top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Alanya Günlükleri

    I Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım Sepetinde peynir, ekmek ve suyla Akdeniz gibi çırpınıyordu eteklerin Gözlerinde tuz ve mavilikler Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım Vaadiyle yakın mutlulukların Uzak denizlerin çağırışıyla Sonra sessizlik ve çiçekler kapladı her yanı Kuşların ötüşlerinde ışıktan damlalar Yaprakların birbirine dokunuşunda Bizi aşka çağıran sözcükler var Bir bereket tanrıçası gibi geldin kadınım Çatlayan narlar, taşan ırmaklar Ve kanımı köpürten bir salınışla II Derinde, azıcık derinde Hüzün var İçimdeki derin fay Sızlıyor dokununca Ama rüzgar, diliyle, Yaraları iyileştirmede ustadır Ve Akdeniz Tuzuyla… III Çiçeklerin derin rüyasını Bozamaz bir arının konuşu bile Tıpkı öyle, bir yaz gününün Büyüsündeyiz seninle Bir çocuk ağlıyor, bir sandal Usulca ayrılıyor kıyıdan Fesleğen kokusu dağılıyor Öptüğüm parmak uçlarından. Denizin bitimsiz uğultusu Yoğunlaştırıyor sessizliği Uzanmak otlara yüzükoyun Ve susmak..bir ağaç gibi… IV Tanıdığım bir deniz tutulması bu Çok eski zamanlardan En uzak çocukluğumdan belki Belki dünyaya geldiğim an Tanıdığım bir baş dönmesi bu Bana gözlerinden yansıyan Mücevher gözlerinin Gizemli ırmaklarından Tanıdığım bir yürek çarpıntısı bu İçimde yükselip duran, Bedenlerimiz birleştiğinde Güneşi bir daha tutuşturan… V Denizi kadına benzeten Dizeler anımsıyorum… Oysa Olanca gücüyle Karaya yüklenen Dalgalarda Erkeği görüyorum ben.. Köpükler saçarak Tenine toprağın Çekilen geriye.. Bir an esrik ve şaşkın, Sonra yine Saldıran Yeni bir güçle… Ya da bitkin Gelgitlerden Uyuklayan; Toprağın Ayaklarının dibinde.. Topraktır Dişi olan; Bir rahim gibi Güçlü, kıpırtısız Doyumsuz Beklemede… Gece denizi, Yükselip alçalan dalgalar, Erkeğin çırpınışlarını Ve gülünç kibrini anımsatan, Bu bitimsiz Birleşmede…

  • Kim Kaldı

    silah atılmıyor güvercin şakırtısıdır şafakta yaldızlanan şadırvanda su ıhlamurlarda ezan görkemli bir namaz uğultusu heyhat hamzabey cami-i şerif'inden kim kaldı kim kaldı eski selanik'ten laternalar sustu sürahiler tenha tek kibrit çakılmıyor kim kaldı ittihat ve terakki'den o jöntürkler ki - `hariçten evrak-ı muzırra celbederlerdi' - o fedailer ki barut öksürürler sakal tıraşları mavi kırmızı bıyıkları biber kim kaldı müdafaa-i hukuk cemiyeti'nden avcı ceketi körüklu çizme astragan kalpak bazen `ittihatçı' hafif `iştirakiyun' öfkeli kaşları salkım saçak kumral bıyıkları mahzun hani felaket tütün içerler ceplerinde idam fermanları bellerinde Söğüt yaprağı bıçak ya millet meclisi'nde meb'us ya kuva-yi seyyarede asker kadehlerde rakı nazlı beyaz vaniköy korusunun `teşrinler'deki sisi gramofonda incesaz meyhane musikisi o şenliklerden heyhat kim kaldı ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır ney keman yanlış anlaşılmasından tedirgin utlar vahim sorular soruyor öldü nazım samilof sarı mustafa yıkılmış strasnoy ploscat'ın saat kulesi eski bolşeviklerden kim kaldı

  • Çocuklar

    Bu küçük hikayeyi anlatmak çok güç. O, o kadar basit ki. Gençliğimde pazar günleri ''yazın ve baharda'' mahallemizin çocuklarını toplar, sabahtan onları kırlara, ormana götürürdüm. Kuşlar kadar neşeli bu küçük adamlarla dostluk yapmak hoşuma gidiyordu. Çocuklar, şehrin tozlu ve loş sokaklarından kurtulmağa can atarlardı. Anneleri onlara birer parça ekmek verir, ben de hoşlarına gidecek yiyecekler satın alırdım. Sonra büyücek bir şişeyi şıra ile doldurur ve baharın süsleri içinde harikulade güzel, harikulade nazlı ormana kadar ''şehirde ve kırlarda'' bu kaygısız kuzuların peşinden bir çoban gibi giderdim. Biz, hemen hemen daima sabahleyin, sabah duası zamanında şehirden çıkardık. Bizi çan sesleri ve çocuk sürüsünün acele yürüyüşüyle havaya kalkan toz bulutları uğurlardı. Oynamaktan yorulan arkadaşlarım, öğle sıcağında ormanın kenarında toplanır, karınlarını doyurur, biraz daha küçük olanları ceviz ve aksöğüt ağaçları altında, taze otların üzerinde uyurlardı. On yaşındaki kabadayılar ise, etrafımda sımsıkı bir halka oluşturarak; kendilerine bir şeyler anlatmamı rica ederlerdi. Ben de nasıl onlar benimle seve seve gevezelik ediyorlarsa, aynı şekilde onlarla gevezelik ederek, onlara bir şeyler anlatırdım. Ve ekseriya gençlik nefis itimadına, ufak bir hayat bilgisinden doğma, gençliğe has o gülünç gurura rağmen, kendimi yaşlı başlı insanlar arasında yirmi yaşında bir çocuk hissederdim. Üzerimizde ''Bahar semasının mavi örtüsü; önümüzde'' filozofça bir sessizlik içinde çeşitli ağaçlar var. Rüzgar eser, hafif bir hışırtı duyulur, ağaçların kokulu gölgeleri kımıldar ve yeniden tatlı bir sessizlik, bir anne okşayışıyla ruhu okşar. Beyaz bulutlar ağır ağır göklerin mavilikleri içinde yüzüyor; güneşten ısınmış topraklardan bakınca gökyüzü soğukmuş hissini veriyor. Bulutların gökyüzünde eridiğini seyretmek çok tuhaf oluyor. Etrafımda ise hayatın bütün sevinçlerini, bütün kederlerini görmeğe davetli küçücük adamlar, iyi adamlar var. Bunlar benim iyi günlerimdi. Hakiki bayramlarımdı. Hayatın kötü taraflarını öğrenmekle kafi derecede kararan ruhum, çocuk duygu ve düşüncesinin bu parlak zekasıyla yıkanıyor ve ferahlıyordu. Bir defasında bu çocuk sürüsüyle şehirden kırlara giderken, birdenbire karşıdan hiçbirimizin tanımadığı, kıvırcık saçlı, kara kaşlı, yırtık gömlekli, yalınayak bir Yahudi çocuğu çıkıverdi. Çocuk herhangi bir sebepten ötürü heyecanlıydı; az önce ağlamışa benziyordu. Mor denecek kadar sararmış aç yüzünde rahatlıkla ayırt edilen simsiyah gözlerinin kapakları şişmiş ve kızarmıştı. Yahudi çocuğu çocuk sürüsüyle karşılaşınca, sabahın ayazıyla serinlemiş tozların içine ayaklarıyla sımsıkı direnerek, yolun ortasında mıhlanıp kaldı. Güzel ağzının esmer dudakları korkuda yarı açılıverdi. Bir saniye sonra da çevik bir sıçrayışla kendini yaya kaldırımında buldu. Çocuklar neşe içinde ve hep bir ağızdan bağrıştılar; -Şunu yakalayın! Çifut yavrusu...Tutun şu Çifutu! Ben onun kaçmasını bekliyordum. Zayıf, koca kafalı, yüzü korku ifade ediyor, dudakları titriyordu. Çocuk alaycı gürültüler arasında ellerini arkasına saklamış ve sırtını duvara dayamış bir halde duruyor, garip bir şekilde uzuyor, adeta büyüyordu. Yahudi çocuğu, birdenbire gayet sakin, gayet açık ve yanlışsız bir ifade ile: -İsterseniz size bir kaç numara göstereyim? Dedi. Ben bu öneriyi bir tür kendini savunma aracı olarak algıladım. Çocuklar ise hemen bu öneriyi hemen kabul edip Yahudi çocuğundan uzaklaştılar. Yalnız çocukların daha büyücek ve kaba olanları, küçük Yahudi'ye inanmaz ve şüphe dolu gözlerle bakıyorlardı: Bizim mahallenin çocukları diğer mahallenin çocuklarıyla kavgalıydılar. Bizim mahallenin çocukları, diğer mahallenin çocuklarına bakarak kendilerinde bir üstünlük görüyor, diğer çocukların üstün taraflarını görmesini sevmiyor ve bilmiyorlardı. Küçükler bu teklifi daha basit bir şekilde kabul ettiler: -Göster! Diye haykırdılar... Zayıf, ince Yahudi çocuğu, sırtını dayadığı duvardan ayrıldı. Zayıf vücudunu geriye atarak ellerini toprağa dokundurdu. Sonra birdenbire ayaklarını fırlatarak ve: -Hop! Diye haykırarak ellerinin üzerinde havaya kalktı. çevik ve kolay hareketlerle vücudunu kıvırarak, adeta yanmış gibi dönmeğe başladı. Gömleğinin ve pantolonunun yırtıklarından zayıf vücudunun emer derisi görünüyor, kürek kemikleri, diz kapakları, dirsekleri keskin köşeler halinde göze çarpıyordu. Köprücük kemikleri ise hayvanların ağızlarına vurulan gemleri andırıyordu. İnsana öyle geliyordu ki, çocuk bir kez daha kıvrıldı mı bu incecik kemikler, çatlayarak kırılacaktır. Yahudi çocuğu terleyinceye kadar didindi. Sırtındaki gömlek ıslandı. Herhangi bir idman hareketi yaptıktan sonra, ölü ve zoraki bir gülümseme ile çocukların yüzüne bakıyordu. Onun, adeta ızdıraptan büyümüş hissini veren mat gözlerine bakmak insanı huzursuz ediyordu. Bu gözler tuhaf bir şekilde ürpertiyordu. Bakışlarında çocukça olmayan kuvvetli bir zorlama, bir gayret vardı. Çocuklar, gürültülü haykırışlarıyla onu cesaretlendiriyorlardı. Birçokları tozların içinde yuvarlanırken başarılı olmamış bir hareketin verdiği acıdan, başarısızlıktan, kıskançlıktan, başarmaktan haykırarak onu taklit ediyorlardı. Fakat çocuk, çevikçe idmanlarını bırakıp da tecrübeli bir artistin bahşiş isteyen gülümsemesiyle çocuklara bakarak ve incecik elini uzatarak: -Şimdi bana bir şeyler verin bakalım! Dediği zaman, bu şen dakikalar derhal sönüverdi. Herkes sustu. Çocuklardan biri: -Yani para mı? Diye sordu. Yahudi çocuğu: -Evet, dedi. -Hele şuna bak! -Para ile olduktan sonra biz kendimiz de yapardık... Yahudi çocuğunun bu ricası küçükler arasında, artiste düşmanca ve onu hiçe sayan bir hareket doğurdu. Çocuklar, alay ederek, küfürler savurarak, kıra doğru yollarına devam ettiler. Tabii çocukların hiçbirinde para yoktu. Benimse yalnız yedi kapiğim vardı. Çocuğun tozlu avucuna iki kapik koydum. Küçük artist, bunları parmağı ile oynattı ve dostça gülümseyerek: -Teşekkür ederim, dedi. Ve uzaklaştı. Gömleğinin arka tarafının baştanbaşa siyah lekeler içinde olduğunu ve kürek kemiklerine yapıştığını fark ettim: -Dur bakayım, dedim. Bunlar ne? Çocuk durdu. Yüz geri döndü. Dikkatle yüzüme baktı. Aynı dostça bakış ve gülümsemeyle: -Bu sırtımdakiler mi? Dedi. Paskalyada, sirkte trapezden düşmüştük. Babam hala yatıyor. Ben iyileştim. Çocuğun gömleğini kaldırdım. Sırtının derisinde, sol küreğinin altında, boş böğründe geniş, siyah bir sıyrık vardı. Bu sıyrık kalın bir kabuk halinde kurumuştu. Fakat bu kabuk, idman hareketleri esnasında birkaç yerinden patlamış ve kıpkızıl bir kan sızıyordu. Çocuk gülümseyerek: -Şimdi artık ağrımıyor. Ağrımıyor ama kaşınıyor. Çocuk, kahramanlara yaraşır bir cesaretle gözlerimin içine bakarak, büyük bir adam ciddiyetiyle sözlerine devam etti: -Bu hareketleri kendim için mi yaptığımı zannediyorsunuz? Sizi namusumla temin ederim ki hayır! Babam...Bir lokma ekmeğimiz yok. Babam öyle bir hurdahaş oldu ki. Malum işte, çalışmak lazım. Sonra, üstelik biz Yahudi'yiz de...Herkes bizimle alay ediyor. Allahaısmarladık. Çocuk gülümseyerek, neşe ve cesaretle konuşuyordu. Kıvırcık başıyla beni selamlayarak, süratli adımlarla evlerin boyunca yürüdü. Bu evler ona camdan gözleriyle, alakasızca ve ölü bir bakışla bakıyordu. Bu, basit ve önemsiz bir hikaye...Öyle değil mi? Fakat hayatımda, hayatımın ızdıraplı günlerinde, çocuğun bu cesaretini birçok defalar hatırladım. Şimdi de dinler yaratmış, eski bir milletin kırlaşmış başına düşen bu ızdıraplı ve kanlı günlerin kederi içinde bu çocuğu hatırladım. Çünkü bu çocuk benim gözümde, özellikle bir insanın cesaretini, belirsiz ümitlerle yaşayan bir esirin yumuşak tahammülünü değil, fakat galebeye inanmış kudretli bir insanın cesaretini gözler önüne seriyordu. 1915 Maksim GORKİ Unutulmuş Hikayeler

  • Hayat Güzeldir

    Hayat Güzeldir Film Konusu 1930'ların İtalya'sında Guido adındaki tasasız, kaygısız bir Yahudi kitapçı yakın bir şehirdeki güzel kadına kur yapıp onunla evlenerek bir peri masalı başlatır. Guido ve karısının bir oğulları olur ve İtalya'yı Alman güçleri istila edene kadar birlikte mutluluk içinde yaşarlar. Ailesini bir arada tutabilmek ve oğlunun Yahudi toplama kamplarının dehşetinden elinden geldiğince uzak tutmak çabası ile Guida bu yıkımı bir oyun gibi gösterir. Bu oyunun kazanma ödülü ise bir tanktır... Filmden Bir Diyalog - Ayçiçeğini düşün, güneşe doğru eğilir. Fazla eğilmiş bir ayçiçeği ölmüş demektir. Servis yaparken şunu aklından çıkarma ki sen bir köle değilsin. Hizmet büyük bir sanattır. Tanrı en büyük hizmetkardır. İnsanlara hizmet verir ama onların kölesi değildir. Orijinal İsmi: La vita è bella Vizyon Tarihi: 26 Şubat 1999 Süre: 118dk Tür: Dram, Komedi, Romantik Senarist: Vincenzo Cerami , Roberto Benigni Yönetmen: Roberto Benigni Oyuncular : Giorgio Cantarini, Giustino Durano, Nicoletta Braschi, Roberto Benigni Yapımı: 1997 - İtalya

  • YALNIZ BİR OPERA

    ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim imrendiğin, öfkelendiğin kızdığın ya da kıskandığın diyelim yani yaşamışlık sandığın Geçmişim dile dökülmeyenin tenhalığında kaçırılan bakışlarda gündeliğin başıboş ayrıntılarında zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu. Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim. Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan , benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin. Ve hala bilmiyordun sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana Bütün kazananlar gibi Terk ettin Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim. Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum. Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum. Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine çerçevesine sığmayan munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma. Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00 diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda. Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını Takvim tutmazlığını Aramızda bir düşman gibi duran Zaman'ı Daha o gün anlamalıydım Benim sana erken Senin bana geç kaldığını Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri. Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik kalmıştı. Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk. Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık. Fotoromansız, türküsüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki. Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize. Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana. Şimdi biz neyiz biliyor musun? Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz. Birbirine uzanamayan Boşlukta iki yalnız yıldız gibi Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız Ne kalacak bizden? bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden Bizden diyorum, ikimizden Ne kalacak? Şimdi biz neyiz biliyor musun? Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi. Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz kış başlıyor sevgilim hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan oysa yapacak ne çok şey vardı ve ne kadar az zaman kış başlıyor sevgilim iyi bak kendine gözlerindeki usul şefkati teslim etme kimseye, hiçbir şeye upuzun bir kış başlıyor sevgilim ayrılığımızın kışı başlıyor Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime. Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak... Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara, çağrışımlarla ödeşemezsiniz dışarıda hayat düşmandır size içeride odalara sığamazken siz, kendiniz Bir ayrılığın ilk günleridir daha Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup kulak verdiğiniz saatin tiktakları kaplar tekin olmayan göğünüzü geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz bakınıp dururken duvarlara boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar gibi yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata alınmaya kendimizi hazırlar gibi yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken, ve kazanmış görünürken derinliğimizi Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar denemeseniz de, bilirsiniz hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar Bana Zamandan söz ediyorlar Gelip size Zamandan söz ederler Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler. Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır. Zaman Alır sizden bunların yükünü O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir. O boşluk doldu sanırsınız Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir gün gelir bir gün başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide o eski ağrı ansızın geri teper. Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten Bitmişsinizdir. Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır. Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla günlerin dökümünü yap benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini kim bilebilir ikimizden başka? sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi bir düşün emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla Bunlar da bir ise yaramadıysa Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda Bu şiire başladığımda nerde, şimdi nerdeyim? solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden ikindi yağmurlarını bekleyen yaz sonu hüzünlerinden gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim geçti her çağın bitki örtüsünden oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından bakarken dünyaya yangınlarda bayındır kentler gibiyim: çiçek adlarını ezberlemekten geldim eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların unuttuklarını hatırlamaktan uzak uzak yolları tarif etmekten haydutluktan ve melankoliden giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden Duyarlığın gece mekteplerinden geldim Bütünlemeli çocuklarla geçti gençliğimin rüzgara verdiğim yılları dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim. Bu şiire başladığımda nerde, şimdi nerdeyim? yaram vardı. bir de sözcükler sonra vaat edilmiş topraklar gibi sayfalar ve günler ışık istiyordu yalnızlığım Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü daha şiir bitmeden. Karardı dizeler. Aşk... Bitti. Soldu şiir. Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece uyudum, hiç uyanmadım. barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim her adımda boynumdan bir fular düşüyordu el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk birlikte çıkılan yolların yazgısıdır: eksiliyorduk mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim her otelde biraz eksilip, biraz artarak yani çoğalarak tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında ağır ve acı tanıklıklardan geçerek geldim. Terli ve kirliydim. Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum maskeler ve çiçekler biriktiriyordu linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de... korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları ve açık hayatları seviyordu. Buraya gelirken uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için panayır yerleri... panayır yerleri... ölü kelebekler... ölü kelebekler... sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim. Adım onların adının yanına yazılmasın diye acı çekecek yerlerimi yok etmeden acıyla baş etmeyi öğrendim. Yoksa bu kadar konuşabilir miydim? ipek yollarında kuzey yıldızı aşkın kuzey yıldızı sanırsın durduğun yerde ya da yol üstündedir oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar ölü yanardağlar, ölü yıldızlar ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı AŞKIN BİR YOLU VARDIR HER YAŞTA BAŞKA TÜRLÜ GEÇİLEN AŞKIN BİR YOLU VARDIR HER YAŞTA BİRAZ GECİKİLEN gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler gözlerim aşkın kuzey yıldızıdır bu yazları daha iyi görülen Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler ilerlerim zamanla anlarsın bu bir yanılsama ölü şairlerin imgelerinden kalma Sen de değilsin. O da değil Kuzey yıldızı daha uzakta yeniden yollara düşerler düşerim bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler yaşamsa yerli yerinde yerli yerinde her şey şimdi her şey doludizgin ve çoğul şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi şimdi her şey yeniden yüreğim, o eski aşk kalesi yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden Dönüp ardıma bakıyorum Yoksun sen Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren

  • Cehennem Şimdi

    ülkem kadar yetmedi bozulan doğa elini kopar kes dilini dilini zehir zemberek dünya aritmi ay ışığı hariç içim ah içim içimi avurtları dolu dolu sonra değildi mahşerde değil körük körüğe dahili bellekte cehennem cehennem şimdi ay ışığı hariç

  • Siz Saatleri

    Siz, saatleri yaşadınız. Zamantaşlarını. Niceldir saatler. Adsızsırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar. Aylar birbirinin içinden yürüyebilir. Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır. Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde. Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım. Aylar ayları açıklıyor. Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor. Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık. Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu. Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır. Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür. Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz. Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir. Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu. Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey. Yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız. Siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan. Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan. Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar. Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış. Bakır kaptan günlük kokusu yayılır. Geceyle birlikte. Gece de. Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz? İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi? ..

  • Jean Paul Sartre Felsefesi II

    Bilinç Dünyamı kendi görüşlerime göre tasarladığı m için, o benim için varolmakta olan tek dünyadır. Bir şeyin benim olması için, onu benim kurmam, benim tasarlamam gerekir. O halde dünya, bizim için olan yönüyle,değişmez ve tek olan bir dünya olmayıp, herbirimizin kendimizi merkeze almak suretiyle, beklentilerimize, ilgilerimize, ereklerimize göre oluşturduğumuz bir dünyadır. Tasarladığımız bu dünyalar, herbirimizin tasarımları farklı olduğu için, bize ham bir gerçekliğin varoluşunu göstermekle kalmayıp, kendi varoluşumuzun ve kendi “ben”imizin inceliklerini de gösterir. Sartre, Heidegger’den farklı olarak bilincini dış dünyanın nesnelerinden ayrı düzlemde tutar. Heidegger’in “Dasein”i mutlaka yol gösterici olmuştur Sartre için. Ancak Heidegger’in özne-nesne ayrımını kaldıran “iç içe geçmişlik” deneyiminin Sartre’nin fenomenolojisinin solipsistik anlayışına uymadığını belirtmek gerekir. Sartre için varlık dünyayı kavrama gücüne sahip bireyin bilinçli varlığıdır. Bilinç boşluktur. Zira tüm dünya bunun dışında kalır. Ama bir nesnesi vardır yine de (varlık) O yüzden “var olan tek şey benim ve dış dünya benim bir parçamdır” diyen katı solipsizmden kaçar. Bilinç nesneler dünyasına ait değildir ve o yüzden “determinizm/gerekircilik” alanının dışında özgürce konumlanmıştır. Sartre’nin kaygısı, önceden belirlenmiş bilincin yerine kendi seçimlerini yapabilen bir bilinç koyabilmekti. Klasik felsefe uğraşları olan ontoloji ve epistemolojinin temel sorusu ”dışımızdaki dünyada nesnelerin bizden (bilincimizden) bağımsız olarak var olduğunu” bilebilir miyiz ve bilebilirsek bunu nasıl bilebiliriz şeklindeydi. Bilincimizden bağımsız nesneler olamaz ve olsa da biz bilemeyiz dendiğinde idealizme , bilinç alanımıza girse de girmese de dış dünyada nesneler bizden bağımsız olarak vardır diyenler ise realizme dair görüşleri dile getiriyorlardı. İdealizm ise bilincin a priori (önsel) bazı kavramlarla belirlenmiş olduğunu ileri sürüyordu (Descartes,Spinoza ve kısmen Kant). Sartre bilinci idealizmin öngördüğü ”belirlenmiş konumdan “kurtarmak istemiş ve ”idealizm ile realizm arasında “ ince bir çizgide ilerlemeye çalışmıştır. İdealizm bilinci her zaman algıların dolduğu bir hazne olarak görmüş ve bu hazne-bilinç ile “kendilik” arasında koşutluk görmüştür. Oysaki bir algı deposu gibi bilinç ile kendilik arasında bir ayrım olsa gerektir. Bu yüzden idealizmin bilinci; algılarla yüklü ve fenomenolojinin önerdiği gibi daima yönelimsel karakterde sahip ”şeyleştirilmiş “ ,”kendi kendisine ihtiyari olarak gelişen” bir olgu ile özdeşleştirmesini eleştirmiş ve karşı çıkmıştır. J.P.Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu-David West: İdealizmin merkezinde, kendi içinde duyumlar (izlenimler ya da ideler) ihtiva eden bir tür hazne olarak, yanıltıcı bir bilinç görüşü bulunmaktadır. Sartre `beslenme ve sindirimi çağrıştıran’ bu bilinç görüşünü, onun belli bir cazibesi dahi olsa, kesinlikle reddeder: `Hepimiz, şeyleri ağına çeken, onları beyaz bir köpükle kaplayıp yavaş yavaş sindirmek suretiyle, kendi maddesinin ayrılmaz bir parçası hâline getiren örümcek-zihin görüşünü kabul ettik. Bir masa, bir taş, bir ev nedir? Belirli bir “bilinç içerikleri” kümesi, bu içeriklere yüklenmiş olan bir düzendir. O, söz konusu bilinç görüşünü aşmak için gerekli olan ipucunu fenomenolojide ve özellikle de, zihin veya bilincin ayırıcı özelliğinin, onun `yönelimselliği’ veya `bir nesneye doğru yönelmişliği’ olduğu kavrayışında bulur. Sartre yönelimselliğin, bilinci -zihni veya `içeriklerini’ şeyler ya da şey-benzeri varlıklar olarak tasarlama anlamında- şeyleştiren herhangi bir bilinç görüşünden radikal bir kopuşu gerektirdiğini düşünmektedir. O, kendisini çok iyi bir biçimde tanımlayan göz alıcı bir üslûpla, bilinci dünya nesnelere doğru aktif bir `patlama’ olarak tanımlar. Aronson’un burada çok işe yarayan yorumu şöyledir: Bilinç, `bizi kendimizden ayıran, hatta onların gerisinde bir “ben” oluşturacak kadar boş zaman dahi bırakmayan bağlantılı bir patlamalar’ dizisiydi. Bu bütünüyle aktif bilinç, tümüyle ihtiyariydi ve böyle bir bilinç hiçbir şey değildi. O sadece, kendisinin dışına, nesnelere doğru hareket ettikçe, varoluyordu. Ve, bir şey olmayan bir bilinç, elbette ki, hiçbir şeydir (Varlık ve Hiçlik ‘in başlığının gönderimde bulunduğu husus). Sartre’ın bilincin şeyleştirilmesinin her türüne karşı gösterdiği mukavemet, onu Husserl’i, Kant ‘ın epistemolojik projesine geri dönmekle suçlamaya götürür. Gerek Kant ve gerekse Husserl , tecrübeyi, bir transendental benle, bilincin `gerisinde’ olduğu kabul edilen bir şeyle tanımlar. Ama ben bir kez bu şekilde (ister Descartesçı bir ben veya ruh ya da bir dünyaya ilişkin tecrübeyi mümkün kılan söz konusu transendental güç olarak) bir şey diye anlaşılınca, ben ile dünya arasındaki ilişkinin açıklanması hayli problematik hâle gelir. Kendi kavrayışının gerektirdiği sonuçları yanlış anlayıp yorumlayan Husserl, Sartre ‘a göre, Batı felsefesinin neredeyse ezelî-ebedî iki tuzağı olan solipsizm ve idealizmin kurbanı olmaktan kurtulamaz. “Önemsiz şeylerin hücumu” konusunda ise Sartre, Heidegger’e katılıyor olmalı. Zira hayatı boyunca burjuva ahlakına, değerlerine önem vermemiş, bu tür bir hayattan uzak durmaya çalışmıştır. Belki de “bira”ya olan düşkünlüğü “önemsiz şeylerin yaptığı saldırının uyandırdığı kaygıya karşı” bilincini duyarsız hale getirmek içindi. Kaynaklar: Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ

  • Duvar

    - bu şiir ikinci dünya savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazılmıştır.- ben bir duvarım hiç güneş görmedim sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar yüzümüz benek benek tahta kurusundan ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar - kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim - sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan - dilim dilim sırtımdaki yaralar ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim biz de duvarız dinliyen duyan düşünen duvarlar bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar yüzündeki deniz parlaklığıyla durur hatıramızda o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda bir cumartesi akşamı girdi kapımızdan gözlerinde kıpkızıl diken diken öfkesi adeta birden bire aydınlandı zindan onu böyle görünce nasıl da korkmuştuk sapından fırlamış bir balta gibi çehresi ve omuzlarında delikanlı gölgesi o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda o sırt üstü yatağında yatardı sımsıcak gözleri şimdi bile aklımdadır bir sana bakardı bir bana bakardı dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır toprak ana bütün zincirlerinden çözülmüş sabahlar akşam üstleri manolya gibi parlak tarlaların yüzü gülmüş işte her akşam geçtiği denize çıkan sokak ah işte annesi annesi sevgilisi işte biz dinliyen duyan düşünen duvarlar işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda o zaman mayıs'tı yağmurlar başımızda ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil getirirler vururlar biz öyle dururuz yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil elimizden ne geldi de yapmadık ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık bir mayıs sabahı toprak rezil gök rezil yıldızlar küfür gibi yüzümüze tükürür gibi şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk bulutlar eğilip alnının terini sildiler ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler o düştü biz yine ayakta kaldık halbuki ne kadar yorgunuz öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

  • Gözlemciliğin İlkeleri

    Dünyanın en akıllı, en iyi, en usta gözlemcisi cırcırböceğidir. Çokları bunu bilmez. Bilmedikleri için de cırcırböceğine delişmen, uçarı, eğlence düşkünü, bir sözü bir sözünü tutmaz yaratık gözüyle bakarlar. Bu, onun gözlem yaparken, gözlemlerinin arasına bir sürü şarkı sıkıştırıvermesinden, yani gözlemcilik göreviyle eğlenceyi birbirinden ayırmamasından ileri gelir. Bana sorarsanız, asıl gözlemcilik budur. Gözlemciliği tek başına yürütmek! Bunu herkes yapabilir. Sadece eğlenmeyi de öyle. Bunların ikisini tam bir denge içinde tutmak, bunları bağdaştırabilmek, bunlrdan herhangi birine fazlaca kaymamak ise her babayiğidin harcı değildir. Zaten kendini sırf eğlenceye kapıp koyuvermenin de hiçbir alımlılığı yoktur. Gözü eğlenceden başka bir şey görmeyen kişi cüceliğin, yavanlığın, sümsüklüğün duvarlarına tırmanmayı önceden seçmiş demektir. Oysa ötekiler, o eğlenceyle görevi birbiriyle bğdaştıranlar hem eğlenir, hem de eğlence üzerinde düşünceye varmak, eğlence felsefesi yapmak mutluluğuna ererler. Cırcırböceği hiçbir yere bağlanmayan ve gözlem için gözlem yapan, dünyanın o az sayıdaki ayakları kösteksiz insanlarına örnektir. Hoş, insanların çoğu bu gibileri suçlamak, kendi aralarından atmak için her türlü kötülüğe başvururlar, işin tuhafı şairler bile cırcırböceklerini yığınların gözünden düşürmeye büyük önem verirler. Ama kimileri de bunun tam tersini yapar. Cırcırböceklerini temize çıkarmaya, suçsuzluklarını kalabalıklara duyurmaya çalışırlar. Gel etme karınca kardeş derler, cırcırböceğine acı. Gelgelelim ki gelgelelim, cırcırböceğine kimseler acımaz. Onu savunan bir iki boynu bükük ozan bile kendi seslerini işittiremeden göçüp giderler. Cırcırböceğinin bir özelliği de ağırbaşlılığı hiç elden bırakmamasıdır. Söylediği şarkıların onu yılışıklığa götürebileceği düşünülebilirse de, tersine, o şarkı söyledikçe durulur, şarkı söyledikçe bir inceleyicinin ağırbaşlılığına bürünür. Kimi zaman, cırcırböceğinde bu ağırbaşlılığın vurdumduymazlığa kadar uzandığı da olur. Bu, artık yaz aylarının en sıcak, en şiirli günleridir. Cırcırböceği bu günlerde sesini bütün bütüne yükseltir, şarkılarına hiç ara vermemeğe bakar, gözlemlerini de eşine az rastlanır bir tezlikle sürdürmeğe çalışır. Bir yandan da kulağını her türlü gürültüye kapar, kendisine hiçbir şey söylenmemiş, kendisini hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Doğrusunu ararsanız, bu kendisine hiçbir söylenmemiş gibi davranmak eğilimi, cırcırböceğine insandan geçmiştir. İnsanlar bol kaşar peynirli fırın makarnası yerken olsun, büyük büyük masaların arkasında toplumu yönetirken olsun, yanlarına sokulan kişiyi tanımamayı, onların karşısında kendilerine hiçbir şey söylenmemiş gibi davranmayı çok severler. Gerçi bu denli insanlar arasında, zaman zaman yanlarına sokulan kişi üzerine kendilerine bir şey söylendiğini açığa vuranlar da vardır. Ne ki bunlar, azlıktır. Üstelik bunların o kişiye yararlı olabilecek hiçbir durumları yoktur. Bütün bu olaylar, bu pavkırmalar, cırcırböceğini tetikte yaşamağa da iteler... Bir yerde işler çatallaştı, sorunlar içinden çıkılmaz bir durum aldı mı, artık cırcırböceğini göremezsiniz. O, Hemen selam vermeğe teşne bir insan gibi gezdirik kenarlı şapkasını başına geçirir ve dağ taş demez günlerce yol alır. Aslında cırcırböceği selam vermeye teşnedir de...Başında ışkırlağı olmadığı vakit, uzaktan kendine doğru birinin yaklaştığını görse, hemen onu başına geçirir selamını verir, sonra yeniden şapkayı yanındaki ağaç dalına bırakır. Cırcırböceğinin bir iyi yanı da gözlemleri nerede kesmek gerekeceğinde hiç yanılmamasıdır. Yaz ayları etrafı iyice kolaçan eden, gözlemlenmemiş tek nesne, tek karış toprak bırakmayan cırcırböceği eylül geldi mi tasını tarağını toplar gider. Kimi zaman eylül ya da ekim aylarında da artık kimsesiz kalmağa yüz tutmuş bahçelerde bir iki cırcırböceğine rastlanabilir. Bunlar yolunu şaşırmış, sürüden ayrılmış, hadi söylemekten çekinmeyelim, gönlüne aşk sıtması girmiş cırcırböcekleridir. Bunlara gerçek gözlemci gözüyle bakmamak da gerekir. Ama ötekiler, o bilginler, o filozoflar, o kendilerine hiçbir şey söylenmemiş gibi davrananlar böyle değildir. Onlar, gözlemleri nerede kesmek gerektiğini çok iyi bilirler. Gerçi bu eğlencenin nerede kesileceğini bilmekle de yakından ilgilidir. Bu bakımdan cırcırböcekleri birçok insandan yeğ tutulmalıdır. İnsanların çoğu, ne zaman sıkılmağa, ne zaman enfiye kutusunu itmeye, ne zaman düşünmemeğe, ne zaman sevmemeğe başlamaları gerektiğini kestiremeden yaşarlar. Oysa yapılan bir işin neresinde durulacağını bilmek, atılan adımın nereden geri çekileceğini kestirmek dünyanın en büyük, en önemli, en mis kokulu davranışlarından biridir. Buna isterseniz hangi insana, hangi zaman, hangi sözün söyleneceğini bilmeği de katabilirsiniz. Doğrusu katmak da gerekir. Çünkü bununla bir kadının sizi ağzı açık ayran delisi gibi dinlerken, birdenbire fitili almasının, üstünüze üstünüze gelen bir kuduz itin birden bütün güler yüzlülüğünü, şirinliğini takınıvermesinin nedenlerini de bulabilirsiniz. Bir de iyi bir gözlemci olmanın kilitbaşlarını ele geçirebilirsiniz ama benim gibi bu işi eline yüzüne bulaştırmış, kendi gözlemlerinin çukuruna kendi batmış birinin bundan laf açması doğru olmasa gerek. Kitap adı : Dört Köşeli Üçgen Yazar : Sâlah BİRSEL Sf. : 93-96

  • İki Soylu Akraba

    Telif Hakları Dairesi’nin kayıtlarına ilk kez 8 Nisan 1634 tarihinde William Shakespeare ve John Fletcher adlarıyla giren, l634’te yayımlanan resmi quartonun iç kapağında belirtilen, aşağı yukarı 1613 yılında yazıldığı sanılan İki Soylu Akraba (The Two Noble Kinsmen) uzun bir süre Shakespeare’in tüm yapıtlarını toplayan ciltlere alınmamış ve bu oyunun Shakespeare’in mi, yoksa Fletcher’in mi olduğu hakkında önceleri kesin bir karara varılamamıştır. Bu yönden Shakespeare’in yeni basılan “tüm yapıtları” arasında İki Soylu Akraba da yer alınca okuyucular şaşırmışlardır. Bu oyun 1679 yılından itibaren Beaumont–Fletcher’in oyunlarını kapsayan kitaplarda yer almış, ancak kesin olarak saptandıktan sonra ilk kez 1841 yılında Shakespeare’in yapıtı olarak yayımlanmıştır. İKİ SOYLU AKRABA WILLIAM SHAKESPEARE - JOHN FLETCHER özgün adı THE TWO NOBLE KINSMEN ingilizce aslından çeviren ÖZDEMİR NUTKU Okumak için PDF'ye tıklayın.

  • "Kır Çiçekleri..."

    UĞUR MUMCU Türk gazeteci, araştırmacı ve yazar. 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konulan bombanın patlaması sonucu suikasta kurban giderek yaşamını yitirmiştir. Doğum tarihi ve yeri: 22 Ağustos 1942, Kırşehir, Ölüm tarihi ve yeri: 24 Ocak 1993 (50 yaşında), Ankara, "Bugün daktilomun başında yıllardan beri ilk kez, ne yazacağımı düşünerek dakikalarca durdum. Elim bir türlü tuşlara varmadı. - Ne yazayım bugün? İnsan, içindeki sıkıntılarla boğuştu mu sözcükler, bir dönme dolap gibi beyninizde döner durur. Öyle ki, sözcükleri beyninizden, yüreğinizden ve dilinizden çekip, daktilo şeridine vuramaz, ak kâğıt üzerine siyah harfleri, siyah sözcükleri dizemez, noktaları, virgülleri koyamazsınız... Çünkü, sözcüklerin kendi dünyaları vardır; bu dünyalar, güneş çevresinde dönen küreler gibi beynimizde, vicdanımızda, yüreğimizde döner dururlar... Sözcükler, gün olur, uzanamadığımız yıldızlar kadar uzak, gün olur, hoyratça ezip, geçtiğimiz kır çiçekleri gibi, bizlere yakın olurlar. Ve biz çoğu kez bu uzaklığı da, bu yakınlığı da ölçüp biçemeyiz. Ve sözcükler, yüreklerimizde, vicdanlarımızda, beyinlerimizde ve de atar damarlarımızda döner, dururlar... Bugün hiç yazı yazmasam diyorum, gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, "Erdem", bunun "Onur", bunun "İnanç"... - Ne yazayım bugün? Çevrenize şöyle bir bakın; bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırsınız. Kimi zaman da binbir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup sirk cambazları gibi sıçrayıp durmuş insan müsvetteleri ile... Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda... Pul mu? Onlarda... Hep, bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, binbir yalanın sığdığı başlarını gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır. - Ne yazsam bugün? Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım!.. Geçmiş olaylarından vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!... - Ne yazsam bugün? Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs'tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile Ege'nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip, "işte" desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar. Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri "İnanç", biri "Erdem", biri "Onur"... - Bugün ne yazsam, ne yazsam acaba? Daktilomun başında yıllardan beri ilk kez yazacağım yazının soru işaretine takılıp dakikalarca düşünüp duruyorum. Sözcükleri, daktilonun tuşlarından kara şeride bir türlü çarpamıyorum. Yanıma oğlum "Özgür" geliyor. "Ne düşünüyorsun baba?" diyor. Sonra ekliyor: - Beni yaz baba, beni yaz, benim adımı yaz baba, benim adımı yaz, benden söz et baba, benden söz et... Duruyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, yine düşünüyorum... Bir dağ başına gitsem, kır çiçekleri toplasam ve sonra, evet ve sonra... ve... ve... ve... - Bugün ne yazsam?" Uğur Mumcu Cumhuriyet, 5.12.1981 Derleyen: Semihat Karadağlı UĞUR MUMCU ile ilgili öteki yazılarımızı okumak için tıklayın

  • Apple Computer, Inc. Kurucu Ortaklarından Steve Jobs'un SON SÖZLERİ

    İş dünyasında başarının zirvesine ulaştım. Diğer insanların gözünde, benim hayatım tam bir başarı örneği. Ancak, çalışmanın yanında mutluluğu çok az yaşadım. Sonuç olarak, zenginlik ve varlık hayatın alıştığım bir yönü oldu. Şu anda bir hasta yatağında tüm hayatımı gözden geçirirken, sahip olduğum tüm zenginlik ve tanınmanın ölümün karşısında solduğunu ve anlamsızlaştığını görüyorum. Karanlıkta bana hayat desteği veren cihazların yeşil ışıklarına bakarken onların çalışma uğultularını dinliyorum. Ölümün nefesinin giderek yaklaştığını hissediyorum… Şimdi şunu biliyorum; hayatımız için yeteri kadar varlık elde ettiğimiz zaman zenginlikle ilgisi olmayan konuların peşinden gitmemiz gerekir, daha önemli olan şeylerin... Belki dostluklar, belki aşk, belki sanat, belki de gençlik yıllarında kurduğumuz hayaller… Sürekli olarak zenginliğin peşinde koşmak insanı benim gibi eğri büğrü hale getiriyor. Kazandığım zenginliği ve varlığı birlikte götüremiyorum. Birlikte götürebildiğim tek şey sevginin oluşturduğu hatıralarım. Sizinle birlikte olan, size güç veren ve size yola devam etmeniz için ışık veren gerçek zenginlik işte bu sevgi dolu hatıralar. Hayat gerçekten çok kısa. Gitmek istediğiniz yere gidin. Ulaşmak istediğiniz yüksekliğe ulaşın. Hepsi sizin kalbinizde ve ellerinizde. Dünyanın en pahalı yatağı hangisidir biliyor musunuz? – “Hasta yatağı”… Sizin için arabayı sürmesi için bir kişiyi kiralayabilirsiniz. Sizin için para kazanması için bir kişiyi istihdam edebilirsiniz. Ancak hastalığınızı sizin için taşıyacak kimseyi bulamazsınız. Kaybedilen her şey yeniden kazanılabilir. Ancak kaybolduğu zaman asla yeniden elde edemeyeceğiniz bir şey var. – “Hayat”. Şu anda nasıl bir hayat sahnesinde olduğumuzla, zaman içinde, perdeler aşağıya inince yüzleşiyoruz.

  • Bekle Beni

    Bekle beni, döneceğim ben. Çok çok, bıkmadan bekle! Sarı yağmurların Hüznü basınca, Kar kasıp kavururken, Kızgın sıcaklarda - bekle. Uzak yerlerden mektuplar kesilince Bekle beni. Birlikte bekleyenlerin beklemekten Usandığına bakma, bekle. Bekle beni, döneceğim. Unutmak zamanı geldiğini Ezbere bilenleri Hayırla anma! Varsın oğlum, anam Hayatta olmadığıma inansın, Dostlarım beklemekten usansın, Ocak başında toplanıp Acı şarapla Yadetsinler beni. Sen bekle. Onlarla birlikte İçmekte acele etme. Bekle beni; döneceğim, Bütün ölümleri çatlatmak için döneceğim! "Şansı varmış..." desinler, Beklemedikleri için, Beni bekleyerek Düşman ateşinden nasıl Koruduğunu anlayamazlar. Sağ kalışımın sırrını yalnız Senle ben bileceğiz - Bütün sır -senin Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende. Bekle Beni Şiirinin Yazılış Öyküsü Simonov, Kızıl Yıldız ve Savaş Bayrağı gazetelerinde çalışırken İkinci Dünya Savaşı başlamış, Alman orduları Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal ettikten sonra Sovyetler Birliği’ne girmişti. Moskova ile Stalingrad kuşatma altına alındı Simonov, gazetesi tarafından savaş muhabiri olarak Stalingrad cephesine gönderildi. Cepheye ayak bastığı günlerde partiye de kaydoldu Simonov böylece İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerinin yaşandığı Stalingrad cephesinde sadece bir gazeteci değil, aynı zamanda hem de yarbay rütbeli bir asker oldu. Aynı zamanda parti komiseriydi. Derken bir gece, diğerleri gibi cehennemi andıran bir gece, yarı beline kadar çamura battığı, sağına soluna top ve şarapnel parçalarının düştüğü, başının üzerinden vızır vızır mermilerin uçuştuğu bir gece, her zamanki gibi sevdiği kadını, güzeller güzeli Valentina Serova’yı düşünürken, bu kadına karşı duyduğu aşk ve hasretin dayanılmaz bir hale geldiğini hissetti Bütün eti, bütün kemikleri, bütün sinirleri, elleri, gözleri, beyni o anda hemen oracıkta Serova’yı istiyordu Simonov çok sonraları o geceyi anlatırken, “çıldırmak üzere olduğumu anladım ve bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina ile konuşmak, ona aşkımı ve hasretimi anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti” diye konuştu… Konstantin Mihavloviç Simonov Gerçek adı Cyril'dir, 15 Kasım 1915'te Petrograd'da doğmuş, 28 Ağustos 1979'da Moskova'da ölmüştür. Babası Kızıl Ordu'da subay olduğundan çeşitli taşra okullarında okudu. Moskova'da yükseköğrenim görürken bir yandan da tornacılık yaptı. 1934-1939 arasında Gorki Edebiyat Enstitüsü'nde okudu. 1939'da Tüm Birlik Komünist Partisi'ne girdi. II. Dünya Savaşı'nda ordu gazetesi Kızıl Yıldız'ın savaş muhabiri olarak askerlik yaptı. Gerek cephede gerek cephe gerisindeki Sovyet insanının mücadelesini gazetesine gönderdiği yazılarda dile getirdi. Bu yazılarla Stalin Ödülü'nü kazandı. Savaştan esinlenerek milliyetçi ve devrimci görüşlere yer veren lirik ve epik şiirler yazdı. Savaştan sonra, dönemin ünlü edebiyat dergilerinden Novi Mir'in yayın yönetmenliğini üstlendi (1946-50, 1954-58) ve 1974'te Lenin Edebiyat Ödülü'nü aldı. Eserleri Şiir Nostoyaşcie Iyudi (1938; Gerçek İnsanlar) Dorojniye stihi (1939; Yol Şiirleri) Liriçeski Dnevnik (1942; Lirik Günce) S toboi i bez tebya (1944; Seninle ve Sensiz) Bir Daha Görüşmeyeceğiz - Lopatin'in Notları Savaş Günleri Roman Dni i notsi (1944; Günler ve Geceler, 1973, 1990/ Gündüzler ve Geceler, 1975, 1990) (1947; Anayurdun Dumanı) Duruzya i vragi (1948) Tovarişçi po orujiyu (1952; Silah Arkadaşları, 1970, 1974) Dym oteçestva (1956) Jivıye i myortviye (1959; Yaşayanlar ve Ölüler, 1967, 1975) Soldatemi ne rezdayutsa (1964; İnsan Asker Doğmaz; 1969, 1979) Oyun Istoriya Odnoi Liubvi (1940; Albayın Aşkı, 1974) Paren iz naşevo goroda (1941; Bizim Kentten Bir Delikanlı) Russkiye Iyudi (1942; Ruslar) Pod aştanami Pragi (1946; Prag'ın Kestane Ağaçları Altında) Russki vopros (1946; Rus Sorunu) Dobroe imya (1953; İyi Bir Ad) Çetvyorti (1962; Dördüncü) (1972; Savaşsız Yirmi Gün - Lopatin'in Notları)

  • oyy feriğim

    Dokunan Düşünen Üşüyen Hangi dağın yamacından koptu bu taş Hörgüçlü develer ve devlerden beri Hangi kervanın artığı Bu, bu keder bu Yamalı bohça Peçeli Afgan dinamiti Baba ocağı eski bir asır Zaman harami Küs gidilen haydut köşesi Döşsüzden kaçacak ötesi Rüyası, yazılı döşeği....... Yok! Dokunan Düşünen Üşüyen Aşk rezil Erdem askıda Sıfat tamlaması belirtisiz Sefil Uzun yağmalardan sonra İlke ve inkılaplara Erdemsiz Erinçsiz Çağ yıkımı yerli ve milli Dokunan Düşünen Üşüyen Duvarlarda yontu Apış arası mağaramsı Ağız boşluğunda dehliz Kavsız, ışıksız Ateş kimin eli diye Daha Daha daha Az dahası kan Geri İki, iki daha İki binden evvel aslı Ayaklar büyük Aralandı adımlar Hayvansı Sonrası buz sıyrığı Midye kabuğuna sığar mı çığlığın oyyyy feriğim

  • Uzun Yağmurlardan Sonra

    Sen yağmurlu günlere yakışırsın Yollar çeker uzak dağlar çeker uzak evler Islanan yapraklar gibi yüzün ışır Işırsa beni unutma Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün Kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün Her şeye rağmen ellerin üşür Üşürse beni unutma Yeni dostlar yeni rüzgarlar gelir geçer Yosun muydum kaya mıydım nasıl unuturlar Kahredersin başın önüne düşer Düşerse beni unutma

  • Enkinin Kayıp Kitabı

    DÜNYA DIŞI BİR TANRININ HATIRALARI VE KEHANETLERİ ''ENKİ'NİN KAYIP KİTABI'' KADİM SIRLAR, YENİ ANLAMLAR • Tanrıların sayıları kutsal isimlerdeki gizli anlamların şifresini çözen ipuçları mıdır? • Sümerlerin günümüze kadar ulaşan gelişmiş genetik bilgi anlayışı hakkında ne biliyoruz? • Kitabı Mukaddes'in peygamberleri geleceği nasıl önceden bildirebilmişlerdi? • Kutsal Tapınaktaki platformu, Baalbek'teki İniş Yerini ve Gize' deki büyük piramitlerin altında uzanan platformu ustalıkla inşa edenler kimlerdi? SUNUŞ Sümerce ve Akkadca tabletleri; Babil ve Asur tapınak kütüphaneleri; Mısır, Hitit ve Kenat "mitleri" ve kutsal kitaplarda anlatılanları biraraya getirip Dünya Tarihçesini bize sunan Zecharia Sitchin'in ilgiyle okuyacagınız bu kitabını dilimize kazandırın Yasemin Tokatlı'ya teşekkür ederiz. Bu kitapta Zecharia Sitchin yine bazı soruların cevaplarını arıyor: Nasıl, Nerede, Ne zaman ve Niçin? Kitap Yazarı : Zecharia Sitchin Çeviren: Yasemin Tokatlı Okumak için PDF'ye tıklayın.

  • Jean Paul Sartre Felsefesi I

    Eylem Felsefesi Sartre , Heidegger’in “Dasein”inden ve “insanı meşgul eden, varlığın anlamını unutturan küçük ve önemsiz şeylerin” hücumundan etkilenmiş olmalı. Dasein dünya içinde olan insandı. Onun içinde olan , onunla birlikte iç içe geçmiş olan insan. Varoluşçu felsefenin diğer felsefe akımlarından farklı olarak gerçekleri açıklamak, varlığın üzerini örten sır perdesini kaldırmaya çalışmak yerine bireye, bireyin hayatın içindeki eylemine yöneldiğini biliyoruz. Sartre’nin felsefesi bir “eylem felsefesi”dir. Düşünmek yerine “eylemek” ve “seçmek” yoluyla bilincimiz oluşur. “Trans haline geçildiğinde kavuşulan” düşünceler değildir yol gösteren. Caddede ya da otobüste , mahallede, bir şeylerin tam ortasında beliren kavrayışlardır. Özgürlük Sartre insanların özgürlüğe mahkum olduğunu ifade etmişti. O, Freud’çu manada psikolojik determinizme inanmaz ama varlığın getirdiği bir takım koşulların insanı mahkum ettiğini kabul eder. İnsan doğuşundan itibaren böylesi koşullar içersinde bulur kendisini. Sınıfsal-bedensel-zihinsel koşullar onun varlığını belirler. Sonunda bir filozof,profesör ya da amele olabilir insan. Ama Sartre yine de kişinin başında hangi sıfatlar bulunursa bulunsun varoluşunu bir “süreç- durum” olarak yaşamakta özgür olduğunu söyler.İnsan içinde bulunduğu şartlara rağmen bir tutum belirlemekte özgürdür.Varlığının değişimi ancak böyle tutumlarla başlar. İnsan kimi zaman alın yazısı kadar kati görünen kimi şeyleri kabul edtmek zorunda kalır.Ama kendisine kalan özgürlüğü ile bir tutum seçer ve yapabileceği kadarını yapar. Bu özgürlük beraberinde sorumluluk da getirir.İnsan eylemlerinden kendisinden başka kimseyi sorumlu tutmamalı,suçlu aramamalıdır. İnsan her şeye bir anlam verir. Bu gün verdiği bir anlamı yarın aptalca bularak değersizleştirebilir. Bir alkolik, içinde bulunduğu durumu aptalca bulabilir ve alkol almamaya karar verir. Ama ardından bu fikrin hiç de iyi bir fikir olmadığını düşünerek birkaç kadeh içmeye gidebilir. İnsan tamamen “olumsal” bir hal içindedir. Özgürlüğü ona istediği anlamı seçmesine imkan verir. İnsan özgürlüğü ile kendi özünü oluşturur. Bu öz bir hedef gibi görünebilir insana ve onu gerçekleştirmek için çalışır. Ama değerlendirebileceği bir kıstas olmadığı için kesinlik taşıyan bir öze asla ulaşamaz. Dolayısıyla salt bir öze kavuşmuşluk duygusu ve iç huzuru imkansızdır. Evet insan bir projedir ama nihayeti olmayan bir proje. Her seçim yalnızca insanın kendisi için yaptığı bir seçim değildir. Aynı zamanda insanlığın tümü için doğru olduğuna inandığı seçimdir, insanlığa önerisidir. Okuduğu kitaptan,dinlediği müziğe,kendisi için seçtiği önderlere kadar insan yaptığı seçimlerle tüm insanlara karşı sorumluluk taşır. Bu sorumluluğun bilincinde olarak insan seçmek zorundadır. Kaynaklar:Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ

  • KEREM GİBİ

    Hava kurşun gibi ağır!! Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum... O diyor ki bana: — Sen kendi sesinle kül olursun ey! Kerem gibi yana yana... «Deeeert çok, hemdert yok» Yürek- -lerin kulak- -ları sağır... Hava kurşun gibi ağır... Ben diyorum ki ona: — Kül olayım Kerem gibi yana yana. Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, nasıl çıkar karan- -lıklar aydın- -lığa.. Hava toprak gibi gebe. Hava kurşun gibi ağır. Bağır bağır bağır bağırıyorum. Koşun kurşun erit- -meğe çağırıyorum.....

  • Beyaz Ölüm Kuşları

    Sonra bir gün anneler de ölür Böcekler ve kertenkeleler ölür Boşalır suyu havuzun kum seddi yıkılınca Sivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölür Sonra o gün çocuklar da ölür Biz hepimiz önce küçük bir çocuktuk Sonra büyüdük hepimiz çocuk olduk Balçıktan bir külçe olan dölleri En iri elleriyle kepçeliyen Ve biçimliyen Ve hep önce kendidiyle biçimliyen O dehşetli yontucuyu Doğumu ve gebelik sanatının bütün hünerlerini Sütten bir mermere eşsiz bir incelikle işliyen Anneyi o usta nakkaşı Unutmadık Önce anne doğurdu çocuğu acıya Sonra çocuk acıya anneyi ve ölümü kattı Sonra her şey ve herkes çocuktan var oldu Geçti sarp kayalardan aştı nice dağlar İçti ağulu sütünü hayat denen annenin Sıkıntının kutsal kabında yıkadı ellerini Hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu Acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri Böyle vardı bir ırmak kıyısına Anne bir tedirginliktir nerede olsa Bağırgan bir karmaşadır onun sesi takılır gibi eski bir gıramafona titrek bir iğne - bu ayıp bu günah bu çok ayıp günay -el ne der sonra ayak ne der bırakmaz çoçuğu çocukça yaşamıya ama bir gün anneyle de hesaplaşılır çocuk yalnız annesine yaşar çocukken anne yalnız çocuğuna yaşamaz anneyken bölüşür anneliği babanın kasığında çocuğun bakışında çelişkidir büyüyen ağlamak bir soru olur sevginin yarım payında -ah baba niye baba ve bir gün babalar ölür tanrı bir ürpertidir çocuğun yüreğinde her tanrı biraz baba gibidir yiğit ve erkektir çocukları koruyan umacılar ve peri masallarının korkulu padişahı çünki tanrıyı yaratan ve öldüren şeyler aynıdır vurunca acının ilk gölgesi yaratır kuşkuyu acının padişahı elbette zalim olur ve bilincin duvarına çarpınca şaşkınlığı bir soru önce acıya sonra acıya uzanır -hey tanrı hani tanrı böylece o gün tanrı da ölür şimdi annenin yüreğinde ışıyandır sevginin ıslak soluğuyla örgülü tapınak bir gün bir kalem bir hokka içindeki kana bulaşır akıtır mürekkebini sevda denilen papirüse hani ki bir kuş gelir bir tapınağın duvarına yuva yapar çökertir tapınağı daha bir güzelleşir yuva işte artık ne anne ne tapınak yıkılır gözyaşlarının sığınağı da sonra bir gün anneler de ölür gerilir gıcırtısı bir tüfek tetiğinin öfke yalnız tekliği besler büyür çocuk çocuk büyür sesi nemli yine elleri yine soğuk hayat sığmıyorsa gövdene yüreğini sığdır çocuk nemli bir sesi sığdır o gittikçe nemlenen çocuk çocuk sana bir dost gerek işte yeniden giyiniyor kendini çocuk bir çiçek gibi kopardı başkalarına uymıyan yanlarını kendini üstlemişsin var olmak için susmalar köprü çocuk çocuk sana bir aşk gerek sen iyilikler ve güzellikler uzmanı suskunun gizemli sabrı bir teraziyi en iyi kullanan iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu ey hayat canbazı ey ip şaşkını ezberle o incecik tel üzerinde hayatı dengeliyen asayı: aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk ikisini de doğuran şey aynıdır bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan, bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan, uyuz bir kedi gördükçe kanı kudurtan, suyu yüz derece sıcaklıkta donduran, anneyi üreten babayı çoşturan çocuğu güldüren, seni izmirlere çılgın gibi koşturan, bir vagon penceresinden şaşkın baktıran, bir mektubu ısrarla bekleten, umudu dalında çürüten, acıyı dayanılır kılan bir çıbanı irinle onduran aşka merhem sürdüren güneşsiz bir gök gördükçe öldüren öldüren öldüren. Sevgi: tragedyanın kaynağı yaşamın kökeni insanı Var kılan umut Ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden Can canı sever ötesi yok bunun çocuk Ölümü ve ölümün ölümsüzlüğünü Sevgiyi ve sevginin ölümsüzlüğünü Ah elbette aşktır dostluğu mayalayan Ama kim anlatabilir bu parmak çocuğa Bir dostla bir sevgili arasındaki ayrımı Hayır’lara evet’lerle direten Çirkini öptüren kötüyü sevdiren Aşkı sevgiliyle değil kendinle yorumla Kim ki kendini açığa komaktan korkmaz O saygın bir insandır Herkes kendi yorumunun cellatıdır biraz da Böylece lady chatterley de sevilir giovanni de Böylece lady chatterley ve giovanninin sevgilisi de Elbette her aşk yalnızca kendine sorumludur Ama elbette her aşk kendine sorumlu olunca bir gün aşk da ölür ve başlar sıkıntısı kuralsız bir çelişkinin yapışkan bir sevişmenin sancısı doldurur boşlukları ve tutku aç bir güve gibi kemirirken sevdayı dölün pasıyla bulanırken sevginin beyazlığı ah şimdi kim inandırabilir bu eski çocuğa aşkın ve dostluğun varlığını bir gün ansızın yiter dostalar ve sevgililer etin ve kemiğin sıcaklığıyla solar sevdalar işte o gün her şey ölür şimdi bu yüreği nerelerde beslemeli bütün saksıları kırılıyorken güneşin büyüsüyle ve ölümler ilençliyorken en masum sevinçleri ve her sevgi kendisiyle çelişiyorken şimdi bu nasıl doğmaklar olur yeniden beyazlara ama şimdi kim kandırabilir sizi bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için.

bottom of page