top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Jean Paul Sartre Felsefesi III

    Varlığın diyalektik görünümleri: Kendinde varlık-Kendi için varlık 1943 yılında önemli felsefi düşüncelerini barındıran “varlık ve hiçlik” kitabı yayınlanır. Sartre açıktır ki, Heidegger gibi “varlığın ne’liği ile ilgili” değildir. O, varlığın görünen biçimleriyle ilgilidir daha çok. Kitabında bu görüşü yavaş yavaş açımlayan ünlü formülünü ortaya koyar: “Varoluş özden önce gelir.” Sartre, dinsel dogmadan kaynaklanan bir yanılgıya işaret etmektedir önce. Tüm on yedi ve on sekizinci yüzyıl boyunca insanın doğasının önceden belirlenebilirliği üzerinde durulmuştu. Böylece “öz”, yani “insanın değişmeyen özellikleri toplamı” insan daha varolmadan önce onu belirliyordu. Oysa Sartre, özcü yaklaşımın yanlışlığını , önceden belirlenmiş insan doğası diye bir şey olmadığını, insani özün varoluşun başlangıcından itibaren bulunmadığını ileri sürdü. Ona göre ne tanrı vardı ne de tanrının insanı yaratış planı. Özü olmayan insanın doğumu ile tıpkı diğer canlılarda olduğu gibi bir “kendinde varlık” (l’en-soi) doğuyordu. “Kendinde varlık” canlının yalnızca türüne özgü niteliklerden ibaretti. O, varlığın doluluğunun bir yansımasıydı. İçinde bu doluluğun önüne çıkan özelleşmiş bir şey barındırmıyordu. Ama (sadece) insan varoluşu gerçekleştikten sonra kendi özünü yaratabiliyordu. Kendi özelliklerini “özgür seçimi” ile belirliyordu.Oluşan bu varlık “kendinde varlık” denilen varlıktan farklı “kendi için varlık” (le pour –soi ) idi. Sartre’nin bu yaklaşımı Hegel’in varlık yaklaşımına benzemektedir. Hegel de kendi varlık felsefesinde Sartre’nin kullandığı terimleri kullanmıştır. Hegel için de varlık, “kendinde-olan” (“l’en-soi”), “kendi-olan” (“de soi”) ve “kendi-için olan” (“le pour –soi”) durumların, sürekli devinim içinde birbirlerine geçişleri, dönüşümleri, bütünleşmeleri ve sonuçta birbirlerinin içinde erimeleridir. Bu varlığın tarihini oluşturur, tarih ise varlığın yapısıyla birlikte değişimin nesnelliğini hazırlar.Bu yaklaşımlardaki ortak nokta “bilincin” yalnızca deneyimler (deneyimin nesnesinin ise bizzat tinin özü olduğu Hegel’ce bildirilmiştir) yoluyla bilebildiği ve kendini oluşturan özellikleri bu deneyimler yoluyla kazandığıdır. Varlığın diyalektiği , Hegel felsefesinde olduğu gibi Sartre için de “kendinde varlık” ile bir proje halinde olan “kendi için varlık” arasında süre giden diyalektik süreçtir. “Kendisinde varlık olarak dünya’, dünyanın herhangi bir etkileşime kapalı yapısını gösterir. Dünyanın Kendisinde Varlık olması demek onun “özdeşIik” prensibine uygun bir yapıya sahip olup, kendi kendisine özdeş olması demektir. Kendisinde Varlığın bu hususiyeti “Varlık ne ise o’dur”l şeklinde formül edilir. “Kendisinde Varlık kendisine göre (tam bir) kesafet gösterir Kendisinde Varlık’ın kesafeti, onun tam manasıyla kendi olduğu (som=massif) “anlamına gelir. O kendisiyle dopdolu olup, bilinçten yoksundur. Kendi kendisinde olup başka hiçbir varlıkla bağlantısı olmayan Kendisinde Varlık olumsal (contingent) bir varlıktır. Olumsallığı “mutlaklık” olarak karşımıza çıkan bir varlıktır. Başka bir deyişle, varoluşu itibariyle sebepsiz, izahsız, “fazladan” bir varlıktır. Varlık nedeni olmayan ve her türlü zorunluluktan uzak olan bu varlık kendisine bir bilinç yönelmeden önce varoluşu itibariyle lüzumsuz, sebepsiz, mutlak saçmalık olan bir varlıktır. Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynaklar: Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ

  • Jean Paul Sartre Felsefesi IV

    İnsan Davranışlarının Temel Güdüsü Sartre “Ben neysem varlığın olmadığı hiçliğim” diye düşünür.”Diğer insanların varlığı benim olanaklarımın ortadan kalkmasıdır. ”Sartre,insanın kendisinde olmayan şeyi istediğini,eylemlerinin ve arzularının “varlığa doğru akan nehirler” gibi aktığını anlatır. Dünyaya sahip olmak için ve dünya olmak için arzularım. Bir şeylere sahip olduğumda hiçliğim varlık olur. Hemen hemen aynı durum bir şeyi tahrip ettiğimde de gerçekleşir.Onu ayırır ve bana nüfuz etmezliğini tahrip ederim.Özgürlüğüm tanrı olmak için seçer,bu seçim açıktır ve tüm eylemlerimi yansıtır.” Tüm İnsan Faaliyetlerinin Eşitliği ve Ahlak Kavramı Mutlak iyi ve mutlak kötü yoktur Sartre’ye göre. Ahlak kavramı da diğer insanlarla ilgili değildir. Bu saçma dünyada saçma bir ahlak kavramıdır Sartre’ninki. Sartre’nin bir uslamlaması “tüm insan faaliyetlerinin eşitliği” üzerinedir. Birinin içki içmesi ya da devlet başkanı olması arasında fark yoktur. Öncelikli görünen bir şey varsa bu, gerçek amaçtan çok bilince yansıyan ideal amaçtan dolayıdır. Sartre’nin eşitlik kavramı en çok eleştirilen görüşlerinden birisi olmuştur. Solipsizm Sartre, ”gerçek olan tek şey benim bilincimin varlığıdır, geri kalan her şey ise onda oluşan bir yansımadan ibarettir” diye yorumlanabilecek düşünceleri itibarıyla solipsistik görünür ama katı solipsizmden de bir ritüelle kaçınır. Bilinç varlığını göstermek için “diğerlerine” ihtiyaç duyar. Diğerleri ise onun bilinç alanına girerek bilincinin düşünce nesnesi olur. Diğerleriyle olan ilişki bu bakımdan düşünüldüğünde “mazohistik” bir ilişkidir. Zira bilinç böylece varlığını ispat etse de “diğerinin” düşüncesiyle kısıtlanır. Sartre bu görüşü “No Exit” oyununda geçen bir cümlede vermiştir. “Cehennem başkalarıdır..” Fenomenolojik bilinç anlayışı bilincin yani Sartre’ın ifadesiyle “Kendisi Için Varlık’ın entansiyonel bir faaliyet olarak kendi dışında kalan nesneye yönelimi itibariyle değerlendirilmesini gerektirir. Böyle bir tavır alış bilince yöneldiği nesneyi kendisi için anlamlandırma imkanı verecektir. Dünya bilincimin yönelimiyle lüzumsuzluğundan ve mutlak saçmalığından kurtularak “bilinç için varlık”, “benim için varlık”,” … sadece ve sadece bir (bilinç) olduğu nisbette … (bilinç için) birşey haline gelecektir.” Kötü Niyet Sartre, kendi özgür seçimleri ile oluşan özüne ait olanın dışında, insan varoluşuna anlam yüklemenin her türlüsünün kendini kandırma olduğunu ileri sürer.Manevi değerleri,dini ya da bilimi hayata anlam vermek için kullananlar “kötü niyetli”dir (bad faith). Bu yola baş vuranlar eylemlerinin sorumluluğunu üzerlerine almak istemezler. Sorumluluğu dış etkenlerin üzerine yıkarlar ve kendilerine rehberlik edecek statik değerler ararlar. Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynaklar: Britannica ansiklopedisi,Sartre maddesi ,90 dakikada Sartre:Paul Strathern Gendaş yayınları,; Felsefe sözlüğü abdülbaki güçlü-erkan uzun Bilim ve sanat yayınları 2002 , Düşünce tarihi Orhan Hançerlioğlu ,Yüz soruda felsefe tarihi Selahattin Hilav,Jean Paul Sartre ve Fransız Varoluşçuluğu- David West,J.P. Sartre felsefesinde ben-başkası problemi-Yrd DoçDr. Emel KOÇ

  • Düşü Ne Biliyorum / Nilgün Marmara

    Anısına Saygıyla... Kimdi o kedi, zamanın eşyayı örseleyen korkusunda eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan? Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana? Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. Yine de, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu düşler marketinin, uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! Nilgün MARMARA 13 Şubat 1958’de İstanbul, Moda’da doğdu. Ortaokul ve Lise öğrenimini, Kadıköy Maarif Koleji’nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Politik nedenlerden dolayı bu bölüme devam edemeyince, yeniden sınava girerek bu kez Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitime hak kazandı. Bu bölümden 1985 yılında mezun oldu. Nilgün Marmara, 1982 yılında endüstri mühendisi Kağan Önal ile evlendi. 13 Ekim 1987’de 29 yaşında intihar ederek aramızdan bedenen ayrılmıştır. Ece Ayhan, “Meçhul Öğrenci Anıtı” adlı şiirindeki “Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında..” dizesiyle, erken yaşta hayata veda eden Seyhan Erözçelik de, ölümünün ardından Nilgün’ün Göztaşı isimli şiiriyle Nilgün Marmara'yı onurlandırmış, bir anlamda ölümsüz kılmışlardır. ESERLERİ Şiir Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) Metinler (1990) Günlük Kırmızı Kahverengi Defter (1993, Gülseli İnal tarafından hazırlandı) Defterler. (2016) Kağıtlar. (2017) İnceleme Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi (1985, Dost Körpe tarafından 20 yıl sonra Türkçeye çevrilmiştir.) DERLEYEN : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Kültürden İrfana

    Soru - ''Kültür'', aydınlarımızın çok sık kullandığı anahtar kelimelerden biri.Tarifini rica etsek. Cevap - Bu işi iki Amerikalı sosyolog yapmış. Kimsenin okumadığı, fakat herkesin zikrettiği ünlü eserlerinde yüz altmış bir tarifi var, kültürün. Her zevke uyan bu tariflerden bir örnek verelim: ''Dünyada kültürden daha kaypak mefhum tanımıyorum. Tahlil edemezsiniz, çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz, çünkü bir yerde durmaz. Manasını kelimelerle belirtmeğe kalkıştınız mı, elinizle havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki her yerde hava var, ama avuçlarınız bomboş''. Gerçekten de kültür, batının düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri; kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana. Kelime değil, bukalemun. Soru - Kültürün, çağdaş dünyadaki gelişmeleri üzerine ne düşünüyorsunuz? Cevap - Kültürün en yüksek düzeye ulaştığı Yeni Dünya'da kültür yok artık, onun yerine karşı-kültür, anti-kültür, hipi-kültür, kültür-sonrası, devrimci kültür var. Amerika'dan gelen salgın bütün Avrupa'ya da yayıldı. Çağımız geleneklere değil, geleneğin kendisine düşman. Hayata bir şey eklemek istemiyor, hayatı altüst etmek peşinde. Kültür mefhumunu çatlatan bir davranış karşısındayız. Artık ''kazanılmış bir bilgiler bütünü'' değil kültür; ''her şeyi okuyup her şeyi unuttuktan sonra'' değil. Daha çok bir özlem. Keşfedilmesi, yaratılması gereken bir dünyanın özlemi. Amaç, eski yasaları ve ölçüleri yerle bir etmek. İdeolojiler de, teknik de yeni kuşaklara güvensizlik veriyor. Hepsi de ütopyalara susuz; taze, sıcak, tabii ütopyalara. Bu isyan Batı'da uzun zamandan beri seyrine alıştığımız bir traji-komedinin devamı; dadaizm, fütürizm, gerçek-üstücülük. Yalnız, çılgınlık şimdi çok daha yoğun, çok daha yaygın, çok daha topyekün. Soru - Şu halde Batı'nın birçok çevrelerinde kültür, anarşi demek. Peki kelimenin haysiyetini korumak isteyen Batılılar da yok mu? Cevap - Olmaz olur mu? İşte Pierre Emmanuel. Fransa'da devrin kültür bakanı Andre Malraux'ya yazdığı bir mektupta ''gerçek kültür bir tutkudur'' diyor, ''insan inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür. İnsanın kendi kendini fethidir. Dünya çapında bir hümanizmanın inşaasıdır. Bugünü mazi ile zenginleştirmektir. Mazi ve istikbal ile. Toplum, kişinin bir ruhu olduğunu unutmuşa benziyor. Kişilere ferman dinleten, iktisadın şuursuz kanunları. İnsanın tek değeri, ürettiği ve tükettiği, kendisi değil. Şehirde yaşamak bir işkence. Önünde iki kaçış var insanın. Biri televizyona kaçış, öteki gençlerin kaçışı: Teorizm. İnsanın kendi kendine soracağı geliyor: Kültürü kurtarmak için zengin ülkelerin yoksullaşması mı lazım? Dileriz ki insanlar ''kültür''ü benimsesin ve insan tekrar insanlaşsın. Soru - Pierre Emmanuel'in özlediği bu ''kültür'' anlayışı, bizim eski ''irfan'ımızı hatırlatmıyor mu, biraz? Cevap - Nasıl hatırlatmaz? İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kavrayan bir kelime. İrfan, insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, ön yargıların köleliğinden kurtulmaktır, ön yargıların ve yalanların. Tecessüsü madde dünyasına çivilemeyen, zekayı zirvelere kanatlandıran, uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim. İrfan, bir Tanrı sevgisi, cehitle gelişen bir mevhibe. Kültür, irfana göre, Katı, fakir ve tek bulutlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem iman, hem edeb. Kültür, homo ekonomikusun kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan bir şal. İrfan, dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmaz, yani bir bütün gibi tecezzi kabul etmez. Pierre Emmanuel'in adını koyamadığı bu ideal, ihtiyar (Yol gösteren, Yön belirleyen anlamında kullanılmıştır) Doğu'nun uzun zamandır aşinası olduğu irfanın ta kendisi. Batı, kültürün vatanıdır, Doğu, irfanın. Soru - Siz, bir Türk aydını olarak kültürün mü hizmetindesiniz, irfanın mı? Cevap - Heyhat! Hidayet ilahi bir lütuf. Ben de belli bir çağın insanı olarak kültürün hizmetinde idim şimdiye kadar. Dünya kütüphanelerinin kapılarını yurdumun insanlarına açamak istedim. Hint ormanlarının uğultusunu taşıdım, edebiyatımıza. Batı'nın büyük düşünce fatihlerini konuşturdum. Eserlerimin ''kültür'' cildi, aşağı yukarı tamamlandı. Bundan sonra ''irfan'' cildi başlayacak. Ayrıntılarla fazla uğraştım şimdiye kadar. Artık bu uzun yolculukta devşirebildiğim hakikat meyvalarını takdime çalışacağım okuyucularıma. Kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum. Cemil MERİÇ Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ KİTAP : Kültürden İrfana / İletişim Yayınları 1. Baskı / sf. 31-34

  • Gerçek Entelektüel

    Tefekkür Vuzuhla Başlar, Kurtuluş Şuurla ''68'lere kadar insanlığın düşünce tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık...'' (Jurnal, 9.8.1975) ''Konya yolculuklarımda (1966-67) ilk defa başkası ile temas ettim. Başkası, yani kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli 'Sen bizden değilsin' dedi. Sen bizden değilsin. Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisiydi. Tanzimat'tan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: Aldanmak ve aldatmak.Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı...Avrupayı tanımamak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lnet çemberinden nasıl kopacağız?'' (Mağaradakiler, s. 323 ) ''...Düşüncenin görevi: İnsandan kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.'' (Mağaradakiler, s. 325) ''Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz seçer.Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: 'Uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.'' (Kırk Ambar, s. 453) ''Kaderimizi çizen Avrupa'nın siyasi ihtirasları; kullandığımız kelimeler onların emellerini dile getiriyor. Kulağımıza fısıldanan lafızları hudut ve şümûllerinden habersiz fısıldayıp duruyoruz...Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.'' (Kırk Ambar, s. 287-288 ) ''Elbette ki Avrupa'nın reçetelerini uygulamaya kalkmak büyük bir hamakat; ama hocaların söylediklerinden habersiz olmak daha büyük hamakat.'' ( Bir Facianın Hikayesi, s. 23) ''Aydının görevi, karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kavganın içinde. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken, soğuk kanlılığını nasıl koruyabilir? Evet ama görev görevdir. Önce kafalardaki keşmekeşi dağıtmağa, metafizik birer orospu olup çıkan, kaypak, hain mefhumlara ışık tutmaya çalışalım.'' ( a.g.e., s. 2) ''Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkum.'' ( a.g.e. , s. 36 ) ''Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi...bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: Düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat'tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete...Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafanızla düşünmek ne kadar güç.'' (Mağaradakiler, s. 314) ''Düşünce dünyasında hiçbir fetih nihai değildir. Hepimiz birer Sizifos'uz. Hele diyaloğun olmadığı bir ülkede...Türk aydınının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimai bir arayış.'' (Jurnal, 18.06.1974) ''Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir...Münakaşa hakikati birlikte aramaktır...Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir... Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: Bu canım memleket bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir.'' (Jurnal, 19.11.1964) ''Düşünce şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkum etmek değil midir?'' (Jurnal, 24.7.1964) ''...Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilan edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar da tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı.'' (Jurnal, 19.11.1964) ''Düşünmek, insan üzerine düşünmek, mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir.'' (Jurnal, 29.4.1964) Cemil MERİÇ Bu Ülke / İletişim Yayınları sf. 53-55 Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk I

    İlk mavi yolculardan biri olduğum halde ''Mavi Yolculuk'' deyiminden hoşlanmaz hale geldim. Çünkü ''Mavi Yolculuk'' lafı önce entel züppelerin, sonra da herkesin diline düştü. Artık darbuklı turistler bile toplanıp, darbukalı mavi yolculuklar düzenliyorlar kendi aralarında. Oysa ilk Mavi Yolcular, Sabahattin Eyüboğlu'nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz Uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman. Gerekli kitapları okuyup araştırmalarda bulunan yetkili biri, gideceğimiz yerler üstüne bir konuşma yapar; o antik kentin tapınakları, anıtları filan konusunda ön bilgi verirdi. Sonra herhangi bir vasıtaya, genellikle bir kamyona doluşup oralara giderdik. Çok ayıp ama, bu bilimsel incelemelere katılmamak için, benim, ambara ya da herhangi başka bir yere saklandığım olurdu. Ara sıra, gizlice denize atlar, kıyıya çıkar, tekneden beni kimselerin göremeyeceği bir kayanın arkasına gizlenirdim. Ancak herkes uzaklaştıktan sonra ortaya çıkardım. Çünkü kalıntılara ne kadar ilgi duyarsam duyayım, öteki yolcuları ne kadar seversem seveyim, günde mutlaka birkaç saat yalnız kalmak, sessizlik içinde kitap okumak istiyordum. Hocam Sabahattin Eyüboğlu , onlarla gitmediğimin farkına varınca, beni fena halde azarlardı. Özür diler, ''Uykuya dalmışım, beni çağırdığınızı duymadım.'' gibi yalanlar uydururdum. Bu, bilime meraklı, ağırbaşlı teknemiz, güneş battıktan sonra, gürültülü bir meyhaneye dönüşürdü. Türküler söylenir, typten Rum şarkıları dinlenir, gecenin geç saatlerine kadar bol bol yenilip içilirdi. Ben sadece iki tek içtiğim için, bir süre sonra şamatadan sıkılırdım. Birazcık yalnız kalabilmek, kafamı dinlendirebilmek için, arkadaşlardan kaçardım. On altı metrelik teknede kendime gizli bir yer bulmaya çalışırdım. Hatta böyle bir yer bulamayınca, bir maymun gibi, direklerin tepesine tırmanıp oraya tünediğim bile olurdu. Sabahattin ortadan yok olduğumun farkına varınca, ''Mina hemen gel, hep beraber olmak için buradayız'' der, beni gene azarlardı. Bir de öğle rakısı faslı vardı. Tentenin altında küçük bir çilingir sofrası kurulur ve ancak kodamanlar; yani Sabahattin, Müntekim Ökmen, Şadi Çalık, Melih Cevdet gibi belirli yaşta olanlar öğle rakısı içerdi. Yaş açısından benim de kodamanlar arasında yer almam gerektiği halde, öğleyin içmek bana ters gelirdi. Sonra baktım ki, kodamanlara katılmadığım için sosyal status'um, yani toplumsal konumum fena halde sarsılıyor: Kodamanlar bir masanın çevresinde koltuklara kurulmuş, efendi efendi sohbet edip içerken, ben güvertenin tahtaları üstünde, çoluk çocuk arasında kalmışım. Oğlum, kızım yaşında gençler, benimle senli benli olmaya, beni dirsekleriyle dürtmeye başlamış. unun bilincine varınca, azametle ayağa kalktım; ''ben de kodamanım, ben de rakı içeceğim'' dedim. İçince de anladım ki, denizdeyken alkol almanın hiçbir kötü etkisi yok. Kavuran güneşin altında bir terliyorsunuz, bir denize giriyorsunuz, alkol falan kalmıyor kanınızda. Ege ile Akdeniz'de tekne gezintilerini ikiye ayırırım: Sabahattin Eyüboğlu'ndan önce, Sabahattin Eyüboğlu'ndan sonra. Hocam Sabahattin'i yitirdikten sonra da çok gezdim o denizlerde. Ama onun başkanlığında ilk mavi yolculukların başka bir tadı vardı. Tatlı olmasına çok tatlı olmakla birlikte, mutlak bir egemenlik kurmuştu teknede. Örneğin, sabahları geç uyanmamıza izin vermezdi. ''Buraya uyumaya mı geldik'' der, güneşin doğuşunu ille seyretmemizi isterdi. Gerektiğinde, heykeltıraş Şadi Çalık öyle komik bir sabah ezanı okurdu ki, kahkahalar atarak uyanırdık. Sabahattin'in bir de gece yarısından sonra yüzmek huyu vardı. Bütün gün denize girmez; sonra bol bol yiyip içtikten sonra, herkes uyurken, karanlıklarda suya dalardı. Bir kalp sorunu olduğu için, ben de telaşlanır, canım istese de istemese de, onunla birlikte yüzerdim. İlk mavi yolculuğum 1963'te gittim. Otuz iki kişi, Kuşadası'ndan, Macera adlı, büyük, ama köhne bir tekneye bindik. Gece yarısından sonra yola çıktık. Zaten geceleri rüzgar kesildiğinden, ancak geç saatlerde denize açılırdık her zaman. Gelgelelim bu ilk yolculuğumda rüzgarın kesildiği falan yoktu. Tam tersine öyle bir fırtına vardı ki, güvertede açık havada yatan bizler, dalgalar üstümüzden geçtiği için sırılsıklam oluyorduk geceleri. Çalkalana çalkalana, neredeyse batacak durumlara gelerek, birkaç günde, perişan bir halde Bodrum'a vardık. Beni deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. (Ancak bir kez, lodoslu havada Büyükada'dan Karaköy'e geçerken deniz tutmuştu; ama yanımdaki hiç obur olmayan ve dehşetler içinde lokmalarımı sayan beye göre, tam on yedi tane midye dolması yemiştim öğle yemeğinde.) Neyse, o deniz yolculuğunda midye dolması gibi şeyler yemediğimden deniz tutmadığı için, herkesten daha az perişandım. Ama ıslak battaniyelerin altında buz kesen ayaklarım, tekneye binmeden önce gittiğimiz Efes'in ılık mermerlerini özlemişti. O mermerler öyle pürüzsüzdür ki, onlara ayakkabıyla basmaya kıyamadığım için, yalın ayak gezmiştim Efes'te. Yolculuğumuzun bu kötü başlangıcı bizleri yıldırmadı. O sıralarda dünyalar güzeli bir yer olan Bodrum'a varır varmaz, aslan kesildik hepimiz. Bu arada yolculuğa Kuşadası'ndan başlamanın yanlış olduğunu; Gökova'ya gitmek için Bodrum'dan, Fethiye Körfezi'ne gitmek için de Marmaris'ten yola çıkmak gerektiğini anladık. Bana kalırsa, gerçek bir mavi yolculuk Bodrum'dan başlamalı, Antalya'da, hatta Alanya'da bitmeli. Gelgelelim böyle bir gezi bir aydan fazla süreceğinden para ve zaman açısından pek olası değil. Üstelik Yedi Burunlar sorunu var. Çok fırtınalı bir denizde, sulara uzanan sipsivri kayalıklara çarpabilirsiniz her an. Bu yüzden de, deniz tutan yolcular da, kaptanlar da pek yanaşmaz oralardan geçmeye. Ama bunu göze alırsanız, o güzel Patara kumsalına varırsınız. Varınca da başka bir sorunla karşılaşırsınız. Çünkü Patara'nın önü açık denizdir. Sığınıp demir atabileceğiniz bir koy yoktur. Bu yüzden, Patara'ya, Kalkan'dan kara yoluyla gitmeyi herkes yeğ tutar. Biz de ancak bir iki kez denizden gidebildik oraya. Tiyatrolu antik bir kent olan Patara, denizden sürekli gelip kıyıya yığılan kumların oluşturduğu tepelerle doludur. O kum tepelerinin altında nelerin gömülü olduğu pek bilinmez. Bodrum'dan Gökova'ya giderken her zaman uğradığımız kimsenin oturmadığı Oraklar Adası'nda iki şeye hayran kaldım. Biri oradaki koyun inanılmaz güzellikte yeşil ve saydam suları; öteki de karadaki farelerin yaşayabilmek için verdikleri akıllara sığmaz savaşımdı. Küçük, ama İngiliz gemicilerin dedikleri gibi, sea-worty yani denize gerçekten layık bir tirhandilin sahibi ve kaptanı olan Mithat Bey, farelerin tekneye çıkmalarını engellemek için, bizi karaya bağlayan çımanın ucuna bol bol fare zehiri sürdü. Fareler gene tekneye girip sebze ve meyve dolabına saldırdılar. Çünkü bunlardan biri, kendini feda edip zehri yermiş; ötekiler de ipe sarılıp ölü farenin üstünden geçerek, tekneye girmenin yolunu bulurlarmış meğer. Oraklar'a bir günlüğüne gittiğimizde, Genco Erkal anlatmıştı: Güneş tam batarken, kocaman fareler, kayaların üstüne sıra sıra dizilip, suları yemyeşil o güzel koya demir atan teknelere kırmızı gözlerini dikmişler, bekleyip durmuşlar. ''Unutamayacağım, korkunç bir bekleyişti onlarınki'' diyordu Genco. İki adadan oluşan Oraklar'ın küçüğünde bir tek ev varken, büyüğünün tamamıyla ıssız kalmasının nedeni bu farelerdir belki de. Gökova'ya giderken Oraklar'a uğradığımız gibi, dönüşte de Çökertme'ye uğrardık mutlaka. Bu kıyı köyünün başlıca çekiciliği, Çakır Ayşe ile Paluko efsanelerinden kaynaklanırdı. Onları tanıdığımda, Çakır Ayşe, masmavi gözlü, olağanüstü güzel, yaşlı bir kadındı. Asıl adı Mustafa olan Giritli balıkçı Paluko'da, olağanüstü yakışıklı, yaşlı bir erkekti. Bir akşam çökertme'de bu ikisi, bizlerden biraz uzakta kuma çömeldiler, uzun uzun konuştular baş başa. Birbirlerine neler söylediklerini duyabilmek için meraktan ölüyordum. Ama öyle gizemli bir çember çizmişlerdi ki çevrelerine, onlara yaklaşmanın yolu yoktu. Mîna URGAN Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculuk'ları... (61-65 sf.)

  • Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk II

    Eskiden mavi yolcular, benim istediğim gibi Bodrum'dan, Antalya'ya kadar yelken açmasalar da, uzak yerlere gidip antik kentlerin kalıntılarını görürlerdi. Hocam Sabahattin'in ölümünden sonra, durum değişti. Birbirinden ancak birkaç saat uzaklıktaki koylara gitmeye, orada uzun uzun kalıp yan gelmeye alıştık. Eskiden bütün koylar ıssız, sessiz ve boş olduğundan, demir alıp geceleyeceğimiz koyu seçmek bir sorun değildi. Şimdiyse yerli ve yabancı turist sayısı da tekne sayısı da öyle arttı ki, temmuz ve ağustosta denize çıkmadığımız halde, her girdiğimiz koyda en azından beş altı tekne buluyoruz. Bunların bir kısmı arabeskli, darbukalı ve şamatalı olduğundan; gecemiz zehir olmasın diye, onlardan kaçıp daha gürültüsüz bir yere sığınmaya çalışıyoruz. Koylarda ilginç insanlarla karşılaştığımız da oluyor. Örneğin Kaliforniyalı bir çiftle karşılaşmıştık 1960'lı yıllarda. Adam yazarmış. Ne yazık ki, adını unuttum. Belki ünlü bir yazar olmuştur bu arada. Sekiz metrelik küçücük bir tekneyle ta İngiltere'den bizim kıyılarımıza gelmişler. Bir defasında geceleyin, yanlarında bir tek kadın bulunmayan altı Alman erkeği yakınımıza demirledi. ''Eyvah! Şimdi gürültü başlayacak!'' dedik. Ama kaba saba görünen bu Almanlar, ışıklarını söndürüp, öyle güzel lied'ler söylemeye başladılar ki, hayran kaldık. Onları alkışlayıp, Almanca bilmediğimiz için İngilizce kutlayınca, bu defa İngiltere'nin ve İskoçya'nın birbirinden güzel halk türkülerini dinlettiler bize. Sadece müzik eğitimi gördükleri değil, bu işin profesyoneli oldukları besbelliydi. İsteğimiz üzerine, Brecht'in sözlerini yazdığı, Kurt Weil'in bestelediği şarkıları da söylediler. Gecenin on ikisinde çok güzel bir ninniyle konseri bitirdiler. Bir defasında, Tam 14 Temmuzda, yani Fransızların milli bayramında, Bir Fransız teknesi gecelediğimiz koya demir attı. Argo deyimle, ''şunlara bir kıyak yapalım'' dedik. Yarı yarıya suyla doldurduğumuz şişelere mumlar diktik; Büyük Fransız ihtilalini anmak için, komşu tekneye küçük bir alev filosu saldık ve hep bir ağızdan milli marşları La Marseillaise'i söyledik. Fransızlar duygulandılar, bizi alkışladılar, bravo! diye bağırdılar. Ama ondan sonra, biz birazcık azdık. Enternasyonal'den tutun da Bandiera Rossa ve Commandante Che Guevara'ya kadar, bildiğimiz devrimci marşların ve şarkıların hepsini avaz avaz söyledik. Anlaşılan Fransız burjuvaları pek hoşlanmadılar bundan. Teknelerinin ışıklarını söndürüp, bir ölüm sessizliğine gömüldüler. Bir başka defa geceleyeceğimiz koya, Rodos'tan gelen, çok büyük, bembeyaz lüks bir yat demir attı. Bu görkemli yatı yakından görebilmek için hemen suya atladım, çevresinde yüzmeye başladım. Yatı hayranlıkla seyrederken, ara sıra da bizim Hürriyet'e göz atıyordum. O kibar beyaz yatın yanında, pruvadaki, bisiklet tekerleğinden yapılmış kocaman fırıldağıyla; bir ipe geçirilmiş, fırfır döne döne gidip gelen, daha küçük boy öteki fırıldaklarıyla, şuraya buraya asılmış rengarenk , mayoları, havluları, çamaşırlarıyla, akşam yemeğini hazırlayan otuza yakın yolcunun şamatasıyla, tam bir Çingene teknesine benziyordu. Büyük kibar yatta sadece dört yolcu vardı. Bir genç çift, bir de yaşlı çift. Derken şaşırıp kaldım; çünkü bunlar küpeşteye geldiler, bana İngilizce seslenmeye başladılar. Amerikalı oldukları şivelerinden anlaşılıyordu. ''Buraya buyurun, biraz dinlenirsiniz, hem de tanışırız.'' diyorlardı. Yatın bordasına bağlı merdivene yüzdüm. Kızım tam çöpe atacakken elinden zorla alıp giydiğim eski püskü mayodan sular damlayarak, son derece rahat bir güverte koltuğuna yerleştim. Kolalı beyaz ceketli, siyah pantolonlu şık bir garson, bana buzlu bir viskiyle, kavrulmuş badem sundu. Gençler karı kocaymış; yaşlılarda delikanlının annesiyle babasıymış. Dördü birden konuşmaya başlayınca, hayretten hayrete düştüm: Bizler onların teknesine hayran kaldığımız gibi, onlar da bizimkine hayran kalmışlar meğer. ''Ah, ne güzel! Ne kadar kalabalıksınız! Ne kadar neşelisiniz! Kim bilir ne kadar çok eğleniyorsunuzdur! Sizlere gıpta ediyoruz doğrusu!'' diyorlardı. Çekine çekine geceleyin bizim tekneye gelmek iznini istediler. Ben de kasıla kasıla, ''Buyurun, sizi bekleriz.'' dedim. Gece Amerikalılar, çifter çifter viskiler, şaraplar, şampanyalar ve Fransız konyaklarıyla geldiler. Şişelerden birinin Remy Martin fine champagne yani konyaklarınen güzeli ve dünyada en çok sevdiğim içki olduğunu anlayınca, Sabahattin'e, ''bunu bir kenara koyalım, ancak anlayanlar içsin'' demem üzerine, hocam bana fena kızdı. Bense, fine champagne'ın güzel içilmesini kendi açımdan bir hayat memat meselesi saydığımdan, Sabahattin'e kafa tutuyordum: ''Ama Sabahattin'' diyordum, ''bizimkiler barbarlar gibi, bunun içine su katacaklar, buz koyacaklar; o güzelim içkiyi mahvedecekler. Oysa fine champagne, ancak yemekten sonra, az miktarda içilmelidir. Sapını parmaklarının arasında tutunca, elinin sıcaklığını hafifçe alabilecek biçimde yapılan özel kadehlerle ve dört aşamada, yavaş yavaş içilmelidir. ''Önce koklayacaksın, sonra ağzında tadını alacaksın, sonra gırtlağından geçişinin lezzetini, en sonunda da midene inişinin hazzını duyacaksın.'' diyordum. Ama beni ayıplayan Sabahattin, şişeyi ortaya koydu ve korktuğum oldu: İyi bir şampanya şaraptan güzel olduğu gibi, konyaktan çok daha güzel olan fine champagne, içine sular buzlar konularak, dört aşamanın hiçbirine özen gösterilmeden mahvedildi. Biz onların içkilerini böyle barbarca tüketirken, dört Amerikalı da aynı barbarlık içinde bizim rakılarımızı tüketiyorlardı. Sabaha karşı bir hayli sarhoş bir halde, hayatlarından son derece hoşnut olarak, bu yolculukta ilk kez hoş vakit geçirdiklerini tekrar tekrar söyleyerek, kibar ama can sıkıcı lüks teknelerine geri döndüler. Amerikalıların teknesi ne kadar konforluysa, bizim Hürriyet de o derece konforsuzdu. Şimdi kaptanlar, ne kadar yatacak yer varsa, aynı sayıda yolcu almak zorundalar. Oysa, içine bavullarımızı koyduğumuz bir tek kamarası olan on altı metrelik Hürriyet'e, otuz kişiden fazla bindiğimiz olurdu eskiden. Herkes açık havada yatardı. Şu da var ki, gerçek bir mavi yolcu, son derece lüks bir kamarası olsa da, açık havada yatmayı yeğ tutar her zaman. İlk yolculuklarımda ben de öyle yapardım ve yirmi beş yaşından beri sigaranın da azıttığı müzmin bir bronşitim olduğundan, denize çıkar çıkmaz öksürüp tıksırmaya başlar; zaten kısık olan sesim büsbütün kısılırdı. Daha sonraları Hürriyet teknesinde bazı başka reformlarla birlikte, birkaç kamara yapılınca, arkadaşlarım onlardan birinde yatmama karar verdiler. Ama gene de dayanamaz, gece yarıları herkes uyuduktan sonra, bir battaniye sarınıp gizlice güverteye çıkar, bir yerlere kıvrılıp yatardım. Çünkü açık havada, yıldızların altında, denizin ve ağaçların sesini duyarak uyumanın bana vereceği hazza kıyasla, bronşitin vereceği acıları bir hiç sayardım. Beni güvertede bulup, azarlaya azarlaya kamarama geri göndermek isteyen arkadaşlarıma da kafa tutardım. Bir defasında Kaş'tan aldığımız mis kokulu küçük sarı kavunlar, altımdaki ranzaya konulmuştu. Geceleri ölü dalgalarla tekne beşik gibi sallandıkça, birbirine çarpan kavunlardan inanılmaz güzellikte kokuların etrafa saçılmasını, küçük denilen, ama aslında büyük olan mutluluklarımdan, biri saydım. Kimi zaman kendimi tutamaz, geceleyin o kavunlardan birini aşırır, kimselerin haberi olmadan bir güzel yerdim. Kamarasız günlerimizde, çoğu yolcuların şişirilen bir lastik şiltesi, bir de uyku tulumu vardı. Bense bir torbanın içine girmekten hiç hoşlanmadığım için, battaniyeyle örterdim üstümü. Lastik şiltemin ise, her zaman gizli bir deliği olurdu her nedense. Şilteyi şişirip yatar, bir süre sonra kendimi güvertenin tahtaları üstünde bulurdum. Ama her gece birkaç kez sönen şiltemi bir sıkıntı saymazdım. Asıl sıkıntı tuvalet faslıydı: Hürriyet'te bir tek tuvalet vardı ve bu tuvaletin altında gerekli teşkilat yoktu. Yani küçük aptesimizi istediğimiz zaman, ama büyüğünü ancak tekne seyir halindeyken yapabilirdik. Hürriyet demir atınca, bu iş için karaya çıkıp; çalılıkların, kayaların, ağaçların falan arkasına saklanmak gerekirdi. Hele sabahları durumumuz çok acıklıydı: Hürriyet'in yanaşabileceği bir iskele yoktu çoğu zaman; teknenin küçük sandalı da ancak dört kişi alabildiğinden, millet elinde bir tomar tuvalet kağıdı, su dolu bir plastik şişe, kuyruğa girer, sıkıştığı için tepine tepine sıra beklerdi. Bu işkenceden kurtulmak için, günlerce süren psikolojik kökenli inatçı bir kabıza tutulanlar vardı aramızda. Hürriyet'te elini yüzünü yıkayacak kadar su vardı ama, denizden çıkınca duş yapacak kadar yoktu. Fransa'dan tuzlu suda köpüren özel sabunlar getirttiğimiz halde, derimiz kalın bir tuz tabakasıyla kaplıydı. Üstelik ben, güzel deniz kabukları tutkusuyla yanıp tutuştuğum için, kıyılarda, sivri sivri kayalar arasında, sabahtan akşama kadar, düşe kalka dolanıp dururdum. Bu yüzden de bacaklarım kollarım, her bir yanım yara bere içindeydi. O tuz, hem yaralarımı cayır cayır yakar, hem de iyileştirirdi. Çeşmeli, dereli bir yere gelince, müthiş bir hamam faslı başlardı. Herkes, özellikle erkeklerden genellikle daha titiz olan kadınlar, ellerinde taslar, sabunlar, şampuanlar, kollarında büyük havlularla çeşmeye gelir, saatlerce yıkanıp dururdu. Bir defasında iyice sabunlandıktan sonra, sığ bir derenin çakıl taşları üzerine uzanmıştım. Temiz, serin suların üstümden uzun uzun akması büyük haz vermişti bana. Şimdi deniz gezilerinde gemiciler ya da getirdikleri bir ahçı, yolculara yemek pişiriyor, servis yapıyor. Sabahattin Eyüboğlu, ''Onların görevi yemek pişirmek değil gemicilik etmek.'' derdi. Üstelik, en lezzetli parçaları onlara ayırmamızı isterdi. İyi yemek pişirmesini bilen biriyle üç yardımcısından oluşan dört kişilik ekipler seçilirdi. u ekiplerin hangi gün çalışacakları, haber tahtasına iliştirilirdi. Hatta kimi iddialı ekipler tasarladıkları menüleri önceden ilan bile ederlerdi. Aralarında tatlı bir rekabet yaşayan ekipler, dört öğün yemeğin hazırlanmasından, bulaşığın yıkanmasından, teknenin temiz tutulmasından, yani o günün bütün ev işlerinden sorumluydu. Bir sabah kahkahalar atarak uyandık hepimiz: Rahmetli Şadi Çalık, üstünde kocaman harflerle ''Bu iş yerinde grev var'' yazılı pankartları gizlice hazırlamış, sabahın köründe ekibiyle birlikte, pankartlı sloganlı bir yürüyüşe geçmişti. Ama o protesto eylemini anımsadıkça, artık gülmek değil, ancak ağlamak geliyor içimden. Çünkü birinci pankartı, o sırada dokuz yaşında olan oğlu Osman taşıyordu ve bu dünyalar güzeli çocuğu, delikanlıyken, akıllara sığmaz bir helikopter kazasında yitirdik. Mîna URGAN Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculukları... (65-70 sf.)

  • Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk III

    İlk mavi yolculuğumda, yemek pişirmesini bilmediğimi, ancak kahve ve çay yapabileceğimi söyleyerek, yaşamımın en büyük yanılgılarından birine düştüm. Bu yüzden, yolculuk boyunca sabah kahvaltısında altmış çay (gerçekten iyi çay demlediğim için, çoğu arkadaşlar ikişer bardak içerdi); kodamanların sabah saat on bir kahvesi, öğle yemeğinden sonra otuz kahve (kimi sade, kimi az şekerli, kimi orta, kimi şekerli), akşam kahvaltısında otuz, bazen altmış bardak çay, akşam yemeğinden sonra d gene sade, az şekerli, orta, şekerli olmak üzere fincan fincan kahve yapıyordum, çünkü neskafe, ya Türkiye'de henüz yoktu ya da bizim teknemizde henüz bulunmuyordu. O cehennem sıcağında gaz ocağının başında durmak; tekne dalgalı bir denizde seyrederken her an devrilebilecek çaydanlığı, demliği ya da cezveyi düz tutmak zorunluluğu, hayatımı kaydırıyor, beni perişan ediyordu. Bir daha mavi yolculuğa çıktığımda, ''yemek pişirmesini öğrendim artık'' diye yalan söyledim. Ne var ki, Oktay Rifat gibi usta ahçıların ekibine girmeğe özen gösterdiğim için, bu işi sahiden öğrenmeye başlamıştım. Üstelik usta ahçılar iyi yemek pişirmeyi haklı olarak bir sanat dalı saydıklarından, yamaklarının dalga geçmesine pek izin vermezlerdi. Bir defasında yan yatmış kitap okurken, Oktay, ''Mina! Hemen buraya gel!'' diye öyle bir öfkeyle bağırdı ki, ödüm koptu. Hemen koşup domatesleri doğramaya başladım. Tüm konforsuzluğuna karşın, köhne Hürriyet motörünü, bütün o yepyeni lüks teknelerden kat kat daha fazla severdim. Bunun başlıca nedeni, Fuat Kaptan'a, torunu Süleyman'a ve özellikle damadı Ali Fuat'a yakınlık duymamdı. Hele Ali Fuat Kaptan'la iyice arkadaş olmuştuk. Ali Fuat, her yaz iki kez, çoğu zaman üç kez Sebahattin Eyüboğlu'yla denize çıka çıka, bazı konularda acayip bilgi sahibi olmuştu. Yalnız Sabahattin'in değil, onun çömezlerinin de söylediklerini dikkatle dinler ve cin gibi olduğu için çok şey öğrenirdi. Üstelik tam bir insan sarrafıydı. Her şeyi hemen seziverir, en doğru değerlendirmeleri yapardı. Kimi zaman, onunla bir köşeye çekilir, Dedikodu yapmadan, yolcular konusunda küçük psikolojik gözlemlerde bulunurduk. Ali Fuat Kaptan, ''korkarım bu evlilik yürümeyecek'' ya da ''Şu beyle şu hanım arasında yakınlık başladı'' ya da ''bilmem kim , fen gücendi'' ya da ''aman dikkatli olalım, bilmem kim kavga çıkarmak üzere'' derdi ve söylediği doğru çıkardı her zaman. On altı, bilemediniz yirmi metrelik bir teknede bir haftalık ya da on günlük bir yolculuk, evlilikten beterdir. Yani sürekli burun buruna kaldığınızdan, öteki yolcuların huyunu suyunu hemen anlarsınız. Bazılarının yüzünü, ömrünüz boyunca bir daha görmek istemezsiniz. Bazılarıyla da yıllarca sürüp giden bir dostluk kurarsınız. Eskiden Sabahattin, mavi yolcuları kendi seçerdi; biz de onun seçtiklerini kabul ederdik. Ama daha sonraları, yolcu sayıları on ya da on ikiye düşünce, bizimle gelecekleri ince eleyip sık dokumaya başladık. Ara sıra tatsızlıklar olurdu gene de. Ama güzel denizlerde gezdiğimiz, birbirinden güzel koylarda demir attığımız için, yaşama sevinci hep ağır basardı. Neşemiz tekneye biner binmez başlardı. Çünkü Sabahattin Eyüboğlu döneminde, denize açılır açılmaz mavi yolculuk bayrağı törenle direğe çekilirdi. Bu barak, mavi fon üzerine bir anfora ve iki kupadan oluşurdu. Bayrak töreni sırasında Şadi Çalık özel marşlar uydurarak bizi çok güldürürdü. Sabahattin'den sonraki yolculuklarda şampanya içerek yola çıkardık; çok da eğlendiğimiz olurdu. Aksilikler bile eninde sonunda bir eğlenceye dönüşürdü. Örneğin, bir defasında, Hürriyet'in ambarındaki kasada koruduğumuz buzlar tümüyle erimişti. O sıcaklarda soğuk bir şeyler içememek felaketine uğramıştık. Bizler ah vah ederken, geceleyeceğimiz koya, kaptanı yaşlıca bir Fransız olan yat demir attı. O lüks yatta bir buzdolabı, dolayısıyla bol buz bulunacağı besbelliydi. Gelgelelim o somurtkan Fransızın bizi tersleyip buz falan vermeye yanaşmaması olasılığı da vardı. Bunun üzerine, herifi yola getirebilecek bir hile düşündük: O sırda on yedi yaşında bir afet olan Tuvana'ya en küçük bikinisini giydirdik; saçlarını özenle taradık. Kız öyle güzeldi ki, yüzüne makyaj yapmaya gerek yoktu. Bu hazırlıklar sırasında, Ayla çevremizde dolanıyor, ''utanmıyorsunuz! Kızımı sömürmeye, cinsel bir obje haline sokmaya, o Fransızı tavlamak için yem olarakkullanmay hakkınız yok!'' diye söylenip duruyordu. Ama buzsuzluk sorunu gözümüzü döndürmüş, ahlak filan bırakmamıştı bizlerde. Zavallı Tuvana'ya, ''sen hiç konuşma diye'' tembih ederek, onu teknenin sandalına bindirdik. Yanına da Fransızca bilen ve ağzı iyi laf yapan birini koyduk, komşu tekneye gönderdik. Yaşlı Fransız bir kurtmuş meğer; hileyi hemen anladı. Kötü kötü sırıtarak buzları bir naylon torbaya doldururken, gözlerini Tuvana'ya dikti. ''Bu deyiş tokuşta kızı bana vermeyecek misiniz yoksa?'' diye sorup, bizleri rezil etmeye kalktı. Ne var ki, o gece içkilerimizi soğuk içebildiğimiz için, söylediğine pek aldırmadık. Fransızcada da, İngilizcede de kullanılan mystification sözcüğünün Türkçe karşılığı yoktur. İnsanları aldatmak için yapılan ve uzun sürebilen br şaka anlamına gelir bu. Profesör Ayla ve eski öğrencim Türkan, birer mystification ustasıydı. Kimi zaman tek başlarına, kimi zaman aramızdan bir iki kişiyle işbirliği yaparak bizlere oyunlar oynarlardı. Bu şakaların senaryoları, haberimiz olmadan, günlerce önceden özenle hazırlanırdı. Örneğin bir defasında bir iki yıl önce evlenen, ama eşi işinden ayrılamadığı için tekneye yalnız gelen Türkan, ''aman, ne olur! perşembe günü mutlaka Manastır Koyuna varmış olalım!'' diye tuttururdu. Nedenini sorunca, eski sevgilisiyle o gün orada buluşacağına söz verdiğini bildirdi. ''Eski sevgilim de yeni evlendi'' diye ekledi acayip bir gülümsemeyle. Bu duruma biraz şaştık ama, perşembe günü Manastır'a demir attıktan sonra, Türkan kamarasından öyle bir kılıkla çıktı ki, hayretler içinde kaldık: Her zaman çok sade giyinen, makyaj yapmayan arkadaşımız, aklın alamayacağı kadar süslenmişti; yüzü gözü boyalar içindeydi. Dekoltesi çok açık, cırtlak renkli, daracık, yırtmacı kalçasına kadar gelen rüküş bir giysi vardı üstünde. Boynunda en az on kiloluk çeşit çeşit kolyeler asılıydı. Tırnakları mor ojeliydi. Elleri yüzüklerle, kolları bileziklerle doluydu. On beş santim topuklu ayakkabılarıyla kırıta kırıta yürüyordu. Sandalın tekneye yanaşmasını istedi ve bize çapkın çapkın el sallayarak, ''sakın peşimden gelmeye kalkmayın'' dedi. Peşinden gitmedik ama, meraklar içindeydik. Hepimizin gözü, ancak uzaktan görebildiğimiz Türkan'ın gittiği kır gazinosuna dikiliydi. Hürriyet teknesinin tek dürbünü elden ele geçiyordu. Dürbünü tam kaptığım sırada Ali Fuat Kaptan beni bir kenara çekti. ''Hocam, bu kız sizin eski öğrenciniz. Yeni evlenmiş. Böyle şeyler yapmasını engellemek sizin göreviniz.'' diyerek beni uyarıyordu. Bir yandan da, '' dürbünle bakma, ayıp olur'' diyen Berna Moran tarafından azarlanıyordum. Uzaktan gördüğümüz durum şuydu: Eski sevgili, koşarak kıyıya indi, Türkan'ı karşıladı. Birbirlerine sarıldılar; sonra bir masaya oturup yanak yanağa cilveleşmeye başladılar. Derken, çamların arasından bir hatun fırladı ortaya. ''Eyvah! Karısı geliyor'' dedik. Hatun, Türkan'a ters ters bir şeyler söyleyip kocasının kolunu kaptı, peşinden çeke çeke sürükledi. Çamların arasında kayboldular. Masada tek başına kalan Türkan omuzları hıçkırıklarla sarsılarak, yüzünü elleriyle kapattı. Sonra kıyıya indi, trajik ve boğuk bir sesle, ''sandan!'' diye bağırdı. Sandalı hemen gönderdik. Türkan tekneye çıkınca, hiçbirimize bakmadan, doğru pruvaya gidip yere çöktü. İçkici olmadığı halde büsbütün trajikleşmiş bir sesle, ''bana bir votka verin!'' diye emretti. Aramızdan birinin çekine çekine götürdüğü votkayı bir dikişte içtikten sonra, Ölgün bir sesle, ''beni yalnız bırakın!'' diye inledi. Ali Fuat Kaptan'ın uyarıları üzerine, benim ahlakçı öğretmen yanım harekete geçmişti. Eşini eski sevgilisiyle aldatan kadının yanına gittim. ''Türkan, kendine gel, böyle şeyler yapamazsın, ayıp oluyor!'' dedim. Esaslı bir nutuk atmaya başlayacaktım ki, Türkan ansızın kahkahayı bastı. Katıla katıla gülerek, bütün bunların bir şaka olduğunu söyledi. Ona inanmayacaktık ama, eski sevgiliyle karısı kıyıdan seslenip sandalı istediler o sırada; ve tekneye çıktılar. Onları ancak yakından görünce, bize bir oyun oynandığını; Erkeğin Jale, kadının da Ayla olduğunu anladık. Bizler farkına varmadan aksesuarlarıyla birlikte hemen karaya çıkmışlar, gerekli kostümleri giymişler meğer. Başka bir defa, Ayla ile Türkan'ın senaryosuna uyarak, Berna ile ben, bir oyun oynadık ötekilere. Herkes gezinmek için karaya çıkmıştı. Biz ikimiz yorgun olduğumuzu söyleyerek, Türkan'la birlikte teknede kaldık. Türkan, beni erkek, Berna'yı kız yapmaya karar verdi. Beni bir Arap şeyhi, Berna'yı da dansöz kılığına soktu. Tekneye hazırlıklı geldiği için, gerekli giysileri de vardı. Berna'ya alacalı bulacalı çok şuh bir çeşit şalvar giydirdi, bana da bir maşlah. Berna'nın ayak bileklerine halhallar, göğsüne sahte memeler, başına tül örtüler taktı, göbeğinin üstüne altın taklidi bir uzun zincir bağladı. Benim başıma usturuplu bir sarık sardı; elime kocaman bir tespih verdi. Ayağıma uçları sipsivri erkek ayakkabıları giydirdi. Benim sakalım bıyığım, Berna'nın yüzü gözü öyle ustaca makiye edilmişti ki, birbirimizi tanıyamıyorduk neredeyse. Arkadaşlar tekneye yaklaşınca, Komplonun içinde olan Ayla, ''eyvah, tekneyi Araplar basmış!'' diye feryat etti. ''Bunlar da nereden çıktı!'' diye herkesi bir telaş aldı. Çünkü yazın İstanbul'a akın eden Araplar, güney kıyılarına ayak basmazlar. Sandalla hemen onları karşılamaya giden Türkan, Arapların neden tekneye geldikleri konusunda usturuplu bir masal uydurarak, arkadaşlarımızın telaşını büsbütün arttırdı. Ben, bu arada, dansözü süze süze bıyıklarımı burarak tespih çekmeye; Berna'da teybe konulan özel Arap müziğiyle şıkır şıkır oynamaya devam ediyordu. Bu oyuna öyle gerçekçi bir hava vermiştik ki, yanımıza geldikten sonra bile hemen tanımadılar bizleri. Ancak Berna ile ben kıkır kıkır gülmeye başlayınca, durum anlaşıldı. Mîna URGAN Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculukları... (70-75 sf.)

  • Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk IV

    Tekne yolculuklarında eğlenmesine eğlenirdik ama, ben eğlenip hoş vakit geçirmek ya da dinlenmek için değil, denizlerin ve kıyıların güzelliğini görmek için, çıkardım bu yolculuklara. Bir sahilin güzel olması için, hemen arkasında yükselen dağlar tepeler bulunmalı bence. Normandiya'ya gittiğimde, Manş Denizi'ni ve o uçsuz bucaksız kumsalı görünce hiç heyecan duymamamın nedeni, o güzel kumsalın arkasında yamyassı bir ovanın yayılmasıydı. Bu yüzden de, Ne denizin ne kumsalın çekiciliği kalmıştı benim gözümde. İyi ki, Anadolu'da, Ege, Akdeniz ve Karadeniz kıyı şeridinin hemen arkasında, yüksek tepeler ve dağlar var genellikle. Gökova bile, ova olmasına ovadır ama, o görkemli Kıran Dağları'yla çevrilidir gene de. Mavi yolculuklar inanılmaz güzelliklerle doludur. Öteki yolcular, Bu sularda gezerken, İngiliz Amiralliği'nin hala kullanılan eski haritalarını inceler; gideceğimiz yerin gerçek adının şu mu ya da bu mu olduğunu tartışırlar (çünkü bu adların bazıları her kaptana göre değişir) o yerin tarihsel ve arkeolojik özelliklerini öğrenmek isterler. (Bunlara merak duyanların Azra Erhatın güvenilir bir bilgi kaynağı olan Mavi Yolculuk adlı kitabına başvurmaları yerinde olur.) Bense, ne ayıp ki, coğrafyaya, tarihe, arkeolojiye boş verirdim. Kendimden geçmiş bir halde, ancak güzellikleri görürdüm. Karya kıyılarında mı yoksa Likya kıyılarında mı bulunduğumuzu merak etmezdim. Ege Denizi'nden Akdeniz'e geçtiğimizi, haritalardan değil, suyun renginin değişmesinden; çok koyu, neredeyse lacivert diyebileceğimiz bir maviye dönüşmesinden anlardım. Bu koyu mavi öyle saydamdı ki, tuzlu suları lıkır lıkır içmek gelirdi içimden. Kendimi zor tutardım. Ara sıra da tutamayıp, bir iki yudum içerdim. Bir koya girdiğimizde, o koyun tarihteki yerinden fazla, kıyıdaki kayaların arasından fışkırırcasına çıkan, neredeyse yatay olarak denize uzanan çam ağaçları ilgilendirirdi beni. Demir attıktan sonra, bir gemicimiz teknenin sandalına atlar, beraberinde götürdüğü çımayı o ağaçlardan birinin gövdesine düğümlerdi. Hem denize hem ormana bağlı kalırdık böylece. Ağaçsız bir kıyıya demir atınca da, geceleyin kumsala çıkar, bir ateş yakar, balık yerdik. Sabahattin ile çıktığımız mavi yolculuklarda canımızın istediği kadar balık yerdik eskiden. Çünkü o sıralar hem bol bol balık vardı denizlerimizde, hem de bunları avlamak için tam teşkilatlı sandalıyla bir balıkçı götürürdük beraberimizde. Sabaha doğru ağların çekilmesini görmek, Sabahattin'in başlıca keyiflerinden biriydi. Ara sıra beni de yanına alırdı. Ağlardan kocaman ahtapotların çıktığı da olurdu. Onlardan korktuğumu anlayan hocam, ''bak ne güzel ahtapotlar'' diyerek, onlara bakmaya zorlardı beni. İstanbul'da adını bile duymadığım nice balık tanıdım böylece: Melanurya, lahos, piçuta, orfoz, sözde afrodizyak etkileri olan ve Kleopatra tarafından Antonius'a yedirildiği rivayet edilen skaros vb. dalgaların üstünde uçan balıklar bile gördük o günlerde. Ama daha sonraları, denize açılınca, çoğu zaman ancak orkinos tutabildik. Kaptanı olduğu Şef teknesinde çıkan yangında genç yaşta yitirdiğimiz dostum Yarkın bunlara ''albakore'' derdi her nedense. Oltaya takılan bu kocaman orkinosları, Ancak Yarkın tekneye çekebilirdi. Çınlayan bir sesle ''albakore!'' diye attığı zafer çığlığını hala duyar gibi olurum. Albakore güvertedeki bir kasanın içine yarı canlı atılır; kaçmasın diye de kapağın üstüne ben otururdum. Akşamları güvertede mangal yakılırdı. Izgara edilen albakore filetoları rakıyla birlikte yenilirdi. Kaptan Yarkın'la ancak turist sezonu bittikten sonra kasımda denize çıktığımız için, o mangal bizi ısıtırdı. En güzel deniz gezilerimden biri, çok usta bir kaptan olan Engin Cezzar'ın Kuma adlı küçük tirhandilinde, Behice Boran ve birkaç arkadaşla geçirdiğimiz üç dört gündü. Benim gibi deniz delisi olan Behice, sevinç içindeydi. Çünkü Ankara'nın siyasal yaşamının çirkefli bataklıklarından uzaklaşmış, Gökova'nın tertemiz sularına dalmıştı. Ekim sonlarında çıkmıştık bu geziye. Arkadaşım Ahmet Kocadon da aynı mevsimde bizi Gökova'ya götürürdü. Kış başlangıcında, ara sıra ince yağmurlar yağarken, her yer ıssız ve biraz hüzünlüyken, koylarda bizimkinden başka hiçbir tekne yokken denize açılmaktan ayrıca hoşlanırım. Bir defasında, biz Kale'nin önündeki rıhtımdan tam demir almak üzereyken, iki genç kızın, Şef'e hayran hayran baktıklarını gördük. ''Şu zavallıları da alalım'' dedik. ''Gelin'' işaretimiz üzerine, kızlar hiç duraksamadan hop diye tekneye atladılar. Yeni Zelandalılıymışlar. Bir büroda sekreter olarak çalışıyorlarmış. Şef Bodrum'a geri dönünce, ''hayatımızın en güzel dört gününü geçirdik'' dediler bizden ayrılırken. O kızlar haklıydı. Eski ve yeni tekne gezilerinde gördüğümüz yerler birbirinden güzeldi. Kiminin Şehiroğlu Adası, kiminin Şehir Adası, kiminin Sedir Adası dediği yerin antik tiyatrosunun sahnesinde, birlikte dans edercesine birbirine dolanmış üç zeytin ağacına ''Üç Güzeller'' adını vermiştik. Ama bu adanın asıl büyüleyici yanı kumsalıydı. Dibindeki kum sayesinde denizin rengi inanılmaz bir yeşildi. Kumsalına gelince, yeryüzünün hiçbir yerinde oradaki kumun eşi benzeri yoktur bildiğim kadarıyla. öteki kumlar gibi altın renginde değil, gümüş rengindedir. Büyüteçle bakınca, kusursuz yuvarlaklar ve ovaller görürsünüz. Normal kum gibi parmaklarınızın arasında ezilmeyen bu kum taneleri, nerede ve ne zaman yaşadığını bilmediğimiz gizemli bir böceğin kabuklarından oluşmuş, yani bir çeşit fosilmiş bir söylentiye göre. Gerçeklere pek uymayan, ama çok şiirsel başka bir söylentiye göre de, Antonius, Kleopatra'nın hoşuna gitsin diye, o eşsiz kumu üç kalyona yükleyip, çok uzaklardan getirip Sedir Adası'nın kıyısına dökmüş. Bu yüzden, halk arasında ''Kleopatra'nın Plajı'' denir bu kumsala. O kumun romatizmaya ve her çeşit bedensel acıya şifa verdiğine inananlar da var. Benim ise ruhuma şif verdiği kesin. Çünkü yıllar önce oralardan getirdiğim kumu bir kaseye koydum. Üstünü minik deniz kabuklarıyla süsledim. Bir büyüteçle o kuma baktıkça, doğanın bu mucizesi karşısında içim açılıyor. Oraya giden herkes bu kumdan biraz aşırıyor anlaşılan. Çünkü son gidişimde kumun alınmasını yasaklayan bir tabela koymuşlar oraya. Üstelik Sedir Adası bir açık hava müzesi olmuş; oraya bilet kesilerek giriliyor artık. Şadi Çalık 1960'lı yıllarda, mvi yolculuklardan bir iz bırakmak için, Kleopatra Plajı'nın bir köşesine bir anıt dikmişti. Bu kayayı ıslak betonla kaplamıştı ve hepimiz avucumuzla parmaklarımızın izini bırakmıştık orada. Ama dalgalar ellerimizin izini sildi zamanla. Mavi Yolcular, bir sanat eseri daha bırakmışlardı başka bir yere: Bedri Rahmi, kiminin Taşkaya dediği Osmanağa'daki Akpınar çeşmesinin yanında bir kayaya, koskocaman bir göze benzeyen, kırmızı ve siyah bir balık resmi yapmıştı. Bu balık resmi zamanla öyle ünlü oldu ki, oraya ''bedri Rahmi Koyu'' demeye başladılar. Bir de ''Seni düşündükçe, bin çakıl taşı ışır içimde'' dizesi kazıldı kayaya. Sedir Adası'nın kumu gibi, Ölüdeniz de doğanın yarattığı bir mucizedir. Canlı, hem de müthiş canlı olduğu için, oraya ''Ölüdeniz'' değil, ''Gizli Deniz''demek çok daha yerinde olur bana kalırsa. Çünkü o deniz gerçekten de gizlidir. Kıyı şeridine bakınca, o kayaların arkasında bir iç denizin bulunduğunu hiç anlayamazsınız. Ancak, herkesin bilmediği belirli bir köşeyi dönünce, çam ağaçlı dik yamaçların çevrelediği, büyükçe bir göl boyunda o durgun ve ılık sular ansızın karşınıza çıkıverir. Bu gizli denizin keşfiyle ilgili çok acıklı bir söylence var. Bir babayla oğlu, küçük sandallarında fırtınaya tutulmuşlar. Oğul, o sarp kayalara biraz daha yaklaşırlarsa, güvenilir bir koya sığınabileceklerini söyleyip, oraya yönelmek istemiş. Baba buna inanmamış, sandalın kayalara çarpıp batacağı korkusuyla, çocuğu durdurmak için, başına kürekle vurunca, oğlu suya düşüp boğulmuş. Baba, ancak iş işten geçtikten sonra, çocuğun doğru söylediğini anlamış. Bu dünyalar güzeli Gizli Deniz'in de kirletileceğinden ödüm kopuyor. Çünkü eskiden, ancak denizden gidilebilirdi oraya ve bitişiğindeki büyük altın kumsala. Oysa şimdi, Fethiye'den kalkan minibüsler, yığınla yerli ve yabancı turist taşımakta oralara. Saatlerce yüzebileceğiniz, durgun ılık suların çevresindeki yamaçlara da ''site'' denilen o baş belası beton kutular dikilmiş. Motörlü teknelerin Gizli Deniz'e girip demir atmaları yasaklanmış iyi ki; ancak motörsüz küçük botlar ve sandallar girebiliyor bu güzel sulara. Mîna URGAN Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculukları... (75-78 sf.)

  • Bir Dinozorun Gezileri - Mavi Yolculuk V

    Doğanın başka bir mucizesi de Kekova'dır. Kekova uzunluğuna bir adadır. Karşısında da biri Kale, biri Üçağız denilen iki yerleşim yeri vardır. Bu dünyalar güzeli yer bir nekropol, yani büyük bir mezarlıktır aslında. Her bir yanı lahitlerle doludur. Hatta kıyısının sığ sularında bile lahit vardır. Görkemli olduğu kadar gizemli olan bu büyüleyici yerin geçmişi konusunda hiçbir şey bilinmez. Eskiden oraya da ancak denizden varılabilirdi. Şimdiyse kara yolları yapıldı. Lahitleri söküp, yerlerine sır sıra çirkin beton kutular dikilmedikçe, uygarlığın nimetlerinden biraz olsun yararlanabilmeleri için, iyi de olabilir bu yolların yapılması. Çünkü Kekova'nın güzel yüzlü, son derece konuksever halkı, aklın alamayacağı kadar yoksuldu eskiden. Küçük bir sağlık ocakları bile yoktu. Oraya ilk gittiğimizde, aramızda bir doktor hanımın olduğunu öğrenince, hastalarını kucaklarında taşıyarak, uydurma sedyelere koyarak sandallara binip tekneye getirmeleri, yüreğimizi parçalamıştı. Neden bilmem ama, olağanüstü insan güzelliğinde olduğu gibi olağanüstü doğa güzelliğinde de gizemli bir şey vardır her zaman. Gemili Adası'da çok güzel ve çok gizemlidir. Tepesinde yıkık manastırlar; kıyısında kapıları pencereleri denize açılan, merdivenleri denize inen yıkık evleri vardır. Antik kalıntılar değildir bunlar. Karaköyü'ndekiler gibi mübadelede boşaltılan nispeten yeni yapılar da değildir. İki ya da üç yüz yıllık yıkıntılardır. Bir söylentiye göre o sıralarda Fethiye Körfezinde büyük bir deprem olmuş; Gemili halkı, oturulamaz hale gelen evlerini terk etmişler. Adanın dolaylarına deniz gözlüğüyle bakınca, suların dibinde damsız evler görülür. Sanki bir köy sulara gömülmüştür burada. Manastır koyunda da, büyükçe bir yapının duvarları, odaları görülür suların içinde. Kimine göre bir hamamdır bu; kimine göre de, koya adını veren manastırın kalıntılarıdır. Tekne gezilerinde bir de büklerin güzelliğiyle karşılaşırız. Sözlüklerde bulunmayan, Gökova'ya özgü bu ''bük'' sözcüğü, bükülmek fiiline bağlıdır herhalde. ''Bük'' iç içe kıvrılan koy anlamına gelir. Bir koya varırsınız; bakarsınız ki, o koyun içinde ikinci bir koy, ikinci koyun içinde üçüncü bir koy, üçüncü koyun içinde dördüncü bir koy vardır vb. Bir tahmine göre altmış altı bük varmış Gökova'da. Bunlardan bazıları öyle iç içe ve öyle dardır ki, tekneler pek göze alamazlar oralara girmeyi. Ama Hürriyet'in kaptanları, çok dolambaçlı Löngöz Bükü'nün kıyısına kadar giderlerdi. Bir sabah, güneş doğarken, orada uyanmıştım. Deniz de, yeryüzü de, gökyüzü de pespembeydi. Çamların ve günlük ağaçlarının gölgesi, kıpırtısız pembe sulara yansımıştı. Bu dünyadan olmayan bir sessizlik ve huzur vardı çevremde. Gözlerimi açınca, bir iki saniye süren bir yanılgıya düştüm: ''Galiba öldüm, cennetteyim'' dedim kendi kendime. Ne denli kısa sürerse sürsün, tüm dinsizliğime ve tanrı tanımazlığıma karşın, böyle bir yanılgıya düşmem gene de tuhafıma gitmişti. Eğer cehennem ve cennet varsa (ki kesinlikle yok), kendimin çok daha ilginç bir yer olan cehenneme değil de, doğru cennete gideceğim konusunda kendimden bile sıkı sıkıya gizlediğim saçma bir inancım mı vardı acaba? Gökova'nın en güzel bükleriyle dolu İngiliz Limanı'na, Birinci Dünya Savaşında oraya İngiliz savaş gemilerinin sığındığına dair yaygın söylentiden ötürü böyle bir ad verilmiştir. Bir de Göben Bükü var. Oraya da Alman gemileri sığınmış. Bu cennetimsi büklerde savaşılması öyle akıl almaz bir şey ki, buna pek inanmıyoruz. Ama dolaylarındaki köylerde yaşayan kimi ihtiyarlar, çocukluklarında, bombalama sesleri bile duymuşlar. Tüm güzelliğine karşın, İngiliz Limanı'nda iki kez büyük şok geçirdim: Birincisi, orman yangınından sonra, o görkemli yemyeşil çamların kavrulduğunu görmekti. İkincisi de, yüzerken, deniz kıyısında bir sarı taksiyle burun buruna gelişimdi. O çirkin taksinin o güzel kıyıda durması, inanılmaz bir karabasandı benim için. Uyanayım diye, başımı hemen denize gömdüm. Başımı sudan çıkarınca, taksi hala oradaydı ve ağaçlar arasında dolanan yolun o zaman farkına vardım. Eskiden ancak denizden gidilen İngiliz Limanı'na karayolu yapıldığını anladım. Yamaçta yanan çamların yerine yenileri dikilmişti bile. Ama o yol kalacak; hatta yenileri eklenecek ona. Yakında o çamlar kesilecek, oraya beton kutular dikilecek belki de. Doğaya karşı duyarsızlığımızı; ekoloji, çevre korunması gibi kavramlar konusunda ancak on ya da on beş yıl önce bilgi edinmeye başladığımızı, bu yüzden gelecekte ne gibi çirkinlikler olabileceğini düşündükçe, bu tekne gezilerinde çok kaygılandığım olmuştur. Ne var ki, henüz bozulmamış güzellik karşısında sevinç ağır basıyordu her zaman. Çünkü bu denizlerde en beklenmedik anlarda, en beklenmedik yerlerde, insanda hayret ve hayranlık uyandıran durumlarla karşılaşırdık. Örneğin, son yolculuklarımdan birinde, Marmaris ve Datça arasında, bir kale duvarı gibi dimdik kayalık bir yamacın önünde demir attık geceleyin. Çevrede ne bir ağaç vardı ne de bir bitki. Sadece taş, sadece sarp kayalar ve kayalıkların içine oyulmuş kocaman bir mağara. Suyla dolu bu mağaranın ağzından uğursuz ve ürkütücü homurtular çıkıyordu. Hava iyice kararıp da neden bu kasvetli yerde geceliyoruz diye tam üzülmeye başladığım sırada, bir yığın kuş ötüşmeye başladı. Bildiğim kadarıyla, güneş batınca, bülbüller bir yana, kuşlar susar. Ömrümde ilk kez duyduğum bu kayalık kuşları ise, cıvıl cıvıl ötüyor, hem de sevinçle ötüyordu. B gizi çözmenin yolunu bulamamış, şaşırıp kalmıştık hepimiz. Gene Marmaris'ten çıkıp Datça'ya doğru giderken, bambaşka biçimde şaşırtıcı bir durumla karşılaştık: Yerini tam bilmediğim, galiba Çiftlik denilen köyün karşısında bir ada gördük. Bu büyükçe ada ıssız gibiydi; yani ortada ev filan yoktu. Ama denizden çıkıp adanın yamaçlarına dolanan mavi borular dikkatimi çekti. Teknoloji konusunda kara cahil olmama karşın, bunların su ve elektrik boruları olduğunu ben bile anladım. Bu ıssız adanın neden karadan elektrik ve su aldığını sordum. Ada ıssız değilmiş meğer. En tepesinde, ağaçlar arasında görülmeyen bir ev, kıyıda da bekçinin küçük evi varmış. Teknemizin kaptanı bildiği kadarını anlattı bizlere: Adanın sahibi varlıklı bir inşaat mühendisiymiş. Yılda ancak bir ay adasında yalnız otururmuş. Kimsenin oraya girmemesi için, bekçi tutmuş. Bekçiler tek başına kalınca, sıkıntıdan patlayark işten çıkarlarmış. Bu yüzden çok bekçi değiştirmek zorunda kalmış. Bekçilerin köpekleri bile yalnızlığa dayanamayıp, yüzerek karaya kaçarlarmış. Adamın eşiyle çocukları, bu daya bunca para harcanmasına karşıymışlar. Adam da ''bir metresim olsa daha mı iyi olurdu? Tutun ki bu ada benim metresim'' dermiş. Rahmetli Turgut Özal'ın tam tersine, zenginlerden hiç mi hiç hoşlanmam. Ama onu tanımadığım, hiçbir zaman tanımayacağım halde, bu adayı satın alan zengine hayran kaldım. Adını da öğrendim ve bu adı unutmamak için, o sırada okumakta olduğum Jack Donne'un şiirlerinin iç kapağına yazdım. Helal olsun o zenginin parası! Keşke daha fazla kazanmaktan vazgeçse de sürekli otursa o güzel adasında. Ara sıra dostlarını da davet etse oraya. Dostları arasında bizler de olsak keşke! Yalnız benim değil, hepimizin düş gücü harekete geçmişti. O sırada adasında bulunmayan adamla tanışabilmek için, birbirinden saçma senaryolar kurmay başladık. Adamla tanışmamız pek olası değildi ama, adayı görebilirdik hiç olmazsa. Bu istekle yanıp tutuşuyorduk. Adanın karşısında demir attık. Kandırma gücünün iyice gelişmiş olduğunu bildiğimiz üç arkadaşı teknenin sandalına bindirip elçi olarak rıhtıma gönderdik. Hemen rıhtıma inen genç bekçi, yaz tatilinde çalışan bir üniversite öğrencisiymiş. Hepimizin öğretim üyesi, dolayısı ile zararsız olduğumuzu öğrenince, adayı görmemize izin verdi. Sandaldan işaret edilmesi üzerine, tekneden atladık, yüzerek adaya bir çıkartma yaptık. Ayıp olmasın diye, patronu konusunda delikanlıya hiç soru sormadık. Adanın bakımlı olduğunu, her bir yana yeni ağaçlar, çiçekler dikildiğini gördük. Geceleri aydınlanabilen düzgün bir patikayı tırmanarak, en tepede, ağaçlar arasında gizlendiği için denizden görülmeyen eve vardık. Zenginlerin, çevresini elektrikli tel örgülerle sararak Bodrum yarımadasına diktiği şatafatlı şatolardan çok farklı, ''mütevazı'' türden denilen, küçükçe bir evdi. Bekçiye, ''kapıyı aç, içeri girelim'' deme hırtlığına düşmedik ama, kendimizi tutamayıp, pencerelerden içeri baktık biraz. hepimizin evi gibi, ancak kilimler, minderler, alçak koltuklar, yastıklar ve kitaplarla süslü bir evdi. Evin içini, biraz da olsa görünce, adanın sahibine ilgimiz büsbütün arttı. Sadece Ege ve Akdeniz'de yelken açtığımız sanılmasın. Marmara'da da gezindiğimiz oldu. Günün birinde bir taka, o sıralarda Kuzguncuk'ta yalısı olan arkadaşlarımızın rıhtımına yanaştı. Avşa, Paşalimanı ve Marmara adalarına gittik. Bir adaya yaklaşınca, çoğumuz hemen denize atlıyor, takadan sarkan ipi tutuyorduk. Genellikle çok ağırbaşlı olmasına karşın, dümendeki Rize doğumlu arkadaşımızın o sırada laz şakacılığı tutuyor, takayı iyice hızlandırıyordu. Kadın erkek hepimizin mayoları sıyrılıyor, bedenlerimizden ayrılıp, denizde kaybolacak diye korkuyorduk. Bir elle ipi, bir elle mayolarımızı tutmaya çalışıyorduk. 1983'te Genco Erkal ile kardeşi Ferit, on metrelik küçük bir tihandille, kızımla beni beş günde Bodrum'dan İstanbul'a götürdüler. İkisi de deniz subayı babalarından, gemicilik konusunda ciddi eğitim görmüşler meğer. Bir gece, haritalara, yıldızlara, deniz fenerlerine bakarak, zifiri karanlıkta bir yere demir atıp, ''burası Asos'' dediler. Pek inanmadım buna. ''Göz gözü görmüyor; nereden bilecekler Asos'a vardığımızı'' diye düşündüm. Gün ışır ışımaz sahile yüzdüm. Karşıma çıkan ilk adama, ''burası neresi?'' diye sorup da, ''Asos'' yanıtını alınca, Erkal kardeşlerin denizciliğine saygı duydum. Kimi zaman fena halde ihtiyarladığımı, birbirine kavuşamayan kırık kaburga kemiklerimi, bastonsuz yürürsem dengemi yitirdiğimi düşünüyor, ''denizlerde gezinmek faslım bitti artık'' diyorum kendi kendime. Ne var ki, insan, sevdiği şeylerden öyle kolay vazgeçemiyor. Arkadaşlarım, ''seni şu ya da bu ay denize çıkaracağız'' deyince, umutlanıyorum. ''Biraz acele edin de, beni vinçle kaldırıp teknenin güvertesine koymak zorunda kalmayın'' diyorum onlara. Ama umutlanıyorum gene de; çünkü Gökova'yı, Gizli Deniz'i, Sedir Adası'nı, o güzel yerlerin her birini bir kez daha görmek istiyorum ölmeden önce. Mîna URGAN Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynak : Mina URGAN'ın yazdığı, Bir Dinozorun Gezileri kitabındaki Mavi Yolculuk'ları... (78 - 83 sf.) Mîna URGAN Türk İngiliz edebiyatı profesörü, yazar, filolog ve çevirmen. İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandırdı. Doğum tarihi ve yeri: 1 Mayıs 1915, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu Ölüm tarihi ve yeri: 15 Haziran 2000 (85 yaşında), İstanbul, Türkiye Evliliği: Cahit Irgat Ebeveynleri: Şefika Hanım, Tahsin Nahit Çocukları: Zeynep Irgat, Mustafa Irgat

  • Yalnızlık

    Yalnızlık mükemmel değil mi ? Kimseye ihtiyacın yok çünkü. Kimseyle ilgilenmek zorunda değilsin. İstediğin her şeyi yaparsın. Kimsenin fikrini almana gerek yok çünkü yalnızlığı seviyorsun. Kalabalık ortamlar rahatsız edici geliyor. Çünkü samimiyetsiz olduğuna inanıyorsun. Yalnız insanlar ya asosyaldir yada çekingen. Ama en iyi arkadaşlardandır bunlar. Bazen de en kötü arkadaşlardan. Bazıları sevgiye ihtiyaç duyar bazılarının umrunda bile olmaz sevgi. O sevgiye ihtiyaç duyan kişi. Mükemmel kişidir onla ikili bir şekilde istediğin gibi konuşursun. En samimi ortamdır sen böyle iyi birini bulduğun için sevinirsin o da seni bırakmayacak bir kişi bulduğu için. Ama sıkıntı şurada olur. O seni bırakmasın diye gereksiz şeyler yaparsın. Kendince mantıklı sebeplerin vardır. Üzmek istemezsin onu, ama kendin üzülürsün ama ona gene söylememeye çalışırsın içine atarsın ama. Dayanamazsın… İnsan sevgiye ihtiyaç duyar. İlgiye ihtiyaç duyar. Eğer sen kafanın içindekilerle yaşarsan bir süre sonra kafa kalmaz. İçindekileri anlatman lazım ama yok, yalnızsın yada güvenmiyorsun. Güvenmemek daha kötü eğer güvendikten sonra yıkılırsan çok daha kötü. Bir daha kime güvenebilirim dersin kendi kendine konuşursun kendine cevap vermeye başlarsın kendinle sohbet edersin. Delirirsin hatta. Hiçbir şey düşünüldüğü kadar güzel değildir. Yalnızlık da güzel değildir. Güzel hissetmenin sebebi sana darbe vuracak bir insanın olmamasıdır. İçin rahattır. Ama sana gereken tek şey: Sadece sevgidir. Çok sosyal bir insan olman da önemli değil. Arkadaş her yerde var. Sevgili her yerde var. Yoldan geçen biriyle ufak bir diyoloğa girip arkadaş edinirsin ama dost kolay olmaz. Dost dediğin seni üzmekten korkar senin için kendini üzer ama umarsamaz devam eder konuşmaya ,bırakmamaya çalışır ve eğer gerçekten seviyorsa ve dostu olarak görüyorsa senin için ölümü bile göze alır. Bu hayattaki en acı kayıp nedir? Zengin bir insana sorsan malım mülküm diyebilir. Allah inancı fazla olan bir insana sorsan inancımı kaybetmek der. Dostu az olan bir insana sorsan anne, baba harici dostum der. Gerçek sevgi bırakmamak ve devam etmektir ne olursa ne yaşanırsa yaşansın kimisi acizlik olarak tanımlar bunu zayıflık olarak tanımlar seni üzen kişiden intikam alman gerektiğini söyler ama bu kötülüktür iyi insan ise affeder merhamet eder ve o kişiyi üzmek yerine sevgi verir ve ilişkisine devam eder. Kimse göründüğü kadar mutlu değil herkesin problemi vardır. Önemli olan probleme çözüm bulmaktır. Kafasında onu büyüterek değil yardım alarak sevgi alarak çözüm bulmaktır. Sevgi en iyi çözümdür.

  • BİRDEN OLUR UYANIŞ

    Gelir mi Doğar Belki de sığarsa geceye Buyur edişimiz Haber uçurmuşluğumuz var Parçalı bulutlu güneşe Mutlak kavuşma anı Geveze yangın denkleminde Kokunu Kuytundaki gizi çözemediğim yerde Gömleğinin düğmelerinde kopuş Ve avuçlarıma dökülüşü Duruyorsa düşler şehrinde Bilemiyorum Bu benimki uzun bir yolculuk olabilir Belki aylardan üçüncüye Ya da kartal kanadına Çiçek çiçeğe bu telaş Bu telaş baştan çıkmış dileğe Şiirin burasında umut denmez Deme O şimdilik kolsuz bacaksız Bakış açısı ağma Toprağına sağır Topuklar çizilse de Birden olur uyanış Adımların hızlanışı birden İlk ışıma Isınma, can çekişme Aşk anılarda Aklımı çelen o tatlı rüzgar Sonbahara ektiğimiz bahçede #zeliş

  • ŞİİR ve GERÇEK

    Ozanı, gün batımından çok, gün batımı üstüne yazılmış bir şiirin daha da etkilediğini söyler Andre Malraux. Bir ressam için de sorun aynıdır. Gün batımı yapmak isteyen bir ressamı, gün batımı üstüne resimler ilgilendirecektir. Nedeni de açıktır: Ozan da, ressam da gün batımının değil, bir Şiirin, bir resmin peşindedirler. Kağıda ya da tuvale vuracak olan bir şiir, bir resimdir: Gün batımı değildir. Var olan değil, var ettiği söz konusudur. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Yaşadığı değil, yazdığı, çizdiğidir o. Bir yaşamak söz konusuysa yazdığının, çizdiğinin yaşamıdır. Yazmak ya da çizmek olağanın var ettiği bir yaşamaktır. Bir şiire, bir resme, şiir, resim dediren de budur. Bu edimin varlığıdır. Bunu müzik için de söyleyebiliriz. Bu nedenle bir ozanın yaşamı, şiirlerinin yaşamıdır. Ozan, yaşam diye ona der, ona yaşam gözüyle bakar. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Olamaz çünkü ozanın sözcükleri, kendi sözlüğünün sözcükleridir. Buraya da kendini dışlaştıra dışlaştıra, kendini kapata kapata, kendi mitosunu, kendi evrenini kura kura gelmiştir. Dünyaya bakışında böyle bir yol izlemiştir. Böylece de yaşadığını değil, yazdığını yaşar. Bunun için bir Şiirin, bir resmin, bir bestenin etkileme alanı doğadan çok, yine şiir, resim, bestedir. Yine bunun için Stendhal, “Benim işim yaşamak değil, yazmaktır” dediği zaman, yazmak eyleminin onun için bir yaşama olduğunu anlatmak ister. Ozan, bir Şiirin iyi ya da kötü bir şiir olduğunu, doğayla karşılaştırarak, onunla benzerlik ölçüleri kurarak, yaşadığına, yaşanana bakarak ölçüler öne sürmez. Onun ölçüsü yine şiirlerdir. Onun için T.S. Eliot: “Büyük bir şiir bir başka büyük şiiri ansıtmadıkça büyük olamaz” diyecektir. Gerçekten de bir Şiirin büyüklüğü bir başka büyük şiirden geçer. Onunla beslenerek, onunla çatışarak, hesaplaşarak, ona karşı çıkarak, ona karşı kendini koyarak. Ancak öyle var olabilir. Bu da yazmak eyleminin ne denli yazınsal bir sorun olduğunu ortaya koyar. Doğanın yararı dolaylıdır. Sanat yapıtının koyduğu gerçekle bir olamaz. Sanatçı elbette doğadan yararlanacaktır, onu bir yana atmayacaktır, ama işinin o olmadığını, ona karşı kendi doğasını koymak olduğunu, onu yıkmak, onu değiştirmek olduğunu bilecektir. Elindeki araçlar yani sözcükler, boyalar, notalar bunun içindir. Böylelikle bir şiir, bir resim, bir beste kendi doğasını getirir. Kendi olur. Yaratı, doğadaki bir ağaç, bir kuş, bir insan gibi ayrı bir varlıktır. Bu da ancak kendi getirdiği, kendi koyduğu yapıyla vardır. Bunun için bir ozanın yaşamı, şiirlerinin yaşamıdır. Bir ozan için doğa herhangi bir kitaptır. Öğrenilecek ve sonra da atılacak bir kitap. Yaratıcının koyduğu ayrı bir doğadır. İnsan etkinliğinin, insan kafasının, yaratıcı insan elinin bir yapıtıdır o. Yazmak kendi özünde böyle bir bütünlemeyi içerir. Bu yüzden yazmak kendisinden başka hiçbir şeye bir gereksinme duymaz. Sesler, renkler, sözcüklerle yetinmesi bu yüzdendir. Yaratıcı bu yüzden doğaya salt bir kitap gözüyle bakar. Bu, yaşamalar onu etkilemeyecek demek de değildir. Etkileyecektir, ama bunlar onu ne denli etkilerse etkilesin söz konusu olan yaşanılanın bir yaratı olabilme sorunudur. Çok ya da az yaşamış olmak sorunu değildir. Yaşayarak değil, yazarak öğrenir çünkü her ozan eninde sonunda öğreneceğini, iş hep buraya gelip dayanacaktır. Aslolan bir metin çalışmasıdır onun için. Ozanın elindeki biricik araç sözcüklerdir, onlarla kuracaktır evrenini. Onlarla, bir onlarla içli dışlı olmanın yollarını arayacaktır; onları tanıdığı, onları sevdiği, onları kendisinin ettiği ölçüde başaracaktır işini. Bir simya bilimi adamıdır artık. Acılar, sevinçler, erdemler birer simgedir var olmayı bekleyen. Bunun için yeni diller, yeni anlatım olanakları, yeni yapılar gerekecektir. Getirdiği dil, içerik, yapı, şiddet dili, yapısı olacaktır, uyuşamayacaktır. Kurulu her şeye karşı çıkacaktır. Yıkıcılığı, bir onu baş tacı ede ede yürüyecektir. Koyduğu, getirdiği yenilikler ilkin birkaç kişiyi ilgilendirecektir, ama sonra büyüyecek, çoğunluğun olacaktır. Bu da elinin altında hep bir beyaz kağıtla olacaktır ve hep lambası yanık. Beyazın dil bilimi bunu istiyordur çünkü. Onun için bütün kalemlerin ucu açıktır ve bir başınadır. Yazdığı, bir o yaşamaktır. Orda doğruluyordur çünkü kendini. Özdeşleşmesi yarattığıyladır. Koyduğu yaşamalar da kendi getirdiği, kendi yazın deneylerinin yaşamalarıdır. Salt yazın adına bir deney adamıdır. Leonardo da Vinci: “Ben bir deneyler adamıyım.” dediği zaman hep bu laboratuvar adamlığını amaçlayacaktır. Yazmak eyleminin bunun dışında bir anlamı yoktur. Sanatçının bilinmesini istediği de bu yazınsal eylem, yalnız o yaşamadır. Ona verdiği anlam, ona verdiği ve kazandırdığı boyutlardır. Yeryüzünü yaşayarak değil, yazarak büyütür. Yazarak kötülüklerin üstünü çizer, yazarak yalnızlıkları yok eder. İlhan BERK Ekleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Demir Kilise

    Adeta birer mezar taşı gibi yükselen beton yığınlarının, bilmem kaç yıldızlı alışveriş merkezlerinin ve gökdelenlerin semalarını kapladığı, dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan mahzun İstanbul’un bir köşesinde kalmış mücevherlerinden biridir Sveti Stefan Kilisesi. Haliç’in mavi sularının kıyısında, Ortodoks Bulgar Cemaati tarafından 120 yıl önce inşa edilmiş olan, Nam-ı diğer Demir Kilise “Hoşgörü bizim geleneğimizde var” sloganıyla uzun bir restorasyon sürecinden sonra yeniden açıldı. Biz de İstanbul’un incilerinden olan bu zarif kiliseyi, yapılış öyküsünü anlatarak tanıtalım istedik. Rivayete göre, İstanbul’da yaşayan Bulgarlar 19. yüzyılda Rum Patrikhanesinden ayrılarak kendileri için bağımsız bir kilise yaptırmak isterler. Zamanın Osmanlı padişahına isteklerini arz ederler. Fakat Sultan Abdülaziz, Bulgarların Fener Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise yapmalarını istemez. Bulgarların isteklerini doğrudan reddetmemek için de "Kilise inşaatını üç ay içinde bitirmek koşuluyla izin veririm" der. Çünkü böyle bir inşaatın o dönemin koşullarında üç ayda bitirilmesi mümkün değildir. Bunun üzerine Bulgarlar kiliseyi, Viyana'da demirden döktürüp, sonra da Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden taşıyarak Haliç’in kıyısına üç ay içinde kurarlar. Kilisenin söz verildiği sürede bittiğini gören Sultan Abdülaziz de verdiği sözü tutmak zorunda kalır. Dilden dile anlatılarak günümüze gelen ve ilgi uyandıran bu rivayetle ilgili yazılı bir belge olmadığı gibi, böyle bir kilisenin üç ay gibi kısa bir sürede inşa edilmesi de mümkün olmadığına göre gerçek hikayeyi anlatalım. O dönemde İstanbul’daki Ortodoks kiliselerinde Rumca ayin yapılmaktadır. Bu nedenle İstanbullu Bulgarlar kendi dillerinde ayin yapabilmek için Fener Rum Patrikhanesi'nden bağımsız bir kilise kurmak isteseler de Patrikhane Bulgarların bu isteğine karşı çıkar. Ancak dönem Panislavizm dönemidir ve Rusya’yı arkasına alan genç Bulgar devleti, Osmanlı üzerinde bir güç gösterisi yapmayı arzulamaktadır. 1849'da Osmanlıdaki Bulgar cemaatinin ileri gelenlerinden ve o dönemde milletvekili olan Stefan Vogoridis, Bâb-ı Âli'den bir kilise yapılması için izin alır. Kilisenin yapımı için de ikisi kagir, biri ahşap üç bina ve geniş bir avlusu olan 25 odalı evini hibe eder. Böylece 1850 de Bulgar Eksarhlığı (önderliği) açılır. Eksarhlığın tam karşına da ahşap bir kilise yapılır ve kiliseye bağışçının adına ithafen Sveti (Aziz) Stefan adı verilir. Bulgarlar on yıl sonra artık Fener Rum Patriğini dini önder olarak kabul etmeyeceklerini deklare ederler. Bunun üzerin Fener Rum patriği 1872’de Bulgarları aforoz eder. Bulgarlar da ahşap kilisenin yerine daha büyük ve gösterişli bir kilise yapma iznini Osmanlıdan alırlar. İzni alan Bulgarlar bu kilisenin inşası için bir proje yarışması açarlar. Yarışmayı Ermeni mimar Hovsep Aznavur, ihaleyi de Avusturyalı Rudolf Waagner Şirketi kazanır. Kilisenin inşası 1,5 yıl sürer. Kilisenin bütün dış cephesi, yan duvarları, pencere kenarları, merdivenleri, kabartmaları, çan kulesi neredeyse hemen her şey demirdendir, bu yüzden kilise Demir Kilise olarak da ünlenir. Kilisenin yeri denize çok yakın olduğu için kilise, aşınmaya karşı beton yerine tamamen demirden yapılır. Önce deneme amaçlı Waagner şirketinin bahçesinde prefabrik olarak kurulur. Sonra parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınır. 1898'de de Sveti Stefan Kilisesi açılır. Patrikhane de 1945'te Demir Kilise'yi tanımayı kabul eder. Neo-gotik ve Neo-barok stilde inşa edilen kilisenin sadece mihrap kısmı ağaçtan yapılır ve altın kaplanır. Kilisenin ikonaları için Moskovalı bir fabrikatör ile sözleşme imzalanır ve ressam Lebedev de bu ikonaları resmeder. Kilisenin kulesinde bulunan ve en büyüğü 400 kilo civarında olan altı çan ise Rusya'da dökülür. 500 ton ağırlığında olan kilisenin malzemesi ufak gemilerle İstanbul’a getirilir. Brezilya'da yetişen ve suyun içinde yaşayan ağaçlardan yapılmış 325 kazık Haliç’e çakılır. Komple demirden oluşan parçalar, vidalarla denizin üzerindeki ağaçların üzerine monte edilerek 1898'de kilise ibadete açılır. Denizin üzerinde olması nedeniyle zaman içinde yapıda korozyon oluşur ve demir erimeye başlar. Haliç'in çevresi düzenlenirken, kilisenin önüne yapılan yol nedeniyle kilisenin üzerine monte edildiği ve su ile yaşayan ağaçlar su alamadığından zeminde çamurlaşma oluşur. Kilise denize doğru kaymaya başlar. Bunun üzerine 2006 yılında kilisenin çevresine 330 beton kazık çakılarak kilisenin denize kayması önlenir. Zamanında tüm dünyada sadece 2 adet olan demir kiliselerden diğeri zamanla yok olunca Balat’taki Sveti Stefan Kilisesi dünyadaki tek demir kilise olarak kalır. Üç kubbeli ve haç şeklinde olan kilise, dış süslemelerinin zenginliği ile de dikkatleri üzerine çeker. Mihrabı Haliç’e dönüktür. Çan kulesi giriş kapısının üzerinde ve 40 metre yüksekliğindedir. 9 yıl restorasyon nedeniyle kapalı olan Demir Kilise 7. Ocak 2018'de yeniden ibadete ve ziyarete açılır. Yolunuz Haliç taraflarına düşerse bu ilginç ve güzel kiliseyi görmenizi tavsiye ederiz.

  • Taşların Yolculuğu

    TAŞLARIN YOLCLUĞU: Ekrem Hayri Peker Araştırma, İnceleme Ekim 2021 * KİTABIN ARKA KAPAĞINDAN: Bu kitabımda ön Türklerin "etnolojik" izlerini araştırdım. Kültleri inceledim: Dağ keçisi kültü, ateş kültü, güneş kültü, boğa kültü, kurt kültü ve taş kültü; tamgalar, halı ve kilim desenlerini. Ayrıca, coğrafi yer adları, nehir, deniz, göl, kent adları araştırmamda bana ışık tuttular. Antik Çağ’daki çok sayıda simge “Tanrıya kavuşma ve yeniden doğuşu” ifade eder. İnsanların üremesini anlatan çok sayıda simge anlamları unutularak veya değişerek günümüze gelmiştir. Tarih yazımında ve araştırmalarında mutlaka göz önünde tutulması gereken hususların başında iklim değişiklikleri, depremler ve salgın hastalıklar gelir. Bunların ardından toponomi (yer adları), onomastik (İsim bilime dikkat çeken Yalçın Küçük hocamı saygıyla anarım) ve kültürel simgeler gelir. Hâkim devletin, beyin dili ve dinine göre eski dil ve dinlerini bırakmak zorunda kalan halklar bunları, yeni dinlerine ekleyerek devam ettirirler. Türklerdeki “Su kültü” İslam dininde de sürer. Bir kısım tarihçimizin canı yürekten benimsediği ve artık kalıplaşma haline gelen “Türklerin Anayurdu Orta Asya’dır” söylemi de yeni bilgi ve belgeler ışığında değişmeye başlamıştır. Türklerin ana yurdu, Yukarı Mezopotamya’dan (Musul-Kerkük) başlayan ve Hazar Denizi’ni bir yay gibi kaplayan bölge ve Ural Dağlarının güneyidir. Ön Türk dediğimiz kavimler buradan Hindistan, Çin, Hindiçin’i, Kore ve Japonya’ya kadar uzanan bölgeye göç etmişlerdir. Peki ya batıya olan yolculukları? Sadece Avrasya bozkırlarında mı yaşadılar. Oysa geride bıraktıkları izler Avrupa’nın çeşitli bölgeleri dışında İngiltere, İskoçya ve İrlanda’da karşımıza çıkıyor. Eskimolarda “Hakan” kelimesi baştaki anlamına gelmektedir. Meksika’da tepe kelimesini “Tepek” olarak görüyoruz. İdil-Ural Türkleri ve Batı Türkistan’da “Ruslan” ismini görüyoruz. Ruslan, aslan anlamına geliyor. Oysa İdil bölgesinde aslan yaşamamıştır. Belki de geldikleri yerlerde aslan yaşıyordu. Benzer izler her gün karşımıza çıkmaktadır. Sibirya’da, Gobi Çölü’ndeki mezarlarda bulunan Avrupai tipteki cesetler; beş bin yıl öncesine ait mezarlarda bulunan bronz ve kemikten süsler kalıplaşmış fikirleri yıkmaktadır. Ön Türklerde gördüğümüz hayat ağacı figürü, kutsal mekânlara çaput bağlama, geyiğe kutsallık atfedilmesi günümüzde de Türkmenler arasında yaşamaktadır. Ön Türklerin kullandığı svastika (gamalı haç) işareti Çuvaş kadınlarının milli giysilerinde görülmektedir. Svastika simgesi ise Truva’da görülmektedir. Ön Türklerin Dingir ya da Tengir adını verdikleri tanrıyı simgeleyen işaret Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde karşımıza çıkmaktadır. Don ve Volga civarında bulunan kitabeli su kaplarını inceleyen M.İ. Artamonov, “Su kapları Karadeniz ve Macaristan’ın Orta Çağ göçebelerinde yaygın olan, su veya kımız için kullanılan alışılmış kaplardır” demektedir. Avrasya ve Ön Asya coğrafyasında Ön Türk halklarının yanı sıra Sami, Kaspi Denizi’ne (Hazar Denizi) adını veren Kaslar ve henüz anavatanları belli olmayan Ariler yan yana yaşıyorlardı. İklim değişiklikleri, su seviyesi değişen veya kuruyan denizler (Afrika’da Sahra, Asya’da Gobi, Taklamakan ve Kızılkum çölleri), göller ve ırmaklar; yeni oluşan denizler, göller ve ırmaklar günümüzde olduğu gibi insanları olumlu ya da olumsuz etkiliyordu. Türklerdeki kutsal geyik figürünü İskandinav topluluklarında görmemiz bizi düşündürmelidir. Bunları ya Türklerin aralarına giren topluluklar getirmiş ya da komşu kültürlerden geçmiş olmalıdır.

  • Ben İstanbul'la Barıştım

    İzninizle İstanbullu kardeşlerim, bir İzmirli olarak, hem gözlem, hem duygularımdan faydalanarak, basit bir İstanbul fotoğrafı çekeyim: Osmanbey’den İstanbul Metrosu’na bindim, istikamet Seyrantepe, ya da Galatasaraylıların ifadesiyle Aslantepe! Amacım, Galatasaray’ın yeni stadına bir gezi yapmaktı. Gezimi güzelleştiren öğrencim Leyla Salti’ye de bu vesileyle teşekkür ederim. Çekine çekine, yabancı yabancı metro merdivenlerinden inmeye başladım. Metroyu İstanbullularla ilk tanıştıran (Galata- Tünel arasındakini saymazsak) efsane başkan Nurettin Sözen’e de selam olsun. İnsanların kimi koşturuyor, kimi hızlı adımlarla yürüyor; kimi de hiçbir şeye aldırmadan emekli moduyla oldukça yavaş, oldukça kayıtsız bir yürüyüşle insan trafiğinin akışına mani oluyordu. Bu da Uğurların, Orhanların öfkesini çoğaltıyordu. Uğurlar da fırsat buldu mu, bir omuz atıp geçip gidiyorlardı. Onlar bunu "çarpma" olarak düşünse de bu tam manasıyla, “ne işin var, git evinde otur,” demekti. 6 Mayıs’ta İstanbul’daydım: YSK İstanbul seçimlerinin büyükşehir zarfının iptaline karar vermişti. O gün İstanbul sokaklarının dili insanların ruh halini yansıtıyordu: Yüzler asıktı, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, herkeste bastırılmış, için için derin bir öfke vardı. Bunun kendi iradelerine bir darbe olduğunu düşünüyorlardı besbelli. Nihayet bir seçim yapılmış, bir sonuç tecelli etmişti. Fakat bu tecelli yok sayılarak irade beyanı beğenilmediği için iptal edilmişti. 31 Mart akşamı İstanbul’da bir şeyler oldu, ben de bir şeyler oldu; ben İstanbul ile barıştım. O günden sonra, dedim ki “İstanbul İzmir olacak; bundan sonra her şey çok güzel olacak!” 6 Mayıs’ta Türkiye’de bir şeyler oldu, akıllara ziyan bir şey oldu, mantık kurallarını ters yüz eden, yok canım o kadar da değil, bu kadar da olmaz, sen benimle dalga mı geçiyorsun, güneşin doğudan batması gibi bir şey oldu. Aynı sandığa giren dört oydan biri geçersiz, üçü geçerli sayılmıştı. Aynen bir tencere yemeğin bir tabağının bozulması gibi şey oldu! 1995 de bırakıp bir daha geri dönmem dediğim İstanbul aşkım 23 Haziranda depreşti. 23 Haziranda akıl ve izan da var diyen harika, harikadan da öte bir şey oldu. Güzel insanlar, güzellikleri çoğaltmak için el ele verdiler, karanlıkları aydınlıklarında boğmak için akıl ve mantığı yapacaklarının ortak paydası yaptı! Geçen ay İstanbul'u bir kez daha ziyaret ettim: İnsanları daha sempatik, daha umutla bakıyor buldum dünyaya! Bu güzellik beni de heyecanlandırdı, ayıp olmasa, deli demeyeceklerini bilsem; zenci, beyaz, türbanlı, türbansız demeyip tek tek öpecektim! İçimden!“Yaşayın,” diyorum, “siz” diyorum “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda olağanüstü bir destan yazan asil bir milletin evladısınız, diyorum! Yanıldın ustam, “ o güzel insanlar, o güzel atlara binip” gitmemişler, onlar buradaymış, yanı başımızdaymış! Onlar senmiş, benmiş; onlar bizmişiz! Onlar her şeye karşın güvenle bakıyor geleceğe, bunca pahalılığa, bunca zamma, bunca zulme rağmen! Yürüyen merdivenlerin kullanımı başlı başına bir uygarlık emaresi: Merdivenlerin sağ tarafına dizilen insanlar bir nizam içindeler. Sol taraf boş bırakılmış, işi acele olanlar, genç olanlar yürüyüp geçsin diye! İşte medeniyet diyorum, ne güzel; kimse yere tükürmüyor, çer çöp atmıyor! Metro istasyonunda günün havasına uygun olarak sokak müzisyenleri müziklerini icra ederken bir başka güzelliğe de onlar imza atıyor. Kimi gitarı, kimi bağlaması, kimi neyi; kimi de kemanıyla. Gidip görmesem bile hayal edebiliyorum: Burası dünyaca ünlü Moskova metrosu sanki. Yürüyen merdivenlerde nizama aykırı olan durumlarda yok değil hani! Bunlar diyorum, şehrin varoşlarından misafir gelmiş diyorum, ya da başka ülkelerden, az gelişmiş Ortadoğu ülkelerinden gelmiş diyorum. Bu aykırılıklar, kural dışılıklar için “alışacaklar,” diyorum. Eskiden belediye otobüslerinde medeniyet tacirleri bağırırdı: “ Başka İstanbul yok!” Gerçekten başka İstanbul yok! Eğitim bir anda, bir günde, bir haftada, bir yılda olacak şey değil, eğitim için yılları vermek lazım! Bak ne güzel yürüyen merdivende sağ tarafa çekilip sol yanı geçiş şeridi olarak boş bırakmış İstanbullular! 10 Ekim 2019 Bayraklı

  • Çorum’daki 'Baletler köyü'

    Bugünki öykümüz, 1970’lerin başında, Ankara Bahçelievler’de başlıyor. Fırında çalışan 16 yaşındaki Ömer Acar, her gün mahalleli Feride Hanım için bir adet tuzsuz ekmek ayırır. Fırına gide gele, bu hevesli çocukla dostluk kuran Feride Hanım, onun okula gitmediğini öğrenince “Sen iyi bir çocuksun. Seni konservatuara alalım” der. Yakın arkadaşı Neriman Bejan, Ankara Konservatuarı’nda ritmik jimnastik hocasıdır. Ancak kayıt için ilkokuldan yeni mezun olmak gerekmektedir. Ömer, “Benim yaşım geçti, ama kardeşim Alaaddin ilkokulu bitirmek üzere... Onu alın” der. Hemen köyünü arar. Osmancık kazasına bağlı Başpınar köyünün ilkokul Müdürü Yusuf Şanal, Köy Enstitülü, aydın bir eğitimcidir. Hasanoğlan’da öğrenim gördüğü yıllarda çok opera, bale izlemiştir. Öğrencisi Alaaddin’in konservatuara gitmesi fikrini destekler. Alaaddin’in ailesi de çocuklarının yatılı bir okula ve mezun olunca devlette memuriyete kavuşacağını öğrenince kabul eder. Alaaddin böylece konservatuara girer. Abisinin her gün ekmek ayırdığı kadın sayesinde bir ekmek kapısına kavuşmuştur. Mebus maaşı alan baletler Konservatuarda eğitime başlayan Alaaddin’e yazları köyüne gittiğinde “Ne olacaksın” diye sorarlar: “Balet olacağım” der Alaaddin; “Arada televizyona çıkıyorlar, seyretmiyor musunuz?” Baletin ne olduğunu bilenler biraz yadırgayarak bakar ona... Ama çoğunluk, “Balet ne ola ki” diye sorar. Cevap ailesinden gelir: “Yatılı okul, yemek, okul parası devletten... Mezun olunca Kültür Bakanlığı’nda memuriyet garanti... Emekliliği de var...” Maaş iyidir gerçekten de... Bir baletin maaşı, mebus maaşına yakındır o devirde... Sanatçılık, hala kıymetlidir. Balet akını Böyle anlatınca herkese cazip görünür iş... Bir yıl sonra ilkokul müdürü Yusuf Şanal da oğlu Erdoğan’ı yazdırır konservatuara... Alaaddin, yazın bağda çalışmaya geldiğinde sınava hazırlar Erdoğan’ı... Bağ tevekleri arasında iki öküzün çektiği düvenin yanında garip hareketler yapan bu çocuklara akıl erdiremez köylüler... Ama onlar Ankara’ya gidip geldikçe, Musiki Muallim Mektebi’ni anlatıp övdükçe hısım akrabadan gençler de merak salar baletliğe... Erdoğan’ın kardeşi Ertan kaydolur peşleri sıra... Sonra Erdoğan’ın halaoğlu ile teyzeoğlu yazılır konservatuara... Kendi gidemeyen Ömer, oğlunu büyütüp yazdırır okula... Onlar da birer ikişer Ankara’ya hemşerilerinin yanına gider. 40 yılda 12 balet Konservatuar da memnundur bu durumdan... Ne de olsa balerin adayı bulmak kolay, balet adayı bulmak zordur; toplumdaki önyargılardan... Çorum, o önyargıların yıkılışına önayak olur böylece... Başpınar, Türkiye’nin balet ihtiyacına kaynak olur. Alaaddin’den sonraki 40 yılda toplam 12 balet çıkar Çorum’un Osmancık kasabasının, Başpınar köyünden... 98’de turneye gittiklerinde otobüsü köyden iftiharla geçirirler. Sonra o çocuklardan Erdoğan, 10 yıl balet olarak görev yaptıktan sonra, Türkiye’nin 4. operası olan Mersin’in kurucu müdürü olur. Ardından Samsun’da 6. Opera’nın kuruluşunda görev alır. Kardeşi Ertan ise Mersin’de baş koreograflığa atanır. Üçüncü kuşak Geçen hafta Mersin’e, Türkiye’nin ilk operası sayılan “Özsoy”un Mehmet Yılmaz tarafından yeniden sahnelenişini izlemeye gittiğimde dinledim bu mucizevi öyküyü... Geceki yemekte, o Çorumlu çocuklardan, Mersin Operası Müdürü Erdoğan Şanal’ın konuğuyduk. Bir tuzsuz ekmek masalından doğan, Çorumlu baletler hikayesini anlatırken gururla gülümsedi Şanal: “Biliyor musunuz, bu yıl bizim köyden 3. balet kuşağı da geldi. Teyzemin torunu konservatuara girdi” dedi. Kışları bale yapıp yazları köye davar güden baletleri anlattı. Köy Enstitülü aydın bir eğitmen, balet yetiştiren bir köy ve Anadolu kentlerinin dolup taşan opera salonları... Mucize gibi değil mi? “Özsoy” da böyle bir mucizenin eseri değil miydi? 11 Kasım 2012 Milliyet Gazetesi / Can Dündar

  • sonyaz şiirleri

    Güz Dün o dağları Katmerli papatyalar bezerdi, Tomurları sapsarı. İlkyaza yarılmış mavi, İki can ufalanır sevdaya. Kıskanırdı; Maviye kavuşan yol, Eriğe durmuş ağaç, Yabancı otlağındaki sürü... Şimdi dargın gökkuşağı Rengini çaldırmış mı ne? Bulut desen; Gözleri yaşlı Ağıt yakıyor sonyaza… Sarı mimozalar günüydü Canına yandığım bahar! Dünya yansa umursuz... Martı kahkahaları gibi şen, tutkulu Kaygısız... Şimdi Ekim... Kasıma az var! Dökmeyeyim diye Kızıla kesmiş yapraklarımı İnatlaştıkça inatlaşıyorum Güz yeliyle!.

  • Osmanlı’da Karikatür Çizen Bir Devlet Adamı: Yusuf Franko Paşa ve Karikatürleri

    1956 yılında Kapalı Çarşı’da bir halıcı, Amerikalı bir diplomata bir albüm satar. Albüm, diplomat ve ailesiyle birlikte uzun bir yola çıkar. Nil Nehri’nden geçer, Abadan’a uçar. Afganistan, Hindistan, Nepal, Burma, Kamboçya, Vietnam, Endonezya ve Japonya’ya gider. Sonunda kendisini Kuzey Amerika’da bulur, Vermont’u görür. Sonra Toronto’da yeniden bulunur. İzlanda’da bir ara durak yapması gerekir, ama istikamet bellidir: Beyoğlu… Albümün içinden Osmanlı bürokratı, hariciyeci, mutasarrıf, cemiyet adamı, oyuncu, karikatürist Yusuf Franko Kusa ile müthiş yeteneğiyle çizdiği 19. yüzyıl sonu Beyoğlu'su ve insanları çıkar: “Yusuf Franko’nun İnsanları.” Nasrî Franko’nun oğlu olan Yusuf Franko, 1856’da İstanbul’da dünyaya gelir. Babasının izinden giderek Hariciye Nazırlığına girdiğinde henüz 17 yaşındadır. Hariciye Muhaberat Dairesinin müdürlüğünü yapar, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın özel kabinesini yönetir. Fransa’yla yaşanan Midilli Adası krizinde müzakereleri yönetip adanın Osmanlı topraklarında kalmasını sağlayışı II. Abdülhamid tarafından takdir edilerek ‘bâlâ’ rütbesine terfi ettirilir. Babası ve eniştesi gibi o da Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığına atanır. 1912’den 1918’e kadar resmi bir görev almayan Yusuf, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Posta-Telgraf ve Hariciye nazırlığı yapar. Pera eşrafının aranan isimlerinden biri olan Yusuf, Fransız-Levanten iş adamı Alfred Caporal’in kızı Lucie Caporal’le evlenir. Bu evlilikten Giselle ve Claire adında iki kızları olur. 1933’te öldüğünde arkasında kalburüstü bir kariyer ve eşine az rastlanır bir eser bırakır. Üst düzey bir bürokrat ve Sultan Abdülhamid’e de yakın olan Kusa ailesine mensup olması sebebiyle, iş hayatının gerilimlerinden kurtulmak için 1894-1896 yılları arasında gizli saklı ve kendine özgü bir üslupla çizdiği karikatürlerini “Types et Charges” ismini verdiği bir defterde toplar. Ancak Lübnan mutasarrıflığı ve hariciye nazırlığı gibi çok önemli noktalara kadar yükselmesi ve devletin kritik noktalarında çalışması nedeniyle 1896’dan sonra karikatür çizmeyi bırakır. Latince ‘carrus’ kökünden türemiş olan ‘karikatür’ sözcüğü, bu sanatın tarihsel gelişimindeki gerçeği de açık eder. ‘Carrus,’ araba demektir; arabayı yüklemek için ‘caricare’ kullanılır. Yüklemek, buradaki kritik vurgudur. Bu söz Avrupa dillerinde evrimleşirken bir yandan ‘charge’a, yani suçlamaya, saldırıya, iğnelemeye, hicve, sorumluluğa uzanır; bir yandan da ‘karikatür’e, tam anlamıyla ‘aşırı yükleme’ anlamı katar. Yusuf Franko, karikatürlerini topladığı albüme ‘Types et Charges’ (Tipler ve Yükler) ismini verdiğinde, işte bu geleneğe ve anlam dünyasına seslenmek ister. Yüzyıl sonunda bir Osmanlı bürokratı olarak kendi sosyal dünyasındaki ‘tipleri’ resmederken, onlara yüklenir; bazen hafifçe, bazen de ‘aşırı’ biçimde hicveder onları. Yusuf Franko’nun karikatürlerinde yansıttığı sosyal çevre, zengin kapitalistleri, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşaları, Levantenleri, yedi düvelden diplomatlarıyla, özel bir dünyaya aittir. Bu dünya da 19. yüzyıl Osmanlı başkentinde Avrupalılaşmanın sembolü olarak görülen, eski Bizans başkentinin çeperinde bir Ceneviz kolonisi olarak gelişen Galata ve onun uzantısı Pera yani Beyoğlu’dur. Yusuf Franko Hariciyedeki görevleri sebebiyle Beyoğlu’ndaki sosyal çevrede kolaylıkla yer edinir. Zaten Franko ailesi Osmanlıda önemli ve tanınmış bir ailedir. Yusuf’un babası Franko Kusa eski Cebel-i Lübnan mutasarrıfıdır, hatta ünlü Naum Tiyatrosu’nun sahibi Naum ailesi ile de akrabalık ilişkileri vardır. İşte Beyoğlu’nu çok iyi bilen Yusuf Franko hiciv dolu karikatürleri ile Beyoğlu sosyal hayatına giydirmelerde bulunur. Kitabının adı da zaten bu yüzden Fransızcada yüklenmek kelimesini köken alan charge’dan gelir. Örneğin; Osmanlıda Hariciye Nazırlığı, Babıali Hukuk Müşavirliği gibi yüksek düzeyde görevlerde bulunmuş Ermeni asıllı bir Osmanlı diplomatı ve devlet adamı olan Gabriel Moradukyan’ı bir papağan olarak çizip hicveder. Aslında politik ve bürokratik eleştirileri, son dönemlerini yaşayan Osmanlıdaki bir bürokrat için riskli bir konudur. Özellikle ülkede daha önce pek örneğine rastlanılmayan bir alanda, resmin bile günah sayıldığı bir ortamda Fransız tarzıyla hicivler yapar. Sonunda Yusuf Franko kariyerinin de yükselişe geçmesi ile bu tutkusunu bırakır, fakat kitabın son sayfasına kendisini astığı karikatürle zekice bir nokta koyar. Yusuf karikatüristi öldürür, albümü kapatır ve oyunu bitirir. Beyoğlu’nda hayat bulan Franko’nun bu eseri, 1956 yılında Kapalı Çarşı’da dükkânı bulunan bir halıcı tarafından Amerikalı bir diplomata satılır. Uzun yıllar bu ailede kalan eser, aileyle birlikte Amerika, Kamboçya, Vietnam, Toronto, İzlanda, Hindistan, Japonya gibi birçok ülkeyi gezer. İlk defa 1966 yılında ABD’de Horizon isimli kültür-sanat dergisinde yayınlanan bir makalede tanıtılır. 1969’da ise Hayat Tarih Mecmuasında bu makalenin tercümesi ile albüm kendi topraklarında ilk defa tanıtılmış olur. Türk karikatür tarihine ilişkin çalışmalarda bazı referanslar olsa da hiçbir müze envanterinde görünmeyen ve sergilenmeyen bu albüm, Toronto’daki Aga Khan Müzesinde muhafaza edildiği tespit edilene kadar gizemini korur. Ardından bu “seyyah” albüm, İzlanda’nın Reykjavik kentindeyken serginin küratörü Bahattin Öztuncay aracılığı ile 2016 yılında Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç’un koleksiyonuna katılır. Kaynak: https://yusuffranko.ku.edu.tr/

  • YAĞMURUN ALTINDA

    Yirminci yüzyılı yaşadım Ertelenmiş bir yüzyıldı bu Yıkık bir sur yazgımızın uydusu Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte Bırakmaz günün adını koyalım. Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz Herkes içindi ve kimse içindi Okunmamış bir yazı, umudu doyuran, Duaları düşünmek neye yarar Kurgular tutuşturdu bacalardan. Yirminci yüzyılı taşıdım Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle Çıplak su gibi yinelenir zaman Gökyüzünde usumuzun dirliği Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi Sabırsız testi, hep dolar gibi olan Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki! Yiminci yüzyılı yaşadım Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz İnsan yeryüzünde durur, bulutlar Bulutlar düşümüzde doludizgin Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz. Ellerinde oyuk gözlü idoller Yüreğimin yalanını besler üç güzel Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok. Yirminci yüzyılı taşıdım Golgota' ya dirilemem ki, Taşlar arasında yabanıl erinç Ölümü diriltiyorduk hep Yaşam tabular arasında bir esinti. Mevsimler kurgularla oyaladı bizi Tarlaya bırakılmış bir at gibi Bağlı, yalnız ve özgür, Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi. Yirminci yüzyılı yaşadım Dingin karştlıkların adını bulmalı Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik Sanki melekleri gördük uzun saçları Tanrının unutkan kuzgunu idik. Nasıl unuturum ey doğa Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım, Vaktim yetmedi, ölüm kalım, Bütün yüzyılları yaşadım Vaktim yetmedi anlamaya. Yirminci yüzyılı taşıdım Atalardan kalma huysuzluk Kuşku, yeryüzü deliliği, Kıralımız doğuştan yarım Ama tanrımız Ara Ara idi. Yaşayamadım yirminci yüzyılı Kim yaşadı ki kendi yüzyılını Akarsuyun dilinden sezenimiz yok Orpheus' tan sonra ben geldim Giz dönüp baktığımız yerde kaldı. Görüp de bilenimiz yok. Ah acımasızdır uykusuz soru Delice zeytin yerdi atamız Homeros Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak Ama yüzyılımız hamdı, delice idi. Yirminci yüzyılı yaşadık O çağa bu çağa gömüldük Bir şey var, susar, bakar durur Ölümün soluduğu denizle varolan Gökyüzünden başka çağ yoktur. Oysa ne cok gecmis var, ne cok zaman Ne cok gelecek, ne az zaman Benzerlikle karşılaştık, susalım, Kapalı bir avuçtur sözcük Neden açıp da sormak ister insan? Sorup da dönenimiz yok. Hiçbir yüzyılı yaşamadım Tüy kuşun ruhudur, ses teni Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni Bir hoş bilmece içinde yaşadım. dingin ol ruhum, belki uzaklarda Bir yerde nicedir ilk dizeleri Yaratılıyor acıklı destanımızın Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa. Kalk dostum ormana gidelim Geyik sesleri içine çökelim Yeniden doğuş, kıvanç, uyum Kurgular bir yana, biz bir yana İlk kez düşünmeden görelim Martılar gibi yağmurun altında Melih Cevdet ANDAY D:13 Mart 1915, İstanbul Ö:28 Kasım 2002, İstanbul Türk şair, tiyatro oyunu, roman, deneme, makale yazarı. Lise arkadaşları Orhan Veli ve Oktay Rifat'la birlikte ortaya çıkardıkları Garip Akımı ile Türk şiirindeki yenilenmeyi başlatmıştır. Kolları Bağlı Odysseus ile kendine özgü felsefi şiir akımını başlatmış, Garip Akımı'ndan ayrılmıştır. UNESCO'nun Courrier dergisi, 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis ve Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır. * 2020 yılı Dünya Şiir Günü Bildirgesini açıklayan şair açıklamasına şiiri şöyle anlatır: Şiir, bütün sanatlar içinde, Bireyle tek başına buluşan sanattır; Çünkü o, ana dilden başka hiçbir aracıyı gereksemez. İşte bütün güçlük de buradan doğmaktadır. Ozan, anadili içindeki gizli şiiri ortaya çıkarandır. Şiir tarihi değişiyor gibi görünse de bu, Dilin tükenmez bir hazine olduğunu gösterir; Şair de onun simyageridir. Not: Simyager: Simya veya Alşimi; (Arapça'daki "alkheemee" kelimesinden gelir, İngilizce'ye "alchemy" olarak geçmiştir). Hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Anısına saygıyla... Derleyen: Semihat Karadağlı

bottom of page