top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • 37 YILIN İSTANBUL'U VE BAY İSAK

    Serde edebiyat öğretmenliği olunca tiyatroya gitmek yalnız sevgi değil, aynı zamanda görev oluyor. Bu saptamaya her edebiyat öğretmeni, dil öğretmeni katılmayabilir, “yok canım der, ben sanatı severim,” der, kendi açısından haklıdır da... Fırsat buldukça, devlet tiyatrolarına, şehir tiyatrolarına gitmeye can atardım. İstanbul sanatın edebiyatın başkentidir ya yetişemezdim bile. Tiyatroya giderken yedi yaşındaki kızım yoldaşımdı. Oyunun, düzeyine uygun mu değil mi, çok irdelemeden birlikte giderdik. O yıllarda çok fazla çocuk oyunu yoktu, diye hatırlıyorum. Sanat, insanın içini açar, tiyatro da evreni alıp önünüze koyuverir. O, dünyanın güzelliklerini gösterirken “aha bak,” bilgi sahibi ol, erdem sahibi ol derken; öte yandan bunlar da hokkabazlar, şarlatanlar deyip çirkin insan tiplemelerine örneklemeler sunar. Bakarken sadece bakma, içine gir, güzelliği yaşa, yaşayabildiğin kadar, insanı, tabiatı, sev sevebildiğin kadar. Bak dinle, izle kıssalar vardır oyunlarda, iyi dinle hisseler çıkar, der... Kızım, ilk göz ağrım, tiyatro yoldaşım, demiştim ya elinden tutup o tiyatro senin, bu tiyatro benim koştururduk. Antik Yunan Tiyatrosundan esinlenerek yazılan Theope’yi izlemeye gitmiştik. Oyunda uzun tiratlar, ağır sahneler vardı… Oyunun ikinci devresi başladığında kızım: “Offf” daha bitmedi mi, deyince oyunun ağırlığıyla seyirciler yorulmuş olmalı ki sesli sesli gülmüşlerdi. Çok tabi ki oyuncular da etkilenmişti bundan. Oyunları ön sıralarda izlemeyi tercih ederim. Önde oturmak güzeldir, güzel olmasına; fakat ön sıradaki seyircilerin çok dikkatli olması gerekir. Çünkü oyuncular, seyircinin her bir hareketini takip eder, bu da onların motivasyonunu artırır veya eksiltir… Severek görev yaptığım B.Ö.M.L.'inde güzel insanlar tanıdım: Ömer Şahin, müdürüm Ali Bağdatlıoğlu, Serpil ablam, Müdür yardımcısı Hulusi Akdoğan, Rıfkı Birol, Serap İpekçi, Şerife Demirbilek, İsmet Terzi… Aşkla görev yapmanın, “öğretmen işte böyle olur’un” örneklerini sunarlardı. Veliler ile çok sıkı fıkı olduğumuzu söyleyemem, aramızda hep bir mesafe vardı, ancak bunu derken birkaç veli hariç demezsem, haksızlık etmiş olurum. Mesela, Aile Birliği Başkanı Eti Hanım, sonra okul fotoğraflarımızın tab edilmesine katkı veren Sara Hanım, sık sık birlikte tiyatrolara gittiğimiz Bay isak Ferera… Bay İsak Ferera, ince, zarif bir insandı, karşısındaki insanı üzerim diye kelimeleri özenle seçer, kırarım diye aklı giderdi: Tam bir İstanbul Beyefendisi. Ben tiyatroya kızımla giderken o da kızı Beki’yle... Bay İsak’ın çabuk ilerleyen, bir kanser türü sonucunda vefat ettiğini Beki’den öğrendiğimde çok üzüldüm... Anam derdi ki “Tanrı sevdiklerini erken alıp gider,” öyle midir, değil midir, emin değilim; fakat Bay İsak’ın erken vefatı anamın savını doğruluyor. Mekânın cennet olsun Bay İsak! Hangi dinden olursa olsun, bütün dinlerin güzel insanları senin ruhuna dualarını gönderirdi seni tanısaydı. İnancım odur ki İnsanları inançlarına, mezheplerine, milliyetlerine göre tasnif etmek, geleceğe, insanlığa yapılabilecek tamiri imkânsız kötülüklerden biridir! B.Ö.M.L.’inde hafta sonu düzenlediğimiz yetiştirme kurslarında Beki’yle birlikte okula gelirdi Bay İsak. Odada yalnızsam, kapıyı yavaşça tıklatır, rahatsız etmekten çekinerek “merhaba,” derdi. “Buyurun, buyurun,” derdim. “İşiniz varsa rahatsız etmeyeyim,” derdi çekinik çekinik! “Yok yok” derdim, işim olsa bile var der miyim hiç, böyle naif bir insanın gönlü kırılır mı, yerimden kalkıp ayakta karşılardım. Öteden beri büyük küçük herkesi ayakta karşılar, buyur ederim! “Kâbe’m insandır,” diyen bir öğretiye gönül vermiş kültürden geliyorum. Şayet olmuşsa bir hatam, kusura bakmasın, bağışlasın büyük küçük herkes! Bay İsak, fazlasıyla hak ediyor bu nezaketi, onun beyefendiliği de eğitir, karşısındakileri, kimse kıramaz böyle insanları. Bay İsaklar, Tanrı'nın özenle yaratıp naiflik timsali olarak gönderdiği insanlardır dünyaya! “Taksim Sahnesine dört bilet aldım, demişti Bay İsak: Beki tiyatroyu çok seviyor, kitap okuyun, tiyatroya gidin diyormuşsunuz, o da durmadan okumak istiyor, tiyatroya gitmek istiyor; ben de eşim de böyle olmalı diyoruz… Hafta sonlarını dört gözle bekliyorum, sizinle bir iki kelime konuşmayı seviyorum!” İşte bu, bir öğretmenin ödülleri böyle güzelliklerdir. En iyi öğretmeni, en çalışkan öğretmeni, öğrencileri seçer. Gün içinde okulda yaşanılan, sınıfta olan her şey, evde değerlendirilerek, bu büyük jüri tarafından oylanır. Ben derim ki öğretmenin vicdanı, her daim akıldan yana olmalı, insani olmalıdır; çünkü onun vicdanı, içinde taşıdığı tanrıdır. Hiçbir meslek insan hayatını, toplumun geleceğini öğretmenler kadar etkileyemez. Bir daha dünyaya gelsem hiç tereddüt etmeden yine öğretmenliği seçer; fakat bu sefer, çok daha ideal bir öğretmen olurum kesinlikle... Bay İsak'la arkadaş olmuştuk, hafta sonu sohbetleri... Birçok konuda fikir sahibiydi, fakat bildiğini, o kadar yumuşak anlatırdı ki “hani şöyle olsa daha güzel olmaz mı” mesela. Hemen her alanda sohbet ediyorduk, hiç unutmam bir gün balık pişirme konusunu konuşuyorduk! “Hocam bir de şöyle deneyin, seveceğinize inanıyorum, deyip tarif etti: Ben dedi, Norveç uskumrusunu, ızgarada pişirmeyi daha doğru bulurum. Balığı ızgaraya koymadan ızgaranın kızmış olmasına, yağlanmasına dikkat etmek lazım. Balıkları unlayıp yağlamalı, ızgaranın üstüne dizmeli, her iki tarafının da aynı oranda pişmesine dikkat etmeli, siz bakın o zaman nefasete!” Öğretmenliğimin, yöneticiliğimin en güzel günlerini geçirdiğim bu okulda ilklerim oldu. Yöneticiliğe de bu okulda başladım. Yazma denemelerine bu okulda başladım, epik, lirik, didaktik kürsü konuşmalarımı bu okulda yaptım... Fakat nazar mı, değdi ne, bir gün, Denizler Şahı, adı deniz olanların kıymetlilerinden ağlamaklı odaya girdi: “Sizi almışlar bizim okuldan, eski okulunuza vermişler,” deyip yazıyı önüme koydu, hakikaten öyle! Almışlar… Şaşırdım… Eski okulumu, Piri Reis Ortaokulunu arayıp Müdür yardımcısı Celal Yılmaz’la görüştüm. Çok sevinçliydi, “aramıza tekrar hoş geldin,” diyordu. Nasıl oldu, neler oluyor dediğimde, anlattı. Geçen yıl dersine girdiğim öğrencilerden yirmi ikisi, il milli eğitim müdürlüğüne gidip “biz öğretmenimizi istiyoruz,” demişler. Milli eğitimde adının Salim olduğunu öğrendiğim atama şube müdürü, “size Ziya öğretmeni gönderdim, haftaya gelecek,” demiş. Öğrenci grubunun lideri Ecevit “biz öğretmenimizden başkasını istemeyiz, illa öğretmenimizi,” isteriz, deyip ısrarcı olunca, “tamam,” demiş Salim Bey’de! Bu ilginçlik Salim Bey’in de dikkatini çekmiş, Piri Reis Ortaokulu’nu arayıp bilgilerinin olup olmadığını sormuş; sonra da şunları söylemiş: “Bu zamana kadar böyle kalabalık bir öğrenci grubu milli eğitime gelip öğretmenleri için hak aramadı. Bu ilk oldu, böyle bir şeyi nasıl yaptı bu çocuklar anlamadım,” demiş! Bu davranış Salim Bey’i çok etkilediği için öğrencilere “tamam,” demiş! Bir haftadır B.Ö.M.L.’inde bakanlık müfettişleri genel denetim yapıyordu. Bakanlık müfettişi Ayhan Bey, pazartesi günü dersimi dinleyeceğini söyledi. “Buyurun dedim, ancak ben pazartesi günü Piri Reis Ortaokuluna döneceğim,” dedim. “Yok öyle dedi, dersini dinleyeceğim, ben uygun görürsem bu okulda kalacaksın, yoksa gideceksin,” dedi. İşte aynen böyle oldu. Dersimi dinleyen Ayhan Bey, geri dönüşüme onay vermedi. Bundan sonra Bay İsak Ferera ve güzel kızı Beki ve dünyalar güzeli ilk Sultanımla tiyatrolara gitmeye devam ettik! Otuz yedi yıl görev yaptım Türk Milli Eğitiminde. Otuz yedi yıl insan üretme işi olan eğitimciliği layıkıyla yapmaya çalıştım. Otuz yedi yılım kutsal bir ayin gibi geçti. Otuz yedi yılım Sabahat Akkiraz’la birlikte deyişler söylemek gibiydi. Otuz yedi yılım, Deniz Gezmiş’le tam bağımsız Türkiye, diye haykırarak, Samsun’dan Ankara’ya yürümek gibiydi. Otuz yedi yıl, çağdaş Türkiye'yi oluşturma yolunda, adam olmanın, birey olmanın güzelliğine sahip olsun insanımız, diye gayret ettim. Bu uğurda bir damla katkım olmuşsa ne mutlu bana! 10 Temmuz 2021 Salihli

  • İNCE ZAMANLAR

    Cennetin kayboluşunu izle Neydi ölümüne kucaklaşmamız Sonsuz bir ürperişe boyun eğerek Hiçbir duaya açılmayan ellerimiz Dudaklarımızda zorlu bir gülümseme Gülsuyu'ndan ince bardaklarımızda Sadece ve sadece Şarap ve meze Durmadan odun atıyoruz Yanan ateşe bakıyoruz Kirpiklerimiz değiyor birbirine Uzun bir ölüme benziyoruz ikimiz de Acayip bir çağa takılıyor aklım Biliyorsun aklın da çağı var Cennetin kayboluşunu izliyoruz Savaşın gölgesi düşüyor yüzümüze maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya TIKLAYIN

  • Yirmi İki Ocak

    maviADA 2013 Öykü İkincisi Tir tir titreyerek girdi içeri. Vestiyere mantosunu asarken burnunu hissetmiyordu. Sekreteri “Günaydın. Eski patronunuz aradı. Sizden telefon bekliyor” dedi. “Günaydın, ararım şimdi” diyerek yöneldi odasına. Mavinin tonlarıyla döşenmiş ofis, üstü dağınık masa onun bakımlı, titiz, düzenli görünümüyle pek bağdaşmıyordu. Çantasını masadaki klâsörlerin üstüne bırakıp koltuğuna oturduktan sonra çevirdi eski işyerinin numarasını. Hoş beşler tamamlandıktan sonra öğrendi Kerem Taş diye birinin ona ulaşmaya çalıştığını. İsmi duyduktan sonra yeşil gözlerine oturmuş kendinden emin ifade bir anda solmuş, patronunun söylediklerini yarım yamalak anlar olmuştu. Otomatik hareketlerle ahizenin diğer ucundan gelen numarayı kaydedip adamın onları ihmal ettiğine yönelik sitemlerini de kibarca geçiştirdikten sonra kapattı telefonu. Numarayı yazdığı sayfayı bloknottan koparıp uzunca bir süre seyretti. Kerem’i aramayabilirdi ama bu onun aramaya devam etmesini engellemezdi. Bulmuştu işte izini, konuşmadan vazgeçmezdi. Arayıp kendisini bir daha aramamasını istese… Onun bunu yapıp yapmayacağından çok, kendisinin istediği şeyin bu olup olmadığını düşünmeye başladı. Yıllardır yolunu beklediği o değil miydi sanki. Kâğıdı tuttuğu avucunu sımsıkı kapayıp arkasına yaslandı. Kendini dinlemek ister gibi yumdu gözlerini. İçindeki yıllardır susmak bilmeyen ses, bir anda susmuş; adeta yaşamla arasından çekilmiş, tüm kararları ona bırakmış gibi sinmiş, saklanmıştı. Yaklaşık bir saat sonra iki kahve içmiş ve biraz olsun kendini toparladığına inanmış olarak çevirdi buruşuk kâğıtta yazılı rakamları. Karşıdan “Efendim” dendiğini duyunca yutkunmamaya özen göstererek aramadan önce belirlediği sözcükleri ardı ardına döküverdi dudaklarının arasından. Neyse ki ahizeyi tutan elinin titrediğini gören hiç kimse yoktu etrafında. Merhaba Kerem, beni aramışsın. - Zeynep… Zeynep sensin. Sonunda buldum seni. Buldum… Kısa süren konuşma, akşam için randevulaşmalarıyla son bulmuştu. Odasının içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken yerdeki lâcivert halı gözüne dizginlerini koparmış bir fırtına gibi görünüyordu. Bunca yıl sözde dinginliğinin ardına saklanmış her şey, tek tek bağını çözüp açığa çıkarken o, bir yandan korkup kaçmak diğer yandansa fırtınanın içine dalıp çırpınan yüreğine teslim olmak istiyordu. *** Ertesi sabah işyerinin kapısından içeri girdiğinde burnunu hissediyordu Zeynep, havanın en az dünkü kadar soğuk olmasına rağmen. Odasına girince de halının rengi, bir önceki güne göre çok daha açık göründü gözüne, belli ki dinmişti fırtına. Kendisini aramaktan bir gün bile vazgeçmeden geçirdiği on beş yılını anlatan Kerem’in sesi hâlâ çınlıyordu kulaklarında. O konuştukça Zeynep’in gözleri yıllardır büründüğü dinginlikten yavaş yavaş sıyrılmış, canlanmış, sonunda da yıllar öncede kalmış parlaklığına kavuşmuştu. Masasının üzerinde ilgilenilmeyi bekleyen klâsörlere şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra uzun uzun süzmüştü sağ elindeki tektaşlı yüzüğü. *** Yaşlı kadın kızının evleneceğini duyunca “Kiminle?” diye sorarken alacağı cevabı biliyormuş da duymaya hazırlanıyormuş gibi elinden telefonu bırakmadan en yakınındaki koltuğa oturuvermişti. On beş yıldır bir kez olsun görmediği, hangi şehirde bile yaşadığını bilmediği kızının “Kerem’le” dedikten sonra hararetli hararetli anlattıklarının çoğunu anlayamamıştı çünkü kulağında kocasının ölmeden kısa bir süre önce “Bir gün birbirlerini bulurlarsa onlara sadece mutluluklar dile” deyişi çınlıyordu. “Mutluluklar dilerim kızım, peki artık dönecek misin, görebilecek miyim seni” derken sesi varla yok arasındaydı, aynı yaşam gibi. “Göreceksin anne çünkü kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Beraber geleceğiz Kerem’le. Nikâhımız orada, yirmi iki Ocak’ta kıyılacak.” Kadın bunları duyduktan sonra aklı karmakarışık olmuş, “Madem eninde sonunda Kerem’le evlenecekti, neden ona Kerem’in boşandığını söylediğimde çıkıp gelmedi” diye düşünmüş ama bir şey sormamış, söylememişti. Telefonu kapattıktan sonra da aşka yenik düşmüş gibi yığılmıştı oturduğu koltuğa. *** Annesiyle konuştuktan sonra Zeynep ister istemez geçmişe, on beş yıl önceki yirmi iki Ocak akşamına gitmişti. O geçmişe doğru yolculuğa çıkarken ofisinin duvarlarının uçuk mavisi önce dalgalanmış, sonra da çok yavaş ilerleyen bir bulutun gölgesinde kalmış gibi sönmüştü. Sonunda bulut yaptığından utanmış olmalı ki ansızın bir kenara çekilivermişti de duvarlar boğulmaktan kurtulup nefes almaya başlamıştı yeniden. O yemeklerini çok sevdikleri, sık sık gittikleri yerdeydiler yine. Kerem’in doğum gününü kutluyorlardı baş başa. İki yılı aşmış ilişkilerinin neredeyse tüm özel günlerini orada geçirmişlerdi zaten. Kerem “Önümüzdeki yıl yirmi iki Ocak’ta evlenelim mi?” diye sormuştu. Tam “O kadar bekleyemeyiz” diyecekti ki masanın yanında bir kadınla, dört yaşlarında bir kız çocuğu belirivermişti. Ne olduysa ondan sonra olmuş, Zeynep ağlayarak dönmüştü eve. Alelacele odasına gidip bir bavul eşya topladıktan sonra da annesiyle babasına “Kerem evliymiş, bir de kızı varmış, gidiyorum ben. Gitmezsem boşanacakmış, bırakmayacakmış peşimi” demiş; onlara kendisini anlamaları, yolunu kesmemeleri için yalvarmıştı. Çaresiz katlanmıştı annesiyle babası tek evlatlarının gidişine. Okumuş, mesleğini eline almıştı Zeynep. Yaşı da küçük değildi ki, gelmezdi ellerinden durdurmak, gidişine engel olmak. Açtığı telefonlar haricinde kimse onunla bir bağ kuramamış, nerede olduğunu hiç bilememişlerdi. Zaten karı koca kızlarının yerini bilmediklerine Kerem’i inandıramadıkça Zeynep’e hak vermiş, bir süre sonra da sorgu sualden vazgeçip kızlarının iyi olduğunu bilmekle yetinir olmuşlardı. Dün akşam Kerem’in teklifine “Evet” demiş ardından da eklemişti, “Yirmi iki Ocak dışındaki bir tarihte olmaz ama” diye. Bunu duyan Kerem başını önüne eğince çenesinden hafifçe tutarak onu kendisine bakmaya zorlarken en az kendisi kadar yorgun olduğunu okumuştu gözlerinden. Kerem aşkın peşinden koşmaktan yorulmuştu, kendisiyse hem beklemekten hem de… Kerem bir ara “Gidişinden beri hiç doğum günü kutlamadım” demiş, kısa bir duraklamadan sonra da “O yıl bana vereceğin hediyenin hayatımda aldığım, alabileceğim en güzel hediye olacağını söylemiştin, neydi o?” diye sormuştu. Zeynep “Aslında hediyemin aynısından sende zaten olduğunu öğrenmekti beni en çok üzen; kaçmama, ortadan kaybolmama, bunca yıl ailemden uzak kalmama neden olan” demiş ve çantasından çıkardığı on dört yaşındaki kızının fotoğrafını koymuştu Kerem’in önüne, “Sakladım hediyeni, hatta gözüm gibi baktım ona” diyerek. Zeynep yerdeki lâcivert halının yavaş yavaş da olsa dalgalanmaya başladığını fark etti ama korkmadı bu kez gelecek fırtınadan. Çünkü Kerem onun yüzünden boşanmamıştı. Çünkü Kerem aradan geçen bunca yıla rağmen ona duyduğu aşktan vazgeçmemişti. Çünkü Kerem bir kızı olduğunu bilerek gelmemişti, o Zeynep’e gelmişti. Ve genç kadın artık önünde korkacağı, aşamayacağı hiçbir fırtınanın kalmadığına tüm yüreğiyle inandığı için “Evet” demişti ona. “Sende kim oluyorsun” der gibi alaycı bir gülümsemeyle baktı halıya. * maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • kırılır

    Sezemeyiz çoğunu: Kırılmaz dediğimiz her şey kırılır. Karanlık kırılır. Tutku kırılır. Dermansız soruların gölgesinde ağlayan sırlar kırılır. Şimdi tüm gücüyle hissedebilirsiniz dediğimi! Duvardaki saate delirtici bir derinlikle bakan şu çıldırmış an kırılır. Yüzümüze taktığımız tüm görünüşler, tüm o sisli vakitler! Onlar da kırılır. Kırılır ilgisizlik bile bir lambanın içine hapsolmuş ışık kırılır Yağmur terk etti aslını, büyük tehlike yüzümüzü tırmalayan damlaların dalgaları arasından... Yağdıkça kırılır. Yüreğe oturdukça alışkanlık, birbirine alışan her şey kırılır hızla seçtiğimiz çarpıtmalar ki en çok –sığınaklar- kırılır. maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya TIKLAYIN

  • Genç Gülme Dersleri

    Tanrıyla tanıştığım ilk gündü. İhtiyacım olmayan bir acıyı satın almaya zorlanmıştım. Annem, yırtıp atmam için başucu kitabını bırakmıştı iki elimin (y)arasına, avucumdan. Evreni seyrettim. Tüm ekmek ve su krallıklarını… İlk gençlik bu susamış hayvan satırlarıyla başlayabilir mi? Belki, ama benim kemiklerimde diğer ölümlüler gibi yerçekimiyle, adı zaman konmuş bir savaşta yeniliyordu. Önceleri sıradan bir okul defteriydim. Sonra bir gün uyandım, bir fikrim vardı bir de tarafım. En güldüğüm dersten tek ayaktaydım. Rengim mi? gri değildim elbet keskin bir rengim vardı. Saçlarım bahar kesiği, uçlarında mayıs dalları… buruk bir sıcak dudaklarımızın arasında, simit ve ayranla bastırılamayan. Şüphe, kendi eziyetimizi inşa ettiğimiz bin göz oda. Kalplerimizi kırmak için yeterince konuşurduk, yorulurduk. Temiz çocuklardık, tüm çocuklar gibi ama artık çocukluğumuzu kabul edemiyorduk. Başka dilde bir tür küfürdü kelime. Nasıl da önemli işler yapıyorduk kesin kurutacaktık büyük bataklığı, bu ancak bizim başarımız olabilirdi. Böylesi günlerden kaç tane tuttuk o köprüde anımsayamıyorum. Çözülmüş bir ikindi uykusuydu nehre açıldım. Kanamayı öğretti nehir bana, kendi iklimimde kabuk tutmayı, kapanmayı açılmak için bir çiğdem dönüşüne. Öyle derin bir sonraya rast gelir ki gözümde dünyanın büyüdüğü, benim küçüldüğüm gün. Arkadaşlarım kırlangıçlara dönüşmüştü. Bir fabrika sürekli avcı üretiyordu. Bileyli dişleri vardı havanın, içinden geçerken içimi dişliyordu. Ketum bir aynaya rast geldi ilk saçımın beyazı. Şimdi kardeşim babamdan alıyor başucu kitabını şimdi o büyük dünya küçük. Yılların espri anlayışı tek dizi, oğluma gelecek bir gün Tanrısıyla tanışma sırası ve beni görecek bir yol resminde gülümserken. Başkalarının kardeşleri oğulları ve kızları ülkeleri ve zamanı sırtlayacaklar gençliklerine aldanıp, acımasız bir hasatta kambur kalana kadar. Olmasaydı genç bedenler ve genç yürekler kimi suçlayacaktık can havliyle kendi suçlarımız için kimi yoracaktık ve bıktıracaktık daha başladıkları yerde. Gençlik kolalanmış dev bir yeşil perde her coğrafyada mümkünsüzü başaran, yanmış şeker kokusu var güneşlerinde. maviADA 24 BAHAR SAYISI TAMAMI İÇİN TIKLAYIN

  • Tankınız Ne kadar Güçlü Generalim

    Tankınız ne güçlü generalim, Siler süpürür bir ormanı, Yüz insanı ezer geçer. Ama bir kusurcuğu var; İster bir sürücü. Bombardıman uçağınız ne güçlü generalim, Fırtınadan tez gider, filden zorlu. Ama bir kusurcuğu var; Usta ister yapacak. İnsan dediğin nice işler görür, generalim, Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin. Ama bir kusurcuğu var; Bilir düşünmesini de. Çeviren: A.Bezirci / Bertolt Brecht asıl adı Eugen Bertolt Brecht (Doğum, 10 Şubat 1898 Augsburg - Ölüm, 14 Ağustos 1956 Berlin ADC) şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısıdır. Başarılı oyunlarından başka kuramsal yazıları ve uygulamada getirdiği yeniliklerle de 20. yy tiyatrosuna yön vermiş öncülerdendir. Aristotelesçi olmayan Epik tiyatro anlayışıyla devrim yaratmış, çağdaş siyasal ve maddeci tiyatronun önde gelen temsilcilerinden olmuştur. maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya TIKLAYIN

  • Bazen Bilemeyiz

    Oturup enine boyuna düşünüp zor olsa da anlamamız gerek belki...Yani yakın çevremizde yaşananları ve insanları hale yola koymaya gücümüzün olmadığını. Yaşanmışlıklarımıza ve tecrübelerimize dayanarak her ne kadar eğriyi doğruyu ayırt etme yetisine sahip olsak da bunları bizden sonraki nesillere aktarmaya çalışmak boşa kürek çekmektir çoğunlukla. Nasıl ki bizler zamanında kendi hatalarımızı yapmış, kendi keşkelerimizi edinmişsek ve başarı ile sevinçlerimizi... dahası iyi kötü kurmuşsak geleceğimizi, bizden sonra gelenlerin de en doğal hakkıdır bu. Bize düşen yalnızca algılayabilecekleri şekilde eğriyi doğruyu gösterip seçimi onlara bırakmak olmalıdır diye düşünmüşümdür hep...uygulamada ne kadar zorlansam da! Hem geçmişimizden biliriz ki bazen en doğruyu yaptığımızı düşündüğümüz pek çok eylemimizin sonu hayal kırıklığı olmuştur. Bu sebeple ne kadar tecrübeli olsak da çocuklarımızın yanlış kararlar aldığını, hata yaptığını düşünsek de yanlış olduğunu düşündüğümüz, bize dayanılmaz acılar yaşatacağını öngördüğümüz olayın tetiklediği zorlukların ve olay örgüsünün sonunda büyük bir mutlulukla da karşılaşabiliriz. Bana inanmalısınız ki söz ettiğim bu şeylerle karşılaşma olasılığı küçümsenemeyecek kadar çoktur. Dahası yaşadığımız öyle olaylar vardır ki ve sevdiklerimizin yaşadığı, çoğu zaman biz ne yaparsak yapalım, istersek kendimizi parçalayalım olacak olan kaçınılmazdır....Olur. Böyle durumlar için benim aldığım bir tavır vardır. Bu sözünü ettiğim tavır genel anlamda sancılı olsa da etkili bir yöntemdir. Bir doktor gibi düşünmeye çalışırım böyle durumlarda, bir cerrah. Diyelim ki kuş uçmaz dedikleri bir dağın başında ciddi yara almış bir hastayla karşılaşmış olayım, üstelik kervan da geçmiyor olsun. Vakit yok, kan kaybı çok. Ben hiç unutmadığım Hipokrat yemini sadakatimle tüm bilgi birikimimi, elimde bulunan alet ve edevatımı, artık dağ başında ne kadarı varsa kullanır hastamı sağaltmaya, bildiğim, doğru olduğunu öngördüğüm davranışa yönlendirmeye çalışırım. Fakat şunu da iyi bilirim ki hastayla dağın başında karşılaşıp ilkel şartlarda ameliyata girişmem nasıl benim elimde olan bir şey değilse, uygun hijyene sahip olmayan bir ortamda müdahale etmek zorunda kaldığım için hastanın iyileşme sürecinde yaşayabileceği komplikasyonlardan da kendimi sorumlu tutmam. Yani ben elimden geleni yapmışımdır artık, sonradan yaşanacak olanlara müdahale etme şansım olmadığından bilirim ki suyu akışına bırakmaktan başka seçeneğim yoktur. İnsan ilişkilerinde ise bu durum şu şekilde açıklanabilir: İletişim içinde olduğumuz kişiyle ya da yardım etmek istediğimiz yakınımızla hiçbir zaman iki kişilik bir yolda yürüyemeyiz. Az önce verdiğim örnekteki kuş uçmaz dağ ve alınan yara zaman zaman üçüncü şahıs olarak, zaman zaman bizim onaylamadığımız eylemler, idealler, tutkular vb. duygular olarak karşımıza çıkar. İş bu aşamadayken elbette karşımızdakine biçtiğimiz değer ölçüsünde onun gözünü açmaya çalışmak kaçınılmaz olandır. Bu durumda destek olmaya çalıştığımız yakınımızın ve onu etkileyen olgu, olay, kişi her neyse bunların da bizim kontrolümüz dışında olduğunun bilincinde, daha çok kabulünde olmak düştüğümüz açmazda bizleri daha az zorlayacaktır. Kaldı ki bahsettiğimiz doğrunun yüzde yüz doğru, yüzde yüz mutluluk getireceğinin garantisinin olmadığından yazımın başında da söz etmiştim. Söylediğim gibi biz bir cerrahsak ve dağın başında bir operasyon yapmak zorunda kalmışsak olayın bizim açımızdan iki seçenekle, yani negatif ya da pozitif bir şekilde sonuçlanacağını kabul etmekten başka açarımız yoktur. Ötesi, sonucu değiştirmemekle birlikte kendimizi hırpalamaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Çünkü iyi bilirim ki dünyanın en korkunç hissidir çaresizlik. Umut dediğimiz de böyle bir şey değil miydi...Bazen yanlıştan doğru, doğrudan yanlış, bazen sevinçten hüzün, hüzünden sevinç doğmaz mı! Bittim sandığın yerden başlamak gibi... 4 Temmuz 2021 / 00.33

  • Anladık İyisin ama Neye Yarıyor İyiliğin

    İyi tüfeklerden çıkan İyi kurşunlarla vuracağız seni Sonra da gömeceğiz İyi bir kürekle İyi bir toprağa. Seni kimse satın alamaz, Eve düşen yıldırım da Satın alınmaz Anladık dediğin dedik, Ama dediğin ne? Doğrusun, söylersin düşündüğünü, Ama düşündüğün ne? Yüreklisin, Kime karşı? Akıllısın, Yararı kime? Gözetmezsin kendi çıkarını, Peki gözettiğin kimin ki? Dostluğuna diyecek yok ya, Dostların kimler? Şimdi bizi iyi dinle: Düşmanımızsın sen bizim Dikeceğiz seni bir duvarın dibine Ama madem bir sürü iyi yönün var Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine İyi tüfeklerden çıkan İyi kurşunlarla vuracağız seni Sonra da gömeceğiz İyi bir kürekle İyi bir toprağa...

  • Karanlık Sular

    Hemen her saniyesi izleyende gerilim duygusunu canlı tutan başarılı bir yapım. Karanlık Sular'da (The Shallows), Nancy Adams (Blake Lively) sörf yapmak için çok fazla kimsenin bilmediği ve uğramadığı bir koya gider. Günün sonuna yaklaşırken beklenmedik bir anda köpek balığının saldırısına uğrar. Sonrasında ise yaşamı koruma içgüdüsünün verdiği güç ve mesleğinin kazandırdığı soğuk kanlılıkla insan üstü bir direnç gösterir. Süre: 86 dakika Yıl - Ülke: 2016 Avustralya Tür: Aksiyon Dram Korku Gerilim Oyuncular: Blake Lively, Angelo Lozano Corzo, Jose Manuel Trujillo Salas Sedona Legge

  • Yakamdaki Kir İzi

    KİTAP Şiir. Cemal Karsavran * Yabancı bir şehrin sokaklarından seslendi Hissettim yüreğimde Özlemin ilk dakikalarıydı Ankara ışıklar altında Biraz tedirgin bulsamda sesini Yorgunluğa say dedi Bir taşla iki kuş Bir can bir ideal Geçmiş olsun düşüm Geç oldu güç olmadı Canı kucakladı hasretle Yıllardan sonra ilk ziyaret Fakirin umudu gibi Ekmek gibi su gibi Kızılay’da bir akşam Dinlenirken demlenirken Gezindi gözleri tanıdık bir yüz aradı Onaltı yılın hasretiyle Gelinipte dönülmeyecekmiş gibi Ankara’da Cemal Karsavran İletişim=Dereağzı mahallesi 8049.ci sok no:39 Marmaraereğlisi/Tekirdağ

  • BASIN YAYIN SANAT EDEBİYAT ŞİİR DÜNYASI'NDAN KISA KISA DUYURULAR...

    KERİM ÖZBEKLER GAZETECİ-YAZAR-ŞAİR 08-15 Temmuz 2021 tarihleri arasında 70 yazar-şair ve ressam ''Sanat Sokak'ta'' adı altında ''Denizciler Caddesi, Çanakkale Sokak Ulus-Ankara'' adresinde olacaktır. İlgilenenlere, önemle duyurulur. ************************************************************************************************************************************************************************************ 09 Temmuz 2021 Cuma günü, 20.30-21.30 saatleri arasında Alaçatı Kitabevi-Yenimecidiye Mahallesi, Kemalpaşa Caddesi Alaçatı (Çeşme-İzmir) adresinde Öğretmen ve Yazar Nurdan Aladağ ''Çanta'nın Gizemi isimli kitabını okuyucuları için imzalayacaktır. İlgilenenlere, önemle duyurulur. ************************************************************************************************************************************************************************************ 14 Temmuz 2021 Çarşamba günü, saat.14.00-18.00 arasında;Denizciler Caddesi, Çanakkale Sokak Ulus-Ankara adresinde ''Sanat Sokak''ta adı altında açılacak olan ''Sanat Etkinlikleri'' kapsamında Yazar İbrahim Eryiğit okuyucuları ile bir arada olacaktır. İlgilenenlere, önemle duyurulur. ************************************************************************************************************************************************************************************ EPHEMERA ÖYKÜ-DENEME-ŞİİR YARIŞMASI BİRİNCİLERİNE 50.00 LİRALIK HEDİYE ÇEKİ TAKDİM EDİLECEK. (SON BAŞVURU TARİHİ.20 AĞUSTOS 2021 CUMA)... EPHEMERA ÖYKÜ-DENEME-ŞİİR YARIŞMASI'NA KATILMA ŞARTLARI; -Yarışmaya, isteyen herkes katılabilir. -Yarışma öykü, deneme ve şiir kategorilerinde olacaktır ve konular serbesttir. -Konu, kişiye bağlıdır. Herhangi bir konu belirleyerek, siz değerli yazarlarımızı kısıtlamamaktayız. -Kelime sınırı (deneme ve öykü kategorilerinde), minimum 500 kelimedir. Şiir kategorisinde, herhangi bir kelime sınırı bulunmamaktadır. -Eserler, ephemerartt@gmail.com adresine gönderilecektir. -Son eser gönderme tarihi, 20 Ağustos 2021'dir. -Yazım kurallarına dikkat edilmeli, 12 punto Times New Roman ile yazılmalıdır. -Gönderilen belgenin sağ alt kısmında “AD-SOYAD-İLETİŞİM BİLGİLERİ (Telefon numarası ve e posta adresi)” KESİNLİKLE BULUNMASI GEREKİR. -Belgenin adı “AD-SOYAD-TÜR” şeklinde düzenlenmelidir. -Yarışma sonunda üç kategorinin de birincilerine 50 TL değerinde D&R hediye çeki teslim edilecektir. -Yarışmaya katılanlara dijital ortam üzerinden bir teşekkür-katılım belgesi teslim edilecektir. -Başarılı eserler, yazarları ile görüşülüp Ephemera’nın ilk çıkacak e-dergisinde yer alacaktır. -Bütün değerli eserlerinizi okumak için sabırsızlanmaktayız. ******************************************************************************************* ******************************************************************************************* DEDEKTİF DERGİ ZEHİRLİ KALEM ÖYKÜ YARIŞMASI DÜZENLEDİ.(SON BAŞVURU TARİHİ.01 EYLÜL 2021 ÇARŞAMBA... DEDEKTİF DERGİ ZEHİRLİ KALEM ÖYKÜ ÖDÜLÜ'NE KATILMA ŞARTLARI; -Konu serbesttir, ancak öyküler polisiye türünde olmak zorundadır. -Gizem ve suç unsurlarını içermeli ve mutlaka mantıklı bir sonuca bağlanmalıdır, bu özellikleri taşıyan noire ve gerilim tarzında yazılmış öykülerle de ödüle başvurulabilir. -Öyküler daha önce hiçbir yerde (basılı veya dijital olarak) yayınlanmamış, herhangi bir yarışmaya katılmamış ve ödül almamış olmalıdır. -Öykülerin uzunluğu, 5.000 kelimeyi geçmemelidir. -Öyküler özenli bir Türkçe ile yazılmalı, imla kurallarına azami derecede dikkat edilmelidir. -Türkiye içinde ya da dışında yaşayan ve 18 yaşını tamamlamış herkes, Türkçe yazmak koşuluyla bu ödüle başvurabilir. -Öyküler A4 sayfasına, Times New Roman yazı karakteri ile 1,5 satır aralığında yazılmalı ve word dosyası olarak elektronik postayla zehirlibirkalem@gmail.com adresine gönderilmelidir. Başvurular, sadece elektronik postayla yapılacaktır. -Katılımcı, ayrıca 300 kelimeyi geçmeyen özyaşam öyküsünü-gerçek adını ve adresini ayrı bir word dosyası halinde elektronik postaya ekleyerek göndermelidir. -Başvurularda, rumuz kullanılacaktır. Rumuz, öykü dosyasının sol üst köşesine yazılacak. Dosyanın hiçbir yerinde, yazarın adı yer almayacaktır. -Öyküler, ön seçici kurul tarafından değerlendirildikten sonra finale kalanlar 21 Eylül 2021 tarihinde seçici kurul üyelerine teslim edilecektir. -Sonuçlar, 15 Aralık 2021’de Dedektif Dergi’de ve sosyal medyada açıklanacaktır. -Ödül, seçici kurul üyeleri ve birinci dereceden yakınları dışında kalan ve 18 yaşını tamamlamış herkese açıktır. Ödül yönetmeliğine uygun olmayan ve belirtilen tarihten sonra teslim edilen başvurular, değerlendirmeye alınmayacaktır. -Ödüle sadece bir öykü ile başvurulacak, dereceye girsin ya da girmesin hiçbir eser iade edilmeyecektir. -Ödüle gönderilen öykülerin, hukuki ve bilimsel sorumluluğu yazarına aittir. Üçüncü kişilerin, öykünün telif hakkı konusunda iddia ve talepleri olması durumunda sorumluluk öykü sahibinindir. -Başvuru sahibi, öyküsünün finale kalması halinde eser üzerindeki basılı ve dijital tüm kullanım haklarını bedelsiz olarak Dedektif Dergi’ye devrettiğini kabul etmiş demektir. -Bu koşulların yanı sıra, finale kalan öykülerin yazarları, eserlerinin Dedektif Dergi’de yayınlanmasını-bir kitap halinde basılarak çoğaltılmasını ve satış amacıyla dağıtılmasını da peşinen kabul etmiş sayılırlar. ************************************************************************************************************************************************************************************ İZMİR BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYESİ 100.YIL MARŞI ŞİİR VE BESTE YARIŞMASI DÜZENLEDİ, YARIŞMACILARA TOPLAM 300.000 LİRALIK PARA ÖDÜLÜ DAĞITILACAK. (SON BAŞVURU TARİHİ.01 EKİM 2021 CUMA)...1 100.YIL MARŞI ŞİİR YARIŞMASI; -Yarışma, tüm şairlere açıktır. -Yarışmacılar, sadece bir (1) eser ile katılabilir. -Yarışmaya, bireysel ya da ekip olarak katılım mümkündür. Ekip katılımları durumunda, İdare ile ilişkilerin yürütülmesiyle sınırlı olmak üzere bir kişinin ekip başı olarak kapalı kimlik zarfında belirtilmesi gerekmektedir. -Eserlerin genel norm veya mevzuata uygunluğundan ve her türlü telifinden, eser sahibi sorumludur. İdarenin telifle ilgili herhangi bir ödeme yapmak zorunda kalması durumunda, kayıtsız şartsız nakden ve defaten o eserle yarışmaya katılan yarışmacı ya da yarışmacılara rücu eder. -Şiirlerin, idare tarafından ticari olmayan eğitim-tanıtım-kültür ve sanat faaliyetlerinde izleyiciye gösterilmesi yarışmacılar tarafından kabul edilmiş sayılacaktır. -Şiir yarışmasında, bestelenmeye hak kazanan eserlerin seslendirme hakkı ile tüm mekanik ve dijital yapım hakları İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait olacaktır. -Ödül kazanan şiirlerin, herhangi mecrada paylaşılması sırasında şiir isminin yanı sıra aldığı ödül mutlaka belirtilecektir. YARIŞMACILAR AŞAĞIDAKİ ŞARTLARA UYMAK ZORUNDADIR; -Seçici kurul üyeleri, raportörleri belirleyenler ve atayanlar arasında olanlar yarışmaya katılamazlar. -Seçici kurul üyeleri (danışman, asli, yedek) ve raportörlerle bunların 1.dereceden akrabaları-resmi ortakları-yardımcıları ve çalışanları arasında olanlar, yarışmaya katılamazlar. -Yarışmayı açan İdarede, yarışmayla ilgili her türlü işlemleri hazırlayan-yürüten-sonuçlandıran ve onaylamakla görevli kişiler yarışmaya katılamazlar. -Yarışmayı açan İdare adına hareket eden danışmanlarla bunların 1. dereceden akrabaları-resmi ortakları-yardımcıları ve çalışanları yarışmaya katılamazlar. -Bu koşullara uymayanlar, yarışmaya katılmış olsalar dahi şiirleri yarışmaya katılmamış sayılır. -Şiirler Cumhuriyetimizin 100. yılına ithafen yazılmış olmalı, hukuka- insan onuruna aykırı olmamalı-siyasi içerik taşımamalı-ulusal birliği ve ülke bütünlüğünü bozucu-moral yıkıcı ve sanat değerinden yoksun olmamalıdır. -Şiirler, Türkçe dil kurallarına uygun biçimde yazılmalıdır. -Yarışmaya katılacak şiirlerin hece ölçüsü kısıtlaması olmamakla birlikte, yedi (7) heceli mısralar şeklinde düzenlenerek yazılması tavsiye edilir. -Şiirler, herhangi bir yarışmaya katılmamış-herhangi bir mecrada yayınlanmamış-alenileşmemiş ve hiçbir yarışmanın finalinde yer almamış olmalıdır. İnternette yapılan taramalarda, herhangi bir mecrada yayınlandığı veya yarışmalarda kullanıldığı tespit edilen eser diskalifiye edilir. -Başvuru belgeleri en geç 01 Ekim 2021 günü, saat 17.00’ye kadar Yarışma Raportörlüğü adresine iletilmelidir. Postadaki gecikmeler, dikkate alınmayacaktır ve eksik başvurular değerlendirilmeyecektir. 100.YIL BESTE YARIŞMASI KATILIM KOŞULLARI; -Yarışma, T.C. vatandaşı ve 18 yaş üzeri olan herkesin katılımına açıktır. -Yarışmacılar, sadece bir (1) eser ile katılabilir. -Yarışma, tüm bestecilere açıktır. -Yarışmaya, bireysel ya da ekip olarak katılım mümkündür. Ekip katılımları durumunda, İdare ile ilişkilerin yürütülmesiyle sınırlı olmak üzere bir kişinin ekip başı olarak kapalı kimlik zarfında belirtilmesi gerekmektedir. -Eserlerin genel norm veya mevzuata uygunluğundan ve her türlü telifinden, eser sahibi sorumludur. İdarenin telifle ilgili herhangi bir ödeme yapmak zorunda kalması durumunda, kayıtsız şartsız nakden ve defaten o eserle yarışmaya katılan yarışmacı ya da yarışmacılara rücu eder. -Eserlerin, idare tarafından ticari olmayan eğitim-tanıtım-kültür ve sanat faaliyetlerinde izleyiciye gösterilmesi yarışmacılar tarafından kabul edilmiş sayılacaktır. -Beste yarışmasında finale kalan eserlerin, seslendirme hakkı ile tüm mekanik ve dijital yapım hakları İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait olacaktır. -Ödül kazanan eserlerin herhangi bir orkestrada seslendirilmesi sırasında, programda eser isminin yanı sıra aldığı ödül mutlaka belirtilecektir. YARIŞMACILAR AŞAĞIDAKİ ŞARTLARA UYMAK ZORUNDADIR; -Seçici kurul üyeleri, raportörleri belirleyenler ve atayanlar arasında olanlar yarışmaya katılamazlar. -Seçici kurul üyeleri (Danışman-asli-yedek) ve raportörlerle bunların 1.dereceden akrabaları-resmi ortakları-yardımcıları ve çalışanları arasında olanlar, yarışmaya katılamazlar. -Yarışmayı açan İdarede, yarışmayla ilgili her türlü işlemleri hazırlayan-yürüten-sonuçlandıran ve onaylamakla görevli kişiler yarışmaya katılamazlar. -Yarışmayı açan İdare adına hareket eden danışmanlarla bunların 1. dereceden akrabaları-resmi ortakları-yardımcıları ve çalışanları yarışmaya katılamazlar. -Bu koşullara uymayanlar, yarışmaya katılmış olsalar dahi besteleri yarışmaya katılmamış sayılır. -Yarışmaya gönderilen eserler, marş formunda-piyano eşlikli olarak tek sesli ya da çok sesli koro için bestelenmiş-söz ve müzik arasındaki uyum sağlanmış olacaktır. -Eserlerin sözleri (Bestelenmiş şiir), “Şiirlerde Aranacak Şartlar (madde 7.)” başlığı altında belirtilenleri sağlamalıdır. -Eserlerin süresi en az 1, en fazla 4 dakika olmalıdır. -Yarışmaya katılacak bestelerin, tercihen bütünüyle bir dokuzlu aralığı aşmayacak ses alanı içinde kalarak diyatonik yapıda-müzik eğitimi olmayan büyük toplulukların da kolayca öğrenebilecekleri ve söyleyebilecekleri-kulakta kalıcı nitelikte olmaları tavsiye edilir. -Yabancı dillerde bestelenmiş müzik eserlerine söz yazılarak hazırlanan ve popüler müzikle bağdaşan eserlere benzer kopya, uyarlama türü eserler yarışma amaçlarına aykırı sayılır. -Besteciler, bu şartname hükümlerine göre şairlerini (Söz yazarları)-aranjörlerini ve emeği geçebilecek diğer sanatçıları belirlemekte yetkili ve özgürdürler. -Başvuru belgeleri en geç 01 Eylül 2021 günü, saat 17.00’ye kadar Yarışma Raportörlüğü adresine iletilmelidir. Postadaki gecikmeler, dikkate alınmayacaktır ve eksik başvurular değerlendirilmeyecektir. ŞİİR YARIŞMASI ÖDÜLLERİ; Şiirleri bestelenmeye değer görülen 5 finalist şairin her biri için, on bin (10.000) TL mansiyon ödülü verilecektir BESTE YARIŞMASI ÖDÜLLERİ; -Yarışmada, 1 Başarı Ödülü (Birincilik) ve 9 Mansiyon Ödülü olmak üzere 10 adet ödül dağıtılacaktır. -Birinci seçilen eserin ödülü, bestecisi ve şairi için ayrı ayrı yüz bin (100.000) TL olmak üzere toplamda iki yüz bin (200.000) TL olacaktır. Şiir yarışması finaline kalan beş şiirden birinin şairi, beste yarışmasında birinci olursa alacağı ödül doksan bin (90.000) TL olacaktır -Her bir mansiyon ödülü ise eser sahibi besteci ve şair arasında eşit olarak paylaştırılacak şekilde, toplam on bin (10.000) TL olarak belirlenmiştir. ESERLERİN TESLİM ADRESİ; İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi Şube Müdürlüğü Mehmet Ali Akman Mahallesi, Mithatpaşa Caddesi, No.1087 Güzelyalı-Konak-İzmir Tel.0-232-2933804 Faks.0-232-293383 ************************************************************************************************************************************************************************************ Dr.Oğuz Paköz Alkış Dergisi P.K. 42 veya Hükümet Bulvarı, Mert İşhanı, No.24, K.7, D.2 0-344-2250035 46100 Kahramanmaraş veya İsmetpaşa Mahallesi, Azerbaycan Bulvarı, No.17/2 Dulkadiroğlu-Kahramanmaraş 0-532-2631316 alkisdergisi@yahoo.com ************************************************************************************************************************************************************************************* Aylık baskılı kültür sanat ve edebiyat dergisiyiz, ürün göndermek için aşağıdaki e posta adresini kullanabilirsiniz. 0-507-8871791 akalemlerdergisi@gmail.com http://www.akalemler.com/ ************************************************************************************************************************************************************************************** https://www.linkedin.com/feed/update/urn:li:activity:6811364295935328257/ ******************************************************************************************************************************************************************************************** https://scontent.fadb3-2.fna.fbcdn.net/v/t1.6435-9/202662513_115467560765080_1720357171030059137_n.jpg?_nc_cat=108&ccb=1-3&_nc_sid=09cbfe&_nc_ohc=06oDVYue5-gAX9puERg&_nc_ht=scontent.fadb3-2.fna&oh=00dcb56ee53b506b93bcafaf893d9c1a&oe=60DF8DFF ******************************************************************************************************************************************************************************************** http://www.haydidergi.com/ ************************************************************************************************************************************************************************************** DÜNYA ÇAPINDA 1 SANATÇI OLMAK İSTİYORSANIZ BU SİTEYE ÜYE OLUN, ESERLERİNİZİ BURADA SERGİLEYİN-ÇOK PARA KAZANIN VE ÇEVRENİZİ GENİŞLETİN; https://www.artmajeur.com/ ************************************************************************************************************************************************** Elimde Aydın Efesi-Bizim Külliye ve Genç Yürekler Dergisi var, dergilere yazı-öykü-şiir gönderen 1 yazarımıza bunları ücretsiz olarak ileteceğim. İlgilenenler, mesaj kutusuna adres ve telefon numarasını bırakabilir. ************************************************************************

  • 50 YIL SONRA: “BİR GÜN MUTLAKA”

    “Bir Gün Mutlaka”, Ataol Behramoğlu’nun 1965 yılında yazdığı bir şiirin adıdır. Yayımlandığında çok ses getiren şiirlerden birisi olarak edebiyat tarihine geçmiştir. Biliyorsunuz üç köre bir fili dokunarak tarif etmesiyle ilgili bir anekdot anlatılır. Filin burnuna dokunan kör, “fil bir hortumdur” demiş. Kulağına dokunan kör “yelken”, bacağını tutan da “sütun” diyerek fili tanımlar. İşte buna benzer şekilde BİR GÜN MUTLAKA şiirinin her mısraını alan da kendince değerlendirmiş ve eleştirmiştir. Bu durum Fakülte öğrenciyken, bizleri meşgul eden, bir anlamda devrimci olduğumuzu kanıtlamaya yönelik başlıca uğraşılarımızdandı. “Bugün seviştim, yürüyüşe katıldım” dizesi en çok tartışmaya yol açanıydı. “Hiç devrimci sevişir mi?” sorusunu zihinlerde uyandırmıştı. Bu dize bir burjuva özentisi olarak görülüyordu. Elbette devrimci ahlaka (!) aykırıydı!!! Genel izlenim böyle iken ben aksini savunuyordum. Arkadaşlar ise inadına bir yaklaşımla aynı teraneyi tutturmuşlardı. Keskin devrimci iddiasında bulunanların tamamına yakını köy çocuğu idi. Karşı cinsten arkadaşları olmamıştı. “Flört” nedir zaten bilmezlerdi. Dolayısıyla öpüşmek de sevişmek de onların devrimci jargonunda tartışmasız bir tabu idi. Tabii aynı bakış açısıyla tıraş olmak, çimmek, dişleri fırçalamak, güzel giyinmek burjuva özentisi anlamına geliyordu. Filtreli sigara (o yıllar Samsun) içmek bile burjuvalığa bir kanıt olarak gösteriliyordu. Mademki halkımız sarma tütün, filtresiz Birinci sigarası içiyordu o halde devrimciler de en fazla filtresiz Bafra sigarası içmeliydi. Sanki köylülükten, feodaliteden sosyalizme uçarak geçecektik ve hep köylü kalarak Sosyalizmi kuracaktık. Hani bazı filmlerde Türkan Şoray meyhanelerde, barlarda dolaşıp çiçek satan pekte namuslu kız rollerini oynardı ya.. Diğer yandan bazı filmlerinde masa üstüne çıkıp, gerdan kırıp, göz süzüp, kalça oynatsa bile namus timsali olmasını gölgelemezdi. Sıcak tartışmalarda söylediklerime itiraz edenleri, “Hepinizi ananız buğday çuvalının içinde bulmuş ” diye tiye alırdım. Nerden bilebilirdim ki tam elli yıl sonra BİR GÜN MUTLAKA’nın unutulmaz yaratıcısı Ataol Behramoğlu ile Iğdır’da karşılaşacağımı… Daha önce yüz yüze tanışma şansım olmamıştı. Şiirlerinden, yazılarından tanırdım kendisini… Bir de hemşerimiz olduğunu bilirdim. Iğdır’a kitaplarını imzalama ve okuyucularıyla sohbet etmeye davet edilmişti. Etkinliğin yapıldığı çayevine gidip kendimi tanıttım. Kısa sürede aramızda sıcak bir dostluk bağı gelişti. Sanki uzun yıllar arkadaşmışız gibi, bir sevgi ve içtenlik duygusuyla birbirimize bağlandık. Sohbetimiz devam ederken ben daha elli yıl öncesinde bile ateşli devrimcilerin katı, saçma ve hayatın gerçeklerine ters, sözüm ona eleştirilerine karşı çıktığımı anlattım. Zaten o kuşağın bütün devrimciliği köy ağalığına karşı çıkmaktı. İnce Memet, Tırpan, Reşo Ağa ve benzeri bütün kitaplar, hala tarım toplumu olan Türkiye’deki köylüleri, halkçı ve devrimci olarak sunmak gibi absürt bir yaklaşıma sahiptiler. Kemal Bilbaşar, “Cemo” isimli kitabında bunlara cevap verir ama yazılanları ne okuyan ne de anlayan vardır . Köylüler yakınıyor: “Biz ağasız nederiz, ne yaparız, kime gideriz….” Yani ağa köyün lideridir, koruyucusudur. Köylünün hakkını yedirmeyen, bürokrasiye karşı savunan ve her türlü belaya karşı ona kalkan olandır. Bizim devrimcilerin “halkçılığı”, köy ağalığı denilen sosyal kurum ile Batının feodal senyörlerini karıştırmalarından başka bir şey değildi. Sayın Behramoğlu ile bu minval üzere sohbete daldık. Eski ortak dostları yâd ettik. Bana SİVİL DARBE adlı kitabını imzaladı, iç kapağına gönül ferahlatan sözler yazıp kitabı bana uzattı. “BİR GÜN MUTLAKA GÜZEL GÜNLER GELECEK YURDUMUZA” dileğiyle vedalaştık. NOT: Ağa kelimesinin değişik anlamları Ağa sözcüğü başlangıçta askeri ve idari makam adlarıyla birleştirilerek yeniçeri ve sipahilerdeki belli rütbeleri (örn: Kapıkulu Ağası, Yeniçeri Ağası, Çarşı Ağası vb.), padişah ailesine mensup kimi kişileri ve padişahın haremini denetleyen görevlileri (örn: Harem Ağası, Kızlar Ağası, vb.) belirtmek için kullanılırdı. Sonra daha alt rütbelerdeki subaylara ve saygı belirtisi olarak aile reislerine, köy yöneticilerine, büyük toprak sahiplerine verilen bir ad olmuştur. Ağa, köylerde büyük toprak ve arazi sahiplerine verilen bir unvan, bir sıfattır. Ağalar, sahip oldukları büyük arazilerin ekilmesi, biçilmesi, işlenmesi işini ortakçı veya maraba diye tanımlanan kişiler ve aileler aracılığı ile yürütürlerdi. Ağa, ayrıca büyük kardeştir, ağabeyidir, abidir, Ağa idarecidir, Ağa idare edendir, Ağa yöneticidir, Ağa yönetendir, Ağa yönetmendir, Ağa koruyandır, Ağa kollayandır. Ağa güvenilendir. Ağa güven duyulandır. Ağa itimat edilendir. Ağa dar günün insanıdır. Ağa dara düştüğünde ilk akla gelen isimdir. Ağa dosttur. Ağa sevendir. Ağa sevilendir. Ağa işverendir. Ağa, aş verendir. Ağa saygındır. Ağa saygınlıktır. Ağa saygın olandır. Ağa, yanında çalışanı koruyandır. Ağa yanında çalışana güvenendir. Kısacası ağalık öyle kolay bir şey değildir. BİR GÜN MUTLAKA Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telaş Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam! Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz Çiçekler açıyor durmadan, savaşlar oluyor, her şey nasıl bitebilir bir bombayla, nasıl kazanabilir o kirli adamlar Uzun uzun düşünüyor, sularla yıkıyorum yüzümü, temiz bir gömlek giyiyorum Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu han-i yağma Ama yorgunum şimdi, çok sigara içiyorum, sırtımda kirli bir pardösü Kalorifer dumanları çıkıyor göğe, cebimde Vietnamca şiir kitapları Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce ölüyor orda Köprülerden geçiyorum, karanlık yağmurlu bir gün, yürüyorum istasyona Bu evler hüzünlendiriyor beni, bu derme çatma dünya İnsanlar, motor sesleri, sis, akıp giden su Ne yapsam… Ne yapsam her yerde bir hüzün tortusu Alnımı soğuk bir demire dayıyorum, o eski günler geliyor aklıma Ben de çocuktum, sevgililerim olacaktı elbette Sinema dönüşlerini düşünüyorum, annemi, her şey nasıl ölebilir, nasıl unutulur insan Ey gök! Senin altında sessizce yatardım, ey pırıl pırıl tarlalar Ne yapsam… Ne yapsam… Dekart okuyorum sonradan… Sakallarım uzuyor, ben bu kızı seviyorum, ufak bir yürüyüş Çankaya’ ya Bir pazar, güneşli bir pazar, nasıl coşuyor yüreğim, nasıl karışıyorum insanlara Bir çocuk bakıyor pencereden hülyalı kocaman gözlü nefis bir çocuk Lermontov’ un çocukluk fotoğraflarına benzeyen kardeşi bakıyor sonra Ben şiir yazıyorum daktiloda, gazeteleri merak ediyorum, kuş sesleri geliyor kulağıma Ben mütevazı bir şairim, sevgilim, her şey coşkulandırıyor beni Sanki ağlayacak ne var bakarken bir halk adamına Bakıyorum adamın kulaklarına, boynuna, gözlerine, kaşlarına yüzünün oynamasına Ey halk diyorum, ey çocuk, derken bende bir ağlama İlençliyorum (lanetliyorum) bütün bireyci şairleri, hale gidiyorum portakal almaya İlençliyorum o laf kalabalıklarını, kurumuş yürekleri, bireyin kurtuluşunu filan İlençliyorum o kitap kurtlarını, bağışlıyorum sonradan Uzun kış gecelerinden sonra kim bilir nasıl olur her şey Uzun kış gecelerinden sonra, masallarda anlatılan Durup durup bunları düşünüyorum, bir sevinci bir hüzün izliyor arkadan Yüreğim ipe sapa gelmez bir bahar göğü, Türkçe bir yürek kısaca Beklemek usandırıyor, telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorum sağda solda Bir otobüse biniyorum, inceliyorum bir böceği tutarak kanatlarından merakla Yürürdüm eskiden baharda, o yıkıntıların ve çayırların olduğu alanlara Aklıma şiiri gelirdi o yaşlı Amerikalının, sonbaharı anlatan şiiri Çayırlar vardı o şiirde, baharı anımsatan ne de olsa Böylece yeniden hazırlanıyorum bir coşkuya, yeniden sokaklara fırlamaya Kendimi atmak için bir uçurumdan balıklama Büyük ve mavi bir şey izlenimi var bende, gördüğüm filmlerden mi ne Bir şapka, telaşlı bir gök, sıcak yapay bir dünya Anlat anlat bitmiyor, bitmiyor bendeki daüssıla(yurt acısı) Bütün sevgilerimi harcayabilirim bir çırpıda, yağmurlu o yollar geliyor aklıma Benzin kokuları, ıslak direkler, babamın esmer bir somun gibi tombul ve sıcak elleri Uyurdum. Bir de bakmışsın yeni bir film sinemada, şehirde yeni bir kız, kahvede yeni bir garson O üzgün ve sabahlıklı dururdu balkonda… Şimdi ne var hüzünlenecek burada, nedir bu çatlatan yüreğimi bu telaş Sanki ölecek gibiyim, sanki birazdan polisler gelecek ya da Gelip alacaklar kitaplarımı, bu şiiri, sevgilimin fotoğrafını duvarda Soracaklar babanın adı ne, nerde doğdun, teşrif eder misiniz karakola Dünyanın öbür ucundaki dostları düşünüyorum, öbür ucundaki ırmakları Bir kız sessizce ölüyor, sessizce Vietnam’ da Ağlayarak bir yürek resmi çiziyorum havaya Uyanıyorum ağlayarak, bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey ithalatçılar, ihracatçılar, ey şeyhülislam! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bunu söyleyeceğiz bin defa! Sonra bin defa daha, sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla Yürüyeceğiz çoğala çoğala

  • Sözlerin Geçiciliği Üzerine

    Eski çağlarda bir konuşma sanatı uzmanı mesleğinin küçük şeyleri büyük göstermek olduğunu söylemiştir. Tıpkı küçük bir ayak için büyük ayakkabı yapan bir ayakkabıcı gibi. Bu Kişi Sparta'da olsaydı yanıltıcı ve yalancı bir sanatı övdüğü için kırbaç cezası alırdı. Arkidamus kavgada, Perikles'in mi yoksa kendinin mi daha güçlü olduğunu sorduğunda Thucydide'den aldığı cevaba şaşırmış olmalı: ''Bunu söylemek çok zor çünkü kavga ederken onu yere devirdiğimde o bunu gören herkesi düşmediğine inandırıp kavgayı kazandı.'' Aristotales konuşma sanatını ''halkı inandırma ilimi'' olarak tanımlamıştır. Sokrates ve Platon ise ''aldatma ve pohpohlama sanatı'' olduğunu söylerler. Müslümanlar konuşma sanatının yararsız olduğunu düşündükleri için çocuklarına öğretmiyorlar. Atinalılar ise yararlarına rağmen konuşma sanatının ne kadar tehlikeli olduğunu görünce tutkuları heyecanlandırmaya yarayan asıl bölümlerin yani girişinin ve sonunun kaldırılmasını emretmişlerdir. Konuşma sanatı bir kalabalığı, isyan halindeki bir halkı kışkırtmak ve kullanmak için uydurulmuş bir araçtır ve hasta devletler için kullanılır. Atina ve Roma gibi ülkelerde konuşmalar ayaktakımının ve cahillerin akınına uğrar. Bu ülkelerde konuşma sanatını kullanmadan güven kazanan çok az insan vardır. Etkili ve güzel söz söyleme sanatı Roma'da kamu işleri iç savaşların fırtınalarıyla sallanıp en kötü zamanını yaşarken çiçeklendi. Sürülmemiş, işlenmemiş bir toprakta yaban otlarının hızla büyümesi gibi. O halde monarşiyle yönetilen ülkelerin güzel söz söyleme sanatına en az ihtiyacı olan ülkeler olduğu düşünülebilir. Çünkü halk aptal ve vurdumduymazdır, kolayca kışkırtılıp yönlendirilebilirler. Akıp duran güzel sözler karşısında halk, aklını kullanıp gerçeği bulma zahmetine katlanmaz.

  • İKİ ZIT AHLAK

    Karadeniz Bölgesinde ağustos, fındık toplama ayıdır. 15-20 yıl öncesine kadar yoksul ve orta köylüler kendi bahçelerini kendileri toplarlardı. Ücretli işçi çalıştırmazlardı. Komşularından “adam” alsalar da bunu onun işine bir “adam” vererek öderler, böylelikle birbirleriyle “keşik” yaparlardı. Yalnız zengin köylüler gündelikli işçi çalıştırırlardı. Artık Güneydoğu’dan gelen mevsimlik işçiler, hemen herkesin fındığını topluyor, ücretlerini alıp gidiyorlar. Zaten geçimini fındık tarımından sağlayan köylü kalmamış gibi. Fındık piyasada değerini bulamıyor. Gübre, bahçenin bakımı, toplama için verilen gündelikler, patız gibi işlere ödenenler çıkarılınca çiftçinin eline bir şey kalmıyor. Bu nedenle fındıkta ortakçılık yapanlar, ürünü yarı yarıya bölüşmekte nazlanıyor, üçte ikisini istiyorlar. Dün olduğu gibi bugün de yoksul ve orta halli, yani kıt kanaat geçinen köylüler, başka ürünleri gibi bir fındık tanesini bile ziyan edemezler. Özellikle yoksulluğun kol gezdiği geçmiş yıllarda bahçe sahipleri toplanmış fındık ocaklarının çevresini bir kez daha dolaşır, otların arasında kalmış ya da dallarda yaprakların arasına gizlenmiş fındıkları bırakmaya gönülleri razı olmazdı. Evin çocukları da ellerinde “gıdık”ları ile arkadan başak yaparak tek tane bırakmamaya çalışırlardı. Bir sevda türküsünde doldurma dizeler olarak geçen “Fındık toplayan kızlar/Fındık dalda kalmasın” sözleri bu titizliği yansıtır. Fındık bahçeleri genellikle diğer bahçeler ve mısır tarlalarıyla yan yanadır. Aralarında bir çit veya tel bulunsa da birinin bahçesindeki fındık dalları diğerinin bahçesine uzanır. Sınırdaki bu dallarda olgunlaşmış fındıklar komşuların bahçelerine düşer veya bayır yerlerde yuvarlanıp bahçe değiştirirler… EMEKÇİDEKİ HARAM DUYGUSU Kendi bahçesinin fındığını toplayan köylü, komşu bahçeden düşen fındıkları dalın durumundan çıkarır. Genellikle cinsinden veya olgunlaşma derecesinden de yerdeki fındığın kendisine ait olup olmadığını anlar. Bunları tek tek alarak komşu bahçeye atar. Kendi sepetine asla atmaz. Komşusu bunu görsün görmesin. Kendisine ait olmayan bu fındık onun için haramdır. Sofrasına ve kesesine haram karıştırmak istemez. Bunun bir sepet veya tek bir tane fındık olması fark etmez. Vicdanı ona bu harama el sürmemesini emreder. Emekçilerin anlayışına göre “helal” olan, alın teriyle kazanılmış olandır. “Haram” ise başkalarından gasp edilendir. Bu insani kavram, bütün dinlere de girmiştir ama bu davranışı yalnızca dinle bağlantılı görmek doğru değildir. Bu bir toplu yaşam deneyimidir. Hak anlayışıyla da ilgidir. Adil bir dünya özlemini yansıtır. Toplumculuğun “Emek en yüce değerdir” anlayışıyla özdeşleşir. Hırsızlığın yaygın olduğu, talan ve vurgunun mubah olduğu bir sistemde insanlar birlikte yaşayamazlar. Bu sistem er geç yıkılır. Şüphesiz ki en ideal toplum köylü toplumu değildir. Onun ilkellikleri, çaresizlikleri, bilgisizlikleri vardır. Ama köylü toplumudur ki, milletin temelidir ve orada örnek alınacak davranışlar da çoktur. Bütün milletlerin temeli köylüdür. Kentli toplumların anlayış kökenlerinde köyden getirilmiş birçok davranış yaşar. Örneğin köylüler, “hayrat” meyve ağaçları gibi yol kıyılarındaki meyve ağaçlarından da meyve alıp yerler. Fakat yetimi bulunan bir ailenin meyvelerine, sebzelerine el sürmezler. “Yetim malı” yemek günahtır! Köylü kadınları, komşularından ödünç mısır, un, buğday gibi bir yiyecek alsalar, bunun ölçüsünü akıllarında tutup aynı miktarda iade etmeye dikkat ederler. Kabına göre bu ölçülerin “Yarım”, “ağzı koğuz”, “sile”, başlı başlı” gibi adları vardır. Aldıklarını aynı ölçüde geri vermezlerse hak altında kaldıklarını düşünür, bunun vebalinden korkarlar. Köyde olsun, kentte olsun, ailelerinden böyle bir eğitim almış olanlar, sokakta buldukları en ufak bir parayı bile kendi paralarına katamazlar. Borçlarını ve çalıştıkları kuruluşların hesaplarını kuruşu kuruşuna verirler. Onlar için bir lira ile bin liranın bu bakımdan bir farkı yoktur. Dürüst tüccar bozuk terazi kullanmaz. BİR DE ŞU SOYGUN SİSTEMİNE BAKIN Bir emekçilerin ve dürüst insanların bu tutumuna bakınız, bir de hakkı olmayan servetlere konmak için hiçbir din, ahlak veya vicdani kuralı gözetmeyenlerin yaptıklarını göz önüne getiriniz. Kamu malını yağmalamayı açıkgözlük sayarlar. Devletten ihale kapmak için kimlerin sakalına tarak asmazlar ki? İhale verenler, yapılacak işin devlet işi olduğunu, ödenecek parada milyonlarca kişinin hakkı olduğunu düşünmezler de ‘bal tutan parmağını yalar” diyerek havuzlar oluştururlar. Edindikleri servetler, ayakkabı kutularına sığmaz. Hırsızlıkla edindiklerini elle saymaya vakit olmadığından evlerinde para makinesi bulundururlar. Bütçeyi denetimden uzak tutarlar ve asla hesap vermezler. Bunları görüp yaşadıkça hep komşuya ait olan tek tane fındığı kendi sepetine koymayan, onu komşunun bahçesine, ait olduğu yere atanları düşünüyorum. Bu iki çeşit insan aynı milletin, aynı dinin, aynı ahlakın mensupları mı? Bu büyük ayrışmanın nedeni, birtakım insanları yoldan çıkaran nedir? Bu yolsuzlukları yetmiyormuş gibi bin bir siyasi numara ile onun üstünü örtmeye çalışanlara ne demeli? (3 Şubat 2019)

  • Orpheusa Soneler XX

    Yıldızların arası, ne kadar uzak; ama ondan çok daha uzak, bu dünyadaki öğrenme süreci. Biri, mesela, bir çocuk … bir sonraki, bir ikincisi -, Ne denli düşünülemez uzaklıkta birbirinden. Kader, o ölçer bizi belki de varoluşun mesafesiyle, bize yabancı görünse de; düşüne ne çok mesafe var yalnızca genç kızla erkeğin arasında o ondan kaçar ya da öyleymiş gibi yaparsa.. Her şey uzak -, ve çember kapanmıyor hiçbir yerde. Bak tabağın içinde, neşeyle hazırlanmış masada, garip duruyor balığın suratı. Balıklar konuşmaz … , demişti bir zamanlar. Kim bilir? Ama yok mu sonunda bir yer, balıkların orada dili olsun, o dil hiç konuşulmasa da? Çeviren : Yüksel ÖZOĞUZ Rainer Maria Rilke Eserleri Şiir Duino Ağıtları (1915) Dos Buch der Bilder (1902; Görüntüler Kitabı), Reguiem (1909), Spate Gedichte (1934; Son Şiirler), Poemes Français (ös 1935; Fransızca Şiirler). Düzyazı Vom lieben Gott und Anderes (1900) August Rodin (1903; Rodin, 1968), Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christaph Rilke (1906: Sancaktar, 1984), Briefe an einen jungen Dichter (ös 1929; Genç Bir Şaire Mektuplar, 1944, 1963/Rilke'nin Genç Şaire Mektupları, 1983). Kaynakça: AnaBritannica - Turkedebiyati.org

  • KENDİNİ TECRİT ETMEK

    Epey bir zamandır, kent merkezlerinde oturanlar, evlerini satıp kenti çevreleyen lüks villa veya apartmanlarda daire almaya bakıyor. Merkeze gidip gelmenin açtığı zaman israfına ve benzin parasına da kıyıyor. TOKİ konutlarının yanında Ankara çevresinde orta sınıfların oturduğu böyle bir hayli site var. Buraya kadarını toplumsal üretim ve gelirin artmasına, kentlerin genişlemesi ve yenilenmesine yorabiliriz. Daha sağlıklı ve kullanışlı konutlarda oturmak herkesin hakkı. Köylülerin de eline para geçince evlerini yenilediklerini görüyoruz. Altı ahır, üstü ev olan konutlar, alaturka tuvaletler kalkıyor. Türkiye inşaat alanında oldukça mesafe aldı. Denebilir ki en çok anladığımız şeylerden biri inşaat. DUVARLARLA ÇEVRİLİ BİR SİTEDE YAŞAMAK! Bir süredir, sözünü ettiğim sitelerde bir durum dikkatimi çekmeye başladı. Sitenin çevresi taş, beton ve demir duvarlarla çevriliyor. Bu yetmiyor, giriş çıkışlara da elektronik kapılar yerleştiriliyor. Bunların bir kısmında görevliler var. Siteden veya apartmandan birine konuk gidecekseniz, görevli kime gideceğinizi soruyor, ev sahibiyle bağ kuruyor ve size kapıyı öyle açıyor. Görevli yoksa içeriye telefon ediyorsunuz, elindeki bir kumandayla uzaktan kapıyı açıyor. Siz o sitede oturuyorsanız kapıya yaklaşınca kapı sizin arabanızı tanıyarak açılıyor. Yaya iseniz yaya kapısındaki şifreyi kullanarak kapıyı açıyorsunuz. Yani kendi evinize girmek bile merasime tabi. Türkiye’nin üst ve orta sınıfları neden kendilerini toplumun geri kalanından böyle tecrit ediyor? Bunun gerekçesi olarak dile getirilen başlıca gerekçe siteye hırsız girmesini önlemek. Zaten giren çıkanı ve site içinde dolaşanı saptamak için ayrıca adım başı kamera var. Bizim oturduğumuz sitenin genel kurullarında da zaman zaman giriş çıkışları denetlemek için önlemler almanın gerekliliği dile getirilirdi. Sonunda bu yıl, cadde kenarındaki evlerin bahçe demirleri yükseltildi, hatta bir bölümünün üstüne ayrıca dikenli teller çekildi. Komşulardan biri, “Kendimi hapishanede hissediyorum” diyerek buna itiraz etti. Ben de aynı görüşteyim. “Yapamayın, etmeyin, buna gerek yok” dememiz kâr etmiyor. Siteler birbirinden görüyor, kendini tecrit etmek bir statü işareti sayılıyor. Bu önlemler, herhangi bir cana kastı önlemek için yapılıyorsa, bu gibi saldırılar zaten ev ve mahalle dışında da yapılır. Hırsızlığı önlemek içinse sitede uzun süredir bir hırsızlık da görülmedi. Kaldı ki, siz ne kadar önlem alsanız, hırsız sizden daha beceriklidir. Geçen yıllarda, akşamüzerleri mahallede bir yürüyüşe çıkınca komşu sitenin sokaklarında da dolaşır, ev tiplerine, çiçeklere, meyve ağaçlarına bakardık. Şimdi bu siteye olduğu gibi bizimkine de, site sakinlerinden başka kimse izinsiz giremiyor. Simit satıcısı, haftada bir gelen sebzeci, ara sıra geçen hurdacının sesi de artık duyulmuyor! DOĞRUDAN SOKAĞA AÇILAN KAPILAR Türkiye’nin bazı köylerinde evler, ahır, ocak, tuvalet bir kerpiç duvarla çevrilir. Karadeniz gibi bazı yörelerde ise evlerin kapıları doğrudan sokağa veya dış mekâna açılır. Evlerin kapılarını açmak için ipini çekmek yeter. Köylerde yaşanan can ve mal kaygısıyla kentlerde yaşananlar niçin bu kadar farklı? Bunun nedenini, herhalde hızla bir kent orta ve üst sınıflarının oluşmasına bağlamak gerekir. Bu sınıfların mensupları, korunaklı köşklerde oturanlara özeniyorlar. Böylece, geniş halk kesimlerinden kendilerini tecrit ediyorlar. Zaten apartmanlar ve sitelerdeki komşuluk ilişkileri de son derece zayıf. Kentte herkes, mahallesinde de kent merkezinde de yalnızdır. Cenaze çıkan bir evin bulunduğu apartmanda bunu duymayanların sayısı bir haylidir. Nerde o çat kapı girdiğin köy evleri? Giriş merdivenlerine oturup karşı komşu ile yapılan sohbetler? Değişiyoruz, gelişiyoruz. Şu salgın döneminin getirdiği duraklamayı saymazsak zenginleşiyoruz. Modern hayata katılanlar artıyor ama bunlar insanlar arasındaki ilişkileri de geliştirmiyor, mutluluğumuzu artırmıyor. (8 Temmuz 2021)

  • Her Hafta Bir Dergi

    maviADA Dergileri * YAZ 2019 Sayı:33 * Dergiyi Okumak İsterseniz Buraya ya da Resme TIKLAYIN

  • Gözümde Tüter Damları

    Ne zaman arabamla, otobüsle, trenle, uçakla dağları, belleri aşsam, Vasfi Mahir Kocatürk’ün gençlik yıllarında belleğime yer etmiş romantik şiiri gelir: Güzel yurdun dağlarını Uzaktan göresim gelir Keskin esen yellerine Kendimi veresim gelir. Gözümde tüter damların, Sakız kokulu çamların, Türkü söyler akşamların; Bana kendi sesim gelir. Ben o yerleri çok özledim. Oralar, o köyler, o kasabalar, ören yerleri, durup dinlenmeden denizlere ulaşmaya çalışan ırmaklar elbette insanlarıyla güzeldi. Tarladan ineciğini eve götüren Balkan göçmeni kadınları, odun yüklü eşeğinin arkasında evine giden köylüler, kepeneğiyle sürüsünün başında bir çoban, öğretmen derneklerinde yurdumuzun ve insanlarımızın kurtuluşunu dert edinmiş, hararetle tartışan öğretmenler, hepsini çok özledim. Kapıyı çekip çıksam diyorum. Çorum’da Cemal Türkmen’i bulsam, Hitit Ören yerlerini birlikte gezsek, Amasya’da Mehmet Menekşe’yi arasam, boz bulanık akan Yeşilırmak kenarında tarihi konakların arkasındaki yolda volta atsak, Havza’da sendika şube başkanı Nazım Mutlu gene orada olsa, gazeteci Oğuz’a da haber verse, oturup sohbet etsek. Hamamayağı’ndan Lâdik yoluna sapsam, altı gençlik yılımın geçtiği Akkpınar’ı bir daha gezsem, öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın hayaliyle birlikte dolaşsam, Köy Enstitüsü müdürü Nurettin Biriz’in adını taşıyan “Biriz” çeşmesinden eğilip bir avuç su içsem, öğrencilerin mektuplarını gene ben dağıtsam, Köy Enstitülerini araştıran Fy Kırby ile futbol sahasının kenarında oturup dertleşsek. Samsun’da, yıllardır görmediğim ilkokul öğretmenim Kâzım Genç’in elini öpsem, Gazeteci Cemil Baskın’ı dinlesem, Üniversitede felsefeci Hasan Aydın’la derin konulara dalsak, Atatürk heykeli önünde fotoğraf çektirsem, Terme’yi, Ünye’yi ve Fatsa’yı bu kez transit geçerek Perşembe’nin Mersin köyünde eski okul müdürüm Ali Öndeş’in deniz kıyısındaki evin bahçesine otursak, ballı dutlarından atıştırsam, Efirli Cezaevine uzaktan el sallasam. Ordu Öğretmenevi’nde can arkadaşlarım, Hüsamettin Yaylaçiçeği, Muzaffer Şenyurt, Kadir Akbal, Galip Şahin, sendikacı Hikmet Pala ile oturup memleket meselelerini konuşsak. Soğuk hücrelerinde misafir edildiğim Emniyet Müdürlüğünün önünden nanik yaparak geçsem... Bulancak yolun üstünde. Ne olurdu Enver Sipahioğlu ve Nuri Osman Apaydın sağ olaydı. Şimdi orada yalnız Süleyman Çelebioğlu var. Onunla Giresun Kalesine çıkıp Karadeniz’i seyretmek ne güzel olurdu! Topal Osman hakkında da konuşurduk. Öğretmen Gürsel Şahin acaba gene Giresun’da mı? Sorar öğrenirdik. Espiye’de okul arkadaşım Hasan Mandal da genç yaşında öldü. Armelit dolambaçlarını ağır ağır insem, Espiye’nin Kaşdibi köyünde Fatma ablanın ebelik yaptığı tarihteki komşularına bir mer-haba deyip kahvede tanışıklık versek. Orada acaba gene erkekler bütün gün kahvede otururken tarla işlerini kadınlar mı görüyor? Beşikdüzü’nü kurucu müdürü Hürrem Arman’ın ve ilkokul öğretmenlerim Burhan ve Elmas Mutlu’nun anısıyla gezsem, Trabzon, benim belleğimde Sömürücülere karşı Savaş gazetesini çıkaran TİP’li Atilla Aşut ile birleşmiştir. Uzun Sokak’taki evinin odaları tavana kadar gazetelerle, dergilerle doluydu. Sümele Manastırı’nı bir daha görmek iyi olurdu. Hıristiyanları kayanın böğründe bu sığınağı yapmaya zorlayan şartları düşünürdüm. Çay kokusunun sindiği Rize’de mutlaka yağmur yağıyordur. Olsun! Memleketimin yağmuru da bin bereketin kaynağıdır. Hopa’dan içeriye saptığınızda küçücük Borçka’dan geçer, vadi boyunca ilerleyip Artvin virajlarını tırmanırsınız. Bu kent, dağın başında bir kuş yuvası gibidir. Top oynayacak bir düzlüğü yoktur. Topu kaçırırsanız onu Çoruh nehrinde yakalayabilirsiniz! Ardanuç’ta hızar atölyeleri kereste biçer. Oradan Yalnıççam Dağlarına tırmanır, tarak gibi çam ormanlarında reçine kokuları içinden geçer, Bilbilan Yaylasında soluklanırsınız. İkindi vakti, Ardahan’dasınızdır. Bütün Caddeleri doksan derece birbirini kesen Rus yapımı bu kentin terk edilmiş kalesine bir soluk çıkar, Kars’a giden bir kamyonun arkasına atlarsınız. Ardahan gibi iki katlı muntazam caddelerden ve sokaklardan meydana gelmiş bu kente ben iki kez gittim. Biri 1966’da, diğeri de 2007’de. Beni Üniversite’de konferansa çağıran, Kars’ı, Susuz’daki eski Cılavuz Köy Enstitüsünü, Ani Harabelerini gezdiren Erdoğan Karaşah hâlâ orada mıdır? Kars’tan Iğdır’a geçer, yol üstünde Küllük Köyüne uğradıktan sonra Iğdır’da okul ve hapishane arkadaşım Akay Aktaş’ı bulurdum. Türkiye karanlıklar içindeyken Aras’ın öte yanında gece pırıl pırıl elektrikleri yanan Ermenistan’ın gene Aydınlıklar içinde mi olduğunu gözler, Ağrı’nın buluttan bir ayla ile çevrilmiş doruğunu seyrederdim. Küllük'te ebe Fatma ablamı da alıp buradan güneye doğru yolculuğa devam ederdim... Başka ülkeleri gezip görmeyi tercih edenler, siz Iğdır’dan kalkan bir otobüsle Ağrı Dağı’nın eteklerini tırmana tırmana, adeta toprağa gömülmüş komların, koyun sürülerinin içinden geçip iki Ağrı’nın arasındaki geçitten geçtiniz mi? Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı efsanesindeki Sofi’nin kavalının sesini duydunuz mu? Doğubeyazıt Ovası’na inip uzaktan da olsa İshak Paşa Sarayı’nı gördünüz mü? Murat Suyu’nun doğduğu yere doğru yol alırken birer köyden farksız olan ve içinden geçen derede kadınların çamaşır ve yün yıkadığı toprak evler topluluğu Diyadin ve Taşlıçay’dan geçtiniz mi? Patnos’a ulaştığınızda Süphan Dağının fotoğrafını çektiniz mi? Van Gölü’ne yaklaştığınızda Erciş’te kısa bir moladan yararlanıp Buğday Pazarını gezdiniz, köylülerle merhabalaştınız mı? Van’da bir otelde geceledikten sonra ertesi gün üç bin yıllık Urartu Kalesi’ne tırmanıp girişteki yazıtı okudunuz mu? Karadeniz’den buraya göçürülüp modern biçimde kurulan Emek ve Dönerdere köylerini merak etseydiniz, Özalp Kaymakamı yanınıza İmar Müdürünü katarak kaymakamlık kamyonuyla sizi mutlaka o köylere gönderirdi. Kooperetif işletmesiyle ekip biçmenin ne olduğunu görürdünüz. Daha ertesi gün Gevaş üzerinden demiryolunun son durağı Tatvan’a ulaşırdınız. Denizci heykelinin önünde durup resim aldırırdınız? Bitlis uzak değildir. Kaleye çıkıp türküde geçen beş minareyi toprak damlı evlerin arasında arardınız. Kırk bin Kızılbaş’ı öldürdüğünü övünerek anlatmış olan İdrisi Bitlisi’yi lanetle anardınız. Baykan ve Kozluk’tan geçen uzunca bir yol sizi Batman’a ulaştıracaktır. TPAO mühendisleri, ricanızı kırmayıp sizi kuyulardan toprağın kanını emen ve at başı gibi inip kalkan aletlerin bulunduğu Raman’a götürürlerdi. Görme imkânı bulamasanız da daha ileride nüfusu gitgide azalmakta olduğu söylenen Yezidi köylerinin bulunduğunu öğrenirdiniz. Bismil’den geçip Diyarbakır’a ulaşırdınız. Hitit Egemenliğinden beri üç bin yıl boyunca 27 devletin geçip gittiği Diyarbakır’da beş kilometre uzunluğunda, eski şehri çevreleyen kaleyi görüp dimdik ayakta duruşuna şaşacaktınız. Sonra Kaleden kenarlarındaki bahçelerde 50 kiloluk karpuzlar yetişen verimli Dicle ovasına bakacak, Sur içinde Ulucami’nin bulunduğu çarşıda çay içecektiniz. Bu güzelim memleketi cehenneme çeviren İttihatçıların katili Vali Doktor Reşit’in merkezden aldığı emir üzerine, çöllere sürülmekte olan elli bin Ermeni’yi çetelere öldürtüp cesetlerini kurda kuşa yem ettiğini düşünerek kahro-lacaktınız. Sıra çöllere doğru inmeye gelmiştir. Çarşılarında Arapça konuşulan kadim Uygarlıklar kenti Mardin sıcaktan kavrulmaktadır. Kaleye yaslanmış Eski Mardin’in ana caddesinden aşağıya doğru baktığınızda sonsuzluk duygusuna kapılıp peygamberlerin neden hep bu topraklarda çıktığını anlayacaktınız. Şehir Kulübünde nerden gelip nereye gitmekte olduğunuzu öğrenenler, bu gezip görme merakınızı takdirle karşılayacaklar, bir yargıç sizi evine konuk etmek isteyecektir. “Çok gezen mi daha çok bilir, çok okuyan mı?” diye sormuşlar, “Çok gezen” diye yanıtlamışlar ama siz okumayı da elden bırakmayın. Kızıltepe ve Viranşehir’i geçince insanlara yeni bir düzen vaat eden Hazreti İbrahim’in o dönemin Nemrut’u tarafından ateşe atıldığı Urfa’ya ulaşacaksınız. Ateş yeri göl, odunlar balık olmuştur ve Anzelha Gölü’nde yüzmekte olan balıklara ziyaretçiler yem atmaktadır. Buradan 32 devlet gelip geçmiştir. Burada kadınlar çarşafı henüz atmamışlardır. Ertesi gün Maraş’tasınızdır. İşgal altındaki memlekette Cuma namazı kılınmaz deyip halkın Kale’deki Fransız bayrağını indirdiği kaleye çıkarken size kılavuzluk yapacak dostlar daima bulunacaktır. Öğretmen Hüseyin Köseoğlu bunlardan biri olabilirdi. Antep, Doğu’nun Paris’i diye anılır. Yanınızda eşiniz veya kız kardeşiniz olursa mutlaka ışıl ışıl vitrinlerinde göz alıcı mallar bulunan ve kaçakçılık cenneti diye anılan Kilis’i görmek isteyecektir. Buradaki bütün dükkânlar Suriye’den kaçak getirilen mallarla doludur. Siz de üzerinde ceylan resmi bulunan bir küçük duvar halısı bir ipek seccade, dolmakalem, çakmak neden almayasınız? Buranın Suriye sınırına çok yakın olduğunu öğrenince Tıbıl köyüne kadar gidip sınır kapısında nöbetçi erle ve kapının öte yanına geçip bir Suriyeli köylüyle fotoğraf çektirmeniz iyi bir anı olurdu. Amaç Doğu ve Güneydoğu’yu görmek ise Kars’tan başladığınız, Van, Urfa, Diyarbakır üzerinden ulaştığınız Maraş’tan sağa dönerek yolculuğunuza devam etmeniz gerekir. Önünüzde Malatya vardır. İsmet Paşa’nın ve Kayısının memleketi. Buraya gelmişken Eski Malatya’yı, görmeden olmaz. Balıkhanesinde Keban barajında tutulan balıkların büyüklüğüne hayret edersiniz. Yol üstündeki Elazığ, uzak değildir. Kentin eski merkezi, şimdi yerinde yeller esmekte olan Harput’a çıkarsanız, hiç değilse o uçurum gibi kalesini görürsünüz. Enstitüsüne “Dağ Çiçekleri”ni toplayanların anası Sıdıka Avar’ı hatırlarsınız. Şimdiki Kız Enstitüsü onun adını taşımaktadır. Buradaki cüzam ve akıl hastanesi yerinde duruyor mu sorarsanız. Bingöl, yolunuzun üzerindedir. 50 yıl önce, bir dereyi geçtikten sonra yolun iki yanına sıralanmış evlerden oluşan küçük bir kasaba (idi). Kemalettin Kâmi’nin “Bingöl Çobanlarına” şiiri kulaklarınızdadır. Ağalık ve şeyhliğin hüküm sürdüğü Bingöl’de gene de memleketin dertleriyle dertlenmiş dostlar bulmanız mümkündür. Bunlardan biri olan Astsubay Hikmet Kılıçgedik, Fatma ablayı evinde yatırmıştı da benimle birlikte otelde kalmıştı! Yurdu tanımaya çıkmış bu iki konuğa “Ne haliniz varsa görün” demek yakışmazdı elbette? Sahip çıktılar. BURASI MUŞ’TUR Şimdi, Bingöl yaylalarından engin bir ovaya ineceksiniz. Ova’nın öte ucunda tarihi Muş şehri, bir kaleye yaslanmış olarak “durup duru!” İçinden gür bir kaynak suyu akmaktadır. Su anlamına gelen Muş, adını buradan almaktadır. Nehirde bulunan Hazreti Mu-sa’nın adı gibi. Eskiden kale olduğu söylenen tepenin yolu da türküde olduğu gibi gerçekten yokuştur! Yemen Türküsü'ndeki Muş'un aslı Huş olsa da türkü Muşa da kolayca uymaktadır. Şimdi Kuzeye yönelmişsinizdir. Bir akşamüstü Erzurum’a ulaşırsınız. Erzurum, Arz-ı Rum, yani Roma memleketi sözünden bozmadır ve 11. Yüzyılda burayı fetheden Türkler tarafından verilmiştir. 1915 Ermeni tehcirinden sonra tamamen Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Dillerde “Erzurum çarşı pazar” diye başlayan Sarı Gelin türküsü kalmıştır. Erzurum’da 1919 kongre-sini, 15. Kolordu’yu ve Kâzım Karabekir’i yat etmemek mümkün değildir. Çifte Minare’yi, Üç Kümbet’i, kaleyi, park ve bahçeleri gezdikten sonra “Ver elini Bayburt” dersiniz. Bayburtlu Zihni’nin “Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş” diye başlayan şiirini sanki bugünün Bayburt’u için de söylenmiştir. Yurdumuzun en yoksul kentlerindendir. Bir derenin iki yanında sıralanmış evlerden oluşmuştur. Sağ tarafta yüksekçe bir kalesi vardır. Baksı köyündeki müzeyi görme fırsatını kaçır-mamak gerekir. Gümüşane de Bayburt’un biraz daha büyüğüdür. Eskiden gümüş madeni çıkarıldığı için bu adı almıştır. Buradan önce Müslüman olmayanlar göçürülmüş, sonra Müslümanların çoğu da işsizlik ve yoksulluk nedeniyle illerini bırakıp gitmişlerdir. Doğu Karadeniz dağlarının geçit verdiği Zigana’dan aşağı inerken Hamsiköy’de bir kebap yemeniz iyi olur. Daha aşağılara, vadiye inince Maçka’dan geçeceksiniz. Maçka Eyüboğlu gibi aydın bir ailenin memleketidir. Burada da bir dükkândan bal, peynir gibi bir şey alabilir, esnafla sohbet edebilirsiniz. Trabzon’a indiniz. Şimdi, gittiğiniz yoldan geri döneceksiniz. Bu Doğu gezisinde yolu sapa olduğu için Hakkâri’ye uğrayamadığınıza üzülmeyin. Şimdi artık yurdun her yerine uçakla ulaşmak mümkün. Van Havaalanı’na iner, minibüs veya otobüslerle 3 saatlik bir yolculuktan sonra Malabadi köprüsünün yanından, Hoşap Kalesi’nin dibinden geçerek deli dolu akan Zap Suyu boyunca ilerleyip Hakkâri’ye ulaşırsınız. Devasa kaya kitlelerinden ve yaylalardan oluşan bu garip fakat konuksever ilde size çok rağbet edecekler, yaylalara bile çıkarıp Kürt kadınlarının hazırladıkları nefis bir yer sofrasında ağırlayacaklardır. Tarih boyunca saldırılardan uzak kalmak isteyen boyların burayı neden yurt edindiklerini keşfedersiniz. “Hakkâri’de Bir Mevsim”i, köy okuluna teftişe giderken atıyla Zap Suyu’na kapılıp kaybolan Selahattin Şimşek’in idealizmini daha iyi anlarsınız. Trabzon, Giresun, Ordu, Perşembe… Fatsa’ya gelince, Elekçi deresini izleyerek Çatak’a ulaşır, oradan Dağ Güvezi köyünü aşarak bizim Beyceli köyüne çıkarsınız. 53 yıl önce araba yolu yoktu, şimdi asfalt yoldan arabanızla rahatça gidebilirsiniz ama orada bir Köy Kalkındırma Derneği, köy kitaplığı vardı, yazın köyde temsiller oynanır, açık oturumlar yapılırdı. İnsanın gene de kendi köyü gibi yoktur! Şöyle ayaklarınızı istediğiniz gibi uzatırsınız. Bu geziden neler kazandığınızı düşünürsünüz. Kazancının dünyayı değer. Zihniniz genişlemiştir. Memleket sevginiz ve bilginiz artmıştır. Yüzlerce kitap okusaydınız gezerken edindiğiniz canlı izlenimleri edinemezdiniz.

  • Bileyim de Öyle Öldürün

    Van Gölü’nün Akdamar adası gizemlidir. Ona bu gizemi veren adada bulunan kilise ve anlatılan efsanedir. Yöre halkı ona dair başka başka hikâyeler, menkıbeler de anlatır. Bunlardan en önemlisi, en çok bilineni Tamara’nın hikâyesidir. Tamara bir keşişin dünyalar güzeli kızıdır. Dünyalar güzelidir ya, buna sebep Van’ın bütün gençleri, evlisi, bekârı Tamara ile evlenebilmek için dünyaları vermeye hazırdır. Ona âşık olanların içinde ağası, beyi de olunca Tamara’ın ünü bütün Anadolu’ya yayılır. Tamara, ne ağaya, ne beye hiçbirine ışık vermez; çünkü o gönlünü bir çobana kaptırmıştır. “Öğretmenim, bundan sonrasını müsaadenizle ben anlatabilir miyim?” “Tabi Ruhan, çok memnun olurum, haydi yol senin!” Öteden beri, mümkün mertebe derslerimde, bir hikâye, bir fıkra anlatmaya çalışırım. Eğitim enstitüsünde öğretmenim Baki Gözen tavsiye etmişti. Ben de Baki öğretmen gibi, Sabit Öğretmen gibi dersimi renklendirmeye öğrencilerimin ilgisini her daim canlı tutmaya çalışır, öyküler, fıkralar anlatırım... Erciş’te mesleğimin üçüncü yılıydı. Erciş, Van’ın en güzel, güzel olduğu kadar da en büyük ilçesidir. Eğitimci, şair Celal Gazioğlu: “Hocam, Erciş Karakoyunlu Türkleri tarafından kurulmuştur,” dediği beynimde asılı durup durur hala. Güzel günlerim oldu Erciş’te ve hala görüştüğüm çok güzel dostlarım da. Kar yağışlı bir şubat günü ayak bastım. Van’a. Otobüsten indiğimde kar yağıyordu, yalnızlık, yabanlık bütün uzuvlarımı esir almıştı. Cumhuriyet Caddesinden kalacağım otele doğru yürüyordum. Yolda havanın soğuk olmasından olacak çok kimse yoktu. Gri bir hava şehrin üstüne çökmüş, nefes aldırmıyordu adeta. Merhaba diyeceğim, yüzüne tebessüm edeceğim bir Allah'ın kulu yoktu. İlk kez geldiğim bu şehirde yalnızlık bir hançer gibi saplanmıştı yüreğime. Bu esnada gözümden akan masumiyet yaşları, yanaklarımdan aşağıya süzülüp gitmişti. Masumiyetimin ağırlığı, göreve başlama sevincini silip süpürmüştü. Oysa bir gün sonra göreve başlayacak, ilk maaşımı alacak, çocukluk hayalime kavuşacaktım. Öğrencilik yıllarım tarifsiz zorluklarla geçmişti. Desem ki “ben canımı ortaya koyarak sahip oldum öğretmenliğe, abartmış olmam… Muhteşem bir şeye imza atmış, imkansızı olur yapmışım, böylesi çetin bir mücadeleyi kazanabilmek, gerçekten zordur. Ortaokula başladığım yıllarda da okullar eylül ayında açılırdı. Ben on beş tatile kadar ailemi göremediğim gibi telefon olmadığı için sesini bile duyamazdım. On bir yaşında ailemden ayrı şehirde kira evlerinde, yarı aç, yarı tok okudum!” Ruhan anlatmaya başladı: “Tamara aynen dediğiniz gibi öğretmenim, güzeller güzeli bir kızmış, o kadar güzel, o kadar güzelmiş, dünyalar güzeli. Ağası, beyi, hiçbirine yüz vermemiş; çünkü o, gönlünü bir çobana kaptırmış. Gönül bu ya hiç ummadık, beklenmedik, hiç istenmedik yerlere konuverir. Tamara’nın babası keşişmiş!” “Keşiş mi, keşişler hiç evlenmez, öyle biliyoruz değil mi, nasıl olmuş bu?” “Efsane böyle diyor öğretmenim, bizim keşiş kurallara uymayan asi bir keşişmiş! Öyle olmasaydı, efsane olmazdı! Varsın uymasın, bakın ne güzel bir efsane armağan etmiş bize. Derken efendim, bizim keşiş kızının bir çobana âşık olduğunu öğrenince deli divane olmuş! Fakat kızını çok sevdiği için ona hiçbir şey söylemeden bu meseleyi halletmenin yollarını düşünmeye başlamış. Geceler boyu düşünmüş, uykuları kaçmış, uykusu kaçınca evinin bahçesindeki bir taşın üstüne oturup, çareler üretirmiş. Sonra birden: Aha buldum demiş gecenin bir vaktinde! Van Gölü’ndeki Akdamar’a bir kilise yaptıracağım. Burada bizi bir Allahın kulu göremez de bulamaz da; hele o çoban hiç bulamaz! Bu sevinçle yatmış, günlerden beri yaşadığı uykusuzluğun üstüne huzurlu bir uyku çekmiş…” Erciş’te On altı martta göreve başladım. Burada, acemi bir öğretmen için rol model olarak seçebileceğim biri olmadı. Yönümü, yolumu kendim tayin ettim. Okulumuzun yöneticileri yerliydi. Yerli yabancı ayrımı ayan beyan ortadaydı. Bu durum da çoğu tecrübesiz, genç öğretmenlerin motivasyonunu düşürüyordu. Eğitim camiasında olmaması gereken şeyi görmek, beni çok üzüyordu: Yerli - yabancı… Eğitim adına ayıbın doruğuydu. Erciş de hayatımın ilklerini yaşadım, o açıdan hiçbir zaman unutmadım, hiçbir zaman da unutamam. Burası benim İlk görev yerim, burada çalışırken evlendim, ceylan kızım Yelda burada dünyaya geldi. Yerli - yabancı ayrımı olmasına karşın çok kıymet verdiğim insanlar da oldu: Kadir Kazancı, Tekel müdürü Celal abim, Mehmet Kılıç, Ahmet Yılmaz… Ruhan, efsanenin havasına kaptırmıştı kendini iyice, heyecanla anlatıyordu. Anlatırken, Tamara’nın keşiş babasına da için için öfkeleniyordu besbelli. “Öğretmenim ya” dedi anlatımına ara vererek, “Ne oldu kızım?” dedim. “Seven insanların önüne ne diye engel koyarlar, bıraksalar da insanlar kendi hayatlarını kendileri yaşasalar olmaz mı?” “Yaşa kız, yarınlarda tam bir cumhuriyet öğretmeni olacaksın, yaşa!” Tamara’nın keşiş babası, Akdamar Adası’na bir kilise yaptırır, gözlerden, gönüllerden ırak! Keşiş baba kızını çobandan uzaklaştırdığını düşünerek mutlu olur; fakat onlar, kimse duymadan, kimse görmeden gece gece buluşur aşkı sevdayı doruklarda yaşarlarmış! Günler böyle akıp giderken Tamara’nın sakin tavırları keşiş babanın keyfini kaçırır." Bunda bir şey var; ama ne" deyip bir gölge gibi ona sezdirmeden takip etmeye başlar ki bir de ne görsün. Tamara bazı geceler sahile iniyor, feneri yakıyor, aşığı da ta karşı kıyıdan yüze yüze Akdamar’a geliyor. Kızını aşığından korumak için kilise yaptıran keşiş baba kara kaygılara girer. Kızına hiçbir şey söylemeden gizli gizli planlar yapmaya başlar.” Öğretmenlik benim çocukluk hayalimdi. Bu mesleğin birinci ve en önemli özelliğinin sevgi olduğu gerçeğinden yola çıkarak, ayrımsız bütün öğrencilerimi sevdim. Benim en büyük rehberim her daim vicdanım oldu. Yastığa başımı koyup deliksiz uyabilmeyi yaptığım işin sağlaması olarak gördüm hep! Erciş Lisesi’nde bütünleme sınavları zamanıydı. Sınavlar iki binada yapılırdı. O gün ben ortaokul binasında gözetmen olarak görevlendirilmiştim. Sınav sorularını öğrencilere verip sınavı başlatmıştık. Sınav tam bir sükûnet içinde yapılmıştı. Tesadüf bu ya lise binasında hep yerli öğretmenler görevlendirilmiş, onlar da öğrencilerin yardımlaşmasına göz yummuş. O gün akşamüstü okuldan çıkmış, bakkal İhsan’dan bir iki şey almış Vanyolu Caddesi’nde bulunan evime doğru yürüyordum. Birden Vanyolu Camii Sokağından iki kişinin üstüme doğru yürüdüğünü fark ettim. “Hoca Hoca,” dedi birisi. Baktım, lise son sınıfta okuyan okulun en yaramaz öğrencisi. “Hocam, seni vuracağız, öldüreceğiz,” dedi. “Neden öldüreceksiniz, bileyim de öyle öldürün,” dedim. “Lise binasında herkes kopya çekmiş, sen bizim kopya çekmemize izin vermedin, hayatımızla oynadın,” dedi. “Ben görevimi yaptım çocuklar, yanlış yapan lise binasındaki öğretmenler. Bu sebepten öldüreceksiniz, durmayın hemen öldürün dedim. Öldürdükten sonra da bu torbaları evime götürün, eşim yemek yapacak beklemesin beni, hadi durmayın öldürün, insan bir karar verdi mi de yerine getirmeli!” dedim. O gece uyku girmedi gözüme, “korktunuz mu” derseniz, evet korktum. Fakat onların karşısında acze düşmüş vaziyette olmayı yediremedim kendime. Öte yandan çocuklar haklıydı, lise binasındaki arkadaşları sınıfı geçecek, bu çocuklar sınıfta kalacak veya mezun olamayacaktı. Eğitimde çarpık çurpuk uygulamalar yurdun diğer yerlerinde kim bilir nelere sebep oluyordur. “Keşiş baba, Tamara’yı kesin olarak aşkından kurtarmak için, planlar yapmaya başlar yine. Bu sefer yaptığı planlar tepeden tırnağa imansızcadır!” “Aferin Ruhan, anlatımda, deyimleri yerli yerinde çok güzel kullanıyorsun. “Tepeden tırnağa” imansızca, aferin, devam et, çok güzel gidiyor.” “Keşiş baba, Tamara’nın geceleri bir fenerle aşığına işaret verdiğini, onun da yüze yüze karşı kıyıdan Akdamar’a kadar geldiğini tespit etmiştir... Rüzgârın deli deli estiği bir gecede Keşiş baba, elinde fenerle işaret verir. Tamara’nın aşığı, “bu fırtınalı gecede Tamara beni neden çağırıyor,” diye kendi kendine sorar. Sorar, sormasına da duygularına söz geçiremediği için atar kendini Van Gölü’nün dalgalarının içine. Dalgalar, geçit vermez, onları aşmak çok zordur. Kulaç atmaktan iyice yorgun düşmüştür. Tamara aklına geldikçe, daha bir aşkla atar kulaçları, her kulacında gölün sodalı suyu, yüzüne, gözüne çarpıp gücünü dermanını keser. Delikanlı, Ada’da yanıp sönen ışığı gördükçe daha bir aşkla savaşır dalgalarla. Bugüne kadar defalarca yüzüp geçtiği Van Gölü sanki okyanus olmuş, o ışığa yaklaştıkça, ışık kaçmaktadır. Işığa koşan pervaneler gibi delikanlı ışığa doğru yüzmektedir. Delikanlı yüzer, ışık kaçar, delikanlı yüzer ışık kaçar. Keşiş baba, delikanlıyı kayalıkların bulunduğu yere doğru çekmektedir. Dalgalar büyüdükçe büyür, minare boyu yükselir, sonra birden delikanlıyı alıp kayalara çarpar. Sonra çarptıkça çarpar, çarptıkça, delikanlı “ah Tamara, ah Tamara diye inler. Tamara diye inledikçe sesi, Van Gölü’nün dalgalı sularından Tamara’nın odasına, hatta Van şehrine kadar ulaşır. Sesi duyan Tamara, yattığı yerden kalkıp sahile doğru koşar. Azgın dalgalara karışan “ah Tamara” sesi Tamara’yı deliye döndürür. Sonra birden o da kendini dalgaların içine atar. İki âşık hiç ayrılmamak üzere kavuşur. Hikâyemiz de burada biter, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…” “Harika bir anlatım, yaşa kızım! Sevgili öğrencilerim, kültür milletlerin tarihsel süreçte yaratmış olduğu, dünden bugüne; bugünden yarına aktardığı tekmil değerlerdir. Yani efsanelerdir, masallardır, türkülerdir, atasözleri, deyimlerdir… Bugün biz, dersimizle tarihe bir not düştük, katkı koyan kültürel değerlerimize, Ruhanımıza gönül dolusu teşekkür ediyoruz, haydi bakalım kalın sağlıcakla… 25 NİSAN 2020 SALİHLİ

  • TOZDUR HER SIÇRAMA

    Merhamet zamanlarına ayarlı Turnikelere blokaj, Aleyhime jurnallere ortopedik tekme Cümle kapılarımı kapattım cümleye, Çat kapı gelmelerin fi tarihindeki yırtık Kurander yaptı büyüdükçe… Cin/ayetleri okuyan Mantar sevgiler Lütfen şişe cinlerine Ne de olsa hayvan hakları Dokunmadım dağlarımda Çiğ et yiyen tilkilere… İsteri pazarlarının kobaylarını Karantinaya almalı Semirme seansları Mineral aratırken İdrar topladıkları kapta, Madeni öpüşlerle Kan gölü dünya… İhanetin dolgun yerlerine Gömülü dişlerinizin akındaki Fosfor ışıtmıyor tüneli İçinizden geçen hemzemin Kaybolurken kara delikte Puşt defineciler türüyor Ellerinde küreklerle… Fazla uzadı iki ters bir düz fanilâ Yüzünüzden akan boyayla Çok toz kaldırdı bu dans Zamana eğilmek erdem Bükülmek pas… Ey, üretken parmaklarımın Uygarlığını mumyalayan Zifirin renklerini sorup durma Güneş ışığı dünyaya yolladıkça Tozdur her sıçrama Sözcük çarpışmalarında…

bottom of page