top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Kasaba Hüznümü Dayadığım Kanlı Duvar

    Acı...Dizelerinde imgeleri bilgeleştiren, dağa, bayıra, rüzgarla toza buluta savuran, gerçek ve katı bir acıyı canevinden geçirmiş... Kitabın sayfaları arasında dolaşırken, parmak uçlarıma bulaşan sessiz sessiz ağrımaları duyuyorum, akışına hüzün karışmış bir ırmağın hafızasını, haykırışlarını... çıkar bağrımızdan insana fazladan anlam kof kalkan topal coğrafyalarda çalkalanır umut uzaktan kör bakar kent ışıkları bağrına basar yoksulluğumuzu soğuk dünyadan ne kaldıysa artık cepte bölüşürüm ince bir ezgidir elbisem'' diye başlıyor 60. sayfa şiirine. 60. Sayfa şiiri diyorum, çünkü şair şiirlerine isim vermek yerine pusula olarak bir yıldız bırakmış sayfanın, her bir şiirin gecesindeki karanlığa, gökyüzüne. Bu arada doğru, Arsen EVEREKLİYAN'ın şiirlerindeki en belirgin duygu acı, ama şair bu duyguyu, bu süreğen, yüzyılları tutan kan kaybını, imgeleri ustalıkla kullanarak işlemiş dizelerinde. Şair, okuyan hemen herkesin anlayabileceği bir yazın dili kullanıyor yazarken, betimleme ve imgelere ağırlık vermesine karşın, oldukça yalın bir anlatım dilini yakalaması ayrı bir güzellik. Bu da okuyucuyu boğmak ya da yormak yerine, daha akıcı, bellekte iz bırakan bir okuma keyfi sunuyor. Ve devam ediyor Arsen EVEREKLİYAN, 60. Sayfa şiirine, ki dokunabilsin ademoğlunun zülfü yarine diye; ''bu kadeh senin şiirlerine murat abi ikincisi putine hayatımla solan derimi yüzüp güneşe astım lekedir bu ışığa hasret döl yatağı kurur içime kanlı eğilir tarihin omurgası yer kendince gök genişleyebildiğince aydınlık ya sonrası uzayıp giden hiçlik'' Arsen EVEREKLİYAN'ın kitabının ana yönelimi olan bu, nasıl, ne türden bir acı? Şairin şiirlerinde kanattığı, irininden ve sızısından kurtarmaya çalıştığı acı; ucu yüzyılları tutmuş, çeşitli kültürleri, insan sayılma, insanca bir yaşama ulaşma çabasını ve bu uğurda yaşanan azapları imleyen türden bir acı. Bu açıdan bakıldığında, kitabın toplumcu şiirlerden oluştuğunu, hali hazırda süregiden acıların tarihi geçmişiyle alabildiğine ilgili olduğunu, aslına bakıldığında tüm dünyayı sarmış olan bu acılar toplamının yer bildirimi olarak da, yaşadığı kasaba olan Everek 'i seçtiğini görüyoruz. Tabii şairin bakışı, yer yer tüm dünya coğrafyalarına da kayıyor, orada yaşananları da eleğinden geçirerek, taşlarını ayıklıyor ve bu taşlarla, kırk yıllık duvar ustası gibi şiirlerini örüyor. Bu söz ettiğim özelliği en iyi yansıtan örnek, 61. Sayfa dizelerinde karşımıza çıkıyor; ''göğe kaldırarak babam adımı koydu karıştı yazgım gambiya nehri'ne afrika sıcağını tuttu ağzım ben şarkımı söyledim ağladı gökyüzü ellerimi yıkadı o narin elleriyle sütünü ömrüme kattı annem'' Yine 60. Sayfa şiirinin son dizelerine döndüğümüzde şair, acıysa acı, öyle ki tamamını birden istiyor, sonrası için, bir an önce, daha güzel, yaşanası bir dünya diye...ve en son dizesinde de nokta atışını yaparak, okurun hafızasına, şiirin unutulmazlığına ilişkin iz atıyor; ''yaşamayı yarım bıraktım bu şidan er meydanı değil ama sen acılarımızın devamını getir ki bitsin acılar dizelerimizde çerkes çocuklar öksüz kalmasın kürt çocuklar öksüz kalmasın ermeni rum türk çocuklar öksüz kalmasın kalırsa da kalsın ellerimiz duasız bu mühim bir mesele değil insan allahsız da yaşar'' Okuduğumdan anladığım kadarı ile Arsen EVEREKLİYAN, serbest şiir türünde eserler üretmekle birlikte, kullandığı teknik, gerek birbiriyle ilgisiz görünen dizelerin birleşiminden hoş bir bütün oluşturması, gerek noktalama işaretlerini kullanmayışıyla, bu kitabında kübist yazım tekniğine oldukça yakın duruyor. Sonuç olarak da, konusu ne olursa olsun kulağımıza şiirden, hoş bir müzik fısıldıyor. Zeliha AYDOĞMUŞ

  • ELİNİ VER

    umut ay ışığı çığlıklarındaki bilinç gün bitimi çoban yıldızı zemheride güneşin kaldıracı durmak bilmez bir gezgin bitmez bir pınar o nehirler yol ararken kendine akşam olmasın gönlün gecenin ıssızlığı gündüzün telaşı beklendik mevsime gebe sabaha az var dışarıya çık kırlangıçların yakın uçuşunu izle şarkılar söyle sonra ses ver yanı başındakine şimşekler çakıyor gör yağmur var ardında akarsular coştukça denizler olacak hırçın dalgalarla taşan elini ver gökkuşağı olsun hayat biz istersek ne şarkılar sürgün ne aşklar illegal olacak biz istersek tezgahlar ışık görecek demiri eriten nasırlı ellerin yüzü rengarenk gülüşlerimiz olacak hava, su ve toprak yaşamı çoğaltan olacak biz istersek hayat hep böyle yaşanacak ne emek kuşatılacak ne de barış özlem olacak

  • Bir Katibin Ölümü

    Şahane bir geceydi ve şahane kâtip Ivan Dimitriç Çerviyakov, operanın koltuk bölümünde önden ikinci sırada bir yere oturmuş, elindeki opera dürbününün yardımıyla “Les Cloches de Corneville”yi zevkle seyrediyordu. Sahneyi seyrederken, kendisini yaşayan en mesut insan olarak görüyordu ki; aniden... Biliyorum, şu “aniden” lafı kullanıla kullanıla vıcığı çıkmış bir laf ama hayatın bir sürü sürprizlerle dolu olduğunu düşünürseniz yazarları pek de kınamamanız gerekir! Evet, aniden kâtibin yüzü buruştu, gözleri yuvalarında tavana bakarmışçasına yuvarlandı, nefesi kesilir gibi oldu... Yüzünü opera dürbününden ayırdı, koltuğunda iki büklüm oldu ve “Hapşuuu!” yani hapşırdı. Herkesin hapşırma hakkına sahip olduğuna hiç şüphemiz yok. Köylüsünden tutun da polis komiserlerine, hatta yüksek hâkimlere kadar herkes hapşırır. Aklınıza kim gelirse gelsin, hapşırabilir herkes. Çerviyakov, kendisini hiç de sıkılmış hissetmedi; cebinden usulca mendilini çıkarıp hafifçe burnunu sildi ve her kültürlü adam gibi hapşırmasının kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak içip etrafına bakındı. Ve işte o zaman utancından yerin dibine geçti. Zira tam önündeki koltukta oturan, ufacık ihtiyar bir adam, titiz bir şekilde dazlak kafasını ve ensesini eldiveniyle siliyor ve aynı zamanda bir şeyler mırıldanıyordu. Çerviyakov, ihtiyar adamı tanıdı: Ulaştırma Bakanı emekli General Brajilov. “Eyvah, adamın üzerine hapşırdım!” diyerek Çerviyakov dehşetle irkildi. “Gerçi benim şefim değil, doğru, ama yine de çok biçimsiz kaçtı. Hemen kendisinden özür dilemeliyim.” Çerviyakov hafifçe öksürerek öne doğru eğildi ve General'in kulağına fısıldadı: “Affınızı rica ederim, Beyefendi Hazretleri. Elimde olmayarak hapşırdım...” “Oldu bir kere, unut gitsin.” “Ne olur bağışlayın. Ben önceden tasarlamış filan değilim!” “Tanrı aşkına, lütfen sus! Bırak da operayı dinleyeyim!” Çerviyakov, her nedense bozulmuş, koyun gibi sırıtarak geri çekildi ve dikkatini sahneye çevirmeye çalıştı. Aktörleri seyre daldı, fakat artık kendisini hiç de yaşayan en mesut insan olarak görmüyordu. Pişmanlıktan içi içini yiyordu. Perde arası antrakta, Brijalov’un yanına yaklaştı, beceriksizliğini yenmek için biraz mücadeleden sonra, ıkına sıkına konuştu: “Beyefendi Hazretleri, üzerinize hapşırdım... Kusurumu affedin... Emin olun... elimde değildi!..” “Hey Yarabbii! Ben unuttum gitti bile. Niçin üzerinde bu kadar duruyorsun?” General’in konuşurken hırsından alt dudağı titriyordu. “Bir de unuttuğunu söylüyor. Hâlbuki gözlerinden belli ki unutmamış!” diye Çerviyakov düşündü ve şüpheli şüpheli General’den tarafa baktı. “Benimle konuşmak bile istemiyor... Ona elimde olmadan hapşırdığımı, hapşırmanın bir tabiat kanunu olduğunu açıklamam lazım... Yoksa üzerine tükürmek için hapşırdığımı sanabilir. Şimdi böyle düşünmese bile, belki sonradan fikrini değiştirebilir!..” Eve varır varmaz, Çerviyakov, karısına kaba davranışını anlattı. Fakat karısının hadiseyi son derece hafiften aldığına dair bir şüphe uyandı içinde. Gerçi karısı bir an için paniğe kapılır gibi olmuştu ama Brijalov’un “bizim” şef olmadığını öğrenir öğrenmez rahatlamıştı. “Yine de gidip özür dilemelisin.” demişti. “Yoksa senin bir topluluk içerisinde nasıl davranılacağını bilmediğinden şüphe edebilir.” “Benim de demek istediğim bu ya! Özür dilemeye çalıştım ama çok garip bir şekilde davrandı. Doğru dürüst bir şey söylemedi. Zaten fazla konuşmaya da vakit yoktu.” Ertesi günü, Çerviyakov, yeni yaptırdığı resmî elbisesini giydi, saç tıraşı oldu ve kaba davranışını izah etmek üzere Brijalov’u görmeye gitti. General’in kabul salonu ziyaretçilerle doluydu. General’in kendisi de oradaydı ve dilek sahiplerini masası başında kabul ediyordu. Birkaç kişinin isteklerini dinledikten sonra kuyrukta sıra bekleyen Çerviyakov’la göz göze geldi. “Dün akşam, Arkeydiy Opera’da, hatırlayacağınız üzere, Beyefendi Hazretleri...” diyerek kâtip söze başladı. “Ben şey hapşırdım ve şey kazara sizin üzerinize... Affınızı rica...” “Hey Tanrım! Bu ne saçmalık!” dedi General ve hemen arkasından: “Size ne gibi bir yardımda bulunabilirim?” diye sorarak kuyrukta bekleyen ziyaretçilerden birine seslendi. “Beni dinlemeye bile tenezzül etmiyor!” diye düşünen Çerviyakov sapsarı kesildi. “Demek bana kızgın... Bunu böyle bırakamam... Kendisine açıklamam lazım...” Son ziyaretçiyi de kabul edip dileğini dinledikten sonra General, hususi apartmanına gitmek üzere yola çıktı. Çerviyakov arkasından bir müddet takip ettikten sonra yaklaştı ve kekeleyerek mırıldandı: “Affedersiniz, Beyefendi Hazretleri! Son derece pişmanlık duyan kalbim beni, sizi tekrar rahatsız etmeye mecbur bıraktı. Beyefendi Hazretleri...” General, sanki neredeyse ağlayacakmış gibi acı acı bakındı ve elinin tersiyle git başımdan der gibi bir işaret yaptı: “Siz benimle alay ediyorsunuz, Efendi!” dedi ve kapıyı hızla yüzüne çarparcasına kapattı. “Alay etmek mi!” diye Çerviyakov kendi kendine düşündü. “Bunda alay edilecek ne var! Sözüm ona bir de General olacak, anlamıyor mu? Pekâlâ, öyleyse, ben de bu asil beyzadeye özür dilemek külfetine daha fazla katlanmayacağım. Şeytan görsün yüzünü! Bir mektup yazarım, ama bir daha asla ayağına kadar gitmem! İşte söz veriyorum, asla!” Çerviyakov evine dönerken böyle düşünüyordu. Fakat eve dönünce mektup dahi yazmadı. Düşündü, düşündü ve bir türlü yazacak şey bulamadı. En sonunda, ertesi günü, General’in evine gidip bu işi kökünden halletmeye karar verdi. “Dün sizi rahatsız etmemin sebebi, Beyefendi Hazretleri...” diye söze başladı. General’in sorgu dolu bakışları üzerine dikilmiş, devam etti: “Sizinle alay etmek değildi, Beyefendi Hazretleri’nin sandığı gibi. Buraya gelişimin sebebi, sizi hapşırmamla rahatsız ettiğimden dolayı özür dilemekti... Sizinle alay etmek bahsine gelince, böyle bir şeyi asla aklımdan dahi geçiremem efendim. Ne cesaretle böyle bir küstahlıkta bulunabilirim? Hem, eğer herkesle alay etmeye kalkışsak, kimsenin kimseye hürmeti kalmaz... Bilhassa büyüklerimiz için...” “Defol şuradan!” diye General havlar gibi haykırdı. Hırsından mosmor kesilmiş, zangır zangır titriyordu. Korkudan eli ayağı tutulmuş olan Çerviyakov: “Ne dediniz efendim?” diye fısıldayabildi. General hızla ayağını yere vurarak: “Defol!” diye tekrar haykırdı. Çerviyakov, sanki içinde bir şey kopmuş gibi hissetti. Arka arka kapıya doğru giderken, ne gözü bir şey gördü ne de kulağı bir şey işitti. Sokağa çıktı, sanki makineyle kurulmuş gibi yürüyerek eve geldi. Yeni yaptırdığı resmî elbiselerinin içinde yatağın üzerine uzandı ve öldü. Anton Çehov

  • Gelişin Bahar

    Hani geliyorsun ve geldin ya! Gelişin hep Bahar... Konuştuk ve konuşurken sayısız kere duydum sesindeki kuşları ya, gülüşünde hissettiğim güneş kadar bir sıcaklıktı; ısıttın ki, ısındım...Buralar ve yağmurları her zamankinden bereketli, koca yürekli artık. Hani geliyorsun ve geldin ya! Mevsimi, baharın bahar olduğunu anlıyorum...Gökyüzü senin ve bana ait sadece; pay ediyorum gecelere... Onca kalabalık içinde sürüp giden yalnızlığın süngüsü düşüyor, görüyorsun ya çoktan sindi bir köşeye. Bilmelisin arılar bal yapmaya daha da hevesli ve telaşta... Nasıl bir heyecansa, bu aralar örülmekte aceleci kelebeklerin kozası. Hani geliyorsun ve geldin ya! Meysiz bir sarhoşluk başlıyor zamanda ve mekanda...Ayak üstü düşleri paylaşıyoruz akşamdan kalma sabahlarda. Hep birlikte, el ele, göz göze, hatta diz dizeyiz; sofada, sahanlıkta ve eski bir düş evinin cumbasında. Hani geliyorsun ve geldin ya! Piyanodan notalar sızıyor, bir şarkı can buluyor, yaşı küçük bir peri kızının acemi parmaklarında. İşte hemen bir dans başlatmışız gelecek günlerin şerefine, eksik kalışlarımızı tamamlamak adına. Mutluluk adı, adı incelikli hayaller; bir ileri bir geri, dönüyoruz; rüzgarı ılık, tüy gibi hafif adımlarımızla. Hani geliyorsun ve geldin ya! Önce ellerin uyanıyor, kollarından bağımsızlar artık. Şarkımız söyleniyor, nefesimiz hararetli... dinleniyor sözcüklerimiz... Güneş ufuk çizgisinden kurtulduğu anlara sokuluyorum birazdan ve yeniden müzik; hadi başla! *

  • Yaratıcısına Âşık Kahraman

    Okuyup yazmak bambaşka bir şeydir, sıra dışıdır. Toplum çoğunluğunun içinde açan nadide bir çiçektir onlar. Hem okumak, hem yazmak… Yazmak, ise daha başka bir şeydir. Derler ya “söz uçar, yazı kalır” sözü doğruların yücesidir. Hem kalıcı olması, hem de dünyaya ulaşması demektir ki iktidar sahiplerinin huzurunu kaçırır, insanlığa ışık olan yazılar. Onların huzurunu kaçırınca yazanın da huzur içinde olması olası mıdır? Üstelik kimileri yazmasalar daha lüks bir hayat yaşayacakken, insanlığa ışık olmak adına hayatlarını zorlaştırmışlardır: Alın size Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Dostoyevski… Şerif Ali, yazdıkça yazdı, her yazdığı hikayede yeni kahramanlar yarattı: Esma Öğretmen, Âşık Hasan’ın Kızı Fatma, Mavi Pembe Hanım, Ramazan Öğretmen, Nuymar Nibron… Ve Derya Hanım. O bütün kahramanlardan farklı, onlardan ayrıdır. O yaratıcısına âşık olmuştur. Derya aynaya bakmaktan korkan, giyinip kuşanmayı beceremeyen biridir. Kısacık bir boyu vardır onun. Kadının albenisini, gösterişini çoğaltan pastel renkler yerine soluk, silik, gri, boz, fümedir tercihi… İnsanın yaşama sevincini yere çalan renklerde bulup buluşturur ne bulursa giyip dolanırdı. Pantolonu oturup kalkmaktan diz izi olmuş, sanırsın aylarca ütü yüzü görmemiştir! Şerif Ali, Derya’yı öyküsüne kahraman olarak seçtiğinde öyle bir değiştirmiş, öyle bir betimlemiştir ki tarifi imkânsız: Elma elma yanaklar, kiraz dudaklar, servi gibi boy, incecik bir bel. Kaş göz endam… yani bir içim su! Aynaya bakmaktan korkan Derya, Sappo’nun “ağacın en yüksek dalındaki narına” dönmüştür. Derya Hanım’a değerli olduğunu hissettiren yazarına, Şerif Ali’ye tutulmuştur. Dün ona kıymet vermeyen giyim kuşamına bıyık altından gülenler, onunla iki kelam etmek adına kırk takla atarlar adeta, lakin boşuna, Derya hiçbirine yüz vermez, o yazarına, yaratıcısına âşık olmuştur. Âşık olunmaz mı? Daha düne kadar bir Allah’ın kulu yüzüne bakmazken, uğruna şiirler yazılan biri olmak her kadına nasip olacak bir şey değildir. Yazarı ona: “Keklik sekişlim, ay yüzlüm, turna avazlım, bu güzel avazı Hazreti Ali’den mi aldın, ömrümsün benim…” der her fırsatta. Derya, Şerif Ali’ye yanmış, yakılmış, kör kütük sarhoş olanlar gibi kör kütük âşık olmuştur. Âşık olmaz mı, Anadolu bozkırından almış, Eliza Sarayının hanımefendisi yapmış, sanırsın tekmil Levanten köşklerinin sahiden hanımefendisi! Şerif Ali her öyküde yeni kahramanlar yaratır, yarattığı her kahramana olağanüstü yetenekler, olağanüstü güzellikler verir. Onları, narsis mi narsis biri yaparak narsisliğin şahikasına çıkarır. Derya da narsisliği zirvede yaşarken yaratıcısına sırılsıklam âşık olmuştur. Gerçekte her kahramanının ömrü öykünün uzunluğu kadardır. Derya’nın yazarına âşık olması, cellâdına âşık olma sendromundan hiçbir farkı yoktur. Öykünün sona yaklaştığını anlayan Derya, yazarını tehdit etmeye başlar. “Ya benimsin, ya da kimsenin, yeni kahramanlar yaratmayacaksın, okumayacak, yazmayacaksın; son kahramanın ben olacağım ve sen benim olacaksın!” “Onlarca kadın kahramanım var benim, her birine âşık olursam ben, ben olmaktan çıkar kendimi kaybederim. Doğrusun, yarattığım her kahramanı çok severim, öyküyü yazarken bir bakarsın âşık bile olmuşum; fakat o aşkın ömrü öykü nihayetine kadardır. Hiçbir kahramana ait olamam, aynen evlatları arasında tercih yapamayan anne gibiyimdir!” “Buna izin veremem, sen beni yok etmeden ben seni yok edeceğim, ya benim olacaksın ya da kimsenin!” “Ben kimseye ait olamam, ben kendime ait değilim ki sana ait olayım, benim içimde bir ben daha var, kısmen onun oluyorum. Bir bakıyorum o da boğuyor beni, özgürlüğümü elimden almaya çalışıyor, ona da bayrak açıp alıp başımı gidiyorum. Ben kendime söz geçiremiyorum, bir başkasının özgürlüğüme engel olması, nefessiz kalmam demektir!” “Kendi düşen ağlamaz, sen bir akrebin kendini imha etmesi gibi kendini imha ediyorsun. Göreceksin kadınların onurları ile oynamanın sonucunu, hele benden Avusturya Prensesi Sisi gibi bir güzel yarat, sonra da boyunduruğu kır, kaç; yok öyle, öyle yağma yok!” Akşam güneşi, ufuk çizgisinden aşmak üzere iken, gün batımının melankolik atmosferi coğrafyaya hâkim olmuştu. Serçeler, kumrular yuvalarına doğru hızlı hızlı uçuşun içinde girmişlerdi. Dünyanın akşam ezanı sırasında batacağı söylencesi ile ezanı süratle okuyan imam, bir artık namazı kıldırıp evine gitmenin telaşı içindeydi. Şerif Ali ayağına parmak arası terliklerini geçirmiş mahalle bakkalından ekmek almaya gider. Birden Şerif Ali’nin içine nedenini bilmediği, bir ürperti gelip beynine oturur. Bu ürperti, bütün keyfini kaçırır, öyle olur ki, nereye gittiğini bile unutur. Ne amaçla çıkmıştı evden, ne alacaktı bakkaldan? Birden Derya’nın öfke dolu gözleri ile karşı karşıya kalır. O kadar çok öfke biriktirmiş ki Derya, kin, nefret zirvede. Bir öykücülük olan Derya’nın ömrü besbelli bir öykü ile bitmeyecek, başka öyküler daha çıkaracaktı bağrından. Yazarına âşık olmuştu Derya, Şerif Ali’ye âşık olmuştu, cellâdına âşık olanlar gibi âşık olmuştu. Bir öykülük ömrü vardı Derya’nın, yeni bir öyküde yeni bir kahraman yaratacak Şerif Ali, şimdi o kahramana âşık olacaktı. Derya işini, gücünü her bir şeyi bırakır, Şerif Ali’nin evinin önüne karargâh kurup bir saniye bile gözünü ayırmadan, gözünü kırpmadan gözetler. Yeni bir öyküye yelken açan Şerif Ali, yeni kahramanı ile çoktan tanışmış, onun ruhuna hayat öpücüğünü kondurmuştur çoktan. Yeni kahraman dünyanın bilinmeyen uydusundan gelen Nuymar Nibron’dur. Yaratıcısının hayati tehlike içinde olduğunu gören Nuymar, bir telepati ile Berke’yi çağırmıştır bile. Berke, Nuymar Nibron’u dünyanın bilinmeyen uydusu Nujumar’dan dünyaya getiren uzay aracıdır. Kısa küt saçlı dünyalı kadına âşık olan Nuymar’ın işareti ile yaratıcısını alıp göz açıp kapayıncaya kadar yok olup gitmiştir. Rüya âleminden gerçek hayata dönen Derya, eski günlerde olduğu gibi mat renkli bluzlar, ütüsüz pantolonlar, tarak yüzü görmeyen saçlarla bir kenarda unutulmuş, melankolik, varlığından habersiz sifli sifli işine gidip gelmeye devam eder… 09.01. 2021 Salihli

  • SEVMEK İNSANLA BAŞLAR

    İnsanız ya her şey, sevmek bile insanla başlar. Hani o aşkla sevdiğin zamanları; deli divane olduğunu, bir bakışa, bir duruşa aşerdiğini hatırla. Ruhundaki o paslı kilit kırılmış, iyiye güzele dair ne varsa zincirlerinden boşanmıştır artık ve hiç olmadığın kadarsındır yaşamda... Gökyüzünü yeryüzüne kavuşturmak deseler, o bile ihtimal dahilinde. Çiçeklerin hepsini, ağaçları, hayvanları ve tüm yaratılmışları bir başka görmeye başlarsın, açılmıştır üçüncü gözün...Kutlayıp kutsamalısın kendini. Her şeyi bir başka dilde sevmeye adanmıştır yüreğin; aritmetiği yoktur, denklem kuranlarınki bilimsel içerik giydirilmiş, makro boyutta birer palavra. Artık sen duaları, dilekleri, ağzından çıktığı an makbul, kutsanmış bir varlıksın. İnsan ancak böyle sevebildiğinde başlar güneş kara bulutları yırtmaya, azgın fırtınalardan sıyrılmaya ve nihayet güz dallarına, kış ayazını bitimsiz baharlarla kuşatmaya. Zalimin zulmü olsa ve dimdik karşında dursa, tepeden tırnağa isyan kesilirsin ve tereddütsüz, hiç olmadığın kadar İNSAN! Hadi sev! *

  • PÜLÜMÜR'ÜN YAŞSIZ KADINI

    Pülümür'ün bir dağ köyünde gördüm onu Yaşını sordum bir giz gibi güldü Kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz. Yüzüne baktım bir giz gibi güldü. Bir asa vardı elinde, Bir solmuş krallığın Kadifeden harmanisi üzerinde Bir Hititliydi o bir Selçukluydu Bir Ermeni'ydi bir Kürt'tü Bir Türk. Yaşını sordum bir giz gibi güldü Koluma girdi bir soylu kadınca Tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini Beni tek gözlü sarayına götürdü Köy yapısı kulübesinin. Zamanı onda yitirdim ben, Yitik zamanlara onda eriştim En soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim. 1969 Bülent Ecevit ( 1925 - 2006 )

  • Rüzgarın Yırtık Yeri

    saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı, sen kimin yetimisin, kimi bekliyorsun durduğun yerde? sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece sarıp sarmalıyor seni, gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne. bak ömrün yarılandı, karanlığı kullanmayı öğrenmelisin. yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde, yara bere içinde morarıyor şiirlerin. artık tutunacak kimsen kalmadı, nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı. bütün ölümleri gör, birini evlat edin kendine. oysa sen, boş bir kabın taş darası. yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı. tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun. zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun gemilere bin, trenlere atla. kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan. ne kadar tıkasan kulaklarını, duymamaya çalışsan göğsünde bir titreşimdir konuşmaları. görmesen seslerden anlıyorsun. kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı. çakılısın buzdan çivilerle boynu bükük bir haçın üstünde. yerde buluyorsun kendini her sabah, yeniden gerilmek üzere, saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı daha ne bekliyorsun durduğun yerde? katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği, bilicinin ürpererek söylediği sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin, tırnaklarını denemek için yılanın deri değiştirmesini, gülüşün kurdunu, sineğini gözün; yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken, aksayarak yürüyen umudun arkasından gülün kanayan hüznünü gördün. işte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine toptan ve perakende, pantolon ütüsünün keskinliğine, bozulup bütünlenmesine paranın, mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne, yabancı işçiliğine martının deniz olmayan bir uzak ülkede, daha binlerce, binlerce şeye. yaz bunları ve imzala sana yetecekse. bana delik deşik bir yürekle pası küflü, çürümeyi söyle. yangın yerlerinin katran gözyaşlarını, bana göçüğün kırık kemiklerini, sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini ve bunlardan payına düşeni söyle. ne kadarı kaldı babandan, sen ne ekledin üstüne, acının sana getirdiği ürem ne? şair bana mutluluktan söz etme, beyaz baston kullanan bir dille. işte tanıksın daha nelere? testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye, keçe gibi kimi zaman, parlatmak için bakır kaplara sürüyorlar seni şair hiçbir tansık bekleme, dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde, sen ey gülünç ve deli mesih; ölmeyi bilmediğine göre, saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı pelteleşmiş yapışkan haçını ıslık çalarak sokaklarda sürükle. Metin Altıok

  • YAZGI KURMACA

    Biraz ağaç Biraz deniz Sonra kitaplarca sayfa Ağlara Yetmedi örümceğin aklını okumaya Ama dün Ama yarın Ama toprak hep gurultu aklımızda Yamalı sözcükler Vantroloğa göre bir senaryo bu Yazgı kurmaca Sormasam da söylense Vah kaç saat Ah kaç topaç karanlıkta Tik tak tik tak Harita yırtık Kurgulanan geniş zamanlı patlama #zeliş

  • Bir Mektup II - Halikarnas Balıkçısı

    (Mektuptaki imla türünden hatalar, yabancı kelimelerin fazlaca tekrarı, Azra Erhat'ın da kitabın ön sözünde değindiği üzere, Halikarnas Balıkçısının aslında eski yazıya hakim olmasından ve farklı kültürlerle bir arada yaşamasından kaynaklanmaktadır. Yine Azra Erhat, Balıkçı diye seslendiği yazarın anlatımında, en ufak bir anlam kayması olmasını istemediği için mektupları olduğu gibi kitaba almış, yabancı sözcükleri araştırma işini okura bırakmıştır.) 31 Mart 1957 Tarihli Mektuptan Alıntı (Devamı) İnsanlar çoktan beri hakikat diye bilip alışdıkları şeylerden kolay kolay kurtulamıyorlar. Dünyaya doğmak büyük bir «aventure», bir sergüzeşdir, hem de pek tehlikeli bir sergüzeşt. Bittel gibi adamlar insan hayatında «adventure of ideas»e mani olan adamlardır. Mesela Avrupa’nın durumu şimdi «kökleşmiş bir system değü» fakat betonarme gibi donmuş bir anarşidir. Dante’nin Cehennemi’nde insanlara azap çekdiren zebaniler vardı, şimdiki cemiyetdeki gibi 'her insan komşusunun zebanisi değildi ya. İşte bu adamların «rigid» diyeceğim kafaları adamakıllı formalize oluyor. Bak anlatayım. Schliemann’dan önce doğmuş olsaydı, bu Bittel, Schliemann hakkında, «Hah! hah! güleyim size, demek ki bir şairin şiirinde bahsetdiği Truva Savaşı’m hakikat sayıyorsunuz ha?» derdi. Bugün Bittel’in Truva hakkındaki malumatı muhakkak ki Schliemann’ınkin- den üstündür. Fakat Bittel, Schliemann’ın yapdığmı yapmak- dan ödü kopardı. Bunlar kendi dar mıntakalarından (yani kendilerinden önce bir fikir sergüzeştçisi tarafından keşfedilmiş bir ülkenin bir köşeciğinden) dışarı çıkmağa korkarlar. Araştırmaları o dar mıntıkaya inhisar eder. Schliemann bir peygamberse Bittel bir papazdır. Birisi hayatla süren dal, ötekisi budayıcı bağçevan. Biliyorsun bunlar Truva yok derken Schliemann dokuz tanesini meydana çıkarıverince, Homerik Truva’nın hangisi olduğunu bulmak için bu Bittel gibileri birbiriyle Truva Savaşı’nı gölgede bırakacak suret- de boğaz boğaza geldilerdi. Hane ya Truva yokdu? Homerik Truva da kadın elbiseleri modasına benzedi! Geçen seneye kadar altıncı Truva Homerik idi. Geçen seneden beri yedinci Truva oldu; belki bu yedinci Truva BitteTin marifetidir, yahut o Profesör cenabının bu işde ilmi hıssası vardır. Bundan yirmi otuz yıl Önce bir hikâye okumuşdum. Hatırımda kalanlar şunlar. Klasik etüdlerin bir profesörü, — malumatlı ve saçlı sakallı bir adam — talebesinden bir sempatik çocuğu beraberine alıp otobüse biniyor. Otobüs malum yolu üzerinde giderken birdenbire havalanarak meçhul bir diyara geliyor. Hep tanıdığı yerlerde gitmeğe alışkın olan profesör korku içinde. Geldikleri yerde koca bir çağlayanın gök gürültüsünü andıran akışı duyuluyor. Hem karanlık bir zemin üzerine boyuna alemsemalar sanan bir musiki. Ta aşağıdan devasa bir kahraman kalkıyor. Karanlıklardan yavaş yavaş irkilen Aşil’dir. Aşil çocuğa ve profesöre tanrılar tarafından yapılmış koca kalkanı uzatır. Profesör korkuyla titre- mekde ve saçını başını yolmakda, çocuğa «Aman kalkana binme!» diye bağırırken kendi hesabına da «Aman beni yerime getirin, kitaplarıma, etüdlerime, odama döneyim,» diye yalvarır. — Schliemann ile Bittel bahsine döneyim. Burada bu isimler yani Schliemann ve Bittel sembolikdir. Bunu sana söylemeğe lüzum bile yok a, söyledik işte. Bana kalırsa birisi Dionisyak, öteki akademik ve Apollinyen’dir. Birisi Kristof Kolomb, öteki alelade bir ticaret gemisinin kaptanı. Birisi yolu açan, öteki açılmış yoldan giden. Bana kalırsa meselâ Schliemann gibi sergüzeştçi kafalı olanlar meçhullere korkusuz dalarlar. Karanlık bir ormanda yol açarlar. Ötekiler açılmış şosede yürürler. Hane Nâzım Hikmet’in bir şiiri var: Boş bir konserve kutusu denizlerde inip çıkar. Bir şeyi isbat etmek için yazılmamış, şöyle bir manzara göstermek için. Ona, o boş konserve kutusuna biraz insan şuuru koy, kutu, «Okyanosu ben armonik gibi indirip yükseltiyordum» derdi. Bu Bittel gibilerinin de çekilmez gururları öyledir. Herif Truva ve Homer’i icad ettiği fikrindedir. Vallaha! bazen ben açıklıklardan korkmayan mesela Kristof Kolomb gibi dahileri düşünürüm de, bunların ışıkları — gemi tasavvur etsem, «guardiya prova» feneri gibi — başda değil fakat kıçlarında diyeceğim geliyor. Yani bunlar daha ziyade ateşböceklerine benzeyorlar. Karanlıkda seyahat ediyorlar, amma ardlarındaki ışıkla yol gösteriyorlar. Yaradılışın ne müthiş icadıdır o ateşböceği — tenasül aletine şimşek çakdırsın, ardına deniz feneri takıp, şimdi yanıp şimdi sönerek, karanlık varlık engininde yol arayan hemcinslerine: «İşte bekanızın yolu buradadır!» desin. Neyse Bittel ve Mittel’i bırakalım, zaten maksadım hiç de şahsi değildi. Daha ziyade «attitude» dü. Bu durumlarının bir noksanı da daha engin ve daha esaslı bir «notion»dur. Hakikatten güzelliği ayır, cascavlak kalan hakikat ne iyidir ne kötüdür yahu. İki kerre iki dört eder! Etmezse hatırım kalır, kim söyledi ona etmesin deye! Fakat Euklid’in bir müsellesin zaviyei kaimesinin karşısındaki dal’ ın ete isbatmda bir temizlik, bir güzellik vardır. Fakat profesör efendinin cart deye «dogmatique finalité»si çekilir mi yahu? Zaten Suriye ve o tarafları İbrani, Hıristiyan, ve Müslüman dogmatizmleriyle dünyayı hâlâ tıabire boğaz boğaza getiriyor. Klasik dünya, hayatı estetik bakımdan görmekle yerden göğe kadar haklıydı. Sonra bunlarda «humor» yok. Herifler en evvela kendileriyle alay etmesini öğrenmeli. Şu Wagner’in Maîtres Chanteurs de Nurenberg diye operası var ya... O sıralarda yaşayan bir kompozitörle o piyesde alay eder Wagner, ihtiyar kompozitörü taklid ederek. Zavallı ihtiyar her gece gider ve kendisinin karikatürize edilmesine herkesden ziyade gülermiş. Ne sempatik adam! Yani bizim hükümet gibi şahsiyeti maneviyesine tecavüz etdi diye kızmak yok. Gülüş çok ehemmiyetlidir. Dogmatizmde hükümetin haysiyeti maneviyesi vardır, yani bir ciddilik, bir asık suratlılık vardır. Bu ciddilik ve asık suratlılık tabii olmadığı için çekilmez, insana af ağanlar gelir yahu! Öyle İngiliz tabancası gibi otur! çekilir mi? Biraz uzadı mıydı da, gayri tabii olduğu için sahteleşir, işte o zaman büsbütün çekilmez. İşte o zaman hakikat haza hakikat olur, salt hakikat! saf hakikat! Biliyorsun ya klasikler trajedilerinden sonra, mutlaka bir satyr piyesi oynarlardı; ve bu piyes trajedideki tiplerle değilse, piyesin asıl konusuyla alay ederdi. Hakikata hörmet ne kadar lazımsa hürmetsizlik de o kadar lazımdır bence. Boyuna hörmet edilir durulur mu yahu? İnsanı delirtecek suretde sahte olur! İnsanın alimallah tepesi atar. Hiçbir hakikatin — gülüşü tard etmek suretiyle — hayatın topunun üstüne abanmağa hakkı yokdur. Onun için sen de Bittere gül, hakkındır. — Güzellikden bahsettim. Ben bu tabiri majuscule harflerle kullanmıyorum. İstanbul'da dikkat ediyorum, bu şeyi bazıları öylesine intellektualize ediyorlar ki deme gitsin. Güzelliği insan tabii olarak karşılamak. Yani duyguları, öyle yaradılışın bir yamacındaki bir demet ot gibi doğrudan doğruya toprakdan gelmiyor, kitapdan geliyor. O kitabı kaldırıyorsun, altında bir kitap da'ha. Halikarnas Balıkçısı - Azra Erhat Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı Derleyen : Aysu AFYONLU

  • Aynanın Önünde

    Altmış beş yıl - Bir ömür bu bir uzun - Yoksa önce mi biraz Yazdı kuşkusuz ilkyaz Saksılara uzak duran gelinciklerden Anneme götürdüğüm o demet Bir küçük bulut parçası alev alev Yeşil yapraklar içinde kızıl İsyan bayrağım oldu zamanla Aynanın önünde Solgun sarı Mor çiçekli Kale işi Küçük vazomuzun içinde Nasıl da durdu bunca yıl Ne ben Ne de ah benim güzel annem Elimiz değip de bir yol Suyunu yenilemedik Aynanın önünde Bakın duruyor işte Duruyor o ilk günlerdeki gibi Görüyorum salınıyor ara sıra Bir o yana bir bu yana Eski uzak günlerimizde kimi zaman Kimi zaman bu günlerimizde Aynanın önünde Ayaklanan bir şarkı duyulur bazen Bir devrim şarkısı Marseyez gibi Yıldız kayar ay seslenir bir gemi geçer Çiçekler de seslenir derinden Derinden çok derinden Kederi çevrensiz sessizliğimizden Nohut oda bakla sofa evimiz Bir yıkıntıdır çoktan Nasıldı o eski deyim İşte öyle "yer ile yeksan" Denizden kopup gelen sert poyraz İstenmeyen bir konuktu Kapımızda penceremizde O günler nerede nerede nerede Dalıp dalıp gidiyorum Zaman zaman Her şey bıraktığım gibi uzaktan Bu uzun yaşam boyu hep böyle Eksiği yok orada hiçbir şeyin İşte her şey yerli yerinde Kapımızda penceremizde Aynanın önünde Durup dururken Ve de birden Pusula bekleyen yıldız karayelde Ayaklanan şarkı savruluyor Savruluyor kızıl gelincikler Kırlangıçlar martılarla birlikte Bulutsuz Gelibolu göklerinde Alev alev o bulut Göndersiz bir bayrak savruluyor Hoyrat ses duyuluyor kargaşa bitmez - Unut unut unut Çok yaz İlkyazlarda Yabanıl gülleri beyaz Uzun ovamızda bizim Bol yapraklı Ece ovamızda Ya da Marmara'yı Akıntılı Boğaz'ı öpen Dışdeniz'e "Nam-ı diğer" Saros körfezine hasret Ekininden geçilmez kırlarımızda İçerimde o çevrensiz keder Önlerine çıkıyorum sessiz soluksuz Güneşte bir yağmur Bir sağnak gibi birden Yeniden sonra yeniden Bir yerlerde isyan bayrakları yükselir Bir devrimin şarkısı ayaklanırken Kıpkızıl gelincikler derliyorum Evimizin güzelim vazosunu Bir gün bile çiçeksiz bırakmıyorum Aynanın önünde Annem benim Nasıl inanırım ben buna nasıl Yoksa nasıl dayanırdım onca yıl Kız kardeşim Biricik kızım Sevdalım O hep üşüyen O hep yoksul Otuz yedisine bile gelmeden Ah o yiten yiten yiten Gülümsüyor işte ben görüyorum Gülümsüyor bilinmedik bir yerden Ötelerden çok ötelerden Uzaklardan çok Aynanın içinden Sonsuzluk sonsuzdur kim bilmez Aydınlıktır Dilerim mevsimi tektir Tektir hep yaz Ah ilkyaz Arif DAMAR Türk şair. Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebeyli köyünde 23 Temmuz 1925 günü doğdu. İlkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulunda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesindeki öğrenimini iki yıl sonra bıraktı. Doğum tarihi ve yeri: 23 Temmuz 1925, Gelibolu Ölüm tarihi ve yeri: 20 Ekim 2010 (85 yaşında), İstanbul Evlilikleri: Meriç Tülin, Nahit Fıratlı Anısına Saygıyla... Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynak : vikipedi

  • Harfler Uzasın

    güvercinin kur yapmasına özdeş bir tümsekten aştık alkışlamalı kalkışmalı özde kardeş sözcükler bir aşktır ki bir aşk kaç kere gün görmüşse dünya çokluk gece sayılmasın sen ve sevişmelerimiz harici bir gezegende bir türlü açıklayamayış bu insafsızlıkları geçtik insansızlıkları seçebiliyoruz artık ormanlar sana eşlik etmişti ateş ateşe anımsa onlarla yanan hatıraları hüzünlerin özetini çıkardığında yaşamdır, yaşamak yükünü tutmuş bir anlam kayması ellerden önce gelir her şeyden önce ve baş boş zihinlerde barut lekesi pupa yelken kış demeden harfler uzasın, açılmalı Hasan AYDIN

  • Karanlıkları Bıçaklayan Adam

    O gün, nöroloji polikliniğinin koridorlarında iğne atsan yere düşmezdi. Koridorlardaki oturma bankları hasta ve yakınlarıyla dolup taşıyordu. Seksenini geride bırakmış, bir zamanların bu başı dik, yiğit, devrimci öğretmeni, burada, hastanenin nöroloji polikliniğinde, sırtını koridorun duvarına vermiş; budaklı, kalın bastonuna azametle dayanmış, kartal gibi keskin bakışlarıyla çevresini gözlemlerken muayene sırasını bekliyordu. Memuriyetten gelen alışkanlığıyla yüzü her zamanki gibi tıraşlı, pırıl pırıldı. Süt beyazı saçları yana özenle taranmıştı. Yanında onu yalnız bırakmayan elli beş yıllık eşi vardı. Dayançlı, özverili, sıkıntı ve üzüntülere göğüs geren, dostluğu ve bağlılığı içten olan bu kadın, iyi gününde kötü gününde onunlaydı hep. Uluçınar’ın bir ara gözü karardı, düşecek gibi oldu. Tansiyonu yükselmiş olmalıydı. Başı dönüyordu. Durumunun ayırdına varan eşi hemen imdadına yetişti; kolundan tuttu, destek verdi. Uluçınar’ın bu durumunu fark eden kırklı yaşlardaki kadının biri, oturduğu banktan kalkıp yerini verdi ona. Oysa oturanların çoğu gençti ama kimsenin umurunda değildi. İnsanlar nasıl bu kadar değişmiş, bu denli acımasız olmuşlardı? O, öğrencilerini böyle mi eğitip öğretmiş, böyle mi yetiştirmişti? İlkokulda -o zamanlar beş yıl- her sabah okutulan andımız boşuna mıydı yoksa? Hiç mi ders alınmamıştı, alınmayacaktı? Andımızda “…küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…” diye söylenen o sözlerin hiç mi kıymeti harbiyesi yoktu? Öğretmenliği boyunca iyi insan yetiştirmek için boşuna mı oradan oraya sürülmüş, kıyımlara uğramış, sık sık bakanlık emriyle açığı alınmıştı? Ve yine ataması boşuna mı yapılmıştı bakanlıkça adı sanı olmayan okullara? Daha bu atamaların ilkinde uyanık davranmayıp işin üstüne gitmesiydi, açığa düşürülüp işine son verilecekti. O gün, eline tutuşturulan atama belgesindeki olmayan okula, aynı gün milli eğitim müdürlüğü ve kaymakamlıkta “Fehim Sadık’ın tayin evrakındaki adı geçen kazamızda, bahis konusu edilen böyle bir mektep yoktur.” şeklinde tutanak tutturmasaydı, öğretmenliği çoktan elinden alınmış olacaktı. O zamanlar, siyasal iktidarların yıldırma politikalarına karşı bu savaşımları boşuna mı vermişti? Anlamakta zorlanıyordu. Evet, teknoloji gelişmiş, insan yaşamı kolaylaşmıştı. Kolaylaşmasına kolaylaşmıştı ama bunun yanında sevgi ve saygı da yok olmaya başlamıştı. Bir şeyler kazanılırken bir şeyler de yitip gidiyordu. Asıl buna üzülüyordu Uluçınar. Nasıl üzülmesin? Otuz yıla yaklaşan öğretmenlik yaşamında, öğretimden çok eğitime ağrılık vermiş; nice değerli bilim insanı, öğretmen, sanatçı ve aydının yetişmesine önayak olmuştu. Neredeydi bu insanlar şimdi? Yoksa onlar da mı düzenin çarkına ayak uydurmuşlardı? Böyle düşününce yüreğine bir sıkıntı gelip oturuyor, boğazı düğümleniyordu. İçinden “Yok yok! Bunlar bizim kuşağın yetiştirdiği öğrencilerden değil. Olamaz! Bunlar olsa olsa kapitalist düzenin çarklarına ayak uyduran, sözde öğretmenlerin yetiştirdikleri öğrencilerdir.” diyordu. Baş dönmesi geçince ayağa kalkmak istedi, karısı hemen koluna yapıştı: -N’oldu? -Yok bir şey. -Öyleyse niye kalkmak istedin? -Biraz toparlandım da… -Ee? -Kadına yerini vereyim diyorum. Olaya tanık olan kadın: -Yo yo! Rahatsız olmayın, dedi. Demesine dedi; ama Uluçınar yine de sıkıldı. Tekrar teşekkür etti. Eskiden onu tanıyanlar, kendisini görünce hemen ayağa kalkar, kimileri ellerine sarılırlardı. O zamanlar yine kim olursa olsun, ayakta durmakta zorlananlara yer verme yarışına kalkışırlardı. Yine o zamanlar, şimdiki gibi bir durum olsaydı çoğu yerinden kalkar, yer verme yarışına girerlerdi. Onlar, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi gösteren, geleceğe umutla bakan insanlardı. Aradan yıllar geçmiş, devri devran değişmişti. Bilim ve teknolojide ilerleme yaşanırken insanlıkta geriye gidilmişti. Şimdi herkes “Sen sensin, ben benim!” diyordu. Biz nasıl böyle bir toplum olduk? Bu duruma nasıl geldik? O saygı, sevgi gösterilen yıllar gerilerde kalmıştı. İnsanlar geçmişlerini unutmuşlardı. Hayret bir şey! İnanılacak gibi değildi. Yozlaşma dedikleri sanırım buydu. Önünden geçen oğlu, kızı, torunu yaşlarındaki doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, görevli memurlar başlarını çevirip de bakmıyorlardı bile. Yalnız ona mı? Hiç kimseye… Bir gün gelip onlar da yaşlanınca elden ayaktan düşmeyecekler miydi? Hep öyle mi kalacaklardı? Böyle bir dünya var mıydı? Dur bakalım, düşmez kalkmaz bir Allah! Onlar da biliyordu bu gelip geçici, ölümlü dünyanın kendilerine kalmayacağını; ama ne yazık ki dünyevi arzularına yenik düşüyorlardı. Şimdi sağlıkları yerinde olan bu düşüncesizler, ayrıcalıklı mı kalacaklarını sanıyorlardı? Kimdi bunlar? Ne sanıyorlardı kendilerini? Hangi yüksek görevlerde bulunmuşlardı da böylesine çalımlı, böylesine pervasızdılar? Şu an karşılarında ülkenin dört bir yanında eğitimcilik, idarecilik yapmış, binlerce nitelikli öğrenci yetiştirmiş biri vardı. Bu yetiştirdiği öğrencilerden onlarcası, belki de yüzlercesi devletin üst düzeylerinde görev almışlardı. Bunların içlerinde milletvekili, bakan, müsteşar, genel müdür; doktor, avukat, mühendis, mali müşavirler vardı. Şimdi Uluçınar, bu öğrencilerinden birileriyle burada karşılaşsa onlar, önünde saygı ile eğilir, hatırını nasıl sayarlar, bir bilseniz… Hele bir de üst düzey devlet görevlilerinden biri denk gelirse o an hastaneyi birbirine katar, kalıbımı basarım. Boğulacak kadar öfkelendi. Sinirinden eli ayağı titredi. -Ciğersizler, diye mırıldandı. Mırıldanışını duyan yanı başındaki karısı kulağına eğildi: -Bir şey mi söyledin? Kendini tutamadı: -Bir şey değil, söylenecek çok şey var amma… Amması vardı işin. O yıllar gerilerde kalmıştı. Hiç unutmuyor, Güneydoğu Anadolu’nun bir ilinde öğretmenlik yapıyordu. Bir gün okula milli eğitim müfettişi denetime gelmişti. Türkçe dersindeydi. Belinde altıpatlar tabancası vardı. Tahtada, öğrencilerine ders anlatıyordu. Denetleme sırası onun dersine geldiğinde, müfettiş kapıyı çalıp içeri girmiş, girer girmez belindeki tabancayı görünce şaşkına dönmüştü. Sonra kendisini dışarı davet etmiş, buna neden gerek duyduğunu sormuştu. O zaman, Uluçınar müfettişe şunu söylemişti. “Müfettiş Bey, buraları Anadolu’nun başka yerlerine benzemez. Bir kez buradaki bazı öğrencilerin yaşları büyüktür; ama nüfus kayıtlarında küçük görünürler. Bu tip öğrencilerin kimlikleri sonraki yıllarda -yeni doğmuş gibi- çıkarılmıştır. Kimilerinin de yaşları küçüktür, ama ölen kardeşlerinin kimliği verildiği için büyük görünürler. Bu kimliklerle okula kaydedilmişlerdir. İçlerinde ağa ve aşiret beylerinin çocukları da vardır. Bunların bazıları kan davalıdır. Bu nedenle kendilerini korumak için silahlanmak zorundadırlar. Buralarda silah çok önemlidir. Ben de bu yola başvurmak zorunda kaldım. Eğer öğrenciler güçsüz olduğunuzu anlarlarsa tepenize binerler. O zaman ne söz geçirebilir ne de doğru dürüst ders verebilirsiniz? Evet, bir eğitimciye böyle bir şey yakışmaz. Biliyorum ama koşullar sizi bu tür önlem almaya zorluyorsa, o zaman bunu uygulamak zorunda kalırsınız. Yoksa yaşayamazsınız. Bilmem anlatabildim mi?” Uluçınar’ın konuşmalarını ilgiyle dinleyen müfettiş şaşırmıştı. Kulaklarına inanamıyordu. Anlaşılan Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun kendine özgü töresi, kültürü, ahlak anlayışı, farklı yaşam koşulları olduğunu bilmiyordu. Uluçınar’ın eşi, kocasının birden taşıp ortalığı allak bullak etmesinden korkuyordu. Bu nedenle kocasını hep alttan alıyor, öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu. -Üzme kendini, sinirlerin yıpranıyor. -Canımı sıkıyor tavırları. Meydanı bunlara boş bırakmamak lazım. -Aman gözünü seveyim. Sık dişini. Biraz sonra sıramız gelir… Uluçınar derin bir nefes aldı, ardından lâhavle çekti. Ona kalsa, dişini sıkmayacak, onlara hadlerini bildirecekti; ama karısını kırmak istemiyor, sabrediyordu. Sonunda dayanamadı, patladı. Kıyılarını döve döve, taşlara çarparak köpüre köpüre akan coşkun bir ırmak gibi şişti şişti, yüksek sesle söylenmeye başladı: -Bunlar kendilerini ne sanıyorlar? Yaptıkları işten başka ne biliyorlar? Kaldı ki çoğu da işini doğru dürüst yapmıyor. Yaşamları boyunca kaç kitap, kaç dergi, günlük kaç gazete okudular acaba? Zaten okusalardı böyle olmaz, böyle davranmazlardı. Aydınım diye geçinen bunların topunu cebimden çıkarmazsam ben de hiçbir şey bilmiyorum. Gelip geçenler, Uluçınar’ın konuşmalarına ilgi göstererek ikişer üçer kişilik guruplar halinde çevresini almış, sözlerinden kimleri hedef aldığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Oysa yıllardır burada, bu kentte oturuyordu. 12 Eylül Darbesinin hışmına uğramış, öğretmenlikten zorla emekli edilmişti. Son yıllarda, yaşlılığı ve rahatsızlığı nedeniyle toplum içine pek çıkamadığı için âdeta unutulmaya yüz tutmuştu. Bu nedenle son zamanlarda yeni kuşak tarafından pek tanınmıyor, bilinmiyordu. Fakat gene de dağ gibi bir adamdı. Zorla emekli edildikten sonra, genç yaşlarda başladığı yazın yaşamına bu kez daha da hız vermiş, arka arkaya yapıtlar üretmeye başlamıştı. Şu ana dek yazdığı şiir, öykü, roman ve oyunlar iki elin parmak sayısını geçmişti. Bu yapıtlar, bir zamanlar, ülkenin belli başlı sanat ve edebiyat dergilerinde yayınlanmış, bunlarla birçok yerel ve ulusal ödüller almıştı. Bunların içinde en önemlilerinden biri de Cumhuriyet gazetesince verilen “Yunus Nadi Ödülü” idi. Uluçınar’ın öfkesi yatışacağına daha da artıyordu. Kendini tutamıyor, sözlerini makineli tüfek gibi saydırıyordu. Hastane görevlilerine verip veriştirirken sırasının geldiğinin, poliklinik muayene kapısının üstündeki ekranda adının geçtiğinin farkında bile değildi. Kulağı ağır işittiği için yüksek sesle konuşuyordu. Karısı da kocasının başına toplanan kalabalığa kendini kaptırmış, meraklı bakışlarla onları izliyordu. Ta ki genç bir erkeğin ekranda çıkan Uluçınar’ın adını yüksek sesle okuyana dek. Kadın kocasının adını duyar duymaz koluna yapıştı. Sonra kulağına doğru eğilerek: -Sıramız gelmiş, dedi. Sıramız sesini duyan Uluçınar, birden karısına dönerek: -Ne? Sıramız mı gelmiş? -Evet, evet! dedi kadın telaşla. Kocası ayağa kalkarken karısı, kolundan tutup yardım etti. İçeriye birlikte girdiler. Nisan 2019 Çiğli/İzmir

  • Yaşamsal Bir Eylem - Yazmak

    ' 'Yazarın doğal işlevi, kitaplarıyla düşünce ateşleri, kurulu düzeni tartışma ve yadsıma ateşleri yakmaktır. Bıkıp usanmadan başkaldırmaya, kargaşaya çağırır, çünkü yaratım yoksa insani hiçbir şey yoktur, ama her yaratım rahatsız eder. Bu nedenle yazar durmadan kovuşturulur ve ezilir. Ayakta yazmak gerekir, dizleri üstüne çökerek değil.'' Michel TOURNIER böyle diyor. Okuduktan sonra, yazan biri olarak ister istemez düşünüyorum. Ben bunları, hepsini geçtim, hiç değilse içlerinden birkaçını olsun yaptım mı ya da yapmaya çalışıyor muyum? Dünyamda, ülkemde olup biten eylemlerin hangileri beni rahatsız ediyor, bunları yazıdıklarımla, şiirlerce ve özgürce bağırabiliyor muyum? Evet, kesinlikle kendi iç sesimle, bulunduğum açıdan bakıp, olanca bilgi birikimime yaslanarak yapmaya çalıştığım tam da bu. Elbette eksik kaldığım yanlar oluyordur, yanlışlarım da...Ama bildiğim, içselleştirdiğim en önemli gerçeklik odur ki, yanlış olmadan doğrunun bir anlamı olmaz. Bu aşamada önemli olan tek şeyse, yanlışın yanlış olduğu ortaya çıktığında, onda ısrarcı olmamaktır. Bu görüşe sahip olabildiğimizde büyük bir iş başarmış, bilgi birikimimizin bilgeliğin eşiğinden aşmasını sağlamakla birlikte ömürlük, yaşamsal, aynı zamanda farkındalığı yüksek haz dolu bir yolculuğa çıkmış oluruz. Günümüzde yazılıp üretilen eserlere değinecek olursak, genele bakıldığında yüzyıllar öncesinde üretilen eserlerin incelediği sorunlara yönelik saptama ile çözüm önerilerinin günümüze de uyduğunu, sürdüğünü, güncelliğini koruduğunu şaşırarak görürüz. Bu konu üzerine düşündüğümde, benim bakış açımdan cevabı oldukça net; insan aynı insandır, gereksinimleri yüzeysel açıdan değişmiş gibi görünse de, öze inildiğinde aynıdır. Bu özde yer alan değişmez bilgi de; insana, onuruna yaraşır bir dünya kurgulama, orada olabildiğince sorunsuz, olabildiğince mutlu bir şekilde yaşama çabasıdır. Yine yazılıp üretilen eserlere bakıldığında, birbirini yineler nitelikte ama farklı söylemlerle yazıldığını da rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Kimileri buna eleştirel gözle bakıp, yeni bir şey söylenmemiş diye nitelendirseler, bu eserler onlara göre birbirine benzer yapıda görünse de, ben aynı kanıda değilim. Çünkü bunu, gerek tarihsel geçmişimiz, gerek yaşanan öğrenim sürecimiz defalarca kanıtlamıştır ki, bazı görgü ve bilgiler, insanların düşünce dünyasına yinelemelerle, özellikle değişik bakış açılarından çıkma eserlerle daha iyi yerleşir. Üstelik yazılan her eser, üreten kişinin söylemini taşırken, her insanın öğreniminin değişik söylemlerle daha verimli hale getirilebileceği bilimsel, kanıtlanmış, yadsınamayacak bir gerçektir. Hal böyle olunca, öğrenim sürecinde her söylem her öğrenende aynı, beklenen üst düzey etkiyi bırakmayacağından, aynı sorunların, aynı konuların farklı yazarlar tarafından, kendi bakış açılarınca işlenmesi, tekrara düşme değil gerekliliktir... Bu tanılamaya göre dünyamızı bir ormana benzetecek olursak, bizleri ilgilendiren konu ve sorunları farklı türde birer ağaca, yazanları da renk renk birer kanatlıya; dünyamızı, yaşamı güzelleştirmek için, aynı eseri seslendirecek olsalar da orkestraya farklı kuş sesleri kesinlikle gereklidir. Belki de insanı, ölümle edimleri sıfırlanan, doğumla bu edimlerin oluşumunun yeniden yapılandırılması gereken, öğrenme aşamasında ise bulunduğu çağa uygun yapı taşlarına gereksinimi olan bir varlık olarak düşünürsek, bu içerik tekrarlarını yadsımayacağımızı, yaşamsal bir gereklilik olarak algılayacağımızı düşünüyorum. Yalnızca siyah ve beyazdan oluşan bir dünya hayal etsenize, şu anda hayal gücünüzün bile isyan bayrağını göndere çektiğinden neredeyse eminim. Kelimelerin de, cümlelerinde bir rengi vardır aslında. Hemen her yazı, her yazar, bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen renk kartelasına sahiptir bu anlamda, hadi keşfedelim. Zeliha AYDOĞMUŞ

  • DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

    Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. Midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

  • Son Mektup - Levent Kırca

    28 Eylül 1950'de Ladik'de doğan, 12 Ekim 2015 Yılında İstanbul Pendik'te karaciğer kanseri sebebiyle hayata veda eden Levent KIRCA, güldürürken düşündüren kimliğiyle ülke halkının gönlünde özel, unutulmaz yeri olan ender sanatçılarımızdan biridir. Kendisini, ölümünden iki gün önce ''Yaşam Boyu Onur Ödülü'' aldığı törene hastaneden yazıp gönderdiği mektup ve özlemle anıyoruz. ''1974’te TRT ile girdim hayatınıza. O günden bu yana bayağı bir zamanınızı aldım. 41 yıl… Teşekkür ederim size, anılarınızda bana yer açtığınız için. İki kardeş bir çorap yüzünden kavga edebilirler. Ama komşunun çocuğu sorun çıkardığında iki kardeş birlik olur. Hacısı, ateisti takımı gol attığında sarılır, ağlarlar. Düşman ülke sana savaş açtığında ülke birlik olur… Toprağım dediğin adamın her işine koşarsın. Memlekette yüzünü bile görmek istemediğin, başka şehirde canın, memleketlin olur. Toprak aynı toprak, biraz tozlu, biraz killi. Su aynı su, biraz berrak, biraz kireçli. İnsan olarak birbirimizi sahiplenmek, birleşebilmek için uzaylıların dünyayı istila etmesi mi gerekir? Güzellikler paylaştıkça değerlenir, kötülükler çoğaldıkça kanıksanır. Güzel şeyler paylaşabildiysek sizinle, ne mutlu bana. Dik durun… Adil olun, sabırlı olun, enerjinizin sirayet etmesine müsaade edin. Daha iyi bir dünyada görüşmek ümidiyle. Atatürk’le kalın, cumhuriyetle kalın, hoşça kalın.'' Levent KIRCA Türk komedyen, tiyatro ve sinema oyuncusu. Aydınlık gazetesi yazarlığı ve Vatan Partisi'nin Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini yapmıştır. Sanatçının ikisi ilk eşinden, ikisi de Oya Başar'dan olan 4 çocuğu vardır. 33. Türkiye Hükûmeti'nde Kültür Bakanlığının tavsiyesiyle verilmeye başlanan Devlet Sanatçısı unvanına 1998'de layık görülen sanatçının bu unvanı 63. Türkiye Hükûmeti tarafından geri alındı. Doğum tarihi ve yeri: 28 Eylül 1950, Ladik Ölüm tarihi ve yeri: 12 Ekim 2015 (65 yaşında), Pendik, İstanbul Evliliği: Oya Başar Biyografi Kaynak : Viki Mektup Kaynak : Sözcü Gazetesi Derleyen : Aysu Afyonlu

  • ACIYOR

    -GÜNÜMÜZ ŞİİRİ- Mutsuzluktan söz etmek istiyorum Dikey ve yatay mutsuzluktan Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun Sevgim acıyor Biz giz dolu bir şey yaşadık Onlarda orada yaşadılar Bir dağın çarpıklığını bir sevinç sanarak En başta mutsuzluk elbet Kasaba meyhanesi gibi Kahkahası gün ışığına vurup da öteden beri yansımayan Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi Öbürünün bir kadından aldığı verem Bütün işhanlarının tarihçesi sevgim acıyor Yazık sevgime diyor birisi Güzel gözlü bir çocuğun bile O kadar korunmuş bir yazı yoktu Ne denmelidir bilemiyorum sevgim acıyor Gemiler gene gelip gidiyor Dağlar kararıp aydınlanacaklar Ve o kadar Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır Sonbahar geldi hüzün İlkbahar geldi kara hüzün Ey en akıllı kişisi dünyanın Bazen yaz ortasında gündüzün sevgim acıyor Kimi sevsem Kim beni sevse Eylül toparlandı gitti işte Ekim filan da gider bu gidişle Tarihe gömülen koca koca atlar Tarihe gömülür o kadar

  • Nietzsche Ağladığında

    Derdi, iletişimde olduğu insan ya da insanlara; kendini, doğru ve yanlışlarını, aşılmasının tartışma konusu bile edilemeyeceği yasalarını dayatmak, uygulayanları baş tacı ederken, uygulamayanları insanlığın yüz karası ilan etmek olmayanların...Derdi, kendinden başlayarak iletişimde olduğu insanları anlamak, tanımak, bu şekilde yaşamını/yaşamları daha huzurlu, daha doyumlu kılma çabasında olan insanların izlemekten keyif alabileceği, bu çaba içinde olmayanlarınsa esinlenmesine sebep olabilecek bir film. Zeliha AYDOĞMUŞ FİLM KONUSU 19. yüzyıl Viyana'sı... çok hoş ve alımlı bir kadın olan Lou Salome, dönemin meşhur doktoru Breuer'i ziyarete gelir ve henüz iki kitabı basılmış ve pek tanınmayan filozof Nietzsche'ye yardım etmesi için ricada bulunur. Ona göre, Nietzsche'nin yaşamakta olduğu duygusal çöküntü nedeniyle, Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikededir... Dr.Breuer ilk etapta bu teklife sıcak bakmamasına rağmen, Salome'un çekiciliğinden etkilenir ve teklifi kabul eder. Dr.Breuer'in, Nietzsche ile tanışmasıyla hayatı değişecektir. Çünkü bu adam, çok farklı fikirleri olan, sıra dışı biridir. Ve bir süre sonra, hasta ile doktorun yer değiştireceği diyaloglara gebe olacak bir tanışma olacaktır bu...Irvin D. Yalom'un aynı isimli, basıldığı 1992 senesinde çok ses getiren kurgu romanından uyarlanan bu filmde, Psikanalizmin öncüsü Sigmund Freud'un gençliği ile de karşılaşıyoruz. FİLM KADROSU İlk gösterim tarihi: 7 Temmuz 2007 Yönetmeni: Pinchas Perry Öykü: Irvin D. Yalom Dil: İngilizce Uyarlandığı eser: Nietzsche Ağladığında Yapımcı: Pinchas Perry OYUNCULAR Armand Assante, Jamie Elman, Joanna Pacula, Ben Cross, Katheryn Winnick, Andreas Beckett, Rachel O'meara, Michal Yannai, Ayana Haviv, Yzhar Charuzi, Ilan Charusi, Tal Fructer

  • İlişkiler Üzerine

    İnsanın kendi eğilimlerine ve mizacına gereğinden fazla bağlanmaması gerekir. Bizim asıl niteliğimiz çeşitli durumlara uyum sağlamayı bilmemizdir. Zorunluluk yüzünden bir tek var oluş şekline bağlı kalmak ve boyun eğmek var olmaktır ama yaşamak değildir. En güzel ruhlar en fazla çeşitlilik ve esnekliğin en güzel örneklerinden biridir: ''Yaptığı her işe o kadar iyi uyum sağlardı ki görenler sadece o işi yapmak için doğduğunu söylerlerdi.'' (Titus Livius) Eğer kendimi istediğim gibi şekillendirme gücüm olsaydı, ne kadar güzel olursa olsun kopamayacağım kadar bağlanmak isteyeceğim bir yaşam tarzım olmazdı. Hayat değişken, düzensiz ve çok biçimli bir harekettir. İnsanın sürekli olarak kendini izlemesi ve onları değiştiremeyecek, kendinden kopartamayacak kadar eğilimlerinin mahkumu olması kendinin efendisi değil kölesi olması demektir. Bunları söylememin nedeni zihnimin sebep olduğu sıkıntılardan kendimi kolayca sıyıramamamdır. Çünkü zihnim onu meşgul eden konulara kendini tamamen vermeden vakit geçiremiyor. Üzerinde durduğu konu ne kadar hafif olursa olsun onu kendi isteğiyle büyütüyor ve tüm gücünü bu konu için kullanacak şekilde çalışıyor. İşte bu yüzden zihnimin işsiz kalması benim için çok can sıkıcı bir durum, sağlığıma zarar veriyor. Genelde insan zihni uyuşukluğunu gidermek ve alıştırma yapmak için dışarıdan gelecek bir konuya ihtiyaç duyar. Bense daha çok, dinlenmek ve sakinleşmek için başka konulara başvururum. ''Tembelliğin verdiği kusurlar çalışmakla düzeltilmelidir.'' (Seneca) Zihnin en temel çalışması, kendini en çok adadığı konu kendi üzerine yaptığı çalışmadır ve kitaplar da onu bu yoldan uzaklaştırmaya yarayan uğraşlardır. İnsan, aklına gelen ilk düşünceyle harekete geçer, kavrama gücünü her yönde kullanmaya başlar; düşünceyi güçlendirmeye çalışır, zayıflatır, düzene göre kendini değiştirir. Yeteneklerini kendi başına uyandırabilir. Doğa ona diğer her şeye olduğu gibi, meşgul olması için yeterince malzeme, düşünmesi ve sorgulaması için yeterince konu vermiştir. Düşünmek, kendini incelemeyi ve kendini bu göreve bütünüyle adamayı bilenler için çok önemli ve zengin bir çalışmadır. Zihnimi doldurmaktansa onu kendi kendime işlemeyi tercih ederim. Ruhumuz için düşünmekten daha zevk verici bir iş yoktur öyle ki bazı insanlar bunu tek işleri haline getirmişlerdir. ''Çünkü onlar için yaşamak düşünmektir.'' (Cicero) Doğa da bunu insana verdiği ayrıcalıkla destekler. Bu kadar uzun süre yapabileceğimiz, bu kadar kolayca ve çabucak alışabileceğimiz ve bağlanabileceğimiz başka hiçbir faaliyet yoktur. ''Düşünmek Tanrıların işidir.'' diyor Aristo. Okumak değişik konular sunarak düşüncemi daha çok uyandırmaya yarayan bir uğraş; hafızamı değil yargılama gücümü çalıştırıyor. Güçlü ve canlı olmayıp da ilgimi çeken çok az konu var. İncelik ve güzellik beni ciddiyet ve derinlik kadar, hatta daha fazla doyurup meşgul ediyor. Diğer bütün sohbetlerde neredeyse uyukluyorum, dikkatimi konuya veremiyorum. Yavan ve çelişkili bir konuşmanın ortasında bir çocuğa bile yakışmayacak derecede gülünç, aptalca ve içi boş cevaplar verdiğim oluyor ya da inatçı bir sessizliğe bürünüp daha kaba, daha anlayışsız oluyorum. Konumuz devam edelim. Sanırım bu seçici doğam insanlarla ilişkimi zorlaştırıyor çünkü onları özenle seçmeliyim ve aynı zamanda bu doğam yüzünden günlük yaşamımda beceriksizleşiyorum. Halktan insanlarla ilişki içindeyiz, onlarla yaşıyoruz. Eğer onlarla ahbaplık etmek bizi rahatsız ediyorsa, basit ve sıradan zihinlerin seviyesine inmek hoşumuza gitmiyorsa ki bu zihinler genellikle en zeki zihinler kadar düzenlidir ve ortak aptallıklara uyum sağlamayan insanlar can sıkıcıdır, o halde artık ne kendi işlerimizle ne de başkalarının işleriyle ilgilenebiliriz çünkü kamusal işlerde, özel işlerde de olduğu gibi işimiz hep bu insanlara düşer. Tanrım! Arzularını kendi gücüyle sınırlayan akıl ne büyük bir iş yapmış olur! ''Yapabileceğini yap,'' sözü Sokrates'in en beğendiğim sözüdür ve bence daha yararlı bir bilgi yoktur. Gerçekten de arzularımızı yönlendirmeyi bilmeli ve ulaşılması en kolay, en rahat şeyleri istemeliyiz. Toplum içindeki davranışlarımın soğukluğu birçok insanın beni hoş karşılamasını engelledi. Davranışlarımı başka türlü, belki de en kötü anlamıyla yorumlamaları affedilir bir şey. Zevk aldığım ilişkilere içtenlikle bağlanır, nitelikli arkadaşlıklarımı korumayı ve onlarla beraberken kendim gibi olmayı çok iyi beceririm. Ama sıradan arkadaşlıklarda biraz daha soğuk bir tavır sergilerim, sohbetim de daha verimsizdir. Gençliğimde kaderim eşsiz ve kusursuz bir arkadaşlık yaşamama izin verdi. Öyle ki bu arkadaşlık yüzünden diğer ilişkilerimden gerçekten soğudum. Platon'un şu tavsiyesini hiç sevmiyorum: ''Hizmetçilerine karşı her zaman otoriter ol. Kadınıyla da erkeğiyle de samimi olmadan, şakalaşmadan konuş.'' Talihin verdiği ayrıcalıklara bu kadar önem vermenin adaletsiz ve insanlık dışı olduğunu düşünüyorum. Efendiler ve hizmetçiler arasındaki eşitsizliği daha az hoş gören toplumları da adil bulmuyorum. Yürekli Spartalılar savaş sırasında çılgınlığa kapılmamak ve duygularını yatıştırabilmek için yumuşak ve sakin bir müzik dinlemek isterlermiş. Oysa diğer halklar bu tür durumlarda askerlerin cesaretini iyice güçlendirmek ve ortaya çıkartmak için şiddetli ve keskin eserler kullanırlar. Bunun gibi, biz de zihinsel çalışmalar yaparken alışkanlıklarımızın tersine, ateşliliğe ve taşkınlığa değil, soğukluğa ve sakinliğe ihtiyaç duyarız. Ve özellikle, bilmeyenler arasında bilen kişi olduğunu göstermek ve kesin tavırlarla konuşmak yerine aptalı oynamak daha iyidir. Birlikte olduğunuz kişilerin seviyesine inin, gerektiğinde cahil biri gibi davranın. İnceliği ve gücü bir yana bırakın; sıradan ilişkilerde sıradan yolları kullanmak yeterlidir. Hatta gerekirse yerde sürünün. Kendi içlerine dönük, diğerlerine pek az açılan insanlar vardır. Benim asıl kişiliğimse iletişime yatkın, dışa dönük bir kişiliktir; kendimi gösterir, ifade eder, doğal olarak da arkadaşlık ararım. Sevdiğim ve tavsiye ettiğim yalnızlıkla ise, duygularım ve düşüncelerimle baş başa kalma ve dışarıdan gelen bütün dertleri ve zorlukları reddedip adımlarımı değil, arzularımı ve kaygılarımı sınırlandırma durumunu kastediyorum. Evde yalnız kaldığım zamanlarda devlet ve dünya işlerine karşı daha istekli oluyorum. Louvre'da, kalabalığın arasında içime çekiliyor, kendi düşüncelerimin içinde kayboluyorum. Saygının ve ölçülü olmanın zorunlu olduğu yerlerde olduğu kadar hiçbir yerde kendi kendime konuştuğumu, delice düşüncelere kapıldığımı hatırlamıyorum. Beni güldüren insanların aptallığı değil, bilgeliği oluyor. Saray kalabalığının hareketliliğine düşman değilim, hayatımın bir kısmını oralarda geçirdim. Zaman zaman, canım da isterse, bu tür cümbüşlere katılmayı seviyorum. Ama nezaket kuralları ve yapmacık incelikler kendi evimde bile beni mecburen yalnızlığa itiyor. Kendim ve başkaları için alışılmadık bir özgürlük istiyorum: Törensel davranışlardan ve can sıkıcı nezaket kurallarından vazgeçilsin (ah sıkıcı ve bayağı gelenekler!). Herkes istediği gibi davransın ve isterse düşüncelere dalsın. Mesela ben bazen misafirlerimi rahatsız etmeden sessiz kalıp içime kapanıyorum. MONTAİGNE Denemeler

  • Mîna Urgan Feminist Değil İNSANDI

    "Benim fikrim çok başka. Ben kadın-erkek ayrımına inanmıyorum; bence insan var. Ve bu insan erkek ve kadın niteliklerinin bir uyuşması. Salt erkek ya da kadın bir yaratık düşünün. İki durumda da korkunç bir yaratık çıkıyor ortaya. O yüzden feministlerin davasını anlamıyorum. Son derece matriarkal bir ailede büyüdüm; ailede her kararı kadınlar verirdi. Gençliğim de Cumhuriyet'in ilk yıllarında geçti. Dolayısıyla yetiştiğim ortamda ezilmiş kadın görmedim. Feministleri anlamamam bu yüzden. Ama elbette görüyorum, kadınlar eziliyor. Nerede eziliyor? Küçük memur kadınlar, kasabalı kadınlar eziliyor, evet. Ama mesela köylerde kadın çalıştığı için o kadar ezildiğine inanmıyorum ben. Çünkü üretimi elinde tutan kadın ezilmez bence. Bütün mesele kadının ekonomik olarak yaşama ağırlığını koyması. Ancak, kolejde veya iyi bir okulda okumuş kadının ezilmesini aklım almıyor. Böyle bir durumda ezilmek için kadının kabahati olması gerekir. En azından günümüzde böyle bu. Eskiden koşullar böyle değildi. Feminist arkadaşlarım diyorlar ki 'Kadın koşullandırılıyor'. Buna inanmıyorum. Örneğin benim koşullanmam bunun tam tersi oldu. Şimdi, şehirde yaşayan hali vakti yerinde bir kızın koşullanmasını anlamıyorum. Bana öyle geliyor ki, kadınlarda bir katlanma, kolayına gitme var." (Yaşasın Edebiyat, mart 1998). Tabii haklı olduğu yanlarıyla birlikte konu, Mina Urgan'ın bahsettiği kadar kolay açıklanabilir durumda değil ne yazık ki. Sonuçta İNSAN'dan söz açılıyorsa, sorunu kadının koşullanmasına bağlayıp işin içinden çıkması o kadar da kolay değil. Çünkü, kim ne derse desin insan denilen varlığın doğumuyla yanında getirdiği, kişilik oluşumuna küçümsenemeyecek etkileri olan birçok yapısal özellik vardır. Bunlardan özellikle bazılarını kırmak en azından atomu parçalamak kadar zor, zaman zaman da tehlikelidir. Bu durumda da ''şartlarımız aşağı yukarı aynı, ben yapabiliyorsam o da yapmalı'' gibi sözler oldukça dayanaksız ve insan doğasının farklılıklarından habersiz olarak edilmiş sözler gibi gelir bana...zamanında her ne kadar aynı yanılgılara düşmüş olsam da! Bana da kızarlar mı? Olsun, kızsınlar. Katledilen kadın sayıları ortada ve biz yıllardır kadın ve kadının toplumdaki yeri üzerine yoğunlaşmış, pozitif ayrıştırma çabasında olmuş, yasalar, yaslar...bir türlü yasalara doymadığımız yerde, cehaletin yüksek olduğu ülke yollarında, daha çok trafik lambası kullanıldığını unutmuş gibiyiz ve bilinç eksikliğinden sebep kırmızı ışıkta geçenlerin kural tanımazlığını. Asıl üzüldüğüm de, kadını İNSAN sıfatına kavuşturmak üzere kolları sıvadığımız harekette, bağnaz düşünceleri düşman edinmek dururken, erkek cinsini hedef alan, onlarla ciddi ciddi çatışan tutum ve davranış biçimleri geliştirişimiz...Ne yazık ki, yer yer aşağılamaya varan kin ve öfkenin dozuna baktığımda, sanki binlerce yıllık insanlık geçmişinin, kadın cinsi olarak ezilmişliklerimizin intikamını almak ister gibiyiz. Unutulan en önemli şeyse: Kinin kini, nefretin nefreti, kan davasının kan davasını doğuracağı gerçeğidir. Kısacası ben, feminizm de dahil olmak üzere ayrışmaya sıcak bakmıyorum, bu pozitif adı altında yapılıyor olsa da. Çünkü, akılcı adımlarla bir araya getirmenin ve ortak paydalar yaratıp, bir arada tutmanın daha gerçekçi, daha medeni çözümler doğuracağını düşünüyorum. Daha önce de defalarca söylediğim gibi, (Caydırıcılık bağlamında) gerekli olmakla birlikte olmuşun derdine düşüp cezai yaptırımlara ağırlık vermenin yanında daha da fazla ağırlığı, olmamasını sağlamak adına önlem almaya vermeliyiz. Bunu nasıl yapacağımıza geçecek olursak, neyi eksik yaptığımızı belirtmekte fayda görüyorum. Eksik olmasına karşın çok güzel bir çalışmaydı, Türkan Saylan'ın hayata geçirdiği Kardelenler çalışması. Eksik diyorum çünkü, kardelenlerin eğitimine ağırlık verip bilinçlendirirken asıl problemin kaynağına, bu kadın cinsinde yükselen bilinci algılaması gereken dağdelenlere, yani erkek çocuklarına ulaşmayı, doğru eğitimle algısal olgunluk yaratma anlamında, zihinlerini değişen bu yapıya yönelik açma konusunda, yoğun çalışmalar yapmayı unuttuk. Çünkü, el birliğiyle destek olup kızlarını okuttuğumuz yoksul halk, oğullarını da aynı nedenle okula yollayamıyordu. Doğal olarak da, bir tarafın düşünce yapısı eğitimle gelişip bilinçlenirken, asıl sorunu oluşturan kaynak tarafında gelişme olmaması, sorunun azalması bir tarafa yoğunlaşarak artmasına neden olmuştur. Bu söylediklerime yönelik eminim hepimiz bir noktada birleşeceğizdir ki; beyni, düşünce yapısı eğitilmemiş insan, karşılaştığı sorunlarda çok kolay açmaza düşecek, devamında da kendini çaresiz hissedecektir. Herkes bilir ki, bir bireyin tanılanmış ruhsal bir sorunu yoksa, yalnızca kendini çaresiz hissettiğinde şiddete başvurur. Bu tüm canlılar için bir doğa kanunudur. Düşünce yapısına sahip tek varlık insanı ele alıyorsak nedir bu çaresizlikler? Toplum yapımız açısından bakarak erkeği söylemek gerekirse, erkeğin düştüğü, daha doğrusu toplumsal itkiyle iç dünyasında yarattığı çaresizlikler; birlikte olduğu kadının onu terk etmesi, eşinin kendinden daha çok kazanması, kadının çalışma yaşamındaki konumunun ondan daha üst düzeyde olması şeklinde örneklerle çoğaltılabilir. Tüm bu saydığım örneklere karşı erkeğin geliştirdiği şiddet eğilimli tepkinin altında yatan karşı çıkılamayacak neden; kadının, daha da çok toplumun gözünde değer kaybına uğrama, işin özünde ise daha az sevilme, sonrasında da kendine daha az saygı duyulması kaygısıdır...ki böyle bir durumu, kadın erkek fark etmeksizin kolay kolay kimse kaldıramaz. Erkeğin bunları hissetmesine neden olan yaşanmışlıklar, doğduğu günden bugüne kadar toplumun ona biçtiği rolle tamamen doğru orantılıdır. Herkes duymuştur, uzun zamandan beri söylenegelir; ''seveceksen erkek çocuğunu sev , kız çocuğu nasılsa kendini sevdirir''. Evet aynen de böyle olur her ortamda, erkek çocuk, ister siz buna yaratılış deyin, ister genetik kod, genelde kızlardan daha soğuk, daha geride dururlar insana. Kolay kolay sokulamazlar en yakınlarına bile, sevilmeyi buyur eden davranışları, doğası gereği daha küttür. Ama bu demek değildir ki, erkek çocuklarının sevilme gereksinimi kızlardan daha azdır. Hal böyle olunca da, ister istemez hemen her ortamın yıldızı daha yolun başındayken kız çocukları olduğundan, erkek çocuklarının pek çoğundaki sevilme gereksinmeleri eksik bırakılmış olur. Düşünsek ya bir kere, ergenlikten itibaren erkeklerin kızların peşinden gitmesi beklenir ve öyle de olur. Yani kız çocukları doğdukları günden itibaren ilgiye, sevgiye ve değer görmeye alabildiğine doyar, hep almaya alışırlar. Burada aklıma gelen atasözü, tok açın halinden anlamaz oluyor doğal olarak. Peki erkekler ne yaparlar bu eksiği yerine koymak bağlamında? Gerekli ilgiyi, değerlilik hissini tatmin etmek için başka yollar aramaya başlarlar. Başarılı olamadıkları durumlarda ise, ikili ilişkilerde karşısındakini kaybetme, burada bahsettiğim kaybetme salt ayrılık anlamı taşımıyor bu arada; başta sevgisini, dolayısı ile kendine verilen değeri, en önemlisi duyulan saygıyı sevdiği insanın gözünde kaybetme korkusudur ki bu benim diyen insanı bile bir uçurumdan aşağı yuvarlanıyormuşçasına çaresiz bırakabilir. Böyle bir durumla karşılaşan erkek de doğal olarak, içinde türettiği bu tehlikeye karşı, yeterli düşünsel eğitimi olmadığında, çözüm üretmek, planlı bir şekilde sorunu çözmek yerine, baltasını alıp saldırmayı seçiyor. Unuttuk mu yoksa, insan denilen varlık avcı-toplayıcıdır. Ben uzmanların yalancısıyım ama insan beyni dünyaya geldiği ilk günden beri, yani binlerce yıldır değişmedi ve karşılaştığı sorunlarda salgıları aynı. Durum ortada, öyleyse yapılması gerekenler yeterince açık değil mi? Diyelim derin bir kesi var bacağınızda, oraya tampon yapmak ne kadar fayda verecektir, ne denli kan kaybını önleyecektir? Yırtılan, ikiye ayrılmış deriye dikiş atmanın, birleştirerek sorunu kökünden çözmenin yollarına bakma zamanı gelmedi mi? Yıllar var ki feminizm penceresinden bakılıyor soruna, sonuç ortada. Kanunlar iyi hoş da, öfkede akıl olmaz diyen atalarımız da laf olsun diye söylemiş olamazlar ya bu sözü. İşte, yukarıda da eteğimdeki taşları bilmem kaçıncı kez döktüğüm gibi bir durum var başımızda. Ben diyorum ki: ''Hey arkadaşlar buraya, bana bakın lütfen...Bakın ben ne buldum! Mağdura değil, sorunun kaynağına odaklı, daha işlevsel çözümler sunan bir açıda konumlanmış bir pencere, bir ışık kaynağı, aydınlanma! Biraz da buradan baksak mı olaya, ne dersiniz! Hani diyorum ki pozitif de olsa ayrıştırmasak artık, biraz da birleştirerek, omuz omuza yürüterek denesek olmaz mı!'' Dip Sos: Ağaç ağaç olmuştur artık, yapılacak çok bir şey kalmamıştır ama sayısız fidan doğmakta, yetişmekte topraklarımızda... hadisek ya, geç olmadan!

bottom of page