Peygamber’in niye burayı seçtiğini şimdi anlıyorum. Burası dünyanın tavanı. Zayıf da olsa bir çıkış kapısı var; uçmak. Biz de uçakla gelmedik mi? İşte dünyanın tavanında geçirdiğim gurbet günlerimde sizin üniversitenizden mezun olmanın ayrıcalığını hissediyorum. Kitaplarda yazmayan çok şeyi buluyorum anlattıklarınızda. Öğrettiklerinizi yeniden yeniden gözden geçiriyorum belleğimde. Kaçırdıklarım vardır diye anımsadıklarımın ayrıntılarını sezmeye, sonuçlarını çıkarmaya, öğrenmeye çalışıyorum ve o kadar da öğretiyorum öğrencilerime. Bazen fazla düşünmek ve fazla anlamak canımı yakmıyor değil. Ne var ki anlamazlığın kötülüğünü düşününce azalıyor iç sızım. O zaman keşke daha fazla ayırt edebilsem diyorum. Günlerimin nasıl geçtiğini merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Biçimsel olarak, sen buradayken nasılsa günlerimiz, gene öyle. Gidebileceğimiz yerler çok sınırlı. Bildiğin gibi sinema, tiyatro ya da büyük bir kitapçı yok. Okul çıkışı havalar soğuyuncaya değin parka uğruyorduk, edindiğim birkaç öğretmen arkadaşla. Sonra hani o batıdaki şehirleri anımsatan, senin bile o nedenle sevdiğini düşündüğüm pizzacıda yemeğe gidiyoruz. Müşterilerinin hemen hepsi dışarıdan gelenler. En uzun süren yemeklerimi yiyorum denilebilir, saatlerce bir pizzanın başında sohbet ediyoruz. Çoğu kez konumuz BATI… İçinde yaşarken bazen yakındığımız, şimdi ise bir sihirli güzelliğe bürünmüş, ulaşılmaz gelen kentlerimiz, üniversitelerimiz. Buradan bakınca, konuştukça daha bir güzelleşiyorlar. Sokaklarda gene kaygılıyız, giderek azalsa da. Somut bir nedeni yok bunun. Olaylı bir yer değil burası. Dışa açık yerel esnaf, memurların kent ekonomisine katkılarının farkında. Pansiyonlar, kafeler, lokantalar… gibi bir çok yatırım onlara yönelik. Olumsuz bir davranışa denk gelmedim, denilebilir. Ne var ki biz gene de giyimimizde kuşamımızda en göze çarpmayanı seçmeye çalışıyoruz, sanki fark edilmemek için uğraşıyoruz. Oysa bize okulda öğretilen Anadolu’ya uygarlığı taşıyacak, örnek olacaktık, böyle saklanarak nasıl yapacağız? Kimse bize bir şey demedi ama kendiliğinden oluşan bir otokontrol bu. Bunun Doğunun özel şartlarından kaynaklandığını düşündüm başta, ama orta Anadolu’da ya da Karadeniz’in kasabalarında olan arkadaşlarım da aynı psikolojide niyeyse? Aslında seziyorum; bir kültür çatışması bu. Öğrendiklerimiz ve kazanımlarımız Anadolu’ya fazla geliyor. Her şeye rağmen baştaki yabancılığım kalmadı. Bu hızlı uyumu depremin yarattığı çaresizlik, belki yöre halkıyla paylaştığımız ortak kader sağladı, bilemiyorum. Deprem direk burayı vurmadı ama Van, Erciş buraya çok yakın, etkileri sarsıntılar gibi çok derin hissedildi. Okullarımız, kaldığımız öğretmenevi gibi daha birçok bina hasarlı, boşaltıldı. İnsanlar akrabalarını, tanıdıklarını kaybetti. Hepimiz, evlerimize girmeye korkarak, buz gibi soğukta çaresiz sokaklarda kalakaldık. Buraya ilk defa, hem de yalnız gelmişim gibi hissettim, çok korktum, size belli etmemeye çalışsam da. Ortama, farklı havaya, sokaklarda dolaşan ağır silâhlarla donatılmış resmi araçlara, akreplere -bak adını bile öğrendim-… alışmaya çalışırken birlikte yaşadığımız, evimizi kaybettiğimiz 1999 depremini bütün dehşetiyle anımsatan bu kabusu tek başıma yaşamak beni güçsüz düşürdü. Anladım ki siz varken korkular da küçükmüş. Ayrı olunca çok daha korkutucu gözüktü bana bu kez deprem. Ne zaman ki kendimi sizin yerinize koyup düşünmeye başladım, biraz sakinleşebildim. Siz olmadan kendi kendime yetmeyi öğreniyorum. Kendimden bir aile yaratıyorum. Zormuş büyümek. Yine de beni yıldıracak kadar büyük bir felâket yaşamasam başaracağım biliyorum, çünkü önümde bana model olacak siz varsınız. Bu benim için tarifsiz bir nimet. Teşekkür ederim babacığım, dünyalar kadar. Boş zamanlarımın çoğu odamda ya kitap okuyarak ya okul hazırlığıyla geçiyor. Bazen odamızda yemek yapıyorum. Biliyorsun ben yapı olarak evcimen biriydim, şimdi oyalanmama yardımcı olsa da ev hasretimi artırıyor doğal olarak. Pazar kahvaltılarımızı, akşam yemeklerimizi, film saatlerini, kardeşlerimle didişmelerimizi, evin kokusunu, şimdi bana rehber olan konuşmalarımızı, terasımızdan Bursa manzarasını, pikniklerimizi, gezmelerimizi çok özledim. En çok da babaannemi özledim. İnsan uzaklarda elindekilerin ve de kaybettiklerinin değerini iyi anlıyor. Tuz gibi sevmek… deyişini babaannemden öğrenmiştim ilk, şimdi ne anlama geldiğini iyi biliyorum. Babaannem sanki kendisi okumuş, çalışmış, nimetlerini tatmış gibi ne çok isterdi okumamızı. Ne garip kader, onun ölümüyle aileden birinin okuyup uzaklara memur gitmesi aynı zamana denk geldi. O ise göremeden öldü. Çok isterdim bizimle olmasını, ona yaşadıklarımı, hissettiklerimi anlatmayı. Biliyor musun, sık sık elim telefona gidiyor, babaannemi arayıp konuşmak istiyorum. Artık olmadığını düşününce… Bazen odamda kitap okurken kaptırıyorum kendimi. Başımı kaldırdığım anlarda Bursa’da, evdeymişiz sandığım oluyor. Bazen bana seslendiğinizi sanıyorum, yanıt verecek gibi oluyorum, ayılıyorum, gülüyorum kendime. Buraya alışmam gerektiğini de biliyorum. O yüzden hasreti yoğunlaştıkça ötelemeye çalışıyorum. Her zaman başardığım söylenemez, ama herhâlde öğreneceğim. Ama öğrendiğimi anlayarak öğrenmek istiyorum, irdelemem ondan. Mesleğimde bir sorunum yok, öğrencilerime, okuluma alıştım sayılır. Şehir okulu olsak da öğrencilerimiz olanakları dar kenar mahallelerden, hatta yakın köylerden geliyor. Türkçeye sadece okulda gereksinme duyduklarından olsa gerek istenilen düzeyde kullanmakta zorlanıyorlar, ama öteki çocuklardan bir farkları yok, öyle sevimli, masum, yaramaz, tembel, çalışkan,… ama hepsi birer çocuk insan işte, ilgilerini çekerse öğrenme açlığı içindeler. Onlar da bazen geçmişteki umuda yelken açmış halimi görüyorum. Kim bilir yirmi yıl sonra nerde olacaklar? Biliyorum ki emek verirsem iyi bir yerde olacak, en azından birkaçı. Bu beni yüreklendiriyor. Buradaki öğretmenlerin çoğu benim gibi yeni başlayanlar, uzun süre kalan pek olmuyor. Denilebilir ki hemen hepsi aynı durumda. Uyum, barınma, yeme içme sorunlarını aşma derdindeyiz hepimiz. Belki erkek öğretmenler için farklı, ama bayanların hayatı sosyal yönden zor. Yerli kadınların zorunluluklar dışında sokakta pek gözükmediği bu yerde sarı saçları, renkli gözleri, üniversiteli genç kız kıyafetleriyle rahat olmaları kolay değil. Fakültede alıştıkları giyim ve yaşam tarzını burada sürdüremeyeceklerini birkaç kez sokağa çıkınca algılıyor çoğu. Burasının memura alışkın, Anadolu’nun birçok yerine göre sorunsuz bir yer olması, rahatsız eden olmayışı, hatta ilgili, yardımsever olmaları bir şeyi değiştirmiyor, siz kendinizi uzaylı gibi algılayıp çözüm arıyorsunuz. Yeni başlayan öğretmenin bir elkitabı yok, olsaymış… Aslında fakültelerimizde çok gerekli olan bu konuda hiç eğitilmediğimizi şimdi fark ediyoruz. Milli eğitimde bunu ciddî bir sorun olarak görmüyor olsa gerek ki göstermelik birkaç öğüt dışında bu yönlü ciddî bir çalışma yok, öğretmenler çok zaman deneme yanılmayla uyum sağlıyor. Belki de kimse o uyumu sağlayamıyor, ama yakınmıyorsanız sorun bitmiş gibi görünüyor, ama beş yıldır burada olanlar bile, yerel halkla ilişkisiz soyutlanmış bir koloni gibi yaşıyor. Devlet memuru olmayı devletin her yönüyle sahip çıktığı bir şey gibi algılardım, galiba değilmiş. Deprem sonrası hepimiz ortalarda kaldık günlerce, kız erkek bütün öğretmenler. Hatırlıyorum, sen Yalova’da deprem sonrası öğretmenlere özel çadırlar kurmuştun, ben de kardeşimle sözde yardım etmiştim. Öyle bir şeyler yaparlar, belki halimizi hatırımızı sorarlar, diye bekledim doğrusu. Belki safça bir beklenti, ama hissettiğim bu. Ne yapalım, böylece yaşamın ve ülkemin gerçeğine adapte oluyorum. Bu mektubu daha önce yazmak isterdim babacığım. Fakat yapamadım, beni anlayacağınızı umut ediyorum. Elime kalemi defalarca aldım, ama olmadı bir türlü. Sanki yazarsam çözüleceğim, kendimi daha da güçsüz kılacağım gibi geldi. Fazla duygusal olmak, dağılmak istemiyorum. Zamanla her şey düzelecektir diye umuyorum. Ummak ne, tabi ki düzelecek, mecbur, ben burada kötü bir şey yapmaya ya da sorumsuzca gezmeye gelmedim ki, bura çocuklarını eğitmeye, aynı anda da kendi yaşamımı da kurmaya geldim. Başlangıç için bura kısmetmiş. Ellerinden saygıyla öperim, nice senelere babacığım. Seni tuz kadar seven kızın. 31 Aralık 2011, 1 Ocak 2012, Ağrı

  • Sessiz Ölüm

    aşkın gelgitlerinden yorgun yüreğimin kıyıları aldanmıyorum süslü sözcüklere gizlenmiş ihanete geçmişin mahzeninde demleniyor acılarım ateşli düşler sahipleniyor yaralı ve vurgun ruhumu bir serçe ürkekliğiyle yaklaşıyorum ölüme gözlerimi anılarla örterek yavaş soluyan geceyle bir geliyor canımın alıcı kuşu sevgili

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA 30. Sayı güz 2013 * maviADA SANAT ÖDÜLLERİ * OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYINIZ

  • DERİN ŞEHİR BURSA

    Dünya Kadınlar Gününde, Bursa’da düzenlenen kitap fuarında ödül alacağımı ilk duyduğumda yaşadığım sevinç çok büyük, içinde yüzdüğüm duygular tarif edilemez boyuttaydı. Çocuklarım diye nitelendirdiğim öykülerimden biri ödüllendirilecekti; üstelik Dünya Kadınlar Gününde, üstelik bir kitap fuarı bünyesinde, üstelik Bursa’da… Bursa… Tam otuz iki yıl önce babamla baş başa geçirdiğim ilk tatilimin ev sahibi, çocukluk anılarımın en güzel köşelerinden birine taht kurmuş derin şehir. Öylesine derin ki, tarihe yenilmemiş, hep ayakta kalmayı başarmış, nice kültürlere beşiklik etmiş Prusa. İşim nedeniyle çok şehir görmüş olmama rağmen nedendir bilinmez o güzelim tatilden sonra bir daha hiç yolum düşmemişti Yeşil Bursa’ya. Oysa o buram buram tarih kokan sokaklarında yaşadığım sonra da gittiğim her yere yüreğimde taşıdığım birçok anımın merkezidir. Böyle söyleyince abartıyorum gibi gelebilir. Ancak biraz düşününce hiç de abartmadığımı anlarsınız. Çünkü Bursa, siz beraberinizde taşımak istemeseniz de kendini size taşıtan, gittiğiniz her yerde anımsatan nadir şehirlerimizdendir. Nasıl mı? İskender kebabıyla, Kemalpaşa tatlısıyla, İnegöl köftesiyle, şeftalisiyle, ipeğiyle, Hacivat Karagöz’ü, kılıç kalkan ekibiyle, kestaneşekeriyle, tarihiyle, mimarîsiyle, kaplıcalarıyla bir şekilde çıkar karşınıza. Bursa, yaşamınıza fark ettirmeden yavaş yavaş girmiş, sadece girmekle de kalmamış alışkanlıklarınıza, isteklerinize, beğenilerinize müdahale etmiştir. İlkokul ikinci sınıftaydım. Babamla Türkiye haritası üzerinde şehir bulmaca oynuyorduk. Adı oyun işte… Maksat, bana şehirlerin yerlerini öğretmek, onlarla ilgili bilgileri sohbet arasında aklıma yerleştirmek. “Bursa” dedi babam. Parmağımı hemen Marmara Denizi’nin üstüne getirip çabucak etrafındaki illeri gözden geçirip güneydoğusundaki Bursa’yı bulmuştum. Babam başımı okşarken “Namı diğer Yeşil Bursa” deyince hemen sormuştum “Neden yeşil?” diye. “İklimi gereği. Hem denize sahili var, hem de sırtını dayadığı dağları. Ülkemizin en çok yeşil alana sahip illerinden biri. Tabii insanları da önemli.” Bir an durmuş sonra devam etmişti. “Evet. En önemli şey insan. Bursa’nın insanı, ağacına, ormanına sahip çıkmayı bilmiş olmalı ki adının önüne yeşil eklenmiş.” “Hadi başka bir şehir sor” demiştim. O sorumu hiç duymamış gibi anneme dönüp “Ara tatilde Bursa’ya gidelim mi?” demişti. Annem: “Ablamlar gelecek, ben gelemem ama siz gidin” deyince, bir anlık suskunluk olmuştu. Küçüktüm ama bu gibi durumlarda konuşmayıp beklemem, birde mahzun mahzun bakmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Babamın “Tamam o zaman. Biz kızımla baş başa kısa bir Bursa gezisi yapalım” demesiyle suskunluk yerini benim sevinç çığlıklarıma bırakmıştı. Babamın kucağına atlayıp boynuna sarılmıştım. Bursa’ya ödül töreni için davet edildiğimi öğrenince de aynı o günkü gibi mutlanmış, heyecanlanmıştım. Hangi çocuk bilmediği bir yere tatile gitmekten mutlu olmaz ki… Hangi yazmaya gönül vermiş insan satırlarının ödüllendirilmesinden gurur duymaz ki… Ve ben… Hayatıma iki kerecik de olsa yüksek sevinç nidalarıyla girip yüreğimde ifade edilmesi zor heyecan çırpıntıları yaratan bu şehri nasıl sevmem ki… Otobüs, Bursa terminaline girince yaşadığım şaşkınlığı sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim. Yıllar önce babamla otobüsten indiğim yerle şimdi kullanılan terminal arasında dağlar kadar fark var. Bu değişime gözlerinizle görmedikçe, yaşamadıkça inanmanız mümkün değil. Bir an korkuyorum; çocukluk anılarımın Bursa’sını bulamamaktan. Hani, değişim denilen şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız bir kente yıllar sonra tekrar gidin, derler ya. Daha otobüsten iner inmez ne demek istediklerini anlıyorsunuz. Terminal, son derece bakımlı, temiz, her şeyin kontrol altında tutulduğu anlaşılan modern bir yapı. Ama kesinlikle babasının elinden tutmuş hiçbir şeyi gözden kaçırmamaya çalışan o küçük kızın gördüğü yer değil. Hayal meyal hatırladığım gri, tek katlı, eski bina kaybolmuş. Koşturan, hızlı adımlarla yürüyen insanların arasından sıyrılıp mekanik seslerle yapılan duyurulardan uzaklaşmak; gerçek sesler duymak, başkalarıyla ilgilenen insanlar görmek istiyorum. Yaşlı bir amca geçmişin perdelerini sıyırıp sahneye çıkıyor. Elindeki kutuları göstere göstere “Kestane şekeriii… Almadan binmeyin otobüslerinize. Yolunuzu bekleyenleri sevindiriiin,” diye bağırıyor. Babama dönüp “Sadece gidenlere mi satıyorlar gelenlere vermiyorlar mı?” diye soruyorum, çok gülüyor. Artık kestaneşekeri evlerimizin en yakınındaki marketlerde bile satılıyor. Alırken Bursa’nın kestaneşekerini değil, kestaneşekeri alıyoruz. Uludağ’ın ağaçlarından toplanmış kestanelerle yapılmış, Bursa dışında çok zor bulunan, yıllar önce yemeye doyamadığım şekerden istiyor canım. “Kestaneşekeri çoktan aşmış Bursa’nın hatta ülkenin sınırlarını. Bağımsızlığını ilân ederken de Uludağ’ın kestanelerine ihanet etmiş” diye düşünmeden edemiyorum. O yaşlı amcayı ne kadar arasam da bulamayacağımı bilmenin üzüntüsüyle terminalin içindeki şeker satan dükkânlardan birine giriyorum. “Hakikî kestaneşekeri mi bunlar?” diye soruyorum. Gösterişli, iştah açıcı, temiz tezgâhın ardındaki genç, çukur çeneli adam tuhaf tuhaf bakıyor yüzüme. Açıklama yapma gereği duyuyorum. “Şehir dışından geliyorum da. Biliyorsunuz artık her yerde satılıyor. Çocukluğumda, Bursa dışında çok zor bulunurdu. Küçükken yediğim şekerlerden…” Adam sıkıntılı bir sesle “Babam anlatırdı, hamileler aşerermiş de bulamaz, almak için ta buraya kadar gelirlermiş. Ya da otobüsle gönderilirmiş” diyor. Beni anladığını hissettirdiği için ona minnettar olup korkularımdan sıyrılıyorum. Evet, doğru yerdeyim. Burası Bursa. Adamın yüzündeki, sesindeki ifadeye üzülüp pişmaniyeleri göstererek “Bunlar buraya gelmişse o da başka yerlere gidecek tabii” diyorum. Hamileler için sevinerek terminalden çıkıyorum. Taksiyle merkeze doğru giderken modern görünümlü, yüksek apartmanların arasında sıkışmış tek tük eski taş binalar görüyorum, içim ısınıyor. Elbette bu şehrin çocuklarının da konforlu, bakımlı, çağdaş evlere, okullara gereksinimi var. Modern hastaneler, işlemlerin hızlı yürüdüğü resmî daireler de gerekli. Ama “Binaların dışları korunsa içleri yenilense olmaz mıydı?” diye düşünmeden edemiyorum. Fuar merkezi, Bursa’dan çok daha büyük şehirlerdekileri aratmayacak nitelikte. Hatta havalandırma birçok merkezden daha iyi. İçindeki kalabalığa önce hayret ediyor sonra utanıyorum duyduğum hayretten. Yaşadığım tüm buruklukları unutup kitap fuarına akın etmiş Bursalılara takdirle bakıyorum. Gezdiğim nice boş fuarı anımsayarak, “İşte” diyorum, “Kitap fuarı dediğin böyle kalabalık olmalı.” O arada çevremdekilerden Bursa’nın birçok fuara, kongreye, bilimsel toplantıya ev sahipliği yaptığını öğreniyor, “Darısı tüm şehirlerimizin başına” diyorum. Kabaran göğsümle “Nüfusun yüzde kaçı yükseköğrenim görmüş?” diye soruyorum. “Yüzde sekizi” diyorlar, üzülüyorum. İlkokul mezunu yüzde kırk iki, okuryazar olmayan yüzde üçmüş. Elbette biliyorum, bu rakamların ülkemin birçok şehrinden iyi olduğunu. Ancak birçok ilden iyi olmasını mazeret olarak kabul etmemem konusunda da kendime hak veriyorum. Tarihin ışığıyla aydınlanmış, birçok medreseye sahip olmuş, yüzyıllarca bilim dünyasının nabzını tutmuş bu güzelim şehre bu rakamları yakıştırmıyorum. Yine çocukluğuma dönüyorum; babamın “Burası da Bursa üniversitesi” diyerek gösterdiği yeri anımsıyorum. Kim ne dersin desin; ismi sonradan Uludağ Üniversitesi olmuş, on altı bin dönümlük arazinin üzerine kurulup ilçelere kadar dallarını uzatmış, kırk binin üzerinde öğrenciye hizmet veren, Avrupa’da gelişmekte olan üniversitelere örnek gösterilen bir eğitim merkezine sahip bu şehirde hâlâ okuma yazma bilmeyenlerin olmasına üzülüyorum. “Acaba” diyorum “Bu fuar eğitim eksikliğinin farkında oldukları için mi bu kadar kalabalık yoksa Bursalılar ünlü simaları görmek için mi buradalar?” Genç bir kadın yanındaki iki çocukla birlikte son derece medyatik birinin imza kuyruğundaki kalabalıktan sıyrılıp biraz ilerimdeki görevliye “Çocuk kitabı stantları ne tarafta” diye soruyor. İçim rahatlıyor. Öğlen acıkıyoruz. Bursa’da acıkmak da ayrı bir keyif. Tabi ki artık sadece her ilde değil, her sokak arasında bulabileceğimiz İskender Kebap’ın doğduğu yere gidiyoruz. Çocukluğumda babamla geldiğim derme çatma yerin burası olduğuna inanmam mümkün görünmese de çevremdekiler aynı yer olduğu konusunda diretiyorlar. “Değil” diye atmak istediğim çığlığı zorlukla da olsa bastırıp değişimi ve beraberinde getirdiği gelişimi kabulleniyorum. “Böyle değişime can feda” demek istiyorum. Tertemiz, son derce konforlu, hizmet kalitesi oldukça yüksek bu yerde olmaktan çok hoşnudum. Ne yalan söyleyeyim, her yerde yediğim İskender Kebap’la bu yediğim aynı değil. Yanındaki yoğurt da anılmadan geçmeyi hiç hak etmiyor. Babamın yıllar önce söylediği “Uludağ’ın kekikleriyle beslenmiş koç etinden yapılan kebabın tadı bir başkadır” tümcesi kulağımda çınlıyor. Anlıyorum ki, tabelâya “Bursa İskender Kebap” yazmakla olmuyor bu iş. Masadakilerden biri “Yarın, ödül töreninden sonra İnegöl Köftesi yemeye gidelim” diyor. Bir diğeri dünyanın dört bir yanına nam salmış köftenin yapımını anlatınca şaşırıyorum. Bu kadar zahmetli olduğunu düşünmediğim köfteyi yemek için sabırsızlanarak kalkıyorum.. Kebapçının kapısından tam çıkmak üzereyken yaşlı bir kadın dilenmek için içeriye girmek istiyor, yetkililer engelliyor. O an büyük şehir olmanın zorluklarından birinin daha Bursa’yı sardığını anlıyorum. Kalabalık sokaklardan kalabalık caddeye çıkıyoruz. Köşe başlarında tartı başında oturan pasak içindeki çocukları, sıkışık trafiği görmemeye çalışarak elimdeki peçeteyi atmak üzere biraz ileride gördüğüm çöp kutusuna yöneliyorum. Sık aralıklarla çöp kutusu olduğunu görmek ve caddenin temizliği rahatlatıyor beni. Nereden nereye… Babaannemi anımsıyorum. Her sene en az bir kere “Yine romatizmam azdı. Beni kaplıcaya götürün” diye tutturur ama öyle her kaplıcaya da razı olmazdı. Ya Çekirge kaplıcaları olacak ya da Gemlik. Babaannemin sayesinde daha küçücükken yararlarını öğrendiğim Bursa kaplıcalarını soruyorum. “Azaldı sular. Eskisi gibi değil. Büyük otellere verildi hep. Keşke zamanınız fazla olsaydı da sizi gezdirebilseydik” diyorlar. Onları rahatlatmak için babamla yaptığım Bursa tatilini, gezdiğim mağaraları, camileri, türbeleri anlatıyorum. Bursa’da doğup büyümüş hâlâ burada yaşayan ancak buranın tarihî, mimarî, doğal zenginliklerini görmemiş birçok çocuk ve genç olduğunu öğrenmek tüylerimi diken diken yapıyor. Deniz şehirlerinde yaşadıkları halde denizi tanımayan çocuklar gibi… İşte buna çok kızıyorum. Nasıl kızmam? “En azından okullar gezi düzenlemiyor mu?” diyorum. Düzenliyorlarmış ama belli başlı yerlere; Ulu Cami’ye, Yeşil Türbe’ye. Anladığım kadarıyla çoğu yer üvey evlat muamelesi görüyormuş. Burada yaşasam şehir içi kültür gezileri düzenlerdim. Hatta diğer illerden, ülkelerden de yapılacak tur programlarına ilgi olurdu, diye düşünüyorum. Özel huzurevlerinden kaplıcalara bile turlar düzenlenebilirdi. Mimarlık fakültelerinde okuyan öğrencilere hocaları eşliğinde özel programlar yapılabilirdi. Aklıma daha onlarca fikir gelse de hepsini zihnimden uzaklaştırıyorum. Bursa’da eğlenmek için Arap Şükrü sokağına gidilirmiş. Akşamın ilerleyen saatlerinde daracık ışıl ışıl bir sokağa giriyoruz. Sağlı sollu sıralanmış lokantalardan gelen fasıl nağmeleri kulağınızdan içinize akıp sizi farkında olmadan içeriye çekiyor. Sokağın ilk lokantası 1960 yılında ölen Şükrü Bey tarafından açılmış. Şükrü Bey’in ölümünden sonra da beş oğlu aynı işi devam ettirerek babalarının ismini yaşatmışlar. Arap lakabı Şükrü Bey’in dedesi Yemen’de bir Arap kızıyla evlendiği için verilmiş. Bunları öğrendikten sonra duvarı süsleyen eski, ahşap çerçevenin içindeki fotoğrafın Arap Şükrü’ye ait olduğunu anlıyorum. Yahudilik diye bilinen bölgede bulunan sokak, Bursa için İstanbul’un Beyoğlu, Ankara’nın Sakarya’sı gibi. Arap Şükrü zamanında müşteriler yakın il ve ilçelerden atla gelirmiş. Biz atla değil arabayla gittik. Ama imkânım olsaydı bende atla gitmeyi tercih ederdim. Çünkü aracı park edecek yer bulmamız yaklaşık bir saat sürmüş, lokantadan çıkınca da aracı koyduğumuz yeri bulmamız oldukça zor olmuştu. Her büyük şehirde olduğu gibi Bursa’da da çok ciddi bir otopark sorunu olduğunu yaşayarak öğrenmiş, bir daha yolum Arap Şükrü Sokağına düşerse kesinlikle taksiyle gitmeye karar vermiştim. Trafiğin çok zor aktığını, caddelerin bu kadar aracı taşımadığını vurguladığımda bana metroyu anlatıyorlar. Seviniyor ancak yine de içimden “Bursalılar kentlerinin ne büyük değerlere sahip olduğunu daha ayrıntılı bilseler ne güzel olurdu” diye geçiriyorum. Eminim, bu bilinç şehri olduğu yerden çok yükseklere taşıyacaktı. Merkezindeki otuz iki yıl öncenin yeşilliğinden bugüne çok azının kaldığını ve havanın da kirlenmiş olduğunu fark etmeden geçemiyorum. Sabah kahvaltısına Uludağ’ın eteklerindeki Cumalıkızık Köyü’ne gidiyoruz. Yedi yüz yıl önce kurulmuş köyde Osmanlı mimarîsi örnekleri çok iyi korunmuş. Bu konuda emek harcayan herkese teşekkür etmek gerekli diye düşünüyorum. Köyün yamuk yumuk, zor yürünen ama yürümeye doyulmayan daracık, dik sokaklarına bayılıyorum. Çift kanatlı ceviz kapılara asılı tokmaklara uzanıp hepsini çalmak istiyorum. Öyle güzel bakıyor ki kapılar, hangisini çalsam sorgulanmadan içeriye davet edileceğimi hissediyorum. Domatesli, ıspanaklı, rengârenk erişte paketlerini, poşetlenmiş tarhanaları almaya doyamıyorum. Patlıcanlı gözlememi yerken gözümün önünde yapılan diğer gözleme çeşitlerinden de yemek istiyorum. Masanın üzerindeki envaiçeşit kahvaltılığın doğal olduğunu bilmek insana kendini çok özel hissettiriyor. Bu kahvaltıyı en kısa sürede tekrarlamak isteğiyle ayrılıyorum Cumalıkızık’dan. Ödül töreninden sonra babamın “Annenin havlu, kese ve bıçak siparişlerini almadan dönersek bizi eve sokmaz” dediğini duyar gibi oluyorum. Yumuşacık kadife havlulara yüzümü sürünce babamın “Yapma kızım, ayıp” dediği gün seriliyor önüme. Havlu seçmek istiyorum. Bursa fabrikalarının ürünlerinin artık her yerde bulunduğunu bilsem de isteğimi yanımdakilerle paylaşmaktan alamıyorum kendimi. Eskiden evlenme çağına gelen kızların çeyizlerinin Bursa’ya gelinerek tamamlandığını, ilk havlunun on sekizinci yüzyıl başlarında Bursa’da üretildiğini anlatıyorlar. Osmanlıları ziyarete gelen İngiliz kralının beğenerek havluyu ülkesine götürmesiyle de tüm dünyaya yayılmış. Kara tezgâhlarda günde en fazla dört-beş tane üretilebilen en değerlisiymiş. Günümüzde de birçok devlet başkanının yani dünyanın geleceğe doğru izlediği yolda rota belirleyen insanın Bursa havlularını kullandığını öğrenince gururlanıyorum. Yeni havlularım, ipek keselerim ve gülen yüzümle bıçakçılar çarşısına gitmek üzere ayrılıyoruz dükkândan. Hacivat ile Karagöz gerçekten Ulu Camii inşaatında çalışıp inşaatın ilerlemesini yavaşlattıkları için idam edilmişler mi, diye düşünüyor, susuyorum. Bursa’dan ayrılırken yaşadıklarım ve yeni öğrendiklerimle kendimi artmış, olgunlaşmış, yenilenmiş hissediyorum. Göremediğim hanları, hamamları, mesire yerlerini, camileri, külliyeleri, kaplıcaları, mağaraları gerimde bırakmaktan üzgün ama böylesine engin bir tarihe ve bunu yaşatan bir şehre sahip olmanın mutluluğu ve gururuyla el sallıyorum beni uğurlayanlara. Kendi kendime en kısa sürede tekrar gelmeye ve bu gelişimi şeftali mevsimine denk getirmeye söz vererek biraz da Bursalıları ve Bursa’da yaşayanları kıskanarak veda ediyorum, derin şehir Bursa’ya.

  • Yamalıdır Ebemkuşağı

    Bağrı açık izlerdim devr-i âlemi Bir şu kapıdan geçerken ilikledim usulca yeşilimi Bir de dizinin dibinde Yoksa sığmazdı ki sokak lâmbalarına Sahi, kabullenişin resmini de yapabilir misin Abidin? Milyon bakıştan bir bardak ıhlamur Milyon sorulardan bir zeytin dalı Biçtim ufak tefek ayacıklarına Olanca yokluktan bir soba dibi Olanca yokluktan bir sinideki aksini Ayırabildim körpecik bedenine Çifte bahar doğacak bitimsiz gecelerimizden Gelecek bereketiyle yıkanarak sabahın çiğsinde İki ak memene iki ak bahar konacak şaşkın bakışlarıyla Geçerek bir elekten diğerine Öperek koyun koyuna ayrılıklarımızın boynundan Sabahlarımızı doğurduk ezelden ebede Ocakta biteviye kaynar semaver Çıkarıp ayaklarımdan ıslak huysuzluklarımı Sererim hemen yanı başına ıslak türkülerimizin Sürgüsüz kapılarımızdan Hele bandırdıysak o akşamda çaylarımıza gökyüzünü Yasak etmediler ya askıdaki fesleğenlerimizi Bizim evde öyle kaçar ki baca dumanıyla Memleketimin kırık aynası sessizlik Hanım bi tabak daha koy sofraya Güneşi diker annen bir köşede Güneşi silersin sen bir köşede Güneşi ekerim ben bir köşede Bağırdıkça nehirler Kaldırıp başımızı ekinlerin içinden Müziğin rengini katarız gülüşlerimize Katarak alımıza morumuzu Aynı tabaktan kaşıklarız kavgamızı Hanım bi çay koy hele de içelim karşılıklı

  • Mavi Beyaz

    Her biri ayrı bir şekle bürünmüş bulutlar bana varoluşumun sevincini yaşamam için yalvarıyor. Gözlerinin önünde bir dünya var. Nefes alabiliyorsun. Koridordan gelen telaşlı sesleri duyup yorumlayabiliyorsun. Kapıya doğru başını çevirip gelen kişinin senin için gelip gelmediğini kontrol edebiliyorsun. Tüm bunların kıymetini bilmen gerek. Takma kafana hiç bir şey, şükret haline. Bu kadar kolay mı? Grileşmiş beyaz çarşafların içinde, damarlarıma akan sarı sıvının yorgun rengi kanıma işlerken mi kafama hiçbir şey takmayacağım? Kulaklarımda inleyen insan sesleri, tekerlekli yemek arabalarının yaydığı baygın koku ve beyaz önlüklülerin telaşlı koşuşturmacalarını duyarken mi halime şükredeceğim? Beyaz önlüklü koşuşturmacalar, neyse ki zihnimin sevimli çağrışımlar yapmasına yardımcı oluyor. Bana, öğretmenler odasından sınıfa her biri ayrı bir dert ya da soru ile yanıma yaklaşan öğrencilerimin arasında dolaştığımı hissettiriyor. Öğrencilerim… En az kendi evlâdım kadar değerli çocuklarım. Gözlerindeki gülümsemeyi görmek için daima gözbebeklerine baktıklarım. Gözbebeklerim. Derdini paylaşamadığı annesi yerine dert ortağı olduğum, korkusu içine işleyen babasına söyleyemediği sorunlarını çözmek için çırpındığım, dersi anlamadığı zaman kahrolduğum, daha fazla ne yapabilirim, nasıl öğretebilirim diyerek saatlerce çalışıp hazırlanırken daha az dinlenmeyi, daha az gezmeyi göze aldığım, çok sevdiğim öğrencilerim. Tam göz hizama denk gelen bulut. Ülkemin bulutu. Türkiye’min. Geleceğini hazırlamaya, bir su damlası olmaya çalıştığım yurdumun bulutu, kaşlarını çatmış yine bana kızmalarda. Öğretmenlik en rahat meslek. Hiçbir şey olamazsan öğretmen olursun. Yarım gün okula gider, gelirsin evine. Derse girer, çıkar anlatırsın aynı şeyleri. Ne var ki, zaten yıllardır aynı şeyleri anlatmıyor musun, ezberlemişsindir de sen onları. İşini birkaç saatte bitirir sonra günü kendine ayırırsın. Dinlenir misin, gezer misin, uyur musun bak artık keyfine. Kadınsan çocuklarına da bol bol zaman ayırabilirsin. Şubat tatili var, yazın üç ay tatili var. Hem çalışmadan da para alıyorsun. Öğretmenlik kadar güzel meslek var mı? Salla başını al maaşını. Pencerenin sağına doğru yükselen bulut, mezun olduğum fakültenin giriş kapısının yanındaki yıllanmış ağacın kalın gövdesine benziyor. Önce toprağı öpmek istercesine yere doğru keskin bir kıvrım oluşturan, sonra da aynı keskinlikte boynunu kaldırarak, başını mavi gökyüzüne çeviren o ağacın, görünmez bir güç tarafından, okula her adım atışta öğretmen adayına öğretmenliğin amacını hatırlatmak amacıyla o şekle büründürüldüğüne inanılırdı. Ben o fakülteye yüzde ikilik dilimde girdim. Yani her kesin dediği gibi hiçbir şey olamadığım için öğretmen olmadım. Pek çok şey olabilecekken öğretmen oldum. Çünkü öğretmen olmak benim için pek çok şey olabilmek demekti. Eğilip toprağı öperken başı dimdik durabilmek demekti. Üniversiteyi kazandığımda halam, benden üç yaş küçük kuzenim Buket’e beni örnek gösterip öğretmen olmasını salık verince “Yok artık! Öğretmen mi olacağım bir de! Ben daha yüksek puanlı yerleri yazacağım, hayatta yazmam!” demişti. Aradan üç yıl geçip de üniversite tercihlerini yapacağı zaman halam yine “kızım öğretmenliği yaz sen yine de, bulunsun.” dediğinde Buket’in verdiği cevap şu olmuştu. ''Anne senin haberin var mı eğitim fakültelerin kaç puanla öğrenci aldığından, ben nasıl kazanayım orayı?'' Üniversite sınav sonuçları açıklandığında hiçbir şey olamadı kuzenim. Öğretmen bile… ''Herhangi bir ihtiyacı, eksiği olan var mı?'' diye ayaklarını sürüyerek girdi içeriye hastabakıcı. Benim eksiğim var desem. Konu eksiğim var desem, anlar mı? İhtiyacımı giderebilir mi? Karşımdaki çatık kaşlı bulut gitmiş, yerine şakacı bir bulut gelmiş. Bana “dene istiyorsan bi,” diyor. Şimdi bu hastanede yatmanın zamanı mıydı be bulut? Nasıl telâfi edeceğim ben konu eksiğimi? Bu çocuklar bu yıl sınava da girecekler. Bizimkilerden bilgisayarımı istesem doktor kullanmama izin verir mi ki? Kucağıma koyduğumda kasığımla göğsümün arasına düşen ameliyat bölgesine zarar vermeden kullanabilir miyim acaba? Tam oturamıyorum da. En fazla başımın altına ikinci bir yastık koyarak doğrulabiliyorum. Sağ kolumda da bir kasılma yapıyor bu yara. Çok zorlamadan belki azar azar çalışarak konu özeti hazırlayabilirim çocuklara. Eksiği konu özetlerini fotokopiyle dağıtarak gidermeye çalışırım. Konuyu oradan anlatırım. Deftere yazdırmakla da zaman kaybetmemiş olurum. Müfredat çok yüklü. Tüm yıl aralıksız devam ettiysem de okula, ayağımı burktuğumda bile sevk almayıp dersime girdiysem de konuları yetiştirmekte zorlanıyorum. Diğer zümre arkadaşlarım da muzdarip bu dertten. Belki öğrenci çalışma kitabındaki soruların her birini çözmeseydim, onları eve ödev verip geçseydim konularda daha hızlı ilerlerdim. Bu kadar yüklü bir programın gerekli olmadığını her zümrede yazıyoruz ama değişen de bir şey olmuyor. Değişen tek şey müfredat. Her birkaç yılda bir hem de. Tam alışmışken yerine yenisi geliyor ve hazırladığımız tüm dokümanlar da işlevsiz kalıyor. Okuldan döndükten sonra her gün, o hafta anlatacağım konu ile ilgili sunumlar hazırlar, ya da internetten indiririm. Öğrencilere farklı yazılı materyaller hazırlarım. Görseller bulurum panoya asmak için. Saatlerce çalışırım. Saat beşi gösterdiği zaman da bitmez bu mesai. Akşamları da bir yandan yazılı kâğıtlarını okurum, bir yandan performans ve proje ödevlerini değerlendiririm. Her biri ayrı bir ölçeğe göre değerlendirilen bu ödevleri puanlamak oldukça zaman alıcı. Şakacı bulut güldü ''Sen öğretmensin zamandan bol neyin var?'' Bulut öyle deme Allah aşkına! Branşım gereği beş sınıfa giriyorum. İkiyüz civarında öğrencim var. Her bir öğrenci için her dönemde en az bir performans görevi (çoğunda iki) değerlendiriyorum. Yaklaşık olarak on iki sorudan oluşan bu ölçeklerde iki yüz öğrenci için (her birinden birer ödev geldiğini düşünürsek) toplamda en az iki bin dört yüz soru cevaplıyorum. Proje ödevlerini de katarsak işin içine, değerlendirmelerimde cevapladığım soru sayısı üç bini buluyor. Bu ödevleri zamanında e okula girmezsem velinin serzenişi ile karşılaşıyorum. Değerlendirmeler sadece performans ve proje değerlendirmeleri ile de sınırlı değil. Üç yazılı yapıyoruz. Yazılılar bizlerin okuduğu yıllardaki gibi on sorudan oluşmuyor. Farklı soru tiplerinden oluşan yaklaşık otuz soruluk sınavlar hazırlıyoruz öğrencilere. İki yüz öğrenci üzerinden hesapladığımızda on sekiz bin soru incelemesi de buradan geliyor mu? Şaka gibi değil mi? Off, gülerken canım yanıyor. Gülüyorum ağlanacak halimize. Sen de geçmiş karşıma beni güldürüyorsun. Uzaktan davulun sesi kulağa hoş gelir tabi… Yazılı sınavların da her birinin analiz raporu çıkarılarak idareye teslim ediliyor. Her bir öğrencinin doğru cevap verdiği ve veremediği sorular kayda alınarak genel bir değerlendirme yapılıyor. Sınıfın ortalaması kötü çıkarsa hesap veriyorsun. Hatanın nerde olduğunu araştırıyorlar. Dur bakayım o yanındaki bulut bizim müdürün gözlükleri mi? Hadi canım!... Çalışmayan öğrenciye, ilgisiz veliye kesilmiyor hiç fatura. Zaten öğrenci çalışmıyorsa onu motive etmekle yükümlüsün. Edemiyorsan bir yerde bir sorunun var demektir. Ya da veliyi hala okula getirmeyi başarmadıysan suçlu yine sensin. Hep boynu bükük, hep ezik, hep hesap veren. Sen öğrencinin aile yapısını, bütün kişilik özelliklerini bilmek ve bunları da her bir öğrenci için yaklaşık otuz beş sorudan oluşan gözlem formu yada benzeri isimler altında doldurmak zorunda olduğun formlara işlemekle yükümlüsün. Bu sorularda sana her bir öğrencinin bitki yetiştirmeye istekli olup olmadığını dahi soruyorlar. Bunları bilmek zorundasın. İki yüz öğrenci için en az yedi bin soru da buradan geldi mi? Daha anlatayım mı? Ders içi performans notları da ayrıca veriliyor. Sınıf öğretmeni olduğum sınıfın kitaplık listesini e okula işlemem ve her bir öğrencinin okuduğu kitapları buraya kaydetmem gerekiyor. Öğrenciler az kitap okusunlar diye dua edeceğim yakında. Bu yıl ilk kez doldurulan bir anket çalışması ile sekiz binden fazla soruyu da ayrıca cevapladığımı söylemeden geçemeyeceğim. Ya, öğretmenlik ne kadar kolay bir meslek! Evde bol bol zamanımız olmadığını anlatıyoruz, anlatıyoruz ama derdimizi kimse anlamıyor. Sen bile anlamadıktan sonra… Yanımdaki yatakta yatan hasta da camdan dışarıya gizli gizli duman üfleyerek sigara içme dememden anlamıyor. Sanırım bende bir anlatma kabiliyetsizliği var. Duman olduğu gibi içeriye giriyor. Hemşirelere yakalansa da rahat etsem diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şöyle özel bir hastanede tek kişilik odada yatabilseydim ne güzel olurdu! Hem eşim de yanımda refakatçi olarak kalabilirdi. Ama nerdee? Sigara dumanının bende yarattığı rahatsızlığı anlatabilmek için, öksürerek bir mesaj vermeye çalışıyorum ama hasta bana mısın demiyor. Üstelik öksürmeye çalışırken canımın yandığıyla da kalmam cabası. Telefonuma da mesaj gelmiş görmemişim. Mesaj eşimden: ''Bu ay ek dersinin tamamını alamayacaksın değil mi? Öyleyse kredi açığını nasıl tamamlayabileceğimiz konusunda bir fikrin var mı? Ziyaret saatinde sana çorba getireceğim. Öpüyorum.'' Mesaj ben rakamlara boğulmuşken tam zamanında geldi. Ama hiç hoş gelmedi. Evet, kredi borcu eksik kalacak bu ay. Ne yapacağız? Hiçbir fikrim yok. Bu maaşla ev almak için borca girmek de senin hatan değil mi? Ev senin neyine. Kredi borcu ödeyeceğiz diye ne bir sinemaya ne tiyatroya ne bir yemeğe gider olduk. Okuduğum kitaplar bile ya korsan ya da ikinci el. Çatık kaşlı bulut elinde bir cetvelle geri döndü ve şakacı bulutun kafasına vurarak onu gönderdi. Ne ayıp! Sen bir öğretmensin, öğretmen de böyle yaparsa başkaları ne yapsın? Hem kültürel hayatın gerisinde kal, hem de korsan kitap al. Ver on beş yirmi lira, al bir kitap. Ne var ki bunu da mı denkleştiremeyeceksin? -Benim maaşım birçok işçiden ve memurdan daha düşük. Benim kadar eğitim almayan birçok çalışan benden daha yüksek ücretlerle çalışıyor devlette, diye serzenişte bulunma bir de. Hâlâ haline şükretmiyorsun. Sen yarın bir de mitinge gitmek istersin. Sana verilen hakları, zammı yetersiz bulursun. Kesiverirler cezanı o zaman anlarsın hakkı, hakkı dayıyı. Bulutun cetveli, göğü yararcasına düştü elinden. Kopan gürültüden irkildi sigarasını bitirip yatağına yerleşen hasta. -Yağmur yağacak zaar dedi. Gökyüzünün tüm bulutları birbirine karıştı. Gri bir örtü serildi üzerimize. Beyaz ve mavi silindi. Koridordan gelen seslerin yoğunluğu ziyaret saatinin başladığını anlatıyordu. Kapıdan gelen ayak seslerine doğru başımı çevirdiğimde mavi gömleklerinin yarısı dışarıda yarısı içerde, kravatları iman tahtalarına kadar gevşetilmiş bir grup erkek öğrencimin ellerinde beyaz çiçeklerle bana doğru yaklaştığını gördüm. Beyaz kasımpatıları bana uzattılar. -Öğretmenim geçmiş olsun. Keşke bugün her zamanki gibi dersimize girebilseydiniz. Keşke sizi bu yatakta böyle yatarken görmeseydik. Keşke arkadaşımızın hatasını bir af dileyerek telâfi edebilseydik. Keşke Kadir sizi bıçaklamamış olsaydı… Gökyüzünden göğü yararcasına yağmur yağmaya başladı.

  • DÜNYA KİRLİ

    plasenta sımsıcak suyunu içip içip besleniyor cenin yaşam yokuşu dik adaletsiz çan eğrisi görünen kulaçlarım kısa el yordamıyla yapılacak iş bitmiyor annemin içiyorum sol memesinden sütünü her yer kırmızı yüz yüz ötesi yok yeryüzü hapis dedi önden giden kandaşım orada yaşın yok toprağında olmayacak iki cılız kol – iki çöp bacak alın ter dökmeyecek seni hak eden olmayınca doğma dünyaya - cehennem serin kalır en yakıcı yaratık burada - zar içine her kafadan bir ses düşüyor güm güm vuruyor nalbant her telden söylüyor şerbetçi mevzu bitti sanıyorum ipe tünemiş cambazlar bağırıyor cürüm izleri taşıyan durum hiç fena değil şenlendiren karnaval bir spermle insana dönüşen ceninin isyanı Adem’e Lilith’in başkaldırısını alkışlıyor annem doğa üstü doğumu örtüsüyle saklıyor içine dilim yok – dinim yok kordonum hale hale burası sütliman almayın beni

  • BAĞNAZLIK ve EDEBİYAT

    Sıtmaya yakalanınca nasıl sayıklar, öfkeye kapılınca nasıl kudurursa, boş insanlara sarılınca da öyle bağnazlaşır insan. Bağnazlık kangren gibidir. Beyni bir kez sardı mı, artık hastalığı geçirmenin yolu yoktur. Bağnazlara yol gösterenler çoğunlukla düzenbazlardır, ellerine hançeri verenler de hilekârlardır. Eğer kutsal dinimiz çokluk böylesi cehennemlik öfkelerle lekelenmişse, insanların çılgınlığında aranmalıdır bunun suçu. İşte bunları söylüyor Voltaire “Yobazlık” isimli yazısında. Aslına bakarsanız son günler de ülkemizde edebiyat eserlerine yapılan saldırıları görünce aklıma geldi bu yazı. Açıp tekrar okudum ve paylaşmak istedim. Zira gün geçtikçe ülkemizde adına yobazlık diyeceğimiz uygulamalarla karşılaşmaya başladık. Ancak bu işin sonu karanlıktır, biline… Karanlığa gidişi gösteren en büyük delil de sansür uygulamalarının eğitimde başlaması. Milli Eğitim Bakanlığı sansürlemeyi yapıyor ve Kültür Bakanlığı, edebiyat eserlerine yapılan bu saldırılara gözlerini kapıyor. Ülkem adına ne kadar acı bir durum. Önce Arif Nihat Asya’nın şiiri Bayrak şiiri sansürlendi. “Gençlerimizi şiddete yönlendirdiği” gerekçesiyle. Oysa çocuklarımızı savaş ve vahşet oyunlarıyla oynamaktan uzaklaştıramıyor. Vatan ve bayrak sevgisini en güzel anlatan şiir sansürlenebiliyor ancak. Çünkü amaç gençlerimizde vatan ve bayrak sevgisinin ölmesi. Sonra sırasıyla Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal şiirleri sansürlendi. Kültür geçmişimiz iğdiş edilircesine. Tabii Yunus Emre’nin insancıl mistisizmi, Kaygusuz’un zekâsı, Pir Sultan’ın inancı, Dadaloğlu’nun meydan okuyuşu, Karacaoğlan’daki tensellik, bu gibilerin dar kafasını, sığ kişiliklerini rahatsız ederdi ancak Voltaire’nin dediği gibi. Açıkçası çok merak ediyorum uluslararası camiada Türkiye’nin yüz akı olan böylesi şairlere sansür uygulayan iktidar hangi şair veya yazarla anılacak. Düşünüyorum da şimdi hayatta olsalardı bu şairler ya sürgüne yollanırdı ya da faili meçhul cinayete kurban giderlerdi, herhalde… Ancak hiçbir iktidar daim değildir. Onlar gider ama o şairler dünya durdukça hep yaşayacaklar. Zira Onlar zamanındaki iktidar sahiplerini bugün kimse hatırlamazken, onlar hâlâ baş tacımız olmaya devam ediyorlar. Bu nedenledir ki bir gün onları sansürleyen egemenler de tarihin çöp sepetindeki yerlerini alacaklardır. Eee boşuna dememiş Yunus; “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen Ya nice okumaktır.” Umarız egemenler bu dizeleri okurlar da bir şeyler öğrenirler, tabii bu dizeler de sansüre uğramazsa günün birinde. Aslında yazarken bile bir yandan içim sızlıyor, diğer yandan gülüyorum hallerine. Zira edebiyata saldırıyorlar. Edebiyatın ölümsüz olduğunu ve öyle kalacağının henüz bilincinde değiller. Yazık, çok yazık… Şairlerimiz yetmedi ama bu insanlara, hatta Türk Edebiyatı da yetmedi. Şimdi de Dünya Edebiyatı’na göz diktiler. Kendilerince onları da hizaya çekecekler. Çok komik değil mi; John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” ve Jose Mauro de Vasconcelos’un “ Şeker Portakalı” isimli eserleri okullarda okutulması sakıncalı kitap olarak rapor edilmişler. Üstelik her ikisi de Dünya Edebiyatı’nın klâsikleri arasında yer almasına rağmen. Gençlerin eğitimine “uygun bulunmayan ” Steinbeck’in, Vasconcelos’un bu kitaplarından tanıdık birçoğumuz insanları. Hangi koşullarda olursa olsun insan yaşamının, insan onurunun önemini kavrattı bize bu kitaplar. Emeğin ne denli yüce olduğunu yine oradan öğrendik. Hayattaki eşitsizlikler, ekonomik uçurumlar, haksızlıklar, adaletsizlikler karşısında direnenlere saygı duymayı da; en olumsuz, en zor anlarda dahi yaşamı sımsıkı savunma gerekliliğini de ondan öğrendik... Ama onlara göre bunları bundan sonraki nesillerin öğrenmesine gerek duymuyorlar. Çünkü yetiştirmek istedikleri nesil düşünmeyen, sorgulamayan, her şeye körü körüne inanan bir nesil. Maazallah bunları okurlar ve öğrenirlerse sorgulamayı vay hallerine, değil mi? Yukarıda yazısından paraflar verdiğim Voltaire “Bağnazlar yetiştirmenin en şaşmaz yöntemi, öğretmeden inandırmaktır” sözünü de söylüyor aynı yazısında. Ve anlaşılan odur ki amaçlanan da bu. Ancak bilinmelidir ki edebiyat yüzyıllardır tüm yasaklamalara rağmen var oldu ve olmaya da devam edecektir. Hiçbir egemenin gücü onu yok etmeye yetmedi, yetmeyecektir. Zira edebiyat yok edildiği sanıldığı anda bile küllerinden yeniden doğup yaşayacaktır sonsuza dek…

  • Bu şehrin Üzerine Dökülen Şiir

    ( 2.Bab ) I gülüşü çalınmış çocuklar gibi çocuklar gibi ; çalınmış şehir sokağında kilitli akşam, mosmor bir çığlık yıkılır derdine kim ? susar kimi derdine ; akşam ( Onlar benim martılarımdı. Üşümüş maviye dokunurlardı ) II çalınmış gülüşü gibi, çocuklar ! sırtında rüzgar. Yuvarlansa sokak başından yokuş aşağı, ellerindeki sabah yuvarlansa...Aşağısı deniz maviye bulansa sabah.Isınsa mavi yükselse ; yosun kokusu cıvıl cıvıl (Onlar benim martılarımdı. Üşümüş maviye dokunurlardı ) III şimdi sabahtır. Eski bir sabah kanatlanıp gelir eski bir tarihten her yanı ahşap kokusu bir tülbende sarınmıştır şimdi çünkü sabahtır eski bir sabah eğilir toplar gözleri maviyi kanatlanır martılar ısınır mavi ( Onlar benim martılarımdı... )

  • Alev

    Ovadaki en itibarlı aşiretin medarı iftiharı, açık ara ile başa gelmiş, aslan gibi bir milletvekili ol, ovanın onda dokuzu selâmını almak için yolunu gözlesin, sen de tut hareli bakışlarını bir olmaza kilitle. Seçim sonucu açıklanır açıklanmaz, iki deveyi yatırıp kurban eden Baggariler, meclise hep birden girmiş gibi sevindiler. Üç gün kaldırılmayan ziyafet sofrasında, ovada yemeyen kul kalmadı. Mazbatasını aldığı gün, kırk bir hoca, yüzlerce müridiyle birlikte, sabah ezanından yatsıya kadar kuran okudu. Artık o, koynunda kırk dokuz köyü besleyen ovanın vekili, milletvekiliydi. Bundan böyle rakiplerinin önünde kazara öksürmesi bile yasaktı. Kim derdi ki bir kadın yüzünden, elli iki yıldır yaşadığı topraklardan göçmen kuş misali uçup gidecek. Gidecek de, hiçbir bahara da dönüşü olmayacak. Ama Alev de alevdi. Koskoca milletvekilini, yeniyetme bir delikanlı gibi etrafında pervane edişi boşuna değildi. Güzelden öte, alımlı kadındı. Ne yapsa, ne giyse yakışıyordu. Vekilimiz de boş değildi elbet. Mürekkep yalamış, kravatı boynunda, meclise yakışan, şerefli bir Baggari’ydi. Gözü karaydı canım. Pire için değil yorgan, koskoca aşireti çıra gibi yakmıştı. O gece Bedrettin Bey’in oğlunun düğünündeydik. Protokol her zamanki gibi ön masalara dizilmişti. Tam ortada milletvekilimiz, bir yanında dönemin valisi, diğer yanında da belediye reisi. Sırasıyla emniyet müdürü, rektör, ilçe yazı işleri müdürü, derken kasabadaki bürokrat takımı tam tekmil yerlerini almıştı. Milletvekilinin ağa kızı karısı arka sırada, belediye reisinin karısıyla yan yana oturuyordu. Alev Hanım, kırmızı bir elbise giymişti. Sarı saçları bukle bukle omuzlarında, dudakları narçiçeği rengine boyanmıştı. Pembe beyaz kolları; siyah kıvırcık saçlı, zayıf, asi kılıklı bir gencin boynunda, sarmaş dolaş dans ediyordu. Gencin kolları Alev Hanım’ın ince belindeydi. Orkestra ile protokolün arasındaki sahnede, birbirlerinin gözlerine bakarak, fısır fısır konuşuyorlar, arada bir kahkahalar atıyorlardı. Meğer bu çocuk Ankara’da öğrenciymiş. Tango mu ne biliyormuş. Halaydan öte, garip bir dans işte. Şöyle erkek ile kadın gözlerini kırpmadan birbirine dikiyor, sarmaş dolaş, yuvarlanır gibi, arada bir gerinerek, dönüyorlar. Dersin ki bir yatağın üzerine uzanmış güreşiyorlar. Milletvekilimiz buzlu rakıları ardı ardına nefessiz deviriyordu. Hemen arkasındaki sandalyede oturan karısı bir ara kulağına eğilip, “Hadi kalkalım” diye fısıldamış. Bizimkinin değil karısını kimseyi duyacak hali yoktu. Gözünü Alev Hanım ile sarmaş dolaş dans eden gence dikmiş, kıpırtısız seyrediyordu. Yanında oturan vali eğilip kulağına, “Vekilim isterseniz dışarı çıkıp biraz hava alalım” demiş. O zamanki emniyet müdürünü valiye göz kırparken gördüm. Sanki bırak pezevenk ne hali varsa görsün der gibiydi. Belediye reisinin de yüzünde müstehzi bir ifade, rektör ile bakışıyordu. Rektör'ün bizim âşık milletvekilini sevmediğini herkes biliyor. Bir yıl önce milletvekilinin aşiretinden iki öğrenci yurda alınmamış. Ertesi gün aşiretten üç kişi gelip, Rektör'ü makamında sıkıştırmış. Kravatından tutup, yavaş yavaş yukarı kaldırarak, “Bir daha bu aşiretin adını duydun mu, önce salâvat getireceksin, sonra da ceketini düğmeleyeceksin.” demişler. Velhâsıl, o gece milletvekili düğünde yalnızdı. Aşiretinden kimse yoktu, olsalardı engel olurlardı elbet. Allah kimseyi şaşırtmasın! Milletvekilimiz protokol masasından aniden kalktı. Biz düğünü terk edecek diye bekliyoruz. Dedim ya, kulakları çınlasın gözü karaydı. Terk etmedi, sendeleyerek piste doğru yürüdü. Dans eden Alev Hanım’ı kolundan tuttuğu gibi gencin boynundan çözdü. Ben biraz gerideydim. Birilerine göre; “Yeter artık dayanamıyorum!” diye bağırmış. Kimileri de diyor ki; “Seni öldürürüm!” demiş. Benim gördüğüm, Alev Hanım’ın yosun yeşili gözlerinden ateş fışkırıyordu. Milletvekilinin hışmına uğrayan delikanlı şaşkın görünüyordu. İşte ben o ara yaklaşabildim. Çocuk, “Teyze ne oluyor?” dedi. Alev Hanım, gence hiç cevap vermeden, gözlerini sarhoş milletvekiline dikmiş, kızgın kızgın bakıyordu. Milletvekili de ona. Sanki bir odada tek başlarına kalmışlar; önce kim gözünü kırpacak oyunu oynuyorlar. Çıt yok. Herkes nefesini tutmuş, ne olacak diye bekliyordu. Vali Muavini Feyyaz gelip, milletvekilinin koluna girerek onu dışarı çıkardı. Ova kolay kolay içindekini atmaz. Sevabıyla günahıyla kabul eder; ama gel gör ki son seçimi kaybeden eski milletvekilinin müteahhit kardeşi de ordaydı. Düğünü videoya çeken çocuğu çağırmış yanına, bir tomar parayı sıkıştırıp eline: “Arabaya gidiyorum, bu görüntüleri bana getir, sana benim inşaatlardan, hangisinden istersen iki odalı bir daire, anamın ak sütü gibi helâl olsun” demiş. Eh, başına devlet kuşu konmuş, çocuk daha durur mu? Ertesi gün hangi kanalı açtıysak bizim kasaba ve düğündeki gizli aşk! Artık gizlilik mi kalır? Sabah ovayı gazeteciler istilâ etti sandık. Biri bizim kahveye gelmişti, kulağımla duydum; “Haber değil börek, yeme de yanında yat” diyordu. Demek bu gazeteci kısmı habere bu kadar aç. Hükümete karşı olan gazeteler üç gün boyunca bizim kasabayı manşetlerden indirmedi. “Bu ne rezalet!” “Milletvekilinin cinnet geçirdiği an!” “İşte o afet!” “Sayın Başbakan daha ne kadar susacaksınız!” Daha neler neler? İki gün sonra Milletvekilimiz istifasını verdi. Videocu çocuğa zemin kattan tek odalı daireyi veren müteahhitin söylediğine göre Başbakan, kendi makamında bizim milletvekiline öyle bir tokat aşk etmiş ki, seyredenlerin bile yüreği hoplamış. Bir söylentiye göre de âşık milletvekilimiz, kurşunkalemle yazdığı istifasını, fakülteden arkadaşı Turizm Bakanının eline tutuşturmuş. Bakan, “Yazık ediyorsun, siyasi hayatını kendi elinle bitiriyorsun.” demiş ya, bizimki arkasına bile bakmadan Meclis binasını terk etmiş. Kasaba çalkalandı. Her köşede, her dükkânda, her evde, bütün konken partilerinde Alev ve milletvekilinin umutsuz aşkı konuşuldu. Konuşmayan ve yorum yapmayan iki kişi vardı. Biri milletvekilinin ağa kızı karısı; biri de Alev’in çocuk doktoru kocası. Doktor bey buralı değildi zaten. Boşnak göçmeniydi. Hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Kasabanın da en iyi doktoruydu. Git, çocuğunu muayene ettir, param yok de, sana çıkarır bedava ilaç da verir. Öyle efendi adam. Aşiret ağalarından bir ikisi ziyaretine gitmiş, “Sen bizim dostumuzsun. Yerimizi biliyorsun. Geceyi gündüzü sorma, ne zaman istersen kapımız sana açık. Sana feda edecek canlarımız da var.” demişler. Ben diyenlerin yalancısıyım. Artık aşiret ağalarına Doktor Bey ne demiş, onu bilmiyorum. Zaten çok konuşmazdı. Edebiyat Öğretmeni Şefik ile arada bir satranç oynardı. Bir kez torunumu götürmüştüm, kahve ikram etmişti. Penceresinden, kasabanın yamacındaki dağı göstererek, “Salih amca bunun tepesindeki kar ne zaman kalkacak?” demişti. O kar hiç kalkar mı Doktor Bey? Alev ile Amerika’ya göçtü. Kimseye veda etmeden… Şefik arabasıyla havaalanına götürmüş. Çok oldu. Bu sabah gözüm dağın tepesine ilişti, hepsi birden önüme üşüştü sanki. Kulakları çınlasın.

  • Yarın Sabaha Geçer

    Bir duble yaşama biraz suyla buzu karıştırdım. Nasıl beyazlaştığını seyretmeyeli uzun zaman olmuş. Rakının ilk yudumunda hafiften genzim yandıysa da hiç bekletmeden ikinci yudumu aldım, tıpkı hayat gibi… Şimdi… acıtmaktan vazgeçip zevke dönüştürüyor kendini. Bir duble rakıyla başlamıştı o gece; hayatıma bakıp iç geçirmem… Birinci dublede oldukça iyiydim. Sonrası geldi. İçtikçe devleti kurtarmak, hükümeti alaşağı etmek, yapılanların yanlışlığını konuşmak her rakı sofrasının adetiydi, ben de onlarla başladım. Sonra ayakta duramayacağımı hatta oturacak halimin bile kalmadığını anlayınca evimin önünde yaptığım ve bana şehir yaşamının eziyetini biraz olsun unutturan bahçeye çıktım. Yüzüme çarpan bahar rüzgârıydı. Kapının önündeki çimenlerin üzerine boylu boyunca uzandım. Üstüme doğru uzanan kırmızı güllerin ve bahçenin bir köşesinde salınan yaseminlerin kokusu birbirine karıştı. Bu güzellik bir an olsun mantığımın bitimine ama hasretlerimin yüzeye vurmasına neden oldu. Gökyüzünde büyük, porselen bir tabak gibi duran ay bugün kendini tüm yönüyle açmıştı insanlara. Belki de benim de ona açmam gerekiyordu kendimi; geçmişimi, umutlarımı. Gözlerimi kapatmak istesem de bir türlü gökyüzünden vazgeçemiyordum. Karanlık olmasına, hiçbir şey göremememe rağmen bakmaya devam ettiğim yine de bir ümitle küçük bir yıldızın parıltısını ya da kaymasını beklediğim gökyüzüne. Hayatımda da böyle vazgeçemediğim bazı şeyler vardı. Ama şu an hiçbir pırıltı yoktu. Yıllar önce sönmüştü. Ben bunu ancak kırklı yaşlarımda fark etmiştim. Özellikle de rakı içtiğim zaman. Nereden başlayacağını bilmeyen bir anlatıcı gibiyim. Beynimde dönüp duran düşünceler bir yumak olmuş çözülmeyi bekliyor ama ben ucunu bulamıyorum. Sevdalarım geliyor aklıma, sevdalar beni köyüme götürüyor. Köy, anamın kokusunda renklenirken, düşlerim babamın nargilesinden şehrin nargilesine uçuyor. Tadı gibi kokusu da yapma olan tütün midemi bulandırıyor. Yine de sigara geliyor aklıma. Malbora paketine uzanıyorum. İşte o an anımsıyorum: Samsun, Maltepe, Gelincik… sahi nerede o eski sigaralar? Nereden nereye geldiğimi soruyorum kendime. Anlayamadığım ama gelmek için çok çaba harcadığım, şimdi de sevemediğim bir yerde olduğumu düşünmek canımı yakıyor. Çimlerin üzerinde yatmayı ne kadar özlediğimi düşünüyorum. On beş yaşında aşkın ne kadar değerli olduğunu, böyle çimlerin üzerinde Zeliha’yı öpmek için nasıl savaştığımı düşünüyorum. İnsan dediğin basit; hayatının özeti karşı cinsin özeti… Nalan, geliyor aklıma. Aşkı nasıl da buruşuk çarşaflar ve ter kokusuna indirgediği. Sonra da benden çok daha fazla zevk aldığını gösteren tepkileri; bu zevkin mayasında bir bozukluk mu var acaba, dedirten sesler. Sabahleyin, en mahrem yerlerinde açmıştım gözlerimi. Ben de çıplaktım ama sanki ondan daha azdı çıplaklığım. Niyeyse, şairin birinin “Önce kalbinden öpeceksin kadını…” gibi bir dizesi vardı, o geldi aklıma. Oysa ben zamanında aşık olup öpemediğim dudaklar yerine bu gece ateşe düşmüş kömür gibi yanmıştım bu şuursuzca bana sunulan bedenin karşısında. Aşk mıydı? Yoksa, bir kadının ruhunu soyabilirsen… ne olurdu? Bunların hepsini unuttuğumu anladım. Aşklar mı unuttu bizi yoksa biz mi çok hafife aldık aşkları? Belki de zaman eskidi, eskiyen bedenlerle. Ruhumu ben eskitmiştim. Sonra, beynim garip bir şekilde karıştı. Anılar sustu. Geriye baktığımda Zeliha’dan başka kimseyi sevmediğimi, kimseye aşık olmadığımı anladım. Bunları düşünürken, içimde bir ürperti… Uzun süredir yaşamadığım ve belki de beni hayvanî duygulardan arındıran bir hisle. Aşk insana her şeyi öğretiyormuş aslında. Mesela ardından koşacak bir mücadelenin varlığını, uğruna ölünecek şeylerin seçimini ve en önemlisi vicdanın Tanrı ile senin aranda olmasının aslında çok doğal olduğunu. Belki de bu yüzden o zamanlar Tanrı yoktur, derken bile sevdiğimi, anamı, babamı Tanrı’ya emanet edip çıkıp gelmiştim şehre. Sonrasında kendime ait bir yaşadığım olmadı, çocuklarımın yaşayacağı güzel bir dünya düşüyle. Ne çok arkadaşımı kollarımın arasında, en çoğunu demir parmaklıklar ardında yitirdiğimi unuttum. Bir de, düşüncelerinden vazgeçmenin ne kadar pirim yaptığını görüp kollarına Tanrı’yı takmış gibi, cennetten yer ayıran arkadaşlar vardı ki, onlar için söyleyecek tek bir kelimem bile olamaz. Tanrı bilir işini… Böyle bir şeyi yaşayacak olduğumu, yaşama ihtimalimin daha bundan yıllar öncesinden belli olduğunu bilmek için müneccim olmama gerek yoktu. Köy Enstitüleri kapandığında, sayfalar dolusu evrak SEKA’da yakıldığında, cami sayısı okul sayısından çok olmaya başladığında ve imamlar cemaati şaşırtan işlere başladığında aslında bugün neler olacağı net görünüyordu, kıyamet alâmetleri gibi… Aldırmadım. Sadece ben mi? Kimse aldırmadı. Bol paça pantolonları atıp gardıroptan, yerine dar paça kotlar aldım. Ezberimdeki mücadele sloganlarımı fısıldamaya döndüm önce, olmadı içimden söyledim. Sonra da önemli bir şey yapmışım gibi böbürlendim. George Orwell’ in Hayvan Çiftliği’ndeki domuzlardan bir farkım kalmadı. ''Tüm hayvanların eşitliği ilkesi Koca Reisle birlikte toprağa gömülmüştür…'' Nereden çıktı şimdi kendini suçlamak? Sağ tarafım sol yanımla kavga ediyor durmadan. Ay gökyüzünde hiç olmadığı kadar çok parlıyor. Bazen de bu sarhoşa göz kırpıyor. Hiç işte, yine rakı sonrası hezeyanları… Oysa onca sorumluluk arasında geçmişin gelip kapıya dayanması da ne demek oluyor. Sana ne be kardeşim? Sen rakını iç, hayatını yaşa, diyebiliyor muyum? Gözlerim kendiliğinden kapanıyor artık. İçsesim bile derin bir sessizliğe gömülmek üzere. Ruhum yerini uyku perisine çoktan bıraktı. Belki biraz mide bulantısı ve baş ağrısı olur, ama eminim yarın sabaha düzelirim, bir şeyim kalmaz.

  • O da Hasretim Olsun

    O devir zordu büyümek... Bin yıl önce değil, kırk, elli yıl önce bir çocuk, bir genç için dünyanın en zor yeriydi bu coğrafya. Hayat ister kız olsun ister erkek büyümeye çalışan herkes için, jilet gibi keskin pıtrak tarlasıydı. Öğreneceğimiz hiçbir yer yoktu, televizyon, bilgisayar, cep telefonu hayal bile edilemezdi henüz, mahalle de sana düşmandı; geriye bir tek kitaplar ve filmler kalırdı. Ve aklın ve hayal gücün ne kadarsa, ne kaparsan.. Aşkı merak ediyordum, onu da o zaman keşfettim. Yaşımı yeni büyütmüştüm, öğretmenliğe başlayınca 18 yaşından küçüklere maaş verilmediği söyleniyordu. Öğretmenlik, hatta okul müdürlüğü yapabilirdi, ama on kuruşu eline alıp harcayamazdı, nasıl akılsa? Olsun ne büyük işti 18 yaşında olmak... Saçını azıcık uzatabilmek, ispanyol paça giyinmek, sigara içebilmek de... Onu bile beceremedim, santim santim büyüyerek, anlayarak oraya gelmek vardı, mahkeme kararıyla tepeden inme ergen oldum. Trabzon hep yağmurdu... Güneş üç gün ardı ardına gözükse şaşırtırdı, kıyamet belirtisi diye... Dallarında erkeninden patlayan erik çiçeklerini konfetiler gibi yollara döken bahar yağmuruna aldırmayan çocuklar, sokak boyu saçak altlarına çöker, kiraladıkları çizgi romanları okurdu. Sınıf farkını gözünüze sokan kentin sosyetesinin devam ettiği ve o yüzden de pahalı sineması Konak'ın gösterişli cam kapısında, çoğu uzun saçlı, parkalı üniversitelilerin siyah beyaz afişleri vardı, aranıyorlardı. Kısa bir süre sonra siyaset denen tanrı adına çoğunu ya buldukları yerde öldürecek ya da asacaklardı, bilmiyorduk. Özellikle eğitimli gençlerin kurban edileceği korku çağına az vardı. Ne güzel günlermiş; öğretmenin boş zamanında bile görev mahallini terk etmesi yasaktı ve biz adaylar da bu disipline dahildik. Biz de kaçtık. Staj için bulunduğumuz Maçka yolundaki okulumuzdan Trabzon’a inmiştik. Tek film oynatan, yine de ötekilerden daha pahalı olan "sosyete" sinemasında paramıza kıyıp Love Story’i izleyecektik. Bende Ryan Oneael’e benzer iki bukle gören arkadaşlarımın iltifatına lâyık olabilmek için saçlarımı oksijenle sarartıp, önden kısacık kestirdiğimi ve uzatabildiğim birkaç tanesini de herkesten gizleyerek kulak üstüne atmaya çalıştığımı ve artık düşlerime de giren, putlaştırdığım Ali MacGraw’ı andıran düz saçlı sevdamı aradığımı mahcubiyetle anımsarım. Çok bunalımlı bir ergenlik başlangıcı değil aslında değil mi? Siz öyle sanın. O devir genç olan herkes şöyle ya da böyle potansiyel suçluydu. Ya olmuştu ya olacaktı. Söylemeden geçmemeli. Benim komünistliğim de o bir parmak saçla tescillenecekti ilk. Benim sevgili hemşerilerim bende büyük bir anarşist potansiyelini okumuş, adımı da koymuştu: Ben komünisttim. İki kitap okuyup ya da müzelere ziyarete gidip de ecdadımızın ve pirlerimizin uzun güzel saçlarını göremeyen akrabalarım başta olmak üzere çevremin, sanki berber dükkanları varmış gibi, takmadığım mahalle baskısına isyanımı beni devlete ihbar etmekle cezalandıracağı sürece yeni girdiğimi nereden bilecektim. Tabi aklından ve fikrinden hiç kuşkulanmadığım devletimin beni o kadar ciddiye alacağını da... Kuşkusuz bilmiyorlardı, benim aslında, dayımın arkadaşı siyah giysileri, belinde muhtemelen yapma Trabzon silahı kent sokaklarında motorunu bir at gibi koşturan ülkücü gençliğin idolü Kürşat'a hayran olduğumu... Tek duraladığım nokta onlarda uzun saç, geniş yaka gömlek ve İspanyol paça... yani her türlü yenilik henüz mekruhtu, bense çok seviyordum. Ölen babamın yerini kolayından almaya çalışan, ama hiçbir sıkıntımı umursamayan, beni çaresiz bir tutsak yapan, hürmet ve hizmet de bekleyen yakınlarımdan , memleketimden nefret ediyor, ergen çocukları rahat bırakan bir dünya varmış gibi, ötelerdeki özgürlüğü fanatizme varan bir tutkuyla özlüyordum. Biraz yavaşından öğrenecektim ama öğrenecektim, her yer aynıydı, her ergen de, her mahalle de... Aklı akşam yediğini anımsamaya yetmeyen, okuma yazması bile meçhul, ne var ki her dediği kutsal kelam sayılan, yaşlılıkla donattıkları o zalim ve görkemli güçle hayata ve siyasete dair bütün kuralları koyan ve Marks'ı da Lenin'i de, Hitler'i de, gitmiş gelmiş gibi öteki dünyayı da bilen o insanların bu ülkenin harcı olduğunu düşününce bugüne niçin şaşıyoruz ki? Ne saltanattı o devir yaşlıların ki?.. Şimdi bakınca imreniyorum. Bizim yaşlılığımıza da denk gelseydi ya... Bende büyüklere kulak verecek akıl ne gezer, çok düşünmedim, saç ve paça özgürlüktü, on altısındaki bir çocuğun yeri elbet orasıydı. Gerçi öğrenimi biraz zordu ama teori ve bilinç nasılsa oluşurdu, esas olan imandı. Hele yola çıkalım, istim arkadan gelirdi. Sonradan daha tam öğrenemeden ilk duvar yazısında öldürülenleri görünce... Arayan bulurmuş. Şimdi bakınca, bulmazsam sanki balçıktan yaratmaya kalkardım gelir bana. Arayan yorulursa, benzetirmiş de... Okuldaki staj öğretmenlerimden biriydi, benden yaşça hayli büyük kadın öğretmen. Ali MacGraw’e benzerliği sadece külrengi düz saçlarındaydı, ama yeterdi, bu derin vadinin içinde, ırmağın kıyısındaki küçük okulda, bulduğumda kusur arayacak hal de yoktu bende, huy da… Kadının ne kadar umurundaydım bilmiyorum, ama bir düşe bakar gibi bakıp duran, bir damla ilgi için dört dönen bir çocuğa kim acımaz? Ya da böyle bir ilgiden kim hoşlanmaz? Başarmıştım. Ya da sanıyordum. Yalanın en inandırıcı olanı, insanın kendine söylediği değil midir? Kuşkusuz arada görüyordum; yarattığım, filmdeki aşka çok benzemiyordu. Ama o film bir ABD yapımıydı, herhâlde benzemeyecekti. Yöredekilere benziyor muydu? Onu da nasıl kıyaslayıp anlardım ki? Beni görünce gözleriyle gülümsüyordu. Bazen benimle konuşuyor, o günlerde hastalanan bebeğinden bile söz ediyordu. Bir keresinde öğretmenler odasında yanımda oturmuş, ekmeği uzatırken eli elime değmişti. Daha ne isteyebilirdim ki? Hoş ben henüz ilk dersine çalışan aşk IQ'su çok da parlak olmayan bir çocuktum, takdirname alacağım demiyordum ki. Yalan söylememeli, ondan önce de küçük bir egzersizim olmuştu, Akdeniz yüzlü bir okul arkadaşımla. Adını ağaçlara kazırdım. Sonunda o da on dördündeki bu sümüklü çocuğun büyümesini daha fazla beklemeye dayanamamış, benden beş altı yaş büyük bir sınıf arkadaşımı gözlerimin önünde yerime koymuştu. Sadece adını koyamadığım bir rahatlık, bir küçümseme hissetmiştim, bir de evlenseydim... kurtulduğuma şükrediyordum herhalde. Yok, o kadar değil, üzüntüden deli divane, ama gururumdan ölsem sesim çıkmaz, öyle... Bunun adının ihanet olduğunu ve önemseyip kıyameti koparmam gerektiğini büyüyünce anlayacaktım. Eyleme ihanet diyenin zayıf taraf olduğunu da... Yoksa yaşamın doğasıydı; açlık fırın yıktırırdı. Aslında hala anlamam ya, ne mecburiyeti vardı, o kızın bir sümüklüyü taşımaya ve benim nasıl hakkım doğuyordu üstünde, beceriksiz elimi tutup göğsüne bastırdı diye... Dedim ya , aşk IQ'su düşük bir adam diye... ​Staj bitip okuldan ayrılırken bana bir kitap bile armağan edecekti benim platonik aşkım. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un yazdığı, Louis Aragon’un "Dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımladığı Cemile’ydi kitabın adı. Nasıl bir aşk öyküsüydü bir bilseniz, tama yarama merhem olacak gibi... Aytmatov işte öyle birinci yazarım oldu. Yaşam öyküsünü öğrendiğimde onda benimkini de aşan ama yazarak iyi ödünlediği bir yan görecektim. O da tutsaktı, kendi çevresine. Babası Prof. Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan'ında seçkin devlet adamı idi, ancak 1937'de tutuklandı ve 1938'de kurşuna dizildi...ve bu edebiyatın dünya devi tüm yaşamınca Sovyet Rusya'yla barışık yaşamaya çalışmıştı. Daha büyük bir tutsaklık olur mu? Sonraki süreçte, ilkokul öğretmenliğini bırakıp, aslında yapamayıp, başladığım üniversitede, okuduğum edebiyat bölümünün de etkisiyle başta klasikler olmak üzere dünyayı okuyacaktım. Edebi tekniğine hayran kaldığım Faulkner, yaşamöyküleriyle birlikte ele aldığımda E. Hemingvay, kendini var edişine hayran kaldığım J. London, üçüncü aşk çalışmamın ilgisinden ve armağan ettiği Perşembe Günleri Aşk kitabından Steinbeck, satırlarında erotizmi keşfettiğim Balzac, bana çok çağdaşmış izlenimi veren, yazması, belki çevirmeni, aynı ben dediğim Arogon, devrimci sloganlar ezberlediğim dönemde Gorki, Türk işi Anadolu devrimcisine evrilmeye başladığımız dönemde İnce Mehmet serisi uzayıp gazete işi, yazmaktan para kazanıyorum, diye bağıran tefrikalara döndükçe bendeki imajı zayıflayan ama ezberlediğim, dönemin moda adı Yaşar Kemal, Aslan Asker Şvayk’taki zekasına bayıldığım J. Hasek … gibi çok yazarım vardı, ama tanıdığım, bildiğim, en çok etkilendiğim dünyanın en iyi yazarı sayacağım Aytmatov’la tanışmam öyle olacaktı. Bu, mitolojiyi, toprağın evrensel dilini, insan ruhuyla ve şiirle harmanlayıp çağına taşıyan, hayran kalınacak kurgularla öyküleştiren adam okuduğum her kitabında daha büyüyecekti gözümde. Bütün kitaplarını çok sevdim, son dönem yazdığı bilimkurgular hariç, "mankurt" filan faslını hele hiç sevmedim, yazarın işi güzel ütopylar yaratmaktı, dünyaya olmadık yerinden dalıp ayar çekmek değil, diye düşünüyordum herhalde... Ama birincilik, bazen Cemile, bazen Öğretmen Duyşen'le at başı gitse de hep TOPRAK ANA'nın olacaktı. 2002 de başladığım KimseSİZ dergisini kapatıp, bir süre aradan sonra yayıncılığımın ikinci aşaması maviADA’ya başladığımda dergide yer alan gençlerden biri, bitirdiği üniversitenin etkinliklerine Cengiz Aytmatov’un da konuk olarak geldiğini söylediğinde bana beceriksizce kurgulanmış bir övünme gibi gelmişti. Dünyanın yaşayan en büyük on yazarından biri seçilmiş Aytmatov bir masal ülkesiydi ve o ülkede biz fanilerin ne işi olabilirdi? Ama umuda yelken açan değilseniz sizden yazar olmaz. Araştırdığımızda öğrenecektik. Elazığ’da yapılan “Hazar Şenlikleri”ne katılmıştı Aytmatov ve o şenliklerde etkin olan Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’la iyi diyaloğu vardı. Tek sorun Korkmaz'a ulaşmaktı gözüküyordu. Her şey çok hızlı gelişti, telefonuna ulaştığım Prof. Dr. Korkmaz, büyük bir nezaketle Cengiz Aytmatov’la ilgili bir dosya çalışması yapma düşüncemize olumlu ve yapıcı yaklaşacaktı. Şimdi Ardahan Üniversitesi rektörü olan Korkmaz, bize koordinatörlük yapmayı ve bizzat Aytmatov’u da katmayı kabul edince dergi boyunca en coşkuyla yaptığımız dosyanın çalışmalarına geçmiştik. Düşü gerçeğe çevirirken cesaretimiz de artmış, bir süre sonra Aytmatov’u Bursa’ya etkinliğe getirmeyi düşünmeye başlamıştık. Bu düşüncemizi Aytmatov’a, Korkmaz kanalıyla ilettik. Aldığımız yanıttan hissettiğimiz Aymatov, Türkiye’ye büyük sevgi duysa da yayınevlerinden hiç memnun kalmamıştı. Yayınlanan kitaplarından hakkı olan telifi alamıyordu. Yine de uçak parası dahil masraflarını karşılarsak gelebileceği yanıtını verecekti. Hemen evet derdim ama maviADA Kültür Sanat Evi'ni açmış usul usul haşlanan kurbağa gibi batmıştım, dergiye yetmeye uğraşıyordum. Ayıracak param yoktu, vazgeçmeyecek, ama erteleyecektim. Elbet bir gün o parayı denkleştirecek ve çağıracaktım, ondan da söz aldık. 78 yaşındaki Aytmatov beni beklerdi nasılsa… Dergi o kadar ilgi görüyordu ki dosyayla ilgili yaptığımız duyurulara ülkemizdeki yazan çizen herkesin severek katılacağını düşünüyor, onca yazıya nasıl yer bulacağımı düşünüp kaygılanıyordum. Ne var ki ilk aldığımız yanıtlar hiç de olumlu değil, aksine heves kırıcıydı. Çoğu yazarımız bu dünya devi, Sovyet Yazarlar Birliği üyesi, Lenin Ödüllü Kırgız yazarı, ülkemizde son dönem kitaplarının yayınlandığı yayınevleri ve onu onöre ederek çağıran katıldığı etkinlikler nedeniyle karşı siyasi kamptan sayıyor, hakkında yazmayı reddediyordu. Cem Yayınları’ndan kitaplarının yayınlandığı dönemde sol kesimin adamı sayılan yazarı, o dönemde de aynı at gözlüğünü kullanan sağcılar sevmiyordu , şimdi solcular... Aytmatov’u ülkemizin yaygın siyasi lincinden dünya devi olması bile kurtaramamıştı. Beni Uganda'da bir sağ düşünceli yayınevi basarsa orada sağcı oluyordum, Amerika'da bir sol yayınevi para kazanır görürse kitabımı, solcu oluyordum. Tolstoy neciydi sahi? Ya Platon?... Hadi be... Siyaset buydu, sorarsan anlamanın piri olan yazar da böyleyse... Bazen anladığına gülemezsin bile... Gelişen kaygılarımıza karşın Aytmatov’un da bizzat katılacağı Rus ve Kırgız yazarların da yer aldığı tatmin edici bir dosya yapmayı başardık, 2006’nın Temmuz sayısında, ilerde konuk olarak da getireceğimize de söz verdik okurlarımıza. Dergi, uluslararası literatürde bile Aytmatov için kaynak gösterilen materyallerden biri olarak yer aldı. O umudu hep sakladım. Ne var ki bir daha o Ali MacGraw’a benzettiğim ilk aşk dersime rastlayamadım. Aytmatov’u da getirecek parayı derginin harcamalarından fırsat bulup artıramadım. Bakmayın iddialı sözcüklerime. Ben bunu iyi bilirim aslında; ömrümce hep büyük mucizelerin kenarında teninin sıcaklığını hissedecek kadar yakın olup dokunamayacak kadar basiretsiz olmayı yani… Çocukluğumdan beri özenle sakladığım ve yüreğimde büyüttüğüm Aytmatov, tanıdığım en büyük düş ustası, birlikte çalışmak, aynı dergide yazma onurunu bana vermişse bile konuşma şansını yakalayamadan 2008 Haziran’ın da 80 yaşında aramızdan ayrıldı. Üzüldüm o uçak parasını bulamadığıma, şimdi üzülmek ne anlam taşırsa? Olsun, o da hasretim olsun... * 10 Haziran 2015

  • İnsanım

    Ben değil miydim naif bir dizenin dibine kıvrılıp uyuyan ülkemde itilmişliğime aldırmadan ben değil miydim şafak yakışağı güneşten sarı liraları toplayan ben değil miydim ağzıma kılığıma bakmadan elimde hamur bükülü belim harman yerinde bolluğu bereketi rüzgarla bir olup kayıran kafesler ardını layık bulmuştunuz hani nerede delikanlılığım, kızlık çağım bir kaç dönüm tarla ile üç beş ineğe bağışlanışım tomurcukta çiçeğe üflensin zurna, vurulsun davul hani nerede kefen niyetine başımdan geçirilen tülüm beyazım çıkarılıp bir köşeye fırlatılan gümüş sırmalı duvağım bana soruldu mu ki at sırtında gezdirildi buyur edildi kadınlığım hak mıdır ceremesi tükenmez üç beş adım geride bırakılan uğursuz sayılışlarım hep mi yalana döner diliniz hani nerede cenneti ayağıma seren köz üstü analığım bu muydu bahşedilen, değer biçilen bu muydu sumsuğu kursağımda aş paslı nacak dayalı boynumda say ki o da beşi bir yerdem, gerdanlığım bu muydu ülkem, bu muydu kadınlığıma bağışladığın gözlerim kör olmadı daha elim kolum var ayaklarım tutmaz değil penceresi güne bakan zindanlar mı endamıma tasarladığın gücün yeter mi sen değil misin karanlığımda hamurunu yoğurup aydınlığa, insan içine çıkardığım geceyi derler toplar toy benim, bayram ben bir hışım savurmama bakar dayanmaz örümcek ağların gözün gözü görmediği niyetlerdir, karanlıklardır kurbanlığım bilinsin Anadolu'yum ben, karnımda dünya ayağımda ha topuklu ha çetik adım sanım belli ben sayısız kere İNSAN'ım... 2020-2021

  • göğe baki kalan bir çift selam

    "virgül koy yazmaya devam et işçi çalış sabaha çık alınterine karış dök terimi kızgın ateşe tarih gibi neden bu keşkeler seninle aklıma düşer saat durur ömür akar gün eskir pencerede her vardiya kurban edilirim bilmediğim tezgahlarda çığlığımı duymayan tanrılara tartılır omuz etim çıkmaz sesim boğazıma beton dökülür cebimi karıştıran hırsızların parmaklarını saysam kaç bin el eder avuçlarda allah sen ne büyüksün ömrümün hükmünü tarih versin gayrı iyice kıyılsın etim toprağa yağmurdan evvel kan düşüyor gece gündüz belli değil, karartı yeryüzü kokuşmuş düzen iki elim yakanda bilesin artık korkmadan yaşamak istiyorum daha göreceğim ne kaldı hasretin gözlerimden dökülen yaprak garip bir duygu vakitsiz içimi yakan ben ne zaman büyüdüm derde salındı gün bitiyor sessiz karanlığa ötüyor baykuş bakışların sürmeli değil artık hayat bir oldu bitti çekildim aradan yalnızlığım senden önce çakır dikeni senden sonra kanadı kırık kuş *Arsen Everekliyan'ın yeni çıkan şiir kitabı "kasaba hüznümü dayadığım kanlı duvar" sayfa: 77

bottom of page