top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Büyükada Rum Yetimhanesine Yolculuk

    Prens Adaları olarak da bilinen Marmara Denizi’ndeki adaların en büyüğü olan Büyükada görülecek, gezilecek pek çok yeriyle her zaman ilgi odağı olmuştur. Masmavi denizi ve yemyeşil çam ormanlarının yanı sıra, en tepesinde bulunan Aya Yorgi Kilisesi ve Rum Yetimhanesi ile de gezginlerin uğrak yeri olmuştur Büyükada. Tırmanması hayli zor olan; ama zirveye çıkıp da gördüğünüzde yorgunluğunuza değecek bu binaların birinden bahsedeceğiz bu yazımızda size. Issız bir tepede anılarıyla baş başa, yapayalnız bırakılmış Rum Yetimhanesinden yani… Avrupa’nın en büyük, Dünya’nın ise ikinci büyük ahşap binası olduğu söylenen yapı Büyükada’nın Manastır tepesinde 1898-1899 yıllarında bir Fransız şirketince otel yapılmak için inşa edilmiştir. Bina dönemin ünlü mimarlarından Alexandre Vallaury’nin projesiyle tamamen ahşap malzemeler kullanılarak, birbirine bağlı beş blok olarak yapılmıştır. “Prinkipo Palas” adı altında Casino – Hotel olarak kullanılmak üzere yapılan binanın açılışına devrin yöneticileri izin vermezler. Otelin, Büyükada’nın ahlakını bozacağını ileri sürenler Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid’i etkilemeyi başarırlar. Casino-Hotel anlayışı Osmanlı yönetiminin örf ve adetlerine ters düştüğü ve gerekli izin alınamadığı için bina biter bitmez satışa çıkarılır, böylece bu proje başlamadan son bulur. Adanın tepesindeki bu ahşap bina, yarım kalan haliyle Balıklı Rum yetimhanesinin kullanımı için dönemin en zengin Rum ailelerinden olan Andreas Syngros Vakfı tarafından 15 bin Osmanlı lirası karşılığında satın alınır. Diğer zengin bir Rum ailesi olan Zarifisler 3700 Osmanlı lirası ile bu meblağa katılınca, Sultan Abdülhamit de aynı amaçla 1180 Osmanlı lirası bağışta bulunarak bir ferman yayınlar. Fermanda binanın, “Balıklı Rum hastanesinde barınan kimsesiz Rum çocuklarına hizmet vermesi için, Rum patrikhanesinin himayesine” verildiği yazar. Ve bina, 21 Mayıs 1903’te Sultan Abdülhamit’in ve dönemin Patriği III. İoakim’in de hazır bulunduğu bir törenle yetimhane olarak hizmete açılır. İki yüz altı oda, büyük bir mutfak, görkemli bir kütüphane ve on beş kişilik personelden oluşan yetimhane, yatakhaneden başka ilkokul ve çeşitli meslek okulları da barındırır. İlkokulda üç Rum, iki de Türk öğretmen ders verir. Yetimhanede barınan kimsesiz çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra, aynı yetimhane içinde sanat okuluna gider; piyasada kendisine bir iş bulacak kadar çeşitli meslekler öğrenir. Birinci Dünya Savaşının çalkantılı yıllarında Kuleli Askeri Mektebi bu binaya yerleştirilir. Yetimhane de Heybeliada’ya taşınır. Daha sonra işgal kuvvetleri tarafından adaya yollanan Rum göçmenleri barındırır bu görkemli bina. Ne yazık ki bir dönem Rusya’daki Bolşevik Devriminden kaçan Rus mültecilere de ev sahipliği yapan binada kalan Ruslar soğuktan korunmak için, binanın ahşap kaplamalarını sökerek yakarlar ve binaya zarar verirler. 1960′lı yıllarda Kıbrıs’ta yaşanan gerginlik nedeniyle Patrikhane’nin elindeki binaya el konulur ve 65 yıl hizmet veren bina tamamen kapatılarak Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilir. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1964’ten bu yana, zaman içinde çürümeye yüz tutan Avrupa Kıtasının bu en büyük ve en görkemli ahşap binasını onarmak bir yana; birçok adayın ilgilenmesine rağmen, turizm gibi başka bir alanda da kullanılmasına izin vermez. Bunun üzerine elinde Osmanlıdan kalan fermanı, Zarifis ve Syngros ailelerinin “bağış belgelerini” bulunduran Patrikhane binanın iadesini ister; ancak talepleri geri çevrilir. Patrikhane de yetimhanenin mülkiyetini geri almak üzere 2005 yılının Nisan ayında AİHM’ye başvurur. Patrikhanenin başvurusu 12 Haziran 2007’de kabul edilir ve binanın mülkiyeti yeniden Patrikhaneye devredilir. Büyükada’nın en yüksek tepesinde bulunan yetimhanenin içi, yılların getirdiği bakımsızlıktan neredeyse harabeye dönmüş durumda. El emeği ahşap merdivenlerdeki oymalı trabzanlar, salonun bir köşesinde kendi kendine çürümeye terk edilmiş piyano, müdür odasındaki kırık dökük ve çürümüş zeminde o yıllardan kalma öğrenci kayıtları, karneler, öğrencilerin ders gördüğü sıraların üzerindeki Rumca yazılı isimler ve tarihler ister istemez yıkılmaya yüz tutmuş bu güzel binanın yetimhane olduğu sıcak günleri hayal ettiriyor. Yetimhane olarak kullanıldığı yıllarda binanın ön cephesinde küçük çaplı bir yangın çıkar. Bina yangında fazla zarar görmez. Ancak, bu yangında bazı çocukların yanarak can verdiği söylentisi yayılır. Söylentiye göre, yangındaki panik sırasında çocuklardan biri bahçedeki kuyuya düşer. Fakat kimsenin aklına oraya bakmak gelmez. Çocuk kuyuda ölüme terk edilir. Bu olaydan sonra kuyunun içinden çocuk sesi geldiği efsanesi kulaktan kulağa yayılır. Adeta çürümeye terk edilen binadan çocuk sesleri geldiği efsanesi günümüze kadar ulaşır. Şimdi dileğimiz ve umudumuz; bir asırdan fazladır doğanın ve insanların zulmüne kafa tutan ve kaderine terk edilen bu muhteşem yapının yeniden hayata döndürülmesi ve yalnızlığından kurtulması…

  • Sosyal Darwinizm: Nasıl Yani?

    Önsöz olarak belirtmeliyim ki, oldukça ilkel, insanın, aynı zamanda toplumların, tüm fiziksel ve ruhsal özelliklerini, gereksinmelerini göz önüne almadan üretilmiş, ayrımcı olduğu kadar sakat yapıda bir düşünce. Güçten söz eden bir düşünce, güçlünün ayakta kaldığından...Oysa güçlüden söz açılan bir yerde, o güç algısının oluşmasına neden olan, günümüz şartları göz önünde bulundurulduğunda emek verip söz edilen gücü yapan, yaratan, ondan daha az güce sahip bireylere ihtiyaç vardır. Farklı bir bakış açısı daha getirecek olursak, bir insan her anlamda en fazla ne kadar güce sahip olabilir diye sormak yerinde olacak sanırım. Ayrıca, böyle üst düzey bir güce sahip olan, insan ve toplumları en/ler diye nitelendirecek olursak, bu tip insan ve toplumlar dünyada azınlıktadır. Ve yineliyorum, o insan ve toplumların gücünü oluşturan, var kılan, daha zayıf olan insan ve toplumların varlığıdır. Belki de bu yüzdendir, İngilizlerin ve Amerikalıların yüzyılları aşan sömürgeciliği; çünkü onlar da söylediğimin farkında, güçlerini, ancak güçsüzlerin ortaya koyduğu emek ile elde ediyorlar. Yalnızca bu yüzden bile olsa, güçlülerin güçsüzleri yok etmesi ve hayatta yalnızca güçlülerin kalması kesinlikle olası değildir. Bilimsel ve teknolojik açıdan gerçekleşen gelişmeler neler getirir bilinmez ama, günümüz şartlarında ve bakış açısından baktığımda ortada olan durum bu. Nasıl ki hiç bir insanı, tam anlamıyla iyi ya da kötü olarak nitelendiremeyiz. Aynı şekilde; başından sonuna hiçbir görüşün, hiçbir akımın, hiçbir düşüncenin, tüm hatlarıyla doğruluğunu ya da yanlışlığını kabul edemeyiz, etmemeliyiz. Sosyal Darwinizm konusundaki düşüncelerim de aynı yörüngede dolaşmakta. Bu yüzden de, günümüz dünyasında toplumların sosyal yapılanmasına bakıldığında, bu görüşün pek çok kusurlu yanının olduğunu söylemekten de geri duracak değilim. Bu görüşle ilgili düşüncelerimin açılımını yapmadan önce, Sosyal Darwinizm 'i ana hatlarıyla açıklamakta fayda var...Bu anlamda, Sosyal Darwinizm nedir, ne zaman ortaya atılmıştır, hangi düşünceye dayanır, öncüleri ve temel ilkeleri nelerdir gibi soruların yanıtı işimizi görecektir sanırım... ''Terim olarak ilk kez, 1879’da Oscar Scmidth tarafından kullanılan Sosyal Darwinizm, toplumun, en güçlü olanlarının ayakta kaldığı bir varoluş mücadelesine sahne olduğunu, toplumda, tıpkı doğada hüküm süren doğal ayıklanma gibi, güçsüzü toplum dışına iten ya da marjinalleştiren bir toplumsal ayıklanma sürecinin söz konusu olduğunu, bu yaşama savaşının bir bütün olarak toplumun gelişmesine ve ilerlemesine hizmet ettiğini savunur. İyi olanın hayatta kalması üzerinden okunan bir kavramdır. Başlıca ve en bilinen savunucusu Herbert Spencer’dır. İlkeleri ise; Sosyal Darwinizm, hayatta kalmak için doğal ayıklanma düşüncesini barındıran evrim teorisinin, sosyal ve politik alanla iç içe geçmesini ifade eder. Sosyal Darwinizm düşüncesine göre, insanlar ile farklı toplumlar arasındaki rekabetin sonucunda sosyal evrim gerçekleşecektir(Kavak, 2013: 8). Sosyal Darwinizm, toplumsal evrimdir. Teorinin özetini yapacak olursak, hayatın bir mücadele alanı olduğu ve bu alandaki mücadeleyi kazananların güçlü oldukları şeklindedir. Sonuç olarak ilerleme gerçekleşecektir. Darwin’in biyolojik evrim teorisindeki güçlü genler, Sosyal Darwinizm’de toplumda güçlü olanlara karşılık gelmektedir. '' Bu tanımlamanın doğruluğunu kabul etmek, dünyadaki dengeyi inkar etmekle ve sayıları artırılmaya çalışılan medeni insan türünü yadsımakla eşdeğerdedir kanımca. Dünyanın en zeki, en güçlü, en güzel, özetle tüm enlere sahip insanı olduğumuzu düşünmekle işe başlayalım. Ve tüm dünyada bu düşüncenin sonucu olarak bizim gibi en özelliklere sahip insanların hayatta kaldığını varsayacak olsak, sizce bizleri nasıl bir yaşam şekli bekler? Ben söyleyeyim, tam anlamıyla karmaşık, içinden çıkılmaz bir yaşam şekli olacaktır elimizde kalan. Bir düşünün, yaşamın sürdürülebilirliği pek çok eyleme bağlı bir dünya var elimizde ve bizim kurgulayıp adını da medeniyet koyduğumuz bir dünya; yüksek oranda, ama tek tip (bedensel, ruhsal, zihinsel) güce sahip insandan oluşan bir toplumda, yaşamı sürdürmek ne denli kolay ya da anlamlı ve doyurucu olurdu! Bu söylediğimi kavramak için; çöpçülerin bir ay grev kararı aldığını, çiftçilerin ekip biçmekten vazgeçtiğini, ırgatlarınsa güçlendiklerini, ekinleri toplamaya ihtiyaçlarının kalmadığını düşünmeniz yeterli olacaktır sanırım. İlerlemeden bahsediliyor bu görüşte. Ama bana sorarsanız, bizler bu ilerlemeler yaşanırken edindindirildiğimiz, geçmişe bakarak lüks sayılabilecek alışkanlıklarla, bir tür gerilemeyi de yaşadık ve yaşamaktayız aynı zamanda. Nasılına değinecek olursak, toplumların gelişim sürecinde görürüz ki, her bireyin bir ya da en fazla birkaç çalışma ve uzmanlık alanı mevcuttur. Oysa çok değil, biraz gerilere gidildiğinde, toplumda yer alan bireylerin, yaşamı ilgilendiren hemen her alanda bilgi ve uzmanlık sahibi olduğunu görürüz. Yani hemen her birey, yalnız başına yaşamını sürdürebilecek nitelikte donanıma sahipti. Oysa günümüzde tam tersi, toplum dediğimiz olguda bir tür ücretli dayanışma yöntemi kurulmuş ve bireyler birbirine bağımlı bir yaşam sürmekte. Örneğin, günümüz koşullarında, hiç kimse kendi ayakkabısını istese de kendi yapamayacağı gibi, tüm yiyecek ve içeceğini üretecek yeterliliğe sahip değildir. Bireylerin, toplumun faydası için değil, toplumun bireylerin faydası için olduğunu ileri süren ve bireyci bir yaklaşım sergileyen, Sosyal Darwinizmin savunucusu Spencer'ın bu düşüncesine değinecek olsak; tam anlamıyla haksız olduğunu söyleyemeyiz. Yalnızca bulunduğumuz zamanın gözlüğü ile bakılıp, toplumsal yapılanmaya göre eksik bulduğumuz tarafını dile getirebiliriz. Peki nedir bu eksiklik? Bu eksiklik, her şeyin bir dönüşüme tabi olduğu gerçeğidir. Nasıl ki, toplumlar bireylerin faydası için varsa ve bir tür dayanışmaya yaslandığını söylediğimiz bu toplumların oluşumunu, sürdürülebilirliğini bireyler sağlamaktaysa, aynı şekilde bireyler de toplumlar için vardır, olmalıdır. Oluşturulan medeni koşullarda, yaşamın sürdürülebilirliği için bu olmazsa olmaz özelliklerden birisi, dahası geldiğimiz toplumsal evrim aşamasının başlıca şartıdır. ''Hiç kimse, rastgele biri değildir...'' der Borges. Özetleyip toparlamak gerekirse, toplumların da, dünyanın da farklı güce sahip, farklı renklerle bezeli insanlara olan ihtiyacı tamdır...Bu görüş, hiç bir düşünürün karşı duramayacağı, hatta yadsıyamayacağı, yaratılışın, doğanın özünde bulunan, doğal, elle tutulur tek gerçektir. Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Zorluk Arzumuzu Arttırır

    ''Karşıtı olmayan bir iddia yoktur.'' der en bilge filozoflar. Eski yazarlardan birinin hayatı küçümsemek için ileri sürdüğü şu cümleyi kafamda evirip çeviriyorum: ''Kendimizi kaybetmeye hazırladıklarımız dışında hiçbir iyi şey bize zevk vermez.'' ''Bir şeyi yitirmenin verdiği üzüntüyle onu yitirme korkusu eşittir.'' Seneca bu sözüyle bir şeyi kaybetmekten korktuğumuz sürece hayattan zevk alamayacağımızı anlatmak istemiştir. Oysa bunun tam tersini söylemek de mümkündür: bir şeyin elimizden alınacağından korktuğumuz sürece onu o kadar yakından ve sevgiyle kucaklarız. Çünkü rüzgarın ateşi güçlendirmesi gibi isteklerimiz de karşılaştığı zorluklarla daha da keskinleşir. Kolaylığın sağladığı bıkkınlık kadar zevkimizi körelten başka bir şey yoktur. Bu her işte böyledir. Zorluk her şeyin değerini arttırır. Arzumuz kendinde olmayanın arkasında daha iyi koşturmak için elinin altında bulunanı küçümser ve görmezden gelir. ''Elinin altındakini görmezden gelir, kendinden kaçanın peşine düşer.'' (Horatius) Bir şeyi yasaklamak insanı heveslendirmektir. MONTAİGNE Denemeler * Ekleyen: Zeliha Aydoğmuş

  • Adler ve Bireysel Psikoloji Kuramı

    Adler'in geliştirdiği kuram II. Dünya savaşından bu yana gittikçe daha çok önem kazanmıştır. Geliştirdiği birçok kavram gerek psikoloji ve psikiyatri alanında çalışanlarca, gerekse halkın günlük konuşmaların da sıkça kullanılır. Bu kavramlar arasında, aşağılık ve güvensizlik duyguları, kardeş kıskançlığı, tek çocuk olma gibi kavramlar vardır (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Adler kuramına bireysel psikoloji adını vermiştir. Çünkü ona göre her birey, tek, bölünmez, öz-tutarlılığı olan ve kendine özgüdür. Freud'dan farklı olarak Adler, bireyi içgüdü, dürtü ve çocukluk yaşantılarının bir kurbanı olarak görmez. Adler'e göre, insan yaratıcı bir varlıktır kendi kişiliğini doğrudan doğruya kendi oluşturur. Adlere göre, kişilik, bireyin kendine, diğer insanlara ve topluma karşı geliştirdiği tutumların bir ürünü olarak gelişir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Aşağılık duygusu ve bu duygu ile başa çıkma çabalarına Adler, önem arzetmiştir ve geliştirdiği kavram, günümüz konuşma diline girmiştir. Adler bireyin toplumsallığına vurgu yapmış, kişiliğin şekillenmesinde birey-çevre etkileşimine değinmiştir. Adlerin, bireyin toplumsallığına, birey-çevre ilişkisine dair bildirimi, sosyal çalışmanın, çevresiyle birlikte kişi odağına, benzerdir, önemli mesleki bilgi-beceri öğelerini kapsamaktadır. Adlerin ruhsal sağaltım yöntemi, kişinin kendi öz olanaklarını kabul edip toplumsal yaşama katılmasını sağlar. Ruhsal sorunlar da toplumsal nedenlere dikkati çeken Adler, kişideki toplumsal duyguyu kuvvetlendirerek başarısızlıkların esas nedenlerinin ortaya çıkarılmasının yaşamı anlamlandıracağına inanmaktadır (Gürün, 1991). Toplumsal duyguya büyük bir önem veren Adler örgensel eksikliğin ve şımartılmanın çocuğun yeterli bir toplumsal duyguya sahip olmamasına neden olduğunu ileri sürer (Gürün, 1991). Ayrıca, çocuğun doğum sırası ile, kişilik yapısı arasında bağlantı olduğunu, bildirmiştir. Adler, büyük çocuk, ikinci çocuk, tek çocuk, küçük çocuk gibi kavramlara vurgu yapmıştır. Adler, kişinin çocukluk dönemindeki etkileşimleri sonucunda geliştirdiği kendine özgü davranış görüntüsüne "yaşam biçimi" adını vermiştir. Yaşam biçimi bireyin kendine ve dünyaya ilişkin geliştirdiği görüşlerini, amaç ve beklentilerini bunlara ulaşmak için edindiği alışılmış davranışları içerir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • O Beni Çok Severdi

    kavgadan ibaret değildi hayat, ne de ben zanlı becerebilseydim tutuksuz yargılanmayı dizelerimde vişne lekesi aşkın miladı sayılabilirdi tökezleyip dururken adım, ellerim burkulmasaydı inceliğim biliyorum o beni çok severdi dokunuşları nefes tüm hücrelerimde bir ılınma kalabalık bir eylem sevmek hep devrimdi fi tarihinde yüzülürken dizlerim bir yandan da kırılmasaydı ümidim biliyorum o beni çok severdi suların sellere karıştığı anlar vardır güneşin doğuşunda gökkuşağı isyankar duymak sırasıyla sıra sıra anlamak bakmayı becerebilseydim görecektim kalbine bir not iliştirip postaya verişini aşksa, aşk başlı başına ihanetten ibaret ölümlü, uçucu önce, ilk kıvılcımdan itibaren kendine başı ve sonu yenilmekti kendinden vazgeçmek kadar bir hezimet dokunmayı becerebilseydim, hissetseydim ateşi biliyorum o beni çok severdi kirazda sonbahar hüzün ki kuruyan dallardaki umut hüznünü sevmek belki zamansız olmasaydık biliyorum o beni çok severdi baharsa, bahar ve aşk ilkin yüreğineydi Hasan AYDIN 21.04.2021

  • Aydınlığın Bir Feneri Daha Söndü

    Muzaffer İlhan ERDOST'u da Yitirdik. AYDINLIĞIN SAVAŞÇISI KARDEŞLER... / Kasım 1980'de birlikte gözaltına alındıklarında yayıncı kardeşi İLHAN ERDOST'u döverek öldürdü askerler. O da kardeşinin adını da kendininkine ekleyip savaşını hiç yılmadan sürdürdü. SOL Yayınlarının sahibi Muzaffer İlhan Erdost, 25.02.2020'de aramızdan ayrıldı. * Sol Yayınları'nın kurucusu, insan hakları savunucusu yazar Muzaffer İlhan Erdost yaşamını yitirdi. Türkiye'nin toplumsal bilincinin ve sol tarihinin oluşumunda önemli bir yere sahip olan Sol Yayınları'nın kurucusu ve sahibi Muzaffer İlhan Erdost, tedavi gördüğü Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yaşamını yitirdi. Erdost, Deniz Gezmişlerin avukatı Halit Çelenk’in geçen hafta yaşamını yitiren eşi Şekibe Çelenk'in cenaze törenine katılmış ve bir konuşma yapmıştı. Hayatı boyunca insan hakları için mücadele eden Muzaffer İlhan Erdost, son söyleşisini yazarımız Şükran Soner ile yapmıştı ‘İLHAN İLHAN DİYE SESLENDİM…’ Muzaffer Erdost’un kardeşi İlhan Erdost, 12 Eylül darbesinden sonra, 7 Kasım 1980’de gözaltına dövülerek öldürülmüştü. Kardeşinin ölümünün ardından onun ismini de alarak yaşatan Muzaffer İlhan Erdost, Politikyol’dan Dilara İlbuğa’ya 2018’de verdiği söyleşide o günleri şöyle anlatmıştı: "İçeriye girdik, İlhan’ın yüzü kan içinde. Bağırdım, bir yudum su getirin diye. “Midem bulanıyor, kusacağım” diyerek yere düştü İlhan. Vahap diye bir çocuk var, tıp fakültesi öğrencisiymiş. O koşturdu, şekerli su istedi. Beni içeri aldılar o sırada. İlhan’ı iki ranzanın arasına yatırdılar, yığıldı zaten. “İlhan İlhan” dedim, ses vermedi. Biri nabzı durmuş dedi. Battaniyenin arasında alıp götürdüler İlhan’ı…" MUZAFFER İLHAN ERDOST KİMDİR? Asıl adı Muzaffer Erdost olan, kardeşi İlhan Erdost’un 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Mamak Askeri Cezaevi’nde dövülerek öldürülmesinin ardından, adına kardeşi İlhan’ın adını ekleyerek, "Muzaffer İlhan Erdost” olarak yazı ve kitaplarında kullanmaya başladı. Gülhanım Hanım ile Yusuf Erdost’un oğludur. Lise öğrenimine Sivas’ta başladı, son sınıftayken Çorum’a gitti ve okulu orada bitirdi. O zamanlar burslu olan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ile Veteriner Fakültesi’nden ikincisi olan Veteriner Fakültesi’ni seçti ve 1956 yılında bitirdi. Erdost, fakülteyi bitireceği dönemde Pazar Postası’nda yazı işleri müdürü olarak çalışmaya başladı. Okulu bitirtince iş olarak gazeteciliği seçti. Yaşamı boyunca gazetecilik, yayıncılık yaptı ve kitabevi işletti. Sadece yedek subayken Şemdinli’de veterinerlik mesleğini yaptı. Üniversite yıllarından başlayarak, Ankara’da çıkan Evrim (1953-54), Pazar Postası (1957-59), Ülke (1960), dergilerinin kimilerin yazı işleri müdürlüğünü, kiminin de yayın yönetmenliğini yaptı. 1958 yılında başladığı yayıncılık deneyimi 1960 yılına kadar sürdü. 1958-63 yılları arasında Ulus gazetesinde çalıştı.1964 yılında kurduğu Sol Yayınları’nı, Türk Ceza Yasasının 142. maddesine aykırı eylemde bulunmaktan hüküm giydiği 1971 yılına kadar yönetti. 1974 yılında af yasası ile hapisten çıkınca yeniden yayıncılığa başladı. 12 Eylül döneminde sıkıyönetimince gözaltına alındıktan sonra dövülerek öldürülen Onur Yayınevi’nin sahibi kardeşi İlhan Erdost’un anısını yaşatmak amacıyla kendi adıyla kardeşinin adını birlikte kullanmaya başladı. İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi Başkanlığı yaptı (1989). Ankara’da kurduğu İlhanilhan Kitabevi’ni işletti. Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurucu üyesidir. Erdost, 1950’den başlayarak şiir, öykü, deneme ve eleştiriler yazdı. Yazılarında, toplumsal sorunlar, Türkiye ve Osmanlı tarihi, tarım, faşizm ve demokrasi konularına ağırlıklı olarak eğildi. 1952’den sonra edebiyat alanındaki etkinliklerini artırdı. 1965 yılından başlayarak; toplumsal sorunlar, Türkiye (Osmanlı dahil) tarihi, tarım, faşizm ve demokrasi konularında yazmaya ağırlık verdi. Erdost, lise ikinci sınıftayken Sivas’ta çıkan Ülke adlı gazetede, ilk yazısı olan Kemalettin Kamu ile ilgili bir incelemeyi iki gün yayımlayarak başlamıştı yazarlık yaşamına. Ardından Yücel dergisinin genç şairler bölümünde şiirleri yayımlandı. Fakülteye başladığında Seçilmiş Hikayeler dergisinde öyküleri, Ufuklar dergisinde şiirleri ve yazıları yayınlanıyordu. Pazar Postası’nda önce yazılar yazdı, sonra orada çalışmaya başladı. Gazete İstanbul’a taşırken, çalışanları Ulus gazetesine aktarıldı. Yayıncılık deneyimine başladığı “Açık Oturum Yayınları”nın ilk kitap olarak, Cezayir’de Fransız generallerin işkence yaptığı Henri Alleg’in La Question adlı kitabını yayınladı. Muzaffer İlhan Erdost’un şiir, hikâye, sanatsal ve siyasal yazıları Son Havadis ve Cumhuriyet ile Hisar, Yeni Ufuklar, Seçilmiş Hikâyeler, Açık Oturum (tek sayı çıkan kendi yayını, Mayıs 1955), Kaynak, Mavi, Yön, Türk Solu, Dost Ülke, Papirüs, Türkiye Yazıları, Edebiyat ve Eleştiri gibi dergilerde yayımlandı. ESERLERİ: İNCELEME-ARAŞTIRMA-ELEŞTİRİ: “Türkiye Sosyalizmi” ve Sosyalizm (1969), Türkiye Üzerine Notlar (1970), Bilim ile Yazın Arasında (1984), Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri (1984), Şemdinli Röportajı (1987), Kapitalizm ve Tarım (1984), Demokrasi ve “Demokrasi” (1989), Adam İçin Türevler (Eskiz, 1990), Ulus, Uluslaşma, Demokratikleşme (1991), Bir Fotoğrafta Alt Yazı / İki 7 Kasım (1991), Üç Şair / Nazım Hikmet, Cemal Süreyya, Ahmet Arif (1994), Kanı Kanla Yıkamak-İnsan Hakları ve Türkiye (1994), Faşizm ve Türkiye 1977 - 1980 (1995), Türkiye’nin Yeni-Sevr’e Zorlanması Odağında Üç Sivas (1996), İkinci Yeni Yazıları (1997), Küreselleşme ve Osmanlı Devlet Modeli Makasında Türkiye (1998), Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye (1999), Pandora’nın Bir Başka ‘Kutusu’ (2000), Türkiye'nin Kararan Fotoğrafları (2003), 12 Eylül Turkaları (2004), Azınlıklar Sorunu (2005), Sosyalizmi Seviyorum (2007), Türkiye 2009 (2009). DERLEME: İlhan İlhan (Kardeşi İlhan Erdost hakkında yazılar ve şiirler, 1983) ŞİİR: Havada Kalan Güvercin (1990) ÖYKÜ: Ey Karanlık Mavi Güneş (1990) ANLATI: Onu Anlat İşte (1989) * BU YAZI BURADAN ALINTIDIR.

  • Muzaffer İlhan Erdost

    MUZAFFER İLHAN ERDOST Muzaffer İlhan Erdost (18 Eylül 1932; Artova - 25 Şubat 2020; Altındağ), Türk şair, yayıncı. 1956'da Veteriner Fakültesi'ni bitirdi. Pazar Postası'nı yönetti (1956-1958). Ulus gazetesinde çalıştı (1958-1963). 1958'de Açık Oturum Yayınları'nı, 1965'te Sol Yayınları'nı kurdu ve yönetti. Erdost, şiir, öykü, deneme ve eleştiriler yazdı. Yazılarında, toplumsal sorunlar, Türkiye ve Osmanlı tarihi, tarım, faşizm ve demokrasi konularına daha ağırlıklı eğildi. Kardeşi İlhan Erdost'un 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Mamak Askeri Cezaevi'nde dövülerek öldürülmesinin ardından, adına kardeşi İlhan'ın adını ekleyerek, "Muzaffer İlhan Erdost" ismini kullanmaya başladı. Erdost, Sol-Onur Yayınları'nın sahibi ve yönetmeni idi. Türk şiirinde Garip Akımı'ndan sonra ortaya çıkan İkinci Yeni akımının isim babasıdır. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı (TİHAK) girişimci ve kurucu üyesi idi. / Her ölüm hüzündür. Ne var ki bazı insanlar ölünce dünya ıssızlaşır. Önünüzü görmeye yarayan bir ışık sönmüştür. Muzaffer İlhan Erdost’un böyle özgün bir şahsiyetti. Ölümünü duyunca içim cızz etti! Yıllarca yayıncılık ve kitapçılık yaptığı Ankara’da onunla karşılaşmamış aydın herhalde pek azdır. Ülkemizde Muzaffer Erdost’la karşılaşmamış bile olsalar, ona minnet borcu olan yüz binlerce aydın vardır. Şimdi bir kısmı aramızdan ayrılmış veya yaşını başını almış olanlardan onun elinin değdiği kitaplardan en az birkaçını okumamış olanlar bulmak zordur. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerinden sonra suçlu düşmemek için pencerelerden sokağa atılan veya sobalarda yakılan kitapların çoğunu Sol ve Onur Yayınlarından o yayımlamıştı. Muzaffer Erdost, aydınların zihinlerinde büyük değişimler yapan ve emperyalizmden, sömürü ve baskıdan halkın ebediyen kurtulması yolunu gösteren temel metinleri yayımladı. Bazılarını hatırlayalım: Karl Marks’tan: Felsefenin Sefaleti, Kapital; Engels’ten Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Tarihte Zorun Rolü, Ütopik Sosyalizm Bilimsel Sosyalizm; Marks ve Engels’in ortak yapıtı: Din Üzerine, Doğu Sorunu. Sınıf Mücadelesinin geçen yüzyılın damgasını taşıyan Lenin’in eserleri: Ne Yapmalı, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Sosyalizm ve Savaş, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Bir Adım İleri İki Adım Geri, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, İki Taktik, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması… Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri kitaplarını okumayan kişiler 1980’lerde dünyadan habersiz sayılırdı. Erdost, Darvin’in İnsanın Türeyişi, Türlerin Kökeni, İbni Haldun’un Mukaddime’si, Mao’nun Teori ve Pratik gibi Temel Metinleri de Türk okuruna sunduğu için büyük bir hizmet yaptı. Bunun bedelini yalnız mahkeme kapılarında değil, feci bir şekilde işkence görerek ve dahası kardeşini 7 Kasım 1980’de İlhan’ı Mamak yollarında işkenceden kaybederek de ödedi! Onun adını da kendi adına ekleyerek yalnız kardeşine vefayı göstermekle kalmadı, zulmün acımasız hışmına uğrayarak van veren bir devrimcinin adını da yaşattı. Kızılay’daki Sol Yayınlarında, bir kitabının basımevinden gelen dizgisini düzeltirken görmüştüm. Bu kaçıncı düzeltme idi kim bilir? Tek bir yanlış buldu ve onun da düzeltilip metnin yeniden getirilmesini istedi. Bir kitabını dokuz kez düzelttiği söyleniyordu. İşinde o kadar titizdi ki Türkiye’de en hatasız basılan kitapların yayıncısı olarak tanındı. 1970'de Gazi Eğitim'den mezun olup Milas'ın Selimiye Bucağı'nda göreve başladığımda öğretmenler ve gençlerle bir kitap edinme ve okuma grubu kumuştuk. Sol Yayınlardan kitaplar getirtiyor, parasını daha sonra gönderiyorduk. 1971'de gözaltına alındığımda polis evdeki henüz bedeli ödenmemş Sol Yayınlarının kitaplarına da el koymuş. Bu ödemeyi yapmak bana düşüyordu. Erdostla 1971 Eylülünde Mamak tutukevinde aynı koğuştaydık. Borcumu ödemek istediğimi söyledim, fakat ne onda ne de bende bu hesabın kaydı yoktu. Buna ulaşmak da imkânsızdı. "Ne verirsen ver" dedi ben de eğer borcum kaldıysa helal etmesini söyleyerek bir ödeme yaptım. "Senden başka kimse bunu akıl etmedi" diyerek dert yandı... Kitapçılar üzerinde kimbilir ne kadar alacağı kaldı! ERDOST’UN JESTİ 1982’de ilk kitabım olan Kurtuluş Savaşı Günlüğü kitabıma yayıncı bulamayıp onu kendim bastırdığımda Ankara’daki kitapçılara da kendim götürdüm. Kitapçıya birkaç kitap bırakır, daha sonra uğrayarak satılanların parasını alırdınız. Buna “Konsinye satış” derler. İlhanİlhan Kitabevinin sahibi Erdost ise, kitaptan iki adet aldı ve parasını uzattı. Buna hayret ettim ve henüz satılmamış kitabın parasını almak istemedim. “Bu senin ilk kitabın” diyerek ısrar edince aldım. Kitaptan aldığım ilk para budur. Bu, bende il kitabını yayımlamış arkadaşlar kitaplarını imzalayıp armağan etseler de bunun bedelini ödeme düşüncesini doğurdu. Bakın insanlar birbirlerinden neler öğreniyor. Gene 1983’te 1402 ile meslekten atıldığımda elimde bir Pazar çantasıyla kitap pazarlamacılığına başladığım günlerde Erdost’un bir jestini not etmişim. Pazarlayacağım kitapları kendisinden yüzde kaç indirimli alabileceğimi sorduğumda “Bana geldikleri fiyatın yüzde beş eksiğine veririm!” demişti. 29 Ocak 1996’da Edebiyatçılar Derneği’nin Yeni Sahne’de düzenlediği “Gazetecinin Bir Kuvvacı Olarak Yazar Kimliği” konulu oturumda birlikte idik. En çok onun konuşmasını beğendiğimi not etmişim. Onu Öğretmen Dünyası’nın Cumartesi Konferanslarında 16 Kasım 1996 ve 2 Aralık 2006’da konuk etmiştik. 2003’te Ulusal Eğitim Derneği’ni kurarken Ankara’nın tanınmış bazı aydınlarını derneğe üye olmalarını önerirken Erdost’un da kapısını çaldım. Üye olamayacağını söyledi ve gerekçe olarak da “Ödenti ödeyemeyeceğim” dedi. Üye olduğu başka dernekler de vardı. Türkiye İnsan Hakları Derneği’nin kurucularındandı ve başkanlığını yaptı. DEVRİM RÜZGÂRLARI DİNİNCE… Bir zamanlar Ankara’nın en ünlü yayıncısı olan Erdost’un, Karanfil Sokak’ın yukarılarında İlhanİlhan Kitabevini açtıktan sonra biraz kenarda kalmıştı. Yıllardan beri ben buraya ancak birkaç kez gidebildim. Birinde Server Tanilli’nin imza günü vardı, bir veya iki kez de kardeşinin ölüm günü olan 7 Kasım’da indirim gününde. O gün kitaplarını yüzde elli indirimli veriyordu! Türkiye’de devrim rüzgârları dinmiş, Marksist klasikleri okuma devri de sona ermişti. Erdost, kendi kitaplarını yayımlıyordu. İnternette 23 kitabının adı var. Ona karşı bir mahcubiyetimi de burada yazmadan geçemeyeceğim. Bir gün evrakını tasfiye etmekte olan emekli bir gazeteci bayan, dergiye bazı kitaplar getirdi. Bunlar arsında Erdost’un 1963-1964’te Şemdinli’de yedek subayken Ulus gazetesine gönderdiği daktilo ile yazılmış bir röportaj çıktı. Bölgedeki sosyal yapıya ışık tutan bu özgün metnin fotokopisini alarak kendisine verdim ve bunu dergide yayımlamak istediğimizi söyledim. Metni yeniden yazacağını söyledi ve bize uzun bir metin gönderdi. Fakat yazı özgün olmaktan çıkmıştı. Bunu yayımlamadık ve kendisine bunu söylemeye de utandım. Kendisi de sormadı. Öylece kaldı. Mahcubiyetim bunu ona söyleyememekten kaynaklanıyor. (25 Şubat 2020)

  • GÖK MÜNEVVER

    Sünni bir ailenin kızıydı Münevver, babası hocaydı, seveni çoktu. Etraf köyler mübarek ayın ramazanın Halil Hoca ile kutsiyetinin daha çok olacağına inanırlardı. Darılmasınalar, gönül koymasınlar diye o da sıraya koyardı onları. Münevver’in, mavi gözleri çelik gibiydi, baktığı yeri delip geçerdi adeta. Kendine güven tamdır. Konuşmayı çok seven Münevver, bıraksan saatlerce konuşur, hangi mecliste olursa olsun, hep ondan konuşulsun isterdi. Konu dışında oldu mu, ya uykuyu bahane eder, ya da işini. Atom karınca deyimi ona dair söylenmiş gibidir sanki. 1.55 lik boyu ile devdir adeta. Göğüslerini döven iki ince belek, sarışın tene ayrı bir güzellik verir. Korkusuzdu Münevver, cihana meydan okuyan bir duruşu vardı. Küçük yaşta özgür olmak için babaanneyi seçmiş, onun yanında büyümüştü. “Vali padişah olsa vız gelir bana, kimseden korkum yok benim” derdi. Yüzüne bir şey diyemeyenler arkasından “gök baygıç,” sıfatını yakıştırmışlardı. Sarışın tene mavi gözler bir başka güzellik verir. Vade’nin Ayşe Nine, “çantırma çavışı” lakabını yakıştırmıştır ona. Eğilmezdi Münevver, kimseye yalvarmazdı, hani Pir Sultan’ın Hınzır Paşa’ya, “bir can için yalvarmam sana!” sözü, onunla kimseye aman dememek olarak hayat bulmuştu. Münevver, Hüseyin’i sevmişti, daha doğrusu sevmesine, gönlünün ona akmasına Şehriban Bacak vesile olmuş. Münevver ile Hüseyin’in bir araya gelmesi, iki cihanın bir araya gelmesidir. Münevver koyu Sünni bir ailenin, Halil Hoca’nın kızıdır… Hüseyin’in ailesi ise Aleviliği hakkıyla yaşamaya çalışan bir ailedir. Bu iki seven gönlün bir araya gelmesi imkânsızdan öte bir şeydir. Alevilik Hüseyin’in ailesiyle anılır, Alevi deyince onlar akla gelir. Hüseyin, boylu poslu yağız bir delikanlı. Tanıdık bildik tekmil kızlar onunla evlenmek ister. Pehlivandır üstelik iyi güreş tutar, kispedi kendirden olduğundan “kendirli pehlivan” demişler ona. Demirci’de büyük ortayı almış, lakin güreşmekle karın doymaz deyip vazgeçirmişler ağabeyleri. Anası: “Gara Üseyin’im diye seslenirmiş ona. Kara Hüseyin: Yanakları kırmızı, kıpkırmızı, kanlı canlıdır. Boy sırım, gözler ateş, bakışlar yalabık! Kimse göz göze gelemez, bakamaz gözlerinin içine. Türkülerde derler ya “gülüm sen bu avazı turnalardan mı aldın. İşte öyle de turna seslidir. Cemlerde: “Hey erenler akıl fikir eyleyin,” deyişi en çok onun ağzına yakıştığından her daim o söylermiş. Söylemeye başladı mı herkes bir huşu içinde onu dinlermiş. “Hey erenler akıl fikir eyleyin, Dağlara da duman ne güzel uymuş, Yaradan Allah'a şükür eyleyin, Mümine de iman ne güzel uymuş!” Şehriban Bacak, Bacak Dede’nin kızıdır. Köyün bileni, akıl danışılanıdır. O da Münevver gibi Türk sinemasının Aliye Rona tipinin gerçek hayattaki temsilcisidir. Omzuna tüfeği asıp korkusuzca ava gider, bir başına. Erkeği kadını, bir Allah’ın kulu, gözünün üstünde kaşın var deme cüretini gösterememiştir ona. Şehriban Bacak, Münevver ile Hüseyin’in birbirlerine çok yakışacağını hayal eder, yerin kulağı var deyip kimseler duymasın diye, bu hayalini Münevver’in kulağına fısıldar. “…” Şaşırır Münevver, şaşırmakla kalmaz imkânsızlığını düşününce de aklı karışır. “Olmaz, olamaz, imkânsız bir şey bu!” “Olur olur neden olmasın, senin adın Münevver değil mi, sen kimden korkuyorsun? Korkma, yık git bu saçma sapan görenekleri. Sana bu yakışır. Sen Üsen’i beğenmiyon mu?” “Şey de…” “Ne şeyi, Üsen’den gabadayısını mı bulcan gız?” “…” “Üsen köyün yakışıklısı, sen köyün gözeli, yakışıp duruyonuz birbirinize!” O gece Münevver’in gözüne uyku girmez, sabaha kadar döner durur. “Acaba olur mu,” defalarca sorar bu soruyu kendine; cevabına ne evet, ne hayır diyebilir. Sabaha karşı karara varıp dalar uykuya. "Üsen hem eyi yürekli, hem cesor; hem de köyün yakışıklısı! İkimiz bir olduk mu, yedi cihana meydan okuruz! Sünnilik ailemden gelen bir şey, ben seçmedim, Sünni olmak istemedim ki!” Sabah oldu mu, ilk iş Şehriban abama bildireyim gararımı deyip dalar uykuya. Çünkü uykusuzluk onun için yaman bir şeydir. Yettim bittim uykusuzluğa dayanamaz. Evde oturup dururken “siz az durun, azıcık kestirivereyim ben," deyip dakikada uyur, o dakika da rüya bile görür. Her rüyasında da “ uçtum ben,” der. “Anlatmayacaktım ama” deyip yine de anlatır. Şehriban Bacak Münevverin fikrini aldıktan sonra, Hüseyin’in annesi ile konuşmak için evlerine gider. “Fadima Aba, gız Fadima Aba, evde misin?” “Kim o?” “Benim ben, kim olcak gız, ben, Şerban!” “Gel gel kapı açık, aşşadan ün etmek ne oluyo gız, kapı açık işte, çık ge!” “…” Bilmez misin bizim ev hacat kapısı, hep açık olur!” “Bilmem mi, bilirim elbet evde misin diye ün ettim işte!” “Senin gelişinde bir şeyler var emme, de bakalım ne, inşallah hayırdır!” “Hayır hayır, şerle işimiz yok bizim!” “De hele, patlatma insanı, deyive!” “Deceklemi eyi bi dinle: Senin Gara Üsen var ya?” “He ne olmuş Gara Üsen’ime?” “Onu köyün en güzel gızı Halil Hoca’nın Münevver’le arasını yapem deyom, ne diyon, ırazı mısın?” “Bilmem ki onla bize gız vemez ki!” “Münevver’in gönü olduktan sonra, onla iste vesin, iste vemesin, yete ki Münevver he desin, dua et Münevver he desin, undan sonrası goley!” “Üsen ne de ki?” “Ne decek, göbek atcak!” … Akşam karanlığı köyü esir almış, Ay daha doğmamış; ayak alışkanlığı ile yolunu bulur köylüler. Münevver anasına: “Ana evde hiç su yok, cam bunarına suya gidiyom,” diyerek çıkar evden. Cami pınarından suyu dolduran Münevver, testileri avlu kapısının arkasına bırakır, kapı arkasına sakladığı bohçasını eline alıp karanlığa karışır. Münevver sudan geldi mi, gelmedi mi, kimse merak etmemiştir. Köyde gece tez olduğundan akşamdan uyuyan köylü, sabah ezanı ile uyanır. Sultan Teyze avlu kapısının arkasındaki su testilerini görür, o şaşkınlıkla Münevver’in yattığı yere gider, yatağının boş olduğunu görünce beyninden vurulmuşa döner, Düşünceler kafasında durmadan yer değiştirir. Neden sonra Münevver’in kaçtığı gelir aklına… Hüseyin nar ağacının altına saklanmış, nerdeyse kaybolmuştur. Münevver’in gelmesi ile birlikte karanlıkta bir yıldız gibi kayıp mezar çamına doğru uçup giderler… Kuşluk Gelini Yaşı küçük yazılmıştı Münevver’in, evlenecek yaşta değildi. Halil Hoca, Hüseyinlerin evini basıp taşa tutmayı kendine yakıştıramaz, öte yandan da kızının rahat edeceğini düşünüp gönünü ferahlatır. Halil Hoca dünden istekli demesinler diye, karakola gidip şikayet etmeye karar verir. Kız kendi kaçmış, zorla alıp götürmemişlerdi. Yaşı küçük olduğundan karakola gidip şikâyetçi olmak doğru olacaktır. Anası Sultan Hanım’da için için de hayırlı olacağını düşünüp öfkeleri taşkınlıkları yatıştırır. Etraftan gelen “kıralım, dökelim,” telkinlerine kulak asmaz. Kötülük olsa, ne çıkar Hüseyin’in ailesiyle uğraşmak, kavga etmek aklıca da değildir. Kalabalık ailedir, gözünü budaktan esirgemeyen Koca Kıcıro vardır. Kanuna sığınmaktan başka çare yoktur. Bir de ne derlerdi, “Halil Hoca kızını kaçıranlara hiçbir şey demediği gibi zil takıp oynadı,” derlerdi, insanoğlu bu, sütün en çiğini içmiştir. İkindi ezanı Allahuekber dedi demedi, Mezar Harmanı tarafından dört atlı askerin köye doğru geldiğini söylediler. Karakol komutanı, karakolda onbaşıyı nöbetçi bırakıp bizzat kendisi gelmiş, gece yarısına kadar herkesi sorguya çekmiş, yine de hiçbir şey öğrenememiştir! Durumun uzaması yorar komutanı, böyle çözemeyeceğine karar verip tatlılıkla çözmenin doğru olacağını düşünür “size üç gün müddet, Hüseyin’i teslim etmezseniz, hepinizi atarım mahpusa, haberiniz olsun, ben şimdi gidiyorum; üç gün sonra tekrar geleceğim,” deyip gider. Üç gün iyi bir müddet, bu zamanda düğün dernek yapıp Hüseyin’i karakol komutanına teslim edebilirlerdi. Daha o gece Davulcu Cafer’e, Zurnacı Nurullah’a haber verilir, koyunlar kesilir, geceden yemeklikler kazanlara koyulur. Hüseyin’e haberci çıkarılır, şafak vakti, ak ipliğin, karadan seçildiği bir zamanda köye getirilir Hüseyin’le Münevver! Sabahına davul vurulur. Zurnacı Nurullah, bir Cezayir çalar, dinleyenin yüreğinin yağı erir. Gök Münevver, bugüne kadar kimseye nasip olmayan, nasip olmayacak bir zamanda öğle ezanına varmadan gelin olur. Vadelerin Ayşe Nine buna sebep Gök Münevver’e, “kuşluk gelini,” diyerek hatırlatır tarihi: “Kuşluk gelini!” Düğünden sonra Hüseyin’i, abileri Nurullah ve Mustafa Durhasan’a gidip karakola teslim eder. Düğünde et boldur, yemek boldur. Yemeklerin en has yerleri karakol için ayrılır. Ayrılmıştır ayrılmasına da karakol komutanı verdiği sözü tutmamış, o yumuşak tabiatı gitmiş, zalim bir adam olup çıkmıştır. Tatlı dille adil olduğuna inandırmıştır ya… Hüseyin’in ağabeylerinin köye dönmelerini isteyip onları karakolda misafir edeceğini söyler. Nurullah ile Mustafa köye döndükten sonra onbaşıya göz edip hadi bakalım der. Bu, Hüseyin’i götür iyi bir ıslat demektir. Elleri kırılası, kör olası, yediverenleri bulunmayası Onbaşı, Hüseyin’i, o kadar çok dövmüş, o kadar dövmüş ki… Hâkimin karşısına Hüseyin ile birlikte çıkan Münevver: “Ben gönüllü gaçtım, Üsen beni gaçırmadı, ben ona gaçtım, ona haberi ben yolladım, beni gaçır,” dedim. “Kimle haber yolladın?” “O denir mi hâkim amca onu bi Allah bilir!” “Demeyecek misin?” “Demeyeceğim, ben gönüllü gaçtım!” “Madem gönlün var, neden kaçtın?” “Benim bubam iki cihan bir araya gelse beni Üsen’e vemez!” “Neden kızım?” “Hâkim amca onla Alevi, biz Sünniyiz, üstelik benim bubam hoca!” “Öylede kanun Hüseyin’e suçlu diyor. Reşit olmayan bir çocuğu kaçırmak suçtur, diyor!” “Ben çocuk değilim, Üsen’den böyüğüm, bubam benim yaşımı küççük yazdırmış, Üsen’in doğduğunu biliyom, ben çocuk değilim!” “Kızım hüviyetin öyle demiyor!” “Hüviyet ne?” “Boş ver öğrenirsin!” Tamı tamına üç ay yattı Hüseyin. Münevver, babası evine gitmedi, babası da getirmek için uğraşmadı. Bekledi, Hüseyin’in çıkmasını bekledi. Günler zor geçiyordu, Bu evin işlerinin yoğunluğu da yoruyordu onu. Böyle olmaz diye düşünüp bir sabah vakti babasının evinde aldı soluğu: “Baba makemeni geri alcan ben Üsen’den davacı değilim diycen yoksa hayat boyu beni bi daha göremezsin, sana buba demem; eşiğini de çiğnemem habarın olsun! Yarından tezi yok, doğru Demirci’ye gitcen ben davamdan vazgeçiyorum diycen, ölünceye gada yüzümü göremezsin bak! Dünyada izin vermem, onun mapıs yatmasına tekra giderin kendim gaçtım, derim hâkime, ne garışırmış benim gönüme dövlet derim, ne garışırmış sevgime derim, devletin işi gaydı yok mu başka derim; ortalık açlıktan gırılıyo, gidin unlara bakın derim, gidin unları doyurun derim, derim mi derim, bilmiş ol!” Halil Hoca şikâyetinden vazgeçince Hüseyin cezaevinden çıktı. Gök Münevver’in direnci olmasaydı daha çok yatardı mahpus damlarında. “Bir daha yüzümü göremezsin buba demişti, kesinlikle ölüne dirine gelmem, ne kabahati var Üsen’in ben gönümle gaçtım, gaçır beni dedim, Üsen mahpusta yatınca sen mutlu mu olcan, el alemin dediğine bakma buba, unlara ne oluyo, köpeği mi oluyo, ben istedim buba ben!” Gök Münevver’e yalnızca bir erkek kardeşi kin bağlamış, yıllarca da konuşmamıştı. “Benim öyle bir abam yok” deyip silmişti defterinden, öteki kardeşleri hiç küsmediği gibi, o da kol kanat germişti onlara! Hüseyin cezaevinden çıktıktan sonra bildiği, ara verdiği hayata devam etti. İşler bütün ağırlığı ile devam ediyordu. Rençperliğin yanı sıra kiremit ocağında kiremit kesmek, kiremit yapmak, hayvanlara göz kulak olmak… Sürü ile iş… Kalabalık aileydi, her hafta bir fırın ekmek yapılır, haftası dolmadan bir fırın ekmek tükenirdi. Sofraya gelen yemek tabağı saniyede boşalırdı. Bir sürü erkek boğazı doymak bilir mi? Durmaksızın, yorulmaksızın çalışıyorlardı. Akşam olunca biten gün yarın yeniden başlayacaktı, artan bir tempo ile çalışıyorlardı. Ayrı gayrı yoktu, birlikte üretip birlikte tüketiyorlardı. Kıcıro’nun disiplini kalabalık aile için bir sigortaydı. Hepsi çoluk çocuk sahibi olmuş, aile de büyüdükçe de büyümüştü… … Bir sabah Gök Münevver iki çocuğunun ateşler içinde yandığını görünce aklını çıvdıracakmış gibi oldu. Hüseyin’in dünya bir yana kızım bir yana dediği Fadime gözünü açamıyor, cehennem ateşinde yanım yanım yanıyordu sanki. Gök Münevver’in elleri Fadime’nin yüzünde, göğsünde, saçlarındadır; fakat gözünü açamaz bir türlü Fadime. Anasının Gara Üsen’i, biricik kızına onun adını vermişti. Hasta olması feleğini şaşırttı, dünya başına yıkıldı, gittikçe de durumunun ağırlaştığını görünce perişan oluyordu “Gızım Fadima, gızım!” “…” Gözünü açmaya mecali yoktur Fadime’nin, göz kapaklarının üstünde tonlarca yük! Hüseyin de kızının başucuna gelmiş, Gök Münevver’in gözlerine yalvarırcasına bakarak, “Fadime iyileşecek mi?” der. “Fadima gızım, yavrım, hadi aç gözünü gızım, hadi açıve gızım gözleni, hadi gızım açıve, seni çok seviyom, gara gözlü gızım, hadi ne olur açıve gözleni!” Hüseyin’in ağzından bugüne kadar böyle sözleri duymaya alışkın olmayan Gök Münevver onun içinde tarifsiz bir sevginin varlığına ilk kez şahitlik etmekteydi. Ne derler“erkekler ağlamaz, erkek adam acizliğini göstermez. Ol sebepten bütün erkekler bu insani duygularına gem vurmak zorunda kalmıştır. “Doktora götürelim Hüseyin’im, doktora götürelim Münevver’im,” için için bunları derler birbirlerine; fakat doktor nerede, nasıl gidecekler, neyle gidecekler, bir kere bu halde Fadime yola çıkabilir mi? Çaresizlik, imkânsızlık, ikisini de elden ayaktan keser. Bir çare bulamazlar, biricik kızları gözlerinin önünde eriyip gitmektedir. Fadime önce hızlı hızlı nefes almaya, sonra bir hıçkırık, bir hıçkırık; sonra da göğüs kafesi şişip inmeye başlar; sonra birden göğüs kafesi sönüp gider. “Fadima… gızım… Fadima… Fadima… Fadima!” Gök Münevver vuruverir ağlamayı, Fadime’nin tırnakları morarmaya, sonra elleri soğumaya başlamıştır. Hüseyin’le Münevver’in sesleri yıldıza çıkar, biricik kızları gözlerinin önünde uçup gitmiştir. Münevver kendini yerden yere çalar. Bugüne kadar kimsenin ağladığına şahit olmadığı Hüseyin’de hüngür hüngür ağlar. “Fadimam gurban olem Fadimam ne olur uyan, hadi yavrım aç gözleni, ne olur yalvarırım, açıve gözleni gözel gızım hadi açıve gözleni!” … Fadime’nin ölümü Hüseyin’le Münevver’i on yıl yaşlandırmıştı. O günden sonra kimse onların ağız dolusu güldüğünü görmemiştir. Gülerken akıllarına Fadime geldi mi ikisi de o anda kapkara kesilip donup kalır… Ömür Su Gibi Akıp Gitti Ülkenin, yokluk, açlık günleri Münevver’in çocukluk ilk gençlik yıllarına denk geldi. Hüseyin’le evlendikten sonra öyle sıkıntıları çok olmadı. Hüseyinlerin durumu iyi idi, yiyecek kadar ekinleri vardı. Ayrana, yoğurda sıkılmazlardı. Kıcırlar çalışkandı, çalışkan oldukları kadar da disiplinliydiler. Her iş zamanında yapılır, ertesi güne bırakılmazdı. Herkes ne yapacağını bilir, ona göre davranırdı. Kıcıro kime ne diyecekse bir sefer der bir daha demezdi. Söyledikleri kanundu, evde herkes çekinirdi ondan. Aslında yumuşak bir tabiatı vardı Kıcıro’nun; fakat görünüşü ürkütürdü. Yemeği içmeyi, yedirmeyi severdi. “Erenler kapısı benim kapım” derdi. Yaşına başına bakmadan koca meydan sazını alır, evin çardağına kurulur, Şah Hatayi’den, Bektaş Veli’den, Pir Sultan’dan, Nesimi’den, Kul Himmet’ten… davudi sesiyle deyişler söylerdi. Onun sesini duyan, dinleyen mest olurdu. Münevver kalabalık bir aileye gelmişti, sofraya gelen yemek dakikada bir varmış, bir yokmuş olurdu. Münevver böyle yemek yemeye alışkın olmadığı için sofradan aç kalkıyordu. Bir gün Hüseyin’e: “Üsen hiç adını önünü gödüğün yok, bu kadın aç mı, tok mu diye sorduğun yok, sofradan aç kalkıyon ben, senin habarın va mı?” Hüseyin de: “Ne oldu gız, aç mı galıyon?” “Senin ganın doysun da senden sona ne olsa osun öyle mi?” “Gözünü aşcan Minever gözünü, yemek sofraya geldi mi, saldırcan, aç galırsın, çocuk musun sen? Aç gözünü!” O günden sonra Münevver de gözünü açtı, yemek sofraya gelir gelmez salladı kaşığı! Zaman kıymetlidir, sofra başında harcanan zamanı boşa gitmiş saydıkları için tez çabuk yiyip kalkarlar sofradan. … Münevver, o kadar yoğun çalışmanın, işin içinde altısı sağ, on doğum yapmış. Doğumdan birkaç gün sonra da tarlaya gitmiştir. Sadece Münevver için değil öteki gelinler içinde böyle olmuştur. Kıcıro’nun evinde iş kaynamaktadır. Ne doğum izni, ne süt izni, yeni doğan çocuklar tarlaya götürülür, ağaç dallarına kurdukları salıncaklara yatırılır, ağlayınca annenin beline bağladığı bir iple sallanır bir de ağızlarına bir lokum sorgucu verilerek avutulurdu … Ömür su gibi akıp gitmiş. Hayat hem Hüseyin’i, hem Münevver’i çok yormuş, Münevver’in siyatik ağrısı gecelerini zindan etmiş; sabahlara kadar uyutmamış. Bu yetmezmiş gibi bir de Allah’ın belası bel fıtığı gelip çatmıştır. Hüseyin de yaz kış demeden, işlerin en ağırı ile haşır neşir olduğundan, onun rahatsızlıkları ortaya çıkar: Özellikle mide ağrısı. Koca Kendirli Pehlivan bir mide ağrısı ile yanıp yıkılır. Önce İzmir Tepecik Devlet, sonra Konak Devlet Hastanelerinde kırk beş gün tedavi görür, tam ameliyat olacağı sırada sarılık hastalığı ortaya çıkınca ertelenir ameliyatı. Ne acı, ameliyat için yatırdığı parayı da alamamıştır bir türlü. Yatırılan paranın hazineye irat kaydedildiğini söylemişler yetkililer. “İrat” ne demek diye de çok sormuşlar cevabını alamamışlar. “Hazineye irat” olarak kaydedilmiş(!). Gök Münevver parayı vermeyenlere çok ilenmiş, bedduaların en alasını yapmış: “Gözünüze dizinize dursun, kör olun da yediverenler bulunmasın! Gızıl ıscakta, güneş altında çalıştık biz, habarınız va mı sizin? Bu para işallah kefen paranız olur…” deyip ilim ilim ilenmiş. Bu devlet böyledir işte, yoksulun karşısında alıcı bir kuş, zenginin karşısında… Ne derseniz deyin! … Ömür su gibi akıp gitmiş. Hüseyin karın ağrısı ile önce Demirci Devlet Hastanesine, oradan da Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine sevk edilir… Hastanede birkaç kez mide kanaması geçirir, karın ağrısına bir de solunum yetmezliği eklenince bir sona doğru hızla gider, artık kimsenin umudu kalmamıştır. Yoğun bakım ünitesinde dört ay tedavi gören Hüseyin, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz. Gök Münevver’in “Gara Üsen’i” bir perşembe günü hakka yürür. Ömür su gibi akıp gitmiş, Münevver’in yalnızlık günleri başlamıştır. Bir sürü doğum yapan, en çetin işlerde çalışan Gök Münevver hayatın vicdansız gerçeği ile yüz yüze kalır. Akşam oldu mu herkes evine çekilir ya çoluk çocuğu ile… O, yalnız, yapayalnızdır. “Mısır bubacı gibi galdım bir başıma,” diye söylenir kendi kendine. Aslında kimse onu ihmal etmez, hayat işe böyle vicdansızdır. Dünyaya tek gelip tek gidersin. Onu ihmal etmek ne mümkün “jandarma çavuşu gibidir!” Öyle demiş Vade’nin Ayşe nine! Çocuklarının yaşına başına bakmaz kaç yaşında olurlarsa olsun, bir güzel benzetirdi. O acil ihtiyaç günlerinde bile hiçbirine eyvallah etmemiş, hepsini hizaya getirmiştir. “Eşek gibi bakacaksınız, ben doğurdum sizi, ben emzirdim, ben okuttum, ben everdim, geceleri ben uykusuz kaldım; eşek gibi bakacaksınız, eşek gibi!” Ömür su gibi akıp gitmiş, Hüseyinsiz on yedi yıl geride kalmış, son iki yılında iyiden iyiye bakıma muhtaç kalmış. Artık onun için ne gün akşama kavuşur, ne de geceler sabaha evirilir. Duvarlar yoldaşıdır, evin içinde bir başınadır! O televizyon izlemez, radyo dinlemezdi; böyle olunca yalnızlık daha bir çekilmez olur. Bu yalnızlıkla ne ağıtlar yakmış, ne maniler dizmiş: “Anam anam gavır anam Çile için mi doğurdun? Herkes sevdideceğinde Ben yalınız, bir başıma!” … “Ocağı yakmalı, gaşısına oturmalı, Ekme gevretmeli, yağı sürmeli Üsenimle, bi gözel yemeli Sensiz geceler ağu Üsen’im!” … Üsenim üsenim gara Üsenim Şahanım oldun et yedim seninle, Karga ile de bok yemem Üsenim, Üsenim Üsenim gara üsenim!” Âşıklık geleneğinden gelmişti sanki Gök Münevver, yakıştırıp yakıştırıp derdini dökerken, öfkesini, çaresizliğini duvarlarla paylaşırdı! “Bir sürü doğur, böyüt, besle aha böle bir başına “yalınız cuma” gibi başını dik ga böyle gavırın gızı deyip kendi kendine de durmadan söylenir! Dile kolay on yedi yılı Hüseyinsiz geçirmişti. Gün, günden daha zorlu gelmekteydi, her gün biraz daha takati tükenirken, su içmeye bile dermanı yoktu. Vermeseler bir kaşık aş, bir yudum su kimseden bir şey isteyecek durumda değildi. ”Allah razı olsun Ali ile Düriye olmasa nacap olurdu benim halim,” deyip dert yanardı yanına gelenlere. … Gök gözlerinin göğü yavaş yavaş rengini kaybetmeye başlamıştı. Kara Hüseyin’i gideli on yedi sene olmuştu. Kara Hüseyinsiz on yedi sene on yedi asır gibi gelmişti ona. Ne demişti Gök Münevver: “Bana şahan ile et yemeyi nasip eden Allah’a şükürler olsun, Ne mutlu bana, anamın ırzası omadan Üseyin’e gaçtım ya çok eyi etmişim, hiç de peşman omadım! “Üsenim, gara üsenim kavuşmamıza az kaldı, bekle geliyom az galdı. Ben de işlemi tamam ettim, vakit tamam oldu, bekle geliyom. Bir yanlışım oldu ise, önce Allah affetsin sonra sen! Gara Üsen’im, uğruna anam Sultan kadını, babam Halil Hoca’yı bırakıp geldim; hiç peşman olmadım, o günlere dönsem gine gaçarım, Üsen’im Gara Üsen’im, bekle geldim!” Zaman su gibi akıp gitmiş, ömür tükenmişti. Evin tahta tavanına baktı bir zaman, sonra başı yana doğru düşüp gitti, mavi gözlerin mavisi de beyaza dönüp kapanıp gitti… Niyazi UYAR

  • Dar Açı

    Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar Bir gökyüzü bitince öteki başlardı Çevik taylar dururdu güneşte olgun başaklar gölgelikler dururdu, Ovalar aydınlıkta dururdu Bulut geçti derdik bilemedin Ya da yağmur yağacak derdik Fesleğen saksıda güzel dururdu Bak bu olacak şey mi kömür beni vurdu Ayaklarım aldı başını gitti Ellerim kaldı duvarda Kalk ne olur pencereyi aç Uzun saçlar yakışırdı sana uzun yıllar Bir gökyüzü bitince öteki başlardı. Arif Damar

  • Kırlangıç Zamanı

    Artık çok zaman alıyor gün doğumları uzun sürüyor yıldızlar ipin ucunda sallanan karanlığın uçurtması kırık dökük yarasa kanatları ocak başına varır mı varır biliyoruz ki bu son bir avazda son doğum işte kadın geçmeye duran ateşe elinden belinden dilinden yaş meşe odunundan haykırışları gözlerinin ferinden yüreğinin pınarından içseydik keşke içebilseydik güzel bakan güzel gören zamanları bir volta bir volta daha tam tur aygırın baygını toplanan naldan hesap sorulmaz hızlı gelip geçti ilk yaz saatin üçü beş bozguna uğrayandır ki mevsim uçmayı unutmuş kırlangıç zamanı Hasan AYDIN

  • Yapısal Kuram (Structural Model)

    Freud, 1926 yılında yayınlanan, ego ve id adlı yapıtında, yeni geliştirdiği yapısal bir kişilik modelinden bahsetmiştir. Yapısal kurama göre, kişilik üç sistemden oluşur. 1-Id ( altbenlik) 2-Ego (benlik) 3-Süperego (üstbenlik) ID (Altbenlik) Altbenlik kişiliğin temel sistemidir. Altbenlik, doğuştan ve kalıtımsal olan içgüdüleri de kapsayan psikolojik gizil güçlerin tümüdür. Bedenden kaynaklanan içgüdü ve dürtüler ruhsal anlatımlarını alt benlikte bulurlar. Alt benliğin diğer özellikleri şunlardır. Tümden bilinçdışıdır. Zaman ve yer kavramı tanımaz. Birbirine karşıt dürtü ve eğilimler bir arada bulunabilir. Kural ve yasa tanımaz. Özellikle cinsellik ve saldırganlık içgüdülerine yapılandırılmıştır. Bireyin yaşamı boyunca varlığını sürdürür. Alt benlik, Freud'un "Haz ilkesi" olarak adlandırdığı ilke uyarınca çalışır. Haz ilkesi, bütün dürtü ve isteklerin anında doyurulmasına yönelme olarak tanımlanmıştır. Diğer bir deyişle, fazla enerji birikimine dayanamayan altbenlik, gerilimi gidermek amacıyla enerji birikimini bir an önce boşaltma eğilimi gösterir. Buna haz ilkesi denir. Bu ilke uyarınca hareket ederken acıdan kaçınma ve haz duyabilme amacıyla altbenlik iki süreçten yararlanır. Bunlar refleks eylemleri ve birincil süreçler'dir. Göz kırpma, hapşırma gibi doğuştan varolan otomatik tepkiler refleks eylemleridir. Birincil süreç, içgüdüsel gereksinimlerin düşler aracılığıyla doyumlanmasıdır. Birincil süreç mantık öncesidir, insan düşüncesinin gelişmemiş, çocuksu şeklidir. Gerçekle, gerçek olmayanı ayırt edemez, içtepileri (impulse) ketleyemez. Birincil süreç örneklerine rüyalarda, küçük çocuklarda ve psikozların sanrılarında (hallusination) rastlanır (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). İd, kişiliğin temel taşıdır. Doğuştan getirilir ve ruhsal enerjinin kaynağıdır. Aynı zamanda içgüdülerin de kaynağıdır. Yani insanlarda bulunan iki içgüdü (Libido ve saldırganlık) id'den kaynaklanır. İd içgüdüler şeklinde ortaya çıkar, acilen doyurulmak ister (Duyan, 2008). EGO (Benlik) Ego, altbenliğin istek ve gereksinimlerini, dış gerçeklerin ve üstbenliğin koyduğu sınırlar içinde doyurmaya çalışan kişilik yapısıdır. Ego, akılcı, mantıklı bir kişilik bölümüdür ve bir anlamda kişiliğin karar organıdır. İd'in hangi isteklerinin karşılanacağına ego karar verir, id'in isteklerini süperegonun onayından geçirerek dış dünyadaki nesnelerle doyurmaya çalışır (Duyan, 2008). Benliğin en önemli işlevi uyum (adaptation) sağlamaktır. Altbenliğin yer ve zaman tanımaksızın gereksinim ve dürtüleri anında doyurmaya çalışmasını, benlik, uygun yer zamanda doyurmak üzere bekletebilir, erteleyebilir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K.Aytar Bahadır, G., 1993). Benlik "gerçeklik ilkesi" (reality principle) uyarınca çalışır. Gerçeklik ilkesi, alt benliğin istek ve dürtülerini uygun yer ve zamanda, başka bir deyişle ancak dış gerçeklerin ve toplumsal kuralların izin verdiği ölçüde doyurulması olarak tanımlanır (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Benlik "ikincil süreç" (Secondary Process) aracılığıyla işler, ikincil süreç, gerçekçi düşüncedir. Bu süreç aracılığıyla benlik bir gereksinimin giderilmesi için bir tasarı oluşturur. Sonra geliştirilen bu tasarının geçerli olup olmadığını araştırıcı bazı eylemlerde bulunur. Örneğin, susayan bir kişi önce suyu nerede bulabileceğini araştırır. Sonra oraya gidip susuzluğunu giderir. Bu olaya gerçeklik sınaması (reality testing) denir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Özetle, benlik içeriden gelen uyaranlarla dış koşullar arasında bir denge kurmaya çalışır. Benlik, bu dengeyi bir yandan algı, bellek, zeka gibi organizmanın doğal gelişme yetileri ile bir yandan da çatışma ve kaygıdan kaçmak için geliştirdiği savunma düzenekleri (defense mechanisms) ile sağlar (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). SÜPEREGO (üstbenlik) Kişiliğin son ve üçüncü, gelişen sistemi süperegodur. Süperego çocuğa anne ve baba tarafından aktarılır. Ödül ve ceza sistemi ile pekişip gelişir, var olur. Geleneklerin ve toplumsal yargı sistemlerinin içselleştirilmiş bir şeklidir. Süperegonun üç işlevi bildirilmektedir. Alt benlikten gelen istek ve dürtüleri bastırıp - engellemek. Benliği, geleneksel, töresel amaçlara yöneltmek. Kusursuz olmak için çabalamak olarak özetlenebilir. Süperego, geleneksel ve toplumsal değerlerin içsel temsilcileridir; kişiliğin ahlaki yönünü temsil etmektedir. Süperego ve toplumsal çevre tarafından onaylanmış ölçütlere göre davranır ve toplumsal yasakları içerir. Süperego "vicdan" ve "ideal benlik" 'i içerir, ideal benlik, çocuğun nasıl bir kişi olmak istediğine ilişkin düşünceleridir. Çocuk çevrenin onaylamadığı düşünce ve davranışları süperegonun bir parçası olan vicdanı sayesinde kendi kendine denetleyerek kurallara uyar. Örneğin, kimsenin görmediği durumlarda bile yere çöp atmaz. Bu davranışıyla ideal benlik, gurur duygusuyla bireyi ödüllendirir; aksi davranışta ise vicdan, kişiyi suçlu hissettirerek cezalandırır (Duyan, 2008). Freud, üstbenliği, vicdan ve ideal benlik olmak üzere iki alt sisteme ayırmıştır. Vicdan; anne-babanın onaylamadığı düşünce ve davranışları yaptığında, çocuğun kendini suçlu hissetmesiyle kazanılır. Anne-babanın cezalandırmaları (örneğin, azarlama, sevgi azalması vb. ) aracılığı ile oluşur (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). İdeal benlik; anne-babanın onayladığı ve ödüllendirdiği davranışlar ideal benliği oluşturur. İdeal benlik kişinin kendine amaçlar ve istekler belirlemesini sağlar. Birey hedefine ulaştığın da kendine güven, gurur ve kıvanç duyar. Örneğin, okulda başarılı olan bir çocuk ailesi tarafından onaylandığında ve ödüllendirildiğinde özsaygısının (selfesteem) arttığını duyumsar. Anne-babanın denetimi öz-denetimle (self-control) yerdeğiştirdiğinde üstbenliğin tümden geliştiği söylenebilir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). İçgüdüler Kuramı Freud, içgüdüyü doğuştan var olan, bedensel bir gerginlik durumu olarak tanımlamış ve içgüdülerin zihinsel temsilcilerinin istekler şeklinde yansıdığını ileri sürmüştür. Bütün içgüdülerin dört bileşeni olduğu bildirmektedir. İçgüdünün kaynağı; bedensel durum ya da gereksinimdir. Örnek; açlık, susuzluk, vb. İçgüdünün amacı; gereksinim sonucu oluşan gerginlikten kurtulmak ya da gerginliği azaltmaktır. İçgüdünün nesnesi; kişinin kendi bedeninde ya da çevresinde bulunan ve içgüdünün doyumunu sağlayan herhangi bir nesne ya da kişidir. İçgüdünün itici gücü; içgüdünün doyumunu sağlayan enerji miktarıdır. İçgüdünün gereksinimi arttığı oranda güçlenir. Freud, içgüdüleri ikiye ayırmıştır. Yaşam içgüdüsü (Eros) ve ölüm içgüdüsü (Tho-natos). Yaşam içgüdüleri, bireysel yaşamın ve insan türünün sürekliliğini sağlayan açlık, susuzluk ve cinsellik içgüdüleridir. Freud, yaşam içgüdülerini çalıştıran enerji türüne "Libido" adını vermiştir. Freud, yıkıcı içgüdüler olarak nitelendirdiği ölüm içgüdülerinin bütün saldırganlık, intihar ve cinayet eylemlerinin altında yatan içgüdüler olduğunu ileri sürmüştür. Freud'a göre her bireyin bilindışında, ölüm isteği vardır. Freud, yaşamın amacı ölümdür demiştir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • Eylemsilik

    Hep bir acelemiz var gibi, hep bir yerlere, bir şeylere ve bir şeyleri yetiştirmek istiyoruz gibi... yaşamlar kurduk. Ya da yaşam, çağ bizim için çok öncelerden hazırlığını ypmıştı. Neyse...Alıştık, insan üstü bir çabanın sonucu bu türlü yaşamı kanıksadık. Yemek yerken bile, sofrada ya da ayak üstü elimizle yediğimiz şeyle geçirdiğimiz zaman beş dakika, hadi bu da benden oluversin, taş çatlasa yedi dakika. Dedim ya insan dediğimiz varlık alışıyor, çevresine uyum sağlıyor. Ama bir sorun var ki, o bu alışımdan sonra başlıyor. Yani alışma durumu gün gelip başa dert açabiliyor. Nasılına bakalım. Onca koşuşturma, onca yetişme ve yetiştirme üzerine çabalamalar hayatlarından çekildiği anda, kendilerini alışık olmadıkları, tanımadıkları bir coğrafyada, eski alışkanlıklarıyla bir uçurumdan yuvarlanırken buluyorlar, buluyoruz. Öyle ya, kasların hafızası olur da alışkanlıkların hafızası olmaz mı! Hem de daha güçlü, daha ısrarcı. Hatırladınız mı bu şarkıyı? Ne diyordu sözlerinde; ''Alışmak sevmekten daha zor geliyor. Alışmak bir yara bağrımda kanıyor. Sen yoksun kollarım boşluğu sarıyor; alıştım bir tanem alıştım sana...'' Şarkı her şeyi en açık biçimiyle anlatıyor. Bu alışmak kavramı, yalnızca bireyler arası iletişim için de söz konusu değil, yaptığımız, ettiğimiz ne varsa bu çerçeve içine giriyor. Böyle durumlarda, yani alışkanlıklarımızdan vazgeçmek gerekliliği ısrarcı bir biçimde ortaya çıktığında, hangi algı boyutunda olduğumuzdur asıl önemli olan. Genel anlamda, yukarıda sözünü açtığım gibi bir uçurumdan yuvarlanma, ya da boşlukta asılı kalma duygusu hakim olur ruhumuza. Böyle durumlarda yapılacak en güzel eylem, eylemsiz kalabilmek ve kendimize sorular sorarak durumumuzun ne olduğunu, nasıl devam edebileceğimizi netleştirmektir. Durup bakıldığında, genelde her şey ortadadır ve oldukça net görülebilecek konumdadır. Ama bizler, bu tür yeni durumlarla karşılaştığımızda, ilk olarak karşı çıkmayı, ayak diremeyi seçeriz. Bu seçimimizse bizi çözüme değil, genelde artan bir ruhsal karmaşaya, çözülmediğinde de ruhsal çöküntüye götürmesi sık karşılaşılan sonuçlardandır. Bu yüzden önce şöyle bir durmalı, sakinleştikten sonra, kendi kendimize sorduğumuz sorularla durumu netleştirmek, yine kendi kendimize getireceğimiz önerilerle çözüm odaklı harekete geçmek atılan en akıllıca adım olacaktır.. Bu duruma örnek verecek olursak; çok yoğun çalışan bir bireyi ele alalım. Emekli olmayı kabul etmemiş, üzerine en az bir on yıl daha yoğun oalarak çalışmayı sürdürmüş ama hayat bu ya, gün gelmiş ciddi sağlık sorunları yaşadığı için emekli olmak durumunda kalmış olsun. Düşeceği boşluğu düşünebiliyor muyuz! İlişki içi çatışmalarda bu hareket ters tepse bile, böyle zamanlarda, eski defterleri açmak bireye üst boyutta yarar sağlayacaktır. Nedir bu eski defterlerde aranacak olan önemli bilgi; yoğun çalışma yaşamını sürerken, bireyin zaman ayıramadığı için bir türlü yapamadığı, yapamadığı için de tadının kaçtığı, kendini eksik hissettiği, yaşamına anlam kaybı yaşatan ertelenmiş eylemler tabii ki. Eylemler derken, işaret etmek istediğim şeyler, tabii ki kişiden kişiye değişmekle birlikte, seyahat etmek, çeşitli bilgi, beceri ve hobilerin edinildiği kurslara devam etmek, derneklerin sosyal projelerinde etkin görevler üstlenmek şeklinde çoğaltılarak sıralanabilir...Yani sağlığının elverdiği düzeyde, yaptığında ruhsal ve bedensel doyuma ulaşabileceği pek çok şey yapabilir birey. Bu yöntem, bir tür kendimizi rehabilite etme şeklidir ve biz insanoğlu, hayatımızın inişe geçtiği dönemlerde, dağılan yanlarımızı toparlamak adına genelde bilinçsizce, can sıkıntısını gidermek adı altında bu yollara başvururuz. Bu yöntemin sağaltan etkileri de, hepimizin bildiği üzere tartışma götürmez niteliktedir. Fen bilgisi dersinde öğrendiğimiz, maddenin eylemsizlik özelliği neydi? O maddenin yaptığı eylemi, duruyorsa durmayı, gidiyorsa gitmeyi sürdürmekte direnç, devamlılık göstermesiydi. Yani, madde duruyorsa hareket etmesi için bir itki, hareket halindeyse durdurmak için frenleyici bir güç uygulanması gerekliydi. İşte, insanlar da yaşamlarında genel anlamda eylemsizliğe yatkın varlıklardır. Yaşamda da, biz insanların kontrolü dışında olan, bizi harekete geçmeye ya da durmaya zorlayan itkiler ve fren düzenekleri, gerek içsel kaynaklı olarak, gerek çevresel kaynaklı olarak yaşamımıza yön veren en önemli olgulardır. Bu itki ve fren düzenekleri gerekli bir şey, olumsuzluklardan korumak, olumlu sonuçlara yöneltmek adına harekete geçmişlerse, bunlara direnmek anlamsızlaşacaktır. Kısacası insanız. Yeri gelmiştir, bize ne kadar ters gelse de hepimiz böyle durumlarla karşılaşmışızdır. Böyle durumlarla karşılaşıldığında öfke duymak gibi, paniğe kapılmak gibi, amiyane tabirle enseyi karartmak gibi duygulara takılı kalmak yerine, bir süre öylece olduğumuz yerde durmak, rahatlayarak durumu geniş açıdan gördükten sonra durum değerlendirmesine geçmek, sonucunda da çözüme dönük yönelimler üretmek en akıllıca tutum olacaktır. Bu yapılanlar toplamına kendimce bulduğum isimse eylemsilik. Dilerim başarırız... Sağlıcakla.

  • PSİKOANALİTİK KURAM (PSYCHOANALYTİC THEORY)

    Bu kuram, 1856-1939 yılları arasında yaşayan Sigmund Freud tarafından geliştirilmiştir. Freud kuramını ilk oluşturmaya başladığı yıllardan yaşamının sonuna dek kuramını geliştirmiştir. Topografik Kuram Freud, 1923 yılına kadar geçen sürede, topografik kuram ya da bölmesel model, diye tanımlanan, bilinç, bilinçöncesi, bilinçdışını incelemiştir. Bilinç (conscious): Herhangi bir anda haberdar olduğumuz bütün duygu ve yaşantıları içerir. Bedensel algılar, düşünce süreçleri ve coşku durumları da bilincin kapsamı içindedir. Freud'a göre algı, anı, duygu ve düşüncelerin yalnızca küçük bir bölümü kişinin bilinç alanındadır. Böyle olmasaydı çok sayıda uyaranın etkisi altında, karmakarışık ve dayanılması güç olan uyaran saldırısı ile karşı karşıya kalırdık (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Bilinç, farkında olduğumuz yaşantılar alanıdır (Duyan, 2008). Bilinçöncesi (Preconscious): Herhangi bir anda, bilinç düzeyinde olmayan fakat küçük bir çabayla ya da kendiliğinden kolayca bilince çıkarılabilen yaşantılar bilinçön-cesinin içeriğindedirler. Bilinçten silindiği sanılan, çeşitli uyaran ya da çağrışımla yeniden bilinç düzeyine gelebilen anılar, duygular ya da dürtüler bilinçöncesinin kapsa-mındadırlar (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Bilinçdışı (Unconscious): Kişinin özel bir çaba ile bilincine getiremediği, farkına varamadığı yaşantılar bilinçdışının içeriğini oluşturur. Bilinçdışının kapsamında dürtüler, içgüdüler, bastırılmış karmaşalar vardır. Bunlar istenildiği anda bilinç alanına çıkarılamazlar. Günlük davranışlara simgeler yoluyla yansırlar. Fakat bilinçdışı ruhsal süreçlerin simgesi sözcükler değildir. Diğer bir deyişle, bilinçdışı bir dürtü ya da yaşantı bilinçli sözcüklerle anlatılacak şekilde simgeleştirilemez. Örneğin, bir dürtü bir insanı etkilediğinde, kişi sıkıntı duyar, ama bunun ne olduğunu sözcüklerle açıklaya-maz. Özetle, bilindışı, gerçeğe ve mantığa uymayan, insanın içinden geldiği gibi doyurulmak istenen dürtülerden; bastırılmış karmaşalardan ve anılardan oluşur. Bu yaşantılar, ancak uyutum (hipnoz), serbest çağrışım (free association), rüyaların incelenmesi yoluyla açığa çıkarılabilir (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Bilinçaltı, bilincinde olmadığımız yaşantılar alanıdır; burada, bilinç dışında olan ve özel bir takım tekniklerle bilince çıkarılabilen yaşantılar yer alır. Freud kişiliği bir buzdağına benzetmiş, kişiliğin daha çok bilinçdışı etkenler tarafından yönlendirildiğini savunmuştur. Psikanaliz yöntemi kişinin bilinç dışındaki sorunlarını gün ışığına çıkararak çözümlemeye çalışır (Duyan, 2008). Freud'un topografik kuramında bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı diye tanımladığı üç zihinsel bölge, beyinde, anatomik bir yapıya ya da bölgelere karşılık olarak düşünülmemiştir. Zihinsel işlemlerin tümü kavramsal olarak bölmelere ayrılmıştır. Bu üç bölge tamamen birbirinden kopuk olarak ayrı-ayrı çalışan bölgeler değildir. Bilin, bi-linçöncesi ve bilinçdışı arasında bağlantı ve süreklilik olup; aralarında dinamik bir etkileşim söz konusudur (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • Sağ, Sol ve Münzevi Aydın

    (sf. 56-57) ''Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler...Saint-Simon'la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint'i yazarken tek amacım vardı. Asya'nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon'u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol'un hoşuna gittiler, ne sağ'ın. Anladım ki bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir.'' (Bu Ülke, s. 265) ''Sağ, sol...bu anlaşmasına imkan olmayan iki düşman arasında münzevi aydın, hareketini nasıl ayarlayacak? İşte bütün mesele.'' (Jurnal, 28.7.1974) ''Sağcı dergi ve yayınevlerinde çalışmak...Bu yolu ben seçmedim. Solun kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin, kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikri iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca anlamak mümkün.'' (Jurnal, 19.7.1974) ''...Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogtan kaçıyor, küskün: Ötüken Yayınevi'nin bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde, hudutlu imkanlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?'' (Jurnal, 28.7.1974) ''Benim trajedim şu birkaç satırda : Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e yakınım. Bu bir kopuş, birparçalanış. Başka bir trajedi de şu: Yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar...'' (Jurnal, 19.11.1964) Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ : Düşünce birliği. O da rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?'' (Jurnal, 12.8.1963) FİLDİŞİ KULE : Düşünce Adamı Tarihe, Kucağında Yaşadığı Topluma Angajedir (sf. 56) ''...Evet, düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır. Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başka vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.'' (Mağaradakiler, s. 295) ''Ya mağaradakiler? Bu ülke tohum, mağaradakiler ağaç. Bu ülkedeki tohumların henüz hepsi ağaçlaşmadı.'' (Kırk Ambar, s. 452) Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Cemil MERİÇ Bu Ülke / İletişim Yayınları

  • Evde Yoklar

    Durmadan avuçlarım terliyor, İnildiyor ardımdan Girdiğim çıktığım kapılar. Trenim gecikmeli, yüreğim bungun, Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar. Ne zaman bir dosta gitsem, Evde yoklar. Dolanıp duruyorum ortalıkta. Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim, Rakım bir türlü beyazlaşmıyor. Anahtarım güç dönüyor kilidinde, Nemli aldığım sigaralar. Ne zaman bir dosta gitsem Evde yoklar. Kimi zaman çocuğum, Bir müzik kutusu başucumda Ve ayımın gözleri saydam. Kimi zaman gardayım Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar. Ne zaman bir dosta gitsem, Evde yoklar. Bekliyorum bir kapının önünde, Cebimde yazılmamış bir mektupla. Bana karşı ben vardım Çaldığım kapıların ardında, Ben açtım, ben girdim Selamlaştık ilk defa. Metin ALTIOK

  • Gri Günler

    Yağmurlu günlerin iç daraltıcı gri rengi sinmişti üstüne yine. Kendini içi boş bir teneke kutu gibi hissediyordu; tıngırtılar çıkaran metal bir kutu. Hadi göster bakalım, yüreğinde hiç ölmeyecek olduğuna inandığın sıcak turuncu rengi. Umudu, gelecek güzel günleri anlat, gökkuşağının sihirli renklerine karışan şarkılarını söyle. Şu kaynayan bulut yığınının içindeki gri binada kimler ne iş yapar? Burası resmi bir dairenin arkada kalan çalışma odalarından biri. Tek penceresi dağlara bakıyor. Hep dağlara bakardı zaten uçarı yüreği Yeter’in. Neler kurardı neler… Yağmurlu, gri güz günlerinden birinde, küçük bir şehrin kalabalık personelli bir kurumunda, ilk memuriyetine başlamıştı. Henüz yirmi yaşındaydı. Gencecik, umutları dizginsiz, ele avuca sığmayan bir kızdı Yeter. “Hadi bakalım. Ağır başlı, uslu kız olup masa başında memurluk yapacaksın” Hiç kolay değildi doğrusu. Hanımlı, beyli konuşmalara alışık değildi, akranlarına ismiyle, büyüklerine ise, abla veya ağabey diye hitap ederdi. Bir büyüğüne, hanım veya bey, demek saygıdan daha çok samimiyetsizlik gibi geliyordu. Emekliliği yaklaşmış Sedat Bey’le dağlara bakan büronun pencere yanındaki masalarda, karşılıklı çalışıyorlardı. Gıcırdayarak açılan çelik dolapların içine sıkıştırılmış özlük dosyaları, anlam veremediği, çoğunun adını becerip söyleyemediği, garip isimli bir sürü resmi defter, ve evrak... Yeter kayboluyordu. Bu daracık odada tek eğlencesi, ilk maaşıyla aldığı kasetçalarlı radyosuydu. Masasının ucuna özenle yerleştirmişti. Şarkı söylemeyi, dinlemeyi ve şarkılara eşlik etmeyi çok seviyordu. Bazen gün boyu bitmek tükenmek bilmez zorunlu konserlerinden sıkılan annesi: - Yeter! Kızım azıcık soluklan. Başım, beynim şişti. Hiç yorulmaz mı çenen? Burnunda tütüyordu: Aynı yatağı, yastığı paylaştığı kız kardeşini, annesinin, Yeter’im, her şeye yeter, deyişini, sarışınlıktan pek eser kalmamış, çocukluk günlerindeki haline takılı kalan babasının, sarı kızım, tatlı kızım, diye şımartışını… ne kadar özlemişti. Kendini burada cenderede hissediyordu. Bağıra bağıra söylemek istediği şarkıları, mırıldanmak zorunda kalışı sinirlerini bozuyor, memur arkadaşlarının garip bakışlarıyla frenlediği rahat davranışlarının acısını alacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu. Masanın üzerindeki kâğıtlara gömülmüş, yazılanları anlamaya çalışıyordu o sabah. Henüz mesai arkadaşlarından gelen olmamıştı. Ev soğuk ve uykusu da hafif olduğundan erken kalkmış, tam vaktinde de işyerine ulaşmıştı. Yapması gereken işleri sıraya diziyor, yetişmesi gereken günlü yazıları cevaplamaya hazırlanıyordu. Daralmıştı. Kapının hızla açılışından irkilip, başını kaldırdı. Gözleri yerinden fırlayacak bakan, koyu renk takım elbiseli bir adam kızgın bir sesle: - Ayağa kalk hayvan herif! diye gürledi. Yeter afallamıştı. Ayağa kalkmaya yeltenirken, bu iyi giyimli, ama deli olduğuna kesin adamın, kim olduğu konusunda tahminler yürütmeye çalışıyordu. Neden ayağa kalkması gerektiğine de bir anlam veremiyordu. Sabah sabah bu hakareti görecek ne yapmış olabilirdi ki? Tam doğrulacaktı ki, adam: - Sen benim kim olduğumu biliyor musun? demiş, Yeter’in soruyu yanıtlamasını ve kim olduğunu tahmin etmesini beklemeden kapıyı çarpıp gitmişti. Yeter, koltuğa yığılıp kalmıştı. Hâlâ elinde tuttuğu kâğıtların yazıları birbirine karışıyor, gözyaşları cam kaplı masanın üzerine yeşil misketler gibi düşüyordu. Neden sonra mesai arkadaşları Leyla Hanım ve Sedat Bey gelip Yeter’in dayak yemişten beter ve ağlayan halini görünce: - Ne oldu, neyin var? diyerek sorduklarına verecek bir yanıt bulamamıştı. - Hiç tanımadığım bir adam, bir neden yokken, şu kapıdan bana hakaret edip gitti. Daire müdürü daha sonra Yeter’i odasına çağırarak: - Yeter Hanım, siz bu sabah bakanlığımız başmüfettişinin geldiğini gördüğünüz halde, oturduğunuz yerden kalkma zahmetinde bulunmayarak saygısızlık etmişsiniz. Kurumumuzun bir elemanı olarak bu davranışınızın teftiş raporunda eleştiriye neden olacağından, kınadığımı yazılı olarak bildirmek zorundayım. Yeter, yüreği kabarmış haliyle: - Affedersiniz tanıma… Kıyafet değiştirmiş, halk arasında dolaşan bu adamın alnında IV. Murat yazmadığına göre… diyebildi. Müdür: - Çıkabilirsiniz Yeter Hanım. Yeter, daha sonra öğrenecekti; çılgın bakanlık başmüfettişi, müdür ve diğer görevlilerin işe zamanında gelmeyişlerinin acısını kendisinden çıkartmıştı İyi de böyle hakaret etme hakkını ona kim vermişti, neden ödüllendirilmesi gerekirken azar işiten kendisi olmuştu? Derdini kime anlatacak, kimi kime şikâyet edecekti? Sabırlıydı Yeter. Yeteeeer! diyeceği günler de gelecekti. Beş yılını, bu büroda Sedat Bey’le birlikte, onun emeklilik hayallerini dinleyerek geçirmişti. Zavallı Sedat Bey emekli olmayı başaramadan ölmüştü. Zor alışıp zor terk eden bir yapısı vardı Yeter’in. Tam alıştım derken, başka bir şehre gönderildi. Başka bir idari düzene, yeni mesai arkadaşlarına, başka başka idarecilere alışması gerekecekti. Yeter’in bir başka yere sürülmesi, görülen lüzum üzerine talep edilmiş, Yeter de mecbur gitmişti. Peki efendim, olur efendim, siz bilirsiniz efendim… lerle geçen tam tamına yirmi iki yıl. Sonunda müdür oldu, Yeter. Bir kaplumbağa kabuğu gibi zorunlu sürüklediği memuriyet hayatının sonlarına doğru, değişen siyasi yaşamın bir cilvesi, hiçbir zaman yer almayı düşünmeyeceği bir partinin o anlık büyüyen rüzgârından o da kısmetini alarak bir kuruma müdür olarak atanmayı başarmıştı. Birkaç gün eski dava arkadaşlarının sorulmayan sorularına da yanıt olacak mantıklı açıklamalar aramakla ve birazcık utanmakla geçmişse de, çabuk alışmıştı müdür olma düşüncesine. O müdür doğmuştu canım. Mehil iznini kullandığı günlerde biraz korkmuş, hatta sokağa bile çıkmaktan çekinir olmuştu ya hiç de sandığı gibi olmamıştı. Eski dava arkadaşlarının çoğu, çoktan yeni rüzgâra yelken açmış, bir yerlere kapılanmış ya da kendisinden bir kapı için şefaat ister olunca, tüm geçmişi ve kaygıları silinip gururu tahta geçmişti. Hem utanacak nesi vardı? Tanrı için geçmişe yönelik o müfettişe bile kin duymuyordu. Hatta bir devir nefret ettiği, ama belki birazcık işte kollar, daha iyi bir masa verir diye, Gül Hanım’la birlikte bürosundan hiç ayrılmadıkları, çayını kahvesini demlediği yapsatçılık da yapan eski müdürünü bile affetmişti. Belki, ziyaretine gelirse, birazcık kapıda bekletmeyi düşünürdü o kadar. Biraz burnu sürtsündü. Ama gelmesini de isterdi. İtibar edeni olmadıktan sonra zenginliğin ne anlamı vardı? Bunu mutlaka yapmalıydı. Emrinde çalışacak şöyle güvenilir memurlardan birine bir liste vermeliydi. Şu kişiler geldiklerinde biraz beklet, demeliydi. Bunu diyecek olduğunun güvenilir biri olması gerekecekti ama çalıştırdığına güvenilir miydi? Yarın düzen değişir, sonra?.. Kendisi az mı atıp tutmuştu, bir zaman her gün peşinde dolaştığı müdürün ardından? Ezilenin huyuydu ihanet. Sonunda çözümü buldu? Kendisine benzer birini bulmalıydı. Öyle ağzı var, dili yok gibi duran mülayim, ama içinde fırtınalar kopan, nefretler köpürten birini. En çok boyun eğen, en çok nefret edendir, derdi Can. Bu onu daha da heyecanlandırdı. İşe başlayacağı sabah erkenden kalktı. En ciddi kıyafetlerini seçti. Bir devir iyi arkadaşı olan Can’ın, bu ayakkabılar senin olamayacak kadar güzel, dediği, küçük kız bacaklarının ucunda iki ciddi, asık suratlı palyaço yüzü gibi duran kahverengi kapalı ayakkabılarını giydi. O Can’a, hiçbir şeyini beğenmeyen, eleştiren burnu büyük adama da soracaktı. Herkesi eleştiren, kınayan bu yüzden de kendisi hiçbir şey olamayan ve o yüzden kıskanan o züppeye de… Birden içi sızladı: Can, depremde ölmüştü. Bu müdürlük aklını başından alıyordu adamın. Can yaşasaydı ne güzel olurdu, onu da, bekleyecekler listesine alırdı. Yeni kurumu çok uzak değildi. Memurlarına nasıl davranacağını, onları nasıl sindireceğini düşünürken varmıştı bile. Birkaç dairenin yer aldığı koridorları kalbi çarparak dolaştı. Sonun da üzerinde kurumun adının yazılı olduğu odayı buldu. Derin bir nefes alıp kapıyı çalacakken vazgeçti. Müdür kapı mı çalardı? Kolu sertçe çevirdi. Şimdi memurları nasıl şaşıracaktı. Ne var ki, kapı açılmadı. Yeniden denedi, itti, omuzladı. Hayır kapalıydı. Tamam, bu memurlar azarlanmayı hak etmişti, bu saatte neredeydiler? Gösterecekti onlara. - Buyur abla, birini mi aradın? Ardından gelen sese döndüğünde, sigaradan sararmış bıyıklarını çekiştirerek ona bakan mavi önlüklü hizmetliyle burun buruna geldi. - Ben buranın müdürüyüm, dedi, sertleştirip, müdür sesi yapmaya uğraştığı bir tonla. Nerde bunlar? Adam, anlamaz anlamaz yüzüne baktı. - Orda kimse yok ki, dedi sonra. Hiçbir zaman da olmadı. Yeter, artık bürokrasinin soğuk gri rengini değil, hiç belli etmeyerek onca yıldır çok derinlerde sakladığı kendi sımsıcak turuncu rengini vereceği, bağıra bağıra şarkılarını söyleyeceği ve söyleteceği bir müdürdü. Eğer, emrinde bir tane, memur bulabilirse; Bürokrasinin soğuk gri rengine; YETEEEER!.. diyecekti.

  • YENİLGİ

    Yenilgi, yenilgim, yalnızlığım ve kimsesizliğim. Binlerce yengiden de bana değerli olan sen! Dünyadaki tüm parlak başarılardan sensin yüreğime yakın olanı! Yenilgi, yenilgim, baskaldırım ve de benim kendimle tanışmam. Sayendedir ki, hala ben ayağı yere basan ve solmuş defneler peşinde koşmayan biri olduğumun bilincindeyim; ve sende, yalnızlığımı buldum ve de herkesten uzak, ve de gururlu olmayı. Yenilgi, yenilgim, benim parlak kılıcım ve de kalkanım. Gözlerinde okudum tahtı arayanın kendi kendisinin kuluna dönüştüğünü. Ve, bir kimsenin derinliklerindeki esasını anlayabilmemiz için onun gücünü söndürmemiz gerektiğini. Ve ancak böylesine olgunlaştıktan sonradır ki, bir meyvenin tadına varılabildiğini. Yenilgi, yenilgim, benim sözünü sakınmaz yol arkadaşım şarkımı, bağrışmalarımı, sessizliklerimi hep duyacaksın. Ve senden baska hiçkimse bana söz etmeyecek kanat çırpınmalarından ve deniz kabarmalarından ve de geceleri yanan dağlardan. Ve sen, tek başına ruhumun sarp ve kayalık yollarından tırmanacaksın. Yenilgi, yenilgim, benim ölmez cesaretim sen ve ben fırtınada birlikte güleceğiz; ve biz ikimiz, derin mezarlar kazacağız içimizde ölmekte olanlara; ve tutunacağız, tüm gücümüzle, güneşin karşısında; ve de tehlikeli olacağız. Halil CİBRAN Deli, 1918

  • Cumhuriyeti Biz Böyle Kazandık

    Cumhuriyetimizin kuruluşunun 98. yıldönümü. Yani en büyük bayramımız. Aslında zaman zaman unutsak da hepimiz tarihimizi, bugünlere nasıl geldiğimizi, neler yaşayıp, ne badireler atlattığımızı çok iyi biliyoruz. Ama bu topraklardaki geçmişimize kısacık bir göz atıp Cumhuriyetin nasıl kazanıldığını yine de bir hatırlatalım istedik... Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. 1299 yılında Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Söğüt yakınlarında kurulan Osmanlı Devleti altı yüz yıldan fazla hakimiyet sürmüş güçlü bir devletti. 1453 yılında İstanbul’un fethiyle kuruluşunu tamamlayan Osmanlı, Muhteşem Süleyman’ın ve daha sonra da 1579 yılında ünlü Vezir-i Azam Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümlerine kadar en şanlı dönemini, yani Yükseliş dönemini yaşamış, üç kıtaya nam salmıştı. Gelişme ve Yükseliş dönemlerinden sonra, şanlı zaferlerin ve fetihlerin bitmesiyle önce Durakalma Devri; saltanat kavgaları ve iç çekişmelerle geçen bu dönemden sonra da Gerileme Devri başlamıştı. On dokuzuncu yüz yılla başlayan gerileme devrinde, girdiği savaşlardan ve imzalanan anlaşmalardan sürekli kayıpla çıkan Osmanlı Devleti ne yazık ki sonunda parçalanma dönemine girmiş,19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren de Avrupa’nın “Hasta Adamı” olarak görülmeye başlanmıştı. (Deyim 12 Mayıs 1860 tarihinde The New York Times tarafından yazılır ve kullanılmaya başlanır.) 19.Yüzyıl Dünya tarihi açısından olduğu kadar, Osmanlı Devleti açısından da birçok değişimin yaşandığı bir yüzyıldır. Bu yüzyılda Osmanlıda mutlakıyet yönetiminden meşrutiyete geçilmiş ve padişahın yanında İttihat ve Terakki Fırkası da yönetimde söz sahibi olmaya başlamıştı. Milliyetçilik akımının etkisiyle ayaklanan milletlerle uğraşan Osmanlı yöneticileri, bir yandan da Avrupalı devletlerin içişlerine karışmalarını engellemeye çalışıyorlardı. 20.Yüzyılın başında Osmanlı Devletinde kötü gidişi durdurmak, birlik ve bütünlüğü sağlamak için türlü kurtuluş çarelerine başvurulsa da bunlardan istenen sonuç elde edilememiş ve ne yazık ki yıkılış kaçınılmaz olmuştu. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, Yüzyılın başında kaybedilen Trablusgarp ve Balkan savaşları, ardından patlayan 1. Dünya Savaşı, Osmanlının toparlanma çabalarının hüsranla bitmesine neden olmuştu. 1914’te başlayıp dört yıl süren I. Dünya Savaşı sonunda Almanya, Avusturya – Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devletinin de içinde yer aldığı İttifak Devletleri yenilmiş, yenen ve yenilen bütün devletler savaştan çok zarar görmüştü. Milyonlarca insanın öldüğü, şehirlerin yakılıp yıkıldığı bu savaştan sonra, yenenlerle yenilenler arasında önce ateşkes, sonra da barış antlaşmaları yapılmış, İmparatorluklar yıkılarak, yerine yeni devletler kurulmuştu. 1.Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğunun, İtilaf Devletlerince işgali sonucunda Misak-ı Millî sınırları içinde, ülke bütünlüğünü korumak için çok cepheli siyasi ve askeri bir milli mücadele yani Kurtuluş Savaşı başlatılmıştı. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsuna ayak basmasıyla başlayan ve 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile de resmen sona eren Kurtuluş mücadelesi ile Cumhuriyetin de temelleri atılmıştı. 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra Atatürk, “egemenliğin ulusa dayandığı” bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklar yapmaya başlamıştı, 29 Ekim günü Atatürk milletvekilleri ile de görüştükten sonra, taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermiş, Meclisin de önergeyi kabul etmesiyle Türkiye Devletinin yeni yönetim biçimi Cumhuriyet, yeni ismi de “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak belirlenmişti. yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim... (Nazım hikmet Ran) Bir millet, bir devlet küllerinden yeniden doğuyordu. Artık yeniden ayağa kalkma zamanıydı. Atatürk’ün önderliğinde el ele, gönül gönüle veren Türk Halkı yeni Cumhuriyete şekil veriliyordu. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik, inkılapçılık olmak üzere; Türkiye’nin çağdaşlaşma yönünü belirleyen, Atatürk Devrimlerine temel teşkil eden ve Türk milliyetçiliğini esas alan bu ilkeler. Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırabilecek, bilimsel düşünceyi esas alan aklın ve mantığın çizdiği yollardı. Artık laik ve demokratik bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetinde, toplumsal, kültürel, yasal ve iktisadi bir dizi düzenlemeye gerek vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından öncülük edilen, TBMM’nin açılmasından sonra 1922’de saltanatın kaldırılması ile 1937’de laikliğin anayasaya girmesine kadar devam eden ve sonucunda teokratik ve çok uluslu Osmanlı Devleti’nin laik, demokratik ulus devlet Türkiye Cumhuriyetine dönüşmesiyle sonuçlanan devrimleri hayata geçirmeye gelmişti sıra. Atatürk’e göre bu devrimlerin amacı; Türk Milletinin son asırlarda geri kalmasına neden olan bütün kurumları kaldırarak yerine milletin karakterine, şartlara ve çağın gereklerine uygun ve ilerlemeyi sağlayacak yeni kurumlar kurmak ve Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesine çıkartmaktı. İlk iş olarak Tevhid-i Tedrisat yani öğretimin birleştirilmesi ile başlayan devrimler, harf devrimi, kılık kıyafet devrimi, soyadı kanunu, Kadınlara siyasi hakların verilmesi, medeni kanunun çıkarılması… gibi sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve anayasal alanda yapılan bir dizi düzenlemeyle devam etmişti. İşte bu zor koşullarda kurulan Cumhuriyet; 98 yıllık bu süreçte pek çok isyana, ayaklanmaya, darbeye maruz kalmasına karşın demokrasi anlamında hala emeklemeye devam etmekte; siyasi, sosyal ve ekonomik bir kavgadan sağ salim çıkabilme savaşı vermekte. Umudumuz ve dileğimiz Cumhuriyetin; kardeş kavgasının olmadığı, halkının mutlu ve barış içinde yaşayacağı nice yaşlara ulaşması. BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN…

  • Bir 10 KASIM Sabahında Düşündüklerim

    Öğretmenlerimin Mustafa Kemal’in matematik dersindeki başarısını anlatırken bir öğrenci olarak ona ne kadar imrendiğimi, bunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu anlatamam! Kim bilir, benim matematik dersindeki başarısızlığım, böyle düşünmeme vesile olmuş olabilir. “Şıp” diye bütün problemleri saniyede yapan, hatta öğretmenlerin çözmede zorlandığı soruları bile anında çözen bir öğrenci olmak ne tarifsiz bir ayrıcalıktır. Zübeyde Hanım’ın “âmin alayları” ile mahalle mektebine gitmeli direnci Ali Rıza Efendi ile ters düşmeleri geleceğin rejim tartışmasının işaretlerinin habercisidir. Ali Rıza Efendi ve küçük Mustafa çağdaş normlara göre eğitim öğretim yapan okullardan yanadır. Fakat öte yanda Zübeyde Hanım vardır, onu kırıp dökmeden bu meselenin üstesinden gelmek gerekir. ( Bu bir iç cümle olsun: Sevgili babalar sözüm size 1880’lerde yaşayan Ali Rıza Efendi kadar aklınızı kullanmanızı dilerim.) Küçük Mustafa mahalle mektebinde okumasını iyi bir hafız olmasını, Kuran’ı ezbere bilmesini o kadar çok ister ki anne Zübeyde! Mahalle mektebindeki Kaymak Hafız ve Rüştiyedeki Matematik öğretmeni Mustafa Efendi, Atatürk’ün hayatının önemli kişilerdir. Eli sopalı Kaymak Hafız ve gerçek bir eğitimci Mustafa Efendi… İşte bu iki isim Mustafa Kemal’in kişiliğinin oluşumunda en önemli etmenlerdendir: Biri, seven değer veren, yücelten, gerçek bir eğitimci; öteki yetmezliğini sopa ile kapatmaya çalışan orta çağ zihniyeti. Söz açılmışken ben Niyazi UYAR 37 yıl bir fiil Türk Mili Eğitimine emek verdim, hep insan merkezli olmaya çalıştım. Mustafa Efendi gibi öğrencilerimi sevdim, onlara yetişmiş kocaman birer birey gibi davrandım. Olmuşsa bir hata (yoktur ya, beşer şaşar misali) ben sevgili öğrencilerimin hoşgörüsüne güvenirim, affederler öğretmenlerini. Onlar bilirler ki Niyazi Öğretmen, Yunus felsefesini Hacı Bektaş inancını yaşamının mihenk taşı yapmıştır. O yeri gelmiştir Pir Sultan gibi kutsal isyanın bayrağını çekmesini de bilmiştir. El etek öpmeyi becerebilseydi kocaman kocaman şehirlere müdür olabilirdi... Niyazi Öğretmen her dilden her dinden insanı sınırsız bir hoş görü ile kucaklar! Öyle değil mi Beki Ferera, öyle değil mi Naim Özsezikli, öyle değil mi Marta, öyle değil mi Karakızım Eylem, öyle değil mi Ruhan, öyle değil mi kara çocuk Berk, öyle değil mi keman sanatçısı Soydan, öyle değil mi Haham İzak? Mustafa Kemal’in çok başarılı geçen eğitim öğretim hayatında matematik ve edebiyat önemli bir yer tutar. Öğrencilik yıllarında dergi çıkarıp siyasal mücadeleyi başlatan Mustafa Kemal bunun bedelini daha o yıllar ödemiştir. Bereket ki babacan okul yöneticileri şimdi olduğu gibi o zaman vardır. Ben Niyazi Uyar olarak gönülden teşekkür ederim o yöneticilere. Yönetici demek elindeki yetkiyi aklı ile kullanmayı bilen liderdir. Oyuncak olmayı kabul etmeyen yöneticiler, siyasal iktidarlarla hiçbir zaman barışık olmamışlardır. Mustafa Kemal’in askeri okullardaki başarısı arkadaşları arasında kısa zamanda sivrilmesini sağlamıştır. Askeri okul öğrencisi Mustafa Kemal aynı zamanda yönetendir, sevk ve idare edendir. Örgütçülüğü, hatipliği, inandırıcılığı, birikimi, kararlılığı yeni bir liderin doğuşunun işaretidir. Onun kişilik özellikleri, daha o yıllar verdiği mücadele ufalanmakta olan Osmanlı'nın yerine cumhuriyetin kurulacağını muştulamaktadır adeta. Çöken ekonomik sistem, dağılan bir imparatorluk, enkaza dönen bir devlet aygıtı… Öte yandan art arda gelen yenilgiler ve yönetenlerle yönetilen arasındaki uçurum… Ve işkal edilen Osmanlı toprakları, silahları elinden alınan ve darmadağın edilen bir ordu… Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğunu yıkmadı. Cumhuriyet, yıkılan, dağılan bir devletin yerine kuruldu… Atatürk'e dil uzatan bedbahtlar, sanki yurt işkal edilmemişti, sanki ordu dağıtılmamıştı da her şey iyi gidiyordu, ülke İsveç gibiydi öyle mi? Yıkılın karşımdan! Sizin yurt sevgisi, vatan diye bir kaygınız yok, sizin için asıl mesele din elden gidiyor deyip yıllarca uyuttuğunuz, alın terini sömürdüğünüz Anadolu insanın uyanacak olması. Bezirgân saltanatınızın devam edeceğini bilseniz, “en çok cumhuriyetçi” siz olursunuz! 19 Mayıs 1919 Samsun’da doğan bir güneş! Sana inanan yoldaşların ile birlikte Anadolu’ya geçmek, Anadolu’nun güzel insanlarını bu ahval içinde kurtuluşa inandırmak… gerçekten kimsenin cesaret edemeyeceği bir şey, başarabileceği bir şey değil! Sendeki bu cesaret, sendeki bu inanç… Normal düşünen insanların akıllarının alabileceği bir şey değil: Silah yok, ordu yok, elde para yok, sen hariç kimsede umut yok! Kimse senin yerinde olmak istemezdi. Padişah ferman buyurmuş, şeyhülislam efendi fetvasını vermiş idamına hükmolunmuş! Bir general olarak gittiğin Anadolu’da elsiz ayaksız kalacağını düşünenlere en güzel cevabı, yıllarca emek verip giydiğin şanlı üniformayı çıkarıp milletinin bağrına emanet ederek verdin. Kimse, hiç kimse bu kadar cesur olamazdı, normal bir vatandaş olarak Anadolu’da isyan ateşini yaktın. Kimsede bu kadar yürekli değildir. Damat Ferit ve adamları bulsalar seni bir kaşık suda boğmakla kalmayıp kanını içeceklerdi. Elazığ valisi Ali Galip’in tuzağından yine aklınla kurtuldun. Sen saraya damat olmayı kabul etseydin krallar gibi yaşardın. Sen kendi ikbalini düşünmedin. Sen milletinin esaret altında kalmasına tahammül edemedin. Bu yürek nasıl bir yürek, bu inanç nasıl bir inanç… Olağanüstü… Sözlüklerde seni tam olarak anlatabilecek bir sözcük yok henüz, senin inancının, cesaretinin benzeri yok… Allah'ın bir lûtfu bu! Sen, bu ülkenin topraklarını canından, ikbalinden aziz bildin. Bu uğurda ne yapman gerekiyorsa canını ortaya koyarak yaptın. Hak bildiğin yolda bir santim bile ayrılmadan yürüdün. Seninle yola çıkan yoldaşların bile senin inancına yabancı kaldılar. Bu ülkenin camilerinde inananlar namazlarını özgürce kılıyorsa minarelerinde beş vakit ezan sesi yükseliyorsa, cem evlerinde (Emevi İslâmının baskılarına rağmen) semah tutuluyorsa, senin sayende. Bunca emek, bunca acı, bunca şehit, hürriyet için, bayrak için; feda olsun! Seni bu toprakların yerli işbirlikçileri, çeteleri, dönekleri, hainleri… Yolundan alıkoyamadı. Bizi de kimse yolumuzdan alıkoyamayacak! Bir 10 Kasım sabahında, gözlerim buğulu, yüreğim inançlı bunları düşündüm. Sana bir kez daha söz verdim, yolundan ayrılmayacağım, devrimlerini her şartta savunmaya devam edeceğim. Ben biliyorum ki bu ülkenin yurtseverleri, memleket sevdalıları için, yalnız ve ancak tek yaşama şartı bu… Bornova 10 Kasım 2019

  • EN ÇOK SANA

    garip bir veda geçiyor içimdeki zamana kurda kuşa ağaca toprağa suya ışığa en çok da sana özlemim kalacak ellerimde dokunsam tüm sevdiklerime parmaklarım titreyecek en çok da sana zaman bana bir zehir içsem sensizliğim yanacak içmesem sensizliğin yakacak ikilemin iki ucunda yürüyorum kör kuyularda bir huzme ışık bulsam sarılacağım veda ediyorum içimdeki zamana en çok da sana

bottom of page