top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • "SERENAD"

    ve Zülfü LİVANELİ* Gündoğdu YILDIRIM * “Kafamda bir tuhaflık var” adlı Orhan Pamuk’un kitabının eleştirisini yapıp da Zülfü Livaneli’nin “Serenad’ adlı kitabının eleştirisini yapmamak olmazdı. Son zamanlarda ünlü ya da çok satan yazarların kitaplarını okumaya öncelik verdim. Yaşar Kemal’in dört cilt üzerine yazdığı “Bir Ada Hikâyesi” de öncelik verdiğim ve okuduğum kitaplardan birisidir. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli ve diğerleri şeklinde gidiyor okuma çalışmalarım. Ciddi anlamda ünlerine yakışır kitaplar yazmışlar. Ellerine, emeklerine sağlık. Hepsini de beğenerek okudum. “Serenad” işlenen konu bakımından, anlatım tarzı olarak çok hoş bir edebi eser olmuş. Böyle kaliteli edebi eserlere ülkenin ihtiyacı var. Ülkede güçlü kalemler yok denecek kadar az. O kadar çok kitap yazılmasına karşın, iyi eserler görmek mucize. Zülfü Livaneli ile ilgi bir kaç köşe yazısı ele almış, edebiyatını, siyasete girişini eleştiri konusu yapmıştım. Zülfü Livaneli ile ilgili köşe yazıma ilgi gösterenler çok fazla olmuştu. Birkaç ünlü yazar tarafından yazdığım yazının eleştirisi yapılmıştı. Yazımın hem okuyucular hem de yazarlar tarafından ciddiye alınması beni çok mutlu etmişti. Koskoca yazarlar eleştiri amaçlı yazımın her cümlesi üzerinde durmuş, kendilerince kelimelerime anlam yüklemiş, eleştirmişlerdi yazdıklarımı. Zülfü Livaneli müzisyen kimliği ile ünlenmiş, isim yapmış bir kişidir. Edebiyatta boy göstermesi Çoğu kişide “acaba müzikteki başarıyı edebiyatta da gösterebilecek mi?” kaygısı hep var olmuştur. Müzik alanında çok büyük ün yapmış birisinin edebiyata girmesi, edebiyat alanında ben de varım demesi, başarı göstermesi kolay değildir. Her şeyden önce sanatçıyı, önyargılarla dolu bir süreç kapıda beklemektedir. Zülfü Livaneli’nin diğer kitaplarını okudum. Beğendiğim ve beğenmediğim kitapları oldu. Kitaplarıyla ilgili beğendiğim veya beğenmediğim yerleri yazdım, çizdim. Zülfü Livaneli’nin edebiyat alanında çok başarılı eserler veremediğini yazdığım köşe yazımda ifade ettim. Hatta haddimi aşarak edebiyatı bırakıp müzik alanında çalışmalarına devam etmesi gerektiğini söyledim. “Serenad” kitabı, Zülfü Livaneli’nin edebiyat alanında da ciddi işler yaptığını ve de yapabileceğini gösterdi. Seranad'ı o kadar güzel yazılmıştı ki, elimden bırakmak istemedim. Bir solukta okuyup, bitirdim. Bir soykırım süreci bu kadar güzel anlatılabilirdi. Yahudilerin acılarına anca bu kadar paydaş yapılabilirdi okuyucu. Yazar aynı zamanda iyi bir eğitmendir de! İçinde yaşadığı toplumu bilgilendirmek, bilgilendirirken de düşündürmek, empati yapma fikri uyandırmak, duyarlı, hoşgörülü ve insancıl yönlerini geliştirmek gibi görevleri de vardır. Zülfü Livaneli romanda her şeyi en güzel şekilde anlatmış. Bilgi vermiş, topum kültürünü yansıtmış, gerçek tarihin ne olduğunu ortaya koymuş, aşkın yüceliğini göstermiş. Serenad: Bir Alman profesörün, Yahudi eşine duyduğu aşkı dile getirdiği bir bestedir. Profesörün ölümü ile kitap sonlanıyor. Kitabın sonu okuyucunun da sonu oluyor. Her yanımızı bir suçluluk duygusu sarıyor. İnsanlığa karşı yeteri kadar duyarlı olmadığımızı yüzümüze vuruyor. Herkesin okumasını tasfiye ediyorum. Zülfü Livaneli’yi de böyle bir eser yazdığından dolayı kutluyorum. Daha nice güzel eserler vermesini temenni ediyorum. * 11.02.2017

  • Yalova Geceleri

    Nurdan ALADAĞ * Olanaksızı iste kendini yarat" diyerek çıktığımız yolda bize öncülük eden Frida 'ydı. Mevsimlerden kış olup, soğuk havada uzun yola çıkılsa da, sevginin ve gönül birliğinin gücüne önem vererek, Mavi Ada'mızın değerli yazarları Yalova'da buluştu. Etkinlikten bir gün önce soğuk havayı ciğerlerimize çekerek otelimizin yolunu tuttuk. Taksiciye "Yalova'nın nesi meşhurdur "sorusuna verdiği cevap "Yalova geceleri" olması bizi şaşırttı. Kuşadası , Bodrum'a gelen turiste benzetti herhalde diye düşündük. Otele girmeden markette gördüğüm yeşil renkli Yalova geceleri kolanyasıyla "dervişin zikri neyse fikri odur "cümlesi geldi aklıma; güldüm . Otel çalışanlarıyla kurduğumuz muhabbet bize en güzel odayı vermelerini, her gördüklerinde gülerek selamlamalarını sağlamıştı. Şanslıydık. Valizleri odaya koyduğumuz gibi kendimizi sokaklara atıverdik. Gördüğüm her heykelle resmimi sabırla çeken sevgili eşime bir teşekkür borcum var. Yeni bir şehri yürüyerek keşfetmek gibisi yok ; ah bir de hava sıcak olaydı desek de anı yaşamasını bildik. Akşam Mavi Ada yazarları olarak bir araya gelerek sanaldan gerçekliğe ulaşmanın güzelliğini, neşeli sohbet eşliğinde yaşadık. Yazı yazan eller, duygu yüklü gönüllerle buluşmanın mutluluğuna ulaştı. Gece heyecandan uyku az uyunsa da dolu dolu geçecek etkinliğin sabahına neşeyle varıldı. İlk durağımız Kent Müzesini gezmek idi. Kentin güzelliklerini tanıtan denize nazır müzeyi gezmek keyifliydi. Her yer yürüme mesafesinde olduğu için etkinliğin yapılacağı Halil İnalcık Kültür Merkezine etrafa bakına bakına yürüyerek geldik. Engelsiz Cafe'de, engelin sadece yüreklerde olduğunu ispatlarcasına, bize güler yüzleriyle hizmet veren gençler, hayatın güzel anlarını yakalamamızı sağladı. Seyircilerimiz gelmeden Kent Konseyi Başkanı ve Kadın Kolları Başkanının sıcak ev sahipliği havanın soğuk oluşunu çoktan unutturdu. Etkinliğin tek erkek konuşmacısı Fuat beyin son on dakika kala aramıza sakin tavrıyla katılması içimizi ferahlattı. Duvarların kalın oluşundan, internet çekmemesi, sanal alemle bağımızı koparması bir bakıma iyi oldu. Duvarlarda sergilenen Ebru Sanatını izleme fırsatı yakaladık. Yapılacak sanatsal etkinlikler haneme bunu da ekledim. En küçük izleyicimiz; Nurten Bengi Aksoy'un minik güler yüzlü torunuydu. Babaannesi konuşurken agucuklar yaparak ona olan sevgisini bize gösterdi. İstanbul'dan gelen gelininin ve ailesinin yaptıkları süpriz hepimizi sevindirdi. Nurten hanımın mutlu oluşunu resimlerini çekerek ölümsüzleştirdik. Bursa'dan arkadaşıyla bize katılan şair, yazar Muhsine Arda hanım da gelince, tüm konuşmacılar bir araya toplanmış oldu. Çay içmek bahane, muhabbet şahane diyerek sohbetin dibine vurduk. Mikrofonlardan sadece birinin aktif ve kısa kablolu oluşu moralimizi bozamadı. Gerçi her konuşmacının mikrofona ulaşması için bütün konuşmacıların yer değiştirmesi gerekiyor, herhalde izleyici sıralarından garip bir görüntü arz ediyordu, ama olsun biz gönlümüzü ortaya koymak için gelmişiz mikrofon olmasa da olur dedik. Moderetörümüz Fadime Hanım'ın hasta olmasına rağmen, emek verdiği, ev sahipliği yaptığı etkinlik Frida temalı konuşmasıyla başlamış oldu. Aylardır beklenen, içim içime sığmadığı bir an önce gelsin şu 21 Ocak diyerek, iple çektiğim günü yaşıyor olmak, hayalle gerçeğimin buluştuğu noktadır. İtiraf ediyorum abartmış olup etrafımdakileri heyecanımdan dolayı birazcık bunaltmış olabilirim. Beni seven, bu kadarına katlanır tezinden yola çıkarak yaptım; vallahi masumum. Fuat bey'in inci gibi yazdığı yazıya soldan soldan bakarken, gencim diyorsun o zaman ikinci sen olacaksın dediklerinde itiraz edemedim. Haklıydılar. Sıranın bana gelmesi ve mikrofona konuşmayı çok sevdiğimden, görsellerle hazırlandığım "Yaşamda mutlu olma noktasını yakalamanın sanatla olacağını" memleketimden örneklerle anlattım. İzleyicilerin beni dinlerken bakışlarından, başlarını onaylarcasına sallamalarından , gülümseyerek izlemelerinden ,arada gazeteci kıza da poz vermeyi ihmal etmeyerek bu işi başardığımı düşünüyorum. maviADA dergimizin yayın yönetmeni yazar, şair Şenol Yazıcı'nın bizi izleyerek varlığıyla güç vermesini yaptığımız etkinliğin iyi gittiğine dair bir işaret olarak kabul ettik. Benden sonra Nurten Bengi Aksoy'un harika anlatımı Afife Jale ve Selahattin Pınar örnekleriyle taçlandırması, doğru yerde, yetenekli insanlarla, bir arada olmanın keyfini yaşattı. En son noktayı Muhsine Arda hanım düzgün diksiyonuyla, hayat tecrübesiyle ve ilk kitabından okuduğu şiiriyle, bize keyifli dakikalar yaşattı. Çok şanslı olduğumuzu, konuşmalarımız bittiğinde aldığımız alkışlardan bir kez daha anlamış olduk. Çocukken anneannemin benim için "alkışlar alasın" duası bugün gerçek oldu. Mutluyum. Kent Konsey Başkanı'nın bize sunduğu plaketleri alırken haklı gurur yaşadık. Gösterilen ilgi ve resimlere poz vermek Yalova sütlüsü gibi damakta hoş bir tat bıraktı. Konuk olarak bu etkinlikte yer almaktan keyif aldım. 21 Ocak 2020 yaşamımızda her zaman güzel bir gün olarak hatırlanacak. "Etkinlikler bitmiyordu " sözünü okulumuzda ki beden eğitimi öğretmenimiz Osman Hoca' dan duymaya alıştığım için onu anmadan geçemeyeceğim. Kulaklarını Yalova'da çınlattım haberin olsun. Etkinlikler bitmesin. Bizim için kapıda bekleyen arabaya binerek şehir turuna çıktık. Atatürk'ün ağacın kesilmemesi için binayı yerinden taşıttırdığı yürüyen köşke gittik, tüm heybetiyle yerinde duran ağaca elimizle ve kalbimizle dokunduk. Köşkün içerisini gezdiren , güler yüzle bilgi aktaran rehberimiz Esra hanım avizesinden masasına, kahve fincanından, pikabına, Zübeyde annenin işlediği sırma işli yorgana kadar yapının bütün hikayesini anlattı. Çayımızı Türk sanat müziği eşlinde, denizi seyrederek içerken ağaç ve köşkün kardeşçesine bir arada yıllara meydan okumasından ders çıkarılması gerektiğini konuştuk. Kendi kağıdımızı yapacağımız İbrahim Müteferrika Kağıt Müzesine doğru yola çıktık. Her aşamasını bize sabırla anlatan müze görevlisi harika zaman geçirmemizi sağladı. Müzenin dışının paslı demir görünümünün, mimarın bir projesi olduğu bilgisini de aldık. Müzeden çıkarken imzamın olduğu kendi kağıdımı en güzel hediye olarak plaketimin yanına koydum. Saat 18.00 'i gösterdiğinde Yalova'da yaşanan unutulmaz anıları yüreğimizin en güzel köşesine yerleştirerek etkinliği noktaladık. İstanbul'a gelini ve torunuyla dönen Nurten hanım erken ayrıldı. Muhsine hanım arkadaşıyla Bursa yollarına kar buz olmadan çıktı. Ve Yalova geceleri bize kaldı. İki gün geçirdiğimiz bu güzel şehri hafızamıza iyice yerleştirmek için arnavut kaldırımı taşlı yollarında birazda gece yürüyelim dedik. Dere boyu giderken bir adamın son ses bağırarak bir şey sattığını duyduk. Aramızda iddiaya bile girdik . Eşim süt, ben tahin pekmez olduğunu söyledim. Yanına gidip kulaklarımızı iyice açmamıza rağmen anlamayınca sormak zorunda kaldık. İkimiz de bilememişiz. Kaymak gibi boza satıyormuş meğer. İnternette Bozacı Muharrem yazarsanız karşınıza çıkar, dedi. Karşılıklı gülüştük, hayırlı işler dileyerek, ayrıldık. Caddelerde karşıdan karşıya geçerken çok dikkat ettik. Allah muhafaza ışık filan fazla yok. Allah'a emanet; sağa sola bakmazsanız ezilme tehlikesi yaşayabilirsiniz. Durarak bize yol veren araca pek rastlamadık doğrusu. Dolmuşların sıklamen renkli olması çok sevimli gözükse de dolmuşa binmeyi hiç düşünmedik. Meydanda "Sevgidir Yalova "yazısının önünde gece karanlığına aldırmadan son resimlerimi de çekildikten sonra, Star Avm' sini ziyaret edip otelimize döndük. Bu satırları eve dönüş yolunda, iç huzurum sakinken yazıyorum. Gelirken okuduğum başarılı olan insanların öykülerine bir de benim hikayemi eklenmiş olsun buradan. Mucize kapılarını ona inananlara açarmış. Ben kapıyı araladım. Şimdi sıra sizlerde derken Sanatla uğraşmanın bunun en iyi yol olduğunu tecrübe ederek söylüyorum Uçmak için kanatlarınızın olması gerekmiyor. Mutlu olunca bulutların üstünde uçuyorsunuz. Sevgiyle , sağlıkla ve neşeyle kalınız - etkinliği izlemek isterseniz üstteki videoya tıklayın-

  • Kirpiler Banyoyu Sevmez

    Bir Kitap * Yazar: Mehmet Güler Özyürek Yayınları * "Kirpiler Banyoyu Sevmez" Doğrusunu söylemek gerekirse sevmek zorunda da değiller.Ama çocuklar kirpileri severler. Bir do¤a harikası olan bu ilginç yaratıkları sevmemek olanaksız.Kış geldi mi kirpiler toprak altındaki evlerine çekilirler.Koca bir kışı orada geçirirler. Hayallerinizi çalıştırırsanız bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığını anlarsınız. Açlık, ışık sorunlarının yanında bir de ısınma sorunları vardır onların. “Sıcaklıklarımız ziyan olmasın” diye çok yakın dururlarsa okları birbirlerine batar. Bu da tenlerinin ac›mas›na neden olur. Uzak dururlarsa karşılıklı sıcaklıklarından yararlanamazlar. Öyle bir noktada duracaklar ki bedenlerinin sıcaklıkları ziyan olup gitmeyecek...Derileri oklu olan kirpilerin yüreklerinin de oklu olduğunu mu sanırsınız? Bir kirpi sıcaklığını teninizde, ruhunuzda duymaya ne dersiniz? " MEHMET GÜLER KİMDİR? 20.09.1944 Sivas/Gemerek Çepni beldesi doğumlu.    1962 yılında Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, 1964 yılında da Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi.    1993'e kadar çeşitli liselerde Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1993'ten sonra eğitim hizmetini özel bir okulda sürdürmeye başladı.   28 yıl Türkçe ve edebiyat dersleri öğretmenliği yaptıktan sonra Yalova'nın Çınarcık Füruzan Kınal Lisesi'nden emekli oldu.    Bazı öyküleri yabancı dillere çevrildi.  Uçurtmam Bulutlardan Yüce  adlı öyküsü filme alındı. Öyküleri ve çocuk kitaplarıyla tanınıyor.    1970 yılında ilk öyküsü  Yeni a  dergisinde yayımlandı. Öykü, deneme, eleştiri türünde yazdığı yazıları yayımlanan dergi ve gazeteler:  Yeni Ortam, Politika, Cumhuriyet, Yeni a, İmece, Yeni Toplum, Yeni Adımlar, Yansıma, Türk Dili, Çağdaş Türk Dili, Edebiyat Cephesi, Somut, Türkiye Yazıları, Yazıt, Yaba Öykü, Varlık, Damar, Kıyı, Evrensel Kültür, İnsancıl, Gerçek Sanat, Yeni Biçem, Lıttera, Gündoğan Edebiyat, Milliyet Sanat, Yaşasın Edebiyat, Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Agora, Güzel Yazılar, maviADA, Milliyet Çocuk, Kumbara Çocuk Dergisi, Başak Çocuk, Doğan Kardeş    Mehmet Güler; Türkiye Yazarlar Sendikası, Pen Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Dil Derneği Üyesidir.    Mehmet Güler'in aldığı ödüller; 1974 Sabahattin Ali Öykü Yarışması ikincilik ödülü, 1975 Antalya Film Festivali Öykü Başarı Ödülü, 1979 Başkent Belediyesi Öykü Ödülü ikinciliği, 1981 Zonguldak 100. Yıl Vakfı Ödülleri birincilik, 1986 Zonguldak 100. Yıl Vakfı Ödülleri ikincilik, 1988 Enver Naci Gökşen Çocuk Edebiyatı Ödülü birinciliği En Güzel Gülücük Oyunu kitabına, 1998 İstanbul Belediyesi Öykü Ödülü'nde mansiyon, 1998 Nesin Vakfı Çocuk Edebiyatı Ödülü birinciliği Aydede'nin Öpücüğü adlı kitaba, 1990 Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı Ödülü ikinciliği, 1991 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü birinciliği, 1996 Uludağ Üniversitesi Öykü Ödülü birinciliği, 1997 Haldun Taner Öykü Ödülü ikinciliği, 1998 Orhan Kemal Öykü Ödülü birinciliği, 1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülü birinciliği, 1991 Ferit Oğuz Bayır Roman Ödülü birinciliği İstanbul Kanatlı Ben romanına, 1991 Orhan Kemal Öykü Başarı Ödülü, 1992 Çankaya Belediyesi/Damar Dergisi Ödülü Kesekâğıdı Çocukları romanına, 1998 Güneş Dergisi Öykü Ödülü birinciliği.

  • "Edebi Saçmalığın" Gösterişli Örneği O Kitap 159 Yaşında

    ve Hatalı İlk Baskısı 3.000.000. Dolar * Aycan AYTORE * Alice Harikalar Diyarında (İngilizce özgün adı: Alice's Adventures in Wonderland ), Oxford Üniversitesi'nde  matematik bölümü öğrencisi  olan, Lewis Carroll takma adını kullanan Charles Lutwidge Dodgson'ın 1864'te yazdığı, 1865, 4 Temmuzunda basımı yapılan fantezi türündeki çocuk romanıdır.  Alice Harikalar Diyarında,  1864'teki ilk ortaya çıkışından bu yana dünyanın en ünlü klasik masal kitaplarından biridir. Hemen hemen herkes Alice'in macera dolu hikayesini duymuştur. Sanatçı John Tenniel , ilk kitap için 42 ahşap oyma illüstrasyon tasarımı yapmıştır. Bir tavşan deliğinden antropomorfik yaratıkların fantastik dünyasına düşen Alice adında bir kızın hikayesini detaylandırıyor. " Edebi saçmalık türünün bir örneği olarak görülür. " On dokuzuncu yüzyıldan beri kabul edilen edebi saçmalık, iki geniş sanatsal kaynağın birleşiminden gelir. İlk ve daha eski kaynak, oyunlar, şarkılar, dramalar ve tekerlemeler dahil olmak üzere sözlü halk geleneğidir. Edebi figür hayali masal anlatıcısı Anne Kaz , bu yazı tarzının ortak enkarnasyonlarını yani beden bulmuş halini temsil eder. Edebi saçmalık (veya saçma edebiyat ), dil geleneklerini veya mantıksal akıl yürütmeyi altüst etmenin etkisiyle, anlamlı olan unsurlarla mantıklı olmayan unsurları dengeleyen geniş bir edebiyat kategorisidir. "Yayınlandıktan sonra olumlu eleştiriler aldı ve şu anda Viktorya dönemi edebiyatının  en tanınmış eserlerinden biri; Anlatımı, yapısı, karakterleri ve imgeleri, özellikle fantezi türünde popüler kültür ve edebiyat üzerinde yaygın bir etkiye sahip olmuştur. Çocuk edebiyatında bir didaktizm çağının sona ermesine yardımcı olarak, çocuklar için yazmanın "zevk almayı veya eğlendirmeyi" amaçladığı bir çağı başlattığı kabul edilir. " Masal, mantıkla oynuyor ve bu oynama, hikayeye çocuklar arasında olduğu kadar yetişkinler arasında da kalıcı bir popülerlik kazandırıyor. Konusu Roman, Alice adında bir kız çocuğunun, bir tavşan deliğinden geçerek girdiği fantastik bir dünyada başından geçen hikâyeleri anlatır. Bu hikâyeler yoluyla yetişkinlerin dünyasının, saf, temiz bir çocuğun gözünden ne kadar saçma göründüğünü gözler önüne sermektedir. Arka planı Alice Harikalar Diyarında , dünya çocuk edebiyatının en tanınmış klasiklerinden birisi olarak kabul edilir. Ancak yalnızca çocuklara değil, yetişkinlere de hitap eden fantezi, roman, oyun ya da epik şiir olarak de değerlendirilmiştir. Viktorya döneminin politik ve dini çekişmelerini hicveden bir alegori, bir sembolizm olarak da görülmüştür . Bir matematikçi olan ve çalıştığı okulun dekanı Henry Lidell ile arkadaş olan Dodgson’un, 1862’de bir piknikte Henry Lidell’in kızı Alice’e anlattığı öyküyü küçük kızın ısrarı üzerine kaleme aldığı ve eserin böylece ortaya çıktığı düşünülür. Ancak yazar, " küçük kahraman " diye adlandırdığı ilham kaynağının gerçek bir çocuk olduğunu ısrarla reddetmiştir. Öykü, 1865’te kitap olarak yayımlandı ve olağanüstü başarı kazandı. Yazar, Kraliçe Viktorya ’nın takdirini kazanan ve kendisini üne kavuşturan bu eserin devamı olarak 1872’de Aynanın İçinden adlı romanı yazmıştır. Türkçede otuzdan fazla değişik baskısı bulunur. [3] Yasaklanması Hayvanlara haddinden fazla insan özellikleri yüklenmiş olmasının insanlara hakaret sayılacağı, ileride çocukların hayvanlarla insanlara eşit düzeyde yaklaşacağı gerekçeleriyle 1931'de Çin'in Hunan eyaletinde yasaklanmıştır. Daha sonra "aynı nedenlerden" ötürü Amerika'da da birkaç okulda kütüphanelerden kaldırılmıştır. * ve İLK BASKISI 3.000.000 Dolar Alice Harikalar Diyarında'nın Basım Yolculuğu Lewis Carroll'un bu kitabı defalarca farklı dillerde, resimlerde ve baskılarda yeniden basıldı. Her kitap kapağında çeşitli illüstratörlerden farklılıklar, özellikle aradan neredeyse 160 yıl geçtikten sonra, artık dikkat edilmesi gereken çok ilginç. Peki, Alice Harikalar Diyarında kitabında zaman zaman kapak nasıl görünüyor? Aşağıdaki kapaklardan bazılarına göz atın. Bazen "Bastırılmış Alice" olarak anılan ilk baskı 4 Temmuz 1865'te yayınlandı, ancak kitabın illüstratörü John Tenniel, basılı resimlerin kalitesinin vasatın altında olduğunu ilan ettiği için günler sonra yazar Carroll tarafından geri çekildi. 2.000 kopyanın tamamı geri çağrıldı, ancak Carroll elinde 50 ön kopya tuttu. -Dodgson, Charles Lutwidge ('Lewis Carroll'), Alice Harikalar Diyarında. Londra: [Clarendon Press] Macmillan, 1865. John Tenniel'den sonra Dalziel kardeşler tarafından 42 ahşap oyma illüstrasyon. Orijinal yayıncının yaldızla süslenmiş kırmızı kumaşı, arka yapıştırmada Burn cilt bileti olan orijinal son kağıtlar. Tahmin: 2,000,000-3,000,000 dolar. Kredi: Christie's Images LTD.- Geçmiş yıllarda, galiba 2015'te dünya, Alice Harikalar Diyarında'nın 150. yılını seminerler, konferanslar, okumalar ve film gösterimleriyle kutladı. 2016'nın 16 Haziran'da öğlen saatlerinde, Christie's New York'ta tek başına bir satışta , Lewis Carroll'un dönüm noktası niteliğindeki yayınının son derece nadir bir ilk baskı kopyası müzayede bloğunda satıldı, hala orijinal kırmızı kumaş ciltli ve benzersiz bir kökene sahip hatalı bir baskı olduğu halde 2.000.000 milyon dolara alıcı buldu. Sonuç olarak, kalan kopyalar nadir ve değerlidir. Kitabın şu anki sahibi Jon A. Lindseth, "Sadece yirmi iki kopya ile bu ilk baskı, Shakespeare'in İlk Folyo'sundan daha nadirdir" dedi. "Bunlardan on altısı kurumlar tarafından tutuluyor ve altısı özel ellerde kalıyor. Özel olarak düzenlenen edisyonlardan ikisi orijinal kıyafetleri içinde - bir koleksiyoncu olarak her zaman amacım - bunlardan biri çok yıpranmış olarak tanımlanıyor. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir tutkulu bir Lewis Carroll koleksiyoncusu ve yakın zamanda yayınlanan üç ciltlik Alice Harikalar Diyarında: Lewis Carroll'un Başyapıtının Çevirileri (Oak Knoll Press) kitabının genel editörü olan Lindseth, kopyasını 1997'de efsanevi televizyon ve film yapımcısı Bill Self'ten (1921-2010) satın aldı. Self'ten önce, Chicago'lu kitap koleksiyoncusu Harriet Borland (1905-1997), finansörden bibliyofil Carl H. Pforzheimer (1879-1957), Carroll'ın çocuk arkadaşı Alexandra Kitchin (1864-1925) ve Carroll'ın kitabı yazardan satın alan Oxford'daki meslektaşı babası George Kitchin'e (1827-1912) aitti.   1884 Baskısı Alice Harikalar Diyarında, Yazar Lewis Carrol'un sağlığında yapılan son baskıdır. Tenniel'in tamamen tatmin edici olmadığını ilan ettiği görüntülerden biri, ilk baskının tamamının geri çağrılmasına yol açtı. Bunlardan bir kısmını yazar bzzat kendisi çizmişti. Kredi: Christie's Images LTD.   Lindseth, "Bu durumda, bu kökene sahip başka hiçbir kopya özel ellerde yok" dedi. "Bugün, tüm önemli Lewis Carroll koleksiyonları özel kurumlar tarafından tutuluyor. Büyük Britanya'da Lewis Carroll koleksiyonlarının olmaması, kendi koleksiyonumu British Library'ye hediye etmeme neden oldu." British Library'de zaten 1865 Alice'in bir kopyası bulunduğundan, Lindseth baskısını satışa çıkarıyor. 1865 Alice Harikalar Diyarında için ön satış tahminleri 2.000.000-3.000.000 dolar. 1905 Baskısı 1908 Baskısı 1951 Walt Disney Baskısı * ARAŞTIRMA DERLEME: Aycan AYTORE KAYNAK:İNTERNET

  • YALOVA KİTABEVİ

    Şenol YAZICI * Bazen öyle olur ya; herkese yetersiniz, ama kendinize gelince, terzi kendi söküğünü dikemez örneği umarsız kalırsınız, benim de öyle... Kişisel tarihimde çok önemli insanlar ve olayları, tabi ki en güzel anlatma ihtiyacından, bir türlü elim varıp da anlatamadım. İlginçtir, olumsuz kimi insanları denk getirip biraraya sıkıştırıp anlatmışımdır muhakkak ama iyi izlenim veren gündemleri, güzel insanları ve hoş anıları pek paylaştığım olmadı. Nihayet sıra geldi dediğimde ise bir de bakarım ki varlığında sıcağı sıcağına anlatsam anlatıp önere etmem gereken o güzel insanlar, mekanlar ya da olaylar... gündem değiştirmiş, salaş kulübeler saray, saraylar tarih olmuş. YALOVA KİTABEVİ de öyle...Şans işte. Ki Yalova Kitabevi kişisel tarihimde çok mu çok anlamlı, İşte orası kapanıyor. Yalova'da eli kalem tutanların, kitap okuyanların, dünyaya duyarlı insanların buluştuğu, görüştüğü, belki de son seçkin yerlerden biri olan Yalova Kitabevi kapanma kararı aldı. Daha önce işi tasviye edeceğini söyleyen, ama konduramadığım, kitabevi sahibi Mustafa AYDIN ve kızı Filiz, var olan kitapları başta Yalova Üniversitesi olmak üzere, okullara bağışlayacaklarını duyurdular. Kuşkusuz bir çok kitabevinde güzel kitaplar vardır, ama Yalova kitabevinde hiçbir kitap rastlantı değildir, özel bir beğeniyle seçilip getirildiğini ben biliyorum. Çok zengin ve kaliteli bir kitap arşivine sahip olduğunu iyi bildiğim KİTABEVİ, bu sürede okurlarını da düşünerek maliyetine indirimli kitap satışı yapma kararı aldı. İsabel ALLENDE'nin RUHLAR EVİNİ, 5. kitabım olarak etiket fiyatı 300 lira olduğu halde ben 200 liraya aldım. Her gelişimde uğramasam eksiklik gördüğüm, Yalova'yı olduğundan daha çağdaş, daha sevimli, daha yaşanılır bir yer gibi gösteren YALOVA KİTABEVİ ve sahibi Mustafa AYDIN, 50. Yılında "buraya kadar" dedi, kapatmayı seçti. Bu işin son yıllarda ortaya çıkan, halkın alım gücünü kırarak yoksullaştıran ekonomik yanları yok sadece; bilinçli bir seçimin, 20 yıldır önce okullarda geliştirilen ve kökleştirilen sözde bir masum anlayışla, çağdaş bilim ve sanata karşı olmakla çok ilgisi olduğuna inanıyorum. Başka türlü en yetkili ağzından ş iir ve roman okuyanlar kötü alışkanlık sahibi oluyorlar sözü niçin çıksın? Bir devir kitap kutsaldı, yere düşen yazılı kağıdı öpüp başına koyan insanlar yaşıyordu bu ülkede. Sonra nerden çıktıysa "cahilin ferasetinden" övgüyle söz edenler çıktı. Ne olduysa oldu, okuyan, yazan itibarsızlaştı, kitap gözden düştü. Biraz yönetenlerin isteği, biraz günün getirisi, emekli maaşı 10.000, bir kitap 500 Lira olunca üstüne mum dikildi. Kentin en güzel yerinde milyonlarca lira maliyetli bir kitapçı dükkanı bir asgari ücrete talim eder oldu. Asgari ücrette ücret olsa... İndirimli kitap satışından haberdar olan kalabalığın arasında  gene neşeli, enerji dolu gözüken Mustafa AYDIN'la ancak birkaç sözcük edebildik; üzülmediğini söylüyordu ama artık sadece kitap satarak bir dükkanın ayakta duramayacağını, bu yönlü belki vergi avantajı nedeniyle SAHAFların daha şanslı olabileceğini gelen alıcılara da anlatıyordu. Sadece son 30 senesine bizzat tanık olduğum YALOVA KİTABEVİnin her anı onurlu 50 yılının anılarının sayfalarını çevirdikçe, kent kültürüne olan katkılarını düşündükçe ve artık hiçbir zaman önünden geçecek, geçsem bana benzer birilerini de görürdüm diyeceğim bir mekan kalmadığını, Tanrı'nın aşına olan yüzleri, mekanları tek tek silerek artık yaşlandın diye uyardığını... aklıma getirdikçe gözlerimin önünden sayısız cenaze kalkıyordu. Fark ettim ki sesim de gitgide zorlanıyor, buğulanıyordu. Bu hoş değil, hüzün elbette bir ruhsal ihtiyaç, ama böylesi muhtaçlık hali, artık kaçmalı... Mustafa AYDIN'ın "50 yıl önce başladığımda yaşamdan üç beklentim vardı; bu kitabeviyle ikisini karşıladım, üçüncüsü olmadı, ne yapalım? Hayat bu..." dediği gibi ya da Montaigne'nin dediği bakmalı: "Bindin gemiye, açıldın; şimdi karaya çıkma vakti." Aydın'ın olmayan 3. dileği neymiş biliyor musunuz; vali olmak... Ya okusa olsaydı? Galiba ilk yanıt kitapçı olamayacağı için ben onu tanıyamayacaktım. İş adamı olmaktı niyeti, liseyi bitirerek yarıda bıraktığı için yanıtı asla bilemeyecek. Dedik ya: HAYAT BU * NOT: Kısa süre önce Mart ayında ziyaret ettiğim Yalova Kitabevi'nin bendeki izlenimlerinin bir bölümünü 19 Mart'ta Eskimeyen Dost başlığıyla anlatmıştım. Siz de okumak isterseniz aşağıda... * ESKİMEYEN DOST YALOVA KİTABEVİ * Yalova'ya gelip de Yalova Kitabevi'ne uğramasam olur mu? Kitabevi binlerce kitabıyla gücenir... İ. TIĞ'ın ŞEHİR dergisine adres orayı vermiştim, almak için gittim. Bana gönderimi geciken dergi nihayet gelmişti. Biliyor musunuz ben yazar olarak ilk imza günümü Yalova Kitabevinde yaptım, 27 sene önce. Yerel bir matbaada yaptırdığım özensiz baskılı, bir yığın hatayla dolu ama çok büyük bir bedelle yaptırdığım ilk kitabımla hem de... Şimdi düşünüyorum da büyük bir cahil cesareti... Sen küçük bir kentin lisesinde edebiyat öğretmeni ol, bir kitap yaz, yani acemisi olduğun bir alanda bir deneme yap, sonra da vitrine çık sergile, en yüksek sesinle iddia et, ben yazdım diye... İmza günü odur; iddia etmek... Ya, başaramasaydım?.. " YAZMA DEPRESYONU "  adlı yazımda anlatmıştım aslında. Bir ses alamamanın, kimseye ulaşamamanın verdiği hınçla; kıskanç, nobran, inceliksiz, hoyrat arkadaşlarımın sallapati çok bilmiş eleştiri ve davranışlarının verdiği kırgınlıkla; yerel siyasetin ve siyasetçilerin kendi siyasetlerine katmak, gazetelerine yazmam için yaptığı baskıların yılgınlığıyla, üstüme bu denli gelinmesinin yarattığı öfkeyle bu kez böyle bir girişimde bulunmuştum. İmza gününü yapar ya kendimi kanıtlar ya da ilgi görmezse yazma defterini kapatırdım bir daha açmamak üzere. Sonunda anımsadığımda tüylerim ürperir: Hesaba katmadığım bir şey vardı, sonradan aklıma gelen; o imza gününe kimse gelmeseydi o onur kırıklığıyla nasıl yaşayacaktım Yalova'da? Kitapçıların hepsini tanıyordum ama ben Yalova Kitabevini seçtim. Daha yeni yeni samimi oluyorduk kitabevi sahibi Mustafa Aydın'la, nasıl karşılardı kestiremiyordum, Birkaç yıl önce kısa bir süre kızı Filiz'in dersine girmiştim, öylece tanışmıştık. Bir sürpriz oldu: Yeni il olan Yalova'da bir kitap fuarı açılıyordu, Yalova Kitabevi de katılacaktı ama bir koşul vardı; katılacak yayınevi bir yazar getirmek zorundaydı. Dükkanın önünden geçtiğim bir gün konuyu bana açtı, ben de severek kabul ettim tabi ki. Sonra kendi isteğimi söyledim, ikiletmedi. Kaygımı da seslendirdim, olumsuz bir sonuçta ondan da utanmayayım diye. Şimdi düşünüyorum da öyle bir psikoza sokmuşlardı ki beni, kimse gelmesin der gibi yapmışım... Yani bir tür intihar, hem de hiç kurtulma şansı bırakmadan... Öğrencime kitap satmak bana hala ahlaksızca gözükür, o yüzden onlara duyurmadım. Beni telefonla arayanlar, yolda rastlayıp soran yakın arkadaşlarım, duyup da hala bana onaylatanları bile uyardım gelmeyin diye, aileme ise hiç söylemedim. Kim gelecekti peki? Hiç tanımadıklarım, gazeteden okurlarım ... hepsi değil birkaç kişi gelse yetecekti bana....Etik olarak doğru düşünüyordum ama görmediğim bir yanı ucuzundan ticaret, esnaflık olan yazarlığın ben neresine tutunacaktım bu ruh haliyle? Öyle ya kime nasıl malum olacaktı benim yazdığım, hem de bu güzel bahar gününde zaman ayırmaya, emeğe değecek dende iyi yazdığım? Etkinliğe bu kaygılarla hiç uyumadan gittiğimi anımsarım. Kimse gelmedi, daha doğrusu tanıdık, eş dost, akraba, öğrenci, mesai arkadaşım, yemek, oyun, dağ gezilerinden yoldaşım... bir iki kişi hariç kimse yoktu denilebilir . Yalova'nın en kalabalık, görece en nitelikli lisesinde çalışıyordum, ama ilaçlık kimse yoktu. Biraz da kendim sebep olmuştum, ama o an gelseler nasıl mutlu olurdum. Nitekim İnci Hanım diye branşımdan bir hanım arkadaş eşini göndermişti, dünyalar benim olmuştu. Ne var ki "Bütün Yalova burda," diye düşündürecek kadar çok insan geldi. Gazetede okurlarım, kitap ilgilileri, kent emniyet müdürü dahil ne çok insan gelmişti, şaşkınlığımdan ve "galiba ben bu işi becerdim" diyerek hissettiğim memnuniyetimden ıslanan sulu gözlerimi saklamaya uğraşmıştım. O olay tetikleyici oldu, yıllar içinde birlikte yaşadığımız çok anımız oldu. Hep anlatırım ya yaşadıklarımı, çoğu olumsuzdur, ama Mustafa Aydın, bunların arasında başıma gelen en güzel şeylerden ve en uzun ömürlü arkadaşlarımdan biri olacaktır. Dergiyi yaparken de destek verenlerin başında geliyordu, hatta ilk arka kapak reklamını o vermişti, hem de bir sayının maliyetini karşılayan bir ederle... Dergiyi yaşatmak için maviADA Kültür Sanat Evi'ne başladığımda da, battığımda da yanımdaydı. Yani o sadece incelikli bir zevkin tasarladığı büyük şehirlere yakışır bir kafesi de olan bir kitabevi değildir, aynı zamanda çok insan, donanımlı, bir kültür sanat dostunun şenlendirdiği bir olanaktır Yalova için. Onun birlikteliklerde yarattığı sinerjiyi, olumlu bakışını unutamam. Geçenlerde ciddi bir rahatsızlık geçirdi. Ameliyat oldu, eskiden bazen yemeklerde, bazen sinemaya giderken bana arkadaşlık ederdi, şimdi etmiyor, bir ironiyle "kaybolurum," deyip geceleri çıkmıyor, ama şakalarını, gülümseyen yüzünü, olumlu bakışını hiç bırakmadı. Eskimeyen ender dostlarımdandır o. 19 Mart 2024, maviADA

  • Ferid Edgü'yü Kaybettik

    88 yaşında hayatını kaybeden Roman, deneme, şiir gibi birçok türde eser veren Ferit Edgü 50 kuşağının en önemli öykücülerinden biriydi. 23.07.2024 14:14 ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ romanıyla tanınan yazar, 24 Şubat 1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Devlet Akademisi Resim Bölümü’nde eğitim gördü. Bir süre Paris’e yerleşen ve burada öğrenim gören Edgü, Ada Yayınları’nı kurdu. Türk ve dünya edebiyatından birçok eser çıkardı. Hakkari’de yaptığı askerlik sonrasında yazdığı ‘Hakkari’de Bir Mevsim’, ‘Kimse’ ve ‘Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’ adlı üç romanı bulunan yazar, 1950’lilerden itibaren sayısız öykü kitabı yayınladı. Edgü, resme ilgisi ve koleksiyonerliğiyle de biliniyordu. Ferit Edgü, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde başladığı eğitimini Paris’te sürdürdü (1959- 1964). Acedemie du Feu’de seramik öğrenimi gördü. Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi kurslarına katıldı. Yedek subay öğretmen olarak Hakkari ve Beypazarı’nda askerlikten sonra (1967), bir yıl daha Paris’te kalıp İstanbul’a yerleşti (1968). Man Ajans’ta reklam yazarlığı yaptı. Buradan ayrılıp kendi reklam şirketini kurdu. Öykü yazarlığının yanı sıra, resim eleştirileri ve denemeleriyle ün yaptı. 1977‘den beri Ada Yayınları’nı yönetti. Kaynak dergisinde edebiyata adım attı. 1952-1953 yıllarında şiirler yazdı. Ama ilk öyküsü ocak 1954’te Yeni Ufuklar dergisinde çıktı. Aynı yıllarda Şairler Yaprağı (1954), Mavi’de de şiirleri yayımlandı (1954). Daha sonraları Yeni Ufuklar, Vatan Sanat Eki, Mavi, Pazar Postası, Dost’taki öyküleriyle (1954-1959); Ataç, Yeni Dergi, Eylem, Papirüs, Ant, Soyut, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri dergilerindeki deneme ve incelemeleriyle tanındı. Edgü, "Hakkari'de Bir Mevsim" ile kitabı ile de tanınıyordu. Kitap daha sonrasında sinemaya da aktarıldı.  Politik sebeplerle Hakkari'ye sürülen genç bir öğretmen, bu sınır köyünde yaşayacağı tek mevsim olan kış mevsimi boyunca deneyimlediği kazanımları beyaz perdeye aktaran filmin yönetmen koltuğunda yönetmen Erden Kıral yer alıyor.  Film 1983 yılında Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı ödülüne layık görüldü.  Türkiye'de uzunca bir dönem yasaklı kalan filmin başrollerinde Genco Erkal, Şerif Sezer ve Rana Cabbar gibi isimler bulunuyor. Yazar, yıllar önce Gezi Parkı direnişine dair izlenimlerini Cumhuriyet Gazetesi’ne şöyle yazmıştı: Her şey bir ilkle başlar: Şiir bir sözcükle Aşk bir dokunuşla Gelecek bir adımla. *** Unutma Hiçbir güç senden daha Güçlü değil. *** Onlar geçmişi inşa etmek istiyor Gençlik ise yepyeni bir geleceği. *** Dün dündür bugünse yarın *** Her gecenin bir sabahı vardır Bu ülkede bile. *** Oturmayın, Geleceğiniz için gezi-nin. *** … Ve bir anı: De Gaulle 1968 gençliğine ‘Maskaralar’ dedi. Ama sonunda evinin yolunu tutan O oldu. Edgü’nün cenazesi 24 Temmuz Çarşamba, Teşvikiye Camii’nde ikindi namazının ardından Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

  • Denizin Kıyısında

    Ferit EDGÜ' yü bugün kaybettik. İlk defa 1982 yılında Çığlık kitabında yayımlanan “Denizin Kıyısında” isimli Ferit Edgü öyküsünü sizlerle paylaşıyoruz. İyi okumalar. * B oyuna değişiyor rengi. Mavi. Mavinin her türü. Gök mavisi. Türk mavisi. Camgöbeği. Yeşilimsi. Külrengi mavi. Çivit mavisi (handiyse). Ya da toprak rengi (büyük yağmurlardan sonra. Değişen yalnız rengi değil. Akıntıları, aynaları, dalgaları da. Balıkları da değişiyor. Bugün istavrit, vatoz; yarın lüfer, dil, çinekop (ağ attığınızda). Denizin bu değişkenliğini izliyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ne mene bir dünya bu deniz! Durmadan değişiyor, rengi, akıntısı, dalgası, balıkları. Ama bu değişimler için seviyorsunuz denizi. Herhangi bir denizi değil, kendi denizinizi. Hafta sonlarında (benim gibi) pencerenin önünde oturuyorsunuz. Seyrediyorsunuz. Neyi? Denizi. Denizin neyini? Yanıtlayamazsınız ki.  Belki rengini, belki dalgaları, belki martıları, belki orkozları, belki balıkçıları, ya da kıyıya çıkıp oltanızı atıyorsunuz. Ya da günbatımında gelincik sepetlerinizi. Ya da elinizde dürbün, gelip geçen gemileri izliyorsunuz. İnsan tükenir, deniz tükenmez. Denizi bilmeyenlerin, denizi yaşamayanların anlayamayacakları, “alıkça” diye niteleyebilecekleri bu seyir, şaşırtıcı olaylarla doludur. Bir gemi geçer; kar yağmaktadır, gene de gemiden bir insan atlar denize, kıyıya doğru yüzmeye başlar. Siz, denizi seyrediyorsanız, görürsünüz. Üç gün boyunca kar yağmıştır, kırgın vardır, baygın balıklar su yüzüne vurur. Elinizde kepçe beklersiniz. Gelen, kimi zaman ocakta yanacak bir kalastır. Kimi zaman sahipsiz bir kayık. Bir cesetle de karşılaşılabilir – benim karşılaştığım gibi. O sabah, denize çöpleri dökmeye gittiğimde, rıhtıma vurmuş bir kadın cesediyle karşılaştım. Bir bayram sabahıydı. Kurban ya da Şeker Bayramı. Ansımıyorum. Bahçede kar diz boyuydu. Kadıncağız, sanki suyun içinde üşüyormuş gibime geldi. Göğsü bağrı açıktı. Ayağında bir şalvar, uzun  sarı saçları başının çevresinde dolanmış, hırkası ve hırkasının altındaki (ne demeli? bluz mu?) bluzu (evet, bluzu diyelim), önünden açılmış, göğüsleri bembeyaz ortaya çıkmıştı. Sanki bir ölüye değil de, göğüslerini bana sunmak için denize atlamayı seçmiş bir kadının önündeymişim gibi irkildim. Sanki bir ölü değildi rıhtıma vuran. Umutsuz ama yaşayan bir varlıktı. Benden yardım isteyen. Oysa ölü olduğunu, denizde çok kalmamış olduğunu (henüz şişmemişti) anlamıştım. Elimdeki çöp kovasını denize boşaltmadığımı gören karım, balkonun kapısını açıp bağırdı: “Üşüteceksin. Niçin dökmüyorsun çöpü?” “Denize bakıyorum” diye yanıtladım. Çöp kovasını kıyıda bırakıp, kayıkhaneye girdim. Küreklerden birini alıp rıhtıma döndüm. Cesedi akıntıya doğru, şöyle bir iteledim. Karım balkondan, “N’apıyorsun orada?” diye bağırıyordu. “Hiç, dedim. Bir köpek leşi sürüklenmiş, onu uzaklaştırmaya çalışıyorum.” Akıntılı sulara doğru sürüklemek istiyordum cesedi. Ama tüm çabalarım boşa gidiyordu. Ben kıyıdan uzaklaştırdıkça, ceset yeniden kıyıya dönüyordu. Kayıkhaneye gidecek diye korktum. Bu bayram gününde, kayıkhanede bulunmuş bir ceset! Gel de polislere bu insanı tanımadığını, dalgaların onu kayıkhaneye getirdiğini anlat! “N’apıyorsun orda? diye seslendi karım. Elinde kürek. Üşüteceksin. Dök çöp kovasını da gir içeri. Bırak köpek leşini.” “Evet, diye sesleniyordum. Şu işi bitireyim, döneceğim.” Ve elimdeki kürekle itelemeye çalışıyordum cesedi. Denize düşüp yüzme bilmediğinden boğulmuş muydu? Yoksa kendini bu soğuk kış gününde denize atacak denli umutsuzluğa mı kapılmıştı. Bilmiyorum. (Hiçbir zaman öğrenilemez bir intiharın gerçek nedeni.) Küreğin ucunu göğüslerine değdiriyorum. Diri, yaşayan bir insanın göğüsleri duygusunu veriyor. Sonunda oyun bitti: Akıntıya değin sürükleyebildim. Akıntıya kapılıp aldı başını gitti. Ben de çöp kovasını denize boşaltabildim. Karım kıyıda niçin böyle oyalandığımı sordu. “Bir insanın üzerine dökmemek için çöpleri” dedim. “Hangi insanın?” dedi. “Herhangi bir insanın” dedim. “Saçmalıyorsun, dedi. Galiba gene bir öykü yazacaksın.” “Hayır, dedim, yazacağım hiçbir şey yok. Böyle bir günde ne yazılabilir?” Elime dürbünü aldım… Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?

  • SAATİN BEŞİ

    (ÇİFTE KUMRULAR GİBİ) Niyazi UYAR * Kurulmuş bir saat gibiydi, hemen her gün, sabahın beşinde uyanır, neden az daha uyuyamıyorum diye kendi ile bir çatışmaya girer, sonra da boyunduruğu alan sarı öküz gibi bırakırdı kendini akıntıya. Rutiniydi saat beşte uyanmak, neden az daha uyuyamıyorum, deyip kendi ile çatışmak, sonra da boyunduruğu alan sarı öküz misali akıntıya bırakmak… Aslında ilk horoz öteli epey olmuştur, bu ötüş, son ötüştür, bu sabahın olması, hayat mücadelesi için içtimanın başlaması demektir. Denizli horozunun sesi, metruk evin bahçesinden gelmektedir. Alımlı, çalımlı horozun renkleri, bir ressamın fırçasından çıkmışçasına: Kırmızılı, siyahlı, sarılı, grili, alacalı… Ildır ıldır yanım yanım yanmakta. Saat beşe kurulmuş gibi, yine uyanmış; şeldir şeldir bakıp durmakta.  Delikli panjurdan sızan sabah aydınlığı arı peteği misali gölgeli bir aydınlıkla yansımakta içeriye, onun beşte uyanışını bekleyen aynı saatte uyanışını kutlayan iki kuş vardır. Ne kuşudur, hangi kuşun sesine benzemektedir sesleri. Düşünür düşünür, hiçbir kuşun sesine yakıştıramaz ötüşleri. Süleyman olsa bilir mi bu lisanı, ya da Kuşlar Sultanı Fakiye Teyran, guguk kuşu mudur? Guguk kuşu dese hiç görmemiştir ki, o diyebilsin. Belki de üveyik… Yabanıl bir kuş olan üveyik ne arar şehrin göbeğinde? Kente Düşmüş Yabanıl İki kuştan bir biri; bir biri, ötüm ötüm ötmekte. Bu ötüşlerin sesi alfabedeki seslerde yoktur bir karşılığı! On gündür sabah beşte ötüm ötüm ötmektedir iki kuş. İki kuşun sesi, o kadar dokunaklı, o kadar içlidir. İki kuşun ötüşünü, daha iyi duymak için yatağından sinek uçuşu sessizliğinde kalkar, sinek uçuşu sessizliğinde kulağını cama dayar, onlar öttükçe, kendinden geçer… Hatta öyle bir geçer, öyle bir geçer; yıllar, yıllar öncesine gider, “düş yolculuğu ile kızıl kayalıkların altında yeleleri alevden al atına biner, Meşeli Tepe’nin eteklerine kurulu İsmet Paşa’nın hariciyedeki yetkinliğiyle devleştiği mütareke şehrine düşürür yolunu. İki kuş hangi lisanda, hangi kuş lisanında ötmekte bilinmez, üç beş dakika ara ile ötüp durmaktadır. Bu ara daha sabah güneşi ufuktan çıkarmamıştır başını. Bir biri; bir biri. Dinleyenin, duyanın yüreklerinin yağını eriten bir ses. Alfabede bu ötüşe karşılık gelebilecek sesleri getirmeye çalışır aklına bir bir. Fakat nafile, bulamaz bir karşılığını. Ne üveyik ne kumru ne şehrin gezginci, tezgin küçük yeşil papağan papilasyonu… Belki… belki, şan eğitimi almış, iki kumrudur, diye düşünür birden. Eşine, sevgilisine sadık bir kuş vardır ya hani, işte o kumru, işte o çifte kumrular misali gibi. İki seven, el ele, can cana; yürek yüreğe, bitimsiz bir aşkla birbirlerini seven sevgililerin nikahlarında memurun öğüdü, teşekkürlerin yücesiyle davetli davetsiz şimşek olup çakar beyninde: “İyilikte, kötülükte, hastalıkta, sağlıkta…” “İyilikte, kötülükte, hastalıkta, sağlıkta…” diye devam edip giden o muhteşem temennisini hayat düsturu yapan, eşlere, aşıklara denir ya hani, “işte böyle çiftlere kumrulara bin selam! İşte öyle, eller tatlı uykusunda, uykunun en derininde, o, yatağından kalkmış, kumru mu, bilmem ne kuşlarının aşka davet avazlarını, içi içine geçerek, dinlemeye devam eder, hemen her sabah…                    Temmuz 2024 / SAlihli

  • Hüzne Az Ara Ver

    Nazım'ın Anısına... -Hiçbir karanlık sonsuza değin sürmez. Bir de sürsün... Yakmayı bilirsen senin içinde kıyamet gibi ışık var, aydınlığın bir sana değil dünyaya yetecektir, dene bak... As'lolan hayatsa hakkını ver bugün, GÜLÜMSE HÜZNE...- Şenol YAZICI * Yüksekte Uludağ dönüyor, dışarıda Bursa… Şimdi SEVGİLİ, çok uzaklardan bir esintiyle gelir, gelir de yüreğinde en sivri dikenleriyle büyüyen bir dağ gülü olur açar. Bu erkek damında en çok sevgililer büyür, bir de analar... Onca karanlıktan sonra şimdi gün ışığı, gözlerine saplanan kan oluklu bir bıçak…Hasretine bakamazsın. Korktuğu buydu; uzun açlıklardan sonra, ışık ve sevgiyle ilk karşılaşma… Dev gövdesiyle kapının eşiğinde gökyüzüne uzamaya kararlı dikiliyor. Kim bilir, ne zamandır kullanılmayan ayaklar beceremiyor. “... Bana yapmaya çalıştıklarını biliyorum ..,” diyecekti mektubunda... ”... Ruhumu yıkmak istiyorlar. ” Bir duvar dibine çöküyor. Yükseklerde dağ, zembereğinden boşalmış baharın üstüne boz tüylü bir alıcı kuş olmuş... dönüyor. Zor olan, uzun açlıklardan sonra sevgi ve ışıkla ilk karşılaşmaydı. Sevgiye çok var henüz, ‘Bir tane’ si çok uzaklarda, ama ışık; ışık bentleri yıkan su olmuş ruhuna saldırıyor. İlk aydınlığı yudumlarken acı duyuyor. Çorak toprakların emdiği suyla yumuşayıp kabarması gibi usul usul uyanıyor ruh. İlk dize, patlayan ilk kardelen; buzu ve karı yarıp çıkan, zulmü ve zemheriyi yenen kardelen: “Bir tanem! Başım sızlıyor, yüreğim sersem! diyorsun...” diye yazıyor. Çok derinlerden, toprağın ve ruhun en derinlerinden bükülmez, durdurulamaz bir güç, bir tanrısal kanat yüzeye çıkmak için çırpınıyor. Yaklaştıkça tüm dünya, bir Mevlevi dervişi kesiliyor güneşin etrafında. Dağlardan, Kirazlı Yayla’dan kar kokusu geliyor. Reçine yüklü rüzgâr, sevdaya çağıran çiçeklerin kokusuyla yüklü, ‘tut ellerimi, başım dönüyor, ’ diyor. Aydınlıktan mavi gözleri yanıyor. Yaşam güneşin ellerinde bir altın sıvı, uyuşmuş kireçlenmeye dönmüş bedenine bozkırın aç toprağına akan su gibi akıyor. Işık, bin yılın acılarıyla donanmış solgun yüzünden gerçek bir antik devir tanrısı yaratmaya kararlı; tanrının verdiğini, insanın aldığını geri getirmeye çalışıyor. Endişeye hiç gerek yok. Çok gitmez en güzel şiirlerini yazacaktır. Çok gitmez dünya güzeli olacaktır, bakma şimdi cemre; her ölüm doğumu da taşır içinde, en koyu karanlık gün doğumuna yakın olandır kaygılanma bahar geliyor. Korkma yürek yenilmez, anımsar ve en çabuk aslını tanıyan odur. Ne kadar güzellik varsa eskimişe, çürümüşe, yozlaşmışa karşı geri dönüyor. İlk çiğdemin patladığı kar yüklü tepelerden, suyun çekildiği derelerden, kır kuşunun yuvalandığı sazlıktan güzellik ve erdem ağıyor. Kuşkusuz eskimişliğimiz var. Kuşkusuz uzun süren kışın, ruhumuzu kireçlendirmesi kaçınılmaz. Kuşkusuz çok yenildik. Dün hep yenildik... Yakında CEMRE, Ardı BAHAR! Güneşe çıkalım mı, haydi bahara? Bir gülün dibine oturup güzeli ve kusursuzu solusak diyorum. Bırakalım mı ülkeler kurtarmayı bir an için? Kendi bahçemde dal olmayı öğrenmek istiyorum önce... geçe mi kaldım? Kim bilir ne zamandır, deli gibi sevdiğimiz, yirmi tırnak asıldığımız yaşamın pürüzlü yanlarını, acı veren kanatan yanlarını unutmak ve gülümsemek istiyoruz. Düşünsene, başından beri hep bir şeyler eksik, hep bir şeyler küçük, yetmez olmadı mı? Bir şeyler haksızlığa uğramıştı,, doğanın kendisinde bile? Kimi zaman yenilmek, bilcümle yaratığın yazgısı değil midir? Kimi ağaçlar uzun, kimileri kısa, kimi balıklar büyük, kimileri küçük... ve büyük, küçüğü hep yemiş, biliyorum da; ‘Sen balık mısın ki?” KADERİN OLSUN... İnsan yasalar yapmış, doğanın eşitsizliğine karşı. Düşünmüş, ütopyalar üretmiş; büyük balık, küçüğü yemesin diye uğraşmış. Kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı bir dünya kurmak için çırpınmış. Ne kadar gerçekleşmiş bu ülkü? O ayrı. Ne var ki, bundan dört yüz yıl önce Avrupa’nın tüm köylüsü köleydi. Bir gecede on binler yok edilmişti, şimdinin uygar Avrupasında, din adına. Her şey bir senin başına geldi sanıyorsun. Gelen öylece kalabildi mi? Bırak ağlamayı, dünyanın en kötü durumda olanı sen değilsin. Geldikleri gibi cehennemlerine dönerler. Dünün baharı hiç yoktu. Şimdi alınan yola bak. Evrim saati senin ömrüne göre çok yavaş çalışıyor, ama çalışıyor. Arada güneş kararacak, arada şimşeklerle bölünecek en güzel saatlerin ama... Yarın daha güzel olacak kesin. Belki de şimdi bir fırsat var. Bahar geri geliyor, güzellik de. Hadi evlerimizi havalandıralım. Yüreğimizi de. İçimizdeki hüznü ve kahrı süpürelim. Yanlışsa yanlış, bizimdi. Öyleydi diye sonsuza değin savunacak mıyız? Bunca taşıdık, yetmez mi? Silip atalım. Yerine koyacak hiç mi doğrumuz yok? Kahrın boş çivisine asacak tek bir güzelliğimiz kalmadı mı? Savaşmak ve başarmak istiyorsan, bazen ara ver hüzne, ara ver öksüz bayram çocukları söylencelerine… Şimdi şarkını söyle, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşa... Yaşa ki karanlık da biraz düşünsün... * 15.01.1999

  • Bütün Umudum Kendimde

    MONTAİGNE * Krallar hiçbir şeyimi almazlarsa bana çok şey vermiş olurlar hiçbir kötülük etmezlerse yeterince iyilik etmiş sayılırlar bana. Bütün istediğim budur onlardan. Ama nasıl şükrediyorum tanrıya, varımı yoğumu bana aracısız vermiş, beni yalnız kendisine borçlu kılmış olduğu için! Nasıl yalvarıyorum ona gece gündüz beni hiçbir zaman, kimseye karşı ağır bir minnet altına sokmasın diye! Ne mutlu bir özgürlükle bunca zaman yaşadım: Onunla bitsin ömrüm! Bütün çabam kimseye muhtaç olmadan yaşamak.  Bütün umudum kendimde.  Bunu başarmak herkesin elindedir; ama ölmeyecek kadar yiyecek içeceği olanlar daha kolay başarabilirler elbet bunu. Bir başkasına bağlı yaşamak yürekler acısı ve belalı bir şeydir. Kendimiz ki en iyi, en emin sığınağımız odur; kendimiz bile güvenilir değiliz yeterince.  Kendimi hem yürekçe asıl iş yürekli olmakta çünkü, hem varlıkça öyle hazırlıyorum ki, başka her şeyimi yitirdiğim zaman kendimle yetinmesini bileyim.   Hippias gereğinde her şeyden sevine sevine elini çekip Musalarla baş başa kalabilmek için kendini bilime vermekle kalmadı; ruhunun kendi kendiyle yetinmesi, dışarıdan gelecek rahatlıklardan yiğitçe vazgeçebilmesi için filozof olmakla da kalmadı; büyük bir merakla yemek pişirmesini, tıraş olmasını, giysilerini, ayakkabılarını, öte berisini kendi yapmasını da öğrendi ki, kendi yükünü taşıyabildiği kadar kendi taşısın ve kimsenin yardımına muhtaç olmasın...  Vermede nasıl bir üstün olma niteliği varsa, almada da bir boyun eğme niteliği vardır. Onun içindir ki Beyazıt I, Timurlenk'in gönderdiği hediyeleri küfürler ederek geri çevirmiş. Sultan Süleyman'ın bir Hint İmparatoruna yolladığı hediyeler de öyle  kızdırmış ki adamı, kabaca reddederek bizim adetimiz almak değil vermektir, demekle kalmamış, hediyeleri getiren elçileri zindana attırmış. * KİMSESİZ maviADA'nın önceli KimseSİZ dergisinde ilk kapağımız bu konuyu tema alıyordu; umudunu kendine bağlayan, bu amaçla kendine sarılmış bir insan... Öyle kalabalıktık başladığımızda. Duyan, ilgili ilgisiz kim varsa gelmişti, elbette bir itibar görmüşlerdi ki sormayın. Ne var ki dergiye kurucu olacaklarını söyleyen çok arkadaş, bu işin para ve emek istediğini görünce geri çekilecekti. İş bize kalmıştı. Ya vazgeçecektik ya da intiharına yürüyecektik. DEVAM KARARI VERMİŞTİM. Hem de bu kararlılığı anlatan bir yazıyla... Üçüncü sayıda, olabilecek en iyi duruma gelmiş sorunlu kişileri elemiş, istimi almış p u p a yelken giden oturmuş bir dergiye dönmüştük. Dedik ya serde gençlik vardı. Bakın bakalım, MONTAİGNE'nin denemesiyle benim denemem arasında ince farkı görebilecek misiniz? Yardım edeyim. Kuşkusuz ikisi de deneme, kendiyle konuşur gibi bir iç döküş...Ne var ki benim deneme bir dergiyi yaşatma, ayağa kaldırma gayreti de içeriyor, bu nedenle kuralı zorluyor. * " NİÇİN KİMSE-SİZ? Soluk alınacak, dinlenecek bir yer , ait olma duygumuzu doyurmamızı sağlayan bir birliktelik, yani bir aile yaratmaktı derdimiz. Genetik yapısı, yaşamları farklı , ama özlemleri, düşünsel dünyaları bir birine yakın; kesinlikle sıra insanlardan daha çok duyumsayan ve gören, ama anlatamayan, anlatamadığı için yalnızlık ve kimi de öfke duyan insanlardan bir aile. Yaşam fırtınalı bir deniz. İnsan denizi. Dergi bu denizlerde parlayan, çıkışı işaret eden solgun fenerler olabilir, diye düşünüyorduk. İyi de, dergi zor işti, en başta ekonomik destek isterdi. Güvenecek kimsemiz yoktu. Ararken bulduk. Kimse bizdik. Kimse sizdiniz. *** İkinci "S" si büyük olmayan kimsesizin sözlükteki ilk anlamı en kötüsü; insansız, yalnız, ıssız. İkinci anlam; adamsız, tek başına; bir sonbahar hüznü. Çarpacak duvarlar arayan bir pervasızlık. Düşünsel yapısı, etiği, hazırlanışı olmayan bir kahramanlık. Üçüncü anlam; kendi kendine, yardımsız: Bir bahar telaşı insanlar. Namerde muhtaç olmadan, kendi olanaklarıyla var olmak tek arzuları. Bizim ki, bunlardan biri değildi. Belki hepsi, ama dahası da olmalıydı. *** Bir de kimse var. İnsan, varlık gibi anlamları var. Kimsesizlik edilgenlik, güçsüzlük gibi dururken, kimse, etken ve güçlüdür. Ondan mı, kimsesizliğimizin sessiz çığlıkları içimizde bir ustura ağzı gibi dolaşırken sözcüklere dökülmez, utandırır? Ondan mı, kendi bahçemizde dal olamamışken daha, başkalarının bahçelerinde ağaç olmaya heveslenir, varlığımız pireyken, aslanlara bile kimse olmaya soyunuruz. Çünkü, kimse olmak; onur, ağalık; kimsesizlikse; yarıcılık, onursuzluk gibi durur. Ondan dünya, kör, topal şövalyeler, cömert yoksullarla doludur. Beyoğlu'nda dilenir, Taksim'de sadaka veririz. Ne zaman kimsesizlik ve kimse aklıma gelse, o filmin, Arabesk'in izlerken kahkahalar attıran ama sonradan içinizi kanatan sahnesi aklıma gelir. İstanbul'a kaçan kız rolündeki Müjde Ar'a "orayı" göstermeye hazır, yardımsever(!) ne çok kimse vardır. Ne öyle kimse istiyorduk, ne de öyle kimse olmak. Daha özü kimse istemiyorduk. Kimse sizdiniz, kimse bizdik. Ellerini yüreğinin ve aklının ceplerinde gezdirip kendi rüzgarını yaratabilen herkes bizdendi. Hatta yaratmaya uğraşıp yenilenler de. Ondan kimseSiz *** Tarihi yazan, insanlığın kaderini değiştiren büyük adamlara bir göz atın. Kendilerinden başka kimseleri yoktur. Ne bir kurtarıcı ararlar, ne de çöküntülere uğrayıp teslim olurlar. Kimse varsa, onlar için sadece sahip oldukları güçlerin bir bölümüdür. Kimse yoksa, varlığının bir kısmını kaybetmiş zengin insanlar kadar biraz üzülürler sadece. Çünkü en büyük varlığın insanın kendi iç gücü olduğuna inanırlar. O sayede eğitimsiz bir işçi, dünyanın baş tacı ettiği bir yazara dönüşür, Anadolu bozkırında imparatorluk ordularının kovaladığı bir yalnız adam da çağının en dinamik cumhuriyetinin başkanına. Bu başarılar rastlantısal değildir. Düşünsel temelleri, felsefesi , kimseleri hesaba katan müthiş bir planı, ve değişmeyen kuralları olan bir iç gücünden kaynaklanır. O insanlara hasretiz. Ondan, adımız "kimse Siz." *** O zaman çizgimiz ne? Bu soru, bir dergiye ne kadar uygun? Geçmişleri birbirine hiç benzemeyen sadece ortak idealleri yazmak olan insanları bir araya toplamaya çalışıyorsunuz. Onlara koyacağınız her baraj daha azlara inmenize, tüm yeryüzünden bir bölgeye yönelmeyi getirir ki, öyle bir lüksümüz olduğunu sanmıyor, birilerine zenci muamelesi yapmaya gerek olduğunu da düşünmüyoruz. Sanatın ve insanın temel etik değerlerine uyan, estetik kaygısı taşıyan her yapıt, saygıyı hak eder... Ve kuşkusuz üreten insan da. Başkaları, yani daha özele inenler, denizin değil de damlanın öyküsüne kendini vermiş olanlar, evrensel insanın değil de, bir insanın şiirini yazanlar, yüz yıl sonrasını değil de bir dahaki seçimi hesap edenler, zaten kendi dergilerini çıkarmıyorlar mı? Yeterince çizgi oluşturup kendilerinden başka kimseyi tanımadıklarından kimileri, kimsesiz kalmadı mı? Belki de iyi oldu, kendi içimize döndük. Artık kimse Siz. * Şenol YAZICI KİMSE-SİZ-1.Sayı Kasım-2002

  • Zarfı Kapat Heyhat

    Cemal KARSAVRAN * Bir yaşama hapsederiz hayatı Sancılarını hissetsek de Alıştırır alışırız beraber yaşamaya… Geçmiş yılla bu zaman arası Kar yok ;artı eksisi tartıda eşit  Bazı aylar zaten kısır... Hangi yana baksam maddi manevi Bunalım, buhran, boşluk Kocaman bir karanlık... Akıl labirenti çok bilinmeyenli denklem Dilin çeperine takılınca duygular Deniz aşırı yola çıkan korsandır.. İnsan akıllı uslu delidir de bazen Tehlike durumu birinci sınıf Zarfı kapat heyhat… *

  • ORMAN

    Fuat ÖZGEN * Sıcaktan bunalınca Mavi kelebeğin ipek kanadında Yükseliyorum serin ormanlara Dinliyorum akan suyun şırıltısını Esen yelle sallanan ağaçların hışırtısını İçince soğuk sulardan Sıyrılıyorum sıkıntılardan Şahin gözümle tarıyorum ormanı Buluyorum yabani kirazı Geriye bırakıyorum birazı Tek ben değilim Halden anlarım Dönerken geriye Görüyorum yükü tutmuş ağayı, midesi dolu arıları İçimden seviyorum onları Uzun sürüyor ama Varıyorum akşama *

  • GÜLMENİN SATIRLARI

    Özgür KARAKAYA * Rahatsız Etmem Sohbet ortamında “ Ramazan ayı, dileklerin kabul olduğu aydır. Allahtan ne istersen verilir” demişler. Bektaşi’nin biri de bunu duymuş. Çoktan beri veremediği borcunu ödemek için camiye giderek namaz kılıp, duaya başlamış: "Yarabbi, evine ilk defa geldiğim gündür, ben bunlar gibi günde beş defa gelip seni rahatsız etmem. Borcunu verecek kadar para ihsan eyle . Bir daha da gelmem." Sözlüm Var Benimle çıkar mısın? Hayır, benim sözlüm var. Benim de sözlüm var, beraber çalışırız. Manzarasız Otel Karı koca otele geldiler, odanın kartını aldılar. Otel personelinden biri kendilerine yardım etti. Odalarına çıktılar. Görevli valizleri yerleştirirken, kadın pencereden baktı ve yüzünü buruşturdu: - Ne biçim otel bu! Sözüm ona adı DENİZ OTELİ ama hiçbir yerinden deniz görünmüyor ki... Görevli hemen atıldı: - Beyazıt'taki AMERİKAN OTELİ'nden de New York görünmez, efendim. Merdivenler Temel bir gün Mahkemeye çıkmış. Hakim sormuş; - Sen bu adamı neden 21 basamaklı merdivenden ittirdin? Temel - Ula ben bunu 1 merdivenden itturdum, diğer merdivenleri kendu yuvarlandi. Aç Çalışmak Samana çok zam gelince Nasrettin Hoca eşeğin yemini yarıya düşürür, eşek yine çalışır, hoca tekrar samanı çeyreğine düşürür eşek yine çalışmaya devam eder, ancak ertesi gün eşek çalışırken rahmetli olur. Hoca hüzünlenir, ölü eşeğine şöyle der; - Tüh! Biraz daha dayansaydın sana aç karnına çalışmayı da öğretecektim. Neymiş Adamın biri neymiş? Eşi de Keman. Öfke Öfkeyle kalkan yırtık donla oturur. Saat Kaçmaz pardon saat kaç? saat kaçmaz ki... Ramazan Fitresi Köylünün biri Nasrettin Hoca’ya görünce sorar; -Hocam bu ramazan fitreni kime vereceksin? Nasrettin Hoca; Köyün en zenginine… -Aman hocam,o kadar fakir insan varken niye zengine veriyorsun? Nasrettin Hoca şöyle demiş. -Valla ben Allah’ın işine karışmam. O kime veriyorsa ben de ona veririm. Genel Müdür oluyorum Her gün kafayı çekip sarhoş olan adamı arkadaşları uyarmış:“Bu kadar içme… Hem sağlığına dokunur, hem de mesleğinde ilerleyemezsin!”“İçmezsem ne olacak, nasıl ilerleyeceğim?“Terfi edersin, zamanla müdür, sonra da genel müdür olursun!”Ayyaş rakı kadehini kafasına dikerek:“Boş versene sen” demiş “ben içince her gün genel müdür oluyorum!” Küçük düşürüyor İlkokuldaki oğlan: “Baba, öğretmenim beni arkadaşlarımın önünde hep küçük düşürüyor...” Baba öğretmene gelerek durumu sormuş. Öğretmen: “Bir dakika... Gel oğlum, iki kere iki kaç eder?.” Oğlan: “Baba bak yine aynı şeyi yapıyor.” Kısas Hak, hukuk, yargı, adalet derken...Bir Nasrettin Hoca fıkrası Hoca yargıç olmuş...Hukuktan pek anlamıyor, kısasa kısas diye bir ilke duymuş...Karşısına yaşlı başlı bir kadın gelmiş. Kadın zaptiyelerin arasındaki adamı gösterip konuşmuş:- Ben evimin önünde dururken bu adam oradan geçiyordu. Geldi beni öptü. En uygun ceza neyse onu verin...Hoca fazla düşünmeden hükmünü vermiş:- Şimdi sen de onu öp... Patron Patron yemeğe çıkarken ofisine bir poster asar: “Ben buranın patronuyum! Unutmayın ve sınırlarınızı aşmayın!” Patron yemekten döner ve masasının üzerinde bir not bulur: “Eşiniz aradı, bağırıp çağırdı ve o posteri tekrar eve getirmenizi istedi.” Özgür Karakaya

  • YÜZBİRİNCİ YILINDA LOZAN

    Niyazi UYAR* Lozan, Türk halkının ittifak senedi, nikah akdidir. Bu ittifak, öyle bir ittifaktır ki, yaşamak için, var olmak için zorunlu bir ittifaktır. Bu bir nikah akdidir. “İyilikte, hastalıkta, iyi günde, kötü günde…” diye devam eden nikah memurunun temennisi gibi aynen Anadolu’da evlerin baş köşelerine asılan kutsal kitabın asılması gibi çerçeve içinde asılı duracak kutsal bir akittir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedidir diye tanımlanan muhteşem bir adlandırmanın adıdır Lozan. Bu söz öbeği laf olsun diye söylenen sözden çok öte devlet olarak var olmanın gereğidir. Millî Mücadelenin (1919-1922) zaferle sonuçlanmasının ardından İsviçre’nin Lozan şehrinde çok uzun görüşmeler, tartışmalardan sonra 24 Temmuz 1923 yılında imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tescillenmesinin adıdır Lozan! Yurdumuzu işgal eden batı emperyalimizin şımarık çocuğu Yunanistan’ın işgal ettiği Anadolu topraklarından sürülüp çıkarılmasının tescilinin adıdır Lozan! Bizi yurtsuz koymak, yok etmek isteyen, bizi bölmeye çalışan emperyalist devletlere karşı elde ettiğimiz zaferin adıdır Lozan! Din, iman diye diye ülkenin geri kalmasının ve halkın yoksulluğunun baş sorumlusu din sömürücülerine karşı elde edilen zaferin adıdır Lozan! Fransa’ya, batı devletlerine tanınan imtiyazlarla gelişimin önünü tıkayan, yer altı, yer üstü zenginliklerimizi sömürmenin dik alası olan kapitülasyonların yırtılıp atılmasının adıdır Lozan!     Ulusal bir devlet olmanın olmazsa olmazı, saltanatın kaldırılmasının adıdır Lozan! Barış görüşmelerinde, mücadeleci, kıvrak zekalı Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’yı Türk tarihine, yarınlarımıza armağan eden antlaşmanın adıdır Lozan! İşgale boyun eğmenin, teslimiyetin, topraklarımızın batı devletleri arasında pay edilmesi olan ihanet belgesi, sözüm ona Sevr antlaşmasının çöpe atılmasının adıdır Lozan. (Bugün Sevr’i kutsayıp Lozan'ı bir ihanet belgesi olarak gören aymazların olması, akıl alacak gibi değil, bunlar uluslararası teşkilatların piyonudur diye düşünmeden edemiyor insan. Lozan’a hezimettir demek, insanın akli melekelerini kaybetmesi demektir. Evet On İki Ada, Patrikhane’nin statüsü, Kerkük Musul ve Osmanlı’nın borçlarının ödenmesi … konuları halledilememiş, doğru! Peki üç kıtaya hükmeden Osmanlı’nın kaybettiği toprakları, Yeni Türkiye Devleti mi kaybetti, On İki Ada, 1912 de Balkan Savaşı sonrasında İtalyanlara bırakılmadı mı? Peki Kurtuluş Savaşı yıllarında donanmamız var mıydı? Peki On İki Ada için deniz savaşı nasıl olacaktı?  Kerkük-Musul sorunu Lozan’da çözülemedi, bu sorun da aynen Hatay sorunu gibi milli bir mesele olduğunu söylemedi mi Mustafa Kemal?  Kerkük -Musul sorunu tam çözecekken, İngiltere’nin desteği ile ayaklanan Şeyh Sait ve avaneleri Kerkük ve Musul’un elden gitmesine sebep olduğunu neden bilmezden gelir bu aymazlar? Lozan ile ilgili sayfalar tutan bir araştırma yazısı yazılabilir, ancak yeni tip okur, uzun yazılardan ürküyor, o açıdan “deneme tarzında kısa bir metin olsun istedim. Bu yazıyı kaleme almamdaki temel maksadım, Lozan’ın yüz yıl sonra geçerliğini yitireceğini ve madenlerimizin çıkarılması konusundaki “gizli maddeleri,” olduğunu söyleyen sahtekarlara bir cevap olsun diyedir. Bugün 24 Temmuz 2024. Aradan yüz bir yıl geçmiş. Bu yalan 1924’ten beri dahili ve harici bedhahlar tarafından söylene gelmektedir. Milleti yalanlarıyla oyalayan bu bedhahlar özür diler mi, Türk halkından merak ediyorum? Soruyu kendim sordum kendim yanıtlayayım. Bu cenahın sabah akşam söylediği o kadar çok yalanına şahit olduk ki, hiçbir zaman özür dilemedikleri gibi, yalan üstüne yalan söylemeye devam ediyorlar. Bağımsızlığın, özgürlüğün adıdır Lozan, yüz birinci yılında, yüz bir pare top atışları ile kutlanacak bayramın adırdır Lozan; kutlu olsun! Atatürk'le, Cumhuriyet'le, Lozan’la nice yüz yıllara…

  • KARADENİZ’DEN İZLENİMLER

    Zeki Sarıhan * Her yıl köyüme gitmesem, hısım akraba ve arkadaşlarla buluşup söyleşmesem içim rahat etmez. Bu yılki gidişim için önemli bir neden de vardı. Ağabeyim Erol Sarıhan’ın en küçük oğlu, Fatsa’da otomobil lastik bayiliği yapan Özgür’ün 14 Temmuz’da düğünü vardı. Ailece  11 Temmuz gece otobüsle yola çıkıp 12’sinde sabah erkenden Fatsa’ya indik. Yeğenim Sabri de eşini ve kızını düğün hazırlıkları için Fatsa’ya getirmişti. Bizi alıp köyümüz Beyceli’ye götürdü. Orada kardeşim Ayhan Sarıhan’la ortak bir evimiz var. Kendisi yaz boyunca eşi Rahime ile orada oturuyor. Onlara konuk gidiyoruz. Önce onların yaptıkları bahçeyi geziyoruz. Ayhan her yıl farklı fidanlar deniyor. Küçük bir sebze bahçesi de yapmışlar. Bu yıl fındık dalları oldukça yüklü. Toplama işi Ağustos başında yapılacak. Elmaların, eriklerin, incirlerin dalları meyveleri tartamıyor. Şu işe bakın ki bu yıl kiraz ve dut dalları boş kalmış! Mısırlar adam boyunu geçmiş ve mısır püskülleri ortaya çıkmış. Komşularımızdan ziyaretlere önce son bir yıldır ölüm olan evlerden başlıyoruz. Yaşlısından gencinden her yıl üç beş kişi eksiliyor. Kurban Bayramında köye gelenlerden geri dönmeyenlerle köy nüfusu bir parça artmış. Nitekim cami de neredeyse dolu idi. Fındık zamanı bu nüfus iyice artacak. Bir de hısım akrabalardan düğün için İstanbul, İzmir gibi uzak yerlerden gelenler var. 13 Temmuz günü “kızın kına gecesi var” dediler. Kına gecesine erkekler de gitmeye başlamış. Bizim taraf gündüzden Özgür’ün evi ve iş yerinin kapısının açıldığı sokakta toplanıyoruz. Davul ve zurna düğün havaları çalıyor. Akraba kızlar hareketli oyunlar çıkarıyorlar. Yere 200’lük paralar atılıyor. Davulcu sokaktan bunları diliyle alıyor. Bunun sağlıklı olmadığını, böyle yapmamasını söylüyorum. “Kıçında bile olsa almak zorundayım” diyor. Bir haftadır kadınların el birliği ile yaptıkları yemekler yeniyor. Akşam karardıktan sonra arabalarla kız evinin önüne gidiyoruz. Burada da bir şenlik şamata. 14 Temmuz’da düğüm günü Fatizan (Fatsa’nın eski adı) 800 kişilik düğün salonunda sonradan gelenler oturacak yer bulamıyor. Hazırlanan bin kişilik yemek yetmiyor. Salonun sahibi “Burası açılalı böyle kalabalık görmedi” diyor. Kapıda gelenleri karşılıyoruz. Her içeri giren bir zarf içinde para bırakıyor. Acaba bu zarfların içinde ne kadar para var? Araştırıcı merakım harekete geçiyor. Ağzı açık zarflardan bir kısmını yokluyorum. Birinde 100 lira, beşinde 200 lira, birinde 300 lira, birinde ise 500 lira var. Hayat pahalılığı, düğün armağanlarının da değerini yükseltmiş olmalı. (Sonradan öğrendiğime göre toplam 300.000 lira bırakılmış. Düğünün kaça patladığını öğrenmek mümkün olmadı. Salona 60.000 lira verilmiş.)  - Ordu'da Arkadaşlarla - Salonun ortası oyunculardan hiç boş kalmıyor. Gelin ve damada oyundan nefes aldırmıyorlar! En güzel oyunları çıkaranlar kızlar,  genç kadınlar ve damadın yakın arkadaşları. (Kopuklar, ara sıra dışarı çıkıp bir duble bir şey içip dönerlermiş!) Oyuncuları izlerken, Yakup Kadri’nin Yaban romanında köylü kadınların oyunlarını tasvirini hatırlıyorum. Her yerde, her zaman kadınlar bunun ustası. Belli ki oyunculuk yaradılışlarında var. Beş mahalleli köyümüzde göremeyeceğim birçok insanı düğün vesilesiyle görmüş, merhabalaşmış oldum. Otobüs ve uçakla İstanbul’dan düğüne gelen akrabalar beni duygulandırdı. Toplumda günümüzde de en sıkı ve kopmaz bağlar akrabalar arasında.    Ertesi gün eşim ve oğlum Emre Ankara’ya dönüyorlar, ben bir hafta daha köydeyim. Birkaç komşu ziyareti yapıyorum, Ayhan’la tavla atıyoruz. Çoğu zaman beni yeniyor! Geceleri, ışıl ışıl yanan karşı mahallelere, evlerin büyük çoğunluğunun yenilenmiş olmasına bakarak köydeki büyük değişimi yorumlamaya çalışıyorum. Murat Bahri Sarıhan, babası Necati ile birlikte beni,  Avukat Zekâi Sana’nın Çorum’da emekliğini yaşayan ağabeyi Hakkı’nın komşu Güneycik köyündeki cenazesine götürüyor. Zekâi, son seçimlerde Ordu Büyükşehir Başkan adayı da olduğundan Ordu’nun ilçelerinden gelenlerle de caminin avlusu oldukça kalabalık. Önceki yıl açılan ve içinde 950 kitap bulunan kütüphaneyi bu yıl açan olmamış! Orada iki kitap okuyorum. 31 Mart’ta seçilen Muhtar Şehzat Sarıhan’a valiliğe giderek boş olan ve geçen yıl onarımdan geçen ilkokulu Kültür Merkezi olarak kullanma izni almasını bir kez daha rica ediyorum. Burayı bir kültür müzesi yapma Beyceli’den yetişen aydınların görevi iken bununla ilgilenilmemesi canımı sıkıyor! Sayılı günler çabuk geçiyor. İngiltere’den düğüne gelen yeğenim (Fatma’nın oğlu) eşi ve kızıyla birlikte babasının köyü olan Demirci’de amcalarını ziyarete giderken Fatma ile onlara katılıyoruz. Hala oğlu Osman ve İrfan, aileyi toplamış, her yılki ziyaretimizde olduğu gibi kalabalık mükellef bir köy sofrası hazırlamışlar. Yemekten önce Demirci Köyü Portakal Çiçeği Kadın Kooperatifini ziyaret ettik. Eski okulu yerel ürünler imalathanesine çevirmişler.  Bahçedeki maslarda oyun oynayan, çay içen köylüler var. Muhtar Taylan Şendur’la da sohbet ediyoruz. Son Yerel seçimlerde CHP’den Çamaş Belediye Başkanı olan Leyla Çıtır’a Fatsa’ya geldiğimde Çamaş’a gelip kendisiyle bir mülakat yapacağımı söylemiştim. Çamaş’a giden araba bulamadığımdan bu görüşmeyi yapamadım. (23 Temmuz 2024)

  • DENEME

    Hem en kolay, hem de en zor yazın türü, yazmaya başlayan, hayatı yorumlayan herkesin farkında olmadan uyguladığı yaygın yazım türü, Seçkin yazarların yazdığı DENEMELER... deneme örnekleri, DENEME yazılarının inceliklerini, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... DENEME sayfamızı görmenizi öneririz.

  • Çocuk Olmak, Çocuk Kalmak

    ve KANATLANMAK Hasan GÜLERYÜZ * Çocukluğunu doyasıya yaşamadan büyümek çiçek olmadan ve arıyla buluşmadan, güneşle, yağmurla kucaklaşmamak gibi olmalıdır! Bugün Ankara' da hava sıcak, dışarı çıkmadım. Başat çocuk kitaplarımı elden geçirdim. Ne kadar da çocuk varmış içimde! Sevindim! Çocuk, sınır çizilmemiş ve çembere alınmamış kişidir! Henüz korkuyu, yalanı, hileyi öğrenmemiştir. Ezber kalıpları yoktur! Papağan değildir o! O bir yağmur, o bir kıvılcımdır! Tolstoy, son yolculuğunda Karamazof Kardeşler vardı koltuğunun altında! Düştü kaldı tren yolu raylarının arasında! Ben son yolculuğa çıkacak olsam bir kitapla yetinmezdim! Hangisini diyemem! Küçük Kara Balık, Martı, Sevdalı Bulut, Bir Şeftali Bin Şeftali, Pinokyo, Tom Amcanın Kulübesi ve Aya Yolculuk! Elbette gözüm yine arkada kalırdı! Çemberli zihin çocuğun özgür dünyasını kavrayamaz! Onun öncelikli işi çocuğu, çemberleyerek kendine benzetmektir! Bir yığın programcı, danışman, bilmiş, pedagog ise koşar! Ona yok gösterir, bilinen yola koyar. Ne kadar uyumluysa operasyon o kadar başarılıdır! Kaba uymuyorsa problem çocuktur! Çocuğu oturtur ve "Geri yaslan! Beni dikkatle dinle ve konuşma!" diyen kişiyi sınıfa salar düzen! Kalıbı gören bir çocuk parmak kaldırır! Öğretmenim ..işim geldi! Arkasından beş çocuk! Niye çıktın Ayhan! Öğretmen yuvarlak çizecek bizi içine koyacak! Ulan kolay oğlum o çizer biz sileriz! Biz kenti, ülkeyi alırız içine! Bir diğeri almışken güneşi, ayı, yıldızları da al! Ha ha ha! Bu kitapları bırakın okumayı, duymamış içi geçmişler, dünden kalmış ideleri çocuğa dayayan yaşayan ölüler de "100 Yılın Ma Arif Müfredatı"nı yaziyorlar!" Ve hiç bir çocuğa sormadan! Sevdalı Bulut' u bugün dikkatle okudum. Nazım Hikmet'ın Masalını çok yaratıcı buldum. Ay, bulut, tavşan, Ayşe, Kara Seyfi'yle boğuşuyor! Kara Seyfi beş bin yıllık kurulu düzenin temsilcisi! Nazım Hikmet' in Moskova' daki kabrine 2019' da gittim. Siyah bir mermer üzerinde Nazım Hikmet, yerde bir mermerde Vera yazıyordu! "Bu çocuğa nasıl kıydınız efendiler?" sözü çıktı ağzımdan! Biraz sonra, " Kendinize ve kanatlanan nehir dilinize de kıydınız efendiler!" derken " Memleketim dizeleri aktı içimden! Bir hayal kurdum: Keşke Mustafa Kemal, Ankara Palas' ta gördüğü ve konuştuğu bu kabına sığmaz çocuğa bir yerde bir oda verseydi. Ve arada aykırı olan, diyalektik bilen bu çocuğa " Gel bakakım çocuk, çocukça konuşalım! Bu yapılan ve yapılacak işler için ne diyorsun?" diye sorsa ve o da konuşsaydı! Çocuk kitapları aslında çocukluğunu ıskalamamış yetişkinler için bir baş ucu kitabı! En kaba ayıdan özür dileyerek en ayı, Küçük Karabalık' ı okusa, büyük denizleri ve okyanusları merak eder! Buna bir de Martı'yı eklese ilk işi "insan nasıl uçabilir?" sorusunu sordururdu! İçinizdeki çocuğa selam ve sevgiler... NOT: ABD'li yazar Richard Bach'ın yazdığı, ilk kez 1970'te yayınlanan uzun öykü ya da roman. Fabl türündedir. Eserde bir martının uçmayı, özgürlüğü ve kendini gerçekleştirmeyi öğrenmesi anlatılır. 1970'te reklamı çok az yapılarak ve çok düşük satış beklentileriyle basılmasına rağmen 1972'ye gelindiğinde bir milyondan fazla satışı olmuş, ünü ağızdan ağıza yayılarak döneminin en çok satılanları arasına girmiş ve 13 Kasım 1972 tarihli Time dergisine kapak olmuştur.

  • KARANFİLSİZ

    Adalet AĞAOĞLU * İşim mi? Eh işte... Caddede, kalabalık arasında kulağıma çarpan söz, bu. Bu kadarcık: İşim mi? Eh işte... Öyleyse, sapı kırık, taç yapakları dökük bir ses. Dönüp bakmadım. Kim olduğunu görmedim. Küçük bir işmiş. Önemsiz bir iş! Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de, in atlı, sabırlı, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti. Altı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. Yeşiller, sarılar, maviler, kırmızılar, akarsu­lar, göller; dağlar ve karanfiller onun da içini süsler, günlerini güzelleştirirdi. Bu araba­ları, kamyonları sülünleri de sevindiriyor olmalıydı. Yoksa önünde neden sıraya girsin­ler, neden, gölün içinde bir kuğusu da mutlaka olsun, desinler? Önüne getirilen her kasa tahtasını boyardı. Çiçekler, böcekler, dantela kıvrımlarla çektiği çerçeveye bir karanfil de kendinden katardı. Dedesinin işiydi. Sonra, babasının da işiydi. Bir işin ortasında, ak donuyla çıkar gelir, denir ki hâlâ sağ, başının ucuna dikilir­di: “Gölün şıpırtılarını unuttun. Suların salmışını unutma. Boyayı da iyi ov. Renkler se­vinsin” derdi. Baştan savma! Dolunayı suya düşürmeyi unutma!” Gözleri çakmak çakmak ona bakardı. Hoşgörmez bakışlarına karşın, babası gibi, de­desinin de kendisiyle övündüğünü bilirdi. Dağ başlarına döne döne çıkan yolları, mavi­liklerde süzülen bir tepkili uçağı ikisi de akıl etmemişti. O yolların dönemeçlerini ne de yumuşak alıyor kamyon!... Kasası üstündeki, bu yollan döne döne çıkan kamyon da çok süslüydü. Çiçek demeti gibi... Tepkili uçağın ardındaki ak çizgiyi pamuksu bulutlar böler. Böylece, dereleri hevesle oğar parlatır, suları gümüşsü yansımalarla çıldırtırdı. Dermen gözleri bulanır, sırtı ağrırdı. Şimdi, göz bebeklerine oturmuş bulanıklık alnı şey mi, bilin­mez. Babası, fırçayı eline verirken: “Gönlünce yap, Başka şeye kulak asma. ” demişti. Artık babası da yok. Kasa yapımında çalışan arkadaşı ise tepesinden hiç eksik olmu­yor. Ne ki, “Çiçeğin göbeğini unutun, mavinin dengesini kaçırdın." demiyor. Daha küçük­ken, işte bu kasa yapımına girmeden önceleri; sularına, karanfillerine duyduğu hayran­lık eksile eksile bitmişti. Nicedir ak kanatlarını şişirmiş bir kuğuya coşkuyla el çırpmıyor­du. “Şuraya da bir yelkenli...” demiyordu. Dudağının kıyısında aldırışsız bir gülümseme takılı oluyordu. O, önceleri bu gülümsemenin, süsleme işini küçükseme demeye geldiğini bilmiyordu. Aldırmıyordu. Her bir yanı renklere, ışınlara, biçimlere batmış bulanmıştır. Boyalan kendisini savunur. Gönlünde yepyeni karanfiller uçuverir. Taç yapraklarının kı­pırdamışım, sapların yumuşacık eğilişini, çağlayanların sesini değiştirir duruı: Kaporta­cının “cık cık cık... ” deyişlerini işitmez. Bir akşamüstü, aynı biçimde karşısına dikilmişti. O ise, derenin üstüne küçük bir köp­rü atıyor, köprüyü ıslıklarla geçiyor. Ağzında bir türkü. Karanfillerse kulaklarının arka­sına takılı. Dereyi, dolunayın sulardaki şavkını onlarla taçlandıracak. Hazırdılar. Çerçe­veyi çekerek, köşelere birer de yıldız konduracak. Kaportacı: “Boşuna çaba.” dedi. “Boya, boya. Hepsi süs için!” İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şuradaki serin sularla giderdiği­ni, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerinden birini kulak ardından çekip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Biri­ni de, henüz tomurcukta olanı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu. Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. “El değmiş coşkuya yama vurulmaz!” dedesinin sözüydü. Kaportacı, bir başka gelişinde: “İş mi bu senin yaptığın?” dedi. “Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü?” Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da, kuğuları daha ak, kanatlan daha parlak yapayım derken, bozdu. İlk bozu- şuydu. Arkadaşı giderken: “Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı!” demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçi yolunun ucunda açan gül yaşlı oldu. Bir de bayrak gerekliydi. Bayrağı neneye sıkıştıracağını bi­lemedi. Gönlünde karanfiller. Yine hazırda. Yine oradan alınıp kulak ardına takılmayı, or- dan da çekilip köşelere iliştirilmeyi bekliyor. O gün buna yüreklenemedi. Karanfilleri ol­duğu yerde bıraktı. Kaportacı tanışı, bir başka gelişinde: “Ne işe yarar bu çocuk resimleri?” dedi. O da gönlündeki bir karanfile öfkeyle sarıldı, çekip alırken sapını kırdı. Fırçasını bir yana koydu: “Nilüferli sularım, ayın şavkı vurmuş dağ başlarım, bitmez yolları kısa etmeye yetmez mi?” “Yolun daha kısa var” dedi beriki de. “Acaba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler? Bu işten murat tahtayı çürütmemekse! Murat, tahtayı çürütmemek ha!.. Bu kadarcık mı? Nilüferli göller hiçbir şey demek de­ğil mi? Sapları tomurlu al al karanfiller? “Bu resimleri hâlâ seven sürücüler var” dedi, sesi ölgün. Çayır çimenleri, çimenlerdeki ak kuzulan boyamaya koyuldu. Öteki yine gülmüş, yine güle güle çekilip gitmişti. O da, gümüş suların aktığı ovalan daha iri karanfillerle çerçe­veleyip bezedi. Sapların boynu biraz büküktü. Şaştı. O gece, eli ayağına dolanarak dört bir köşeye altın sarısı birer yarım ay kondurdu. “Gönlünce yap, başka şeye kulak asma!” Babasının sesiydi. O da başını kaldırdı, kuşkuyla baktı babasına, “Dünya gönlümüze mi kalmış baba?” diye sordu. Yanıt alamadı. Renkleri ovdu, fazla ovdu. Kaportacı birkaç gün uğramamıştı yanına. Onun da içindeki kuşku biraz yatışır gibi oldu. Gönlünde tomur tomur yine, pembe karanfiller açtı. En pembelerini tahtaya geçi­rirken fes rengine boyadı. Boyarken kendini yorgun duydu. Bu kasayı bugün bitirmeliydi. Yetişmedi. Kasa resimlemede ününü duymuş biri, eski boyaları dökülmüş kasasını süslet- meye getirecekti, getirmedi, Belki yarın... O yarın olunca, boyanacak kasa değil, yine kaportacı çıkageldi. Günbatımıydı. Dos­doğru atölyeden geliyordu. Gün boyu tam altı kasa boyadığını söyledi. Tek renk üstüne. Tabanca boyayı sıkıyorsun, vızzt, vızzt, vızzt, bir uçtan giriyor, öteki uçtan çıkıveriyorsun. “Erkek iş!” dedi. Ona, fırçasının ucunu şaşırttıracak denli çok konuştu. ‘Erkek’in altını iyice çizmişti. Üstüne bastıra bastıra söylemişti. Fırçanın ucu iyice titredi. Bir kuşun kanadı kırıldı. Kanat, başını alıp gitti. Onu yaka­layamadı. Kulağının arkası yandı, kaşındı. “Hem, kasa boyamak yetmez” diyordu beriki. “Kasayı yapmak da gerek. ” Neden yetmezmiş, anlamıyordu. Erkekliğinden ne artmış, ne eksilmiş? Kasa yapması­nı bilmiyordu. Kasaları süslemesini biliyordu. Gönlünün karanfillerini... “Boyaları dökülmüş eski kamyon var ya? Hani adam senin şu kuşların, çiçeklerinle bezetecekti. Kasayı bize getirdi. En aşağı bir hafta işinden olmak istemiyormuş. Yük çe­kecekmiş. Resimletmektense... Biz bir günde yeşili çekip verdik. Boydan boya... Pırıl pı­rıl. Sevine sevine gitti. Hem de ucuz. ” Ucuz ha? Hem de ucuz! Dedesi de, babası da çok silik geçtiler gözlerinin önünden. Sanki hiç yaşamadılar. Gülleri, nilüferi hiç açtırmadılar. Sular hiç yaldızlanmadı. Tepsi gibi bir ay hiç doğmadı dağ başlarından. Sular hiç çağıldamadı. Yokluğa karşı durdu; çimenlerde iri papatyalar açtırdı. Önündeki son kasaydı. Yarın yenileri olur. Yeni kasalar gelir. Gele gele gürgenden bir çeyiz sandığı geldi. İşi uzattı. Bitmesin diye, sandığı bildiği bütün renkler, biçimler, pırıltılarla donattı. Karanfiller bu kalabalık alaimissemada yitti, gitti. Yine de bir türlü bitirmedi önündeki işi. Caddeler, sokaklar ne kadar kalabalık. Dükkân, vitrin önleri omuz omuza insan. Yüz­ler pek renksiz, ışıksız, gözler pek pırltısız: İşim mi?... Eh işte... Adalet AĞAOĞLU (Hikâyeler 2, TDK , Ank. 2000)

  • Karşılaşmalar

    Cinselliğin Yazılı Dili * Adalet AĞAOĞLU * İnsan sevdiği bir yemeği yerken hazdan gözlerini kapamaktan utanmadı, bir çiçeği herkesin gözü önünde kokladı, ama cinsel hayatını yüzyıllar boyu bir suç gibi yaşadı. Batı'nın cinsel devriminden beri de bu hayat her alanda ve her anlamda bütün boyutlarıyla inceleniyor; gizleri hala daha tutkuyla, açgözlülükle çözülmeye çalışılıyor. Tıp bilimi bu yoldaki araştırmalarını tüp bebeğe, erkeklerin de gebe 'bırakılabilecekleri' noktasına kadar getirmiş bulunuyor. Ruhbilim alanında Freud'un libidoya ilişkin bulgularına yüz vermeyenler bile insanlığın cinsel hayat dehlizlerinde ilerlerken libido el fenerine ihtiyaç duymuşlardı, hala da duyuyorlar... Çıplaklığın resmi ta mağara insanı tarafından da çizildi; heykeli ilk çağlardan beri yapılageldi. Orta çağ, dinsel resimler kisvesi altında duvarlarını cinsel hayata, Eros'un kanatları altındaki aşka göndermelerle donatmış, Adem ile Havva'nın 'şehvet' düşkünlüklerine karşı gözdağı tonunda verilen dinsel öğütler, bizzat şehvetin ifadesi olmuştur. Meryem Ana'nın havadan gebe kalışıyla evin çocuğunu leyleklerin getirişi arasındaki mesafe de çok kısa. Bir Diskobolos Torso'su için ''mermer heykeldir' deyip geçmeyelim. Disk atan adaleli, başsız erkek heykelinin kanı olimpiyat şenliklerinde kaynasa da, sonraki hayatların damarlarındaki erkek namıyla dolana dolana bugünün maçosuna kadar gelmiş bulunmaktadır. Görüldüğü gibi burada da mesafe çok kısa. Sevişmenin adı bir savaş sanki: ''Hele önce olsun'' ile sonradan olacaklar arasındaki bir savaş. Naim halterini kaldırırken bazen, bazı insanlar silkinip, ''bu adam bunu niye yapıyor?'' diye soruyorlar, ama o adamın kendisi bile bunu sahici anlamıyla, tam olarak neden yaptığının ayrımında değildir; av hayvanlarıyla karın doyurulan zamanlarda avcıya gerekli adale gücü üstünlüğü, şimdi çağdaş avcıya, yani 'şampiyona' duyulan hayranlık kılığında ortaya çıkmakta, sonuçta da 'kuvvet macunu' , 'iktidarsız adam' , 'garaja girmek' , 'gol atmak' , 'fişeklemek' , 'bastırmak' , 'ezmek' , 'komak' , 'iflahını kesmek' vb. gibi iktidara, iktidar özlemine ilişkin deyişler de alanlarda, caddelerde, otobüslerde kendini oradan oraya atmaktadır. Öyle ki, artık ekonomik iktidarda yarışın kaybedilmesi oranında, cinsel hayatın gizli dil servisi de gönüllü olarak iştahla hizmete girmektedir. Aşk, her çağda üst üste binen nedenlerle kendinden o kadar uzağa düşmüştür ki, onun dilini ya sözlü anlatımın yeraltı mağaralarında, ya yazılı dilin çiçek, böcek, meyve adlarında aramak gerekmektedir. Bilimin dilinde cinsel hayat yeraltı diliyle anlatılmaz. Burada birtakım benzetmeler, anlam kaydırmaları falan da söz konusu değil. Cinsellik tıp alanında kendisine ereksiyon, vajina, penis, orgazm, genital, ejekülasyon, doyum, boşalım gibi otantik ya da çeviri anlatım yolları bulmuştur. Keşifler kendi dilini de birlikte keşfetmiştir. Buna karşın cinsel hayatın sözlü ve yazılı anlatımında en adlı adına söyleyişlerin bile önü arkası bir şeyle örtülmüş. Bilim her ne kadar insanlık için çalışıyorsa da, kadavralar, fareler, tavşanlar üstünde çalışıyor, hekimin eli vajinaya demir bir aletle dalıyor. Sözlü, yazılı anlatımın kalktığı yer de, konduğu yer de dirilikle, aynı zamanda hisle yaşanan cinsel hayattır. İnsanın cinsel hayatında iş sahiciliğe bindiği an'da, bu hayat da, bunun anlatımı da gözaltına alınmakta, dolayısıyla cinsel birleşmenin dışavurumu da imalar, benzetmeler, metoforlar, anlam kaydırmaları yoluyla olmaktadır. (Şu an'da benim yaptığım gibi.) Cinsel hayat gerek bilimde, gerekse sanat ve edebiyatta o kadar yoğun ilgi odağı olduğu halde, bu hayatı anlamaya ve anlatmaya yönelen dil üzerinde bir sorun olarak durulmuş değil. Ancak bir grup feminist son yıllarda dilin erkeksi kullanımı üzerinde durmaya başladı, ancak cins ayrımı penceresinden. Türkçe'de cins isimlerin dişi, erkek olarak ayırımları yok. Batı dillerinde var bu yarılma, ama bilebildiğim kadarıyla sorunun diller arası bir araştırması yapılmış değil. Yine de Raymond Williams'ın Keywords (Anahtar Sözcükler) ana başlığı altında yaptığı çalışma, sanat, sınıf, aile, kurtuluş, iletişim, gelenek, şiddet gibi bazı temel kavramları ifade eden sözcüklerin tarih içinde toplumların geçirdiği, sosyal ve kültürel değişimler sonucu uğradıkları anlam değişikliklerini veriyor ve seks sözcüğü tarihi süreç içinde anlam değişimlerine en fazla uğramış bir sözcük. Kuşkusuz argo sözcükleri, cinsel hayatın dışavurumu açısından, özellikle bizim en zengin hazinemizdir, ama yazar, erotik hayatı yeraltı yerine, yeryüzünde yazmak, onu kirlenmişlikten çıkarmak isterse, böyle kaynaklardan yararlanması pek olanaklı görünmemektedir. Bu arada çeşitli baskılardan ve örtünme zorunluluğundan ötürü, sözlü anlatıcının da, yazarın kendi cinsi kadar kendindeki engelleri de hesaba katmalıyız. Ruh Üşümesi'ni romanın Kadın'ı ile Adam'ı arasındaki bir sevişme ekseni çerçevesinde yazmayı tasarlarken kayda aldığım ilk şey şu idi: Sahih bir cinsel birleşmenin, bedenlerin ve hislerin (ruhun) saf akışıyla yaşanabilecek bir sevişmenin ancak düşlemeyle olabileceği. Aşkın anlatı diline zaten fesatlık karışmıştır, ama iki cins birbirine doğru çekilirken, beden dillerindeki farklılık her iki tarafın da ayrıca kendi özel kıvrımları arasında saklanmasına yol açıyorsa, gerçek hayatta sahici bir sevişme gerçekleşemezdi, sadece düşünülebilirdi. Özellikle KİŞİ'lik söz konusu ise, ikinin bir olması olanaksız galiba. (Ayrıca, bana kalırsa iyi ki de öyle.) Peki ama, düşleme yoluyla da olsa, sahici bir sevişmeyi anlatmaya hangi sahici dille ulaşacaktım? Aşka, cinselliğe ait dilimiz, anlatım yollarımız cinsel hayatlar gereği o kadar fazla kendinden başka bir şey olmuşken, metinle kendim arasındaki anlaşma yolunu nasıl bulacaktım? ''Aynı dili konuşmuyoruz.'' Zamanımızda çok sık kullanılan bu söz, bedenlerin yerinde en gerçek yerini buluyor bence ve Raymond Williams da zaten sözlüğünü artık 'aynı dili konuşmama' olgusu karşısında hazırlamış. Ruh Üşümesi'nin eksenine aldığım düşsel hayat açısından önümde gerçekten zorlu bir dil engelinin bulunduğunu, tasarımı gerçekleştirmeye oturunca daha açık seçik anladım. Ne olsa ben Kadın'a 'koyacak' Adam'ı yazmayacaktım; kimse de kimsenin 'iflahını kesmeyecekti'. Kısacası, gerçek dünyanın bütün parçalama ve kirletmelerine karşın, ancak düşlemeyle saf ve sahih halini yazabileceğim bir sevişme için kullanılacak dilin de saf ve sahih -üstelik de sarih- olması gerekiyor. Bu anlamda tıp dili hiç işime yaramazdı. Yeraltı cinsellik dili ise ancak 'gerçekçi' anlatının kısmi bir aracı olabilirdi. Kuşkusuz ben, cinselliği en üstü örtülü anlatmış divan şiirimizden yararlanabilir, orada olduğu gibi kaşa keman, dudağa kiraz, yanağa elma, göze badem, boya selvi, ayağa güvercin diyebilir; Alt bölüm girinti ve çıkıntılar için de çiçekleri, böcekleri, kelebekleri yardıma çağırabilirdim. Ama artık ne Mevlana, ne Karacaoğlan, ne de Nedim zamanını yaşıyoruz. Üstelik de görsel sanatlar, sinema ve televizyon, cinsel hayatı insan bedeninin her milimetre karesiyle, dokunuşun bütün boyutlarıyla anlatım alanları içine sokmuş durumda. Beri yanda, yukarıda değindiğim gibi, çağımız, cinsel devrimi yaşamakta olan bir çağ ve insanlar birçok yerde, plajlar bir yana, Batı metropollerinin ana caddelerinde bile anadan doğma gezebilmekteler. Bu durumda artık, ''Adam kadının kumsalda elmalarını sallayarak yürüyüşüne, güvercinlerinin kumda bıraktığı izlere baktı ve göldeki kamışlar ayağa kalktı'' denmesi mümkün mü? Hem, görsel sanatlar erotizmi anlatmayı tekeline almışken, anlatı sanatının, roman ve hikayenin de erotizmi görselleştirmek boynunun borcu, diye düşünmekteyim. Bu durumda düşsel sevişmeyi iç çekmelerle geçiştiremezdim elbette. Bütün bunlara karşın ve bütün bunlarla birlikte sonuçta önümde büyük bir birikimin de durduğunu anladım. Böyle bir anlatıda pekala eski şiirimizin kullanımlarından yararlanabilir, hem eskilerin bilmediği, uzay çağından doğma bir dili cinselliğin buyruğuna verebilirdim. Artık, en derinlerdekilerin bile bütünüyle keşfedildiği deniz mağaralarına uzanabilir, oradaki deniz hayvanlarının anlatacaklarını dağarıma koyabilirdim. Sonra, elektrik akımı. Bu benim yaşadığım zamanın cinselliği anlatabilecek en güçlü, en çağrışım yüklü tamlamalarından biri. Roket de, uzay da, modüllerin birleşmesi de. Yerinde kullanıldıklarında teknolojik kurulduklarından sıyrılabilen sözcükler bunlar. Özetle uzaydan mağaraya, hançerden deniz kestanesine geniş bir seçme şansım olduğunu anladığım zaman büyük bir özgürlük duygusu edindim ve bu duyguyla pekala çimler, koyaklar, petaller hiç nazlanmadan yardımıma koştular. Denilecek ki benzetmelere, çağrışımlı sözcüklere başvurduktan, imgelerle yazdıktan sonra Ruh Üşümesi'nin Karacaoğlan'ın adımbaşı gül kokan şiirinden ne farkı kaldı? Şu farkı kaldı ki, eğreltilemelere falan başvurarak cinse göndermeli beş şiir, yirmi roman sayfası yazabilirsiniz, ama iki kere üst üste gül demeden, üç kere kamışa ve alete başvurmadan yüz sayfa yazamazsınız. Ben önümdeki çeşitlilikten seçmelerle bunları yaptım işte. Hem zaten erotik, erotizm sözcükleri sadece aşkla ilgili, aşk durumu gibi bir şeyi anlatmıyor; aynı zamanda aşkın anlatımını da tanımlıyor bu kavram. Hatta geçmişte sadece aşk şiirleri demeye de gelmiş. Giderek de aşka dair, insanal dokunma ve birleşmeye dair bütün görsel, dilsel anlatım biçimlerini kavrayıp kapsıyor. Bu nedenle ben de erotizmi düşsel ekseninde sahici kılarken ve bu hayatı anlatıyla görselleştirirken, tıpkı şiirde olduğu gibi, imgelere, çağrışımlara, sözcüklerin anlam zenginliklerine başvuracak ve bunları belli bir ses uyumu içinde kullanacaktım elbette. Öyle de yaptım. Ruh Üşümesi'nde benim cinsellik diline don giydirmem 'ayıp' kaygısından değil kısacası, yazdığım romanın gereği. Erotizme sayfalarında yer açmış başka romanlarımızdan bu bakımdan ayrıldığına inanıyorum. Tabii Miller'in, Anais Nin'in yazdıklarından da farklıdır Ruh Üşümesi, çünkü onların cinsellik sancılarıyla değil, bütünüyle kendini hissetmeyen insana karşı duyduğum kaygıyla yazıldı. Adalet AĞAOĞLU (Ero, Ağustos 1991) Karşılaşmalar Kitabı (33-38 sf.) Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ * 07.10.2021

  • ALIŞKANLIK

    MONTAİGNE * Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu adet edinmiş, her gün danayı kucağına alıp taşırmış; sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlatmış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi, öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez... Bence en büyük kötülüklerimiz, küçük yaşımızda belirmeye başlar ve asıl eğitimimiz bizi emzirip büyütenlerin elindedir. Çocuk bir tavuğun boynunu sıkar, kediyi, köpeği oyuncak edip yara bere içinde bırakır; anası da ona bakıp eğlenir. Kimi baba da, oğlunun savunmasız bir köylüyü, bir uşağı öldüresiye dövdüğünü, bir arkadaşını kurnazca ve kahpece aldattığını gördüğü zaman, bunu yiğitlik belirtisi sayarak sevinir. Oysa bunlar zalimliğin, zorbalığın, dönekliğin asıl tohumları, kökleridir; çocukta filizlenirler, sonra alışkanlığın kucağında, alabildiğine büyüyüp gelişirler. Bu kötü yöntemeleri yaşın küçüklüğüne ve işin önemsizliğine bakarak hoş görmek tehlikeli bir eğitim yoludur. Önce şu bakımdan ki, çocukta doğa egemendir ve doğa asıl yeni tomurcuk salarken katıksız ve gürbüzdür; sonra da, hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki: Ha altın çalmışsın, ha bir iğne. «İğne çaldı, ama altın çalmak aklına bile gelmez» diyenlere benim diyeceğim şudur: «İğneyi çaldıktan sonra niçin altını da çalmasın?» Kendimiz sandığımızdan çok daha zenginiz; ama bizi oradan buradan alarak, dilenerek yaşamaya alıştırmışlar: Kendimizden çok başkalarından yararlanmaya zorlamışlar bizi.

bottom of page