Arama Sonucu
"" için 3735 öge bulundu
- Gözlemciliğin İlkeleri
Dünyanın en akıllı, en iyi, en usta gözlemcisi cırcırböceğidir. Çokları bunu bilmez. Bilmedikleri için de cırcırböceğine delişmen, uçarı, eğlence düşkünü, bir sözü bir sözünü tutmaz yaratık gözüyle bakarlar. Bu, onun gözlem yaparken, gözlemlerinin arasına bir sürü şarkı sıkıştırıvermesinden, yani gözlemcilik göreviyle eğlenceyi birbirinden ayırmamasından ileri gelir. Bana sorarsanız, asıl gözlemcilik budur. Gözlemciliği tek başına yürütmek! Bunu herkes yapabilir. Sadece eğlenmeyi de öyle. Bunların ikisini tam bir denge içinde tutmak, bunları bağdaştırabilmek, bunlrdan herhangi birine fazlaca kaymamak ise her babayiğidin harcı değildir. Zaten kendini sırf eğlenceye kapıp koyuvermenin de hiçbir alımlılığı yoktur. Gözü eğlenceden başka bir şey görmeyen kişi cüceliğin, yavanlığın, sümsüklüğün duvarlarına tırmanmayı önceden seçmiş demektir. Oysa ötekiler, o eğlenceyle görevi birbiriyle bğdaştıranlar hem eğlenir, hem de eğlence üzerinde düşünceye varmak, eğlence felsefesi yapmak mutluluğuna ererler. Cırcırböceği hiçbir yere bağlanmayan ve gözlem için gözlem yapan, dünyanın o az sayıdaki ayakları kösteksiz insanlarına örnektir. Hoş, insanların çoğu bu gibileri suçlamak, kendi aralarından atmak için her türlü kötülüğe başvururlar, işin tuhafı şairler bile cırcırböceklerini yığınların gözünden düşürmeye büyük önem verirler. Ama kimileri de bunun tam tersini yapar. Cırcırböceklerini temize çıkarmaya, suçsuzluklarını kalabalıklara duyurmaya çalışırlar. Gel etme karınca kardeş derler, cırcırböceğine acı. Gelgelelim ki gelgelelim, cırcırböceğine kimseler acımaz. Onu savunan bir iki boynu bükük ozan bile kendi seslerini işittiremeden göçüp giderler. Cırcırböceğinin bir özelliği de ağırbaşlılığı hiç elden bırakmamasıdır. Söylediği şarkıların onu yılışıklığa götürebileceği düşünülebilirse de, tersine, o şarkı söyledikçe durulur, şarkı söyledikçe bir inceleyicinin ağırbaşlılığına bürünür. Kimi zaman, cırcırböceğinde bu ağırbaşlılığın vurdumduymazlığa kadar uzandığı da olur. Bu, artık yaz aylarının en sıcak, en şiirli günleridir. Cırcırböceği bu günlerde sesini bütün bütüne yükseltir, şarkılarına hiç ara vermemeğe bakar, gözlemlerini de eşine az rastlanır bir tezlikle sürdürmeğe çalışır. Bir yandan da kulağını her türlü gürültüye kapar, kendisine hiçbir şey söylenmemiş, kendisini hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Doğrusunu ararsanız, bu kendisine hiçbir söylenmemiş gibi davranmak eğilimi, cırcırböceğine insandan geçmiştir. İnsanlar bol kaşar peynirli fırın makarnası yerken olsun, büyük büyük masaların arkasında toplumu yönetirken olsun, yanlarına sokulan kişiyi tanımamayı, onların karşısında kendilerine hiçbir şey söylenmemiş gibi davranmayı çok severler. Gerçi bu denli insanlar arasında, zaman zaman yanlarına sokulan kişi üzerine kendilerine bir şey söylendiğini açığa vuranlar da vardır. Ne ki bunlar, azlıktır. Üstelik bunların o kişiye yararlı olabilecek hiçbir durumları yoktur. Bütün bu olaylar, bu pavkırmalar, cırcırböceğini tetikte yaşamağa da iteler... Bir yerde işler çatallaştı, sorunlar içinden çıkılmaz bir durum aldı mı, artık cırcırböceğini göremezsiniz. O, Hemen selam vermeğe teşne bir insan gibi gezdirik kenarlı şapkasını başına geçirir ve dağ taş demez günlerce yol alır. Aslında cırcırböceği selam vermeye teşnedir de...Başında ışkırlağı olmadığı vakit, uzaktan kendine doğru birinin yaklaştığını görse, hemen onu başına geçirir selamını verir, sonra yeniden şapkayı yanındaki ağaç dalına bırakır. Cırcırböceğinin bir iyi yanı da gözlemleri nerede kesmek gerekeceğinde hiç yanılmamasıdır. Yaz ayları etrafı iyice kolaçan eden, gözlemlenmemiş tek nesne, tek karış toprak bırakmayan cırcırböceği eylül geldi mi tasını tarağını toplar gider. Kimi zaman eylül ya da ekim aylarında da artık kimsesiz kalmağa yüz tutmuş bahçelerde bir iki cırcırböceğine rastlanabilir. Bunlar yolunu şaşırmış, sürüden ayrılmış, hadi söylemekten çekinmeyelim, gönlüne aşk sıtması girmiş cırcırböcekleridir. Bunlara gerçek gözlemci gözüyle bakmamak da gerekir. Ama ötekiler, o bilginler, o filozoflar, o kendilerine hiçbir şey söylenmemiş gibi davrananlar böyle değildir. Onlar, gözlemleri nerede kesmek gerektiğini çok iyi bilirler. Gerçi bu eğlencenin nerede kesileceğini bilmekle de yakından ilgilidir. Bu bakımdan cırcırböcekleri birçok insandan yeğ tutulmalıdır. İnsanların çoğu, ne zaman sıkılmağa, ne zaman enfiye kutusunu itmeye, ne zaman düşünmemeğe, ne zaman sevmemeğe başlamaları gerektiğini kestiremeden yaşarlar. Oysa yapılan bir işin neresinde durulacağını bilmek, atılan adımın nereden geri çekileceğini kestirmek dünyanın en büyük, en önemli, en mis kokulu davranışlarından biridir. Buna isterseniz hangi insana, hangi zaman, hangi sözün söyleneceğini bilmeği de katabilirsiniz. Doğrusu katmak da gerekir. Çünkü bununla bir kadının sizi ağzı açık ayran delisi gibi dinlerken, birdenbire fitili almasının, üstünüze üstünüze gelen bir kuduz itin birden bütün güler yüzlülüğünü, şirinliğini takınıvermesinin nedenlerini de bulabilirsiniz. Bir de iyi bir gözlemci olmanın kilitbaşlarını ele geçirebilirsiniz ama benim gibi bu işi eline yüzüne bulaştırmış, kendi gözlemlerinin çukuruna kendi batmış birinin bundan laf açması doğru olmasa gerek. Kitap adı : Dört Köşeli Üçgen Yazar : Sâlah BİRSEL Sf. : 93-96
- İki Soylu Akraba
Telif Hakları Dairesi’nin kayıtlarına ilk kez 8 Nisan 1634 tarihinde William Shakespeare ve John Fletcher adlarıyla giren, l634’te yayımlanan resmi quartonun iç kapağında belirtilen, aşağı yukarı 1613 yılında yazıldığı sanılan İki Soylu Akraba (The Two Noble Kinsmen) uzun bir süre Shakespeare’in tüm yapıtlarını toplayan ciltlere alınmamış ve bu oyunun Shakespeare’in mi, yoksa Fletcher’in mi olduğu hakkında önceleri kesin bir karara varılamamıştır. Bu yönden Shakespeare’in yeni basılan “tüm yapıtları” arasında İki Soylu Akraba da yer alınca okuyucular şaşırmışlardır. Bu oyun 1679 yılından itibaren Beaumont–Fletcher’in oyunlarını kapsayan kitaplarda yer almış, ancak kesin olarak saptandıktan sonra ilk kez 1841 yılında Shakespeare’in yapıtı olarak yayımlanmıştır. İKİ SOYLU AKRABA WILLIAM SHAKESPEARE - JOHN FLETCHER özgün adı THE TWO NOBLE KINSMEN ingilizce aslından çeviren ÖZDEMİR NUTKU Okumak için PDF'ye tıklayın.
- "Kır Çiçekleri..."
UĞUR MUMCU Türk gazeteci, araştırmacı ve yazar. 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konulan bombanın patlaması sonucu suikasta kurban giderek yaşamını yitirmiştir. Doğum tarihi ve yeri: 22 Ağustos 1942, Kırşehir, Ölüm tarihi ve yeri: 24 Ocak 1993 (50 yaşında), Ankara, "Bugün daktilomun başında yıllardan beri ilk kez, ne yazacağımı düşünerek dakikalarca durdum. Elim bir türlü tuşlara varmadı. - Ne yazayım bugün? İnsan, içindeki sıkıntılarla boğuştu mu sözcükler, bir dönme dolap gibi beyninizde döner durur. Öyle ki, sözcükleri beyninizden, yüreğinizden ve dilinizden çekip, daktilo şeridine vuramaz, ak kâğıt üzerine siyah harfleri, siyah sözcükleri dizemez, noktaları, virgülleri koyamazsınız... Çünkü, sözcüklerin kendi dünyaları vardır; bu dünyalar, güneş çevresinde dönen küreler gibi beynimizde, vicdanımızda, yüreğimizde döner dururlar... Sözcükler, gün olur, uzanamadığımız yıldızlar kadar uzak, gün olur, hoyratça ezip, geçtiğimiz kır çiçekleri gibi, bizlere yakın olurlar. Ve biz çoğu kez bu uzaklığı da, bu yakınlığı da ölçüp biçemeyiz. Ve sözcükler, yüreklerimizde, vicdanlarımızda, beyinlerimizde ve de atar damarlarımızda döner, dururlar... Bugün hiç yazı yazmasam diyorum, gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, "Erdem", bunun "Onur", bunun "İnanç"... - Ne yazayım bugün? Çevrenize şöyle bir bakın; bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırsınız. Kimi zaman da binbir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup sirk cambazları gibi sıçrayıp durmuş insan müsvetteleri ile... Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda... Pul mu? Onlarda... Hep, bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, binbir yalanın sığdığı başlarını gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır. - Ne yazsam bugün? Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım!.. Geçmiş olaylarından vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!... - Ne yazsam bugün? Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs'tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile Ege'nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip, "işte" desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar. Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri "İnanç", biri "Erdem", biri "Onur"... - Bugün ne yazsam, ne yazsam acaba? Daktilomun başında yıllardan beri ilk kez yazacağım yazının soru işaretine takılıp dakikalarca düşünüp duruyorum. Sözcükleri, daktilonun tuşlarından kara şeride bir türlü çarpamıyorum. Yanıma oğlum "Özgür" geliyor. "Ne düşünüyorsun baba?" diyor. Sonra ekliyor: - Beni yaz baba, beni yaz, benim adımı yaz baba, benim adımı yaz, benden söz et baba, benden söz et... Duruyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, yine düşünüyorum... Bir dağ başına gitsem, kır çiçekleri toplasam ve sonra, evet ve sonra... ve... ve... ve... - Bugün ne yazsam?" Uğur Mumcu Cumhuriyet, 5.12.1981 Derleyen: Semihat Karadağlı UĞUR MUMCU ile ilgili öteki yazılarımızı okumak için tıklayın
- Apple Computer, Inc. Kurucu Ortaklarından Steve Jobs'un SON SÖZLERİ
İş dünyasında başarının zirvesine ulaştım. Diğer insanların gözünde, benim hayatım tam bir başarı örneği. Ancak, çalışmanın yanında mutluluğu çok az yaşadım. Sonuç olarak, zenginlik ve varlık hayatın alıştığım bir yönü oldu. Şu anda bir hasta yatağında tüm hayatımı gözden geçirirken, sahip olduğum tüm zenginlik ve tanınmanın ölümün karşısında solduğunu ve anlamsızlaştığını görüyorum. Karanlıkta bana hayat desteği veren cihazların yeşil ışıklarına bakarken onların çalışma uğultularını dinliyorum. Ölümün nefesinin giderek yaklaştığını hissediyorum… Şimdi şunu biliyorum; hayatımız için yeteri kadar varlık elde ettiğimiz zaman zenginlikle ilgisi olmayan konuların peşinden gitmemiz gerekir, daha önemli olan şeylerin... Belki dostluklar, belki aşk, belki sanat, belki de gençlik yıllarında kurduğumuz hayaller… Sürekli olarak zenginliğin peşinde koşmak insanı benim gibi eğri büğrü hale getiriyor. Kazandığım zenginliği ve varlığı birlikte götüremiyorum. Birlikte götürebildiğim tek şey sevginin oluşturduğu hatıralarım. Sizinle birlikte olan, size güç veren ve size yola devam etmeniz için ışık veren gerçek zenginlik işte bu sevgi dolu hatıralar. Hayat gerçekten çok kısa. Gitmek istediğiniz yere gidin. Ulaşmak istediğiniz yüksekliğe ulaşın. Hepsi sizin kalbinizde ve ellerinizde. Dünyanın en pahalı yatağı hangisidir biliyor musunuz? – “Hasta yatağı”… Sizin için arabayı sürmesi için bir kişiyi kiralayabilirsiniz. Sizin için para kazanması için bir kişiyi istihdam edebilirsiniz. Ancak hastalığınızı sizin için taşıyacak kimseyi bulamazsınız. Kaybedilen her şey yeniden kazanılabilir. Ancak kaybolduğu zaman asla yeniden elde edemeyeceğiniz bir şey var. – “Hayat”. Şu anda nasıl bir hayat sahnesinde olduğumuzla, zaman içinde, perdeler aşağıya inince yüzleşiyoruz.
- Bekle Beni
Bekle beni, döneceğim ben. Çok çok, bıkmadan bekle! Sarı yağmurların Hüznü basınca, Kar kasıp kavururken, Kızgın sıcaklarda - bekle. Uzak yerlerden mektuplar kesilince Bekle beni. Birlikte bekleyenlerin beklemekten Usandığına bakma, bekle. Bekle beni, döneceğim. Unutmak zamanı geldiğini Ezbere bilenleri Hayırla anma! Varsın oğlum, anam Hayatta olmadığıma inansın, Dostlarım beklemekten usansın, Ocak başında toplanıp Acı şarapla Yadetsinler beni. Sen bekle. Onlarla birlikte İçmekte acele etme. Bekle beni; döneceğim, Bütün ölümleri çatlatmak için döneceğim! "Şansı varmış..." desinler, Beklemedikleri için, Beni bekleyerek Düşman ateşinden nasıl Koruduğunu anlayamazlar. Sağ kalışımın sırrını yalnız Senle ben bileceğiz - Bütün sır -senin Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende. Bekle Beni Şiirinin Yazılış Öyküsü Simonov, Kızıl Yıldız ve Savaş Bayrağı gazetelerinde çalışırken İkinci Dünya Savaşı başlamış, Alman orduları Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal ettikten sonra Sovyetler Birliği’ne girmişti. Moskova ile Stalingrad kuşatma altına alındı Simonov, gazetesi tarafından savaş muhabiri olarak Stalingrad cephesine gönderildi. Cepheye ayak bastığı günlerde partiye de kaydoldu Simonov böylece İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerinin yaşandığı Stalingrad cephesinde sadece bir gazeteci değil, aynı zamanda hem de yarbay rütbeli bir asker oldu. Aynı zamanda parti komiseriydi. Derken bir gece, diğerleri gibi cehennemi andıran bir gece, yarı beline kadar çamura battığı, sağına soluna top ve şarapnel parçalarının düştüğü, başının üzerinden vızır vızır mermilerin uçuştuğu bir gece, her zamanki gibi sevdiği kadını, güzeller güzeli Valentina Serova’yı düşünürken, bu kadına karşı duyduğu aşk ve hasretin dayanılmaz bir hale geldiğini hissetti Bütün eti, bütün kemikleri, bütün sinirleri, elleri, gözleri, beyni o anda hemen oracıkta Serova’yı istiyordu Simonov çok sonraları o geceyi anlatırken, “çıldırmak üzere olduğumu anladım ve bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina ile konuşmak, ona aşkımı ve hasretimi anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti” diye konuştu… Konstantin Mihavloviç Simonov Gerçek adı Cyril'dir, 15 Kasım 1915'te Petrograd'da doğmuş, 28 Ağustos 1979'da Moskova'da ölmüştür. Babası Kızıl Ordu'da subay olduğundan çeşitli taşra okullarında okudu. Moskova'da yükseköğrenim görürken bir yandan da tornacılık yaptı. 1934-1939 arasında Gorki Edebiyat Enstitüsü'nde okudu. 1939'da Tüm Birlik Komünist Partisi'ne girdi. II. Dünya Savaşı'nda ordu gazetesi Kızıl Yıldız'ın savaş muhabiri olarak askerlik yaptı. Gerek cephede gerek cephe gerisindeki Sovyet insanının mücadelesini gazetesine gönderdiği yazılarda dile getirdi. Bu yazılarla Stalin Ödülü'nü kazandı. Savaştan esinlenerek milliyetçi ve devrimci görüşlere yer veren lirik ve epik şiirler yazdı. Savaştan sonra, dönemin ünlü edebiyat dergilerinden Novi Mir'in yayın yönetmenliğini üstlendi (1946-50, 1954-58) ve 1974'te Lenin Edebiyat Ödülü'nü aldı. Eserleri Şiir Nostoyaşcie Iyudi (1938; Gerçek İnsanlar) Dorojniye stihi (1939; Yol Şiirleri) Liriçeski Dnevnik (1942; Lirik Günce) S toboi i bez tebya (1944; Seninle ve Sensiz) Bir Daha Görüşmeyeceğiz - Lopatin'in Notları Savaş Günleri Roman Dni i notsi (1944; Günler ve Geceler, 1973, 1990/ Gündüzler ve Geceler, 1975, 1990) (1947; Anayurdun Dumanı) Duruzya i vragi (1948) Tovarişçi po orujiyu (1952; Silah Arkadaşları, 1970, 1974) Dym oteçestva (1956) Jivıye i myortviye (1959; Yaşayanlar ve Ölüler, 1967, 1975) Soldatemi ne rezdayutsa (1964; İnsan Asker Doğmaz; 1969, 1979) Oyun Istoriya Odnoi Liubvi (1940; Albayın Aşkı, 1974) Paren iz naşevo goroda (1941; Bizim Kentten Bir Delikanlı) Russkiye Iyudi (1942; Ruslar) Pod aştanami Pragi (1946; Prag'ın Kestane Ağaçları Altında) Russki vopros (1946; Rus Sorunu) Dobroe imya (1953; İyi Bir Ad) Çetvyorti (1962; Dördüncü) (1972; Savaşsız Yirmi Gün - Lopatin'in Notları)
- oyy feriğim
Dokunan Düşünen Üşüyen Hangi dağın yamacından koptu bu taş Hörgüçlü develer ve devlerden beri Hangi kervanın artığı Bu, bu keder bu Yamalı bohça Peçeli Afgan dinamiti Baba ocağı eski bir asır Zaman harami Küs gidilen haydut köşesi Döşsüzden kaçacak ötesi Rüyası, yazılı döşeği....... Yok! Dokunan Düşünen Üşüyen Aşk rezil Erdem askıda Sıfat tamlaması belirtisiz Sefil Uzun yağmalardan sonra İlke ve inkılaplara Erdemsiz Erinçsiz Çağ yıkımı yerli ve milli Dokunan Düşünen Üşüyen Duvarlarda yontu Apış arası mağaramsı Ağız boşluğunda dehliz Kavsız, ışıksız Ateş kimin eli diye Daha Daha daha Az dahası kan Geri İki, iki daha İki binden evvel aslı Ayaklar büyük Aralandı adımlar Hayvansı Sonrası buz sıyrığı Midye kabuğuna sığar mı çığlığın oyyyy feriğim
- Uzun Yağmurlardan Sonra
Sen yağmurlu günlere yakışırsın Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler Islanan yapraklar gibi yüzün ışır Işırsa beni unutma Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün Her şeye rağmen ellerin üşür Üşürse beni unutma Yeni dostlar yeni rüzgarlar gelir geçer Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuturlar Kahredersin başın önüne düşer Düşerse beni unutma
- Enkinin Kayıp Kitabı
DÜNYA DIŞI BİR TANRININ HATIRALARI VE KEHANETLERİ ''ENKİ'NİN KAYIP KİTABI'' KADİM SIRLAR, YENİ ANLAMLAR • Tanrıların sayıları kutsal isimlerdeki gizli anlamların şifresini çözen ipuçları mıdır? • Sümerlerin günümüze kadar ulaşan gelişmiş genetik bilgi anlayışı hakkında ne biliyoruz? • Kitabı Mukaddes'in peygamberleri geleceği nasıl önceden bildirebilmişlerdi? • Kutsal Tapınaktaki platformu, Baalbek'teki İniş Yerini ve Gize' deki büyük piramitlerin altında uzanan platformu ustalıkla inşa edenler kimlerdi? SUNUŞ Sümerce ve Akkadca tabletleri; Babil ve Asur tapınak kütüphaneleri; Mısır, Hitit ve Kenat "mitleri" ve kutsal kitaplarda anlatılanları biraraya getirip Dünya Tarihçesini bize sunan Zecharia Sitchin'in ilgiyle okuyacagınız bu kitabını dilimize kazandırın Yasemin Tokatlı'ya teşekkür ederiz. Bu kitapta Zecharia Sitchin yine bazı soruların cevaplarını arıyor: Nasıl, Nerede, Ne zaman ve Niçin? Kitap Yazarı : Zecharia Sitchin Çeviren: Yasemin Tokatlı Okumak için PDF'ye tıklayın.
- Jean Paul Sartre Felsefesi I
Eylem Felsefesi Sartre , Heidegger’in “Dasein”inden ve “insanı meşgul eden, varlığın anlamını unutturan küçük ve önemsiz şeylerin” hücumundan etkilenmiş olmalı. Dasein dünya içinde olan insandı. Onun içinde olan , onunla birlikte iç içe geçmiş olan insan. Varoluşçu felsefenin diğer felsefe akımlarından farklı olarak gerçekleri açıklamak, varlığın üzerini örten sır perdesini kaldırmaya çalışmak yerine bireye, bireyin hayatın içindeki eylemine yöneldiğini biliyoruz. Sartre’nin felsefesi bir “eylem felsefesi”dir. Düşünmek yerine “eylemek” ve “seçmek” yoluyla bilincimiz oluşur. “Trans haline geçildiğinde kavuşulan” düşünceler değildir yol gösteren. Caddede ya da otobüste , mahallede, bir şeylerin tam ortasında beliren kavrayışlardır. Özgürlük Sartre insanların özgürlüğe mahkum olduğunu ifade etmişti. O, Freud’çu manada psikolojik determinizme inanmaz ama varlığın getirdiği bir takım koşulların insanı mahkum ettiğini kabul eder. İnsan doğuşundan itibaren böylesi koşullar içersinde bulur kendisini. Sınıfsal-bedensel-zihinsel koşullar onun varlığını belirler. Sonunda bir filozof,profesör ya da amele olabilir insan. Ama Sartre yine de kişinin başında hangi sıfatlar bulunursa bulunsun varoluşunu bir “süreç- durum” olarak yaşamakta özgür olduğunu söyler.İnsan içinde bulunduğu şartlara rağmen bir tutum belirlemekte özgürdür.Varlığının değişimi ancak böyle tutumlarla başlar. İnsan kimi zaman alın yazısı kadar kati görünen kimi şeyleri kabul edtmek zorunda kalır.Ama kendisine kalan özgürlüğü ile bir tutum seçer ve yapabileceği kadarını yapar. Bu özgürlük beraberinde sorumluluk da getirir.İnsan eylemlerinden kendisinden başka kimseyi sorumlu tutmamalı,suçlu aramamalıdır. İnsan her şeye bir anlam verir. Bu gün verdiği bir anlamı yarın aptalca bularak değersizleştirebilir. Bir alkolik, içinde bulunduğu durumu aptalca bulabilir ve alkol almamaya karar verir. Ama ardından bu fikrin hiç de iyi bir fikir olmadığını düşünerek birkaç kadeh içmeye gidebilir. İnsan tamamen “olumsal” bir hal içindedir. Özgürlüğü ona istediği anlamı seçmesine imkan verir. İnsan özgürlüğü ile kendi özünü oluşturur. Bu öz bir hedef gibi görünebilir insana ve onu gerçekleştirmek için çalışır. Ama değerlendirebileceği bir kıstas olmadığı için kesinlik taşıyan bir öze asla ulaşamaz. Dolayısıyla salt bir öze kavuşmuşluk duygusu ve iç huzuru imkansızdır. Evet insan bir projedir ama nihayeti olmayan bir proje. Her seçim yalnızca insanın kendisi için yaptığı bir seçim değildir. Aynı zamanda insanlığın tümü için doğru olduğuna inandığı seçimdir, insanlığa önerisidir. Okuduğu kitaptan,dinlediği müziğe,kendisi için seçtiği önderlere kadar insan yaptığı seçimlerle tüm insanlara karşı sorumluluk taşır. Bu sorumluluğun bilincinde olarak insan seçmek zorundadır. Kaynaklar:Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ
- KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır!! Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum... O diyor ki bana: — Sen kendi sesinle kül olursun ey! Kerem gibi yana yana... «Deeeert çok, hemdert yok» Yürek- -lerin kulak- -ları sağır... Hava kurşun gibi ağır... Ben diyorum ki ona: — Kül olayım Kerem gibi yana yana. Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, nasıl çıkar karan- -lıklar aydın- -lığa.. Hava toprak gibi gebe. Hava kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum.....
- Beyaz Ölüm Kuşları
Sonra bir gün anneler de ölür Böcekler ve kertenkeleler ölür Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür Sonra o gün çocuklar da ölür Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk Balçıktan bir külçe olan dölleri En iri elleriyle kepçeliyen Ve biçimliyen Ve hep önce kendidiyle biçimliyen O dehşetli yontucuyu Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen Anneyi o usta nakkaşı Unutmadık Önce anne doğurdu çocuğu acıya Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı Sonra her şey ve herkes çocuktan var oldu Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar İçti ağulu sütünü hayat denen annenin Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri Böyle vardı bir ırmak kıyısına Anne bir tedirginliktir nerede olsa Bağırgan bir karmaşadır onun sesi takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne - bu ayıp bu günah bu çok ayıp günay -el ne der sonra ayak ne der bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya ama bir gün anneyle de hesaplaşılır çocuk yalnız annesine yaşar çocukken anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken bölüşür anneliği babanın kasığında çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında -ah baba niye baba ve bir gün babalar ölür tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde her tanrı biraz baba gibidir yiğit ve erkektir çocukları koruyan umacılar ve peri masallarının korkulu padişahı çünki tanrıyı yaratan ve öldüren şeyler aynıdır vurunca acının ilk gölgesi yaratır kuşkuyu acının padişahı elbette zalim olur ve bilincin duvarına çarpınca şaşkınlığı bir soru önce acıya sonra acıya uzanır -hey tanrı hani tanrı böylece o gün tanrı da ölür şimdi annenin yüreğinde ışıyandır sevginin ıslak soluğuyla örgülü tapınak bir gün bir kalem bir hokka içindeki kana bulaşır akıtır mürekkebini sevda denilen papirüse hani ki bir kuş gelir bir tapınağın duvarına yuva yapar çökertir tapınağı daha bir güzelleşir yuva işte artık ne anne ne tapınak yıkılır gözyaşlarının sığınağı da sonra bir gün anneler de ölür gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk çocuk büyür sesi nemli yine elleri yine soğuk hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen çocuk çocuk sana bir dost gerek işte yeniden giyiniyor kendini çocuk bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını kendini üstlemişsin var olmak için susmalar köprü çocuk çocuk sana bir aşk gerek sen iyilikler ve güzellikler uzmanı suskunun gizemli sabrı bir teraziyi en iyi kullanan iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu ey hayat canbazı ey ip şaşkını ezberle o incecik tel üzerinde hayatı dengeliyen asayı: aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk ikisini de doğuran şey aynıdır bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran, anneyi üreten babayı çoşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren güneşsiz bir gök gördükçe öldüren öldüren öldüren. Sevgi: tragedyanın kaynağı yaşamın kökeni insanı Var kılan umut Ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden Can canı sever ötesi yok bunun çocuk Ölümü ve ölümün ölümsüzlüğünü Sevgiyi ve sevginin ölümsüzlüğünü Ah elbette aşktır dostluğu mayalayan Ama kim anlatabilir bu parmak çocuğa Bir dostla bir sevgili arasındaki ayrımı Hayır’lara evet’lerle direten Çirkini öptüren kötüyü sevdiren Aşkı sevgiliyle değil kendinle yorumla Kim ki kendini açığa komaktan korkmaz O saygın bir insandır Herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da Böylece lady chatterley de sevilir giovanni de Böylece lady chatterley ve giovanninin sevgilisi de Elbette her aşk yalnızca kendine sorumludur Ama elbette her aşk kendine sorumlu olunca bir gün aşk da ölür ve başlar sıkıntısı kuralsız bir çelişkinin yapışkan bir sevişmenin sancısı doldurur boşlukları ve tutku aç bir güve gibi kemirirken sevdayı dölün pasıyla bulanırken sevginin beyazlığı ah şimdi kim inandırabilir bu eski çocuğa aşkın ve dostluğun varlığını bir gün ansızın yiter dostalar ve sevgililer etin ve kemiğin sıcaklığıyla solar sevdalar işte o gün her şey ölür şimdi bu yüreği nerelerde beslemeli bütün saksıları kırılıyorken güneşin büyüsüyle ve ölümler ilençliyorken en masum sevinçleri ve her sevgi kendisiyle çelişiyorken şimdi bu nasıl doğmaklar olur yeniden beyazlara ama şimdi kim kandırabilir sizi bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için.
- Rubai Seçkisi
Yaşamanı akla uydurman gerekir, Ama bilmezsin akla uygun olan nedir; Bereket eli çabuktur Zaman Usta' nın, Başına vura vura sana da öğretir. * Dostunu erkekçe seven kişi Pervane gibi özler ateşi: Sevip de yanmaktan kaçanların Masal anlatmaktır bütün işi. * Bıktım bu gönülden, bıktım usandım. Feryat ederim, candan yaralandım, Ben olmamışım, yahut da varım, bir ! Bilmem ki neden dünyaya atıldım? * Geldimse bu dünyaya ne bulmuş dünya? Gitsem de eğer kıymeti eksilmez ya ! Bir kimse çıkıp da anlatıp söylemedi Gelmekte ve gitmekteki hikmet ne ola? * Dal goncayı bir sabah açılmış buldu , Gül melteme bir masal deyip savruldu Dünyada vefasızlığa bak; on günde Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu. * Yoğrulurken çamurum, sence de belliydi özüm, Ne günah işleyeceksem, biliyordun onu tüm. Yargın olmazsa eğer, işleyemez kimse suç ; Neden öyleyse kıyamette yakarsın a gözüm * Taze, yakut dudağın nerde, hani? Cana candır şarabın nerde, hani? İçki, İslamda haram...İçmene bak; Müslüman bul, bakalım nerde, hani? * Dert içinde sevinci bul da yaşa; Haksız düzende haklı ol da yaşa; Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın, Varından yoğundan kurtul da yaşa.
- Son Darbe
Filmin konusu: Cord McNally, iç Savaştan sonra, ihanetiyle McNally'nin biriminin yenilgisine ve yakın arkadaşının kaybına neden olan haini arar. Yapım Yılı: 1970 Tür: Western Yönetmen: Howard Hawks Oyuncular: John Wayne, Jennifer O'Neill, Jack Elam, Jorge Rivero
- TAMİR EDİLEMEZ HATA
İki genç kadın, gölgesi bulvara düşen küçük bir parkın yanında karşılaştılar. Karşı karşıya gelince önce hafif bir tereddüt geçirdiler, sonra birbirlerini tanıdıklarıma emin olarak kollarını açtılar: —Raymond! —Matilt!.. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. Beraber oynamışlar, aynı okula gitmişler, bir çatı altında yıllarca beraber kalmışlardı. Sonra bütün okul arkadaşları gibi bu müşterek hayatın tatlı anılarıyla dolu olarak kaderin çizdiği ayrı ayrı yollara yürüyüp gitmişlerdi. İkisi de otuz yaşlarında idi; fakat Raymond, göz kapaklarının uçlarından burun delikleri hizasında yanaklarına doğru uzanan kırışıklarıyla, gerdanım gölgeleyen bariz çukurla ve saçlarındaki tek tuk gümüş tellerle kırk yaşından fazla gösteriyordu. Kılık kıyafeti de sıkıntı ve güçlüğün yıprattığı insanların çetin mücadelelerini yansıtan bir solgunluk ve perişanlık içindeydi. Elinde havı dökülmüş demode astragan bir çanta ve bunu tutan elinin başparmağında ufak bir eldiven deliği göze çarpıyordu. Matilt, pırıl pırıl kıyafetiyle onun tamamen zıddıydı. Boynunda ince altın bir kordon, elinde son model bir çanta ve saçları üstünde tülbentle örülmüş, küçük şık bir şapka vardı. Parmaklarını yüksek kıratta yüzükler süslüyordu. Matilt, hiç çekinmeden tatlı bir içtenlikle, — Ne oldu sana, dedi, hasta mısın? Felaket mi geçirdin? Oysa okulda iken ne parlak hayaller kurardın, ne mutlu gelecekler düşünürdün. Raymond içini çekti: — Öyleydi, evet, öyle tatlı hayaller kurardım. Ama hayat, tatlı hayallerle değil, acı gerçeklerle dolu... Bir astsubayla evlendim. Güzel bir yuva kurduk, bir de çocuğumuz oldu. Ama vefasız çıktı, beni yüzüstü bıraktı. Ardından çocuğum öldü. Kısacası şansım kötü gitti, tek başıma bir şey başaramadım. Ama görüyorum ki sen mutlu olmuşsun; kıyafetin, bakışların bunu söylüyor. Senin hesabına sevindim. — Evet, ben hayaller kurmadım, kendimi hayatın normal akışına bıraktım. Karşıma bir adam çıktı, onunla evleniverdim. Kazancı iyi, bana ve çocuklarıma bakıyor, hiçbir şikâyetim yok. Canım, neye ayakta çene çalıyoruz böyle, gidip bir yere otursak ya... —Karşıki eczaneye bir reçete vermiştim, ilaçlarımın hazırlanmasını bekliyordum, parka girip beklemeye niyetlenmiştim, karşıma sen çıktın. —İlaçların hazırlanadursun, bir pastacıda oturup dertleşelim biraz, hadi gel. Eczanenin tam karşısında bir pastacıya girdiler, vitrinin yanında boş bir masaya oturdular. Derhâl eski günlerin anılarına dalıp tatlı tatlı konuşmaya başladılar. Raymond; yoksulluğunu, hastalığını, ilaçlarını unutmuştu. Zengin arkadaşının mutluluğunu paylaşıyor, onunla beraber gülüp söylüyordu. Bu sırada caddeden, tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu. Matilt'i görünce durdu, şapkasını çıkararak genç kadım selamladı. Matilt, —Kocamın bir arkadaşı bu, dedi, bana bir dakika müsaade eder misin? —Hay hay. Dışarıya çıktı, ayaküstü konuşmaya daldılar. Bir dakika, beş dakika, on dakika... Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü. İçeriye girince arkadaşından özür diledi: —Kocama ait bir sorundu, dedi. Kendisi avukattır. Seni yalnız bıraktığım için affet beni. Raymond, saatine baktı: —Ben de, dedi, senden beş dakika izin istesem. İlaçlarım hazır olmuştur her hâlde. Parasını vermiştim, bir solukta gider gelirim. —Tabi, tabi, beklerim güzelim. Matilt yalnız kalınca, yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşündü. Çantasını açtı, hayretle durdu. Evden çıkarken kocasından bin frank istediğim, bu parayı çantasına koyduğunu anımsıyordu. Çantanın içini alt üst etti. Mendil, pudriyer, ayna, ufak para cüzdanı, anahtarlık, hepsi yerli yerindeydi; ama bin franklık banknot yoktu. Istırap ve düşünceyle kalakalmıştı... Hatırına gelen kötü şeyi kovmak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi. Demin kocasının arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?... Hayır, hayır, Raymond böyle bir şey yapamazdı! Onu okuldan tanıyordu, ailesini tanıyordu, karakterini biliyordu. Raymond bu kadar alçalamazdı, bir hırsız olamazdı, hayır, hayır!.. Ama içine kurt düşmüştü bir kez... Raymond'un çantası orada, kendi çantasının yarımda duruyordu. Titreyen elini uzattı, çantayı alıp açtı, dudaklarından bir dehşet çığlığı fırladı. Bin franklık banknot oradaydı. O an için duyduğu acıyı, çarpıldığı derin hayal kırıldığım ömrü boyunca unutmayacaktı. Bu kadına karşı beslediği sevgi, sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı. Onun tarafından bu kadar haince, bu kadar küstahça dolandırılmış olmak pek ağrına gitti. Raymond'un bu denli adiliğe düştüğünü başkasından duysa kesinlikle inanmazdı. Parayı aldı, hesap pusulasını ödedi. Garsona, —Arkadaşım karşı eczaneye gitti, dedi. Çantası şu, dönünce kendisine verirsiniz. Beni sorarsa acele bir işim çıktığım ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz. —Başüstüne hanımefendi. Artık Raymond'un yüzüne bakacak hâli kalmamıştı, acele acele çıkıp gitti. Eve geldiği zaman, kocasını kendinden önce gelmiş buldu. Adam, gazetesini okuyordu. Karısına baktı: —Hayrola, dedi, yüzün solmuş, ellerin titriyor, canını sıkan bir olay mı geçti? Kadın şapkasını çıkarırken, —Sorma, dedi, çok kötü bir olay, asabım çok bozuk, sonra anlatırım... Adam gülümsedi: —Ben bilmem. Bugün sende bir anormallik var. Evden çıkarken de sinirliydin. Benden bin frank istedin, parayı masanın üstünde unutup gitmişsin... Matilt ürperdi, bir adım geriledi, rengi daha fazla soldu: —Neee? dedi, ne diyorsun? —Bir şey dediğim yok. İşte bin frank orada duruyor. —Ah, Allah'ım, ne yaptım ben? Ne yaptım? Ne yaptım?...
- Seyahate Davet
Kardeşim, yavrum, Sana benzeyen bir yer Düşünüyorum; Gidip orda beraber Yaşamanın, sevmenin, Sevmenin ve ölmenin O yerde bir gün, Saadetini düşün. Karışık göklerinin Islak güneşlerinde, O hain gözlerinin, Bol yaşları içinde Daima parıltılı Duran riyakâr Gözlerinin esrarlı Cazibesi var. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret. Üstünde güya Senelerin cilâsı Parlayan eşya Süslerdi odamızı; Bu bulunmaz çiçekler, Kokularını amber Kokularına Mezcederdi boyuna! Orda tavanlar zengin, Ve derindir aynalar; Her köşede sevdiğin O şark ihtişamı var. Her şey kendi dilince Ses verir bize; Ve kalbini gizlice Gösterir bize. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret. Bir baksaydın bu Kanallarda ne kadar Serseri ruhlu, Uyuyan gemiler var; Hem gidermek içindir İnan ki en küçük bir arzunu, Onlar uzaktan geliyorlar. O akşamlarda gurup, Tarlalar ve kanallar Ve bütün şehri yakut Ve altınlara boğar. Orda kâinat hülya ile sarhoştur, Sıcak, sıcak bir ziya içinde uyur. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret.
- Gülün Adı
Umberto Eco 'nun yazdığı ünlü kitabın sinemaya uyarlanmış hali... Film Özeti Fransiskenlerin lideri Cesena'lı Michelle'nin, İsa ve Havarileri'nin yoksul olduğunu, yoksul bir yaşam sürmenin gerektiğni söylemesinin ardından, İmparator, Fransiskenlere karşı bir yakınlık hisseder. Oysa Papa XXII. Ioannes, tüm tezlerini yetki ve varlık üzerine kurmuştur. İtalya'nın kuzeyinde bir manastırda, cinayet işlenmiştir. Saygın ve bilgili bir Fransisken olan Baskerwilleli rahip William (Eski sorgucu), olayı araştırmak üzere imparator tarafından görevlendirilir.Babası tarafından, rahip William'ın yanına eğitilmesi için verilen genç rahip Melk'li Dom Adso'da, bu görevde hazır bulunur. Filmin sonunda kütüphanede çıkarılan yangın sırasında geçen diyalog: -Kahkaha dan neden korkuyorsunuz? -Kahkaha korkuyu öldürür, ve korku olmazsa inançta olmaz çünkü korku olmadan tanrıya ihtiyaç kalmaz... Yapım Yılı: 1986 Film Türü: Dram , Gerilim , Gizem Yönetmen: Jean-Jacques Annaud Oyuncular: Sean Connery, Ludger Pistor, Andrew Birkin, Christian Slater Ülke: Fransa , İtalya , Batı Almanya
- Türküler
öylesine geniş ki yüreğim bir deniz gibi, güler yüzün bir güneş ışığınca tatlı ve derin yalnızlığında, dalganın dalgaya sessiz karıştığı yerde. gece mi bastırdı? gün mü yoksa? bilmiyorum. güler bana o tatlı o sevimli güneş ışıltılı yüzün, ben bir çocuk gibi mutluyum. gece yarısı bir de rüzgar yavaştan yavaştan pencereme çarpar. bir sağnak başlamış inceden damlar odama yavaşça. mutluluğumun düşüdür benim, rüzgar gibi yalar geçer yüreğimi. bir buğudur o bakışında senin. bir yağmur tadıyla sarar yüreğimi.
- Doğru ve Yanlışı Kendi Yargımıza Göre Belirlemek Aptalcadır
Saf ve cahil insanların her şeye inanıp kolayca kandırıldıklarını düşünmemiz sebepsiz değildir. Ruhumuza kazınan inanç ne kadar zayıf ne kadar az dirençliyse onu etkilemek o kadar kolaylaşır. Ruh ne kadar boşsa dengeyi bulması o kadar zordur ve maruz kaldığı ilk tesirin altında o kadar çabuk ezilir. Ruhu yeterince güçlü olmayan pek çok insan duyduğu her şeye inanır. Ama diğer yandan, bize gerçek gibi görünmeyen her şeyi hor görüp ''yanlış'' diye yargılamamız kendini beğenmişliktir. Bu, kendini başkalarından daha kurnaz sananların her zamanki kusurudur. Bir zamanlar ben de aynı şekilde davranıyordum. Hayaletlerden, gelecekle ilgili tahminlerden, büyüden ya da inanamayacağım her hangi bir şeyden bahsedildiğinde bu deliliklere inanan insanlara karşı bir acıma hissediyordum. Oysa şimdi o zamanlar kendimin de acınacak durumda olduğunu anlıyorum. Bunun nedeni tecrübe ederek inançlarımın tam tersinin gerçek olduğunu öğrenmem ya da meraksızlığım değil. Ama akıl bana bir şey hakkında kesin karar vermenin hem yanlış hem de imkansız olduğunu, bunun Tanrının ya da doğanın sınırlarını bildiğini iddia etmek olduğunu öğretti. Kendi kavrama gücümüz içinde olan şeyleri tanımamız için el yordamıyla sisler arasında dolaştığımızı farz edelim. Eşyanın tuhaflığını doğal karşılamamızın nedeninin onları tanımamız değil, alışkanlık olduğunu göreceğiz. ''Onları orada görmeye öyle alışmışız ki kimse kafasını kaldırıp güneşe ve gökyüzüne bakmaya tenezzül bile etmiyor.'' Lucretius Ve bütün bunlar bize ilk defa gösterilseydi, inanılmaz olduklarını düşünürdük. Hayatında hiç nehir görmemiş kişi bir nehirle karşılaştığında onu okyanus zanneder. Bildiğimiz en büyük şeyleri görünce doğada daha büyüğünün olmayacağını düşünüyoruz. ''Gözün alışkanlığı aklımızı da alıştırır, hiç durmadan gördüklerine artık şaşırmaz ve nedenini aramaz'' Cicero Bir Şeyin büyüklüğünden çok, yeniliği bizi onu araştırmaya iter. Doğanın sonsuz gücüne karşı daha saygılı olmamız, cehaletimizi ve zayıflığımızı kabul etmemiz gerekir. Güvenilir insanların şahit oldukları birçok inanılmaz olay yok mudur? Onları ''imkansız'' diye yargılamak, düşüncesiz bir kibirle var olmanın ne olduğunu iyi bildiğini iddia etmektir. İmkansızla alışılmamış arasındaki fark anlaşılsaydı, düzene aykırı olanla genel kanıya aykırı olan arasındaki fark da anlaşılırdı. Verdiği saçma rahatlığa rağmen, akıl erdiremediğimiz şeyleri küçümsemek ciddi ve tehlikeli bir cürettir. Doğrunun ve yanlışın sınırlarını kendi anlayışınıza göre çizdiğiniz zaman, kabul etmeyi reddettiklerinizden daha tuhaf şeylere inanmak zorunda kalacaksınız. Bu yüzden kendi kendinize belirlediğiniz sınırlardan vazgeçmeniz gerekir.
- Jean Jacques Rousseau
Yalnız Gezenin Düşleri İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne benzerim, ne de dostum. İnsanların en seveceni, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliğiyle çıkarıldı. Bunlar, düşmanlıklarını hainliğin son sınırına götürerek, duyarlı ruhuma hangi üzüntünün daha çok dokunabileceğini araştırdılar v mahkûm edebilirlerdi. Ancak, ellerindeki araçların hepsini birden kullanmadan tükettiler; bana hiçbir şey bırakmamakla kendilerini de her şeyden yoksun ettiler. Beni boğdukları kara çalma, alay, rezillik ve aşağılanma ne artabilir, ne de eksilebilir; ne onlar yeğinleştirebilirler, ne de ben bundan sıyrılabilirim. Perişanlığımı en son sınırına vardırmakta öyle çok çabaladılar ki, bütün insan gücü, cehenneme özgü bütün hilelerin yardımıyla bile, ona hiçbir şey katamaz. Beden sızısı bile bu acıyı çoğaltacağına avutur, beni inletirken içimi çekmekten kurtarır; vücudumun parçalanması yüreğimin parçalanmasını durdurur. Artık her şey oldu; daha ne korkum var onlardan? Beni daha kötü bir duruma getiremeyeceklerine göre, yeni korkulara düşüremezler. Kaygı ve korku, işte sayelerinde kurtulduğum iki bela; bu da bir kazançtır. Gerçek dertler beni daha az etkiler; uğradığım dertlere katlanırım, ama korktuklarıma asla. Onlar telaşlı düşlemimle türlü biçimlere girer; genişler, büyür; onları beklemek, karşılaşmaktan daha korkunçtur; tehdit, vuruşun kendisinden daha kötü. Ama gerçekleştiler mi düşlemlikleri yitip asıl niteliklerini bulurlar. O zaman, bu dertleri sandığımdan daha hafif görür ve acılar ortasında ferahlarım. Öylece herhangi yeni bir kaygıdan ve umutsuzluğun üzüntüsünden kurtulur, hiçbir şeyin daha çok ağırlaştıramayacağı bir duruma alışma sayesinde günden güne daha kolay çeker olurum ve zamanla duyarlığım azaldığı için onu uyandırmak güçleşir. Düşmanlarım, düşmanlıklarının bütün araçlarını hesapsızca tüketmekle, bana öyle bir iyilik ettiler; beni egemenlikleri altında tutamaz oldular. Ben de artık onlarla eğlenebilirim. Henüz iki ay geçmemiştir ki, yüreğime yeniden tam bir erinç geldi. Çoktan beri hiçbir şeyden ürkmez olmuştum; ama hala umudum vardı. Ve, kimileyin beslenen, kimileyin aldatılan bu umut, binbir türlü istek ve düşüncenin beni alt üst etmesine araç olmuştu. Hüzünlü ve aynı zamanda beklenmeyen bir olay, sonunda yüreğimdeki bu zayıf umut ışığını da söndürerek yeryüzündeki yazgımı kesin bir biçimde belirledi. O günden beri koşulsuz bir boyun eğiş içine girdim ve dinginliğe kavuştum. Bana karşı olan düzeni bütün olarak görmeye başlar başlamaz, sağ kaldıkça, halkı yeniden kendimden yana çevirmeyi başaramayacağımı iyice anladım; aslında karşılıklı olmasına olanak kalmayan bu barışın artık bir yararı da yoktu. İnsanlar bundan sonra bana dönseler de, beni bulamayacaklardı. Onlarla ilişkilerim, bana aşıladıkları beğenmezlik yüzünden hem anlamsız, hem de benim için bir yük olacaktı; yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar. Artık bu yaşta o zevki duyamam; iş işten geçti. Bundan böyle iyilik de kötülük de etseler, onlardan gelen her şeye karşı ilgisizim; ne yaparlarsa yapsınlar, karşıtlarım benim için bir şey yapamazlar. Ama yine geleceğe bel bağlıyor, daha insaflı bir kuşağın, bugünkü kuşağın benim için verdiği yargıları ve bana uygun gördüğü davranışı inceleyerek, kendisini yönetenlerin hilesini ortaya çıkaracağını ve sonunda beni olduğum gibi göreceğini umuyorum. Bu umuttur ki, bana “Konuşmalar”ımı yazdırdı ve (beni), onları gelecek kuşaklara bırakma konusunda delice bin türlü girişime yöneltti. Uzak bir gelecekle ilgili olan bu umudum, (beni) yaşadığım dönemde henüz insaflı bir yürek ararken kapıldığım yürek çarpıntılarına düşürdü; uzaklaştırmak istediğim o umutlar, aynı zamanda beni bugünün insanlarının oyuncağı durumuna koyuyordu. Bu bekleyişimi ne üzerine kurduğumu “Konuşmalar”ımda söyledim. Oysa yanılıyormuşum. Yanıldığımı, son saatimde ve henüz zaman geçmeden bir kaygısızlık ve dinlenme arası bulabilecek denli erken anladım. O ara, sözünü ettiğim dönemde başladı; artık kesilmeyeceğini sanmama yola açan kimi nedenler var. Halkın benden yana döneceğini ummaktaki yanılgımı yeni yeni düşüncelerle ölçmeden gün geçmiyor; bunda zamanın etkisini bile beklemek yanlıştı; çünkü yetişenler bile, bana gelince, kişiliğime kin güden topluluklardan birbirini boyuna izleyen rehberlerce yönetilmektedirler. Kişiler ölür, ama topluluklar ölmez. Onlarda aynı tutkular ve alışkanlıklar yaşar; düşmanlıkları da bunu aşılayan kötü bir ruh gibi ölmez olduğundan, aynı çabayı sürdürür gider. Düşmanlarımın hepsi birer birer göçtüğü zaman bile, doktorlarla küçük kilise söylevcileri hala yaşıyor olacaktır. Düşmanlarım yalnızca bu doktorlar, söylevciler olarak kalsa bile, yaşarken nasıl beni rahat bırakmadılarsa, ben öldükten sonra da ölümü rahat bırakmayacaklarından emin olmalıyım. Gerçekten gücendirdiğim doktorlar, belki zamanla yatışırlar; ama, sevdiğim ve saydığım, çok güvendiğim bu kilise adamları, yarı keşiş söylevciler, her zaman amansız olarak kalacaktırlar. Benim suçum, onların insafsızlığından doğmuştur; bir suç ki, onurları bağışlamayacak ve düşmanlığını durmadan beslemeye, ateşlendirmeye çalışacakları halk, en az kendileri denli düşman kalacaktır. Jean Jacques Rousseau 28 Haziran 1712'de Cenevre'de doğdu. Çocukluğundan itibaren okumayı çok severdi. Russo Mart 1728'de memleketini terk etti. Daha sonraki eğitimi kesintili oldu: ya Torino manastırında okudu, sonra aristokratların evinde hokey olarak çalıştı. Sonra yine seminerde okudu. Sahibinin zulmü nedeniyle, Cenevre'den ayrıldı. 1749'da Dijon Akademisi'nden bir ödül aldı ve verimli bir şekilde müzik bestelemeye başlar. Popüler olur. Rousseau 1761'de 3 roman yayınladı - "Yeni Eloise", "Emil" ve "Sosyal Sözleşme". İkinci kitap yayınlandıktan sonra, toplum bunu anlamadı. Prens Conti, Emil'in yakılacağını ve Edebiyatı yasakladığını açıkladı. Ve kitabın yazarı Rousseau, adli soruşturmaya yenik düşen hain olarak kabul edildi. Jean-Jacques Rousseau, misilleme korkusuyla ülkeyi terk eder. Prens Conti mahkemeyi bir link ile değiştirmesine rağmen, "Emil" in yazarı inanılmaz bir işkence görür. Uzun zaman süren gezgin yaşamı onu Prusya Prensliği topraklarına getirir. Kısa süre sonra Cenevre'ye döner. Sonrasında ise “Bir Gözlük Mektubu” adlı yeni bir eser yazar. Bu eser yetkililerde ve toplumda bir öfke fırtınasına neden olur. Bu sefer Rousseau İngiltere'ye kaçar. 1770'te Paris'e yerleşir. Rousseau için daha huzurlu bir yaşam başlamış olmasına karşın O hala kendisine karşı kurulan komplolardan şüphelenir ve hayatı için endişelenerek yaşamının son yıllarını geçirir. Fransız filozofu, yazar, Aydınlanma düşünürü Jean Jacques Rousseau, 2 Temmuz 1778'de ölmüştür.
- Yedinci Hayat
Yedinci Hayat Filminin Konusu: Dünyanın nüfus artışı sebebiyle yeni bir yasa getirilmiştir ve aileler artık sadece birer çocuk sahibi olabilecektir. Ancak birbirinin birebir aynı olan yediz kız kardeşler hükümetin konuyla ilgilenen ve acımasız Nicolette Cayman tarafından yönetilen kolu Çocuk Tahsisi Bürosu'yla tehlikeli bir saklambaç oynamaktadır. Göze batmamak adına hepsi sanki tek bir kişiymiş gibi davranmaktadırlar. Karen Settman adında tek bir kadın olarak haftanın her günü farklı bir kardeş dışarı çıkmaktadır. Ancak büyükbabaları tarafından haftanın 7 günüyle adlandırılan kardeşlerden birinin bir gün eve geri dönmemesi bütün düzeni yıkacaktır... Başrollerinde Noomi Rapace, Willem Dafoe ve Glenn Close'un yer aldığı bilim-kurgu gerilim filminin yönetmen koltuğunda Tommy Wirkola yer alırken filmin senaryosunu ise Max Botkin ile Kerry Williamson kaleme aldı. Orijinal İsmi: What Happened to Monday? Vizyon Tarihi: 1 Eylül 2017 Süre: 123dk Tür: Bilim Kurgu, Gerilim Yönetmen: Tommy Wirkola Başrol Oyuncuları: Madge Evans Marguerite Clark Conway Gözyaşı Senarist: Max Botkin , Kerry Williamson Yapımı: 2017 - ABD Diğer Adı: Seven Sisters