top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Yorgun Düşmüş Bedenim Yolculuklardan...

    Yorgun düşmüş bedenim yolculuklardan Buluyor dermanını yatağında Bitkin gövdem bırakıyor yerini zihnime Derken bir yolculuk daha başlıyor zihnimin derinliklerinde. Uzaklarda bir yerlerde düşlerim, Sana doğru tutkulu bir sefere hazırlanıyor, Ve zifir zindan karanlıkta, Yetiyor kapanan gözlerimi açık tutmaya. Saklıyor ruhumun hayaletini, Geceye sunulmuş bir mücevher gibi Buluşuyor gölgen görünmezliğimle, Ve dönüşüyor gecenin karanlığı, körpe bir dilbere. İşte bundandır bulamayışım huzuru Gündüz bedenime, gece ruhuma Hem sana, hem de bana. William Shakespeare (ÇEV: Eylül EZİK) * ekleyen: F.Y. KAROĞLU

  • dudu

    -Ey!... Karadut’um…Yeşil ruhunu, kara kara yemişlere satan Koca dutum! Sen de yorulur musun, benim gibi her sene meyveye durmaktan, onu olgunlaştırıp, cömert dallarını çocuklara sunmaktan.- İri siyah gözleri, düğme burnu, biçimli düzgün dudakları, dalga dalga saçlarının büklümünden göğsüne kadar uzanan gelin telleri ile beyazlar içinde, küçük bir kuğu gibi süzüldüğü düğün gününe kadar, Dudu Gelin’e; fotoğraf karesinde olduğu gibi, yaşamına da sinsice giriveren; zafer kazanmış edasıyla küstah bakan, iri kıyım, sarı gür bıyıklı, bu adamı sevip sevmediği sorulmamıştı hiç. Evlerine arada sırada uğrayıp, kendine tuhaf tuhaf bakıp, analığı ile bir şeyler konuşan, kaba saba adamın, telli duvaklı gelin olduğu gün, kocası olacağını aklının ucundan bile geçiremezdi, Dudu Gelin. Ağladı, çırpındı, çok yalvardı, ama boşuna. Sevgili babacığı koymuştu ismini. Dudu… Dudu kuşu gibi şakısın, mutlu olsundu… Sağ olsaydı böyle olur muydu? Verir miydi? Tanımayıp, bilmediği bu kadir bilmez, gün göstermez koca herife… “-Burası senin evin, bu da erin. Dirin girdi, ölün çıkacak. Demir yollarında ismi anılan biri. İşi iyi, kazancı da. Bundan iyisine mi varacaksın?” demişti, dertlenecek olduğunda analığı. Daha ilk günden; tek sırdaşı, arkadaşı; bir yanını yetiştirme yurdunun beton duvarına, bir yanını da, Sarı Remzi’nin palaz evine dayamış, çatal iki gövdeli, sayısız dalları arasında kapkara yemişlerini tartan Kara Dut olmuştu. Göz yaşlarını tek ona dökmüş, sevincini de ona göstermişti. Dudu Gelin, kara dut gibi verimli… altı çocuk ard arda… Gün güneş görmeyen evine, erine de alışamamıştı ya, neylesin. Evinden sabahın ilk ışıklarıyla, ısınıp, dinlendirmek için her dem loğusa bedenini, kara dutun altına atıverirdi. Onunla dertleşirdi yalnız kaldığı zamanlarda: -Ey!... Karadut’um…Yeşil ruhunu, kara kara yemişlere satan Koca dutum! Sen de yorulur musun, benim gibi her sene meyveye durmaktan, onu olgunlaştırıp, cömert dallarını çocuklara sunmaktan. Her yıl parmak gibi kara kara dutlarla dalları kırılan ağaç; çocukların sevinç kaynağı, mahalle kadınlarının yaz sıcağında, gölgesinde toplanıp yarenlik ettiği, el işi ve dedikodu yaptıkları özel bir yer… Dudu Gelin’in Kara Dut’u. Kadınların, akşama kadar bir türlü bitiremedikleri eşik sohbetleri, sürüp giderdi. Ta ki, demiryolu işçileri, paydos düdüğü ile karınca sürüsü gibi sokak aralarına dolup, akıncaya dek. Sarı Remzi de, boşalan bakır sefer tasını alarak koluna, kendi iliklerine sindiği gibi, şehir sokaklarına da sinen metal kokularını soluya soluya süzülmüştü akşamüzeri evinin avlu kapısından içeri. Dudu Gelin yorgun, rengi kaçmış, içeri buyur ederken, zor aldı sefer tasını elinden Remzi’nin. -Yine mi yorgunsun be kadın? Allah bilir, bir kaşık yemek bile yok ocakta. Ver şu kızın eline de uydursun; bir çorba yada pilav. Ne yapacaksa, getirsin sofraya! Dudu gelin, kıyamayarak bir lokmacık kızı Suna’ya: -Ah kızım, keşke sağlıklı olsaydım da seni böyle ev işleriyle yormasaydım. Kaç kere geldi öğretmenin kapıya; bu çocuğu okutun. Zeki kız, yazık olacak diye. Benim karşı koyacak, direnecek gücüm kalmadı. Bu adamın da yemekten, yatmaktan başka düşüncesi yok. Oğlanlar ise aynı kafada. -Herif!.. O kızın ortaokula gitmesi gerek, ilkokul öğretmeni yine geldi evimize kadar. Remzi kayıtsız bir edayla, karısına dönerek: - Sen ne diyorsun kadın? O’nun okula gitme vakti geçti artık. Göğüslerini sallaya sallaya ortaokula mı gidecek erkek çocuklarıyla? Nasılsa senin iyileşip, bir halt edeceğin yok. Ev işlerini, yemek yapmayı, kardeşlerine bakmayı öğrensin yeter. İri dut karası gözleri dolu dolu olmuştu Dudu’nun. Ne kötü yazgıydı bu. Kendinden geçmişti artık yaşam fırsatı. Ama her biri ayrı bir ömür olan çocukları, kendi gibi olmamalıydı. Hele hele Suna’sı… Mutlaka sağ olup… görebilirse… Kızını sevdiğine; gönlünün istediğine verecekti. Halsizdi, içini kemiren bir ağrı ve boğazındaki kötü öksürük nefes aldırmaz olmuştu iyice. Artık Temmuz sıcağında bile yün atkısıyla üşüyor, sevgili kara dutuna, bahçeye bile inemiyordu. Yatağa bağlanmış kalmıştı. Suna mutfakta, dalgın gözleri bulaşık leğeninin içinde kaybolmuş, sabun köpüğünden çocukça oyunlar kurduğu sulara, sabahtan beri diline doladığı şarkısıyla serenatlar diziyordu. İçeri odada yatan annesinin: -Suna!.. Seslenişiyle, suçüstü yakalanmanın çocuk telaşıyla sıyrıldı şarkısından Oyun arkadaşlarından zorla koparılmış mızmız tavrıyla: -Anneeee!.. Kötü bir şeyler olacağını hisseder gibi annesinin yanına gitti. İçinden bir şey koptu. Oyunu, her şeyi unuttu birden. Sırf kulak kesildi: -Anne!..ne oldu, neyin var? Dudu, uzaklara bakarak yol çeken gözleri ile sürekli, bir şeyler anlatıyor, arada bir de yalvarır gibi Suna’ya: -Kapıyı açıver kuzum!.. Çabuk açıver!.. Babam! Babacığım geldi, ne duruyorsun? Suna şaşkın etrafına bakındı. Oysa ne kapı sesi, ne de başka bir ses duymuştu. -İçeri girmek istemiyor mu yoksa?.. Sen… Sen buyur et dedeni, dutun altına bir sandalye at, bende hemen geliyorum yanına. Hadi kızım!... Suna ne yapacağını bilemiyor, evin içinde dört dönüyordu. Kardeşleri bahçede, ağabeyleri hangi cehennemdeydi bilmiyordu. Aptallaşmıştı iyice. Önüne gelen ilk sandalyeyi kaptığı gibi bahçeye doğru koşmaya başladı. Sandalyeyi alelacele dutun altına atıverip, karşıdaki bahçeli evin kapısından içeri boğazı yırtılıncaya kadar bağırdı: -Ayşe Yenge!.. Ayşe Yenge!.. Annem!.. -Ne var Suna? Niçin bu kadar bağırıyorsun kızım? Daha fazla bir şey söyleyemiyor, hıçkırıklar içinde, bulgur gibi yaşlar iniyordu Suna’nın yanaklarından. -Annem!.. Annem!.. Ayşe Yenge, seğirtip Dudu’nun yanına koştu. Seslendi ama… Çıt çıkmıyordu artık yorgun bedeninden. Ellerini tutmak, yanağına dokunmak istedi. Elleri ve birkaç günden beri uçuklamış yanakları kaskatı kesilmişti. Çenesini çekip, uzaklara takılı kalan dut karası gözlerini ; kendi elleriyle oyaladığı, iğne oyası tülbendi ile yavaşça örttü. Komşulara haber vermek için bahçeye çıktığında; mahalle kadınlarının çoktan dut ağacının altında toplanıp, hep birlikte gözlerini dut ağacının en yüksek tepesinde öten dudu kuşuna kaldırdıklarını gördü…

  • KALBİ DELİK YAŞAMDAN

    Zeliha AYDOĞMUŞ Kalbi delik Yorgun bir masaldan geçiyorduk Nehirlerinde çapak Kirpikleri açılmayan Balıkları kaygan ve oryantal Hiç olmamışız gibi Ölüm kadar kuru Suya sabuna dokunmadan Geçtik Geçişimiz yılgın Hokkabaz bir masaldan Yorgun bir masaldan geçiyorduk Dağ başları kar tutmaz Olmaz denilen oluyor Güneşin sıvası balçıktan Pesimist giriş, Gelişme ve sonuç için affediniz Beyaz çiçeklerin ilmi henüz yok olmadan Uygun adım Geçtik Geçişimiz yırtık Kalbi delik bir dünyadan Yorgun bir masaldan geçiyorduk Tuzu kuru Tacir dillerde umut Kollardan beri adımlar nankör Mutlu sonla bitmez Şiddet uygulandı Darp edilirken zaman Geçtik Geçişimiz yorgun Kalbi delik bir yaşamdan

  • Karadenizli Kız

    Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor. Takvim, dolma kalem, not defteri.. hiçbirini almadım. “sakın bana bir şey getirmeye kalkmayın.” dedim. Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme “teşebbüs"leri kesildi. Bu ilkemi sadece bir kere bozdum. Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen'in kibritçi kız'ı. Yoksullar arasında en yoksulu ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı. Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor. Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden. Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına. O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde. Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız. Simiti uzattı. "al, öğretmenim.” dedi. “biliyorsun” dedim, “ben..” sözümü kesti. “yiyeceksin!” diye bağırdı. “sana aldım! sen bizim için neler yapıyorsun!” simiti elime tutuşturdu. koşarak çıktı. O simiti yedim. Dünyanın en acı; ama en lezzetli simitiydi. İyi ki ders arasındaydık. İyi ki çocuklar koridordaydı. İyi ki hiçbiri onu nasıl boğazım düğümlenerek yediğimi görmüyordu. ( Ülkü Tamer) * Ekleyen: Semihat Karadağlı

  • KÖY ÖĞRETMENLERİ

    "...1930’lu, 40’lı, hatta 50’li yılların köy öğretmenleri, zihnimizdeki saygın yerini koruyor ama günümüzde bir köy öğretmenliği zümresi yaratmak mümkün değildir. .." Cahit Külebi, en güzel şiirlerinden birini neden “Köy Öğretmenleri” üzerine yazdı? “Yurdumuz uçsuz bucaksız”dı, “gökte yıldız kadar köylerimiz var”dı. “Ama uzak, ama harap ama garipsi…” idiler. Her sabah kuşlar gibi çocukların uçtuğu köy öğretmenleri, “kara göklerin yıldızları” idiler. “Düşe kalka”, yiğit”, “ama umutlu” yurdumuzu “sabaha kadar ışıt”malıydılar. Türk şair ve yazarları, köy öğretmenliğine özel bir önem verdiler. Ülkenin feodal üretim ilişkilerinden kapitalizme geçmesi, üst yapıda din bağnazlığından kurtularak kentlerde daha yaygın pozitif bilim ışığıyla aydınlanması için canla başla çalışacak elemanlara ihtiyaç vardı ve bu, köy öğretmeniydi. Öğretmenlik şiirleri antolojilerinde bu konuda pek çok şiir yer alır. “Ceyhun Atuf Kansu da bu amaçla “Köy Öğretmenine Mektuplar”ı kaleme almıştı. Bizde Köy Öğretmenliği, 1940’lı yılların, özellikle, 1936’da açılan Eğitmen Kursları, 1937’de açılan Köy Öğretmen Okulları’nın, özellikle de 1940’ta kurulan Köy Enstitülerinin ürünleridir. İlk Öğretmen Okulu 1848’de ortaöğretime öğretmen yetiştirmek amacıyla açılmıştı. Daha sonra bu okullara ilkokul öğretmenliği dersleri konulmuş olsa da okulculuk ve öğretmenlik kentlerin eğitim ihtiyacını karşılamak amacındaydı. Çünkü sanayileşmiş Batı’dan aktarılmış bir model üzerine kurulmuşlardı. 40 bin köyün pek azında okul vardı. 1940’ta Enstitüler Kanununun görüşüldüğü birleşimde Hasan Ali Yücel’in açıkladığı rakamlara göre, Türkiye’nin yüzde sekseni köylerde otururken, köyde yaşayan nüfusun ancak yüzde 25’i ilköğretimden yararlanabiliyordu. Buna yararlanmak denilebilirse… Öğretmen Okulu mezunları köye gitmek istemiyor, gönderilenler de köyün yaşama zorluklarına dayanamayarak kısa sürede köyü terk ediyorlardı. Eğitmenlik ve Köy Enstitüsü sitemi, Türk eğitimcilerinin geliştirdiği çok önemli kuruluşlardır. Kentte doğup büyümüş çocuklar, köy hayatına yabancıydılar ve köy koşullarında verimli olamıyorlardı. Bu nedenle köye öğretmen olarak yetiştirilecek olan çocuklar köyden seçilmeli, köyün ihtiyaçlarına göre yetiştirilmeli, atandıkları köyden kaçmalarını önlemek için köyde 20 yıl hizmet etmeleri zorunlu kılınmalı, yalnız kültürel bakımdan değil, köyün ekonomik koşullarını da değiştirecek bilgilerle donatılmalıydılar. 1914’te Kastamonu mebusu İsmail Mahir Efendi’nin ortaya attığı ve bazı eğitimcilerin de dile getirdiği bu proje, ancak 1936’da Eğitmen yetiştirerek uygulanmaya konulabilecekti. Bu proje, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye Batı’dan büyük bir teknoloji ve sermaye ihracını öngörmeyen bir projeydi. Kalkınma köyden başlayacaktı. Gerçi Köy Enstitüleri, CHP’nin sağ kanadı ve onu izleyen Demokrat Parti zamanında iktidarların hedefi oldu ve klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü ama enstitü programlarına olan ihtiyaç da köy ve şehrin ekonomik olarak bütünleşme süreci içinde azaldı ve giderek yok oldu. Nüfus kentlere akın etti. Tarım makineleşti. Meslekler çeşitlendi. Köyde bütün işlerden anlayan tek bir önderin yerini, çeşitli meslek mensupları aldı. Artık öğretmenin hem sağlıkçı, hem tarımcı, hem veteriner olması mümkün değildi. Köy öğretmenliğinin Türk şair ve yazarının gönlünde ayrı bir yer tutmasının nedeni, onun şimdiye kadar kimsenin yapmaya yanaşmadığı ve nasıl yapılacağını da bilmediği köyü değiştirme görevinden kaynaklanır. Son 30-40 yıla kadar Türkiye’de köy ile kent arasında korkunç bir uçurum vardı. Bu farklılık köy öğretmeni ile kentlerde görev yapan öğretmenler arasında da görülüyordu. En baştan köy öğretmeni çamur çiğnerken kentteki öğretmenin ayağına çamur değmeyebiliyordu. Köy öğretmenleri, genellikle yaya bazen at sırtında iki gün sürebilen yolculuktan sonra ulaşabildikleri kente ayda bir maaşlarını almak için iniyorlardı. Kentteki sinema, tiyatro gibi herhangi bir etkinlikten yararlanmaları mümkün değildi. Öğretmenlerin örgütlenmelerinin serbest olduğu dönemlerde öğretmen derneklerinin kurucu ve yöneticileri tamamen kent ve kasabalarda görev yapan öğretmenlerdi ve köy öğretmenlerinin bu topluluğa katılmaları mümkün değildi. Hatta kent öğretmenleri tarafından yadırgandıkları görülmüştür. Sonradan Eğit-Der başkanlığı yapan Köy Enstitüsü mezunu Ali Bozkurt, 1940’lı yıllarda Kayseri Öğretmenler Derneğinde nasıl hor karşılandığını 12’den 12’ye adlı kitabında anlatır. Başını Köy öğretmenleri mezunlarının çektiği Köy Öğretmen Dernekleri 1946’da örgütlenme hakkının çıkmasını izleyen yıllarda bu nedenle kurulmuştur. Onların enerjileri, düzenle uzlaşan ve lokalcilikten başka bir şey yapmayan öğretmen derneklerinde etkin olmalarını sağlamış, Türkiye Öğretmen Dernekleri Federasyonu, Enstitü mezunu öğretmenlerin yönetimine geçmiştir. Enstitü mezunu öğretmenler 1950’lerin sonlarında artık kentlere inmeye başlamışlardı. 1965’te kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikasının başkanı Fakir Baykurt, 1968’de Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonun da başkanıdır. Kısa süre sonra Federasyon kendini feshederek TÖS’e katılmıştır. Öğretmenler artık tek tek köyleri kalkındırma çabası yerine köyleri sömürüye karşı uyandırma ve hakları için mücadeleye sevk etmeye çalışmalıydılar. Bu ise devletin yıllarca sırtını sıvazladığı “idealist öğretmen” tipolojisine uygun değildi. Baykurt’un “Onuncu Köy” kitabına konu ettiği gibi. Günümüze gelince: Köy nüfusunun kentlere akın etmesi nedeniyle köy nüfusu çok azalmıştır. Köylülerin bir kısmı yazları köylerine gitseler bile öğretim dönemini, biraz da çocukların eğitimi nedeniyle kentlerde geçiriyorlar. Köy okullarına devam edecek öğrencilerin sayısı çok azalınca, köy okulları kapatılmış, öğrenciler taşımalı eğitime alınarak merkezî köy veya kentlerdeki okullara taşınmaya başlanmıştır. Aydınların içinde azımsanamayacak sayıda bir bölüm, bu gerçeği kabullenemiyor, köylerde okulların işlevsiz kalmasından yakınarak köy okullarının yeniden açılmasını istiyor. Bu aydınlar, bir öğretmen köyde görev alırsa köyde aydınlanmanın da bekçisi olabileceğini sanıyorlar. Oysa artık köye göre öğretmem yetiştiren bir sistemimiz yoktur. Öğretmenin, çocuklara öğretmenlik yapmaktan başka köylüler için bir görev yüklenmesi mümkün değildir. Seyrek de olsa, bir köy okulunda görev yapan öğretmen dersi biter bitmez arabasına atlayarak evinin bulunduğu kentin yolunu tutmaktadır. Öte yandan, okul çağında 15-20 çocuğu olan bir köye her branştan öğretmen göndermek mümkün olamaz. Bu 15-20 öğrencinin bir kısmı dört yıllık ilkokul çağında ise, bir kısmı ortaöğretim çağındadır ve görecekleri dersleri ayrı branş öğretmeni vermek zorundadır. Kısacası, 1930’lu, 40’lı, hatta 50’li yılların köy öğretmenleri, zihnimizdeki saygın yerini koruyor ama günümüzde bir köy öğretmenliği zümresi yaratmak mümkün değildir. Bazı aydınlar gerçeklerle değil, anıları ve hayalleriyle yaşıyorlar… (Independent Türkçe, 24 Kasım 2021) zekisarihan.com

  • ZEYTİNDAĞI / Kukla

    Bütün bir devlet iktidarını teslim alıp da, hükumeti eski devir adamlarına bırakan başka bir devrin partisi tarihte görülmüş müdür, bilmiyorum. İttihat ve Terakki, Büyük Harbin ortalarına kadar, bir türlü sadrazamlığı kendine layık görmemişti. Kamil ve Sait Paşalar yüzde yüz eski adamlardı. İttihat ve Terakki iki yeni adam buldu: Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa. Bunlar dahi Osmanlı-İslam vezirleri idi. Biri Bağdat'lı, biri Mısır'lı idi. Mahmut Şevket Paşa öldürüldükten sonra Talat Beyin hususi kalemine girmiştim. Bir gün, Öğle üstü müdürden bir tebliğ aldım: ''-Nazır Beyle hemen Edirne'ye hareket edeceksiniz!'' Vak'a şuydu: Mahmut Şevket Paşa'yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Eceli mi ayağına dolaştı, ne idi, bu katil bir Rus vapuruna binmiş, Romanya'ya gitmek üzere İstanbul'dan geçiyordu. Osmanlı Devletinin Rus sancağını taşıyan vapurdan hiç kimseyi almaya hakkı yoktu. İttihatçılar, Polis Müdürü Azmi Bey'in cür'etine başvurdular. Azmi Bey, bir kolayını bularak Kavaklı Mustafa'yı vapurdan kaçırdı ve hapsetti. Rus Büyükelçisinin Babıali'ye gelerek, Kavaklı Mustafa'yı geri isteyeceğine şüphe yoktu. İşte bu kaygı ile Talat Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa, birlikte Edirne'ye gitmeye karar vermişlerdi. Büyükelçi Babıali'de kimseyi bulamayacak ve Kavaklı Mustafa hapishanede o gece boğulacaktı. Seyahat için de bahane bulunmuştu: Devlet adamları sınırda Bulgar Hariciye Nazırı ile görüşeceklerdi. Edirne'de Sadrazamı hükumet konağına misafir ettiler. Kendisini ilk defa yakından akşam sofrasında gördüm. Pek protokolcü olduğu için, yemek sessiz geçiyordu. İttihatçıların halk nazırı,Prens'in yanında bir lalayı hatırlatıyordu. -Evet efendimiz... -Ne buyuruldu efendimiz... İçini görmeye imkan var mı idi. Fakat bu hal, onu ilk defa giyilen katı gömlek gibi sıkıyordu. Bir aralık dayanamadı; hani şöyle, yakaladığını fırlatır, göğsünü açar gibi: -Getirin bakalım köfteleri!..dedi. Edirne'nin tadını unutmadığı köftelerinden ısmarlamıştı. Bir kayık tabak dolusu getirdiler. Bir çatalda ikisini birden avlıyordu. Mısır Prensi, alt dudağını bıyığının içine geçirmiş, gözleri fırlak, sanki Nil kıyılarında bir timsaha bakıyordu: -Ooh...Paşam, bir tadını bilseniz...Emsalsizdir,vesselam! Ve iki tanesini: -Buyurunuz, tecrübe buyurunuz... Diyerek Sadrazamın tabağına sıyırıp bıraktı. Neden sonra geç vakit, bize hazırlanan eve dönmek üzere merdivenden inerken, üst sahanlıkta Sadrazamın, beli kuşaklı bir entari ve kısa alacalı bir hırka ile, - hemen hemen Cem'in bir karikatüründe görüldüğü gibi- hazım dolaşması yaptığını gördüm. Talat Bey'e Kavaklı Mustafa'nın boğulduğu haberi gelmişti. Ertesi gün Ruslar, Azmi Bey'i Polis Müdürlüğünden azlettirecekler, hükümet onu Adana valisi yapacak, Ruslar bunu da kabul etmeyerek, Azmi Bey'in bir daha devlet hizmetinde kullanılmamasını emredecekler ve istedikleri olacaktı. Osmanlı Matbuat Müdürü Hikmet Bey, Dahiliye'de tanıdığımdı. Hikayeyi ondan işittim. Muharrirlerden biri şair Abdülhak Hamit'i tenkit eder. Hamit, Sait Halim Paşa'ya sızlanır. O da Hikmet Bey'i çağırıp: -Bir gazetecinin ayan azay-ı kiramından bir zata dil uzatmak ne haddi? (Bir gazetecinin, soylu bir kişiye dil uzatması ne haddine?) Hemen dersini ver! buyurur. Herkes için, elçi olsa da, milletvekili veya ayan olsa da, şairden başka bir şey olmayan Hamit, Mısır kuklası için sadece ayan azay-ı kiram idi. Falih Rıfkı ATAY / ZEYTİNDAĞI Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • NE OLDU SANA ÖĞRETMENİM?

    Ah meslektaşım! Ne oldu sana? Sen böyle değildin… Suskun değildin! Konuşur, yazar, yürür, meydanları inletirdin. Öğretmen okullarının kurulduğu 170 yıl öncesinden beri hep ileri bir Türkiye’nin timsali oldun. Meşrutiyeti ilan edenler, sultanları tahttan indirenler senin elinde yetişti. Çektiğin sefalete aldırmayarak yeni öğretim usullerini izledin. Dergiler, gazeteler çıkardın. Hakkını aramak için örgütler kurdun. Grevler yaptın. Yurdun paylaşılırken, halkın köleleştirilirken kürsülerden bağımsız ve özgür Türkiye için haykırdın. Silahına sarılarak Kuvay-ı Milliye'ye katıldın. Aç tok görev yaptığın kasaba ve köylerde halka önder ve örnek oldun. Köy okuluna ulaşmak için atıyla birlikte Zap Suyu’na giden senin meslektaşındı. Eğitmen kurslarında kendi yaptığın tahta bavulla köy yollarına düştün. Köy Enstitülerinde kerpiç kararak kendi okulunu kendin inşa ettin. Ağaya, beye, milletin ensesinde boza pişiren politikacıya sen kafa tuttun. Kalemini konuşturdun; halkın yoksulluğunu, ezilmişliğini dünya senden öğrendi. Dokuz köyden sürdüler, yılmadın, onuncu köyde de ışık oldun. Kurduğun örgütlerin şubeleri, işçilerin ve gençlerinki gibi bir devrim ocağını andırıyordu. Kayseri’de temsilcilerini toptan yakmak istediler. On binlercesini bir gecede toplayıp zindanlara attılar. Devrimci Eğitim Şûraları topladın. Millî ve halkçı eğitim programları yaptın. Derneğini kapattılar. Büyük kentlerin alanlarında kocaman bir kitle oldun. Örgütlenme hakkını söke söke aldın. Ah öğretmenim! Ne oldu sana? Hiç bu kadar suskun, edilgen olmamıştın. Oysa 170 yıllık kazanımların tek tek elinden ve halkından geri alınıyor. Okullarda bilimin ışığı günden güne sönüyor. Üniversite kürsüleri, suyu çekilmiş bir değirmene döndü. Yetiştirmekle görevli olduğun çocuklar, özgür bir yurttaş yerine cemaat üyesi olmaya zorlanıyor. Koyu bir sis, bu güzelim ülkenin üstünü gitgide kaplıyor. Senden ses seda yok! Yoruldun mu? Umutsuzluğa mı kapıldın? Bir zamanlar taşıdığın pankartları nereye sakladın? Elinden kitap düşmezdi. Sana dünyayı, ülkeni, halkların mücadele tarihini öğreten kitapları yaktın mı? Ah öğretmenim! İnanıyorum ki bu geçici bir geri çekilmedir. Korkunun dağları sardığı kötü bir dönemin sonucudur. Yelin halktan yana esmeye başlamasıyla sen yeniden doğrulacak, halkın demokratik mücadelesinde eskisi gibi layık olduğun yeri alacaksın. Sana yakışan budur. Emrullah Efendi’nin, İsmail Mahir Efendi’nin, Etem Nejat’ın, İsmail Hakkı Tonguç’un, Şerif Tekben’în, Sabahattin Ali’nin, Rıfat Ilgaz’ın, Fakir Baykurt’un, Mahmut Makal’ın, Ali Bozkurt’un, Cemil Çakır’ın, Güneş Öğretmen’in ve binlerce, on binlerce eğitim erinin taşıdığı meşale yeniden yakılmayı bekliyor. (23 Kasım 2018) Öteki yazılar için: zekisarihan.com

  • Nereden Nereye Öğretmenim

    İlk ve ne yazık ki topu topu bir yıllık sevgili Ayşen öğretmenim! Öyle ya, insan dediğin de doğanın bir parçası olduğuna göre, karşılıklı iletişimin yanında etkiye tepki anlamında doğru orantılı olarak etkileşim içinde olan bir varlık... Düzen değiştiği gibi devir ve insan da dönüştü. Hem de ne dönüşme! Nasıl ki öğrenciler ve veliler değişen kamu düzenine uyarak, hatta demokrasiyi olmadık bir yerinden alarak negatif yönde dönüştü, ne yazık ki öğretmenler de ister istemez düzene ayak uydurmak durumunda bırakıldı. Artık geçmişteki gibi annemiz ve babamız kadar sizleri sevip saymıyoruz ne yazık ki... Diyelim ki tayininiz çıktı, en yakınımızı yitiriyormuşcasına gözyaşlarına boğulmak şöyle dursun, yeni gelecek öğretmenin nasılına takıldığımız kadar aramızdan ayrılışınızı umursamıyoruz da... Sizler de doğal olarak yine bizim zamanımızdaki gibi, yüreğinizde yarına dair büyük umutlar, büyük hayaller taşıyamaz hale geliyorsunuz ki, haklılıkla. Evet, bir suç var ortada; toplumu ciddi boyutta etkileyen ve etkilemeye devam edecek olan süreğen bir suç... Ama öyle bir şey ki, suçlu şu denilemeyecek kadar karmaşık, bir o kadar da üzücü bir durum günümüzdeki öğrenci, öğretmen ve veli üçgeninde yaşanan bozulma. Doğru, sistem; yama atılmaya çalışıldıkça elimizde kalan eğitim sistemi bunu getirdi. Neredeyse hiçbir öğretmen hiçbir öğrencisine gözünün üstünde kaşın var diyemez oldu (aman efenim hepsi birer prens ve prenses gibi yaşama hazırlanan öğrencilere söz söylemek kimin ne haddine). Es kaza söylediniz diyelim, gelsin müfettişler, alınıp verilsin ifadeler. Büyük resme baktığımda ve sistemin içinde gerek veli, zaman zaman eğitimci konumunda yer aldığım süreçte anılarıma işleyen yaşanmışlıklarımdan yola çıktığımda, haklısınız değerli öğretmenlerim, yüreğinizdeki yarına dair umutları söndürmekte, büyük hayallerinizi ise dolabın en karanlık ve tozlu rafına kaldırmakta yerden göğe kadar haklısınız. Günümüze dair bunca karamsar, bir o kadar da gerçeğe bağlı bir tablo çizdikten sonra, bir de Cumhuriyetin ilanından hemen sonrasındaki duruma ayna tutacak bir yazıya, kayda değer bir yaşanmışlığa göz atalım. Atalım ki yuvarlandığımız uçurumda geriye doğru ne denli korkunç bir hızla yol aldığımızın ayırdına varalım. Sözünü ettiğim geçmişten günümüze ulaşan, aynı zamanda 17 Ekim 1925'te basına da yansımış bir olay: İĞNE OLAYI 1925 de Müdür Lütfi beyin yerine Almanca öğretmenlerinden Besim bey tayin olundu. Müdür Besim beyin müdürlüğü zamanında müessif iğne hâdisesi vuku buldu. İstanbul Lisesinin onuncu sınıfı öğretmen sandalyesine bir iğne yerleştirilmiş. Öğretmen zili çalınca o sınıfta dersi bulunan Arabi öğretmeni (Salih Hoca) sınıfa giriyor. Sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken eli bir iğneye değiyor. Bir iğnenin yerleştirildiğini hissediyor, sandalyeye oturmuyor, deftere imzasını attıktan sonra: — Ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim, diyerek dershaneyi terk ediyor. Meseleyi Müdür Besim beye bildiriyor ve istifasını veriyor. Derhal tahkikata geçildi. Fakat bu işin faili bir türlü bulunamıyordu. Bütün bir sınıf derslerden alakonuldu. Hiçbir talebe itirafta bulunmuyordu. Faili bulamayan idareciler müşkül bir duruma düşmüşlerdi. l925 yılının öğretmenler toplantısı öğretmenler odasında tam kadro ile toplanmıştır. Fakat Müdür ortada yoktu. 0 gün mutadın dışında öğretmenlere çay ile bisküvi ikram edildi. Çaylar içilirken odaya Müdür ile Lisenin inzibat meclisi azaları bulunan arkadaşlar girdiler. Müdür beşuş bir çehre ile müjde verir gibi: — Muhterem hocamız Salih efendiye iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamen ihracına karar verdik. Çünkü failini ele vermiyorlar… dedi. Mecliste soğuk bir hava esti. Hatta bir kısım öğretmenler, bir mua1lime yapılan bu hakaretten müteessir olduklarından, bu cezayı münasip gördüler. Hiçbir arkadaş lehde ve aleyhde bir şey konuşmuyordu. Derhal ben söz aldım. Öğretmenlerin en gençlerinden birisi idim. Fakat bu okuldan feyz almış, o sıralarda oturmuş, şimdi de ders veriyordum. Sarı siyahlı idim. Dedim ki: İnzibat meclisinin bu korkunç kararını tasvib etmiyorum. Koskoca bir sınıf nasıl ihraç edilir. Bir katilin bile kanun karşısında bir avukatı vardır. Eğer delil bulunmuyorsa suçlu olan idaredir, bulması lazımdır. Bulamazsa bu talebelere ihraç cezası veremez. Hem de bütün bir sınıf, öyle bir sınıf ki lisemizin en değerlileri ile doludur. Düşünelim ki, yarın Salih hocadan ve bizlerden daha üstün hizmetler görecek şahsiyetler bu sınıftan yetişecektir. Benim, bu cesurane sözlerime ne müdür ve ne de arkadaşlardan birisi cevap veremedi. Çaylar içilemedi öğretmenler toplantısı da dağıldı. İğneci sınıf ta tamamen ihraç edildi. 0 zamanlar ben gazetecilik de ediyordum. Bir iki talebeyi Cumhuriyet gazetesine götürdüm, lehlerinde yazı yazdırdım. Maarif Vekaleti (İğne) hadisesi ile alakadar oldu. Delil bulunamadığından bu talebeler Anadolu liselerine gönderildi. Bir yıl sonra da kadrom İstanbul Lisesinde kalmak üzere derslerimi Vefa Lisesinde vermekliğim kararlaştırıldı. Salih Hocaya iğneyi koyan başka sınıftan bir talebe olduğu anlaşıldı. Bu hadisenin sebebi anlaşılamadı. Çünkü Salih Hoca İlmiye sınıfının değerli şahsiyetlerinden birisi idi. Vakur ve bilgili idi. Yalnız şuna hamletmek akla geliyor. Atatürk bu devrede inkılaplarına devam ediyordu. Gençlik gözünü ve kulağını Büyük Atasına dikmişti. Ben mütalaada talebelerin başlarından feslerini çıkartmıştım. Beni müdhiş surette ilmiye sınıfından olanlar tenkid ettiler, hatta öğüd verdiler. Atatürk Kastamonu’da şapka giymişti. Bunu duyar duymaz ilk kısım öğretmenlerinden Cemal Çelem, Hüsnü Gürdeniz ve ben Beyoğlu’na giderek birer şapka alıp giydik ve Bayezid meydanından geçerek okula geldik. İstanbul tarafında şapkalı görülen Türk gençleri bizler idik. Bizi Bayezid kahvelerinden gören İstanbul Sultanisinin hocalarından Fizik Hocamız Tatar Mahmud yanımıza gelerek: — Bu şapkayı giydiniz bir daha çıkarmayınız. Diye bizi teşvik ve tasvib etti. Bizim şapka giydiğimizi duyan İstanbul Lisesi talebeleri Türkiye’de ilk defa olmak üzere okul kasketi giydiler. İşte bu inkılapçı ruh devam ederken, sarıklı ve cübbeli lise öğretmenine iğne batırılmıştı. Ben bunu bu ruhla birleştirmekteyim. 1925 yılının 10.sınıfı, yani “iğneciler” arasından kimler çıkmadı ki? : 228 Sait Efendi : Arkadaşları arasındaki lakabıyla H2O, yani sulu Sait. Ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık 697 Rahmi Efendi : Ünlü hekim, politikacı, şair ve akıl hastalıkları uzmanı Dr.Rahmi Duman 748 Saffet Efendi : Ünlü hukukçu Saffet Nezihi Bölükbaşı 725 Feridun Efendi : Ünlü gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es Sabri Efendi : Türk politika ve diplomasi hayatının unutulmaz isimlerinden, eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil Sıtkı Efendi : Demokrat parti döneminin ünlü bakanlarından Sıtkı Yırcalı Ve daha niceleri… Hepsi, o “iğneci sınıf”ın meşhur “iğneciler”i arasından çıktılar… Hikmet Feridun ES’in şu sözü çok meşhurdur. “Biz 43 iğneci idik. Fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil …” Genç ÖĞRETMEN Enver Behnan ŞAPOLYO Her şeye, tüm zorluklara rağmen varsınız biliyorum ve iyi ki: Hala direnen, vurulmaya çalışılan her darbede umutlarına daha sıkı sarılan, hayallerinin peşini ne olursa olsun bırakmayan, çocuklarımıza ve ülkemizin geleceğine inanıp, bu yolda yılmadan yürüyen tüm ÖĞRETMENLERİM, ATAMIZIN dediği gibi ''Yarınlar sizin eseriniz olacaktır'' ! Ve ben başöğretmenimiz Mustafa Kemal ATATÜRK başta olmak üzere, yaş ayırt etmeksizin hepinizin, bu gününüzü ve üç yüz altmış beş gününüzü kutlar, ellerinizden sevgi ve saygıyla öperim. Derleyen ve Yorumlayan : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Öğretmenin Kanatları

    Öğretmenin kanatları Kaç ana şefkatinde Kaç baba sevgisinde Okşayan, esirgeyen Sevgiyi önceleyen kanatlar Öğretmenin kanatları Aklın önderliğinde Bilimin aydınlığında Düşünen, düşündüren Öğreten kanatlar Öğretmenin kanatları Her mevsimde, her yaşta Sıcakta soğukta Yağmurda, karda Siper olan kanatlar Öğretmenin kanatları Dolan, boşalan Uçan, uçuran Sığınılan, güvenilen Adanmış kanatlar

  • Mona Rosa

    Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister. Ah senin yüzünden kana batacak. Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Ulur aya karşı kirli çakallar, Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa. Mona Rosa bugün bende bir hal var. Yağmur iri iri düşer toprağa, Ulur aya karşı kirli çakallar. Açma pencereni perdeleri çek, Mona Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek. Anla Mona Rosa ben bir deliyim. Açma pencereni perdeleri çek. Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi, Bende çıkar güneş aydınlığına. Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi. Seni hatırlatır her zaman bana. Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi. Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, Işıksız ruhumu sallar da durur. Zambaklar en ıssız yerlerde açar. Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi. Ellerinden belli olur bir kadın, Denizin dibinde geziyor gibi. Ellerin, ellerin ve parmakların. Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. Saat onikidir söndü lambalar Uyu da turnalar girsin rüyana, Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar. Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. Akşamları gelir incir kuşları, Konarlar bahçemin incirlerine. Kiminin rengi ak kiminin sarı. Ah beni vursalar bir kuş yerine. Akşamları gelir incir kuşları. Ki ben Mona Rosa bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında. Hayatla doldurur bu boş yelkeni. O masum bakışların su kenarında. Ki ben Mona Rosa bulurum seni. Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. Henüz dinlemedin benden türküler. Benim aşkım uymaz öyle her saza. En güzel şarkıyı bir kurşun söyler. Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. Artık inan bana muhacir kızı, Dinle ve kabul et itirafımı. Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı Alev alev sardı her tarafımı. Artık inan bana muhacir kızı. Yağmurdan sonra büyürmüş başak, Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış. Yağmurdan sonra büyürmüş başak. Altın bilezikler o kokulu ten Cevap versin bu kuş tüyüne. Bir tüy ki can verir gülümsesen, Bir tüy ki kapalı geceye güne. Altın bilezikler o kokulu ten. SEZAİ KARAKOÇ

  • SAİT FAİK ADALI ABASIYANIK

    HER SAKALLIYI BABAN SANMA Sait Faik Adalı’nın soyadı Abasıyanık’tır. Sait Faik Adalı Abasıyanık’ı tanımakla yeni bir ada keşfetmiş kadar sevinebilirsiniz, Adalı’nın adası bir dünyadan büyüktür, içinde her şey var, Gorki’nin Rus edebiyatına yaptığı hizmeti, Adalı Türk edebiyatına yapacak. Fakir fukaralar anafordan futbol maçına girer gibi Sait Faik’le beraber kitaplarımıza girdiler, yuria! Tiyatroda, her tiyatroda paradinin en ucunda oturan Sait Faik’tir. Sinemada en önde oturan kimdir? — Sait Faik’tir. Yanaşın ondan bir sigara isteyin; veriyorsa Sait Faik’tir. Gözleri mavi mi? — Sait Faik’tir. Size yan bakıyor mu? — Sait Faik’tir. Rüyanıza giren kimdir? — Sait Faik’tir. Sait Faik Adalı’ya büyük adamsın derseniz, o size; — Yuuut! der. Tornistan edebiyatı şeflerinden biri, Sait Faik için henüz milli edebiyat yapmadığını söyledi. Buna biz; — Yuut! deriz. Çünkü Sait Faik milli edebiyatın ta kendisini yapıyor. Tornistan muharrirleri lütfen anlamalılar ki millet milliyetçilikten ayrı değildir, Sait Faik milletin her ferdiyle; çöpçüden köylüye kadar “memleketin efendisi “yle alakadardır. Sait Faik milli edebiyatı şatafatlı cümlede değil, hissi ve lisanı halkçı olan yazıda bulmuştur. Sait Faik’te bu nevi yazının daniskasını bulursunuz. Adalı’ya sen realistsin desem, o bana: — Her sakallıyı baban sanma, der. Mamafih Sait Faik realisttir. Realizm bir kitlenin hissini, bahtını, hareketini hatta rüyasının mecmuunu (toplamını) toplayan tarzdır. Cinnet, harikuladelik, realitenin bir parçasıdır. Lafı uzatmayalım, Adalı diyecek ki: — Realite amcanın malı mı? Ben de mahcup olurum. “Dünya ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum” cümlesi Adalı’yı tarif eder. Şehir ve dünya Adalı’nın kucağına otursun. Sait bir gün ilahların dağı olan Uludağ’ın tepesinden Bursa’nın bir havuzuna düştü, sıçradı Marmara’ya balıklama girdi, Büyükada’dan yunus balıkları ile Marsilya’ya gitti ve Grenoble şehrinde biraz dinlendi. Şimdi de gerisin geriye Uludağ’a dönüyor. Sait Faik için hikayeci demek onu hapsetmek demektir. Sait Faik romancıdır, piyes muharriridir, her şeydir. Sırasıyla usta bir hokkabaz gibi piyesi ve romanı en ummadığınız yerinden çıkaracaktır. Sait Faik yazılarının birini şöyle bitirmişti: — Bal gibi tornacı. İddia ediyoruz, Adalı: — Bal gibi milli muharrirdir. Sait Faik Adalı’ya abayı yaktık vesselam. Abidin Dino 7 Haziran 1939 S.E.S., Sayı: 1, s. 16. Derleyen: Adil İzci Türk hikâye ve roman yazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından biri olan Sait Faik, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılar nedeniyle Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak kabul edilir. Doğum tarihi ve yeri: 23 Kasım 1906, Adapazarı, Osmanlı İmparatorluğu Ölüm tarihi ve yeri: 11 Mayıs 1954 (47 yaşında), İstanbul, Türkiye Ebeveynleri: Makbule Abasıyanık, Mehmet Faik Abasıyanık * ekleyen: Zeliha Aydoğmuş

  • FERMUAR

    Leylâklar açtığında O zaman ne zamandır Elbet işleridir açmak Leylâkça bir zamanda Peki ne zamandır Yüreğinin testi gibi Kolayca tutulacak Kulp taktığı boynuna Ve biri el atsın diye Sabırla beklediği Karnında uğuldayan Mahzun rüzgârlarıyla Ne zamandır o zaman Kolay geçmesin diye Düğüm atan kendine Belirli aralıklarla Seferberlikten önce Cumhuriyetten sonra Leylâğın derdi ne ki Yaralı bir geçmişle Kedileri besledim Su verdim çiçeklere Ortalığı toparladım Ve okudum bir ara Sonra aynaya baktım Aynadaki giz yüzüme İşte tam sırasıdır Saklama söyleyiver Sahi ne oldu senin Dün gibi gençliğine Çekiver kuyruğunu da Dönüp ısırsın isterse At gözlükleriyle geçen Bu sümsük zamana Duyurabilirsen sesini De ki geride bıraktım Menevişli bir süreci Bir hüsrana başladım Büyüyor içimde şimdi Küf tutan ezikliği Sonra şöyle devam et Ne güzel bir ilkyazdı Ilık leylâk kokuları Dolardı göğsümüze Ben yüzüne bakardım Evcimen bir deniz Gözlerinde durmadan Kıyıları yalardı Sevdanın gölgesinde Ne güzel bir ilkyazdı Şunu sakın unutma Eğer benimseyip de Kullanmayı bilirsen Ayrılıklardır bazen Bir öznel buluşmanın Tek gerçek odağı Düşün yol ayrımında Seni sana gösteren Açılmış bir göz gibi Şaşkın bakan budağı Ve tartarak kendini Yol ver sözlerine Benim de bir zamanlar Ahbaplarım vardı de Soframda bet bereket Şarabım tek durmaz Oynaşırdı küpünde Ben de gençtim elbet Benim de bir zaman Çiy düşerdi tenime Diyelim beğenmedin Hayıflanan bu girişi De ki gözümle gördüm Naylon çuval lifinden Örüyorlar yuvalarını Kuşlar bile günümüzde Bak insanla birlikte Yaşam da kirlendi Neyleyim bu ömrün Yaprak döken gerisini Bir kapı tıklaması Duyar gibi olursan Sözün tam burasında Önce git kapıya bak İzin ver yüreğinin Biraz soluklanmasına Biri gelmişse eğer Savmanın yolunu bul Duyar gibi olmaktır Gereken çünkü sana Sonra şöyle devam et Körükleyip ateşini Köylü kurnazlığından Kentli bilgiçliğine Ben bu coğrafyada Dolaştım hayli zaman Bir ortak yan buldum Benzeşmezler içinde Sevmiyordu birbirini Nedense hiç kimse Ve de ki ben şimdi Bir paslı fermuarı Çekiyorum geçmişime Açılmamak üzere Sıkarak dişlerimi Mayhoş bir hüzünle Ben de genç oldum Bir yerinde zamanın Benim de gerinerek Ay doğardı döşeğime Şunu sakın unutma Yakınmamak gerekir Durmadan esip yağan Kimsesizlik içinde Ağlamadan sızlamadan Her neyse bedeli Doğruyu ve güzeli Batarak hatırlatan Bir kimse olmayı İnsan hep giyinmeli Şimdi bir daha şöyle Bir daha ve şevkle Ne güzel bir ilkyazdı Leylâk kokan nefesiyle Gündüzümüz gecemizle Gizliden bakışırdı Hamiyetli bir rüzgâr Dolaşırdı köşe bucak Dara düşüp bunalmışsa Biraz sevinç taşırdı Ama boşunadır hepsi Geçmiştir geçer gider Bakmaz ardındaki Savrulan güneşlere Gel hele beni dinle Hiç olmazsa hıncını al Geçip giderken günler Son kez şöyle keyifle Çekiver kuyruğunu da Dönüp ısırsın isterse Kedileri besledim Su verdim çiçeklere Ortalığı toparladım Ve okudum bir ara Sonra aynaya baktım Aynadaki giz yüzüme Çarpıtıp dudağımı Şöyle bir gülümsedim Akşama karar verdim Gidip Dinçer’i bulmaya Zamanı sorgulamak Aslına bakılırsa İnsanı sorgulamaktır Bütün yaptıklarıyla İşte bunun içindir Dilimizden düşmeyen Hani şu gündelik Saat kaç sorusunda Duyulunca ürperten İtici bir yan bulunur Kaçı kaç geçiyordur Kaç vardır ya da Alnında bir damar Birdenbire burulur Sanki sana değil de Yüreğinden sorulan Olabildiğince arsız Ve aç bir sorudur Leylâklar açtığında Kaçı kaç geçiyordur. Metin Altıok -Alaturka Şiirler-

  • KURGU SANATI / Sürrealizm

    Kurgu Sanatı, David Lodge tarafından yazılmış, Türkçeye Aytaç Ören tarafından çevrilerek ülkemizde Hece Yayınlarınca 2013 yılında yayınlanmış, inceleme türünde bir kitap. Elli bölüme ayırarak kurgu sanatını, roman kurgularken kullanılan tarzları, roman türlerini ünlü yapıtlardan alıntılar yaparak anlatıyor Lodge. İlginizi çekebileceğini düşündüğüm için bu bölümleri başlıklarıyla sıralamak istiyorum : Başlangıç, Çok Karışan Yazar, Merak Uyandırma, Gençlik Skazları, Mektup Tarzlı Roman, Bakış Açısı, Gizem, İsimler, Bilinçakışı, İç Monolog, Alışkanlık Kırma, Mekan Algısı, Listeler, Karakterin Sunumu, Şaşırtma, Zaman Değiştirme/Kaydırma, Metin İçinde Okuyucu, Hava, Yinelem, Süslü Düzyazı, Metinlerarasılık, Deneysel Roman, Komik Roman, Büyülü Gerçekçilik, Yüzeyde Kalmak, Göstermek ve Söylemek, Farklı Seslerde Anlatmak, Geçmiş Zaman Algısı, Geleceği Düşlemek, Sembolizm, Alegori, Epifani/Tecelli, Rastlantı, Güvenilmez Anlatıcı, Egzotik, Bölümler ve Benzerleri, Telefon, Sürrealizm/Gerçeküstücülük, İroni, Motivasyon, Süre, İma, Başlık, Düşünceler, Kurgusal Olmayan Roman, Üstkurgu, Acayip Şeyler, Anlatı Yapısı, Aporia, Bitiş. Kitapla ilgili fikir sahibi olabilmeniz adına Kurgu Sanatı'nın otuz sekizinci bölümüne, Sürrealizm/Gerçeküstücülük'e yer vermek istiyorum. Şimdiden keyifli okumalar. SÜRREALİZM / GERÇEKÜSTÜCÜLÜK Sürrealizm/Gerçeküstücülük, görsel sanatlarda edebiyatta olduğundan daha iyi bilinir ve görsel sanatlarda onu tanımlamak daha kolaydır: Dali, Duchamp, Margritte ve Ernst modern sanat tarihinde kökleşmiş şahsiyetlerdir. Ama bir edebiyat dalı olarak 1920 ve 1930'larda gelişen ilk modernist ve dadaist deneyimlerin dışında oluştu. Gerçekten de sürrealizmin ana teorisyeni, sürrealizmi ''önceden ihmal edilmiş üst nitelikte bazı formların beraberliklerinin olabileceği şeklinde bir inanç'' üzerine kurulduğunu açıklayan Andre Breton adında bir şairdi: ''Hayalin her şey, yapabileceğine, düşüncenin tarafsız oyununa bir inanç.'' Leonora Carrington, görsel ve sözel sanat formlarını eşit derecede işleyen nadir bir sürrealist örnektir. Londra'da Sepentine Galeri'de açılan tablolarının retrospektif sergisi çok ilgi uyandırmış; birkaç on yıl gibi uzun aralıkta oldukça mütevazı bir şekilde birkaç dilde yayınlanan roman ve hikayeleri de özellikle feministlerden eleştirel bağlamda dikkat çekmeye başlamıştır. İngiltere'de doğan Leonora, Meksika ve Amerika'ya göç etmeden önce, birkaç yıl Max Ernst ile yaşadığı savaş öncesi Paris'te sürrealizmin görkemli döneminin bir parçasıydı. Onun çalışmaları, ataerkil kültürel kabulleri yıkmak için sürrealist etkileri kullanan Ancela Karter ve Jeannette Winterson gibi özellikle kadın sanatçı ve yazarlar tarafından büyük oranda postmodernist deneyimin öncülüğünü yaptığı şeklinde algılanmaktadır şu an. Sürrealizm, aralarında yakın benzerlikler olmasına rağmen 27. Bölümde tartıştığım Büyülü Gerçeklikle aynı şey değildir. Büyülü gerçekçilikte her zaman gerçekle fantastik olan arasında sıkı bir bağ vardır: İmkansız olay, modern tarihin uç paradoksları için bir tür metafordur. Sürrealizmde ise metaforlar, akıl ve sağduyu dünyasını bozarak gerçek haline dönüşür. Sürrealistlerin kendi sanat ve onun kaynağına dönük gözde benzetmeleri, Freudun'da dikkat çektiği gibi, uyanıkken sürdürdüğümüz mantığın serbest bıraktığı canlı imgeler ve şaşırtıcı bir anlatı zinciriyle bilinçdışının gizli arzu ve korkularımızı ortaya çıkardığı rüyalardı. İngiliz dilindeki ilk büyük sürrealist roman, büyük olasılıkla rüya öyküsü olan Alis Harikalar Diyarındadır. Carrington'un Duyulan Trampet'inden alıntılanan bu pasajda bunun etkisi fark edilebilir: Yerel ve komik olanı acımasız ve tuhaf olanla karıştırmasında, fantastik olayların gerçekçi anlatımında ve bir volkan kayasındaki Cheshire kedisi gibi yüzleri görmesinde. Anlatıcı, oğlu Galahad ve onun eşi Muriel ile Meksika'da yaşadığı anlaşılan Mrion Leatherby adında doksan yaşında bir İngiliz hanımdır. Marion oldukça sağırdır ama bir gün arkadaşı Carmella, ona şaşırtıcı hassasiyette bir kulak borusu verir. Onun yardımıyla oğlunun ve eşinin kendisini yaşlı kadınların kaldığı bir yere koymayı planladıklarına kulak misafiri olur. Romanın bu ilk kısmı, akıllı ama kafası karışık bu yaşlı hanımın kendine has düşüncelerini ''benimsemenin'' mümkün olduğu garip ve alışılmadık ama oldukça komik bir tarzda yazılmıştır: ''Hepimizin de bildiği gibi zaman geçiyor. Aynı şekilde zamanın dönüp dönmeyeceği şüpheli. Burada olmadığından ötürü şu ana kadar sözünü etmediğim bir arkadaşım, pembe ve mavi evrenlerin iki arı kümesi gibi parçacıklar halinde birbirleriyle karşılaşacaklarını ve farklı renkte bir çift tanecik birbirleriyle çarpıştığında mucizelerin olacağını söylemişti. Bunu tutarlı olarak açıklayıp açıklamayacağımdan şüphe etsem bile bunların hepsi zamanla olacak şeylerdir.'' Ama Marion, evin eşiğinden geçer geçmez olaylar giderek fantastik bir yöne kayar. Mesela yaşadığı yerde: ''Tek gerçek mobilya, hasır bir sandalye ve küçük bir masaydı. Geri kalan her şey resmedilmişti. Benim demek istediğim, orada olmayan mobilyaların duvarlara resmedildiğidir. O kadar akıllıca yapılmıştı ki ilk başta neredeyse aldanıyordum. Resmi yapılmış gardrobu, kitapları olan rafı açmaya çalıştım. Hafif rüzgarda sallanmış bir perdesi olan açık bir pencere vardı; yoksa gerçek bir perde olsaydı sallanır dururdu...Bu tek boyutlu mobilyaların tümünün iç karartıcı bir etkisi vardı, birisinin burnunu cam bir kapıya çarpması gibi.'' Bu kurum, yemek odasının duvarında gizemli bir şekilde göz kırpan bir rahibenin portresinden ilham alan ve anlatıcıyla onun arkadaşlarının en sonunda kendisine isyan ettikleri otorite yanlısı bir Protestan Hristiyan tarafından işitilmektedir. Bu rahibe, aziz olarak kutsanan bir on sekizinci yüzyıl manastır başrahibesi olarak tanımlanır. Ama rahibe, aslında ilk Başrahibe'ye veya anlatıcıya kraliçe arı şeklinde görünen Afrodit'e inançla bağlantılı bereket tanrıçasına inanan bir kişidir. Öykü, yeni bir buz devri ve deprem gibi apokaliptik (kıyametin kopması) doğal olayların da yer aldığı Kutsal Kase Efsanesinin yeni pagan ve feminist bir versiyonuna doğru kayar. Bu kule çatlayarak açılır ve anlatıcının bir kazanı karıştıran kendi çiftiyle karşılaşacağı bir yer altı dünyasına indiği bir merdiven ortaya çıkar ve altındaki olay burada geçer. Öznenin gözleyen ve gözlemlenen, hem ete hem aşçıya ayrılması kendine özgü bir hayaldir. ''Bir tutam tuz ve biraz da biber ekledim.'' şeklindeki basit bir detayın, kötü ve garip bir yamyamlık imgesiyle yan yana getirilmesiyle oluşan bir etki gibi. Böyle nükteli dokunuşlar, en iyi sürrealist sanat özelliğidir, ki onsuz anlatı boş bir olağanüstülüğe ve sıkıcı bir toleransa yatkın olacaktır. Neyse ki Leonora Carrington hayalperest olduğu kadar da şakacıdır. Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • ÖTESİ YALAN BERİSİ DÜNYA

    tizden pese ulaşmayan gün yüzüne çıkmayan çığlıklarımız vardı titiz adımlarımız öyle diyorlar yaşamışız ötesi yalan berisi dünya bir bakmışız kır düğünü sağ sol ön arka derken dört başı mamur sofra bir bakmışız saf saf sıra sıra ve omuz omuza usuldendir ciğerde yangı gözde yaş iş bu cenaze namazında takva bu saatten sonra kime soracaksın ki dalda sararan ayvaya bire bin tanelendi nar kırmızıya tıklım tıklım seni doldurdum yüreğe sor, kaydı yıldıza ve zamana #zeliş

  • tan yeri

    “Nefes alamıyorum” derken bile celladını ciddiye almıyordu nefesi kesilen Minneapolis de bir polis bir insanın nefesini kesti nefesi kesilen bir insan binler oldu daha bir saat olmadan binler milyonlar oldu birden nefesi kesilenin nefesi bulaştı tüm kentlere sokaklarını kuşattılar gökdelenlerin elleri kelepçeli yüzüstü yatırıldı buz gibi asfalta gökdelenlerin bekçisi beyaz köle bir asker kendini yukardan alkış sağanağı altında gibi gördü ve beyaz tanrılarına isyan edenin nefesini kesti giyotin ile bir köle cellat gizliden alkış aldı elbet isyana indi hakikati görenler ancak kararttı ışığını gökdelenler tek cellat görünsün diye beyaz köle asker göğe yükselme arzusunu sekiz dakika boyunca siyahı öldürerek elde ettiğini sanıyordu gökdelenleri yok sayılanlar yapmıştı çeliğe ve betona su olmuştu terleri asfaltı da onlar dökmüştü sevgiliye hızla gidilen yol olur diye suyu getirmiştiler dağların bağrından susuz kalmasın hiçbir can diye kabloları döşemiştiler kim bilir kaç saat nasırlarının acısına aldırmadan tüm ışıltılar onların eseridir karanlık içindeki hayatlarında elleri değmeden çiçek açmazdı bostanlar çiçekler çıkınca döngü yoluna kente getirirlerdi sessizce toprağın armağanlarını aş olsun her renkten yemiş her renkten cana diye gecelerde karanlığı iter sabahı ederlerdi uyumadan nefessiz olmazdı tüm bunlar mabetler onların üstüne basa basa yükselmişti göğe gökten hep yere bakacağını sanırdı tanrılar ve kendini gökte zannedip de yerin dibinde olan köleleri nefes nefese yapılmıştı her ne yapılmışsa bu kentlerde nefesi kesenin nefesi kesilirdi hakikate meşale olmuş bu günde meydanın orta yerinde boğulursa insan vurulursa renginden dilinden ve şarkılarından kanar vicdan oluk oluk sel olur sabahı beklemeden rüzgara karşı ateşler yakılır surların kıyılarında ve kıvılcımları dört kıtada yol olur vicdanın seli yıkar ölümün mülklerini mülksüz olsun tan yeri sabah barışa adım olacaksa gün gelir kan damlamış hayat yeniden kurulur her renkten nefesle

  • Ya Araftakiler

    " İçedönükler, iç dünyalarının eline geçmiştir; dışadönükler, olan bitenin baskısı altında kendilerini yitirirler.'' Carl Gustav Jung ''Keşfedilmemiş Benlik'' adlı eserinde böyle diyor. İlk aklıma gelen ünlem ya da soru cümlesi, siz karar verin...Yani nasıl isterseniz. Konu şu; ''Peki ya araftakiler; ne dışarlıklı, ne içerlikli olamayanlar...göçebeler, yurtlarında yurtsuz, yuvalarında evsiz barksız kalanlar!? Peki ya koyunda eş, dost, çoluk çocuk derken, dahası kalabalıklar arasında yalnız kalanlar!? Ya da bırakılanlar mı demeliydim?!'' Ah bilemezsiniz ne çoklar, ne çoklar... Böyle bir yaşama, olan biten her şeye karşı geliştirdikleri bilinçleri sebebi ile mahkum olan insanların dışarda saldıranları (bu saldırının en güçlü silahı anlamamak, anlayarak yaşamaktan uzak sığ bir yaşam sürmek), yani düşmanları pek çok olmasına karşın, en azılı ve en güçlü düşmanları kendileri, iç dünyalarıdır. Günden güne dış dünyadan kopararak iç dünyalarında kaybolup gitmelerine yöneliktir bilinç dışı kurgulanan savaş taktiği. Her dışa dönük davranışa getirilecek bir eleştirisi, dışarıda olup bitenlere düşmanca olmasa da yadsıyan, anlamsız bulan bir tavrı vardır mutlaka. Kendi kendini yargılasa iyi olurdu ama genellikle yargısız infazdır yaşam sürecinde en iyi becerdiği. Bununla birlikte aşırı yargılamaktan, aşırı incelemekten kaybolup gidişleri de olmaz değildir. Aslına bakılacak olursa ''yalnızlık Allah'a mahsustur'' sözünün yansıması arafta kalanların tüm hücrelerinde mevcuttur, kesseniz kanının her damlasından bu atasözü okunur. Ama ne olur, nasıl olur bilinmez, bir türlü o doğru insan ya da insanlar çıkmaz ortaya...arkadaş daha değerlisi dost, hepsi birlikte olsa ne güzel olurdu, hem sevgili. Nerede o bolluk? O bir tanesine bile razıyken, belki bir ömür bu arayışla geçer, o tencereye o kapak, o kadim insan hiçbir yerde bulunmaz. Anlatması kolay ya yaşaması, birilerinden duyması, buraya yazması bile nasıl koca bir kara delik, nasıl insanın içini kırıp parçalayan bir hüzün... Böyle insanların da diğer insanlar gibi yaşamı sürdürmek adına, tutunabilmek için kurguladıkları eylemler vardır. Kimileri yaptıkları iş neyse o işte en iyi olmaya odaklanır, kimileri sanatın dallarından hangisine yatkınsa ona yaslanır, kimisi edindiği hobilerle uğraşır. Değişmez kural; ne yapılacaksa, nasılı bilinerek, yapabileceğinin en iyisi olacak şekilde yapmaktır. Zaman zaman ruh eşini, yol arkadaşını bulduğunu düşündüğü dönemleri de olur araftakilerin. Ama yeni evlilerin cicim aylarına benzer bu insanların ilişkileri. Belli bir sebebe gereksinme duymadan geldikleri gibi geri dönerler arafta olma hallerine. Eskiden bu tür insanların sayısı çok olmamakla birlikte, günümüzde teknolojik aletlerin küçümsenmeyecek etkisiyle gittikçe artma yöneliminde. Peki bu bir sorun mudur? Gerek bireysel ve toplumsal katılım, gerek ruhsal ve bedensel sağlık korunuyorsa, karışmak, yadsımak ya da söz söylemek kimin ne haddine; elbette bu bir sorun değildir. Sonuç olarak her birey diğerleri, hatta tüm canlılardaki gibi, artısı ve eksisiyle kendini gerçekleştirmek üzere geldiği dünyamızda var olan ekosistemin bir parçasıdır. Böyle insanlar bir bakıma kayıptır da. Yaşamak başlı başına büyük bir sorunken, ölüm olgusu da düşün dünyalarında aynı algıyı yaratmaktadır...Yani yaşamak ölmek kadar, ölmek yaşamak kadar zordur onlar için... Ciddi bir çelişki, sıkıntılı bir algılama biçimi. Araftakileri tüm özellikleriyle göz önüne alacak olsak, bunca sıkıntılı görünen durumlarına karşın dünyanın onlara çok fazla gereksinmesi olduğunu kavramak da zor değildir. Durup en ağır eleştiriyi kendine yapan insanların üretecekleri şeyleri, ne denli başarılı bir biçimde ortaya koyacaklarını düşünsek mesela... Mesela başka bir bakış açısıyla bakmayı denesek, sorsak; araftakilerin dünyaya ve dünyalılara nasıl ya da en fazla ne kadar zararı dokunabilir ki, böyle ne içerde ne dışarda olamayan duruşlarıyla!? Zeliha AYDOĞMUŞ 26/08/2021 04:04

  • Bilge Karganın Maceraları

    Bizim Bilge Karga çok uzun zamandır uçuyordu. Bu yüzden de hem acıkmış hem de bir hayli yorulmuştu. Hasat mevsimi olduğu için yol boyunca geçtiği tüm tarlalarda insanlar ekin biçiyordu. Durum böyle olunca da tarlalardan birine girip karnını doyurma fırsatını bulamıyordu. Bu nedenle biraz daha fazla yorulmayı göze alarak ekinlerin daha geç olgunlaştığı, ülkenin kuzeyindeki tarlalara doğru uçmaya karar vermişti. Derken, tam bir şehrin evlerini ardında bıraktığı sırada bir tarla gözüne çarptı. Ama tarlanın tam ortasında bir korkuluk vardı. Karnı çok aç olduğu ve başka çaresi kalmadığından dolayı, kendi kendine ne olursa olsun gidip korkulukla konuşmaya, karnını doyurabilmek için ondan bir kaç koçan mısır yiyebilmek için izin istemeye karar verdi. Korkuluğun kendini duyabileceği mesafeye kadar yaklaşarak; ''Merhaba korkuluk kardeş'' diyerek söze başladı. Ona ne kadar uzun zamandır yollarda ve karnının da bir o kadar aç olduğunu söyledi. Sonunda da ''Tarladaki mısırlardan biraz yememe izin verir misin?'' diye sordu. Kimbilir ne kadar zamandır tarlanın ortasında duran ve ağustos sıcağından bunalmış haldeki korkuluk, bir süre düşündükten sonra, ona izin verebileceğini, ama bir şartı olduğunu söyledi. Aç karga hemen atıldı; ''Nedir o şart korkuluk kardeş, öğrenebilir miyim?'' diye sordu. Korkuluk karganın istediği şeyi yapabileceğine pek inanmayan bir tavırla dileğini anlatmaya başladı; ''Hiç kıpırdamadan yaşamaktan bıktım. Zaman zaman kollarıma konan kuşların benimle yerimden kıpırdayamadığım için dalga geçmeleri beni çok üzüyor. Eğer sen beni yürütebilirsen benim tüm dertlerim biter ve ben de senin tarladaki mısırlardan bir kısmını yemene izin veririm. Ne diyorsun, bu dileğimi gerçekleştirebilecek misin?'' dedi. İki yüz yirmi iki yaşındaki karga, uzun ömründe neler yaşayıp neler görmüştü. Onun gençliğinde bırak havada kuş gibi uçan demir yığını uçakları, yollarda homurdanarak giden arabalar, trenler bile yoktu. Ayrıca sayısız kitap okumuştu, hem bilge hem de güngörmüş bir kargaydı. Dünyada düşünüp de yapılamayacak bir şey olacağını sanmıyordu. Yine de korkuluğun isteğini yerine getirmek o kadar kolay değildi. Cansıza can verene henüz rastlamamıştı. Yine de yardım etmek istiyordu. Karnının açlığı bir yana korkuluğun anlattıklarına çok üzülmüş ve ona yardım etmeyi çok istemişti. Bir zaman düşündü. Sonunda yüzü aydınlandı, kararını vermişti: ''Tamam sana yardım edeceğim,aklıma gelen bir şey var, arabalar da metal yığını, nasıl yürüyorlar...'' diyerek havalandı. Hiç vakit kaybetmeden, geldiği yöne, gelirken gördüğü evlerin olduğu tarafa uçmaya başladı. Kasabanın girişinde, traktörlerin onarımının yapıldığı tamirhaneyi bulunca çok sevindi. Eli yüzü simsiyah olmuş, üstü başı yağ içinde kalmış vaziyette çalışan insanları fark etti. Onlara gözükmemek için, tamirhanenin etrafında süzülerek bir tur attı ve tamirhanenin arka kapısını buldu. Vakit kaybetmeden arka kapının az ilerisinde bulunan çınar ağacının dalına kondu ve içeriyi gözetlemeye başladı. İçeride iri kıyım, güçlü kuvvetli bir adam elindeki alet edevatla bir traktörü tamir ediyordu. Bu arada biraz beklemesi gerekti bizim Bilge Karga'nın. Ama sonunda usta, bir müşteri geldiği için onunla konuşmak üzere dışarı çıktı. Tabii bizim Bilge Karga'da bu fırsatı iyi değerlendirdi. Ondan umulmayacak bir hızla korkuluğu robota çevirmesi için gereken metal parçalarıyla birlikte alet ve edevatı dışarıya taşıdı. Şimdiyse tek yapması gereken, bu parçaları kimse görmeden bir bir tarlaya götürmekti. Yorgun, aynı zamanda açlıktan bitkin düşmüş olmasına rağmen de öyle yaptı. Hepsini tek tek tarlaya taşıdı. Karganın getirdiklerini görüyordu görmesine korkuluk, ama metal parçalarının nasıl işine yarayacağını kestiremiyordu. Karga biraz soluklandıktan ve susuzluğunu giderdikten sonra daha fazla vakit kaybetmeden işe koyuldu. Korkuluğu robota çevirmek o kadar kolay bir iş değildi tabii ki, ama karga kan tere batmasına karşın pes etmeden çalıştı çalıştı çalıştı. Yaşasıııın! diye bağıran korkuluktu. Veee işte tüm bilgi birikimini kullanan bizim Bilge Karga sonunda başarmıştı. Korkuluk yerinde bir saniye bile duramıyor, tarlanın bir ucundan diğer ucuna gidip gelirken, bir yandan da sevinç çığlıkları atıyordu. Sonunda gelip Karga'nın yanında durdu ve ona defalarca teşekkür ederek bu iyiliğini hiç unutmayacağını söyledi. Karga'da onun mutluluğuna katılıyordu katılmasına, fakat hem yorgunluktan hem açlıktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Dayanamayıp sordu bizim Bilge Karga; ''Eh madem dileğin gerçekleşti, ben de bana söz verdiğin şu mısırlardan yiyebilirim artık değil mi?'' Bu sözleri duyar duymaz korkuluğun yüzündeki neşeli ifadenin yerini düşünceli bir hal aldı. Sonunda gözlerini kargadan kaçırarak güçlükle konuştu: ''Karga kardeş benim için yaptıkların beni çok mutlu etti, bu iyiliğini asla unutamam, hakkını da asla ödeyemem ama lütfen beni affet,'' dedi, bu duruma çok şaşıran Karga kafasını kaşıyıp anlamaya çalışırken, korkuluk sözlerini şu şekilde bitirdi; '' senin tarladan mısır yemene izin verirsem, diğer kuşlar bunu görür ve tüm arkadaşlarına haber verirler. Eğer hepsi birden tarlanın üzerine çöreklenirlerse ben mısırları nasıl korurum? Bu yüzden senin tarladaki mısırlardan yemene izin veremem.'' . Bu sözleri işiten yorgun ve aç kuş, hiç bir cevap vermeden, üzüntüden perişan olmuş bir halde kanatlandı. Gücü tükendiği için ancak tarlanın hemen kenarındaki ceviz ağacına kadar uçabildi ve bir kaç saat sonra karanlık olacağı için geceyi orada geçirmek üzere dallardan birine tüneyerek uyuklamaya başladı. Korkuluk ise, verdiği sözü tutamadığı için üzülse de, yıllarca süren esaretten kurtulmanın verdiği sevinç daha ağır bastığı için, tarlanın içinde gezinip durmaya devam etti. Ne var ki bu gezinmeler epey sürdükten sonra korkuluk birden olduğu yerde çakılıp kaldı. Şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışmasına, olduğu yerde debelenip tekrar yürümeyi denemesine rağmen, korkuluk artık yürüyemiyordu. Oldukça çaresiz ve ne yapacağını bilmez durumda kalan korkuluğun sonunda aklına, utana sıkıla da olsa Karga'ya danışmak geldi. Öyle ya yürümesini sağlayan o olduğuna göre, doğal olarak da neden yürüyemediğini de ondan iyi kim bilebilirdi ki! Daldaki kargaya seslendi. Yorgunluktan uyuya kalan kuş, korkuluğu ancak dördüncü seslenişinde duydu, irkilerek yerinden sıçradı. Uyanmasına sevinen korkuluğa ne istediğini sordu. Korkuluk da ona durumunu anlatıp yardım ister.. Kısa uykusuyla toplayabildiği güçle havalanan Karga, korkuluğun yanına gelip sağına soluna bakar. İlk önce bir şey anlayamaz, ama sonunda sorunun nereden kaynaklandığını kavrar. Korkuluğa döner ve ona; ''Çok fazla hareket ettiğin için bağlantı yerlerine taktığım vidaların çevresinde hiç yağ kalmamış. Sen de bu yüzden hareket edemiyorsun artık,'' der. Bu sözler üzerine, endişelenen korkuluk; '' Eee şimdi ne olacak, ne yapacağım ben? Bundan sonra hiç yürüyemeyecek miyim? Bir şey yapamaz mısın?'' diyerek karga'ya yalvarır. Onun o halini gören Bilge Karga, kendine yapılanı unutmasa da ne yapsın, ''Bir çaresi var'' diyerek söze başlar, ''O çare de, benim seni makine yağı ile bir güzel yağlamam,'' der. Karganın bu zor durumdan kurtulmanın bir çaresini bulduğunu duyan korkuluk, önce deliler gibi sevinir, sonra verdiği sözü tutmayışını anımsayıp pişman olur, utanır. Korkuluğun pişmanlığını fark eden, yeterince dersini aldığını düşünen Karga sessizliği bozar: ''Seni de anlıyorum söylediklerinde haklıydın. Evet benim mısırlardan yememe izin verseydin diğer kuşlar tarlayı istila edip tüm mısırları yiyebilirdi. Fakat öyle kestirip atmasaydın ve kafa kafaya verseydik bunun için bir çare düşünüp bulabilirdik,'' dedikten sonra, ''Şimdi ben sana yine yardım edeceğim. Bu kadar çabuk olacağını tahmin etmesem de, bu durumun eninde sonunda başına geleceğini biliyordum. Çalışan makine yağ ister. O yüzden de tamirhaneden bir tane de yağdanlık getirdim yanımda. İşte orada tam ceviz ağacının altına bırakmıştım. Şimdi onu getirip vidalarının olduğu eklem yerlerini yağladığımda hiç bir şeyin kalmayacak.'' diyerek sözünü bağladı. Korkuluk ezilip büzülen bir ses tonuyla mırıldanır: '' Tamam Karga kardeş, öncelikle sözümde durmadığım için ve senin o bitkin, çaresiz kalmış halini umursamadığım için senden özür dilerim, lütfen beni affet olur mu?'' Sonra da; '' Peki şimdi ne olacak, ne yapabiliriz bu durumda? Yani senin hem karnını doyurman, hem bunu diğer kuşların görmemesi, hem de beni bağışlaman için ne yapmam gerekiyor şimdi? Sen bilge, deneyimli bir kargasın, ne olur düşün taşın, bir çare bul ve bana söyle lütfen. Bu sefer kesinlikle yapacağıma söz veriyorum. Hem bak ben dersimi aldım. Öğrendim artık, tüm canlıların yaşamını sürdürebilmeleri için birbirine bir kez değil sürekli ihtiyacı olduğunu. Bak eğer bu sefer de sözümde durmazsam, sen de bir daha bana yardım etmezsin, ben de öylece hareketsiz bir halde kalakalırım. Hıh ne dersin Karga kardeş bana yardım edecek misin?'' Karga'nın niyeti korkuluğu utandırmak değildi aslında. Bu yüzden de korkuluğun söylediklerinin pek çoğunu duymamıştı bile. Çünkü o korkuluğun endişe ettiği konuyu düşünüyordu. Şimdi nasıl etmeli de, diğer kuşlar görmeden bir iki koçan mısır yiyebilmeli ve bu sayede de korkuluğun başını belaya sokmamalı diye soruyordu kendi kendine. Bilge Karga, onca bitkinliğine karşın birden ''Buldum,'' diye bağırdı. Bu ani bağırma karşısında korkuluk ürktü. ''Neyi, söyler misin lütfen neyi buldun?'' diye soracaktı ki karga bulduğu çözümü anlatmaya başladı: "-Şimdi ben, gidip yağdanlığı buraya getirecek ve senin vidalarınla eklem yerlerini bir güzel yağlayacağım. Sonrasında ise, sen hareket etmeye başlayacaksın... İşte o zaman tarlada olgunlaşmış olan mısır koçanlarından, gönlünden koptuğu kadarını toplayıp tarlanın dışına götürüp bırakacaksın. Ben de, diğer kuşlar görmeyeceği biçimde gidip bir güzel karnımı doyuracağım. Anlaştık mı?" Bu öneriyi enine boyuna düşünecek hali yoktu korkuluğun. Çünkü karga onca açlığına, halsizliğine rağmen hoşgörülü ve bilgece davranmıştı. Ne diyebilirdi ki? Hemen içinden sevinç taşan bir ''Evet'' çıktı ağzından. Karga'nın, bu cevabı alır almaz önce gözleri ışıldadı ve bir ziyafet sofrası görmüş gibi kanatlarını ovuşturdu, sonrada ceviz ağacının dibindeki yağdanlığa doğru uçtu. Alır almaz hiç vakit kaybetmeden korkuluğun yanına geri geldi ve onu bir güzel yağladı. İşte olmuştu, korkuluk artık hareket edebiliyordu. Tabii ki yine çok mutlu oldu ve bu sefer kargaya teşekkür eder etmez, söz verdiği mısır koçanlarını toplamasıyla, tarlanın yanında yükselen ceviz ağacının dibine bırakması bir oldu. Güneş batmış karanlık iniyordu. Herkes gibi kuşlar geceleri evlerine döner, etrafta tek kuş görülmüyordu. Bilge Karga'da gönül rahatlığıyla mısır koçanlarının başına gidip, önüne ilk gelenden yemeye başladı. Karnı doydukça yüzü aydınlanıyor, gözü ışıldıyordu. Karganın mutlu halini izleyen Korkuluk, ellerini ayaklarını sürekli oynatıp dururken kendi kendine: ''Çok oku, çok öğren, çok düşün; sorun varsa mutlaka bir çaresi de vardır,'" diyordu. Korkuluk yaşananlardan alması gereken dersi almış ve bir daha böyle bir şey yapmayacağına kendi kendine söz veriyordu. Gecenin sabahında Karga korkuluğun yanına giderek artık oradan ayrılması gerektiğini, bir daha hareketsiz öylece kalmaması için arada bir vidalarını ve eklem yerlerini yağlamayı unutmamasını tembih etti ve ekledi; ''Merak etme, ben yağdanlıktaki yağ tamamen bitmeden gelir, onu senin için gidip doldururum.'' dedi. Korkuluk borçlulukla gülümsedi: " Geldiğinde ziyafet sofran da hazır bekleyecek." Uzun vedaları sevmeyen Bilge Karga, yeni dostuna hoşçakal dedikten sonra yeni maceralara doğru kanat çırpmaya başladı.

  • HÜRRİYETE DOĞRU

    Gün doğmadan, Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, İçinde bir iş görmenin saadeti, Gideceksin; Gideceksin ırıpların çalkantısında. Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; Sevineceksin. Ağları silkeledikçe Deniz gelecek eline pul pul; Ruhları sustuğu vakit martıların, Kayalıklardaki mezarlarında, Birden, Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; Bayramlar seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi? Gelin alayları, teller, duvaklar, donanmalar mı? Heeeey! Ne duruyorsun be, at kendini denize; Geride bekleyenin varmış, aldırma; Görmüyor musun, her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; Git gidebildiğin yere

  • Beethovenın Ünlü Ay Işığı Sonatının Hikayesi

    Beethoven'ın Ünlü Ay Işığı Sonatının Hikayesi Beethoven, arkadaşıyla akşam gezintisine çıkmış. Berlin sokaklarında dolaşıyorken, bir evin önünde kendi bestelerinden birinin çalınmakta olduğunu duyunca, durup dinlemeye başlamış. Zor bir parça olmasına rağmen piyanoyu çalan kişi bir yere kadar başarıyla geldikten sonra, ansızın çalmayı kesmiş. "Buradan sonrasını yapamıyorum işte. Keşke usta olsa da o devam etseydi" diye yakınırken, Beethoven arkadaşını çekiştirerek evin kapısını çalmış. Burası yoksul kundura tamircisinin eviymiş. Büyük usta kapıda dikilirken, "özür dilerim sözlerinize kulak misafiri oldum az önce, izin verirseniz o şarkının devamını çalarım size " demiş. "Teşekkür ederim ama, bu piyano çok harap ve notalarda yok, çalamazsınız" diye cevaplamış kız onu. Biraz yaklaşınca kızın kör olduğunu fark etmiş. "İyi de siz nasıl çalışıyorsunuz peki?" demiş Beethoven. "Eski evimizin yanında bir müzik hocası vardı, o çaldıkça ben ezberledim, notaya ihtiyaç duymuyorum" demiş kör kız. Beethoven oturup o parçayı baştan sona çalınca kör kız onu tanımış. Öyle bir performansı Beethoven 'dan başkasının sergileyebilmesine imkan yokmuş çünkü. Kız ve annesi aziz konuklarını layığıyla ağırlamak için çoşkuyla çabalamaktayken, Beethoven kıza dönüp, "Senin için ne yapabilirim?" diye sormuş. "Benim her şeyim var yalnız. ..."diye, bir an tereddüt ettikten sonra kör kız cesaretini toplayıp şöyle sürdürmüş cümlesini: "Doğuştan körüm bu durum benim için büyük sıkıntı değil. Aklımın içinde bu dünyanın bir benzerini kurdum, belki daha bile güzeldir benim hayalimdeki dünya. Senin bestelerini çalarken de orada geziniyorum. Anlayacağın her şeyim var ama bir tek şeyi canlandıramıyorum aklımda ve bu beni çok üzüyor. "Nedir o?" demiş Beethoven. "Gökyüzünde asılı dev bir küreden söz ediyorlar. Geceleri ışık yayıyor. Ne kadar güzeldir kim bilir.! Onu bir türlü hayal edemiyorum işte. " "Ay ışığını mı, merak ediyorsun güzel kız? Gel sana onu anlatayım " demiş Beethoven. Hemen ünlü Ay ışığı sonatını çalmış. Kundura tamircisinin kızı mutluluktan ağlarken büyük besteci evden çıkmış ve dostuna demiş ki: " Çabuk yürü , bestelediğim o sonatı hemen notaya dökmem lazım, yoksa unutacağım." KAYNAK : Google Ekleyen : Aysu AFYONLU

  • Jung ve Analitik Kuramı

    Jung, önce Freud'la çalışmış, sonra ayrılarak kendi kuramını oluşturmuştur. Kişilik hakkında, günümüz konuşma diline mal olmuş, Adler gibi, birçok kavramı, literatüre kazandırmıştır. Jung'un kişilik hakkında ileri sürdüğü kavramlar şunlardır. Benlik Bilinç Psişe Kişisel bilinçdışı Ortak bilinçdışı Karmaşalar Arketipler Jung, oluşturduğu derinlikler psikolojisinde bilinç, kişisel bilinçdışı ve kollektif bi-linçdışı olmak üzere üç ayrı boyuttan söz ediyordu. Bilinç, özeğinde "Ben (ego)", çevresinde de persona adı verilen ve nesneler dünyasıyla ilişkisini sağlayan işlemler bütünüyle oluşuyordu. Kişisel bilinçdışı pek derinlerde olmayıp geriye itilmiş ya da unutulmuş unsurlardan oluşmuştu. Kollektif bilindışına gelince bu katta, tüm insanlığın ortak malı olan bir kalıt söz konusu oluyordu (Gürün, 1991). Jung, kişiliğin tümünü "psişe" olarak adlandırmıştır. Psişe, Latince bir sözcüktür ve ruh anlamına gelir. Bilinçli ya da bilinçdışı tüm duygu, düşünce ve davranışlar psişe-yi oluştururlar. Psişe, bir bütündür ve kişi yaşamı boyunca ona yeni boyutlar katmaya ve onun bölünmemesine çalışır. Psişe, birbiriyle etkileşim içinde olan, ancak birbirinden farklı bir biçimde çalışan bilinç, kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı adı verilen üç sistemden oluşur. Bilinç, kişinin açık bir şekilde farkında olduğu ve tanıdığı bir zihin bölümüdür. Düşünme, hissetme ve sezgi gibi zihinsel işlevlerin günlük yaşamda sürekli olarak uygulanması ile bilinç gelişir. Jung, bilinçli zihnin örgütlenmesi sonucu oluşan ögeyi "benlik" (ego) olarak tanımlamıştır. Benlik, bilinç düzeyinde algılanan anı, düşünce ve duygulardan oluşur. Benlik bir damıtma aygıtı gibi kendine ulaşan anı, düşünce ve duygulardan bazılarını seçer. Kişi ancak benliğin seçip bilince çıkardıklarından haberdar olur. Kişinin, yaşadığı ancak benlik tarafından seçilmedikleri için bilince çıkarılmayan, anı, düşünce ve duygular varlıklarını yitirmezler. Jung'un "kişisel bilinçdışı" diye adlandırdığı kişilik düzeyinde birikiler. Kişisel bilinçdışımızda depolanan yaşantılar, ya benlik izin verdiği zaman ya da rüyalarda bilinç düzeyine çıkarlar. Jung'un "karmaşa" adını verdiği durumlar, kişisel bilinçdışının içeriğinde bulunan bazı düşünce ve duyguların aralarında gruplaşmaları sonucu oluşan durumlardır. Jung'un "arketipler" olarak adlandırdığı ögeler ortak bilindışının içeriğini oluştururlar. Arketip, ilk örnek (prototip) anlamına gelen bir sözcüktür. Jung, kişiliğin oluşumunda önemli yerleri olan persona, anima ve animus, gölge ve ben arketiplerine kuramında özel bir yer vermiştir. Persona, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırdıkları maskelere verilen isimdir. Jung'a göre, persona, kişinin kendi olmayan bir karakteri yaşaması anlamına gelir. Diğer bir deyişle, bireylerin toplumun onayını sağlamak amacı ile dış dünyaya karşı takındıkları kimliklerine persona denir. Örneğin, insanların çalışırken kullandıkları persona evdekinden farklıdır. Anima arketipi erkek psişenin kadın yönü, animus arketipi ise kadın psişenin erkek yönüdür. "Gölge", insanın kendi cinsiyetini temsil eden ve kendi cinsinden kişilerle olan ilişkisini etkileyen arketipdir. "Ben" kişiliği örgütleyen ögedir. Ben, ortak bilindışının merkez arketipi-dir. Ben, bilindışında bulunan diğer, arketiplerin bilinç düzeyine çıkmalarını düzenler. Kişi kendini uyum içinde, hissettiği sürece ben görevini iyi yapıyor demektir. Bilindışı dünya, bilinç düzeyine çıkarılabildiği oranda, kişi kendisiyle uzlaşır. Bu olmazsa kendisi ve çevresiyle çatışır (Köknel, Ö. Özuğurlu, K. Aytar Bahadır, G., 1993). Ekleyen : Aysu AFYONLU

bottom of page