top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Rubai Seçkisi

    Yaşamanı akla uydurman gerekir, Ama bilmezsin akla uygun olan nedir; Bereket eli çabuktur Zaman Usta' nın, Başına vura vura sana da öğretir. * Dostunu erkekçe seven kişi Pervane gibi özler ateşi: Sevip de yanmaktan kaçanların Masal anlatmaktır bütün işi. * Bıktım bu gönülden, bıktım usandım. Feryat ederim, candan yaralandım, Ben olmamışım, yahut da varım, bir ! Bilmem ki neden dünyaya atıldım? * Geldimse bu dünyaya ne bulmuş dünya? Gitsem de eğer kıymeti eksilmez ya ! Bir kimse çıkıp da anlatıp söylemedi Gelmekte ve gitmekteki hikmet ne ola? * Dal goncayı bir sabah açılmış buldu , Gül melteme bir masal deyip savruldu Dünyada vefasızlığa bak; on günde Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu. * Yoğrulurken çamurum, sence de belliydi özüm, Ne günah işleyeceksem, biliyordun onu tüm. Yargın olmazsa eğer, işleyemez kimse suç ; Neden öyleyse kıyamette yakarsın a gözüm * Taze, yakut dudağın nerde, hani? Cana candır şarabın nerde, hani? İçki, İslamda haram...İçmene bak; Müslüman bul, bakalım nerde, hani? * Dert içinde sevinci bul da yaşa; Haksız düzende haklı ol da yaşa; Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın, Varından yoğundan kurtul da yaşa.

  • Son Darbe

    Filmin konusu: Cord McNally, iç Savaştan sonra, ihanetiyle McNally'nin biriminin yenilgisine ve yakın arkadaşının kaybına neden olan haini arar. Yapım Yılı: 1970 Tür: Western Yönetmen: Howard Hawks Oyuncular: John Wayne, Jennifer O'Neill, Jack Elam, Jorge Rivero

  • TAMİR EDİLEMEZ HATA

    İki genç kadın, gölgesi bulvara düşen küçük bir parkın yanında karşılaştılar. Karşı karşıya gelince önce hafif bir tereddüt geçirdiler, sonra birbirlerini tanıdıkla­rıma emin olarak kollarını açtılar: —Raymond! —Matilt!.. Aynı mahallenin çocuklarıydılar. Beraber oynamışlar, aynı okula gitmişler, bir çatı altında yıllarca beraber kalmışlardı. Sonra bütün okul arkadaşları gibi bu müş­terek hayatın tatlı anılarıyla dolu olarak kaderin çizdiği ayrı ayrı yollara yürüyüp gitmişlerdi. İkisi de otuz yaşlarında idi; fakat Raymond, göz kapaklarının uçlarından burun delikleri hizasında yanaklarına doğru uzanan kırışıklarıyla, gerdanım gölgeleyen bariz çukurla ve saçlarındaki tek tuk gümüş tellerle kırk yaşından fazla gösteriyor­du. Kılık kıyafeti de sıkıntı ve güçlüğün yıprattığı insanların çetin mücadelelerini yansıtan bir solgunluk ve perişanlık içindeydi. Elinde havı dökülmüş demode astra­gan bir çanta ve bunu tutan elinin başparmağında ufak bir eldiven deliği göze çar­pıyordu. Matilt, pırıl pırıl kıyafetiyle onun tamamen zıddıydı. Boynunda ince altın bir kordon, elinde son model bir çanta ve saçları üstünde tülbentle örülmüş, küçük şık bir şapka vardı. Parmaklarını yüksek kıratta yüzükler süslüyordu. Matilt, hiç çekinmeden tatlı bir içtenlikle, — Ne oldu sana, dedi, hasta mısın? Felaket mi geçirdin? Oysa okulda iken ne parlak hayaller kurardın, ne mutlu gelecekler düşünürdün. Raymond içini çekti: — Öyleydi, evet, öyle tatlı hayaller kurardım. Ama hayat, tatlı hayallerle değil, acı gerçeklerle dolu... Bir astsubayla evlendim. Güzel bir yuva kurduk, bir de çocu­ğumuz oldu. Ama vefasız çıktı, beni yüzüstü bıraktı. Ardından çocuğum öldü. Kı­sacası şansım kötü gitti, tek başıma bir şey başaramadım. Ama görüyorum ki sen mutlu olmuşsun; kıyafetin, bakışların bunu söylüyor. Senin hesabına sevindim. — Evet, ben hayaller kurmadım, kendimi hayatın normal akışına bıraktım. Karşıma bir adam çıktı, onunla evleniverdim. Kazancı iyi, bana ve çocuklarıma ba­kıyor, hiçbir şikâyetim yok. Canım, neye ayakta çene çalıyoruz böyle, gidip bir ye­re otursak ya... —Karşıki eczaneye bir reçete vermiştim, ilaçlarımın hazırlanmasını bekliyor­dum, parka girip beklemeye niyetlenmiştim, karşıma sen çıktın. —İlaçların hazırlanadursun, bir pastacıda oturup dertleşelim biraz, hadi gel. Eczanenin tam karşısında bir pastacıya girdiler, vitrinin yanında boş bir masa­ya oturdular. Derhâl eski günlerin anılarına dalıp tatlı tatlı konuşmaya başladılar. Raymond; yoksulluğunu, hastalığını, ilaçlarını unutmuştu. Zengin arkadaşının mut­luluğunu paylaşıyor, onunla beraber gülüp söylüyordu. Bu sırada caddeden, tam vitrinin önünden kibar giyimli bir adam geçiyordu. Matilt'i görünce durdu, şapkasını çıkararak genç kadım selamladı. Matilt, —Kocamın bir arkadaşı bu, dedi, bana bir dakika müsaade eder misin? —Hay hay. Dışarıya çıktı, ayaküstü konuşmaya daldılar. Bir dakika, beş dakika, on daki­ka... Konuşmaları bitmek bilmiyordu bir türlü. İçeriye girince arkadaşından özür di­ledi: —Kocama ait bir sorundu, dedi. Kendisi avukattır. Seni yalnız bıraktığım için affet beni. Raymond, saatine baktı: —Ben de, dedi, senden beş dakika izin istesem. İlaçlarım hazır olmuştur her hâlde. Parasını vermiştim, bir solukta gider gelirim. —Tabi, tabi, beklerim güzelim. Matilt yalnız kalınca, yiyip içtikleri şeylerin parasını vermeyi düşündü. Çantası­nı açtı, hayretle durdu. Evden çıkarken kocasından bin frank istediğim, bu parayı çan­tasına koyduğunu anımsıyordu. Çantanın içini alt üst etti. Mendil, pudriyer, ayna, ufak para cüzdanı, anahtarlık, hepsi yerli yerindeydi; ama bin franklık banknot yoktu. Istırap ve düşünceyle kalakalmıştı... Hatırına gelen kötü şeyi kovmak ister gibi elini terleyen alnında gezdirdi. Demin kocasının arkadaşıyla dışarıda konuşurken acaba Raymond?... Hayır, hayır, Raymond böyle bir şey yapamazdı! Onu okuldan tanıyor­du, ailesini tanıyordu, karakterini biliyordu. Raymond bu kadar alçalamazdı, bir hır­sız olamazdı, hayır, hayır!.. Ama içine kurt düşmüştü bir kez... Raymond'un çantası orada, kendi çantasının yarımda duruyordu. Titreyen elini uzattı, çantayı alıp açtı, du­daklarından bir dehşet çığlığı fırladı. Bin franklık banknot oradaydı. O an için duyduğu acıyı, çarpıldığı derin hayal kırıldığım ömrü boyunca unut­mayacaktı. Bu kadına karşı beslediği sevgi, sonsuz güven birdenbire yıkılmıştı. Onun ta­rafından bu kadar haince, bu kadar küstahça dolandırılmış olmak pek ağrına gitti. Raymond'un bu denli adiliğe düştüğünü başkasından duysa kesinlikle inanmazdı. Parayı aldı, hesap pusulasını ödedi. Garsona, —Arkadaşım karşı eczaneye gitti, dedi. Çantası şu, dönünce kendisine verirsi­niz. Beni sorarsa acele bir işim çıktığım ve gitmek zorunda kaldığımı söylersiniz. —Başüstüne hanımefendi. Artık Raymond'un yüzüne bakacak hâli kalmamıştı, acele acele çıkıp gitti. Eve geldiği zaman, kocasını kendinden önce gelmiş buldu. Adam, gazetesini okuyordu. Karısına baktı: —Hayrola, dedi, yüzün solmuş, ellerin titriyor, canını sıkan bir olay mı geçti? Kadın şapkasını çıkarırken, —Sorma, dedi, çok kötü bir olay, asabım çok bozuk, sonra anlatırım... Adam gülümsedi: —Ben bilmem. Bugün sende bir anormallik var. Evden çıkarken de sinirliy­din. Benden bin frank istedin, parayı masanın üstünde unutup gitmişsin... Matilt ürperdi, bir adım geriledi, rengi daha fazla soldu: —Neee? dedi, ne diyorsun? —Bir şey dediğim yok. İşte bin frank orada duruyor. —Ah, Allah'ım, ne yaptım ben? Ne yaptım? Ne yaptım?...

  • Seyahate Davet

    Kardeşim, yavrum, Sana benzeyen bir yer Düşünüyorum; Gidip orda beraber Yaşamanın, sevmenin, Sevmenin ve ölmenin O yerde bir gün, Saadetini düşün. Karışık göklerinin Islak güneşlerinde, O hain gözlerinin, Bol yaşları içinde Daima parıltılı Duran riyakâr Gözlerinin esrarlı Cazibesi var. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret. Üstünde güya Senelerin cilâsı Parlayan eşya Süslerdi odamızı; Bu bulunmaz çiçekler, Kokularını amber Kokularına Mezcederdi boyuna! Orda tavanlar zengin, Ve derindir aynalar; Her köşede sevdiğin O şark ihtişamı var. Her şey kendi dilince Ses verir bize; Ve kalbini gizlice Gösterir bize. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret. Bir baksaydın bu Kanallarda ne kadar Serseri ruhlu, Uyuyan gemiler var; Hem gidermek içindir İnan ki en küçük bir arzunu, Onlar uzaktan geliyorlar. O akşamlarda gurup, Tarlalar ve kanallar Ve bütün şehri yakut Ve altınlara boğar. Orda kâinat hülya ile sarhoştur, Sıcak, sıcak bir ziya içinde uyur. Orda ne varsa süs, sükûn ve şehvet, İntizam ve güzellikten ibaret.

  • Gülün Adı

    Umberto Eco 'nun yazdığı ünlü kitabın sinemaya uyarlanmış hali... Film Özeti Fransiskenlerin lideri Cesena'lı Michelle'nin, İsa ve Havarileri'nin yoksul olduğunu, yoksul bir yaşam sürmenin gerektiğni söylemesinin ardından, İmparator, Fransiskenlere karşı bir yakınlık hisseder. Oysa Papa XXII. Ioannes, tüm tezlerini yetki ve varlık üzerine kurmuştur. İtalya'nın kuzeyinde bir manastırda, cinayet işlenmiştir. Saygın ve bilgili bir Fransisken olan Baskerwilleli rahip William (Eski sorgucu), olayı araştırmak üzere imparator tarafından görevlendirilir.Babası tarafından, rahip William'ın yanına eğitilmesi için verilen genç rahip Melk'li Dom Adso'da, bu görevde hazır bulunur. Filmin sonunda kütüphanede çıkarılan yangın sırasında geçen diyalog: -Kahkaha dan neden korkuyorsunuz? -Kahkaha korkuyu öldürür, ve korku olmazsa inançta olmaz çünkü korku olmadan tanrıya ihtiyaç kalmaz... Yapım Yılı: 1986 Film Türü: Dram , Gerilim , Gizem Yönetmen: Jean-Jacques Annaud Oyuncular: Sean Connery, Ludger Pistor, Andrew Birkin, Christian Slater Ülke: Fransa , İtalya , Batı Almanya

  • Türküler

    öylesine geniş ki yüreğim bir deniz gibi, güler yüzün bir güneş ışığınca tatlı ve derin yalnızlığında, dalganın dalgaya sessiz karıştığı yerde. gece mi bastırdı? gün mü yoksa? bilmiyorum. güler bana o tatlı o sevimli güneş ışıltılı yüzün, ben bir çocuk gibi mutluyum. gece yarısı bir de rüzgar yavaştan yavaştan pencereme çarpar. bir sağnak başlamış inceden damlar odama yavaşça. mutluluğumun düşüdür benim, rüzgar gibi yalar geçer yüreğimi. bir buğudur o bakışında senin. bir yağmur tadıyla sarar yüreğimi.

  • Doğru ve Yanlışı Kendi Yargımıza Göre Belirlemek Aptalcadır

    Saf ve cahil insanların her şeye inanıp kolayca kandırıldıklarını düşünmemiz sebepsiz değildir. Ruhumuza kazınan inanç ne kadar zayıf ne kadar az dirençliyse onu etkilemek o kadar kolaylaşır. Ruh ne kadar boşsa dengeyi bulması o kadar zordur ve maruz kaldığı ilk tesirin altında o kadar çabuk ezilir. Ruhu yeterince güçlü olmayan pek çok insan duyduğu her şeye inanır. Ama diğer yandan, bize gerçek gibi görünmeyen her şeyi hor görüp ''yanlış'' diye yargılamamız kendini beğenmişliktir. Bu, kendini başkalarından daha kurnaz sananların her zamanki kusurudur. Bir zamanlar ben de aynı şekilde davranıyordum. Hayaletlerden, gelecekle ilgili tahminlerden, büyüden ya da inanamayacağım her hangi bir şeyden bahsedildiğinde bu deliliklere inanan insanlara karşı bir acıma hissediyordum. Oysa şimdi o zamanlar kendimin de acınacak durumda olduğunu anlıyorum. Bunun nedeni tecrübe ederek inançlarımın tam tersinin gerçek olduğunu öğrenmem ya da meraksızlığım değil. Ama akıl bana bir şey hakkında kesin karar vermenin hem yanlış hem de imkansız olduğunu, bunun Tanrının ya da doğanın sınırlarını bildiğini iddia etmek olduğunu öğretti. Kendi kavrama gücümüz içinde olan şeyleri tanımamız için el yordamıyla sisler arasında dolaştığımızı farz edelim. Eşyanın tuhaflığını doğal karşılamamızın nedeninin onları tanımamız değil, alışkanlık olduğunu göreceğiz. ''Onları orada görmeye öyle alışmışız ki kimse kafasını kaldırıp güneşe ve gökyüzüne bakmaya tenezzül bile etmiyor.'' Lucretius Ve bütün bunlar bize ilk defa gösterilseydi, inanılmaz olduklarını düşünürdük. Hayatında hiç nehir görmemiş kişi bir nehirle karşılaştığında onu okyanus zanneder. Bildiğimiz en büyük şeyleri görünce doğada daha büyüğünün olmayacağını düşünüyoruz. ''Gözün alışkanlığı aklımızı da alıştırır, hiç durmadan gördüklerine artık şaşırmaz ve nedenini aramaz'' Cicero Bir Şeyin büyüklüğünden çok, yeniliği bizi onu araştırmaya iter. Doğanın sonsuz gücüne karşı daha saygılı olmamız, cehaletimizi ve zayıflığımızı kabul etmemiz gerekir. Güvenilir insanların şahit oldukları birçok inanılmaz olay yok mudur? Onları ''imkansız'' diye yargılamak, düşüncesiz bir kibirle var olmanın ne olduğunu iyi bildiğini iddia etmektir. İmkansızla alışılmamış arasındaki fark anlaşılsaydı, düzene aykırı olanla genel kanıya aykırı olan arasındaki fark da anlaşılırdı. Verdiği saçma rahatlığa rağmen, akıl erdiremediğimiz şeyleri küçümsemek ciddi ve tehlikeli bir cürettir. Doğrunun ve yanlışın sınırlarını kendi anlayışınıza göre çizdiğiniz zaman, kabul etmeyi reddettiklerinizden daha tuhaf şeylere inanmak zorunda kalacaksınız. Bu yüzden kendi kendinize belirlediğiniz sınırlardan vazgeçmeniz gerekir.

  • Jean Jacques Rousseau

    Yalnız Gezenin Düşleri İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne benzerim, ne de dostum. İnsanların en seveceni, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliğiyle çıkarıldı. Bunlar, düşmanlıklarını hainliğin son sınırına götürerek, duyarlı ruhuma hangi üzüntünün daha çok dokunabileceğini araştırdılar v mahkûm edebilirlerdi. Ancak, ellerindeki araçların hepsini birden kullanmadan tükettiler; bana hiçbir şey bırakmamakla kendilerini de her şeyden yoksun ettiler. Beni boğdukları kara çalma, alay, rezillik ve aşağılanma ne artabilir, ne de eksilebilir; ne onlar yeğinleştirebilirler, ne de ben bundan sıyrılabilirim. Perişanlığımı en son sınırına vardırmakta öyle çok çabaladılar ki, bütün insan gücü, cehenneme özgü bütün hilelerin yardımıyla bile, ona hiçbir şey katamaz. Beden sızısı bile bu acıyı çoğaltacağına avutur, beni inletirken içimi çekmekten kurtarır; vücudumun parçalanması yüreğimin parçalanmasını durdurur. Artık her şey oldu; daha ne korkum var onlardan? Beni daha kötü bir duruma getiremeyeceklerine göre, yeni korkulara düşüremezler. Kaygı ve korku, işte sayelerinde kurtulduğum iki bela; bu da bir kazançtır. Gerçek dertler beni daha az etkiler; uğradığım dertlere katlanırım, ama korktuklarıma asla. Onlar telaşlı düşlemimle türlü biçimlere girer; genişler, büyür; onları beklemek, karşılaşmaktan daha korkunçtur; tehdit, vuruşun kendisinden daha kötü. Ama gerçekleştiler mi düşlemlikleri yitip asıl niteliklerini bulurlar. O zaman, bu dertleri sandığımdan daha hafif görür ve acılar ortasında ferahlarım. Öylece herhangi yeni bir kaygıdan ve umutsuzluğun üzüntüsünden kurtulur, hiçbir şeyin daha çok ağırlaştıramayacağı bir duruma alışma sayesinde günden güne daha kolay çeker olurum ve zamanla duyarlığım azaldığı için onu uyandırmak güçleşir. Düşmanlarım, düşmanlıklarının bütün araçlarını hesapsızca tüketmekle, bana öyle bir iyilik ettiler; beni egemenlikleri altında tutamaz oldular. Ben de artık onlarla eğlenebilirim. Henüz iki ay geçmemiştir ki, yüreğime yeniden tam bir erinç geldi. Çoktan beri hiçbir şeyden ürkmez olmuştum; ama hala umudum vardı. Ve, kimileyin beslenen, kimileyin aldatılan bu umut, binbir türlü istek ve düşüncenin beni alt üst etmesine araç olmuştu. Hüzünlü ve aynı zamanda beklenmeyen bir olay, sonunda yüreğimdeki bu zayıf umut ışığını da söndürerek yeryüzündeki yazgımı kesin bir biçimde belirledi. O günden beri koşulsuz bir boyun eğiş içine girdim ve dinginliğe kavuştum. Bana karşı olan düzeni bütün olarak görmeye başlar başlamaz, sağ kaldıkça, halkı yeniden kendimden yana çevirmeyi başaramayacağımı iyice anladım; aslında karşılıklı olmasına olanak kalmayan bu barışın artık bir yararı da yoktu. İnsanlar bundan sonra bana dönseler de, beni bulamayacaklardı. Onlarla ilişkilerim, bana aşıladıkları beğenmezlik yüzünden hem anlamsız, hem de benim için bir yük olacaktı; yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar. Artık bu yaşta o zevki duyamam; iş işten geçti. Bundan böyle iyilik de kötülük de etseler, onlardan gelen her şeye karşı ilgisizim; ne yaparlarsa yapsınlar, karşıtlarım benim için bir şey yapamazlar. Ama yine geleceğe bel bağlıyor, daha insaflı bir kuşağın, bugünkü kuşağın benim için verdiği yargıları ve bana uygun gördüğü davranışı inceleyerek, kendisini yönetenlerin hilesini ortaya çıkaracağını ve sonunda beni olduğum gibi göreceğini umuyorum. Bu umuttur ki, bana “Konuşmalar”ımı yazdırdı ve (beni), onları gelecek kuşaklara bırakma konusunda delice bin türlü girişime yöneltti. Uzak bir gelecekle ilgili olan bu umudum, (beni) yaşadığım dönemde henüz insaflı bir yürek ararken kapıldığım yürek çarpıntılarına düşürdü; uzaklaştırmak istediğim o umutlar, aynı zamanda beni bugünün insanlarının oyuncağı durumuna koyuyordu. Bu bekleyişimi ne üzerine kurduğumu “Konuşmalar”ımda söyledim. Oysa yanılıyormuşum. Yanıldığımı, son saatimde ve henüz zaman geçmeden bir kaygısızlık ve dinlenme arası bulabilecek denli erken anladım. O ara, sözünü ettiğim dönemde başladı; artık kesilmeyeceğini sanmama yola açan kimi nedenler var. Halkın benden yana döneceğini ummaktaki yanılgımı yeni yeni düşüncelerle ölçmeden gün geçmiyor; bunda zamanın etkisini bile beklemek yanlıştı; çünkü yetişenler bile, bana gelince, kişiliğime kin güden topluluklardan birbirini boyuna izleyen rehberlerce yönetilmektedirler. Kişiler ölür, ama topluluklar ölmez. Onlarda aynı tutkular ve alışkanlıklar yaşar; düşmanlıkları da bunu aşılayan kötü bir ruh gibi ölmez olduğundan, aynı çabayı sürdürür gider. Düşmanlarımın hepsi birer birer göçtüğü zaman bile, doktorlarla küçük kilise söylevcileri hala yaşıyor olacaktır. Düşmanlarım yalnızca bu doktorlar, söylevciler olarak kalsa bile, yaşarken nasıl beni rahat bırakmadılarsa, ben öldükten sonra da ölümü rahat bırakmayacaklarından emin olmalıyım. Gerçekten gücendirdiğim doktorlar, belki zamanla yatışırlar; ama, sevdiğim ve saydığım, çok güvendiğim bu kilise adamları, yarı keşiş söylevciler, her zaman amansız olarak kalacaktırlar. Benim suçum, onların insafsızlığından doğmuştur; bir suç ki, onurları bağışlamayacak ve düşmanlığını durmadan beslemeye, ateşlendirmeye çalışacakları halk, en az kendileri denli düşman kalacaktır. Jean Jacques Rousseau 28 Haziran 1712'de Cenevre'de doğdu. Çocukluğundan itibaren okumayı çok severdi. Russo Mart 1728'de memleketini terk etti. Daha sonraki eğitimi kesintili oldu: ya Torino manastırında okudu, sonra aristokratların evinde hokey olarak çalıştı. Sonra yine seminerde okudu. Sahibinin zulmü nedeniyle, Cenevre'den ayrıldı. 1749'da Dijon Akademisi'nden bir ödül aldı ve verimli bir şekilde müzik bestelemeye başlar. Popüler olur. Rousseau 1761'de 3 roman yayınladı - "Yeni Eloise", "Emil" ve "Sosyal Sözleşme". İkinci kitap yayınlandıktan sonra, toplum bunu anlamadı. Prens Conti, Emil'in yakılacağını ve Edebiyatı yasakladığını açıkladı. Ve kitabın yazarı Rousseau, adli soruşturmaya yenik düşen hain olarak kabul edildi. Jean-Jacques Rousseau, misilleme korkusuyla ülkeyi terk eder. Prens Conti mahkemeyi bir link ile değiştirmesine rağmen, "Emil" in yazarı inanılmaz bir işkence görür. Uzun zaman süren gezgin yaşamı onu Prusya Prensliği topraklarına getirir. Kısa süre sonra Cenevre'ye döner. Sonrasında ise “Bir Gözlük Mektubu” adlı yeni bir eser yazar. Bu eser yetkililerde ve toplumda bir öfke fırtınasına neden olur. Bu sefer Rousseau İngiltere'ye kaçar. 1770'te Paris'e yerleşir. Rousseau için daha huzurlu bir yaşam başlamış olmasına karşın O hala kendisine karşı kurulan komplolardan şüphelenir ve hayatı için endişelenerek yaşamının son yıllarını geçirir. Fransız filozofu, yazar, Aydınlanma düşünürü Jean Jacques Rousseau, 2 Temmuz 1778'de ölmüştür.

  • Yedinci Hayat

    Yedinci Hayat Filminin Konusu: Dünyanın nüfus artışı sebebiyle yeni bir yasa getirilmiştir ve aileler artık sadece birer çocuk sahibi olabilecektir. Ancak birbirinin birebir aynı olan yediz kız kardeşler hükümetin konuyla ilgilenen ve acımasız Nicolette Cayman tarafından yönetilen kolu Çocuk Tahsisi Bürosu'yla tehlikeli bir saklambaç oynamaktadır. Göze batmamak adına hepsi sanki tek bir kişiymiş gibi davranmaktadırlar. Karen Settman adında tek bir kadın olarak haftanın her günü farklı bir kardeş dışarı çıkmaktadır. Ancak büyükbabaları tarafından haftanın 7 günüyle adlandırılan kardeşlerden birinin bir gün eve geri dönmemesi bütün düzeni yıkacaktır... Başrollerinde Noomi Rapace, Willem Dafoe ve Glenn Close'un yer aldığı bilim-kurgu gerilim filminin yönetmen koltuğunda Tommy Wirkola yer alırken filmin senaryosunu ise Max Botkin ile Kerry Williamson kaleme aldı. Orijinal İsmi: What Happened to Monday? Vizyon Tarihi: 1 Eylül 2017 Süre: 123dk Tür: Bilim Kurgu, Gerilim Yönetmen: Tommy Wirkola Başrol Oyuncuları: Madge Evans Marguerite Clark Conway Gözyaşı Senarist: Max Botkin , Kerry Williamson Yapımı: 2017 - ABD Diğer Adı: Seven Sisters

  • BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKÂYESİ

    Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum. Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu. Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir taş bina gözüme ilişti. Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında, harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin bir ihtişamı vardı. Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından görmek isteğine kapıldım. Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan yürümeye başladım. İki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar ve artık tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı... Kuru bir havuzun kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı, buraları örten siyah perdenin üzerinde geçmişi görmek için bırakılmış bir delik gibiydi. Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın hiçbir mimariye uymayan acayip bir tarzı vardı: Çapı on iki metreyi geçmeyen bir silindir şeklinde epeyce yükseldikten sonra birdenbire daralıyor ve böylece kule gibi bir parça daha uzanarak üzeri camekânlı bir kubbeyle bitiyordu. Alt tarafını kalın bir taş çember kuşak gibi sarmaktaydı ve bütün bina bu haliyle eski bir yağ kandilini andırıyordu. Tam kapının üstündeki odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı da bu kandilin kulpuydu. Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem nefesinin buralarda estiğini kestirmek imkânsızdı. Keskin bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler korkutucu bir karanlıktan başka hiçbir şeyi açığa vurmuyorlardı. Taş çemberin üzerinde oyulmuş birkaç ayak merdiveni çıkarak paslı çivili, büyük kapıya geldim. Senelerden beri insan eli dokunmamış gibi duran, çürümeye yüz tutmuş tahtalara yaslandım. Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara, küçük bulut kümelerine, bir yılandili gibi kıvırarak uzattığı son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim. Etrafımda hiçbir hareket yoktu. Kertenkeleler bile, yosunlu taşların üzerinde, akşamın alacakaranlığına bakarak, yavaşça ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese benzeyen bazı çıtırtılar vakit vakit duyulmaktaydı. Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim. Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş, korku, merak ve hayretten ibaret bir halita (karışım) halinde kaskatı kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat -ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde- kapının yavaşça açıldığını ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim. Şiddetle döndüm ve o zaman, akşamın çabucak artan karanlığı arasında, bu taş kulenin esrarlı adamıyla karşılaştım: Bu, büyük bir baştan -iskelet halinde bir vücudun üstüne konmuş- büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem nebatının liflerine benzeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında beyaz, fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu. Ve bunların hepsini, çürümüş bir meyvenin donuk rengi, bir toz tabakası halinde, örtmekteydi. Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir granit yosununa benzeyen soluk yeşil gözleri vardı. Derin ve karanlık çukurların sonunda birer mahzen kapağını hatırlatan bu gözler hiç, ama hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Sırtında siyah, harap olmuş bir elbise, ayağında eskimiş rugan potinler vardı. İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonra hiç soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi. Ve şimdi kuru vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir korkuluk kılığı veriyorlardı. Elini bana doğru uzattı. -Ah, bu, dünyada gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur-. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz deriyle kaplıydı ve bir insanınkinden ziyade ince bir eldiven giydirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf, o kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek fark edilmeyen siyah bir ceketin kolundan fırladığı için, üzerime boşlukta asılıymış gibi geliyordu. Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman korkuyla bağırdım ve silkindim: -Ah... Ne istiyorsunuz?- Fakat bu el, bu kemik el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı. Ve o, sükûnetle eğildi, göğsünden değil, yalnız ağzının içinden gelen hafif bir sesle bana sordu: -Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini biliyor musunuz?- -Hayır!- dedim. -Oh... Hayır...- -Öylese geliniz!- Dediğini yapmamak mümkün değildi, parmaklarını omuzuma batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu... Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçtik, minarelerin esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş bir merdivene tırmanmaya başladık. Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde hissetmemiştim. Karanlık, bir gecekuşu kanadı gibi yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işleyen bir karanlık vardı. Etrafımdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların gürültüsü, adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu. Ve ben, bütün korkuma rağmen, nerede ve nasıl biteceğini bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum. Sanki onun parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade, beni yediyor, ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde, ona yetiştirmek için, çabuk çabuk hareket ettiriyordu. Her kata yaklaştığımızda, beni sürükleyen adamın, evvela karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece bu merdivenlerden çok aydınlıktı... Her katta, yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı. Bomboş odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde giren gece bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin dışında siluet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar, hayat ve ışık dünyası vardı... Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyordum: -Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz?- Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar ediyordu: -Siz, birdenbire sönen kandilin hikâyesini okudunuz mu?--Hayır!--Pekâlâ, yürüsenize!- Parmaklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir külçe halinde tekrar sürükleniyordum. Bu sefer de merdivende evvela başı kayboluyor, önümde, siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları çabuk çabuk atlayan iki ayak kalıyordu. Sonra gene o mayi halindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların haykırışı... Ayak seslerimiz ve hepsinin birden, toprak altından gelen bir bağırış halinde yaptıkları korkunç uğultu... Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, kapıları yarı açık boş odalar, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri ve artık tepelerindeki birkaç yaprağı fark edilen siyah ağaçları tekrar görüyordum. Her katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kımıldardı: -Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?- Fakat cevap hep aynıydı: -Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunuz? O halde yürüyünüz!- Ve korkunç çıkış tekrar başlıyordu. Nihayet, nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin sürdüğünü, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda birdenbire durduk. Önümdeki adam eliyle bir kapağı kaldırdı. Oradan girdik. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu bıraktığı zaman, derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve etrafıma baktım. Burası yuvarlak bir odaydı. Kulenin en tepesinde olduğunu tavandaki camekânlı, küçük kubbeden anlıyordum. Oda, ötekilerin büsbütün aksine olarak, çok güzel döşenmişti. Karanlık duvar kenarlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli oluyordu. Tam camekânlı kubbenin altında, yani odanın ortasında, yuvarlak bir masa üzerinde hareket etmeyen bir alevle hafif hafif yanan bir yağ kandili vardı: Aynen içinde bulunduğumuz binanın şeklinde bir kandil... Uzaktaki köşede, içerisinde biri yatıyormuş gibi kabarık duran bir yatak vardı, bana nazaran eğri olduğu için, kimin yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle yaklaştım ve orada yatanı gördüm. Gördüm... Ve boğazına şişler sokulan bir hayvan gibi acı bir çığlık kopardım: Orada bir iskelet yatıyordu. Kurumuş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığı küme küme yığılmış bir kadın iskeleti. Bu anda, kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha kulaklarımın dibinde patladı, siyah elbiseli adam: -Pek mi korktun?- diyordu. -Niçin, niçin korkuyorsun? Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki? Hiç... Bak, eğil de bak... Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler, onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen... Düşünüyor musun ki, bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi! Tahmin edebilir misin ki, boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı. Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, şu sana laf söyleyen ağzım nasıl benimse, o da öyle benimdi. Fakat biliyor musun, kollarımın arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu... Onunla aramızda hiçbir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz için bir sebep bile lazım değil ve bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.- Şimdi sesi pirinç bir havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın boğazında bir perde vardı ve bazen içinden gelen şiddetli sesler bunu kaldırarak kulakları çınlatıyor, sonra şiddet azalınca perde tekrar düşerek sesler, bir duvar arkasından söyleniyormuş gibi, kısılıyordu. Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum: -Sizi bu kadar sarsan, fakat hakikate yaklaştıran bu ölümün sebebi neydi?- dedim. -Nesi vardı?- -Hiç! - diye cevap verdi. -Hiçbir şeyi yoktu. Senin kadar hayata bağlı, bu taş bina kadar sağlam -eliyle camekân kubbeyi işaret etti- ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti. Saadeti aramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor ve aydınlanıyorduk... Fakat...- Ses yine uzaktan geliyormuş gibi yavaşladı: -Fakat biliyor musun, o kuvvet ki, hiçbir şeyi eksik olmayan yağ kandillerinin alevini gelip alarak onları birdenbire karartır!- Ne demek istediğini anlamayarak yüzüne baktım. -Gel- dedi, -seninle birdenbire sönen kandilin hikâyesini okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölünün götürdüğünü anlayacaksın.- Orta yerdeki masaya doğru yürüyerek orada, kandilin önünde açık duran siyah kadife kaplı ince bir kitabı aldı. -Bunu, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki cetlerinden biri yazmış- dedi. Geniş bir kanepeyi masanın kenarına sürükledi. Üzerine yan yana oturduk. Ve ben, kurumuş yapraklar rengindeki sarı ve kalın sahifelerde eski, fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi ara sıra uzaktaki iskelete çevirerek ve yanımda, başına vuran kırmızı ışıkla, akşamı seyreden bir sfenks gibi duran adama bakarak merak ve sonra hayretle okudum: -Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın bir parçasını koyuyordum. Ve bunlar, hakikate çok yakın şeylerdi. Fakat hiçbir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını biliyordum. Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş şekliydi. Hâlbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum. Ve bunun için çenemi avuçlarıma ve kollarımı dizlerime dayar, gözümü yere veya ufka çevirerek gördüklerimin daha ötesindeki şeyleri de bilmek isterdim. Fakat toprağın alaycı bir susuşu, ufkun lakayt bir kaçışı vardı. Bana, 'Senin gözlerin,' diyorlardı, “açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük ve zayıftırlar. Sakladığımız hakikatleri nasıl bir cesaretle anlatmak istiyorsun?” Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum. Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime dayamıştım, beyaz kâğıdın üzerine yayılan sakallarımın kıvırcıklarına bakıyordum. İstiyordum ki, bu beyaz tellerin her biri ince bir kalem olup bu yaprakları bütün bilmediğim şeylerle doldursunlar ve ben onları hiç durmadan okuyayım, okuyayım. Fakat birdenbire kâğıtlar ve sakallarım görünmez oldu. Odam ansızın kararıvermişti. Başımı kaldırınca, önümde senelerden beri aynı intizamla yanan kandilimin sönmüş olduğunu gördüm. Hiçbir rüzgâr veya hareket olmadığına göre, yağının bitmiş olması lazımdı. Lakin elime alıp bakınca, yağının dolu, fitilinin kusursuz olduğunu gördüm; haznesinde bir delik, boğazında bir sakatlık yoktu. Benim farkına varamadığım bir rüzgâra hamlederek (yorarak) tekrar yakmak istedim... Fakat hayret: Yanmıyordu. Yaklaştırdığım ateşler yalnız fitili kızartıyor ve oradan hoş olmayan kokular çıkarıyordu. Alev, senelerden beri devam eden kırmızımtırak alev artık yoktu. Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken, kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafamın içinde parlamaya başladığını hissettim. Ve karşımdaki kandilin arkasında, ona benzeyen sayısı bellisiz kandiller sıralandığını gördüm. Kimisi benimki gibi sönmüştü ve kimisi hala kırmızı ve değişmez bir alevle parlıyordu. Fakat ara sıra bunlardan biri, hiçbir rüzgâr, hiçbir üfleyen olmadığı halde, yavaşça kararıveriyordu. Ve bu sönük kandillerin bir daha aydınlanması da mümkün değildi. -Silkindim, bunu kendime bir ihtar telakki ettim. Artık bulmak istediğim hakikati burada arayacaktım: Yağları çok, fitilleri kusursuz ve her şeyleri tamam olan kandillerin sebepsiz yere niçin söndüklerini ve kaybolan alevlerin nereye çekilip gittiklerini bulmalıydım. Bunun için, aynen kandilimin şeklinde bir bina yaptırarak oraya yerleştim. Etrafımda dolaştığını hissettiğim büyük hakikate burada kavuşacağımı biliyordum. Şimdi, en yakınlarımı bile sokmadığım bu odada, gözlerimi tepedeki camlardan geçirerek yukarılara bakıyor, orada birdenbire sönen kandillerin alevlerini arıyorum...- Kitabın intizamsız aralıklarla yazılan diğer kısımları, bir kazana hapsedilen buhar gibi kenarlarını sıkıştıran bir kafanın, görünmeyen, işitilmeyen ve dokunulmayan bir hayaleti takip ediyormuş gibi etrafına nasıl hamleler yaptığını gösteriyordu. Bataklık kenarlarındaki çürük sazların rutubetli ve ekşi kokusunu dağıtan kalın yapraklar parmaklarının altından bahtiyar bir günün saatleri gibi çabucak geçiyorlardı. Ve sebepsiz yere sönen yağ kandillerinin hazin hikâyelerini, bir İbrani peygamber gibi, içim sarsılarak okuyordum: -Beraber yanmak için yapılmış iki tane kandil vardı. Alevlerini, birleşmek istiyor gibi, birbirlerine eğerlerdi ve birisinin yetişemediği yeri öteki aydınlatırdı. Aralarında ipek kumaşlar gibi kıvrılan ve parlayan ışık huzmeleri gidip gelirdi... O kadar benzer ışıklarla yanarlardı ki, etrafa dağıttıkları aydınlığın ayrı yerlerden geldiğine ihtimal vermek mümkün değildi... Fakat bir gün, yağı çok, fitili yolunda, haznesi sağlam olan bu kandillerin biri, en beklenmedik zamanda, yavaşça kararıverdi. Titrek bir ışıkla yas tutmak isteyen diğeri ise, onun arkasında gitmekte gecikmedi. Ve ben, dört beş tanesi bir arada birçok kandiller daha gördüm. İçlerinde savaştan çıkmış bir kılıç gibi parlayan yenileri olduğu gibi, mahzenlerdeki yosunlu küplere benzeyen eskileri de vardı. Ve büyük kandillerin yanında civciv gibi duran küçükler, oynak alevlerle kıpırdıyorlardı. Ve bunlar, adeta ses çıkaran bir şetaretle (sevinçle) beraberce yanarlarken aynı hissedilmeyen rüzgâr, hiçbir benzerlik sırasına bakmayarak, hepsini birer birer söndürüverdi. Yağları daha bitmemişti yarabbi, daha uzun müddet yanabilirlerdi. Ben, artık anlamak istiyorum, bu alevleri alıp götüren hangi sarsılmaz kudret, hangi dayanılmaz sebep, hangi yaradılış mantığıdır? Ve ben, altından yapılmış yeni ve çok güzel bir kandil gördüm. Usta bir kuyumcu elinden çıktığı, kenarlarını süsleyen göz alıcı ziynetlerden belliydi. O kadar tatlı bir ışığı vardı ki, kandilin parlak madenine su halinde akan bu ışık, çıplak omuzlara dökülen kumral saçları andırıyordu. Ve alevi o kadar beyaz, o kadar hayat doluydu ki, yanacağı müddeti sonsuzlukla ifade etmek, onun ömrünü kısaltmak olurdu. Fakat bu da, gözkapakları açıldığı zaman kaybolan bir rüya gibi, kendisine iştiyakla (özlemle) bakanların önünden çekiliverdi. Ah... Yanmak isteyen kandilleri sebepsiz yere ve birdenbire söndürülen kuvvetin, bu alevi saklayacak kadar güzel yerleri var mıydı acaba? Artık sonlarına yaklaştığım kitabı avuçlarımın arasında sıkıyor, isyandan ve kızmaktan vazgeçerek bir iman ve tevekkül ifade etmeye başlayan satırları kandilin kızıl ışığına tutarak okuyordum: -İsteklerime varabilmek için dış dünya ile bağlarımı azaltmak lazım geldiğini seziyordum. Vücudumdaki her yıkılış, kafamda yeni bir parlaklığa yol açıyor. Ellerimin titremesi arttı, fakat ben baktığım şeyleri daha sebatlı ve ihtizamlı görmeye başladım. Ah, ey peşinde koştuğum hakikat, nihayet seni yakalayacağım.- Diğer sahifeler gittikçe karışan bir yazıyla şöyle devam ediyordu: -Görüyorum... Parlak alevlerin üzerine uzanarak onları alıp götüren siyah eli artık fark etmeye başladım. Yazdığım yazıları seçmekte güçlük çeken gözlerim, bu alevleri çok uzaklara kadar kovalayabiliyor. Belki yakında onların nereye saklandıklarını söyleyebileceğim. Hiçbir şeyleri eksik olmadığı halde, birdenbire sönüveren kandilleri hangi kuvvetin kararttığını ve alevlerin nereye gittiklerini öğrenmek üzereyim. Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik!- Son sahifeye gelmiştim. Burada yazı artık okunmaz bir şekil alıyordu. Deliliğe yakın bir merakla gözlerimi büsbütün yaklaştırdım ve devam ettim: -Gerçi ellerim kımıldamakta güçlük çekiyor ve gözlerim yazdıklarımı görmüyor, fakat ne ehemmiyeti var? Artık hakikatin pek yakınındayım. Konacağı dalın etrafında uçan bir kuş gibi başımın üzerinde kanat çırpışlarını duyuyorum. Önümde sıralanmış birçok kandiller var... Parlak ışıkları birdenbire yok olan zavallı kandiller... Onların üstüne doğru uzanan siyah ve büyük bir hayalet görüyorum. Ve alevler titreşerek hep bu istikamete uçuyorlar. Fakat nereye gidiyorlar, Yarabbi: Ve o hayaletin aslı nedir? Bazen açılır gibi olduğu halde gözlerimin üzerine tekrar düşen bu perde ne zaman büsbütün kalkacak? . Lakin artık bir hakikat dünyasını görmek üzere olduğum muhakkak. Gittikçe kuvveti artan bir ışık, bana yaklaşıyor, yaklaşıyor... Etrafım gittikçe daha aydınlandı... Ah... İşte... İşte o kandilleri birdenbire söndüren kuvvet...- Eyvah... Kitap burada bitmişti. Okuduğum müddetçe hiç ses çıkarmadan yanımda oturan adama çılgın gibi sarıldım: -Söyleyiniz- dedim, -kitap niçin burada bitiverdi? Söyleyiniz, kandilleri birdenbire söndüren hangi kuvvettir? Söyleyiniz, bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş? Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, hafiften gelen sesiyle: -Bir gün- dedi, -onu elinde kalemiyle bu masada ve bu kitabın başında ölü bulmuşlar... - Birdenbire tepemizdeki camları sarsan bir kahkaha attı: -Fakat- dedi, -yağları çok, fitilleri mükemmel, hazneleri kusursuz olan kandilleri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren kuvvet, o adaletli ve şefkatli kuvvet, bu adamın emeklerine acıdı; ancak son dakikada bulduğu, fakat ifade edemediği büyük sırrın kaybolup gitmesini istemeyerek, bu hakikati onun çocuklarında hiç şaşmadan devam ettirdi! Kolumdan tutarak yatağa doğru yürüdü. Orada; yarım kalmış bir şikâyete devam etmek istiyormuş gibi, ağzı aralık duran iskeleti gösterdi. Sonra, kurumuş dalların rüzgârda çıkardıkları iniltiye benzeyen bir sesle: -İşte- dedi, -o zamandan beri, bu adamın neslinden gelen herkes, hiçbir sebep olmadan, en parlak zamanlarında, böylece sönüverdiler...İskelet halindeki başının neresinden çıktığına şaştığım iki damla yaş, gözlerinin derin çukurlarından aşağıya doğru yuvarlanıyordu...Kemikten ibaret kolunu onları silmek için kaldırırken oda birdenbire karardı. Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden ve titremeden, yavaşça yok oluvermişti.

  • Küreselleştiremediklerimizden misiniz

    masanda şereflendirsinler kalkan ızgaranın buğusunu, acemilerin hürmeti durma öğret onlara nasıl kaynak yaratılması gerektiğini kuru ekmek yedirmek için buğdayları ellerinden üç kuruşa alınan köylülere. Yeni nesiller yetiştirecek, mesela hortumlanırken çıkarmayacak sesini müteahhit firma ile dijital havuzdaki paralar, cömert bağışları kabul edecek ama bunun için kürsüde namusu ve şerefi üzerine de yemin edebilecek nispi duruşlu bir çarkıfelek, amirlerine karşı huma kuşu gibi ama halkına karşı bir bemol kalınlaştırarak mücavir alanda tok sesini azarlayacak adli tabiplerde demir levhaları, azarlayacak külde keteyi, avlularda kuyuları azarlayacak unu, yağı, somunu, sabunu azarlamayacak sadece termal gözlükleri kızılötesi kameraları yani yormayayım sizi kim ki ısıtmıyor alevli ordövr tabaklarında siğilli gıdılarını kim ki kırmıyor armut ağacından tedavüldeki oklavaların zulmünü ve kim ki Mardin zindanlarında Tahir’in taşları eriten gözlerinin varisi değildir bir onu azarlamayacak. Bırak kapsama alanının dışında olsun yüzleri duvara gömdürülenler is kokulu voltalar atanlar sapını onaran çiçekler gelin ağlatma türküleri akşam motorluları amfizemli kalfalar Dikişleri patlayan işçiler ve üstlerine tutulan tabip aynaları soğuk buhar üfleyenler ve çuval taş gibi ağır zembereğin duracağı günün işaretleyenler takvimini küreselleş, küreselleşelim. Durma topla fotojenik delikanlıları etrafında uzun, upuzun, kibritlik kavak gibi uzun kemikleri cömert delikanlıları öğütlesinler hep doğru frekansta kalmamızı cereyanlara tutsunlar kül tenekesi yüzlerimizi yolma figürlerini klinik deneylerle kanıtlasınlar kaydırsınlar içimizdeki enkazları toprağa doğru ve uyanarak leopar desenli yataklarından oturtmayı öğretsinler bunlar yokmuş gibi gündemin de tam ortasına testis asimetrisini. Bırakmalısın paslı tulumbaların ruhunda boğuşmayı artık götüreceksen büyük götür basarak sandık toplayan çocukların başlarına yumurta topuklu kunduralarının ökçelerini yap artık altın vuruşunu gazda yap suda yap elektrikte yap unda yap soğanda yap gübrede yap ihalesinde yap oluk oluk akan kanın, dehşetle iste bunu ama önce haklı göster bu dehşetle istediğini ve hiç bekleme yapmadan çak hemen kuvvetlice ak alınlarına kara imzanı kaslarınla alarak gardını ve demir sayaçlar koyarak göğüslerine saydır yürüyen bütün isyan hücrelerini ne kadar umut varsa hepsini faturalandır küreselleş, küreselleşelim. Menü’de ne var? Menüde plastik tuzaklar var üç dabulyu ebadında üç kıyım yılı, yani topu topu üç yüz dolar maaşı on bin dolarla kredilendirmek var hortlatmak var rüyalarında bile temerrüt canavarını gecenin üçlerinde kaldırmak var yataklarından demli çaylar içirtmek var haciz var, klozet kapaklarını bile yeddiemine göndermek var isimlerini mübaşirlere bağırtmak var, hapislere tıkmak var sonra da bileylemeden dilinde lafının usturasını “ çekmeselerdi paraları ne yapalım” demek var, sorarım sana a benim festival kılıklı hovardam kim susamış da türküye yüz beş numara sırma telli saza kapamış kulağını hangi aça somun verilmiş de yememiş hangi aça on bin dolar kredi verilmiş de çekmek zorunda kalmamış sevsinler ekmek tavası yalayan açlara ordövr tepsisi sunan iltimas tuzaklarını senin küreselleş, küreselleşelim. Feci bir flütçünün dallı bir mekik çekmesi gibi diliyle ileriye bakmak ve görmek, dinlemek bir gözlemevinin son çağrısını ilerideki hikayemiz de böylece başlasın şimdilik, Cenevre’deki gözlemevi bildiriyor dev gaz gezegenlerinin peşindeyiz Suyılanı takımyıldızı çöktü, HD-82943 sabit yıldızına düştü sıcaklık 2000 derece vazgeçmiş değiliz yine de bildiriyor Cenevre’deki gözlemevi gökadalardan çelik mendiller sallayacağımız günler yakındır birbirimize toplayın bagajlarınızı hazırlanın tümüyle tükenmeden sera gazımız Cenevre’deki gözlemevi bildiriyor, kurumadan çalılar, buğurlaşmadan buzullar okyanuslarımız yetişin son kapsül taksiye, bu Cenevre’deki gözlemevi’nin son çağrısıdır. yap artık altın vuruşunu gazda yap suda yap elektrik de yap unda yap soğanda yap gübre de yap ihalesinde yap oluk oluk akan kanın, dehşetle iste bunu ama önce haklı göster bu dehşetle istediğini ve hiç bekleme yapmadan çak hemen kuvvetlice ak alınlarına kara imzanı kaslarınla alarak gardını ve demir sayaçlar koyarak göğüslerine saydır yürüyen bütün isyan hücrelerini ne kadar umut varsa hepsini faturalandır küreselleş, küreselleşelim. Menü’de ne var? Menüde plastik tuzaklar var üç dabulyu ebadında üç kıyım yılı, yani topu topu üç yüz dolar maaşı onbin dolarla kredilendirmek var hortlatmak var rüyalarında bile temerrüt canavarını gecenin üçlerinde kaldırmak var yataklarından demli çaylar içirtmek var haciz var, klozet kapaklarını bile yeddiemine göndermek var isimlerini mübaşirlere bağırtmak var, hapislere tıkmak var sonra da bileylemeden dilinde lafının usturasını “ çekmeselerdi paraları ne yapalım” demek var sorarım sana a benim festival kılıklı hovardam kim susamış da türküye yüz beş numara sırma telli saza kapamış kulağını hangi aça somun verilmiş de yememiş hangi aça onbin dolar kredi verilmiş de çekmek zorunda kalmamış sevsinler ekmek tavası yalayan açlara ordövr tepsisi sunan iltimas tuzaklarını senin küreselleş, küreselleşelim. Feci bir flütçünün dallı bir mekik çekmesi gibi diliyle ileriye bakmak ve görmek, dinlemek bir gözlemevinin son çağrısını ilerideki hikayemiz de böylece başlasın şimdilik, Cenevre’deki gözlemevi bildiriyor dev gaz gezegenlerinin peşindeyiz Suyılanı takımyıldızı çöktü, HD-82943 sabit yıldızına düştü sıcaklık 2000 derece vazgeçmiş değiliz yine debildiriyor Cenevre’deki gözlemevi gökadalardan çelik mendiller sallayacağımız günler yakındır birbirimize toplayın bagajlarınızı hazırlanın tümüyle tükenmeden sera gazımız Cenevre’deki gözlemevi bildiriyor, kurumadan çalılar, buğurlaşmadan buzullar okyanuslarımız Şimdilik ayakta yolcu alabiliyoruz üçüncü sınıf bile çok zor, koridor, kelepir, bir tanıdığın varsa git ona sor biletler otuz milyon dolar zehirli kel vadilerinde uzayın, deney hamsteri olmayı kabul edenler ücretsiz yolculuk için gen kartlarıyla merkezimize başvurabilirler ayrıca bilet karşılığı uzay inşaatçıları aranmaktadır “kim bekleyecek üç yüz beş yüz yılı büyük çarpışma yakındır”diyenler alt lobunda evrenimizin kozmik kulelerden mahkumlarımızın kumaş renklerini gözlemek için dünyada kalabilirler, bu Cenevre’deki Gözlem’evinin son çağrısıdır. Koloni sakinleriyiz ve hep düşüneceğiz neler oldu daha önce diye Colorado’lu, Johannesburg’lu, Edirne ve Bogato’lu koloni mutagları evrenin kızıl şalına takılmış çelik talaşlı balıklar gibi ağlarımızla dövüşeceğiz ve sallayacağız yine gürültülü sarkacımızın altın sırtını çarpışacağız yine pervaneler gibi kalburlanarak ateşlerin üzerinde ağır külçeli muhafızların ışın çomaklarıyla durma sen de katıl bu dijital istilaya sen de salla, savur bu kimya kargaşasında kozmik baltanı bir beyanat as klon embriyonların sinir bağlarına dostça, insanca, kardeşçe, halkça, ne varsa güneşin kaşmir paltosunda giremez de soket çoraplı, boru pantolonlu hiçbir çocuğun derisinin altına bir iyilik hissettiği her güzel şey bu çocuğun, hissettiği her şey bir mamüldür artık küreselleş, küreselleşelim. Bırak üç yüz beş yüz yıl sonrasını, yok edeceksen şimdi, hemen bulmalısın onları arama motorlarınla çapraz sorgularda düzlemek için şimdiden beyinlerini antrax paniklerinle saldırmak için onlara, ezmek için Atlantik aşırı limitlerinle satmak için benliklerini gözaltı pazarlarında bloke etmek, küreselleşmek için iflaslarıyla kemik unlarına batırmak için yine kanlı dişlerini uygar bir timsah yapmak için onları uygar bir timsah yapmak için onları uygar bir timsah yapmak için onları küreselleş, küreselleşelim. Küreselleşelim, sekiz milyon insan aç küreselleşelim bulamasa da bir buçuk milyarımız kör kuyuların diplerinde içmek için bir tas su bile küreselleşelim daha dokuzunda ikiyüz elli milyon çocuğumuz bile çırak Küreselleşelim yedi milyar insan, palazlanması için, sadece ikiyüz çokuluslu şirketin çelik kasalarını daha da daha da daha da şişirmek için KÜRESELLEŞ, KÜRESELLEŞELİM. maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Ve Beyaz Atlı Prens Öldürüldü

    Ne sevgiliydik biz, ne dost, ne de herhangi bir şey, Herhangi bir şey olmamaktan memnun olan her bir şeydik. Daha çok bir yolduk birbirimize Ya da o yol üzerindeki öylesine birer bank. Birbirimize oturur ya da birbirimize yürürdük, Bunu sorun etmez, birbirimizle yürürdük. Sıradandık, Sıradanlaştıkça sıradandık, Bir sigarayı birlikte bitirmek keyifliydi örneğin bizim için, Bir sigarayı aynı ağızdan bitirmek daha da keyifliydi, En keyiflisi de bir sigarayı bitirmeye çalışırken sevişmeye dalmak, Daldığımız yerde boğulana kadar çırpınmaktı. Öldüğümüz yerden birlikte doğmak her seferinde yeni bir cennete, Yeniden ve yeniden tıpkı Adem ve Havva gibi, Hadi kadın, çıldırtma beni, ne ben Adem’im ne sen Havva, Ne de nefes aldığımız yer bir cennet, Nefeslerimizin kirlendiği bir dünya bizim için bir cennet. Cennet sensin, ben cehennem, Ateşim yakar senin güzelliğini, Korkma, çirkin olsan da seveceğim seni, Güzel görmesini bilenler hak eder bu dünyada ancak sevmeyi, Ya da tam tersi, Dert etme. O ateşi tutan ellerin beni bir Mecusi’ye çevirebilir, Kendimi teslim ederim ellerine ve ellerindeki ateşe, Sahi söylesene, bu cigara böyle yanmayı nereden öğrendi? Karanlıkta kalmak beceri ister, Oysa bir kibrit yeter aydınlanmaya. Müşfik ellerin, ellerin benim, benim ellerim, ellerin, Islak ellerin, Sevgili. -Tehlike alarmı, karşımızda annen, Çaktırmayalım, sudan bir bahane, Bir kilo pastırma kaç para Müjgan abla diye soruyorum şimdi, Bilmiyor. Dert etme diyorum, Afrika’daki bir çocuk da bir kilo pastırmanın ne kadar ağır olduğunu bilmiyor.- Kan. Bir insanı öldürmek için kurşun gerekmez demiştim, Sözcüklerini kullanmayı öğrenmişsin. Kâğıdına sar bedenimi, Cigaralık sevgili. maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Kitaplar Üzerine

    Hiç şüphesiz uzmanları tarafından daha iyi işlenen konulara da sık sık değindiğim oluyor. Yaptığım şey edindiğim bilgileri değil, bendeki doğal yetenekleri kullanmak. Eğer cahillikle suçlanacak olursam hiç umursamam çünkü yazdığım şeyler için başkasına karşı sorumlu olmak istemediğim gibi yazdıklarımdan tatmin olduğumu da söyleyemem. Bilimin peşinde olan onu bulunduğu yerde arasın, benim işim o değil. Bu kitaptakiler benim fikirlerim. Bir şeyleri değil kendimi tanıtmaya çalışıyorum. Bir şeyler okumuş olsam da hafızam yoktur. Bilgimin nereye kadar gittiğini göstermekten başka bir şey için söz veremem. Hangi konulara değindiğim değil onlara nasıl değindiğime önem verilmeli. Burada asıl savunmam gereken, eğer yorumlarım karmaşık bulunuyorsa ya da söylediklerimde bir kötülük varsa bunu hissetmediğimden ya da biri bana gösterdiğinde anlamadığımdandır. Çünkü hatalar çoğu zaman gözümüzden kaçar. Biri gerçeği gösterdiğinde bile bunu görmemek yargılamada hata olduğunu gösterir. Yargılama gücü olmadan bilim ve gerçeği içimizde barındırabiliriz. Bilim ve gerçek olmadan da yargılama yapabiliriz. Ama bilgisizliğini kabul etmek benim bildiğim en güzel sağduyu örneklerinden biridir. Yazılarımı sıralarken tesadüften başka dayanağım yoktur. Bazen yığınla hücum eden bazen bir sıra halinde tek tek aklıma gelen fikirleri biriktiriyorum. Ne kadar düzensiz olsalar da adımlarımın doğal ve sırdan hallerini göstermek istiyorum. Benim yazılarım hayatım gibi sade ve kolayca anlaşılabilir. Her konuda daha bilgili olmak isterdim ama bunun bedelini ödemek ağır olabilir. Asıl istediğim hayatımın geri kalanını emek sarf ederek değil, sakin bir şekilde geçirmek. Kitaplarda aradığım şeyse vaktimi iyi geçirmek için hoşlandığım şeyleri okumak. Kendimi tanımamı sağlayacak, iyi yaşayıp iyi ölmeyi öğretecek bilgiyi aramak için okuyorum. ''Atım benim yönlendirdiğim gibi gitmeli.'' Propertius Okurken zorlanırsam tırnaklarımı kemirmeye başlamam. Bir iki kez denedikten sonra kitabı yerine bırakırım. Eğer takılıp kalsaydım zaman kaybederdim. Çünkü zihnim oldukça sabırsız ve eğer ısrar edersem ilk bakışta görmediğim şeyi hiç göremiyorum. Hoşlanmadığım işi yapmam. İnat ve gerilim yargılama yeteneğimi sersemleştiriyor ve yoruyor. Manzaram sisleniyor ve kayboluyor. Eğer bir kitaptan sıkıldıysam başka bir tane alıyorum ve ancak canım başka bir şey yapmak istemediği zaman kendimi okumaya veriyorum. Günümüzün kitapları ilgimi çekmiyor çünkü eskiler bana daha dolu daha sağlam geliyorlar. Yenilerden hoş kitaplar arasında, Boccacio'nun Decameron'u Jean Second'un Les Baisers'i (Öpücükler) ve Rabelais eğlenmek amacıyla okunabilir. Ben tarihçileri tercih ediyorum. Onlar daha ilgi çekici yazılar yazıyor ve daha kolay okunuyorlar. Aynı zamanda benim istediğim genel olarak insanı anlamak. Tarih kitaplarında insan hiçbir yerde olmadığı kadar canlı ve bir bütün olarak ele alınıyor. Tarihçileri seviyorum çünkü hem sade hem mükemmeller. Kendilerinden hiç bir şey eklemeden sadece işlerini yapıyorlar ve bildiklerini toplayarak, gereken özeni ve sabrı göstererek seçip elemeden her şeyi kaydediyorlar. Doğunun ne olduğuna karar vermeyi bize bırakıyorlar. En iyi tarihçiler halk tarafından bilinen bilinmeyi hak eden olayları seçme yeteneği olanlardır. Onlar kendilerine sunulan iki ayrı belgeden hangisinin doğru olduğunu ayırt edebilirler. Prenslerin davranışlarından ve karakterlerinden amaçlarını anlarlar ve duruma uygun sözcükleri seçebilirler. Kendi inançlarına bizi inandırabilenler bile vardır ama bu çok az tarihçinin sahip olduğu bir ayrıcalıktır. Bir de bütün tarihi bozan tarihçiler vardır. Bizim adımıza olayları değerlendirirler. Tarihi kendi fikirlerine göre yönlendirmek isterler. Çünkü bir tarafı savunmak istedikleri sürece Hikayeyi bu tarafa göre biçimlendirip değiştirmekten kendilerini alıkoyamazlar. Örnek olayları seçtiklerini düşünüp bizi daha iyi bilgilendirecek bir davranışı ya da bir sözü bizden saklarlar. Hafızamın ihaneti ve yetersizliğiyle (birkaç sene önce özenle okuduğum bir kitabı hiç bilmediğim bir kitapmış gibi alıp yeniden başladığım çok oldu) biraz başa çıkabilmek için ve yazarla ilgili izlenimimin ne olduğunu hatırlayabileyim diye her kitabın sonuna (en azından tekrar yararlanacağımı düşündüklerimin sonuna) Kitabı bitirdiğim tarihi ve kitapla ilgili düşüncemi yazma alışkanlığı edindim.

  • Aşk Başkadır

    Ormanlarla örtülü tepenin doruğunu eski çağlar mimarisini bütün özellikleriyle yansıtan büyük bir şato süslüyordu. Çevresindeki kocamış ağaçlardan kuytu gölgeler uzanıyor, önündeki parkın bir yönü, yamacı kapsayan ormana öbür yönü tarlalara ulaşıyor, taşlardan örülmüş bir havuzun yüzeyine çevresindeki kadın heykelleri yansıyordu. Havuzun iki tarafından sırta yükselen ve yükseldikçe küçülen katmerli küçük su birikintilerinde doruktan çıkan bir kaynağın suları süzülüyor, diplerinde yüzyıllardır biriken bembeyaz kireç tabakasını her an biraz daha kalınlaştırıyordu. Artık yaşlanmış güzel ve hoppa bir kadına benzeyen yapıyı değerlendiren yalnız bu görüntüler değil, insan eliyle açılıp türlü deniz hayvanı kabuklarıyla süslenen mağaralarında en azından yüz yıldır biriken aşk anıları, öyküleriydi. Bütün bunlar, hâlâ anlatılıp duran alışkanlık ve töreleri, eski çağların günümüze pek yumuşamış olarak bıraktığı hovardalık ve yürekliliği belirtmeye yetiyordu. 16. Louis biçiminde döşenmiş, duvarları eli sepetli güzel kadınlar, yakışıklı şövalye resimleriyle süslü küçük bir salonda çok yaşlı bir kadın oturuyordu. Mumyalaşmış elleri, koca bir koltuğun iki yanından sarkmaktaydı. Canlılığını öylesine yitirmişti ki, ilk bakışta ölmüş sanılabilirdi. Tülle örtülmüşe benzeyen gözleri durgun bir bakışla, gençliğine ait görüntüleri görmek istermişçesine parka yönelmişti. Ara sıra hafifçe esen rüzgâr salonu çayır ve çiçek kokusuyla dolduruyor, kadının anılarla dolu başının iki yanından inen bembeyaz saçlarını okşuyordu. Yanında, büyük bir gergefe gerili mihrap örtüsünün işlemelerine dalmış genç bir kız oturuyordu. Sarı saçları iki örgüyle sırtına inmişti. Parmakları makine gibi işlerken rüyalı gözlerinden düşüncelerinin nerelerde olabileceği kolayca seziliyordu. İhtiyar başını yavaşça çevirdi. “Berthe," dedi; “Bana biraz gazete oku. Dünyada neler olup bittiğini bileyim." Genç kız gazeteye uzandı, göz gezdirdi. “Bol bol siyaset var, nineceğim. Okuyayım mı, ister misin?" . “Evet, evet yavrum. Hiç aşk haberi, hikâyesi yok mu? Fransa’da çapkınlık, hovardalık öldü mü? Artık ne sevgili kaçırmalardan, ne bu gibi olaylardan söz edilmiyor eskisi gibi..” Genç kız bu sefer daha dikkatle baktı gazeteye. “İşte, işte bir aşk faciası,” dedi. İhtiyar kadın yüzünün bütün buruşukluklarıyla gülümsedi. "Oku bakayım." Berthe başladı okumaya. Kezzaplı bir öyküydü bu; bir kadın, kocasının sevdiği kadından öç almak amacıyla yüzüne kezzap dökmüş, yaralamıştı. Bu davranışına karşılık daha ilk duruşmada beraat etmiş, mahkeme salonunu dolduran halkın alkışları arasında çıkıp girmişti. Nine koltuğunda hafifçe kımıldadı. “Gerçekten tüyler ürpertici, korkunç. Bak bakalım, başka bir şey var mı yavrum?" Berthe aradı, yine “Adliye olayları" başlığı altındaki sütunda bir başka haber buldu: "Acı bir facia". Yaşı geçkin bir satıcı kız, yakışıklı bir delikanlıya gönül vererek kendisini teslim etmiş, ancak sevgilisinin bazı kaçamaklarını duyunca tabancaya sarılıp yaralamıştı. Yaralı, hayatı boyunca felçli kalacaktı. Hepsi de saygın ve erdemli kişilerden kurulu jüri ise suçluyu beraat ettirmişti. Bu sefer nine pek sinirlendi, titreyen bir sesle bağırmaya koyuldu: “Çağımızda delirdi insanlar. Evet, delirdiler. Tanrı sizlere hayatın en büyük zevkini, soluk aldığımız sürece en tatlı meyveyi, aşkı vermiş, sen kezzap ve kurşunla yok et bu nimetleri. Bütün bunlar İspanyol şarabına sokak pisliği katmaktan başka bir şey değil...” Berthe ninesinin bu tepkisini kavrayamamıştı. “Ama kadın intikamını aldı. Düşün, evliydi ve erkeği onu aldatıyordu." Nine büsbütün çileden çıkmıştı: “Sizlere, bugünün kızlarına günümüzde ne saçma görüşler aşılıyorlar böyle." “Evlilik, nineciğim! Evlilik kutsal bir şey...” ihtiyar kadın, eski hoppa çağını hatırlatan bir titremeyle sarsıldı: “Kutsal olan aşktır. Şimdi beni iyi dinle, sevgili kızım. Üç kuşağın büyüdüğünü gören, erkekler ve kadınlar çevresinde çok şey bilen bir ihtiyarı dinle! Evlilik de, aşk da ayrı cinslerden iki insanın beraber olmasıdır. İnsan, aile kurmak amacıyla evlenir, toplum düzenine yardımcı olmak amacıyla aileyi kurar ve aslında insan toplumu aile kurumundan vazgeçemez. Eğer toplumu bir zincir olarak düşünürsek her aile bu zincirin bir halkası demektir. Bu halkayı uçlarından kaynatabilmek için uygun madenler seçmek gerekir. Evlenmeyi gerçekleştirmek, bir araya gelecek olanların geçmişleri, servetleri ve durumlarıyla birbirine uymaları, gelir ve çocuk konusunda inanç birliğine sahip bulunmaları şartıyla mümkündür. İnsan her zaman toplum öyle istiyor diye evlenmez, sevgili kızım. Ama belki yirmi defa âşık olabilir, çünkü onu doğa yaratmıştır. Görüyorsun, evlilik bir yasa, ama aşk bizi bazen sağa, bazen sola iten bir güçtür. Yasaları, içimizdeki bazı itişleri sınırlamak için yaparız, ama bu itişler bazen öylesine bir güç kazanır ki, artık karşı koymak imkânsızlaşır. Çünkü bu güçler Tanrı'nın, yasalarsa insanın ürünüdür. Bilirsin yavrum, çocuklara ilaçları şeker katıp verirler. Eğer hayatımıza, imkânların elverdiği ölçüde aşk katıp tatlandırmazsak içimi zor bir ilaca döndürürüz.” Berthe gözlerini alabildiğine açarak fısıldadı: ‘‘Ama nine, nineciğim, insan çoğu zaman bir defa sevebilir." Yaşlı kadın kendi gençlik çağının Tanrısına yemin edermiş gibi ellerini göğe uzatarak haykırdı: "Siz utanç verici bir kitle oldunuz. Düşük düzeyde bir kitle! Devrimden sonra şükran duygusu ve gereği kayboldu. Her konuyu büyük sözlerle örtüyor, can sıkıcı birtakım görevleri varlığınızın korunması uğruna yapıyor, eşitliğe ve ebedi aşka inanıyorsunuz. Bazı insanlar aşktan ölünebileceğini söylemek için dizeler sıralıyor. Benim çağımda dizeler, erkeklere kadınları nasıl sevmeleri gerektiğini öğretmek için yazılırdı. Yine benim çağımda eğer bir soylu genç hoşa gidiyorsa hemen bir uşak gönderilirdi... Ve yeni bir zevk kapısı açılmışsa, eski âşığa veda edilirdi. Bazen ikisi de pek güzel idare olunurdu." İhtiyarın yüzünde derin anlam taşıyan bir gülümseme ve gözlerinde ancak zengin ruhlu kişilerin, öbürleriyle aynı hamurdan yoğrulmadığını, başkalarınca yapılmış kuralları umursamadığını yansıtan bir ışık belirdi. Genç kızın rengi sapsarı olmuştu: "Bu tür kadınların onuru yoktur." Nine ciddileşti, ruhuna Voltaire'in coşkusu yerine Rousseau’nun yumuşak düşüncesi yayılmıştı sanki. “Onuru yok muydu? Onun için mi seviyorlardı? (Kendisi onun için mi böyle konuşuyor, duygulanıyordu?) Sevgili kızım, eğer bizlerden, Fransa’nın seçkin kadınlarından biri âşıksız kalırsa, bütün saray katılırdı gülmekten. Eğer o kadın hayatını sürdürmek istiyorsa, manastıra kapanmaktan başka çaresi kalmazdı. Şimdi sizler, kocanızın ömür boyu yalnız sizi seveceğini sanıyorsunuz. Eğer gerçekte böyle bir şey mümkünse tabii... Şimdi sana diyorum ki; evlilik toplumun sürmesi için gerekli bir kuruluştur ama, cinsiyetimizin yapısını etkilemez, anladın mı? Hayatta tek güzel şey vardır: Aşk. İşte bunu anlayamadığınız için kötü eğitiliyorsunuz, kendinizi kutsal inançlara veriyor ya da inancı arsa gibi satın almaya kalkıyorsunuz.” Genç kız titreyen elleriyle ihtiyarın kupkuru parmaklarına sarıldı: “Sus nineciğim, yalvarırım, sus!.." Sonra ninesi hafifçe alnından öperken ellerini göğe açıp çağdaş ozanların zırvalığı olan büyük ve ebedi aşk için duaya koyuldu. Beri yanda nine, 18. yüzyılın hovarda düşünürlerine dayanan tatlı ve sağlıklı inancını mırıldanıyordu: “Dikkat et, sevgili kızım; böyle budalalıklara inanmaya devam edersen, çok mutsuz olursun!" (Çev.: Faruk Yener) Guy de Maupassant | * OLAY ÖYKÜSÜNÜN ÖNCÜSÜ, * (1850 Mironesnil - 1893 Passy) Fransız romancı ve hikayeci. Guy de Maupassant 5 Ağustos 1850 yılında Fransa'da doğmuştur. Doğum belgesinde Tourville-sur-Arques'da doğduğu yazar. 6 Temmuz 1893 yılında Paris'te vefat etmiştir. Mezarı Paris Montparnasse mezarlığındadır. Olay kurgulu öykünün öncüsü olarak kabul edilir. ZOLA, FLAUBERT...gibi dünya devlerinin yakın arkadaşı oldu. Natüralist ve Realist etkide yazılar yazdı...

  • KASIRGA

    Sabahın ilk ışıkları... yamacında tutuyor imgeleri... yağmurla suya giydiriyor... çıplak yaşamı... şahlanıyor harlanan buğusu... saklıyor avucuna... dünyanın pis kokusunu... nefesi soğutuyor göğü... susuyor uzaklara... yalnız!.. özü muğlak!... bedeninde açan sokak çiçeği... okşuyor yaralarını... karanlığa dönüşüyor... gizleyen örtüyle... maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • KAYGAN İPEĞİ DÜŞÜNCENİN

    köpüklü zamanlardan geçiyor gün düşüş ve tükeniş yazgım oluyor üstümüzde ışık oyunları kapılarımızı kilitleyen bin bir soru gün kirli düşlerim bile kangren umut suların karnında nehirler benden hızlı bütün denizler neden cezir sorular sarmalında yüreğim buz düşüncenin kaygan ipeğini işliyor usum maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • YERÇEKİMİ

    Bin yaşında bir ağacın yeşil yaprakları bir annenin elleri gibi şefkatle titrer, gölgesine çeker sizi, sığınırsınız, o gölge ne caziptir ve nasıl da baştan çıkarıcıdır... bin yılın yaşanmışlıklarıyla sapasağlam yaşlı bir gövde ve tepesinde henüz çocuk yapraklar. yaşlıyım dediysem, yaşlıyım ben! yaşımdan memnuniyetim de yaşadığım her acının ve yanılgıların beni kundaklayıp tekrar tekrar büyütmüş olmasıdır. yaşını almak, büyümek, kocaman olmak, kendine bir çok ad takmak gibi bir şey… bir de ölüme doğru yapılan özenli, ağır, engellenemez bir yolculuk. uzaktan nasıl görünüyor derseniz, hepimiz yaşlı birer çocuğuz, şımarık, bilmiş ve ukala. ne çekici! hadi, biri durdursun büyümemi. imkansız! yüreği kocaman oluyor insanın, duyguları sığmayacak kadar büyüyor, o kadar büyük oluyorsun ki, büyük lafların oluyor büyük hayallerin oluyor büyük seviyorsun sevdin mi, büyük inanıyorsun... aklında büyüyor tabi, aklın büyük olunca kocaman sevince kocaman hayallerini düşününce ne büyük yanıldığını görünce o büyük aklınla küçücük bir adaya yolum düşse diyorsun, bir maviADA’ya... o küçük maviADA’da da kocaman bir okyanusu seyrederken kocaman bir gülümsemeyle ölsem diyorsun. hadi, biri sustursun beni. imkansız! Büyüdükçe, büyük harflerle bağırıyorsun, öfken de büyük oluyor, sevincin de. büyüdükçe sözcüklerin büyüyor, gözlerin büyüyor, aslında her şeyi daha net görüyorsun, örneğin yaşlanmanın aslında ölüme gitmek için bir yolculuk olduğunu biliyorsun, işte o zaman "iz" lerin olsun istiyorsun... bir şiir bırakmak gibi, bir öykü bırakmak, unutulmaz bir aşk !...bir resim yapmak, bir ağaç dikmek gibi, o ağaca bir not bırakmak gibi... sonra yaşlanmakta olan “sana” bakıyorsun, hani şu yer çekimi dedikleri gözüne gözüne giriyor, sarkan yanaklar, kollar, sarkan memeler, seni sarıp sarmalamaktan yorulmuş deri... ha işte tam burada hani kocaman olmuştu ya aklın, işte o aklın diyor ki yer çekimi bu, yer seni kendine çekiyor, ağır ağır... hadi, biri durdursun yerçekimini. imkansız! Bunu bilecek kadar aklın kocaman olmuştu ya, işte o zaman diyorsun ki, ben bin yaşında bir ağaç olmaya gidiyorum... gün gelir yolcunun biri, bedenime bir not düşer belki... maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Paulo Coelho'dan Başucu Notları

    1. Elveda diyecek kadar cesursan, hayat seni yeni bir merhaba ile ödüllendirir. 2. Hiç yenilmemiş insanlar vardır. Onlar hiç savaşmamış olanlardır. 3. En iyisini sonraya saklamayın. Yarının ne getireceğini bilemezsiniz. 4. Başkalarını memnun etmek için yaşarsan herkes seni sever, kendin hariç. 5. Başkalarının ne düşündüğü önemli değil çünkü her halükarda yine aynısını düşünecekler. 6. Zamanını satabilirsin, ama geri satın alamazsın. 7. Bizi seven insanlar var, sadece nasıl göstereceklerini bilmiyorlar. 8. Hayatın sırrı, oysa, yedi kere düşüp, sekiz kere kalmaktı. 9. Bir hayali gerçekleştirmeyi imkansız kılan tek şey vardır; başarısızlık korkusu. 10. Hayatın, insanın iradesini test etmek için pek çok yolu vardır, bazen hiçbir şey olmaz ya da her şey birden olur. 11. Bir gün kalkacaksınız ve hep hayal ettiğiniz şeyleri yapmaya vakit kalmamış olacak. Şimdi tam zamanı. Harekete geçin. 12. Sadece güneşli günlerde yürürseniz, hedefinize asla varamazsınız. 13. Tekne limanda güvendedir. Ama teknenin amacı bu değildir. 14. Affet ama asla unutma yoksa tekrar yaralanırsın. Affetmek bakış açını değiştirir, unutmak ise aldığın dersi kaybettirir. 15. Ok ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, seni daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et.

  • BOĞAZİÇİ’NİN VERDİĞİ DERS

    Üniversite’nin susturulduğu bir ortamda bir gece AKP’li Melih Bulu Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanmıştı. Öğrenciler ve ardından üniversitenin akademisyenleri, bu atamayı kabul etmediklerini belirterek direnişe geçtiler. Okul içinde ve çevresinde gösteriler yapıldı. Akademisyenler, her gün rektörlük binasına sırtlarını dönerek kayyım rektör değil, seçilmiş rektör istediklerini ilan ettiler. Bu atamayı yapan irade, böyle bir direniş beklemiyordu. Protestoların kısa sürede sona ermesi için öğrencilere çok eziyet edildi. Onlar için olmadık suçlar yaratıldı, bir kısmı içeri atıldı. “İstenildiğin yere gitmeye ar eyleme, istenmediğin yere gidip de dar eyleme” diyen bir atalar sözü vardır. Melih bulunun, istenmediği bir yerde yönetici olarak bulunmada gösterdiği ısrarın nedeni, onu atayan makamın verdiği güvence olmalıydı. “İstifa etme, öğrenciler ve öğretim üyelerini korkuturuz. Çok geçmeden yorulur, bıkar, teslim olurlar” anlayışıyla hareket edildi. Ülkenin en başarılı ve demokratik bir üniversite geleneği bulunan bu yükseköğrenim kurumunun öğrencileri ve öğretmenleri iktidarın beklediğinin aksine korkmadılar, yorulmadılar, bıkmadılar. Direnişlerine ara vermeden devam ettiler ve ülkenin demokratik kamuoyunun da sıcak desteğini aldılar. Bir kararname ile göreve getirilen rektör, gene bir gece yarısı kararnamesi ile görevden alındı. Bu ülkemizin tarihine geçecek büyük bir demokrasi mücadelesinin sonucudur. 99 YIL ÖNCEKİ DİRENİŞE BENZİYOR Benzer bir örnek, 99 yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde yaşandı. Darülfünun Edebiyat Fakültesinde 30 Mart 1922 günü, “Feylesof” lakaplı Rıza Tevfik, üniversitede verdiği konferansta Şair Fuzuli hakkında konuşuyordu. “Fuzuli Türk değil Acem’dir. Türk’ün asırlar boyu bileğinde salladığı kılıcından başka nesi var. Hâlâ İstanbul’da oturabiliyorsanız bunu Düvel-i Muazzama’nın Âlem-i İslam’a karşı hürmetine borçlusunuz” sözleri, bardağı taşıran damla oldu. Damat Ferit Hükümeti’nde Maarif Nazırlığı yapmış, Sevr Anlaşması’nı imzalayan delegelerden biri olan Rıza Tevfik gibi Edebiyat Fakültesinde istenmeyen dört hoca daha vardır. Bunlar, Cenap Şahabettin, Ali Kemal, Hüseyin Daniş ve Barsamyan’dır. Öğrenciler toplanarak bu beş kişi fakülteden atılmazsa derslere girmemeye karar verdiler. Diğer fakültelerin öğrencileri de toplanarak Edebiyat Fakültesi öğrencilerini desteklemeye kararı aldılar ve boykota gittiler. Bu direniş beş ay sürdü. Üniversite kapatıldı. Yeniden açıldığında da öğrenciler boykota devam kararı aldılar. Edebiyat Fakültesi Dekanı İsmail Hakkı Baltacıoğlu fikren öğrencilere katılıyordu. Ancak ortada bir sorun vardı: Dekanlığın da Müderrisler Meclisi’nin de bir öğretim üyesinin görevine son verme yetkisi yoktu. Konu üniversitenin rektörlüğüne, Müderrisler Meclisine aktarıldı. Dosyalar bu kurumlar arasında gitti geldi. Maarif Nezareti konuyla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu arada istenmeyen beş kişiden bazıları Melih Bulu gibi direnmeye kalkmadılar ve istenmedikleri yere gidip de dar etmeye girişmediler. İstifa ettiler. Öğrenciler ise beşi de üniversiteden atılmazsa boykota devam edeceklerini ilan ettiler. Hürriyet ve İtilaf Fırkasından gönderilip derslere girmeye kalkışan bir grup sarıklı öğrenciyi de sınıflardan çıkardılar. Bu destansı direniş, o yıllarda öğrenci olan Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan’ın “Darülfünun Grevi” adlı kitabına (1971) konu oldu, Millî Mücadele’yi ele alan birçok kitapta yerini aldı. Özgün kaynaklara dayanılarak hazırlanan Kurtuluş Savaşı Gençliği adlı kitabımızda da (204, 2010) 94 sayfalık bir yer tuttu. SORUN NASIL ÇÖZÜLDÜ? Beş ay üniversitenin kapanmasına neden olan bu olayı çözmek için öğrenciler ikna edilemeyince, çeşitli arayışlardan sonra şöyle bir çözüm bulundu. Bir padişah kararıyla, istenmeyen bu beş İngiliz yanlısı, Kuvayı Milliye Düşmanı hocanın verdiği dersler kaldırıldı, böylece üniversite ile ilişkileri kesildi. Amaçlarına ulaşan öğrenciler, 25 Ağustos 1922’den başlayarak derslere girmeye başladılar. Şüphesiz ki, ertesi günü Kocatepe’den başlayacak Büyük Taarruz’un işgal statüsünü, İstanbul’daki dengeleri nasıl alt üst edeceği bilinmiyordu. Yurtsever hocalar üniversiteden çıkarılırken, yerlerine Hürriyet ve İtilafçılar yerleştirilirken seslerini çıkaramayan öğrencilere bu boykota giderken cesaret aldıkları güç Kuvayı Milliye’nin Anadolu’da kazandığı güçtü. Şimdiki Saray’ın kalemşorları Boğaziçi öğrencilerini muhalefetin kışkırttığını ilan etmeleri gibi, o günün işbirlikçi kalemleri, öğrencileri Ankara’nın kışkırttığını ileri sürüyorlardı. ZAFERİN BÜYÜKLÜĞÜ DİRENİŞİN GÜCÜYLE ORANTILIDIR Padişah Vahdettin’in bu kararı imzalamaya nasıl razı edildiğine hayret edenler bulunabilir. Kitlelerin direnişi nice muktedire diz çöktürmüştür. O Padişah ki, rütbelerini söktürüp idam kararını onayladığı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında da bu kararları Milletin Kuvayı Milliye direnişi karşısında kaldırmak zorunda kalmıştı. Melih Bulu’yu görevden aldıran da demokratik üniversite direnişidir. Bazı yorumcular, Melih Bulu’nun Üniversiteyi tarumar edemediği, öğrencileri bastıramadığı için görevden alınmış olabileceğini, yerine Saray’a daha bağlı muktedir birinin getirilebileceğini yazıyorlar. Eğer öyleyse onu da püskürtecek olan da gene kitlelerin direnişi olacaktır. O direniş ruhu, kimleri dize getirmedi ki, ömrü sayılı bir muktediri dize getirmesin? Teşekkürler Boğaziçi kadrosu, öngörünüzle, cesaretiniz ve dayanışmanızla halka örnek oldunuz. Üniversite hayatı hakkında 99 yıl sonra geldiğimiz ibret verici durumu göstermesi açısından şu bilgiyi de verelim: O dönemde üniversite rektör ve dekanlarını üniversite öğretim üyeleri seçiyordu… (17 Temmuz 2021) zekisarihan.com

  • Nurdan Aladağ ve Çantanın Gizemi

    14.07.2021 Sevgili okurlar Serhad Artvin gazetemizin bu gün ki konuğu yazar Nurdan Aladağ. Alaçatı da doğdu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik bölümünü okudu. Sivas ve Eskişehir’de öğretmenlik yaptı. İzmir’de bir proje okulunda öğretmenliğe devam ediyor. Şiir öykü ve yazıları; Edebiyat Nöbeti, Deliler Teknesi, MaviADA, Yaşam Sanat, Gökkuşağı, Delikli Çınar, Meluşa, Acemi, Sarmal Çevrim, Şiiri Özlüyorum dergilerinde yayımlandı. Nif Sanat dergisi için söyleşiler gerçekleştirdi. Seçkin Zengin’in derleme çalışmalarında yazıları yayımlandı. Çeşmenin Sesi Gazetesinde ve İfha Haberde köşe yazarlığını sürdürüyor. Çantanın gizemi hayal yayınlarından çıkan bir öykü kitabı... Baskısı ve kapak tasarımı çok iyi… Çantanın Gizemini okudum. Bazı öyküleri yeniden okudum. Bir eleştirmen gözüyle öyküleri yorumlamak, yazın değeri hakkında gördüklerimi aktarmak isterim. Sevgili okurlar bilirsiniz yaşam mutluluk ve hüzünle iç içedir. Ancak mutluluğun ivmesi, coşkusu, yaşanırlığı ne denli yüksek olsa da kısa bir süre sonra unutulacak ve yerini hep olduğu gibi yalın yaşamlara bırakacaktır. Oysa hüzün, gözyaşı ve acı öyle değildir. İnsanı derinden örseler ve yaşamın öteki yakasına yürür. Bazı acılar vardır yılarca sürer ve insan yaşarken hiç unutamaz. Sonunda insan acılarıyla yaşamayı öğrenir. Bir kez daha gördüm ki “Çantanın Gizemi” isimli öykülerde insan hem acıyı ve hem mutluluğu yeniden ve defalarca kez birlikte yaşıyor. Nurdan Aladağ ilk öykü kitabıyla okurunun karşısına çıkıyor. Hemen söylemeliyim ki kalemi oldukça iyi dahası yazmasını bilen bir çıkışı ve yükselen bir ivmesi var. Bunu gördüm öykülerinde. Kaba ve dağınık anlatımdan uzak bilakis özenle seçilmiş zarif sözcükler, ifade zenginlikleri, yerine göre kısa ve uzun devrik cümlelerle öykülere farklı kimlik yükleyen şaşırtıcı bir gizemi var. Nurdan Aladağ öyküde konu olarak özgün yanını her öyküsünde sürdürüyor. Öykülerinde insanı ele alıyor ve toplum içinde insanın sorunlarını irdeliyor. Zamanı, mekânı iyi kullanıyor. Duygu devinimini iyi yansıtıyor. Kurgusu çok iyi ve başarılı her öyküsü sakin, inandırıcı duru bir anlatıyla sürüyor. Cümleler ilerledikçe de daha sarsıcı tonla olayı ve bıraktığı izlerini öne çıkarıp adeta okuru sarsıyor. Akıllıca yazılmış öyküler. Hayatı, insanı, yaşamı ve daha önemlisi okuru kucaklayan, mısralara çeken bir zindeliği var. Akıcı dili, yer yer harika betimlemeler ile göz dolduruyor. Yaşam esintileri farklı bir hüzünle yanıyor. Hüznü ve gözyaşını başka bir pencereden aktarıyor satırlarına. Sevgili okurlar sanılanın aksine öykü yazmak hiç kolay değildir. Kısa anlatı becerisi, kurgu bütünlüğü, daha özenli sözcük seçimi, ilgi alaka ve yüksek performans ister. Öykünün bir tavrı duruşu, sorgulayıcı bir yanı olmalıdır. Kurguya giren her şey o merkezi güçlendirmek için kullanılır. “Roman sayıyla kazanır, kısa öykü nakavtla,” diyor Julio Cortazar. Çantanın Gizemini beğendim. Sarsıcı öyküleri ilgiyle okudum. Kuşkusuz yazar yeni çalışmalarında daha verimli eserler verecektir kanaatine sahibim. Şimdi izninizle Çantanın Gizemi başka nasıl yazılabilirdi seçeneği üzerinde durmaya çalışalım. Yazar diğer çoğunluk yazarlar gibi klasik anlatıyı kullanıyor. Tabii ki bunda bir sakınca olamaz. Ancak her yazarın kullandığı klasik yazın türünde kendinizi gösteremezsiniz. Ya ifade zenginliğinizi en üst noktaya taşıyacak ve akılcı kurgular keşfedeceksiniz ya da çizginizi, bakış açınızı değiştireceksiniz. Öyküde çoklu kurgudan söz edilemez ama yeni yazım tekniğinden söz edilebilir. Kısa cümleler. Yeni betimlemeler, yeni sözcükler. Öznesi yüklemi güçlü kısa devrik cümleler. Anlatıda hisli, duygulu, hüzünlü bir müzikal armoni oluşturacaksınız. Daha şiirsel anlatı dili daha post modern çağrışımlı yeni yazım tekniğiyle yazacaksınız. Öykü bile olsa analitik yorum isteyen bir niteliği olacak. Yazma becerisi olanlar kendini aşmak durumundadır. Hayal Yayınlarını bu güzel eseri okurla buluşturduğu için kutluyoruz. Serhat Artvin Gazetesi olarak şair ve yazar Nurdan Aladağ’a başarılar ve sağlıklı mutlu, güzel günler güzel yarınlar diliyoruz. Sevgiyle kalın. https://www.serhadartvin.com/?page=makale&file=makaleGoster&id=2730

bottom of page