top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • ÇİÇEKLER

    VE ÖYKÜLERİ * AŞK dedikleri ne değerli, bir o kadar da güç anlaşılması...buna karşın, yaşamın etrafında konumlandığını bildiğimiz bir duygu...O olmazsa, sanki bunca çıkmaz ve açmazın içinde boğulacak gibi olduğumuz, kıyamet kopacakmış gibi bir ağırlığı ruhumuzda duyumsadığımız, en güçlü ruhsal dürtümüz. Halbuki kalbimizde yeşermişse aşk denilen o duygu, nasılda her mevsim uçuş uçuş, renk renk bahara uyanırız sabahlarda, nasıl da dünyanın tüm sorunlarını yığsalar önümüze, çözümsüzlüğü tanımazmış gibi oluruz... Doğal olarak, insanlığın tarihsel yolculuğunda çiçekler dediğimizde, varlığımızda oluşan ilk yankısıdır aşk. Çünkü, herkes bilir ki çiçekler de aşktan ve ona imge olmaktan en çok nasibini alan canlılardan biridir. Öyle ki açıp baktığınızda, hemen hemen tüm çiçeklerin, mitolojik çağlara dayanan hikayesinde, göreceğimiz tek ve gücü inkar edilemez duygu olmuştur aşk. Sonra hepimizin bildiği, dil dediğimiz beceriksizleşir ya bazen, o zamanlarda aşkımızı ve söze dökmekte zorlandığımız duygularımızı, korkusuzca bağıra bağıra söyleyiverirler bizim yerimize. İşte bugün ruhlarımızda sürekli devinim halinde bulunan duygularımızı, sessiz fakat bir o kadar da etkili ve zarif bir dille aktaran çiçeklerden, anlamlarından bahsedeceğiz. Tabii ki bu anlatının ilk konuğu belli...renk renk ve katmer katmer açan güzeller güzeli Gül. GÜL Hangi çağda, her nerede aşk denmişse ilk akla gelen hep o olmuştur; GÜL! En çok kırmızı, pembe, mor, sarı, mavi, bordo, vb...renk renk, çeşit çeşit Gül. Bildiğimizdir; en çok tanınan ve en çok sevilen, hatta en çok sembolleşmiş olmakla birlikte, şarkılarda, edebiyatta, özellikle şiir alanında en çok yer edinmiş olan çiçektir. O kadar ki şiirlerde, bülbülü tutkun eder kendine de dile getirir, söyletir de söyletir yazan şairin eliyle... Öyle ya, ben de yârime gül demezdim, gülün ömrü az oluyor diye. Ya da şöyle bir demet gül vermek sevgiliye ve Ümit Yaşar Oğuzcan'ın, ''Islak Gül'' isimli şiirindeki gibi seslenebilmek, sayısız sözcüğün yerini tutabilen olabilirdi kesinlikle; ''Seninle paylaşmak uykularda en büyük günahları Seninle uyanmak nice çılgın gecelerden sonra Alır götürür beni kokun uzaklara en uzaklara Ağzın dudaklarımda ıslak bir güldür sabahları'' Gülün oluşum hikayesi, Yunan Mitolojisine dayanmaktadır ve bu hikaye şu şekilde anlatılagelir; Günlerden bir gün çiçek tanrıçası Chloris ormanda ölü bir orman perisi bulmuş ve onu hemen bir çiçeğe dönüştürmüştür. Aşk tanrıçası Afrodit, Chloris’in dönüştürdüğü çiçeğe eşsiz bir güzellik vermiş, Dionysos güzel ve hoş kokması için üzerine aroma sürmüştür. Sonra, batı rüzgarı tanrısı Zefirus, gökyüzünden bulutları dağıtmış ve güneş tanrısı Apollon da güneşi parlatarak çiçeğin doğmasını, anında tüm yapraklarını açmasını sağlamıştır. Böylelikle de tüm güzelliği ile Gül, dünyadaki bin yılları bulacak yolculuğuna çıkmıştır. KARA (SİYAH) GÜL Doğru ya, çiçeklerin kraliçesi olarak anılan güllerden söz açmışken, son zamanlarda oldukça fazla dikkat çeken "kara gül" ve öyküsüne ayrıca değinmezsek olmazdı. Çünkü hepimizin bildiği ve kabul ettiğidir; ''Farklılıklardır, hayatı daha güzel ve anlamlı kılan''. Birazdan paylaşacağım kara gülün hikayesi, ne kadar hüzünlü olsa da anlamı, bir o kadar umutlu ve derin...Çünkü siyah gül, o kadife teninin rengiyle bizlere; 'Yeni başlangıçlardan' söz eder. Bu yüzden bir gün, birisi size, kucağında siyah güllerle gelirse, şaşırıp renginden ötürü sakın kötüye yormayın. Kara Gül, sebebi net olarak bilinmemekle birlikte, bilim insanlarına göre iklim koşullarının etkisiyle, Dünya üzerinde yalnızca Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesinde yetişmekte. Kara Gülün renginin oluşumunu anlatan öyküsü ise kaynaklarda şu şekilde geçmekte: Eski devirlerden birinde, Ermeni bir ustanın Vartuhi adında çok güzel bir kızı varmış. Vartuhi, Ermenicede gül demekmiş. Kız, evlerinin bahçesinde kırmızı güller yetiştirir, her gün onlarla konuşurmuş. Ermeni usta kızını çok sever, gözünden bile sakınırmış ve O'nu kimselere vermek istemezmiş. Vartuhi ve babasının yaşadığı yerde, Fırat isminde, güvercin ve keklik yetiştiren yakışıklı bir genç yaşarmış. Vartuhi'nin güllerle ilgilenmesi gibi, Fırat’ta güvercin ve kekliklerle ilgilenirmiş. Günlerden bir gün Fırat’ın güvercinleri, Vartuhi’nin bahçesine konmuş. Fırat, güvercinlerin peşinden bahçeye dalmış, sonrasında Vartuhi’yle gözgöze gelmeleriyle birlikte birbirlerine aşık olmuşlar. O günden sonra Fırat, Vartuhi’yi görmek için sık sık güvercinlerini bahçeye gönderirmiş. Sonunda bıçak kemiğe dayanmış ve Vartuhi'yi görmek için artık bahaneler üretmek istemeyen Fırat, Vartuhi ile evlenmek istediğini Ermeni ustaya açıklamış. Usta, kızını Fırat’a vermeyeceğini söylemiş ve reddetmiş. Bunun üzerine iki aşık, bir süre daha gizli gizli buluşmaya devam etmiş. Ermeni ustayı bir türlü ikna edemeyeceklerini anladıkları zaman, oralardan kaçmaya karar vermişler. Kaçmak için anlaşan iki aşık, vakit kaybetmeden kuytu bir saatte yola çıkmış. Beraber yeni bir hayata başlayacaklarına inanan sevgililer, Halfeti'den uzaklaşmaya çalışırken, aslında Ermeni usta durumu kısa zamanda fark etmiştir bile...Aşıklar yaşadıkları yerden çok fazla uzaklaşmadan, Vartuhi'nin babası çevrede yaşayanların da yardımıyla, çiftin etrafını sarmış. İki sevgilinin etrafı, Fırat nehrinin kıyısında sarıldığında tek düşündükleri; teslim olurlarsa bir daha kavuşamayacakları olduğu için, el ele nehre atlayarak gözden kaybolmuşlar. O günden sonra, Vartuhi’nin bahçesinde yetişen kırmızı gül siyaha dönüşmüş. Sadece Vartuhi’nin yetiştirdiği değil, Halfeti'de açan tüm kırmızı güller siyaha dönüşmeye başlamış. O günden bugüne siyah gül sadece Halfeti üzerinde açmış. LALE Ölümü, ömrün kısalığını tatlı bir kederle düşünerek Şarap içmek lâle bahçesinde, ayın altında... Bu tatlı keder doğduk doğalı nasip olmadı bize; Bir kenar mahallede, simsiyah bir evde, zemin katında... Nazım Hikmet RAN'ın bu rubaisiyle, yoksulluk içinde yaşanan çelişkili görkemli hayata taşlamada bulunduğu, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde bir devre adını veren Lale! Bu çok bilinen ve görkemli çiçek genel anlamda; 'Asaleti, İçsel ve Dışsal Bağlamda Bütüne Ulaşmış Aşkı' ifade etmektedir. Lalenin içindeki siyah lekelerin, lalenin “bağrı yanık aşık” olarak isimlendirilmesinde ve aşkla özdeşleştirilmesinde etkili olduğu söylenir. Bu durum tasavvufta kara sevda olarak görülür. Yine tasavvufta, Allah, lale ve hilal sözcükleri ebced hesabıyla aynı değeri, 66 sayısını verir, aynı harflerle yazılıp tersten okunduğunda yine hilal kelimesi ortaya çıkar...Lalenin, bir sap üzerinden yalnızca tek çiçek vermesi de, Tanrı’nın birliğine işaret eden bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Lale, divan şiirinde ve halk şiirinde de güçlü bir esin kaynağı olarak sevgiliyi, güzelliği arzulamayı, ona uzanmayı, kırmızı rengi ve baharı ifade etmektedir. Günümüzde, Hollanda'da yoğun olarak yetiştirilen ve adeta Dünya starı olan Lale'nin anavatanı Orta Asya olup, Türk boylarının göçleri ile önce Anadolu topraklarında yaygınlaşmış, sonrasında da Osmanlı Hükümdarlarının, hediye olarak diğer ülke yöneticilerine lale soğanı yollaması ile Avrupa'da da çoğaltılmıştır. Lale, desen olarak Türk Kültüründe önemli bir yere sahip olmuştur... çini gibi, seramik, takı tasarımı, minyatür, cam işleme, ebru, halı ve kilim dokuma, vb. gibi el sanatlarında çok fazla kullanılmış, hala da kullanılmaktadır. ZAMBAK ''Zambaklar en ıssız yerlerde açar, Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, Işıksız ruhumu sallar da durur, Zambaklar en ıssız yerlerde açar.'' En sevdiğim şiirlerden...Sezai KARAKOÇ, Mona Rosa isimli şiirinin bir dörtlüğünde, böyle söz açıyor zambaklardan. Sonra, sonra 'Grigory Petrov' tarafından kaleme alınan 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' isimli, toplumsal içerikli, hatta bir zamanlar Atatürk'ün emriyle okul müfredatına alınan bir eser... Demek ki zambaklar önemli... Değerli zambaklar, hepimizin bildiği; sarısı kırmızısı, beyazı turuncusu, moru bordosuyla pek çok renge sahip olmanın yanında, yine halk tarafından en çok tanınan, yetiştirilen ve ilgi gören çiçeklerden biridir. Dünya üzerindeki kültürlerdeki anlamları değişiklik gösterse de bütünsel açıdan bakıldığında kulağımıza iyiye güzele dair şeyler fısıldar zambaklar. Örneğin eski Mısır'da ve Hindistan'da yeniden uyanışla birlikte gerçeklik anlamını yüklenmiş, İngiltere'de en güzel kadınlara takılırken, Çin'de ruhsal acıyı azalttığına inanıldığı için yakınını kaybedenlere armağan olunurmuş... Bosnalılar ise zambağa mücadele etme, yenilenme anlamlarını yükleyerek bayraklarında yer vermişlerdir... Fransızlar zambağı kutsal saydığı için olsa gerek, bu çiçeğin izlerine tarihi geçmişlerinde sıkça rastlamak mümkündür. Zambak geçmişten bu güne doğumun ve anneliğin sembolü olmuş bir çiçektir. Meryem Ana'nın çiçekleri olarak pek çok yazılı eserde de yer almış olan zambak, doğallığın, saflığın ve bekaretin sembolü olagelmiş bir çiçektir. Ülkemizde bahsettiğim anlamlarından farklı olarak, asaleti de simgeleyen zambağın yaratılış hikayesi, Yunan Mitolojisinde şu şekilde geçmekte: Efsaneye göre Zeus, bebek Herkül’ün karısı Hera’nın sütünü içmesini istemiştir. Herkül başka bir kadından doğduğu için Hera buna karşı çıkmıştır. Buna karşın Zeus, Herkül’ü uyurken sütünü içmesi için Hera’ya getirmiş fakat o sırada Hera uyanmış, sonrasında derhal Herkül'ü yanından uzaklaştırmıştır. Bu sırada, göğsünden yere dökülen süt damlaları zambak çiçeğine dönüşmüştür. KARDELEN Bir canlı düşünün ki, felsefesinde anka kuşu misali küllerinden doğmayı barındırsın, gövdesinde ise çeşit çeşit renk renk incelikli görseli...bunca özelliğinin yanında boynu bükük duruşu ile alçak gönüllülüğü benimseyen bir asaleti olsun. Vardır hayatımıza girmiş, yer etmişlerdir de... Birileri vardır ki yaşam öykümüzde can buluşları kardelenlerin dengidir. Tabii ya, şanına yaraşır ne hikayeleri ne öyküleriyle bilmeyeni yok gibidir... Severiz kardelenleri şiirlerimize, öykülerimize, hatta sosyal sorumluluk projelerimize konuk etmeyi ve hayati önem taşır bizlere usulca söylediği; ''kış bitti!''derler. Kardelenlerin yaradılış hikayesi ise iki farklı şekilde anılır. Bunlardan ilki, Adem ile Havva'nın Dünyaya gönderildiği zamana dayanır. Şöyle ki; yaygın bir inanışa göre Havva dünyaya düştüğünde iklim şartlarının çok kötü olduğunu görür ve karlarla kaplı bu dünyadan ümidini keserek ağlamaya başlar. Tam bu sırada Havva’nın yanına bir melek iner ve eline bir kar tanesi alarak bunu kardelen çiçeğine dönüştürür. Bu sayede Havva’nın ümitleri yeniden canlanır ve kendini yeniden doğmuş gibi hisseder. Belki de geçmişten günümüze bu yüzden kardelen çiçeğinin anlamına ilişkin yaygın inanç, umut ve saflık olagelmiştir. İkinci bir yaratılış öyküsü daha vardır ki, o da şu şekildedir; birçok efsanede kış ile ilkbahar mevsiminin, güneş ve karın savaşı betimlenmiştir. Olduğuna inanılan bu savaşlarda her zaman bahar ve güneş galip gelmiştir. Bu savaşlar sırasında yere düşen kan damlalarından kardelen çiçekleri meydana geldiği söylenir. UNUTMABENİ ÇİÇEĞİ "Derenin küçük çiçeklerinin bu mavi ve parlak gözleri Umut'un zarif mücevheri, tatlı unutmabeni çiçeği" Yukarıda iki dizesini paylaştığım anma şiirini; 1802 yılında, İngiliz asıllı romantik şair Taylor Coleridge yazmıştır. Alman yazar Gothe'nin 'Zariflerin en zarifi' diye tanımladığı çiçek; Unutmabeni Çiçeği, en yaygın görülen rengi mavi olmakla birlikte pembe ve beyaz renkte açanları da bulunmaktadır. Günümüzde ifade ettiği anlam; 'Gerçek aşk ve Hatıra' olarak bilinen, Unutmabeni Çiçeğinin ortaçağda geçtiği rivayet olunan pek çok öyküsünden ilki, oldukça hazin ve ilginçtir. Evlendikleri günün akşamında Tuna boyunda yürüyüşe çıkmış bir şövalye ve eşi, nehrin azgın sularına kapılıp gitmek üzere olan bir mavi çiçek görürler. Şövalye, eşinin onun güzelliğinden etkilendiğini ve arzu ettiğini görünce, nehrin azgın sularına eğilerek çiçeği almaya çalışır. Bir anlık boş bulunması ve zırhının ağırlığıyla nehrin sularına kapılan şövalye, son bir hamleyle çiçeği sevgilisine doğru atar, "Unutma beni!" diye haykırır. Unutmabeni Çiçeğinin oluşum hikayesi, Hristiyanların kutsal saydığı kitaplardan Yeni Ahit'te ise şu şekilde yer almıştır: Bakire Meryem'in kucağında oturan İsa Bebek annesine şöyle seslenir: "Anne, gözlerin o kadar güzel ki herkes onlara hayranlıkla bakıyor. Gelecek kuşaklarda doğacak olanların bunu göremeyecek olmaları ne yazık!. Oysa gözlerine bakanlar, benim cennetimi görebilirdi." Onun gözkapaklarına dokunduğu anda ise birden yere tohumlar saçılır. Sonrasında, annesinin gözlerini anımsatan ve o saflıkla bakan yüzlerce küçük mavi göz, yani unutmabeni çiçeği açmaya başlar. Anma çiçeği, cennet çiçeği, cennetin krallığına giren ruhun kurtuluşu... Unutmabeni Çiçeği, yüklenen bu anlamlarla, 15. yüzyıl ve 16. yüzyılın başında yazılan, süslemeli elyazması dua kitaplarına da girmiştir. Unutmabeni Çiçeği, 1940'ların başında Naziler Avrupa'yı işgal ettiğinde, üyelerin ifşa olarak ceza almalarını engellemek ve birbirlerini tanıyabilmeleri için bir zaman, masonların sembolü gönye ve pergelin yerine kullanılmıştır. Savaş sonrası Nazi döneminde ise, zulüm gören tüm insanları anmak için posterlerde kullanılmıştır. İnsanoğlu tarafından oldukça fazla anlam yüklenen ve pek çok hikayesi olan Unutmabeni Çiçeği, aynı zamanda günümüzde Alzheimer Topluluğu'nun logosu olarak da kullanılmaktadır. Sanırım bunları okuduktan sonra, bu çiçeklerden birini nerede görürsek görelim, daha alıcı bir gözle ve anlamlarının farkında olarak bakmamız kaçınılmaz olacak. Renginizle, kokunuz ve zerafetinizle çiçek olun, bahar kalın... Derleyen : Aysu AFYONLU

  • III SAINT ANTOINE’IN SEVİŞME VAKTİ

    Bu gökyüzü Her gün böyle değildir Saint-Antoine’in üstünde Belli sevişme vakti İşte pencereler ilk kollarını açtı Karıncalar yuvalarından çıktı Yosunlar uyandı Gerildikçe gerildi gökyüzü Dikiş diken kız penceresinde ilk kez mutlu Denize bakan evler kahveler ilk kez mutlu Hiç korkmamalı artık Lambodis Eleni hiç korkmamalı Bütün güvercinler havalandı kimse korku nedir bilmiyecek Herşeyin uyandığı bir saatte Aşk başlayacak Herşey duracak Bir kızın elleri elbisesine uzanmışken duracak Saint-Antoine ilk sandukasından çıkıp deniz kıyısı bir yere gidecek Onunla tüm sandukalar, evliya resimleri, İsa’nın kendisi arkasından gelecek Herşey yerini aşka bırakacak Sandalya aşka Pencere aşka Saint-Antoine’in tavanı bir başka tavana doğru yürüyecek Kapı bir başka kapıya doğru Hiçbir şey küçüleyim demiyecek Daha bir büyüdüğünü göreceğiz gökyüzünün Daha bir mavi denizi Gözlerden gözlere bir esmerlik halinde o aşk gidecek En güzel şarkılarla şimdi İstanbul’a gelen o Şimdi herhangi bir yerde kızın elleri ağzı onun için büyüyor Bir çocuk annesinin memesini onun için bırakmıyor Saint-Antoine’in güvercinleri Onun için havada Şiirde bu düzen kaygusu onun için Bu gökyüzünün başka anlamı olamaz.

  • Nadir GEZER'e Saygıyla

    Aramızdan Ayrılan NADİR GEZER hakkında kuruluşundan buyana yer aldığı maviADA'da yayınlanan yazı ve söyleşilerle BİR DOSYA ÇALIŞMASI HAZIRLADIK. *RESME TIKLAYARAK TÜM YAZILARA ULAŞABİLİRSİNİZ. * Nadir GEZER Öykü ve roman yazarı. 19 Mayıs 1930(İnegöl) - 10 Eylül 2020 (Bursa) Eymir köyü / İnegöl / Bursa doğumlu. Eymir Köyü İlkokulu (1945), Arifiye Köy Enstitüsü (1952), Gazi Eğitim Enstitüsü Fen Bölümü (1954) mezunu. İngiltere’de iki yıl dil öğrenimi gördü (1966-68). Çorum (1952), Derik / Mardin (1954-55), Beşikdüzü / Trabzon (1956-59), Demirci / Manisa (1959-62), İnegöl / Bursa (1962-68), Diyarbakır (1968-71), Bursa’daki (1971-80) MEB’e bağlı köy ve merkez okullarında öğretmenlik yaparak emekli oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği üyesidir. İlk şiiri “Son Yolculuk”, 1968 yılında Sorunlarımıza Işık adlı bir gazetede (İnegöl); ilk öyküsü de Fakir Baykurt’un tanıtıcı bir yazısıyla birlikte Türk Dili dergisinde (sayı: 330, Mart 1979) yer aldı. Diğer ürünlerini Türk Dili, Edebiyat ‘81, Dönem, Kıyı, Yaba-Öykü, Kıyı, Damar, maviADA, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, Biçem, Yeni Biçem, Çağdaş Türk Dili, Yaklaşım, Cumhuriyet’te ve Bursa’daki yerel gazetelerde yayımladı. Hanife Nine’den Öyküler adlı kitabıyla Nevzat Üstün 1981 öykü birincilik ödülünü aldı; Boşlukta Adam adlı romanıyla 1990 Ferit Oğuz Bayır ödülünde mansiyon, 2001’de ÇGD Bursa Şubesi Eğitim Ödülü kazandı. Bir değerlendirmesinde Doğan Hızlan, Gezer’in köy hikâye ve romanlarında rastlanan konulara “yeni boyutlar, yeni tadlar, yeni insancıl yaklaşımlar” getirdiğini vurguladı. Gezer, öykü tekniği üzerine düşüncesini “artık çağdaş öykücülükte serim, düğüm, çözüm gibi bağlamların aşıldığı kanısındayım. Bence şiirsel anlatı, öykünün özünü oluşturur. Öykünün niçin ve nasıl yazıldığı önem kazanıyor artık.” (Yaba-Öykü, sayı: 16) diyerek açıklar. Nadir GEZER, kuruluşundan bugüne maviADA'da etkin roller üstlendi, defalarca maviADA'nın etkinliklerinde yer aldı, dergide onlarca yazısı yayınlandı. ESERLERİ: ÖYKÜ: Hanife Nine’den Öyküler (1981, dört yeni öykü ekiyle ikinci basımı 1995), Yürüyen Gece (1988), Puslu Hüzün (1989), Kırılgan Umutlar (1998), Şenlet Öğretmenin Destanı (2000). ROMAN: Boşluktaki Adam (1990), Aydınlığa Yürüyenler (1993), Yalnız Adamın Düşleri (2000). ŞİİR: Karbeyazı Geceler Üstüne (2000). DENEME: Yerodamdan Notlar (söyleşi, 1998), Yitikler Arasında Zaman (2000). ARAŞTIRMA: Mustafa Kemal, Ulusal Eğitim, Köy Enstitüleri (1999). GEZİ: Uludağ Eteklerinden Sis Dağına (2002). HAKKINDA: Doğan Hızlan / Cumhuriyet (27.5.1982), Mehmet Başaran / Yürüyen Gece Üzerine (Milliyet Sanat, sayı: 193, 1.6.1988), Yaba-Öykü (sayı: 16, Ocak 1988), Nahit Kayabaşı / Nadir Gezer ile Yürüyen Gece’de (Varlık, sayı: 973, Ekim 1988), Muzaffer Uyguner / Yürüyen Gecenin Öyküleri (Türk Dili Dergisi, sayı: 11, Mart 1989), Nazım Kutlu / Nadir Gezer’in “Puslu Hüzün”ü (Biçem, sayı: 1, Nisan 1990), Mehmet Cimi / O Yıllar Dile Gelse (1997), Mahmut Makal / Nadir Gezer’le Bir Konuşma (Abc, sayı: 149, Ocak 1999), Muzaffer Uyguner / Yitikler Arasında Zaman (Türk Dili dergisi, Eylül-Ekim 2000), TBE Ansiklopedisi (2001).Nilüfer Ünver ÖZYANIK Nadir Gezerle Öykü Üzerine (maviADA Dergisi 1.1.2007), Mahmut Makal, Nadir Gezer ve "Muştucu Ata..." (maviADA Dergisi 1.4. 2010), Şenol Yazıcı / Nadir Gezer'le Birlikte...(maviADA Dergisi( 22.12.2017) Nadir Gezer ve Yalnızlaşan Anadolu Edebiyatı 4 Mart 2010,Bursa TÜYAP

  • Eylül Kan Kokar

    ah çocuğum ülkemde bitmez yıllar var ki eylül eylülde çocuk kan kokar postallarda ter ve kime kin gür sesli demir suratlı komutan el ayak zırhlı tanklar içi dışı önce alın teri sonra nefes camdan değil candan ateşten değil insandan sudan başlarsak dört element uzantısı vatan ah çocuğum sormadın sonra anlamadın da bundan; eylül eylülde çocuk kan kokar kocaman ve saydam bu kavanozu kim sallar postallarda ter ve leş elli kırk ayak zırhlı tanklarda kime kin gür sesli demir suratlı komutanlar Zeliha AYDOĞMUŞ

  • TESELLİ

    Film Özeti Afonso Poyart'ın yönettiği film, korkunç cinayetler işleyen ve ardında hiçbir iz bırakmadan kimliğini saklamayı başaran bir seri katilin peşine düşen, genç bir FBI dedektifinin hikayesini ele alıyor. Genç dedektifin bu zorlu davada, kızının ölümünün ardından hayata küsüp emekli olan bir uzman tıpçıya ihtiyacı vardır ve onu davayı çözmek için birlikte çalışmaya ikna etmesi gerekmektedir. Yapım Yılı: 2015 Film Türü: Suç/Gizem/Dram Yönetmen: Afonso Poyart Oyuncular: Anthony Hopkins, Jeffrey Dean Morgan, Abbie Cornish Ülke: ABD

  • Saman Sarısı

    Seher vakti habersizce girdi gara ekspres kar içindeydi ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım peronda benden başka da kimseler yoktu durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri perdesi aralıktı genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada saçları saman sarısı kirpikleri mavi kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı üst ranzada uyuyanı göremedim habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini baktım arkasından üst ranzada ben uyuyorum Varşova'da Biristol Oteli'nde yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu oysa karyolam tahtaydı dardı genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada saçları saman sarısı kirpikleri mavi ak boynu uzundu yuvarlaktı yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu oysa karyolası tahtaydı dardı vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu oysa karyolalar tahtaydı dardı iniyorum merdivenleri dördüncü kattan asansör bozulmuş yine aynaların içinde iniyorum merdivenleri belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde kederli bir gül açıldı ağır ağır Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden şair Nikolas Gilyen Havana'ya döndü çoktan yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti yudum yudum şehirlerimizin hasretini iki şey var ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına çıktılar önüme ansızın oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören olmadı bir mangaydılar kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri kolları kollarında gamalı haç işaretleri elleri ellerinde otomatikleri vardı omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu hattâ yakaları boyunları vardı ama başları yoktu ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler yürüdük korktukları hem de hayvanca korktukları belli gözlerinden belli diyemem başları yok ki gözleri olsun korktukları hem de hayvanca korktukları belli belli çizmelerinden korku belli mi olur çizmelerden oluyordu onlarınki korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara her sese her kımıltıya ateş ediyorlar hattâ Şopen Sokağı'nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor ve kurşun seslerini benden başka duyan yok ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak bir fırancala gibi vakit hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına Belveder yolunda düşündüm Lehlileri kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca Belveder yolunda düşündüm Lehlileri bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı girdim büyük salona genç bir kadınla saçları saman sarısı kirpikleri mavi ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler bebekevlerindeki gibi ve sen bundan dolayı bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada ak boynun uzundu yuvarlaktı yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında onu oraya sen koydun bir taş kuyunun dibindeki suydu bakıyorum eğilip bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz sesleniyorum seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin cıgaranın ucunda senin ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi aklından geçenlerdeydi ayrılık benden gizlediklerinde gizlemediklerinde ayrılık rahatlığındaydı senin senin güvenindeydi bana büyük korkundaydı ayrılık birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı vakit hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında vakit hızla akıyordu geriye doğru ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu ardımızdan koşuyordu önümüze Yegelon Üniversitesi'nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra batıra dolaşıyor bozmağa çalışıyor Kopernik'in Araplardan kalma usturlabını ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında rok end rol oynuyor Katolik öğrencilerle vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta'nın orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece yarısını çaldı Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi şehre yaklaşan düşmanı verdi haber ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın borazan iç rahatlığıyla öldü ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm vakit hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir vapur iskelesi gibi arkada kaldı seher vakti habersizce girdi gara ekspres yağmurlar içindeydi Prag bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı kapağını açtım içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında saçları saman sarısı kirpikleri mavi yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık yağmurlar içindeydi Prag sen yoksun uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada üst ranza bomboş sen yoksun yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından sokaklar bomboş bütün pencerelerde perdeler inik tıramvaylar bomboş geçiyor biletçileri vatmanları bile yok kahveler bomboş lokantalar barlar da öyle vitrinler bomboş ne kumaş ne kristal ne et ne şarap ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu ne bir karanfil şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için Lejyonerler Köprü- sü'nden martılara ekmek atıyor gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp her lokmayı vakitleri yakalamak istiyorum parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu saçları saman sarısı kirpikleri mavi elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı üst ranzada uyuyanı göremedim ben değilim bir uyuyan varsa orda belki de üst ranza boş Moskova'ydı üst ranzadaki belki duman basmış Leh toprağını irest'i de basmış iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden geçiyorlar Berlin'den beri kompartımanda bir başımayım karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim garson kız tanıdı beni iki piyesimi seyretmiş Moskova'da garda genç bir kadın beni karşıladı beli karınca belinden ince saçları saman sarısı kirpikleri mavi tuttum elinden yürüdük yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata o yıl erken gelmişti bahar o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan ama yine de ansızın yitirdim seni asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine yoksun bulvarlar karlı seninkiler yok ayak izleri arasında botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini birde tanırım milisyonerlere sordum görmediniz mi eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz elleri gümüş şamdanlarda mumlardır milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyor görmedik İstanbul'da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında üç mavna gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan romorkörün kaptanına seslenemedim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri de kopuktu seslendim mavnalara Kızıl Meydan'dan görmedik girdim giriyorum Moskova'nın bütün sokaklarında bütün kuyruklara ve yalnız kadınlara soruyorum yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var ama onlardan bana ne güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz görmediniz mi saçları saman sarısı kirpikleri mavi kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman Prag'da aldı görmedik vakitlerle yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum Bolşoy'a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin Kalamış'ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik'le tatlı tatlı konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum görmedik çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı'nın saat kulesi oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda oralarda on dokuz yaşıma rastladım birbirimizi birden tanıdık oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile ama yine de birbirimizi birden tanıdık şaşmadık el sıkışmak istedik ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir ve Stırasnoy Alanı'na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı üşüyorum hele ellerim ayaklarım oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri çıplak ağzında ham bir elmanın tadı dünya on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir karış ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden onun başına gelecekleri bir ben biliyorum çünkü inandım onun bütün inandıklarına sevdim seveceği bütün kadınları yazdım yazacağı bütün şiirleri yattım yatacağı bütün hapislerde geçtim geçeceği bütün şehirlerden hastalandım bütün hastalıklarıyla bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri bütün yitireceklerini yitirdim saçları saman sarısı kirpikleri mavi kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman görmedim On dokuz yaşım Beyazıt Meydanı'ndan geçiyor çıkıyor Kızıl Meydan'a Konkord'a iniyor Abidin'e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof da dolaşıp dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak ama daha bundan haberim yok meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin'le tavan arasındaki otel odamda Sen ırmağı da akıyor Notr Dam'ın iki yanından ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum Sen ırmağını rıhtımında yıldızların bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris damlarının bacalarına karışmış yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz Abidin'le meydanda fırdönen Celâlettin'den konuşuyoruz Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor ben renkleri yemiş gibi yerim ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar bizim Abidin de öyle Avni de Levni de mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar renkler ve şairleri ressamları çalgıcıları onların hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakitleri tuvalinde Abidin'in Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç kere bulacağım işte böyle işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını Sen ırmağına Sen Mişel Köprüsü'nden ömrümün bir parçası Mösyö Düpon'un oltasına takılacak bir sabah çiselerken aydınlık Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris'in mavi suretiyle birlikte ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir parçasını ne balığa ne pabuç eskisine atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris'in suretiyle birlikte suret eski yerinde kalacak. Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına ırmakların damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım parmaklarımın ağırlığı yok parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına dönecekler başımın üstünde sağım yok solum yok yukarım aşağım yok Abidin'e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı'nda şehit düşenin ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediğimiz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının Küba'dan döndüm bu sabah Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat yazık yazık Havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin bir el gördüm Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm ferah bir türküydü duvar el okşuyordu duvarı el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının on yedi yaşındaydı el ve Mariya'nın memelerini okşuyordu avucu nasır nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan otuz yaşındaydı el ve Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu okşuyordu duvarı sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini Kübalı balıkçı Nikolas'ın da elini yap karakalem kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas'ın elini kocaman bir el deniz kaplumbağası bir el ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el artık bütün sevinçlere inanan bir el güneşli denizli kutsal bir el Fidel'in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli 1961'de Küba'da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el yalansız hürriyetin eli Fidel'in sıktığı el ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü yazan el hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi ve gözleri parlıyor erkeklerinin ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının akşam oluyor Paris'te Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris'in bütün eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı filan düşünüyorum ve anlıyorum ki bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan bir odur. Paris'te bir kestane ağacı olacak Paris'in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası İstanbul'dan gelip yerleşmiş Paris'e Boğaz sırtlarından hâlâ sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filân olmalı gidip elini öpmek isterdim varıp gölgesinde yatsak isterdim bu kitabın kâadını yapanlar yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkânında satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler bir de Abidin bir de ben bir de bir saman sarısı, belâsı başımın.

  • Olgunluğun Kıymetli Zamanı

    Olgunluk dönemimde, kalan yıllarımı saydım ve yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim. Bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi yılları büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını hissedince artık teker teker, tadını çıkararak yiyorum. Artık yasaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok. Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok. Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam. Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum. Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum. Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı. Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların çirkin sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum. İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık. Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şeker kaldı. İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce “oldum” demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum. Asıl olan, yaşamı değerli kılmış eylemlerinizdir. Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla olmak istiyorum. Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu hissetmek için acelem var. Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve huzurla dolu olmaktır. Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her hâlukarda yaşlanacaksınız. İki tane hayatımız var ve ikincisi, sadece bir tane hayatımız olduğunu anladığımızda başlıyor. Mário Raul de Morais Andrade (9 Ekim 1893, Sao Paulo – 25 Şubat 1945, Sao Paulo, Brezilya) Yukarda ''Olgunluğun Kıymetli Zamanı'' isimli kitabından kısa bir alıntıya yer verdiğimiz yazar Mário Raul de Morais Andrade'in, yazın dili için bir nevi Brezilya'nın Can YÜCEL'i nitelendirmesini kullanabiliriz. Yazılarını düzgün bir Portekizce ile yazmak yerine, halk dilini kullanarak kaleme almayı seçmiş, 1935’ten ölümüne değin sürdürdüğü Sao Paulo Kül­tür Dairesi müdürlüğü sırasında da Brezilya halk kültürü ve müziği üzerine araştırmalar yapılmasına önayak olmuştur. Elli iki yıllık yaşamında şair, romancı, müzikolog, sanat tarihçisi, eleştirmen ve fotoğrafçılıkla uğraşan sanatçı Brezilya modernizminin kurucularından biridir de aynı zamanda. 1922'de Paulicéia Desvairada'nın ( Hallucinated City ) yayınlanmasıyla neredeyse modern Brezilya şiirini yaratmış, Etnomüzikoloji alanındaki etkisi ülke sınırlarını aşmıştır. Bir müzik profesörü ve gazeteci köşe yazarı olarak çalıştıktan sonra, 1928'de büyük romanı Macunaíma'yı yayınladı. Yaşamının sonunda São Paulo'nun Kültür Bakanlığı'nın kurucu direktörü oldu ve uzun zamandan beri kentin ve ulusun sanatsal modernliğe girmesinin katalizörü olarak üstlendiği rolü resmileştirdi. ESERLERİ şiir Há uma Gota de Sangue em Cada Poema (1917) Paulicéia Desvairada (1922) Losango Caqui (1926) Clã do Jabuti (1927) Males'in yeniden düzenlenmesi (1930) Poesias (1941) Ölümünden sonra yayınlandı: Lira Paulistana (1946) Ey Carro da Miséria (1946) Poesias Completas (1955). Denemeler, eleştiri ve müzikoloji Bir Escrava que não é Isaura (1925) Ensaio sobre Música Brasileira (1928) Compêndio de História de Música (1929) Ey Aleijadinho de Álvares de Azevedo (1935) Lasar Segall (1935) O Movimento Modernista (1942) Ey Baile das Quatro Artes (1943) Ey Empalhador de Passarinhos (1944) Ensaio sobre a Música Brasileira (1962) [genişletilmiş baskı]. Ey Banket (1978). Romanlar Amar, Verbo Transitivo (1927) Macunaima (1928) Hikayeler ve Kronikler Primeiro Andar (1926) Belasarte (1934) Os filhos da Candinha (1943) Contos Novos (1947) Günlükler Ölümünden sonra: Ey Turista Aprendiz (1977) Kaynak : 20th Century Western Personal Encyclopedia DERLEYEN : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • DİL DERNEĞİ ÖMER ASIM AKSOY ÖDÜLÜ VERİLEMİYOR

    Aşağıda paylaşmış olduğum Ömer Asım AKSOY ödülünün verilmeyişine ilişkin, edebiyatla ilgili grup ve kişiler sosyal medya üzerinden, yarışmaya yirmiye yakın katılım olmasına karşın ödüle layık şiir kitabı bulunamamış olması konusunda, farklı görüşler dile getiriyor. Bazı yazarlar seçici kurulun dürüst ve şiir bilgisine sahip kişilerden oluştuğunu, böyle bir karar alınmışsa mutlaka haklı bir karar olduğunu savunurken, başka bir yazar grubundan bir yazar arkadaşımız; '' ' Yaklaşık' dedikleri 20 kitabı reddedenleri de ben reddediyorum. Kınıyorum. (Yarışmaya katılan birisi değilim.) diyor ve ''kağıttan kaplanlık yapmış bir jüriyi "otorite" kabul edip yandaşlık yapmak nedir?'' şeklinde bir soruyla kararı uygun bulan bir yazar arkadaşa soruyor. Bir başka fikir beyanı ise, bu iki zıt kutuptan tamamen ayrı bir şekilde düşüncelerini karşılıklı olarak şöyle dile getiriyor; ''Ödül şiir kitabına değil, şiire verilmeli.'' , ''kişiye değil şiire aynı zamanda...'' Paylaştığım bu edebiyat içerikli tartışma kuşkusuz doğru bulduğum ve zihin açıcı, yazın dünyasına hareket getirici içerikte. Benim merak ettiğimse sizlerin, yani maviADA Dergisi dostlarının bu konu ile ilgili düşünceleri nelerdir? DİL DERNEĞİ ÖMER ASIM AKSOY ÖDÜLÜ VERİLEMİYOR Yaşamı boyunca Dil Devrimine emek veren, 30 Ekim 1993’te yitirdiğimiz, Dilci Ömer Asım Aksoy’un devrimci düşüncelerini ve yapıtlarını gelecek kuşaklara aktarmak için Aksoy Ailesinin katkılarıyla düzenlenen Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü, 1995’ten bu yana dönüşümlü olarak roman, öykü, şiir, deneme, çeviri dallarında verilmektedir. Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülünün 2021’deki 89. Dil Bayramında bir “şiir” kitabına verileceği duyurulmuştu. Anıt Dilci Ömer Asım Aksoy’un adına yaraşan, Türkçenin yaratıcı olanaklarını kullanmada başarı, yazınsal duyarlık ve değer aranan bu ödüle yaklaşık 20 yapıt aday oldu. Aday yapıtların şairleriyle yayınevlerinin ilgisine teşekkür ederiz. Ancak Hidayet Karakuş, Turgay Fişekçi, Haydar Ergülen, Metin Turan ve aile adına Sevgi Özel’den oluşan seçici kurul ödüle değer yapıt bulamamış, bu kararı oybirliği ile almıştır. Devrimci düşünceleri ve yapıtlarıyla gelecek kuşaklara örnek olan, Türkçeye verdiği emekle ekin yaşamımızı varsıllaştıran Ömer Asım Aksoy’u ölümünün 28. yılında özlem ve saygıyla anıyoruz. Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü, önümüzdeki yıl başka bir yazınsal dalda açılacaktır. En içten saygılarımızla. Dil Derneği Yönetim Kurulu

  • BİRAZ FAZLA MI RAHATLADIK?

    Ekran görüntülerini aldığım ve aşağıda yer alan fotoğrafları incelediğinizde göreceğiniz gibi 9 EYLÜL 2021 ile, yine bir yıl önceki aynı gün olan 9 EYLÜL 2020 tarihi COVID-19 nedenli ölüm oranlarını karşılaştırdığımda durumun ciddiyeti apaçık ortada...Ki bu durum için birileri tarafından ''O zamanla bu zaman arasında yapılan test oranı da hatırı sayılır oranda farklıydı ama!'' diyecek cehalette bir savunma geliştirilemeyeceğini düşünüyorum. Sonuçta vaka sayısından, hastanede COVİD-19'dan yatan hasta sayısından değil, nedeni belli bir ''Vefat Sayısı''ndan bahsediyoruz. İki yılın aynı gününe denk gelen bu sayılar; 9 EYLÜL 2020 : 55 Kişi 9 EYLÜL 2021 : 257 Kişi. Benim Sağlık Bakanlığının bu resmi verilerine bakarak vardığım sonuç ise; KIRMIZI ALARM! Yani ülke genelinde 1. doz AŞILARIN TAMAMLANMA ORANININ % 82.05'lere ulaştığını, yine Bakanlığın verilerinden gördüğüm için olsa gerek; ''NELER OLUYOR'' diye sormadan, ''KİŞİSEL ANLAMDA ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER KONUSUNA AMAN DİKKAT'' demeden geçemeyeceğim? Burada Sağlık Bakanlığına söz söylüyor ya da söyleyecek değilim. Öyle ya, sonuçta bu sayılar kendilerinin saptadığı veriler ve onlar neredeyse ülkenin tamamını aşılayarak üzerine düşen görevi yerine getirmiş durumdalar! Tabii bir de ekonomi var, çökmemesi gereken ama çöken ekonomimiz daha fazla incinmesin diye, okulların açılması ve tedbirlerin gevşetilmesi şarttı. Hal böyleyken ve bizi bizden daha çok düşünecek kimse yok madem, hadi soralım kendimize: Gerçekten kişisel olarak almamız gereken tedbirler, yani maske, yani mesafe, yani hijyene özen gösterme; bu konularda BİRAZ FAZLA RAHATLAMIŞ OLABİLİR MİYİZ?

  • Tekrar Düşün

    İnternet üzerinden arama motoruna girdiğinizde pek çok sitede aşağıda paylaşacağım ve çok beğendiğim, ders niteliğinde, doğru tanımlama bu olsa gerek; ''en iyi kıssadan en iyi hisse''yi vaat eden bir tür deneyi bulup okuyabilirsiniz. Yazanını ve yapanını da paylaşmayı çok istedim ama siz de hak verirsiniz ki artık yazanlar yazdıklarını sosyal medya üzerinden paylaştıkları için çok kısa sürede eser anonimleşebiliyor. Şu anda da konumuz bu değil zaten. Aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyun lütfen ve üzerine düşünün...Ama sonrasında, yani günlük yaşamınızda da hiç bırakmayın düşünmeyi...bulunduğunuz açıyı değiştirin bir kez daha, kendinizden çıkıp kendinizi değerlendirirken daha tarafsız, daha detaylı bir şekilde bir kaç kez daha düşünmeye, dahası yaşamı, olayları farklı boyutlarıyla kavramak adına düşünmeye devam edin. Ben eminim adil olanın eri geçi farkına varacaksınızdır. Gelelim bahsettiğim deneyin anlatımına; * ''Gidin bir çölden 100 tane kırmızı ateş karıncası yakalayın. Daha sonra bir başka topraktan 100 tane bildiğimiz siyah karıncayı alın ve bunların hepsini bir kavanozun içine koyun. İlk başta hiçbir şey olmayacaktır. Daha sonra kavanozu elinize alın, oldukça şiddetli bir şekilde sallayın ve tekrar yerine koyun. Kavanozun içinde bir anda karıncaların birbirlerini öldürmek için savaştığı bir kaos ortamı göreceksiniz. Kırmızı karınca bunu yapan düşmanın siyah karıncalar olduğunu düşünürken siyah karıncalar bu kaosun nedeni olarak kırmızı karıncaları görmektedir. Oysa çok iyi bildiğiniz üzere kaosun asıl nedeni sizin ellerinizdir. O nedenle günümüzde gerek sosyal medya aracılığıyla gerekse de başka ortamlarda normalde hiç tanımadığınız insanlarla tartışacak ya da kavga edecek bir duruma geldiğinizde kendinize hep şu soruyu sorun lütfen; Kavanozu sallayan kim? İşte bu yüzden insan ilişkilerine dikkat et. Bu ilişki türüne zarar verecek her türlü söylemden uzak dur. Bir olayı, bir haberi, bir dedikoduyu veya bir nefret söylemini analiz etmeden eyleme geçme. Araştır. Dinle. İzle. Oku. Düşün. Tekrar düşün. Tekrar düşün. Tekrar düşün... Zeliha AYDOĞMUŞ KAYNAK : GOOGLE

  • O Mavilik Derdi

    Beni uykudan uyandırır uyandırmaz Dünyanın bütün huyları yüzünde Ben bunlardan birini seviyorum en çok Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa Tutsam tanelerini Sevincin gözyaşları derdim buna. Bir süre bakışıyoruz karşılıklı Ben uykudan uyanır uyanmaz Benimle şiir gibidir bu Tam karşımda ama yazılmamış Durmadan bileniyor aklımda. Seni unutarak baktığımda bile Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun Yayılıyorsun kalabalıklara Yalnız yayılmak mı Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna. Özlenirsin, alabildiğine varsın da Daha da var oluyorsun gün günden Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

  • Işık Tanrıçası Diana

    Aslında Romalılar'ın gözünde Diana, avcı Tanrıça değil de, daha çok Apollon'un kardeşi ve bir ışık Tanrıçası sayılırdı... Tablo Alman ressam Anton Raphael Mengs tarafından 1765 yılında tamamladığı, Hesperus-Helios ve Diana üçlemesinden biridir. Eserlerin hepsi İspanya Moncloa Sarayı'na aittir. Erken çağlardan beri Antik Yunan'ın av Tanrıçası Artemis esintili İtalyalı bir Tanrıçadır Diana. Orestes, Roma dönemi efsanelerinde Tauris Artemis'ini İtalya'ya getirmiş ve Nemi'ye yerleştirmiştir. Gerçekten de Roma'nın ilk kurulduğu batı İtalya'daki Latium bölgesinde şehri çevreleyen bir göl, koru ve Diana'nın bir Tapınağı vardı. Tauris'te olduğu gibiburada da Tanrıçaya insan kurban edilirdi... Antik dönem İnanışına göre, Diana'nın Tapınağına baş rahip olabilmek için, kendinden önceki rahibi Tanrıçaya kurban etmek geretiği rivayet edilir... *Orestes; Miken kralı Agamemnon ve Klytemnestra'nın oğludur. Çılgınlığı ve arınması, birçok Antik Yunan oyununa ve efsanesine konu olmuştur. Kaynak : Azra ERHAT / Mitoloji Sözlüğü-S/88 Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • İz

    acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma, orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili benden savrulan parçalar kurusa da, izleri var hala yolun kenarında. izini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun, ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin. ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun. simdi, acının ormanından geçiyorsun her şey bir daha kanasa da ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben geç meleğim, senin de şarkıların olsun içindeki telleri titreten.

  • Hadi Çocuklar Okula

    Hadi çocuklar okula! Bu cümleyi kurmayı nasıl da özledik, nasıl da hala kurmakta zorlanıyoruz tam anlamıyla ve gönül rahatlığıyla. Yine de işte geldi sonbahar ve hüznünün yanında tatlı heyecanlarıyla birlikte eylül başladı bile yaşanmaya. Okullarda gerekli hijyen çalışmaları yapıldı, bu konu ile ilgili bilgilendirmeleri velilere ve çocuklara duyurmak üzere WhatsApp grupları kuruldu, veliler okul alışverişleriyle ilgili karınca kararınca hazırlıklarını yaptı. Evet artık tüm hazırlıklar tamamlandığına göre yarın, yani 6 Eylül 2021 sabahı ilk zil çalacak ve yeni eğitim öğretim yılı başlayacak. Salgın kısıtlamalarından, uzaktan eğitimle telafi edilmeye çalışılan ama başarısı tartışılan, bir kuşağın eğitim zayiatı sayılan bir buçuk yıllık aradan sonra başlayan bu süreç için, her yılkinden farklı olarak en önemli dileğimiz ; salgının yeni varyantlarıyla ülkemizde ve dünyada artmaması, ölümlerin olmaması ve okulların yeniden kapanmak zorunda kalmaması üzerine yoğunlaşmış durumda. Hadi çocuklar, ağaçtan inme, yoksa tablet ve telefonlarla vedalaşma vakti mi demeliydim...Neyse özetle o minik adımlarınızın okul yoluna koyulma, minik ellerinizinse kağıda kaleme sarılma zamanı geldi. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün söylediği gibi geleceğin öğretmenlerin eseri olması biraz da sizlere bağlı. maviADA Dergisi olarak tüm öğrenci, veli ve özellikle eğitimcilerimizin, sağlıkla geçirecekleri başarılı bir eğitim öğretim yılı olmasını diliyoruz.

  • KENDİNİ YİYEN

    Turan, taburcu olduktan on gün sonra sanatoryumda kalan arkadaşlarını görmeye geldi. Öyle bilindiği gibi değil, çok uzun bir on gündü aradan geçen. Bekârdı. Eniştesinin iki odalı gecekondusunun bir köşesinde kalıyordu. Eniştesi yoksul bir mahalle berberiydi. Çocuklarını doyuramıyordu doğru dürüst. Turan, on gündür erkenden kalkıyor, kimseye görünmeden evden çıkıyor, iş bulmak için İzmir'in altını üstüne getiriyordu. Üçte bir hafta gündeliklerinden biriktirdiği parasından yarım ekmek yüz gram zeytin alarak gün geçiriyordu. Yarının korkusuyla daha fazlasını harcayamıyor, akşamları bir şey yemeden eve geç dönüyor, ardından açlığını gizliyordu ablasından, eniştesinden. Dokuma işçisiydi. On iki yaşından beri on beş yıl dokumacı olarak çalışmıştı. Bu on günün başlangıcında sigorta doktorları işbaşı vermediler. Sendika ilişiğini kesti. Geçmiş yaşayışının bütün kapıları kapandı yüzüne. Kendisi sanatoryumdan iyileşmiş, hastalığını yenmiş olarak çıkmıştı ama, sanatı? Hastalığı öldürmüş, almıştı sanatını elinden. On gün İzmir sokaklarını sabahtan akşama dolaştı. O taş yapılı, kapısı bekçili, dört yanı duvar işyerlerinin hangisinin kapısından içeriye girebildiyse girdi. Her girdiği kapıdan, orasından burasından dinamitlenen kayalar gibi, umudunun bir parçası daha gövdesinden kopmuş ayrılmış olarak, eksilmiş, yenilmiş çıktı. Başı önünde gene sokaklara düştü. Toparlayabildiği bütün geri kalan gücüyle gene kapıları zorladı. İşverenlerin karşısında o acılı yüzüyle boyun büktü. Sigortasız olsun, kaçak olsun, daha düşük gündelikle olsun razıydı. Bir dönebilse gene tezgâhının başına. Olmuyordu, patronlar iş vermeye yanaşsa bile sendikalar dikiliyordu karşısına! Dokuma fabrikalarından umut kesince garsonluk, odacılık, bekçilik, otobüs biletçiliği aradı. Bir iş Allahım, bir iş! Alnında ter taneleri, bir karabasan görür gibi dolaşıyordu İzmir sokaklarında. Tek açlığını susturabileceği bir iş! Allah da kullar da duymuyorlardı Turan'ın içini yakıp kavuran sesi. Sabahları işe giden, öğle paydoslarında çalıştıkları fabrikaların duvar diplerinde kümelenen, akşamları işten dönerken fakir semtlere doğru karıncalar gibi akarak sokakları dolduran binlerce yorgun, soluk yüzlü işçi aralarında yer vermiyorlardı artık ona. Tanımıyorlardı onu. İçlerinden biri değildi artık o! Sendikalarından, sigortalarından adını silmişlerdi onun. Peki ama, bu kadar yıldır kendisi değilse kimdi onlarla birlikte pamuk tozlarını yutarak; fabrikaların kurumlu, rutubetli havasını soluyarak ciğerlerini çürüten? Kime el uzatacağını, kime sesleneceğini bilemiyordu artık. Tuttuğu dal kırılıyor, bastığı toprak kayıyordu ayaklarının altında. Sanatoryumda kaldığı günlerin alışkanlığı ile ne yapıp yapıp tartılıyordu her gün. Yarım ekmeğini, bir avuç zeytinini yedikten, kana kana suyunu içtikten sonra tartılıyordu. Tartıların ibresi her gün ağırlığından biraz daha kurtularak havalanıyordu korkulu bakışları önünde. Sanatoryumda o kilo aldığı günlerin sevinçleri, umutları bırakıp kaçıyorlardı Turan'ı. Tartının üstünden her inişinde korkunun, yılgınlığın kara kuşlarıydı başının üstünde dönen. Onuncu gün ölümün tırpanı gibi gördü tartının ibresini. Her gün biraz, her gün biraz koparıp alıyordu o tırpan gövdesinden. On günde altı kilo zayıflamıştı. Yaşamak için zeytin ekmeğin yanına her gün kendinden bir parça katıyordu. Kendini yiyordu açıkçası. O gün, yalnızlığından, çaresizliğinde kaçar gibi sanatoryumda kalan arkadaşlarının yanına attı kendini. Sabah kürünün sona ermesine yakın geldi. Dokumacı Ziya'nın ayak ucuna yığılır gibi oturdu. Eski arkadaşları hemen oğullandılar yöresinde. Hoş geldin dediler. Hatırını sordular. Durumunu anlayıp öğrendiler. Esmer, iri yapılıydı. Kısa karşılıklar veriyordu sorulanlara. Eski arkadaşlarını ağır ağır dolaşan bakışları yılgın, sesi yılgındı. Bir yangından, bir deniz kazasında boğulmaktan yeni kurtarılmış gibi bitkindi eski arkadaşlarının ortasında. On gün içinde bu kadar zayıflamasına şaşıran arkadaşları da bir kaza başında toplanmış gibi bakıyordu ona. Güray: - Nasıl işbaşı vermezler sana? dedi. Çıkarken aslan gibiydin… O, mırıldandı: - Vermediler işte… Bir öfke, bir başkaldırma havası sarıyordu konuşmalarını. Dökümcü Ali: - Sigortanın kârını düşünüyorlar, dedi. Alacakları prim eksilir diye ödleri kopuyor… Hamit soludu: - Bankaya, ticarete çevirdiler sigortayı. Para bizim paramız, geberen biz, yiyen, yaşayan onlar… Arkadaşları, o yıllarda, işçi sigortalarına nereden belâ olmuşsa olmuş üç beş doktora sövüp saydılar. Turan susuyordu gene. Kızmak bile gelmiyordu içinden. Çevresinde konuşulanları dinlemiyormuş gibi, bazen çevresindeki eşyaların beyazlığına, temizliğine, bazen sanatoryumun bahçesinin yeşilliğine takılıyordu gözleri. Sahiden bu cennette yaşamış mıydı on gün öncesine kadar? Bütün ömründe rahat bir yatak görmüşse burada görmüştü. Karnı doymuşsa burada doymuştu. Bütün ömründe hep hepsi burada kaldığı o dokuz ay. Arkadaşları sendikacılara saldırıyorlardı şimdi de. Ah, bir sağlam çıksalar, bir işbaşı alabilseler, hepsini atacaklar, değiştirecekler! Hepsi satılık, hepsi mideci, kuyruk sallayan cinstendi, hepsi cıvık çıkmıştı başlarına getirdiklerinin. Anlamışlardı anlayacaklarını ama, geç! Çok geç… O, yılgın bakışlarla hak veriyordu arkadaşlarına. Yavaş yavaş kendine gelir, yavaş yavaş başına toplananları tanımaya başlar gibiydi. Yemek zili çalınca birden ürkekleşti gene. Eniştesinin evinden kaçtığı gibi kalkıp gitmek istedi. Arkadaşları bırakmadılar. Bölüşeceklerdi Turan'la yemeklerini… Yemek gelinceye kadar Hamit ile Güray bütün hastaları dolaştılar. Turan'a yardım için para topladılar. Her hasta gücünün yettiği kadarıyla katıldı toplanan yardıma. Sanatoryumdan ayrılırken geçirdiği kazadan kurtulmuş gibiydi artık Turan. Sandığı kadar yalnız, kimsesiz değildi dünyada. Bakışlarında yeni yeni kıvılcımlanmaya başlayan bir umut ışığıyla, yarından tezi yok gezici satıcılığa başlayacağını söylüyordu arkadaşlarına…

  • Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım

    Ve bu benim Yani bir yalnız kadın Ve soğuk bir mevsimin eşiğinde Belirsizliğini anlamanın başlangıcında, tüm yeryüzü varlığının Yalın ve kederli umutsuzluğunu, gökyüzünün Güçsüzlüğünü, bu betona kesmiş ellerin Akıp gitti zaman Gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı Dört kez çaldı Aralık ayının yirmisi bugün Ve artık mevsimlerin gizini biliyorum Dakikaların söylediklerini Uzanmış yatıyor mezarında kurtarıcı Ve dinginliğe bir işaret gibi Toprak, barındıran toprak Gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı Sokakta rüzgar Sokakta rüzgar Ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum İnce sapları, kansız goncaları Ve bu veremli, yorgun zamanı Bir adam geçiyor ıslak ağaçlar altından Mavi damarları boynunun Kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan Yukarılara doğru Gelince tam karmakarışık şakaklarına Bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü “Selam! ” “Selam! ” Ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum. Soğuk mevsimin eşiğinde Ve yaslı buluşmasında aynaların Toplantısında kederli ve soluk yaşam deneylerinin Suskunluğun bilgisiyle döllenmiş günbatımında Nasıl dur emri verilebilir Sabırlı, Ağır, Avare Yürüyen bu adama? Hiç yaşamadığı nasıl söylenebilir, hiçbir zaman yaşamadığı? Rüzgar esiyor sokakta Yalnız ve içlerine çekilmiş kargalar Uçuşuyorlar yaşlı, kasvetli bahçelerde Ve tanrım ne kadar kısa Merdivenin boyu! Onlar bir yüreğin bütün saflığını Alıp götürdüler kendileriyle birlikte masallar sarayına Şimdi artık Artık nasıl fırlayıp dans edebilir insan? Nasıl dökebilir akan sulara Çocukluğunun saçlarını Ve koparıp kokladığı elmanı Nasıl ezebilir ayaklarıyla? Ey sevgilim! ey tek sevgilim! Ne çok kara bulut var güneşin şölenini kollayan! Sanırım uçuşu düşlediğin yolda göründü o kuş Ve sanırım hayal gücünün yeşil çizgilerinde Oluşan o taptaze yapraklar Sabah esintisinin isteğiyle nefes alıyorlar sanırım Pencerenin lekesiz belleğinde yanar gördüğün o menekşe Renkli alev Çocuksu bir lamba tasarımından başka bir şey değildi Sokakta rüzgar esiyor Yıkımın başlangıcıdır bu Ellerinin yıkıldığı günde esiyordu rüzgar Sevgili yıldızlar! Kağıttan yapılma sevgili yıldızlar! Esmeye başlayınca yalan gökyüzünde Nasıl sığınabiliriz yenik peygamberlerin surelerine? O zaman binlerce yıldır ölüymüşüz gibi karşılaşacağız ve Güneş Yargılayacak gövdelerimizin çürümesini Üşüyorum Üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınamayacağım Ey sevgilim! ey tek sevgilim “kaç yıllıktı acaba o şarap? ” Bak burada Ne kadar ağır zaman Ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi! Niçin hep denizin altında tutuyorsun beni? Üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum Üşüyorum ve biliyorum Bir yaban lalesinin kırmızı düşlerinden Bir kaç damla kandan başka Hiç bir şey kalmayacak yerde. Bırakacağım artık çizgileri bir yana Sayıları saymayı da Çıkacağım sınırlı geometrilerin odalarından Sezgi alanlarının genişliğine sığınacağım Çıplağım ben, çıplağım, çırılçıplağım Sevgi sözcüklerinin arasındaki sessizlikler kadar çıplak Ve aşktan benim tüm yaralarım Aşktan aşktan aşktan! Ben bu avare adayı Başkaldıran okyanustan geçirdim Patlayan yanardağlardan Ve parçalanmak: giziydi tüm gövdenin Güneşler doğdu parçalarından Selam ey masum gece! Selam çöl kurtlarının gözlerini bile inanç ve güven oyuklarına döndüren gece! Derelerinin kıyılarında söğüt ruhları Kokluyor baltaların sevecen gölgesini Düşüncelerin, sözcüklerin ve seslerin ilgisiz oldukları bir dünyadan geliyorum ben Ve ne kadar yılan yuvasına benziyor bu yeryüzü Seni öperken bile Düşlerinde darağacına senin için ipler ören Adamların ayak sesleriyle dolu Selam ey masum gece! Her zaman bir aralık var Pencere ile görmek arasında Niçin bakmadım niçin Bir adam yağmurlu ağaçların altından geçerken baktığım gibi? Niçin bakmadım Annem ağlıyor sandığım o gece? Bir acı duyduğum ve dölün biçimlendiği Akasya salkımlarının gelini olduğum Mavi çini sesleriyle dolduğu tüm İsfahan’ın Öbür yarım olan insanın içime geri döndüğü o gece? Aynada görüyordum onu Aynanın kendisi gibiydi temiz ve ışıklı Seslendi birden Ve ben akasya salkımlarının gelini oldum… O gece, annemin ağladığını sandığım Nasıl anlamsız bir ışık belirdi küçük pencereden Niçin bakmadım? Biliyordu tüm mutluluk anlarını Yıkılacak senin ellerin Ve ben bakmadım Açılan penceresinden saatin Yaslı kanarya dört kez ötünceye kadar Ötünceye kadar dört kez Sonra o küçük kadınla karşılaştım Gözleri simurg’un yuvası kadar boş Salınan kalçalarıyla yürüyüp götürdü Kızıllığını göz kamaştıran düşlerimin Kendisiyle birlikte gecenin yatağına… Yeniden tarayabilecek miyim Saçlarımı rüzgarla? Menekşeler dikebilecek miyim yeniden bahçelere? Ve pencerenin ardında duran Gökyüzüne sardunyalar dizebilecek miyim? Acaba yeniden dans edebilecek miyim kadehler üstünde? Kapı zili çağıracak mı beni yeniden bir bekleyişe? “Artık bitti” dedim anneme “Düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar… Gazeteye bir başsağlığı ilanı versek? ” Boş Boş ama güvenle dolu Bak dişleri nasıl bir marş söylüyor Çiğnerken lokmaları Ve nasıl yırtıyor Dikip gözlerini bakarken Islanan ağaçların altından geçerken nasıl Sabırlı Ağır Avare! Saat dörtte Tam o anda mavi damarları boynunun Kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan Yukarılara doğru Gelince tam karmakarışık şakaklarına Bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü “Selam! ” “Selam! ” Sen hiç Dört mavi lale Kokladın mı? Zaman geçti Zaman geçti ve akasyanın çıplak dallarına düştü gece Kaydı pencerenin camları ardından Ve soğuk diliyle Topladı tüketilmiş gündüzün artıklarını Nereden geliyorum ben? Ben nereden geliyorum? Kokusuna bulanmış olarak gecenin Henüz çok taze mezar toprağı O iki taze elin mezar toprağı Nasıl sevecendin ey sevgilim, ey tek sevgilim Nasıl da sevecendin yalan söylerken bana Kapatırken göz kapaklarını aynaların Ve avizelerin İncecik saplarını koparırken Götürürken beni karanlıkta aşkın ovalarına Bir susuzluk yangınından çıkan o baş döndürücü buğu Uzanır uykunun çimenlerine! O kağıttan yapma yıldızlar Dönüp duruyor sonsuzluğun çevresinde Niçin sözü sesle söylediler? Niçin görme’nin evine konuk ettiler bakışı? Niçin götürdüler okşamayı Kızlık saçlarının utangaçlığına? Burada bak, Sözle konuşan Bakışla okşayan Ve okşayarak dinginlik bulan o insanın canı Nasıl gerildi Kuşkuların çarmıhına Ve nasıl gerçeğin beş harfi olan Dallarının izleri beş parmağının Kaldı onun yüzünde! Nedir sessizlik, nedir, nedir ey sevgilim? Nedir sessizlik söylenmeyen sözlerden başka? Susuyorum ben ama dili serçelerin Doğa şenliğinde akan cümlelerin yaşam dilidir Serçelerin dili, yani: bahar. yaprak. bahar. Serçelerin dili: meltem. koku. meltem. Fabrikalarda ölüyor şimdi serçelerin dili Kimdir bu insan, caddesinde sonsuzluğun Yürüyen bir birlik anına doğru Ve yıllardır taşıdığı saati Kim bu, horozlar ötmeye başlayınca Doğan günün yüreği yerine Kahvaltının hazır olduğunu düşünen Kimdir bu insan, hem başında bir aşk çelengi Hem de çürüyen düğün giysileri içinde? Demek vurmadı sonunda güneş Aynı anda İkisine birden kutupların Ve çıkıp gitti Gövdeni dolduran çınlayışı mavi çinilerin Öylesine doluyum ki, tapınıyorlar sesimin üstünde… Mutlu cesetler Kederli cesetler Cesetler suskun ve düşünceli İnceliksever, giyimsever, yemeksever Belirli zamanların dudaklarında Ve kuşkulu zemininde gelip geçen ışıkların İstekle dolu boşunalığın çürümüş meyvelerini toplarken Ah, Ne kadar insan var kavşaklarda merakla olay bekleyen Tam da dur işareti verilirken ezilmiş olmalı Olmalı olmalı zamanın tekerleri altında Yağmurlu ağaçların yanından geçen adam. Nereden geliyorum ben? ''Artık bitti'' dedim anneme ''Düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar. Gazeteye bir başsağlığı ilanı vermemiz gerek...'' Selam ey tuhaf yalnızlık! Sana bırakıyorum bu odayı Çünkü her zaman kara bulutlar Peygamberidir yeni arınma sözlerinin Ve tanıklığında bir mumun Aydınlık bir giz vardır her zaman O gizi çok iyi bilir son uzun alev İnanalım İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına Bozgununa inanalım hayal gücü bahçelerinin Terk edilmiş, düşmüş oraklara Ve tutsak tohumlara. Bak nasıl kar yağıyor! Belki gerçek yalnızca o iki eldi Sonsuz kar altında gömülü o taze eller Gelecek yıl kavuştuğunda bahar Pencerenin ardındaki gökyüzüne Yemyeşil filizler çıktığında gövdesinden Sürgün verecekler yeniden ey sevgilim, ey tek sevgilim? İnanalım soğuk mevsimin başlangıcına

  • VEFALI EŞİN ARDINDAN

    Ahmet Taner Kışlalı 21 10 1999 tarihinde katledilmişti. Eşi Nicole (Nilgün)ise ondan önce 1995 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Ahmet Taner Kışlalı eşinin ölümü üzerine aşağıdaki duygu yüklü yazıyı kaleme almıştı. "Tanıdığımda adı Nicole´dü. Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye´ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu... Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay´a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni: - Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... Ben Tanrı´ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki! Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim. Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş. Ama sabredememiş “sürpriz”inin sonuna kadar... O gece “Kelime-i şahadet”i sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık “Nilgün Kışlalı” olduğunu kanıtlayan bir belge vardı. Ankara Müftülüğü´nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu. Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi. Her zaman çalıştı. Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda. Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu... Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi... Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı. Bütün insanları severdi. Ama O, artık “Biz Türkler”den biriydi; “onlar”dan değil. Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı. Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi. Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram´a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi... Ama benzer bir gereksinmeyi yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak. Onun için din, inanç ve iyilik demekti. Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı... Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme. “Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!” Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış. “Kültür Bakanı´nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan o. hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurtdışına kaçırtan da o! Evinde yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı. Sekiz sütun “haberler” Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... “İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kislali”, daha niceleri... Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi? Sevgi doluydu. Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi... Tanrı´yı severdi, Atatürk´ü severdi... “İnsan”ı severdi. Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi. Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı. O bir “insan”dı... 28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan. Piaf’ı ve Pavarotti´yi de beğenirdi, Sezen´i ve Gürses´i de. Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı. Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor: “Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek...” Nedense bana hiç söylememişti. Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü´ye açmış. O “olamayacağını” ne kadar anlatmaya çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu “rica”sını iletmiş... Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar... Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara´da yatıyor. Ve de benim kalbimde... Ahmet Taner KIŞLALI

  • Kızıl Kırmızı

    iki bin yirmi birinki öyle bir yazdı hiç böyle düşmemiştik ya ölecektik ya...!? ay parçalandı yıldızlar kırık ölemezdik bir hapaz bir hapaz daha avuçladık toplanan temiz kalandan humuslu toprağın mayası kalktık bağla kopar devamı var yağmurlar hariç karıldık üç eksi bir biz hayalet çamurumuz deniz yankısı kıvılcım uzakta yanıma kalan kanadımda akan kızıl kırmızı yeşil paltolarımız kıştan önce eskidi kendime iyi bak

  • ARSLAN

    Vedat Günyol’a Gölgesi ovaya düşmüş Bir arslan döner durur kafesinde Dolmaz gününü beklemek ne güçmüş Bir cezaevinin penceresinde Bir gezin iki gezin gün geçmiyor Otur memleketi düşün geçmiyor Temel tutmuş duygu hüzün geçmiyor N’eylesin arslanım esnemesin de Ne gündür düşmancasına seyreder Bir uyku kalmış tek sığınacak yer Güpegündüz gördüğü güzel düşler Ötesinde, bu günün ötesinde. Yücel, Ekim 1947

  • DOSTLUK BAĞLARI

    Karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır. Ayrılıklar benim yakınlarıma sevgimi tazeler, ev hayatımın tadını artırır. Değişiklik, arzularımı bir o yana, bir bu yana sürtüp kızıştırır. Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur. Hele karı koca dostluğunda, uzun bir iş ortaklığı dolayısıyla bizi birbirimize çekecek, hatırlatacak nice bağlar vardır. Gerçek dostluğun ne olduğunu bilirim; bildiğim için de dostumu kendime çekmekten çok, kendimi ona veririm. Ona iyilik etmeyi onun bana iyilik etmesinden daha çok istemekle kalmam; kendine her edeceği iyiliğin bana da iyilik olmasını isterim. Bana en büyük iyiliği kendine iyilik ettiği zaman etmiş olur. Bir yere gitmek ona hoş geliyor, yahut bir işine yarıyorsa, uzakta olması bana yanımda olmasından daha tatlı gelir. Kaldı ki haberleşmek olanağı varsa insan ayrı düşmüş de sayılmaz. Ben vaktiyle dostumdan ayrılmada yarar bile buldum. Birbirimizden uzaklaşmakla hayatımızı daha fazla doldurmuş, olanaklarımızı genişletmiş oluyorduk. Başka başka yerlerde, o benim için yaşıyor, keyfediyordu, ben de onun için. Hayatın tadını bir aradaymışız gibi çıkarıyorduk. Hatta bir aradayken birimizden biri işsiz kalıyordu. O kadar kaynaşmıştık ki ayrı ayrı yerlerde olmakla aramızdaki gönül birliği bir kat daha zenginleşiyordu. (Kitap 3, bölüm 9)

bottom of page