top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Karanlık Sular

    İçme sularımız, denizlerimiz, havamız...Doğamız ve evrenimiz paraya ve lükse tutkunluğumuzdan dolayı kirleniyor. Sağlığımızı kaybediyoruz, doğayla olan bağımızı ona olan bağımlılığımızı bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde inkar ederek koparıyoruz. Hep daha çok, daha, daha, daha derken yiyeceklerimizin aslını yok ediyoruz. İşte birazdan izleyeceğimiz film de kimyasal atıklarla kirlenen suların insanlara ve canlılara olan etkilerini, sonrasında da bir avukatın bu konu ile ilgili yıllarca süren mücadelesini anlatıyor. #aydogmus Yapım Yılı 2019 Film Süresi 2 saat 06 dakika Ülke Amerika Yönetmen Todd Haynes Oyuncular Mark Ruffalo, Anne Hathaway, Tim Robbins, Bill Pullman, Bill Camp, Victor Garber, Mare Winningham, William Jackson Harper, Louisa Krause, Kevin Crowley, Bruce Cromer, Denise Dal Vera, Richard Hagerman, Abi Van Andel, John Newberg

  • Kadere Sürgün

    Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada; maviliğin ortasında, uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar... zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler... Tepelere sıralanmış bağların arasında Rumca türküler söyleyerek dolaşan mutlu insanlar... Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni. Bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum, ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Sonra bir anlığına bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada, ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum... Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını zor bir işe girişecekmiş gibi sıvamışlar; gözlerine, yüreklerine bir hüzün çökmüş, bir ayrılık hüznü... Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyorlar. Aralarında ablamla abimler de var. Sonra babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş, belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten... -Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz. Tepeden aşağı, sahile doğru bir cenaze arabası gibi ağır ağır inen yük arabalarını görüyorum. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınların kimi kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, kimileri de erkeklerle beraber ayaklarını sürüyerek takip ediyorlar arabaları. Asık suratlı jandarmalar ellerinde tüfekleriyle nöbet tutuyor sahilde. Telaşla ve öfkeyle gelenleri arabalardan indiriyorlar. Annem kardeşlerimi çağırırken karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni. Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken geride kalan bizler sıramızı bekliyoruz sahilde heyecanla. Tıka basa dolan gemi, biraz sonra kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Giden geminin ardından öylece gözlerimiz nemli bakakalıyoruz... İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz sabırsızlıkla. Denizden esen sert rüzgârla geceleri iyice üşüyoruz, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bu işkencenin bir an önce bitmesi için dua ediyor, bekliyor bekliyoruz. Bir ara babamın arkadaşlarıyla konuşmalarını duyuyorum. Bizler artık "mübadilmişiz”, yıllarca kök saldığımız bu ata topraklarından ayrılmak zorundaymışız. Nihayet günler sonra geliyor beklenen o köhne gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış, bilmediğimiz yeni ufuklara doğru yol almak üzere. Dalgaların arasında bata çıka yol alan o köhne gemi, her dalga çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı çok sevdiği kemanına. Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan feryat eden insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor. Nihayet İzmir limanına demir atıyor o mübadil gemisi. Gemiden inen insanları eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamların ve kadınların koşturduğunu, hasta olanlara baktıklarını, bir yandan da aşı yaptıklarını görüyorum. "Karantinaymış" buranın adı. Uzunca bir zaman da bu liman şehrinde bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası'na doğru. Bu şirin adada yüz yıllardır oturan Rumlar da Yunanistan'a gitmek zorunda kalmışlar bizim gibi, yani onlar da mübadil olmuş. Şimdi bizleri onların terk ettiği eski taş evlere ve mekteplere yerleştiriyorlar burada. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında. Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki... Etrafta telaşla koşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona; kimi su taşıyor, kimi dua ediyor... Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin o sıcacık ışıkları yalıyor ilk olarak bedenimi, sonra beni anneme bağlayan o göbek bağından ayrıldığımı duyumsuyorum... Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: "Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu..." İşte o küçük kız, yani ben, huzur ve güven dolu dünyamdan, anamın karnından, tıpkı Girit’ten koparıldığımız gibi ayrılıp bir ömür sürecek kader yolculuğuna böylece başlıyorum... Kim bilir daha nerelere sürükleyecek beni rüzgâr... Bir mübadil olarak hangi adalara, hangi sarı sıcak topraklara... Göçüm daha yeni başlıyor...

  • ANADOLU'DAN SEMERKANT'A

    Bu çalışmam da çok sevdiğim Özbekistan’ı size tanıtmak istedim. 2005-2008 yılları arasında Özbekistan’da yaşadım. 2013 yılı Kasım ayında tekrar gittim ve gezdim. Kitabımda Özbekistan'da yaşadıklarımı, gözlemlerimi, Bursa ve Osmanlıyla bağlantılarını yazdım. Emir Sultan'ın, Ali Şir Nevai'nin, Emir Timur'un, ünlü astronom Uluğ Bey'in, Babur Şah'ın, İmam Buhari'nin dolaştığı yollardan geçtim. Buhara'nın, Semerkant'ın, Hokant'ın, Margilan'ın, Fergana'nın, Keles'in tarih kokan havasını soludum. Semerkant'ta Uluğ Bey'in kurduğu medresede ders veren Kadızade-i Rumi'yi ve Timur'un gözdesi bu şehirde muhteşem yapılara imza atan Lami Çelebi'nin dedesi Ali bin İlyas'ın yaptığı yapıları aradım. Eski Buhara'nın on iki kapısını gezdim. Birinden Enver Paşa, Hacı Sami Bey ve Türkistanlı yurtseverler son yolculuklarına çıkmışlardı. Türkiye tarafından restore edilen Nakşibendi dergâhına gittim. Hokant hanlarının sarayının önündeki parkta "dağlar kızı Reyhan"ı dinledim. Dünyanın en eski şehri, ipek kenti Margilan'ın sokaklarında dolaştım. Çongara'yı buldum. Onlar, Özbekistan'ın en iyi pirincini üretiyorlar. Hiva'nın Unesco tarafından yaşayan kültürel miras olarak ilan edildiğini, dünyanın en eski yaşayan 7 kentinden birisi olduğunu biliyor musunuz? Bursa ve Anadolu ile bağlarını mektuplar şeklinde yazıya döktüm. Çalışmamı seyyahların anılarıyla daha da zenginleştirdim. Kitabımın, Özbekistan'a yatırım yapmak isteyen iş adamları, tarih meraklıları ve bölgeye gitmek isteyenler için faydalı olacağına inanıyorum. Kitabımın basımına destek veren dostlarıma teşekkür ederim. * Ekrem Hayri PEKER

  • Rüya Tutulması

    maviADA - 2013 Öykü Üçüncüsü Kendimle dahi soru/n yaşıyorum. Kimyasal maddelerin oluşturduğu ayrışmayan tepkimeler gibi ilişkiler de beni kendime yabancılaştırdı. Beni anlayan anlamlandırıyor olsa da bana zarar gördüklerimle yaşamın farkına varıyorum. Eskiden ne olduğum önemliydi, şimdi kim olmadığım. Artık kim olmadığım günlere bile bir rüyayla başlıyorum. Görüp de bana anlatmadığı o rüyayla... Kapıyı açtığımda yağmur yağıyordu. Bekleyen oydu. Islak saçlarından, dudaklarından, burnundan damlamaya hazır yağmur tanecikleri bizi birbirimizden öteleyen o yalnızlığı arar gibi titrekti. Ertelediğim yerden gelen ve yüzüme çarpan bir uğultuyla, onun boşluğunu d/üşüyordum. “Biri mi geldi? Kahve kokuyor içerisi,” dedi. “Kahve mi?” dedim. “Kendime gelmek içindi.” “Doğru yere geldim o zaman, ben de seni görecektim.” Kapıdan girerken, “Biliyor musun?” dedi. “Gitmeden önce sana bahsettiğim o rüyadaki gördüğüm bizdik.” “Gitmemeliydin,” dedim. “Şarabın var mı?” dedi. “Hala anlatmaya başlamadın,” dedim. “Rüyayı.” “Tuz getirdim tenimle, birbirimizin boşluğuna döndüğümüz yanımıza. Hala benden denizi anlatmamı istiyorsun.” Sandalyeye oturdu. Masa üzerinde dağınık kitaplara bakarken, “Bu günlerde ne okuyorsun,” dedi. Sonra eline aldığı kitabın kapağına dalıp gitti gözleri. “Biliyor musun? Hala eski günlerde olduğun gibisin,” dedi. “Yazıyla kimi çağırıyorsan, bil ki onu hayatından uğurlamışsındır. Aşk kendine karşı bir yenilme bildirgesi ya da kendini yeni bir acıya çağırma…“ Dolaptan çıkardığım şarabın etrafına saran buğuya dokundu, parmak izlerinden akan damlaları mavi ojeli tırnak ucuyla sağa sola yaydı. Sonra sol elinin avuç içine yasladığı şarabı yavaştan çevirdi. “İnanmıyorum!” dedi, ”Bu, o akşamki şarap olamaz! Hala saklıyor muydun?” “…” “Dudağımdan bakmak istiyor musun hala tadına?” Dudaklarına baktım, bir lav selinin söz kıyısında katılaşmadan önceki kararsız titreşimi duruyordu. “Rüya!.. ” dedim. “Kendimi sana bırakmaya geldim işte, al işin içinden çıkabilirsen!” dedi. “O rüyadasın işte. Şarabın bu tadı için başka bir mahşer yoktu, bize mahzen olacak.” Şarabın tadına baktım, o lav birikintisinin kıyısından, bir nehir dağınıklığı ile koparak. Bir ses beni hangi evresinde olsa da ay yüzünün koylarımdan suları çektiği güne çağırıyordu. „Sen de bu rüyayla kendinden ona uzaklaş,‟ diyordu. “Rüyanın tamamını anlatamam. Onun yerine anlatacak bir rüya borcum olsun,” dedi. O gece ay tutulmuştu. Çimenlere düşen ıslak kızıllıkta yürüdük. Nefesi dudağımdaydı. Ona bir sözcük fısıltısı uzaklıktaydım. Saçlarına dokununca bir metafor eridi avuçlarıma uzak galaksilerden. Onsuzken tersten yıkanıp güneşe asılan çamaşır gibi kendimi boşluğa asılı tutan bir metal telle yüz yüze yaşıyormuşum meğer. “Biz nerede mi kaybettik?” dedi. “Karşılıklı sustuklarımıza kar, ele geçirilmiş duygulara zarar bakmakla…” “…” Uyandığımda pencereden dışarıya baktım, çimenler üzerine sis çökmüştü. O sis ortasında her ikimiz de yoktuk. Buğulu camlardan yayılan ışığın, bir siluet olarak masaya yaydığı şarap şişesinin dibinde bir kadeh kadar şarap ışılıyordu. Nasıl ki bir ağaç tohumuyla uzanırsa kıyıdan dağa, o da uzanmıştı düşlerden rüyaya. Dudağından baktığım şarabın tadı ve hala sakladığım o şişe. Ya bir rüya değilse?… Yine de her gün bir rüya dolduruyorum şişede kalan bir kadeh şarap üzerine. Belki tamamını anlatmadığı o rüyayı tuttururum diye… * maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • KENT ROMANLARI ve KAYSERİ

    Hayatlarının bir bölümünü geçirdikleri şehirleri romanlarına konu edinen, o şehrin hayatına ayna tutan ve o şehirle birlikte anılan romancılarımız vardır… Türk romanının büyük bölümünde mekân İstanbul’dur. O nedenle şu romancı İstanbul ile özdeşleşmiştir demek zordur. Ama İstanbul deyip de bazı romancıları zikretmemek haksızlık olur. Ahmet Mithat İstanbul ile anılması gereken ilk romancımızdır. Romanlarının çoğunda o zamanın İstanbul’unu okuyucuya mükemmel bir şekilde aktarmıştır. İstanbul’un sosyal hayatını en güzel anlatan romancıların başında Hüseyin Rahmi Gürpınar gelir. Halid Ziya Uşaklıgil'in kaleme aldığı Bir Ölünün Defteri’nde Beylerbeyi ve Çamlıca; Ferdi ve Şürekâsı’nda Eminönü; Mai ve Siyah’ta Beyoğlu, Erenköyü, Tepebaşı; Aşk-ı Memnu’da ise Boğaziçi önemli mekânlardandır. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal, Âkile Hanım Sokağı ve Sevda Sokağı Komedyası’nda istibdat devrinden 1955’lere kadar Fatih ve Aksaray semtlerindeki değişim yansıtılır. Abdülhak Şinasi Hisar; Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği, Fahim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz isimli romanlarında Boğaziçi, Çamlıca ve Büyükada’daki eski yalıları, konakları, köşkleri ve buralardaki eski yaşamı ayrıntılarıyla ve ustaca anlatır. Peyami Safa, İstanbul’u çeşitli yönleriyle ele alır. Şehrin muhtelif semtleri, tarihî unsurlar, mimarî yapılar, sosyal hayat önemli alış veriş yerleri romanlarında geniş yer bulur. İstanbul’un farklı kültüre ve sosyal yaşantıya sahip iki semti bir romanına hem konu olur, hem isim; Fatih Harbiye. Orhan Pamuk, Ahmet Ümit ve Elif Şafak’ı da romanlarına İstanbul’u mekân olarak seçen yaşayan romancılar olarak sıralayabiliriz… Ayrıca Abbas Sayar Yozgat ile Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Bodrum ile Orhan Kemal Adana ile Rıfat Ilgaz Kastamonu ile Safiye Erol Edirne (Uzunköprü) ile Tarık Buğra Akşehir ile Memduh Şevket Esendal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Oğuz Atay da Ankara ile özdeşleşmiş romancılarımızdır. Ankara'ya ayna tutan yazarlara Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Emine Işınsu hatta Emrah Serbes'i de katabiliriz. Kars'ı tanımak için geldiği çok kısa dönem dışında Kars'ta yaşamamış olmakla birlikte, Orhan Pamuk’u Kar romanındaki Kars anlatımıyla Kars ile özdeşleşmiş sayabiliriz. Kayseri’yi anlatan romanlar Mekân olarak kısmen veya tamamen Kayseri’nin seçildiği epey roman var. Kayseri’den bahseden romanların en tanınanı şüphesiz Elia Kazan’ın Amerika Amerika romanıdır. Kayserili bir Rum olan Elia Kazan’ın, bu romanın kahramanı da kendisi gibi Kayserili bir Rum olan Stavro’dur. Muhtemelen Elia Kazan’ın hayatından izler taşıyan bu romanda Stavro’nun Kayseri’den ayrılışından Amerika’ya varışına kadar olan hikâyesi anlatılır. Ama romanda Kayseri çok az yer tuttuğu için Amerika Amerika’ya bir Kayseri romanı denemez. Kayseri’yi anlatan romanlardan edebiyat çevrelerinde bilinenlerden en eskisi, 1930’lı yıllarda Kayseri Lisesinde Edebiyat Öğretmenliği yapmış olan Cevdet Kudret’in “Havada Bulut Yok” romanıdır. İsmini çok popüler bir türküden alınan roman; İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kayseri’de geçer. Cevdet Kudret’in yaşantısından önemli izler taşıyan bu romanda, Kayseri’de görev yapan İdealist bir öğretmenin mücadelesi anlatılır… Yine edebiyat çevrelerinde tanınan, Edebiyat Ansiklopedilerine girmiş romanlardan; Erhan Bener’in “Acemiler”i Kayseri’de, Cüneyt Ülsever’in “Hacı” Kayseri ve Ankara’da geçer. Orhan Kemal’in “Kanlı Topraklar” da Adana’de geçmesine rağmen Kayseri’ye de atıflarda bulunulur. Ama üç yazar da Kayserili değildir ve “Acemiler” dışındaki romanlar ağırlıklı olarak başka kentlerde geçer. Dolayısıyla Kayseri ile özdeşleşmiş romanlar olarak mütalaa edilemezler… Bünyan doğumlu Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” isimli romanı Bünyan’ın bir köyünde başlarsa da, roman “Büyülü Gerçekçilik” anlayışına bağlı olarak kaleme alındığı için kurguda mekân arka plandadır, hatta hiç önemli değildir. Dolayısıyla bir Kayseri romanı denmesi mümkün değildir… Gürsel Korat da Kayserili bir romancıdır. Kaleme aldığı tarihi romanlar genelde Niğde, Nevşehir ve Kayseri’de geçer. Kalenderiye 14 ve 16. Yüzyılda ağırlıklı olarak Kayseri’de geçse de, günümüz Kayseri’si ile doğrudan bir ilişki kurmamız mümkün olmayan Kalenderiye bir kent romanı olmanın çok uzağındadır. Bir de edebiyat mahfillerinde yeterince tanınmayan yazarlardan; Kayserili olmamakla birlikte, çeşitli nedenlerle bir süre yaşadıkları Kayseri’yi bazı romanlarında konu edinen Zeynep Uzunbay, Filiz Özdem yanında, Süleyman Sağlam, Hüseyin Türkmen, Abdullah Ayata, Vedat Ali Tok gibi Kayserili yazarların Kayseri’den bahseden romanlarını okumadığım için, bu romanların gerçek anlamda bir kent romanı olup olmadıkları konusunda bir yorum yapmam çok doğru olmaz.. Kayseri deyince, tadına doyulmaz hikâyeleri ile tanıdığımız Emir Kalkan’dan bahsetmemek olmaz. Hikâyeleri ile Kayseri ile özdeşleşen ve 2015’de kaybettiğimiz Emir Kalkan büyük bir hikâyecidir. Ama yanılmıyorsam Kayseri’yi anlatan romanı yoktur… Ve Kayseri’yi Anlatan Kayserili Bir Romancı… Geçtiğimiz günlerde “Kayseri ile özdeşleşmiş” denebilecek iki romanla tanıştım. Yılmaz Gürbüz’ün konusu Kayseri’de geçen iki romanını okuyunca; “İşte bu romanlar Kayseri ile özdeşleşmiş” dedim.. Yılmaz Gürbüz’ün romanlarıyla ilk kez 1975 veya 1976 yılında tanıştım. Yılmaz Gürbüz ilk romanı “Balkan Acısı” ile “1975 Peyami Safa Roman Ödülü”nü kazanmıştı. Balkan Acısı’nı çok beğenmiş ve “Meyve Tadında Romanlar” isimli kitabımda tanıttığım romanlar arasında yer vermiştim. Yılmaz Gürbüz 1975’ten sonra 15 civarında roman kaleme almıştı. Balkan acısından sonra, Elips yayınlarından çıkan “Mübadiller” ve Ötüken yayınlarından çıkan “Mehlika” romanlarını da okumuş ve beğenmiştim. Kayseri-İncesu doğumlu emekli bir Cumhuriyet Savcısı olduğunu bildiğim Gürbüz; 2019 yılında Ankara’da açılan kitap fuarında İleri Yayınlarının standında kitaplarını imzalıyordu. Orada tanıştık. Okumadığım romanlarını incelerken “Erciyes Tutkusu”nun arka kapağındaki tanıtım cümleleri dikkatimi çekti; “Ünlü tarih romancısı Yılmaz Gürbüz, bu yeni eserinde okurlarını 30’lu yıllarda Kayseri’ye bir yolculuğa çıkarıyor. Atatürk döneminde Kayseri’de açılan Sümerbank Bez Fabrikası ile Uçak Fabrikası’nın öyküsü… Bir şehirde verilen sanayileşme mücadelesi……. Erciyes Tutkusu aslında sadece bir şehri değil tüm Türkiye’yi, sadece bir dönemi değil Cumhuriyet tarihini anlatıyor. Romanı okuduğunuzda günümüz Türkiye’siyle çarpıcı bağlantılar da kuracak, “Nereden geldik?” ve “Nereye gidiyoruz?” sorularına yanıtlar bulacaksınız.” Kitabı imzalattım aldım. Yılmaz Bey “Hemşehrim bu da onun devamı” diyerek “Ankaralı Gelin” isimli romanını gösterdi. Onu da aldım. Geçenlerde alıp da hâlâ okuma fırsatı bulamadığım kitapları karıştırırken Erciyes Tutkusu’nu gördüm ve artık Kayseri’de yaşamaya başlamanın etkisiyle okumaya başladım. Erciyes Tutkusu 400, Ankara’lı Gelin 444 sayfa… Bu iki kitabı bir haftada bitirmem kitapların ne kadar akıcı olduğunun göstergesi… Bir sonraki yazımda ERCİYES TUTKUSU’nu anlatacağım.

  • Goldene Meilde Bahar

    Yandı yurdumda giysiler, ayakkabılar, Faust ve Nibelungen. Alev alev gözlerim, bitlenmiş, bön bakıyorum, moskitolar uçuyorlar. Günler dikenli tel gerisinde, orada, projektörler altında uykum. Koltuk altlarımda, apış aramda tiksintiyi, azabı besliyorum. Yok iç çekişimi duyan kulak. Kamp üzgün sessizliklere daldı. Dünyadan bir selam olarak Rüzgarda klor, hela kokuları kaldı. Umursamaz sürüp giden her şeye karşı dünya, bütünlüğünde. Buz gibi soluğunu gezdirir Tanrı, esirlerin çadırları üstünde. Günter EİCH Çeviren: Behçet Necatigil

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA Dergileri BAHAR 2019 SAYI:32 * Dergiyi görmek ve okumak isterseniz resme ya da buraya TIKLAYINIZ.

  • ÇAĞ

    Saklanalım çekirdeğimize istesek de terk edemeyiz kendimizi. Kendimle değil yalnızlığın en acısıylayım kabul daha da acıklısı kafatasımın içi dışı hırçın sefil ziyan sanırdım ki bir ölünün ölçüsü kadardır olasıya en büyük anlanmış ki dünya bu cırlak ahenkle dönüyor değil amma çıldırmış bu döngü çıldırmış! çıldırmış bu çığır yaygısı altında ölü kalanın uğursuz zar suratı amma iki kan şelalesi, iki toprak bebesi iki kalıntı gözüme gözüme duruyor kor duruyor zor duruyor kalın tüm bunlar daha mı hunhar sanki içimizdeki aç canlıdan? Çağlar üzerinden bakan solmuş bir sesin kendi başına nedir ki dediği koşar adım düş oluyorum bağırıyorum gecikmiş bir günüm ben kısık, kuru, sancılı.

  • Kartal TİBET

    Kartal Tibet, 27 Mart 1938, Ankara, Türk sinema oyuncusu, yönetmen, senarist. Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Uzun yıllar Ankara'da tiyatro oyunculuğu yaptı. Suat Yalaz'ın 1960 yılında yarattığı çizgi roman karakteri Karaoğlan'ın sinemaya uyarlanan Karaoğlan: Altay'dan Gelen Yiğit adlı filminde başrolü üstlendi. Dönemin jönlerinden Cüneyt Arkın'ın çizgi roman karakterleri Malkoçoğlu ve Kara Murat olarak seyircinin karşısına çıkması, bu tür macera filmlerinin popülerliğini arttırdı. Karaoğlan'ın Orta Asya'da başlayan serüvenleri, Kartal Tibet'in başrolü üstlendiği 1966 yapımı Karaoğlan: Baybora'nın Oğlu ve Karaoğlan: Camoka'nın İntikamı, 1967 yapımı Karaoğlan: Bizanslı Zorba ve Karaoğlan: Yeşil Ejder ve 1972 yapımı Karaoğlan Geliyor adlı filmlerle devam etti. Tibet daha sonra Sezgin Burak'ın yarattığı Tarkan'ı, 1969'da sinemaya uyarlanan Tarkan adlı filmde canlandırdı. Bu filmi 1970'de Tarkan: Gümüş Eyer, 1971'de Tarkan: Viking Kanı, 1972'de Tarkan: Altın Madalyon ve 1973'de Tarkan: Güçlü Kahraman takip etti. Tosun Paşa filmiyle 1976 yılında oyunculuğu bırakıp yönetmenliğe başladı. Önemli filmleri arasında Ölmeyen Aşk, Dağlar Kızı Reyhan, Senede Bir Gün, Sultan, Zübük, Gol Kralı ve Şalvar Davası yer alıyor. 2007 yılında Kanal D'de yayınlanan Zoraki Koca adlı televiyon dizisini yönetti. 2008 yılında Show TV'de yayınlanan Hayat Güzeldir dizisinin yönetmenliğini üstlendi. Evli ve iki çocuk babasıdır. Ünlü ve çok yönlü sanatçımız bu gün yaşama veda etmiştir. Oyuncu Civan Canova, 83 yaşında hayatını kaybeden sanatçının cenaze töreninin yarın gerçekleştirileceğini belirterek, salgın ve kendi arzusu üzerine özel bir tören yapılmayacağını ifade etmiştir. Sanatçının cenazesi, yarın Zincirlikuyu Camisi'nde öğle namazının ardından kılınacak cenaze namazıyla aynı yerdeki kabrine defnedilecektir. Kendini sevgi, saygı ve teşekkürle uğurluyoruz. Aldığı ödüller 2006 Antalya Altın Portakal Film Festivali Yıldırım Önal Anı Ödülü 2002 Antalya Altın Portakal Film Festivali Yaşam Boyu Onur Ödülü Rol aldığı tiyatro oyunları Caligula : Albert Camus - Ankara Devlet Tiyatrosu - 1960 Ekmek Parası : Félicien Marceau - Ankara Devlet Tiyatrosu - 1959 Filmografi Oyuncu 1960'lar Karaoğlan: Altay'dan Gelen Yiğit (1965) - Karaoğlan Hıçkırık (1965) Serseri Aşık (1965) - Doktor / Kartal Tibet Ölmeyen Aşk (1966) - Ali Çalıkuşu (1966) - Kamuran Baybora'nın Oğlu (1966) - Karaoğlan Kanunsuz Yol (1966) Yiğit Kanı (1966) Beyoğlu'nda Vuruşanlar (1966) Fatih'in Fedaisi (1966) Ben Bir Sokak Kadınıyım (1966) - Ferdi Ölüm Temizler (1966) Bir Millet Uyanıyor (1966) - Yüzbaşı Davut İnsan Bir Kere Ölür (1966) Camoka'nın İntikamı (1966) - Karaoğlan Arzunun Bedeli (1966) Siyah Gül (1966) Damgalı Kadın (1966) Son Gece (1967) - Yüzbaşı Faruk Parmaklıklar Arkasında (1967) - Ali Erhan Osmanlı Kabadayısı (1967) - Deli Murat Kader Bağı (1967) - Korkusuz Bill Ölünceye Kadar (1967) KAYNAK : İnternet Haberleri

  • Temmuz Ağzımızda

    ahlat ağacından gömütler meydanlar yoz neşter suratlı soyludan saçaklı ve çalı yırtığı süslü tükürükte kan bir ataş verse türküler yakınsa nerede kimde ve nasıl bir cepte üç beş cambaz söz üstüne söz köz üstüne köz kalan yok gidenler durağan iş örsle sevişme sırası bacak üstü bacak iki kala kurak eller şaşı teyemmümde dip temel düşük yapıyor eskitmeler konser başladı ölü doğumda değişmedi 1'di salgın 2 salgın 3 ... yok aşıklar varsıl değildi neyzen kar da yağar kar da kar yanığı temmuz ağzımızda 24 Haziran 2021 / 05.33

  • Ağlatan Mutluluk

    Çıksam şimdi güzelliğin gökyüzüne Dolaşsam Görsem bütün tanrısal sevgileri Ölümsüzlüğün sofrasına bağdaş kursam Ve anlatsam Anlatsam o ağlatan mutluluğu Bilmem inanır mı bana mavilikler Suskun bir coşkunun doruklarında Pür köpük ve rüzgarlı Bir nehir kahkahasıydı gözyaşı Vivaldi böyle dinlenirmiş meğer Mutluluk bile sensiz çekilmezmiş Ben ki yaşamı toprak bilmiştim Nice tohumlar ekmiştim bunca yıl Geç anladım Aşkın tohumu sensiz ekilmezmiş Sessizlik açarken zulüm bahçeleri Gözlerinde bir anda dört mevsim Her mevsimin güzelliğinde sen Bunca ayrık ve diken içinden Güle çıkmak işte budur desem Bilmem inanır mı bana çiçekler İçimde sayısız denizlerin şahlandığı O günü tarihlesem şimdi Irmak ırmak çizsem zamanın yüzüne Adına sonsuzluk desem Ve her saniyesini o sonsuzluğun An be an şiirleştirmek istesem Bilmem inanır mı bana sözcükler

  • Behçet Aysan

    DAĞILAN GÜL ne söylersen söyle bu aşk ikimizindi ikimizindi bir zamanlar aynı gökyüzü bir samanın tutuşması gibi olan şey biraz erzurumdu biraz rize biraz mardin geniş, dingin, sürekli bir yurt gibi ne söylersen söyle rüzgardır duyan düşleri çağıran iri siyah gözleriyle ve yanıbaşımızda mutlu kalan ne var ki belki bir kuş akşamın ölü ağzındaki sadece güldür dağılmış ayaklanmaya ne söylersen söyle ruhum bağırıyor acı içinde bağırıyor giden her şeye uzak kapıların ses verip çağırmadığı mutsuzluk değil mi biraz da şarkıdır üzgün, kırık, iri bir gül gibi kanayan ne söylersen söyle bir gün yiteceğiz çam seli halinde kalabalık bir orman alıp götürecek bizi kuytu ölümlere yaşamanın anlamını sorsam da söyleme konuştukça bir gemi açılıyor kıyıdan. Sefa Behçet Aysan...Şair Edip Aysan’ın oğlu, şair Eren Aysan’ın babası. Ortaöğrenimini Selimiye Askeri Ortaokulu ile Kuleli Askeri Lisesinde (1967) tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan şair Tıp Fakültesi öğrencisi iken 12 Mart döneminde (1972) tutuklanmış, birkaç yıl öğrenimine ara vermek zorunda kalmıştır. Cezaevinden çıkınca Türk Haberler Ajansı ve Yankı dergisinde gece sekreterliği yapmış, çeşitli işlerde çalışmıştır. Fakülteyi bitirdikten sonra Ankara Numune Hastanesi Psikiyatri Bölümünde uzmanlık eğitimi görerek (1984) ruh ve sinir hastalıkları uzmanı olan Behçet Aysan, İzmit ve Ankara’da çalışmıştır. BİR EFLATUN ÖLÜM kırgınım, saçılmış bir nar gibiyim sessiz akan bir ırmağım geceden git dersen giderim kal dersen kalırım git dersen kuşlar da dönmez, güz kuşları yanıma kiraz hevenkleri alırım ve seninle yaşadığım o iyi günleri, kötü günleri bırakırım. aynı gökyüzü aynı keder değişen bir şey yok ki gidip yağmurlara durayım. söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım belki sararmış eski resimlerde kalırım belki esmer bir çocuğun dilinde. bütün derinlikler sığ sözcüklerin hepsi iğreti değişen bir şey yok hiç ölüm hariç. aynı gökyüzü aynı keder. Behçet Aysan'ın ilk şiiri Türk Dili dergisinde 1979 yılında yayınlandı. Daha sonra, Varlık, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri, Yazko, Yarın, Yeni Düşün, Sanat Rehberi'nde pek çok şiiri ile okurlarıyla buluşmuştur. Karşı Gece ilk kitabıydı ve 1983 yılında yayımlandı. Şiirlerinde aşk, keder, ayrılık, ölüm, karamsarlık, kaçış, tabiat gibi konuları bireyselden başlayıp toplumsala doğru işlemiştir. Aysan sırasıyla Sesler ve Küller (1984) ile Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'nü; Eylül (1987) ile Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü; Deniz Feneri (1987) ile de Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü'nü kazanmıştır. DÜELLO parçalanmış bir aynada nakışları esmer bir yüz yansısını görüyorum perçemleri akdenizli bakışları simli sündüs parçalanmış bir aynada. ah! benim bu deliliğim ıssız bir ada arıyor yanaşıp çıkınca, şaşkın dolaşmış çok önceleri yabanıl ayak izleri ah! yazık orda binlerce. titrek bir mum ışığında yeniden sarsak yüreğim asla anmayacak aşkı bir kez daha yapmayacak yine çarpıp kayalara su almakta, su almakta batmaktadır köhne kalyon yıldızları sönmüş gece. bir yaz günü oldu bunlar gri yağmurlar yağıyordu çekildi bütün kılıçlar ben bir yanda rakip hayat denizse köpürdüyordu ve şarkılar söylüyordu alabildiğince bir siren ölmemi istemiyordu. ne parçalanmış bir ayna ne mum ışığı kalacak birazdan gün ağaracak her gece yeni bir düello her sabah yeni bir ölüm hepsi bu şiire sığacak. 2 Temmuz 1993'te konuşmacı olarak davet edildiği Sivas Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında katledildiğinde henüz 44 yaşındaydı.

  • Onat Kutlar’dan Madımak'ta Yanan Asım Bezirci’ye Mektup

    Terör dünyanın ve insanlığın en büyük belası. Uluslar bir yandan teröre karşı mücadele verip önlemler alırken bir yandan da terörde can verenlerin arkasından ağıtlar yakıyor. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hemen her gün dünyanın her köşesinde terör olaylarıyla bombalar patlıyor, insanlar ölüyor ve her yer viraneye dönüyor. 30 Aralık 1994’te İstanbul’da Marmara Otelinin pastanesinde patlatılan bir bombayla ağır yaralanan ve kurtulamayarak 11 Ocak 1995’te yaşamını yitiren şair, yaza, sinemacı ve düşünce adamı Onat Kutlar; 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yaşanan Madımak Oteli yangınında yaşamını yitiren arkadaşlarının anısına yazdığı mektubunda yaşanan acıyı gözler önüne serer. İşte “Asım Bezirci'ye Saygı” adıyla yazılan o duygu ve acı yüklü mektup… "Sen insan bile değilsin. Gözü dönmüş bir katil, bir yaratıksın. Sen, yüreği insan ve yurt sevgisi ile çarpan, tüm yaşamını ulusal edebiyatın en güzel eserlerini incelemeye, araştırmaya, değerlendirmeye adamış, kırk yıllık dostum o değerli yazar Asım Bezirci‘yi yakmadın. Sen, ”Baza, baza! Çi hest-ü baza!“ yani “Gel, gel! Kim olursan ol gene gel! / İster Kafir ol, ister putperest gene gel! / Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir…” diyen kutbu, Hazret-i Mevlana‘yı yaktın. Sen nasıl Müslüman olabilirsin? Yaktığın, göz göre göre, sırıtarak ve alkışlayarak yaktığın o mazlum yiğit, dürüst arkadaşım, o büyük cura ustası, halk ozanı, Sivaslı Nesimi Çimen değildi. Sen, bir toz tanesinde alemleri gören, Yüce Tanrı'nın bir sureti iken, senin gibi biri marifeti ile derisi yüzülerek aslına dönen Seyyit Nesimi‘yi bir kez daha yaktın. Sen nasıl Sivaslısın? Sen, “Kavaklar” şiirinin dizeleri, Sezen‘in sesiyle dalga dalga tüm Anadolu’ ya yayılan; yıllarını inanılmaz bir özveri güzelliği ile Anadolu kentlerinde öğrencilerine adayan, Türkçenin en iyi çağdaş ozanlarından Metin Altıok‘u vahşice yaktığını sanıyorsun. Ey zavallı gafil hayvan, yaktığın Yunus‘tur. “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil.” diye yüzlerce yıl öncesinden seslenen Yunus Emre‘yi yaktın. Yunus Emre’yi yakana Müslüman demek, İslam’a hakarettir. İslam’a asıl hakareti sen ettin. Sen, Cumhuriyet Türkiyesi’nin genç şairlerini, Behçet Aysan’ı Orhan Kaynar‘ı, kız-erkek gencecik çocuklarımızı, geleceğimiz olan gençlerimizi, üstlerine benzin dökerek hunharca yakmakla kalmadın. Kurtuluş Savaşımızın ilk kongrelerinin şanlı ve onurlu kenti Sivas’ı yaktın. Ey soysuz! Sen nasıl Sivaslı olabilirsin? Sen, uğursuz zebani ateşinle bizim koca bir geçmişimizi yakmaya kalkıştın. Koca bir uygarlık olan geçmişimizi, barbar ve ilkel kavimlerin karanlık geçmişlerine benzetmek için, atının ayağı surları geçerken tüm dinlere, ırklara, inançlara güvence veren Fatih Sultan Mehmet‘in anısını; Itri‘den Şeyh Galib‘e, Şeyh Hamdullah‘tan Koca Sinan‘a, Baki Efendi‘den Süleyman Çelebi‘ye sevdiğimiz, değer verdiğimiz, gözümüz gibi koruduğumuz sonsuz bir kültürü bir hayvan gibi hiçe sayarak, yaratıkların en eşrefi otuz beş canı yakarak yok ettin. Orta Çağ engizisyon papazları gibi. Sen Müslüman olabilir misin? Sen benim çocukluğumu, ilk gençliğimi yakmaya kalktın. Serin bayram sabahlarımı; cami sebillerindeki barış güvercinlerini, babalarımızın alçakgönüllü mezarlarındaki selvileri, inançlı, nur yüzlü analarımızın hiç eksilmeyen dualarını, bir küfür gibi fırlattığın ateşle yakmaya Ey benim çocukluk arkadaşım Sezai Karakoç, aynı gençlik yıllarının şairi İsmet Özel, bu yaratık Müslümansa, siz nesiniz? Ey benim elli yıllık ömrümün sakin, alçakgönüllü, yüzü yerde, inançlı Anadolu halkı, sesime bir yankı verin. Deyin ki hep beraber: “Hayır! Müslüman bu değildir. O bir avuç gözü dönmüş katil bizden olamaz.“ Ey Sivaslılar! Asıl siz yükseltin sesinizi. Anadolu’nun en eski töresi olan, ocağına misafir olana düşman bile olsa saygı gösterme geleneğini bir yana bırakıp, konuklarını kor ateşte yakan bu alçakların sizden olmadığını söyleyin. Belki yanan yüreğimize bir merhem olur." Onat Kutlar 1993

  • Zamanıdır

    Işıklı bir mavilik vuruyor denize Bakıyorum penceremden, Sarıveriyor beni usulca Geceye ay düşmüş Gizemli karanlığında gece Yıldızlar göz kırpıyor aya inat Derken bir bulut geçiyor apak Üşüyorum rüzgârından Hüzünlü bir ezgi takılıyor kulaklarıma Gözlerim denize giden yolda, Anımsıyorum eski gülümseyişleri Yıldızlar doluyor ansızın kucağıma Düşler kuruyorum kullanılmamış Geceye karşı Anlıyorum ki, Yarım kalmayacak inançlarımın türküsü Tam da zamanıdır Umut zamanıdır Direnme zamanıdır. Düş gören acılar, tutuklu insanlar var Hepsi bizim aslında Kavlince uydurulmuş kitaba. Denk düştüğümüz sürece, Yok bir sorun Hele sevinçlerimiz, Günlerin tezgâhında ilmek ilmek Yarını dokumaya hükümlüyse

  • Akıl Oyunları

    “Düşünsenize hayatınızdaki en önemli kişilerin, yerlerin, anıların yok olmadığını, ölmediğini; ama daha kötüsü aslında hiç var olmadığını birdenbire öğrenseydiniz ne olurdu?” Filmdeki psikiyatr şizofreninin ne anlama geldiğini bu kadar kısa ve çarpıcı bir tanımlamayla aktarıyor şaşkın, durumu kavramaya çalışan, daha çok yıkılmış olan eşe. Oysa bildiğimiz üzere dahilerin birçoğu genele uymadıkları için olsa gerek bir şekilde bu tür psikolojik açmazlara yakalanabiliyor. Bu açmazlara bilinçsizce ama inkar edilemez bir biçimde çevresindeki insanlar tarafından itildiğini, değilse bile bu durumun perçinleşmesi için ciddi katkıları olduğunu düşünmüşümdür hep. İnsan doğasında vardır bu kalıplarımıza uymadığı gerekçesiyle, anlamadığımızı yadırgamak yadırgadığımızı anlamamak. Böylece sürüp giden bir kısır döngü içinde karşımızdaki insanı bakışlarımızla iteriz açmazlarına...farkında olmadan kendimiz için çizdiğimiz güvenli alanla, vücut dilimizden fısıltı halinde sızdığını sandığımız oysa ki karşımızdakini tokatlayan tavrımızla da iteriz. Kendiyle ve bu itilmişlik duygusuyla baş başa kalan kişi, anlaşılmamaktan kaynaklı o derin azabın ruhunda yarattığı derin hasarlara karşı koyamaz. Yalnızlaşır ve kendinden bile kaybolmaya başlar zamanla. Oysa ki filmde bir yandan anlatılmaya çalışılan da bu...Onları, yani farklı akıl boyutundaki insanları bilginin yanında besleyen en önemli şeylerden biri bu yani farklılıkları. Siz buna ister akıl deyin, ister düşünce şekli ama bana sorulsa en çok da hayal güçlerindeki derinlik ve çok katmanlılıktır o insanlara güç veren ve başarıya götüren...Kendilerinden başlayıp önce yakın çevrelerine, ülkelerine, sonra dünya ve evrene dair gelişmeye yönelik motive eden. Sözü uzattım...Güzel film, oyunculuk, yaş almaya uygulanan sahne makyajı harika. Hadi resme tıklayın ve izleyin. #aydogmus FİLMDEN DİYALOGLAR * Adam Smith; İyi sonuç almak için gruptaki herkes kendi için en iyi olanı yapmalıdır der. Oysa bu YANLIŞTIR. En iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendi hem de grup için en iyi olanı yapmalıdır. * ''Hiç bir şeyden emin olamazsın. Hayatta emin olduğum tek şey bu.'' ''-İlişkimizin uzun süreli olabileceğini düşünüyor musun? Çünkü bir çeşit kanıta ihtiyacım var, onaylanabilir sabit verilere. -Özür dilerim bana bir dakika izin verir misin? Romantik hayallerimi yeniden tanımlayabilmek için. Bir kanıt, onaylanabilir veriler! Tamam. 'Evet, evren ne kadar büyük?' -Sonsuz. -Nereden biliyorsun? -Çünkü bütün veriler bunu gösteriyor. -Ama henüz kanıtlanmadı. -Hayır. -Gözünle görmedin. -Hayır. -Nasıl emin olabiliyorsun? -Bilmem, sadece inanıyorum. -Hım, sanırım aşk da aynen böyle. * Nobel Ödülü Sahne Konuşması: ''Hep sayılara inandım. İçinde bir mantık olan denklem ve hesaplara...Ancak hayatım boyunca onlarla uğraştıktan sonra mantık nedir diye soruyorum, buna kim karar veriyor. Araştırmalarım sırasında fizik, metafizik ve hayal alemlerine gidip geri döndüm ve kariyerimin en büyük buluşunu gerçekleştirdim; mantıklı nedenler yalnızca ama yalnızca gerçek sevginin gizemli denkleminde bulunabilir.'' der ve bu konuşma süresince gözlerini gözlerinden ayırmadığı eşine hitapla, ''Bu gece burada olmamı sana borçluyum. Var olmamın nedeni sensin. Sen benim mantığımsın. Teşekkür ederim.'' diyerek aldığı ödülü eşine ithaf eder. Filmin Künyesi Filmin adı: Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) Filmin uzunluğu: 134 dk Yönetmen: Ron Howard Oyuncular: Russel Crowe, Jeniffer Connelly, Paul Bettany, Josh Lucas ve devamı Filmin türü: Biyografi, Dram Filimde işlenen hastalık: Şizofreni Filmin vizyon tarihi: 8 Mart 2002

  • Böylesi Değil

    yaşamak! bildiğin değil sağım solum önüm arkam sobe değil öyle değil aldım verdim ben seni yendimden önce portakalı soydum başucuma koydum hak, hukuk, adalet böylesi değil buradan görmek zor yarın nerede, nasıl körpe adımlar büyüdükçe dilde kesintisiz söylence neden, niçin, nereye bu iş öyle bildiğin değil altından kaseler mumyalanmış cenazeler sonra hep var, nasıl bu yaşamak yaşamak! bildiğin değil böylesi değil hiç kimse hiçbir şey garanti değil mevsimler gündönümünden önce değişiyor kıpırtısız hava yerleşkesi bitimsiz kış okumayanlarda dünden yarına okuyanlarda nicedir okumak çözülmez kördüğüm sürerken ölüm hep mi yas hep mi ah ölüm süreğen bu, bu başka yaşamak! bildiğin değil böylesi değil 16.16 12 Haziran 2021

  • DOSTLUK

    Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını sağlayan bir raslantı ya da zorunlulukla edindiğimiz ilintiler, yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu (Etienne de la Boetie: Montaigne'in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle tanınmıştır.) niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim. Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum. Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon (Eski Yunanistan'ın ünlü bilgelerinden biri.) dermiş ki: «Onu (dostunuzu), bir gün kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.» Benim anlattığım yüksek ve yalın dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara uyabilir. Bunlar için, Aristoteles'in sık sık tekrarladığı şu sözü de kullanabiliriz: «Ey dostlarım, dünyada dost yoktur...» Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi oluyorum: Nec fas esse ulla me voluptate hic frui Decrevi, tantisper dum ille abest meus particeps (Terentius) Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca, Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim. Her işte onun yarısı, ikinci yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi artık yarım bir varlık gibiyim. Illam meae si partem animae tulit Maturior vis, quid moror altera, Nec chanıs aeque, nec superstes Integer? Ille dies utramque Duxit ruinam (Horatius) Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük. Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü. (Kitap 1, bölüm 28)

  • KÖPEK

    Sokağın çatalındaki eski viran bir evde kimse oturmuyor sanılır, dışarıdan bakıldığında. Bakımsız, sıvaları dökülmüş, boyası solmuş, ne renk olduğu belli bile değildir. Pencerelerin ahşapları boyasızlıktan ahşaplığını kaybetmiştir. Sokak kapısı Nasrettin Hoca’nın türbesi misali… Bu viran evde yalnız bir ihtiyar adam oturur. Komşulardan kimseyle hasbıhali olmadığından yaşlı adamın kim olduğunu, bilen yoktu. Haftada bir veya iki adamın tıpkı benzeri orta yaşın altında biri gelir giderdi eşiyle birlikte. Plastik bir masanın çevresine oturur, durmadan çay, sigara içerlerdi. Kül tablaları her daim doludur, arkası arkasına ekleyip ha bire içmektedirler çünkü. Yaşlı adamın sigara içmekten beyaz bıyıkları sararıp solmuştur. Dişleri eksiktir, var olanlar ise, fırça yüzü görmediğinden kurutulmuş tütün rengini almıştır. Bahçedeki birkaç ağaç yeşilliğinden delirmiş gibi, fışkırıp çıkmıştır göğe doğru. Zeytin, cennet hurması, fıstık çamı, yeni dünya, ateş topu ağacı… Akşamdan sabaha beşer, onar santim filiz sürmüştür adeta. Yaşlı adam, her gün kümesteki tavukları evin önüne çıkarır, yemler sonra da plastik sandalyeye oturup yem yiyişlerini, gezinip tozunmalarını izlerdi. Hele tavukların küçük çakıl taşlarını yiyecekmiş gibi gagalamalarından tarifsiz mutluluk duyardı. Konu komşu, yoldan geçenler, eski evin yanına geldiler mi irkilmekle kalmaz, korkarlardı Koca Kafalı Kara Köpekten. Birde Kara Köpek aniden havlamışsa, akılları başlarından giderdi. Koca Kafalı Kara Köpek, bir zincirle ağacın gövdesine bağlıdır. Önüne koyulan yalı, suyu yemek için uğraşıp durmaz, saniyede yalayıp yutardı. Onun için yiyecek yemek, bir görevdi. O kadar, zevkle, tadını ala ala yemeye zaman ayırmak, zamanı harcamak gibi geliyordu anlaşılan. Kara Köpeğin gözleri, tüyleri gibi kapkaradır. Gözleri alev alev yanıyorsa kan beynine çıkmış demektir, varmayın yanına. Yaşlı adam tavuklarla, Kara Köpekle bir arada yaşadığı için ruh hallerini çok iyi bilmektedir. Kara Köpek bakımlıydı, günde üç öğün yiyecek yer; öğünlerden biri et veya kemik olurdu. Kara Köpeğin tüyleri güneşte ıldır ıldır yanmaktadır, boyu bir metreye yakındır. Ayakları sanırsın öküz ayağı gibi, bastığı yeri sarsmakta. Boğazına takılan dikenli tasma başka köpekler saldırırsa kolay alt olmasın, korusun diye takılmıştır. Kara Köpek, vakitli vakitsiz havlar durur, bundan da konu komşu rahatsız olur; fakat kimse rahatsızlığını dile getirmeyi aklından bile geçirmezdi. Yeni dünya ağacına bağlı köpeğin azameti herkesi uzaktan bile olsa korkutmaktadır. Kimse benden olmasın diyordu, kimse ben rahatsız oluyorum demiyordu. Kara Köpek, gecenin ikisinde, üçünde bir şey var yok, havlardı. Bazen havlamasını öyle bir uzatır, sanırsın ağıt yakıyor. O gün bunaltıcı derecede sıcaktı hava, gökte cana merhem tek bulut yoktu. Güneş, engelsiz, ışınlarını ok gibi gönderiyordu. Köpek dönmeye, havlamaya, huzursuz huzursuz ağacın gövdesine tırmanmaya başladı, sonra tırmanmaktan vazgeçip sağa sola öne, arkaya dönmeye, sonra birden zinciri ağzına alıp dişleriyle parçalayacakmış gibi ısırmaya. Tavuklar da fıstık çamının koyu gölgesinde eşinirken, gıdı gıdı sesler çıkarıyordu. Kara Köpek daha çok huzursuz oldu, daha çok öfkelenmeye başladı. Sonra birden delirmiş gibi döndü durdu ağacın çevresinde, Kara Köpek, tekrar zinciri germeye, asılmaya başladı. Zincir “pat,” diye kopuverecekti sanki! Köpek asılıyor, zinciri geriyor, zincir direniyor; zincirliğine halel getirmemek için dayanıyordu. Köpek asılıyor, sağa sola öne arkaya dönüp duruyordu boyuna. Köpeğin öfkesi zincire vurulması, özgürlüğünün elinden alınmasına, öte yandan da bahçenin özgürce dolaşan kırmızılı beyazlı et tavuklarınaydı. Kırmızılı tavuklar etten patlayacakmış gibiydi. Koca Kafalı Köpek bir boşansa et tavuklarını iştahla yiyecekti. Birden “küt,” diye koptu zincir, bağsız kalan Köpek hırsla tavukların üstüne atıldı. İkisini dakikada yere vurup ısırık darbeleriyle öldürdü, sonra üçüncü tavuğu yakaladığı gibi bağırta bağırta yemeye başladı. Bahçe tavuk tüyüne kesti. Tüyler, esintiyle sağa sola dağıldı. Yaşlı adam öksüre öksüre, üç ayak merdiveni sürünerek indi, Köpeği zincirinden tutup çekmeye çalıştı. Yaşlı adam, “Hoşt hoşt, bırak, gel!” Dese de köpek aldırmıyordu. Yaşlı adam asılıyor, köpek inat ediyor; duymuyordu bile. Yaşlı adam, “Hoşt hoşt, bırak, gel!” Diye ne kadar bağırsa da köpeğin umurunda değildi. Yaşlı adam hırsından deliye dönmüştü, fakat çaresizdi; elinden bir şey gelmiyordu. “Hoşt hoşt, bırak, gel!” Yaşlı adam öfkelendi, ateş topu ağacının altında duran ince sopayı alıp köpeğin kafasına vurmaya başladı, köpek bana mısın demiyor, o tavuğu yemeye devam ediyordu. Yaşlı adam, “Hoşt hoşt, bırak, gel!” Diye de bağırıyordu boyuna. Adamın sesini, tavukların çığlığını duyan komşular, kaş kaş olmuşlar; cam cam olmuşlar seyrediyor, biri de aşağı inip yaşlı adama yardım etmeyi aklından bile geçirmiyordu. “Hoşt hoşt, bırak, gel!” Yaşlı Adam durmadan vuruyordu, birden canı acıyan köpek vuranın kim olduğuna bakmadan, tavuğu bırakıp Yaşlı Adamın üstüne atıldı. Yaşlı Adam yere yuvarlandı, öfkesinden kudurmuş Kara Köpek, Yaşlı Adamı ısırıp parçalamaya başladı. Isırıyor, ısırdıkça etinden bir parça koparıyordu, gözü dönmüş, hem ısırıyor, hem hırlıyordu. Isırdıkça öfkesi büyüyor, öfkesi büyüdükçe daha çok ısırıyordu. Kaş kaş olmuş, cam cam olmuş komşulardan biri, Yaşlı Adamı kurtarmak için harekete geçmiyordu. Herkes benden olmasın, öteki komşulardan biri gitsin diyordu. Bir zaman sonra, Yaşlı Adamın sesi kesildi, çırpınmıyordu artık. Kara Köpek ısırıyordu daha. Sonra Köpek de yorulmuş olacak ki gidip cennet hurması ağacının altına uzandı. Bir zaman böyle geçti. Korkudan deliye dönen öteki tavuklar kümesin içine girmiş, tavukça sesler çıkarıyordu. Köpek ağacın altında, tavuklar kümeste, Yaşlı Adam yerde hareketsiz boylu boyunca yatıyordu. Birden belediye zabıta ekipleri bir pikapla geldi. Arabadan önce zabıta amiri indi. Elinde bir tüfek vardı. Köpek ağacın altına uzanmış, yas ediyordu sanki. Zabıta amiri nişan alıp tetiği çekti. Vurmuştu, Köpek bir iki havladı sonra dakikada uyuşup kaldı. Zabıtaya haber verenler aynı zamanda ambulans da çağırmışlardı. Yaşlı Adamın ilk kontrolleri bahçede yapıldı, kalbi, nabzı atıyordu. İlk müdahaleyi yapan doktor, sağlık ekibine bir şeyler söyledi, sonra da Yaşlı Adamı acele acele sedyeye bindirip ambulansla hastaneye götürdüler. 22.06.2021 Salihli

  • Yağmur Güzeli

    maviADA 2013 Sanat Ödülleri Öykü 2. liğini paylaştı Kimsesiz ve sessizdi gece. Ellerini uzattı bana. Karanlık ve çekici. Bırakmaktan korkarak, ya da yalana gerek yok, bırakılmaktan korkarak uzanıp tutamadım, gecenin karanlık ve çekici ellerini. Üzerinde simden düğmeleri vardı hayal gemilerinin. Rotanı çizmeyi sana bırakacak kadar adil ve demokrattı. Bir soprano gibi inliyordu insanın kulaklarında hayal gemisinin yol alış sesi. Durakları vardı adalara konulan. Duru bir hayaletti yağmur. Ben hayal gemimin adını "Yağmur Güzeli" koymuştum. Güzeldi düşlerim. Yağmur ıslatırken saçlarımı, bulmuştum bu adı. Yağmur Güzeli. Hayallerim, sağanak olsun üstüme yağsın istiyordum. Bunun için çabalıyordum da. Nerede pamuklara bezenmiş bir bulut görsem sesleniyor, düşlerimi ruhumdan buharlaştırıp içine hapsetsin istiyordum. Nefessiz kalıp morarsın, grileşsin. Ve üzerime yağdırsındı düşlerimi. Bazen düşeyazıyordum kâğıt bulamadığımda isteklerimi. Hayallerime kâğıtlar yetmiyordu ve düşeyazmak daha akıllıcaydı. Sonrasında ak pak buluta satmak, aslında satmak değil doğru sözcük, emanet etmek, iyice vakumlayıp yağdırsın istiyordum işte. Damla damla damlasındı düşler. Damladıkça güzelleşsindi. Gazetelerde haber olsundu gecenin perisi. Yani ben. Bir peri kadar güzeldim. Minicik koyu kahverengi gözlerim vardı. Üstelik miyop astigmat. Hatalarım gibi düzelmez bir göz bozukluğu, ama olsundu. Bütün hatalarıyla seviyordum gözlerimi. İçten, mihnetle, sıcacık, yüreğimle bir olup bakmalarını seviyordum gözlerimin insanlara. Güzeldim ya; ne olursa olsundu. İnsan sevgim güzeldi ya, gerisi boş. Akşam olmaya başladığında saçlarımın rengi gittikçe kararırdı. İçinde bir tek beyaz bulamazdınız. Kömür bile açık renkli kalırdı. Yüzüm mermer gibi gergin olurdu. Gece içine çekerdi yüzümdeki kırışıklıklarımı. Özellikle kazlar gelip ayaklarını almak için yalvarırlardı bana. Merhametli bir periydim ben, kıyamazdım yalvarışlarına. Hemen iade ederdim ayaklarını kazların. "Gitme" derdim o kadar, yine giderdi dudaklarımın kenarındaki hoş kıvrım. Sanki hiç gülmemişim de yüzümdeki gülüş çizgilerim oluşmamış gibiydi dudaklarımın kenarında. Yüzüm aydınlık, beyaz; ellerim allegro. Büyümeyen fındık burnum estetik cerrahinin harikası gibi kusursuzdu. Belim öyle çok ince değildi. Belki odun gibi bile denebilirdi. Balina etli bir balıktım. Dudaklarımın kırmızısını her gece güllere ödünç verirdim. Aşk, gelip ısrarla isterdi dudaklarımın rengini. Aşk, öyle tatlı bir sesle isterdi ki benden dudaklarımın rengini, her seferinde beni ikna ederdi. Yürüyemediğim gibi ellerimin allegrosunu da güvercinler alır giderdi. Ellerim iki yanıma düşüp eteğime yapışırdı. Gün doğmadan aldıklarını geri getirirlerdi. Geç kalan olduğunda kızmazdım. Dedim ya, çok merhametli periyim ben. Bulutlar bütün sırlarını bana anlatırlardı. Yıldırımlar ve şimşekler güzelliğimi parlatırdı. Çarpmazlardı beni. Ben bile şaşardım. Yerdeki su birikintisinde gördüğümde kendimi, güzelliğime hayran kalırdım. Yanımda yedi tane askerim vardı beni koruyan. Özgürlük göreceliydi burada. Özgürlük göreceliydi dedim ya, askerlerim hep hareketliydi. Yedi asker, yedisi de beni gözlerinden sakınır. Görenlerin arasında bana "Yedi Kocalı Hürmüz" diyenler de oluyordu. Yedi Kocalı Hürmüz de kimdi? Güzel miydi? Ne benzerliğimiz vardı? Evet, askerlerim belki bana âşıktı, ama kocam değillerdi. Dilim söyleyemez olurdu geceleri. Bülbüller alırdı çünkü sesimi. Akşam olup mesaileri bitince askerlerim ormangâhlarına dönerlerdi. Her birinin dinleyecekleri hisleri vardı bana karşı. Şarkıları içimden söylerdim, kıpırdatamazdım ki dudaklarımı. Her birisine ayrı türküyle seslenirdim gündüzleri. Parka gelenler duymazdı hiç. Algı ötesi bir sese sahiptim. Bülbüller aldıklarında sesimi algılanacak şekle dönüştürüyorlardı. Nasılsa? Nasıl yapıyorlarsa? "Hadi." derdi en kısa boylu askerim, "Seni, geceye emanet ediyorum.", bir diğeri, "Seni, yıldızlara emanet ediyorum. Şubat Yıldızı seni korusun!" derdi. Korurdu beni gece ve yıldızlar ve ay ve yağmur ve şimşek ve yıldırım ve rüzgâr. Rüzgâr kömürden kara saçlarımı dağıtmaya kıyamazdı. Özgürlük göreceliydi ve özgür değildim! Elinde dertli kemanıyla bir kemancı gelirdi her gece. İlk zamanlar mehtap mıydı onu cezbeden bilmem, eteklerime yaslanıp biraz elindeki şişeden içer sonra omuzuna yerleştirdiği kemanıyla derdini dökerdi. Sonraları bana serenat yapmaya başladı. Ruhumu da o kemancı alırdı. Kemancı, sızıp kalırdı dizlerimde. Sabaha karşı elinden şişesini alırdım, kırılıp bir yerini kesmesin diye. Bazen kemancı gelmeden tinerci, balici çocuklar gelirdi, ellerinde torbalarla, yalpalaya yalpalaya, bazısı "Anne!" diye sarılıp ağlardı göğsümde, bazısı "Abla, bir ekmek parası." diye el açardı. Bir gece askerlerim dileklerini söyleyip yanımdan ayrıldılar. Kemancım erken geldi. Bir yudum aldı şişesinden ve serenata başladı. Bir tır yaklaştı. Bir sürü adam çevremi sardılar. Dertli kemancımın çaldığı aşk şarkılarından etkilenmediler bile. Duygusuzdular. Kemanın tellerinde titreşen kalplerimizi görmek bile onları etkilemedi. Büyük bir iş makinasını getirip tam karşıma koydular. Bir anda, gece sebepsiz içinin sıkıldığını söyleyen askerim, diğerlerini de almış gelmiş. Etrafımı sardılar. Kemancımı görmediler, o sızmıştı bile. Serenattan sonra hiç çekilmeyecek iğrençlikteki bir sesle iş makinası çalışmaya başladı. Beni aldı yerimden. Askerlerimi de, bir bir. Sonra kemancım yana yıkıldı. Baktım, son kez. Baktım. Koca tır hareket etti. Uzaklaştıkça bulanıklaştı kemancımın yüzü. Gözümde evet, ancak kalbimde gittikçe netleşti yüzü. Burnumda kokusu, kulağımda serenatları netleşti. Son görüşüm olduğunu sandım. Dalga sesleri geliyordu uzaklardan. Gittikçe yaklaştı dalga sesleri. Rüzgâr ellerini saçlarımda dolaştırmaya başladı. Düş gemisine yerleştirdiler bizi. Ak pak bulutlara, hayallerimi anlatmayı sürdürdüm. Kemancıma kavuşma hayalimi. Bülbüller, sesimi geri getirdiklerinde tırın içinde uzaklaşırken askerlerden birisinin neden amin dediğini sordum. Dudaklarım henüz beyazdı. Aşk, öpmemişti henüz gülleriyle. "Kemancının ruhu, bizle birlikte geldi onun için amin dedim." dedi. Yağmur damlaları, günün tozunu ve derdini üzerimden yıkadılar. Kemancımın orada kalan bedenini de yıkayıp pakladıklarını söylediler. "Gecenin sisi gözüme kaçtı yaşardı gözlerim." böyle dedim elbet, bana âşık yedi askerime. Hızlı adımlarla üzerime gelen ak pak buluta baktım, en az benim cildim kadar beyazdı. Gelip başımın üzerinde durdu. Kulağını uzattı. Bütün hayallerimi anlattım ona. Nefessiz kaldı, hayallerimin çokluğundan. Hele kemancıma kavuşma isteğim, onun nefes borusunu tıkayan son hayalim olmuştu ki başımdan aşağıya dökmeye başladı saf hayallerimi. Yine yağmurlar gelmiş yine gece olmuş ve ben gece perisi, hayal gemimle özdeşleşmiş "Yağmur Güzeli" olmuştum. Her yağmurda yeniden... Omuzuma düşen damlalarda kemancımın yüzü gülümsüyordu. Ellerimin allegrosunu getiren kuşlar, bu gece gelip almadılar. Onlara baktığımda beyaz bir mermer olduğunu gördüm. Ve alnıma mavi bir çakıyla kazınmış alınyazımdı dertli kemancım. Yaptığı serenatlar kulağıma kilitlenmiş, yüzü gözlerime mühürlenmişti. Üşüdüm. Üşümemi hayallerimin sağanağından sandım ilk önce. Ne kadar soğuktum böyle? Bedenimin de mermer olduğunu fark ettim. Ne zaman heykele dönüşmüştüm ben? Peki kader, hangi çakısıyla kazımıştı alnıma heykel olmayı? Kara sevdalı olmam için, kara bir bıçakla mı kazımıştı harflerini yazgımın? İnsanlığımı çalan kim ve ya kimlerdi? Hiçbiri ilgilendirmiyordu beni, uzaklardan çok uzaklardan duyduğum içli keman sesinden başka. Gözlerimi kapatmak istedim. O da ne? Donmuştu göz kaslarım. Kaskatı kesilmiştim. Bir anda korkuya kapılıp yüreğime baktım. Derin bir "Oh!" çektim. O, hâlâ atıyordu. Bulutlar, üzerime ağ atıyorlardı iplik iplik yağdırarak hayallerimi. Kaçıp kurtulamazdım, istesem bile. Çünkü iplik gibi dolanıyordu bütün vücudumu saran ağdan hayallerim. Kemancımın kollarıydı beni saran. Bir yerde ıslak masallardan geçiyordum ve oradan ıslak şarkılar gelip gözaltlarıma halı oluyorlardı; şeffaf. Öylece baktım. Öylece durdum. Bütün gece bütün gün, hafta, ay, yıl... Gündüz sokakta parktaydım. Özgürlük göreceliydi. Kısıtlıydı özgürlüğüm. maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • ADA YAZ

    ADA YAZ 2019, SAYI 32 ÇIKTI... ( Okumak isterseniz resme TIKLA) * DERGİYİ GÖRMEK, OKUMAK İSTERSENİZ RESME TIKLAYINIZ. * Bilgi ve Yazı gönderimi için: adamavi@gmail.com adresi kullanılabilir.

bottom of page