top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • ŞAFAK TÜRKÜSÜ

    1 Beni burada arama anne Kapıda adımı sorma Saçlarına yıldız düşmüş Koparma anne Ağlama Kaç zamandır yüzüm tıraşlı Gözlerim şafak bekledim Uzarken ellerim Kulağım kirişte Ölümü özledim anne Yaşamak isterken delice 2 Bugün görüş günü Günlerden salı Islak Sarı bir yağmur Ülkemin neresine bakarsa ay Orada yitik bir anne ağlıyor Sen aralıyorsun yağmuru Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini Sonra bir umut koşuyorsun Yüreğin avcunda ısırırken çırpıntı gözlerini (ah verebilseydim keşke) yüreği avcunda koşan her bir anneye tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülkeyi armağan koşma anne birdenbire batacak olan düş denizinde yarattığın umut sandalıdır oysa benim için gece ışık hızıyla koşan kısa ve soğuk bir zamandır bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak uykusuz yorgun ve korkak 3 sanırım baytardı yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor boşver hipokrat amca üzülme ne olur sen de anne sen de üzülme hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim korkak kahraman gecelerimi düşlerimle sınırsız diretmişliğimle genç şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine usulca açılıverdi yanağımda tomurcuk pir sultan’ı düşün anne şeyh bedrettin’i börklüce’yi torlak kemal’i düşün anne hala kanaması nedendir faşizmin göğsünde utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının on sekizinde ölümüne pervasız yürüyen ince bilekli çıplak ayaklı tanya’nın deniz’i düşün anne her mayıs şafağında uzun uzun döverken darağaçlarını ve o şafaktan doğma on bir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları insanları düşün anne düşün ki yüreğin sallansın düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan mutlu bir yusufçuk havalansın 4 sıcak omuzlar değerken omzuma buz üstünde yürüdüm yıllar boyu bayraklar ve türkülerle kopunca memelerinden o mükemmel yaşama kurşunlar sıktılar alnıma açık alanlarda ağır kartalların konup kalktığı yalçın kayalardan biriydim ölüp dirildim yeniden güneşli güneşsiz akşamlarda mutlu yarınlar adına özgürlük adına ekmek adına üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin dirilip dönmesin diye hiroşimalar tahtadan atların boynuna çıplak ölümlerle yatmasın diye çocuklar aç gözlerle bakmasın diye çocuklar kardeşlik adına havadaki kuş denizdeki balık adına yürüdüm yıllar boyu dönüp bakmadım arkama ıraktı gözlerim çok ırak izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda kalsa da silinir gider yalnızca bir ağıt gibi çakılır ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer 5 tören adımlarıyla ölmek ne garip şey anne kanlı karanlık bir oyunda baş oyuncuyum bütün gözler üstümde sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun masa üstünde üşüyen bir sigara yanında küçücük bir cam bardak içinde rengi bu gecenin cılız titrek bir kibrit kağıt kalem sandalye geride flu yağlı büküm büküm bir ip ve çingene kuralına uygun değişmez dekoru mudur idam mahkumunun 6 kırılacak cammışım gibi davranıyorlar yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün oysa birazdan boynumu kıracaklar pul pul dökülecek yaz siyasi eylül’ün ben ölümü asıl az ötede titreyen çingenenin kara killi ellerinde gördüm anladım ki küllenen sigaradır soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm yani benim güzel annem alacaşafağında ülkemin yıldız uçurmak varken oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim 7 ne garip duygu şu ölmek öptüğüm kızlar geliyor aklıma bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına 8 geride masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem bağışla beni güzel annem oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana elleri değsin istemedim gözleri değsin istemedim ağlayıp koklayacaktın belki bir ömür taşıyacaktın koynunda usul adımlarla yürüdüm ömrümü karşımda kurum kurumlaşan darağacı (tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan ökse de olsa dört bir yanı) birdenbire acıdı boynum gelecekler var birbiri ardınca genç yakışıklı ne olur işçi kadınım az yumuşak dik şu kefenin yakasını 9 yaşamak ağrısı asıldı boynuma oysa türkü tadında yaşamak isterdim çiçekleri kokmak ırmakları akmak yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak su başlarında aylak sektirmek kavalımı sonra bir çocuğun afacan bacaklarında anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim o güzel günleri görenler arasında bir soluk ben de yaşamak isterdim bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden öperken siya-u jakond’u tebessümünden işte o an saçlarından yakalamak dolunayı bir de yirmi beş kilometreden görebilmek nazım’ın gözleriyle pırıl pırıl moskova’yı ölmek ne garip şey anne bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine sonra sonra benim güzel annem damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza 10 künyemi okudular suçumuz malum gecenin kıyısında durmuşum kefenin cebi yok koynuma yıldız doldurmuşum koşun çocuklar çocuklar koşun sabah üstüme üstüme geliyor yanlış mı duydum yoksa erkenci bir horoz mu ötüyor keskin bir acı bilenmiş git gide yaklaşıyor sonum iri sözlerim yoktu söyleyecek usulca baktım yüzlerine bin yıllık iskeletleri çatırdayarak göçtü ayaklarının dibine korkutamadılar beni anne avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran darağacı bir zaman rüzgarda saçını tarayan telli kavak değil mi boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi söyle anne o çingene bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan bağıra çağıra geçen bohçacı kadını sevmedi mi çılgınca 11 kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda işkenceler zindanlar hücreler savunmak yok mutlu tok bir yaşamı açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren mideme karşı kısacası bir çiçeği düşünürken ürpermek yok gülmek umut etmek özlemek ya da mektup beklemek gözleri yatırıp ıraklara ölmek ne garip şey anne artık duvarları kanatırcasına tırnağımla şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım baba olamayacağım örneğin toprak olmak ne garip şey anne ceplerimde el yerine balyoz taşırken korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini ve yüreğimin ırmakları taştı taşacakken ölmek ne garip şey anne uçurumlar ki sende büyür dağdır ki sende göçer ben yaprak derim çiçek derim çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim gül yanaklı çocuğa benzer yine de oğlunu yitirmek kim bilir ne garip şey anne 12 beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama kırıldıysa düş evinin kapısı bütün kırık kapıların çağrılışıyım kızların yanaklarında çukurlaşan biten başlayan aşkların ortasındayım her kavgada ölen benim bayrak tutan çarpışan her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni özlem benim kavga benim aşk benim bekle beni anne bir sabah çıkagelirim bir sabah anne bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak öylece kalkar uykudan şalterler dişleyip tükürmeden sigaralarını türkü tadında giyinirken işçiler bir sabah anne bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını adı başka sesi başka nice yaşıtım koynunda çiçekler çiçekler içinde bir ülke getirirler başlarını koymak için yorgun dizine sen hazır tut dizini anne o mükemmel güne *** Şafak Türküsü Nevzat Çelik'in aynı isimli bir şiir kitabı da bulunan şiiridir. Kitap 1984 yılında Akademi Kitabevi Başarı Ödülünü kazanmıştır. Şafak Türküsü isimli şiirini, şair Metris Cezaevindeyken yazmaya başlamış ve şiir yine o cezaevinde tutukluyken tanınmıştır. Bu şiir kitabı basıldıktan iki hafta sonra sansürlü olmasına rağmen en çok satanlar listesine girmiştir. Nevzat Çelik bu şiirini Bayrampaşa Cezaevi'nde tamamlandığını söyler: "Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca, biz o hücre tipi cezaevinde, üç kişilik ve tek kişilik hücrelerde 2.5 yıl boyunca havalandırmaya çıkamadan yaşamak zorunda kalmıştık. Şafak Türküsü, 83’te Metris’te esas olarak yazıldı, ama tamamlanma süreci şeydir. Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi’dir.[ Şiirin konusu Şiirin tamamı 280 dizeden oluşmaktadır. Bir idam mahkûmunun annesi ile vedalaşması teması üzerinde yoğunlaşır. 12 Eylül Darbesi'nden sonra yaşanan tutuklamalar sonucu birçok kişiyle beraber Nevzat Çelik de idam cezasına çarptırılmıştır. Kendisinin ifadesine göre çok yakınlarının, tanıdığı insanların idamlarının yaşandığı bir ortamda, bunun verdiği psikolojiyle yazılmıştır. "...Ama bunu kavramsal bir süreç içerisinde yerini anlatabilmek, duyurabilmek için ya bu saiktir bana elbette Şafak Türküsü’nü esin olmak bana yazdıran. Bunu bir başkaldırı olarak düşünmemiz lazım, çünkü şiirin bütününe baktığın zaman orada asla yılmayan, pes etmeyen ve gelecek güzel günleri isteyen güzel gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya ve özgürlüğü isteyen insanların ortak dramını yakalayan bir şeydir..." 1960'ta Boyabat'ta doğan Nevzat Çelik, 1965'te ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Mart 1980 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu Grafik bölümü birinci sınıfta okurken tutuklandı. Dev-Sol davasından idam istemiyle yargılandı. 1984'te Şafak Türküsü adlı şiir dosyası Akademi Kitabevi Şiir Ödülü birincilik ödülünü alarak kitaplaştı. Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • 68 KUŞAĞI

    Doğuş ve Arayış * Öner YAĞCI Bilgi Yayınevi Ankara Haziran 2021 352 Sayfa - Kitapta yer alan otuz sayfalık kaynakça da gösteriyor ki 68 üstüne çok kitap yazılmış, siz bu kitabı yazmaya neden ihtiyaç duydunuz? Öner YAĞCI-Kaynakçada da görüleceği gibi 68 kuşağı hakkında yüzlerce kitap yayımlandı. Tek tek hepsinin de çeşitli açılardan dünyanın ve ülkemizin dününde bıraktığı izlerin ne olduğunu, bir kuşağın düşünsel ve eylemsel yapısını, gelişimini anlamada önemli katkıları oldu. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki etkisini bir yana bırakalım bizim ülkemizdeki etkilerini sıradan bir genç olarak çok yakından yaşadım. Cumhuriyetin ilk on yılarında yaşanmış olan aydınlanmanın sonuçlarının bizim 68 kuşağımızda doruk noktasına çıkmış olduğunu kalbi ve aklıyla gören, yaşayan, duyumsayan, algılayan yakın tanıklarından biriyim. Kuşağın genellikle kahramanlık öykülerine, vur-kıra, küçük gruplara indirgendiğini ya da çeşitli siyasal kümelenmelerin ideolojik çerçevelerine sıkıştırıldığını ve özünden koparıldığını, bütünsel yaklaşımdan uzak, öznel, kişisel, eksik ve eksik olduğu için yanlış olan değerlendirme ve anlatımların zihinleri bulandırdığını gördüm. Anadolu’nun düşünsel ve eylemsel mirası ve yakın tarihimizin Cumhuriyet aydınlanmasının birikimiydi 68 kuşağını doğuran. Yeni kuşaklara bu gerçeği fısıldamanın bir borç olduğu düşüncesiyle yazdım kitabı. -Siz o dönemin tanığısınız da... O zaman yarı otobiyografik bir kitap bu. Evet. Derdim nesnel ve bütünsel bir tanıklık yapmak olduğu için tipik bir Anadolulu öğrencinin yaşadıklarından yola çıkmanın doğru olduğunu düşündüm. Kendimin ye yakınımdaki arkadaşların düşüncelerinin nasıl oluştuğunu, neleri niçin okuduğumuzu sorguladım kendi kendime. Bu sorunun karşılığı, çalışmamdaki temel kaynakların neler olması gerektiğinin ortaya çıkması oldu. O temel üzerinden, onları yaratan kaynaklar ve sonrasında kuşakla ilgili yazılmış olan kitaplar da listeye girince, kuşağı oluşturan gençlerin neredeyse bütününün ortaklaşa bir dökümü çıktı. Birtakım duyguların ve düşünüşlerin kendiliğinden değil aktarılanlardan damıtılarak edinildiği gerçeğini olanca çıplaklığıyla gördüm, değerbilirlik olarak da özünü yazmaya çalıştım. -68’i hangi başat başlıklarda / alanlarda merceğe alıyorsunuz? Yapmak istediğim Jön Türkler’den Kuvayı Milliye’ye, Köy Enstitüleri’nden 68 Kuşağı’na uzanan düşünsel ve eylemsel birikimin içini doldurmaktı. Bu toplumsal öznelerin tümü yurdun bağımsızlık, kurtuluş ve özgürlüğünün arayışı idiler. Bu arayışın birikiminin özünü aktarmaya çalıştım. Bunu yaparak bu sevdanın öncüleri “uykusuz” aydınlarını, gençlerini tanımak, tanıtmak istedim. Her dönemin dünyasını anlamaya çalışmak sorumluluğun gerektirdiği bir tavırdı ve dünyada o yıllarda neler yaşandığını ve bunların ülkemize yansımasını da aktarmak gerekiyordu. Bu temel yaklaşımla 68 kuşağının elinden düşürmediği “kitaplar”ı, yoğun olarak onları etkileyen dönemin siyasal, kültürel “dergiler”ini, esin kaynakları olan “Atatürk’ün emanetinin ne olduğunu ve tüm bunların üzerine eklenen “Milli demokratik devrim” düşünüşünü, Cumhuriyet’in doğal mirası olarak iç içe yaşadıkları “edebiyatı, sineması, tiyatrosu, müziği” ile önde gelen “gençlik örgütleri”ni ve “önderler”i birer başlık olarak ele almanın uygun olacağını düşündüm. Bu başlıklara onların doğum yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı yıllarından başlayarak 12 Mart’a kadar süren bir tarihsel özet akışı eklemek de uygun olacaktı. - Jön Türklerden başlatarak Anadolu’daki insanlaşma arayışının kronolojisini nasıl bir düşünce silsilesi hattında, başta hangi aydınlarıyla ortaya koyuyorsunuz? Mücadele ve direnişle süren Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in öncü olarak öne çıktıkları, Mustafa Kemal Atatürk’le doruğa çıkan bir aydınlanma arayışını asıl aldım. Bu aydınlanma savaşımının meyvesi olan Cumhuriyet’le ortaya çıkan yeni öncülerin yaşamlarını yapıtlarını irdeleyince bu kronolojide başat olan edebiyatçı, hukukçu, gazeteci, müzikçi, siyasetçi, bilim insanı aydınların onurlu geçidini sağlamak zor olmadı doğrusu: Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, M. Ali Aybar, H. Veldet Velidedeoğlu, Ş. Süreyya Aydemir, M. Cevdet Anday, Bahri Savcı, Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal, Cahit Talas, Behice Boran, Sadun Aren, T. Zafer Tunaya, O. Nuri Koçtürk, Uğur Mumcu, Yalçın Küçük, Mustafa Ekmekçi, Doğan Avcıoğlu, Abdi İpekçi, Çetin Altan, İlhan Selçuk, Ruhi Su, Mahzuni, F. Hüsnü Dağlarca, C. Atuf Kansu, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin, Metin Demirtaş, Şükran Kurdakul, Demirtaş Ceyhun, Fethi Naci, Attila İlhan, Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu, Hasan-Âli Yücel, İ. Hakkı Tonguç, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Emin Özdemir... Bunlara Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli gibi sosyalist öncü aydınlarımızı eklediğimizde, -elbette eksiğiyle- 68 kuşağının öncü aydınları ortaya çıkmış oldu. ***

  • ŞİİR ÇOK OLMAKTIR

    DUYGULARDAKİ YAŞAM BELİRTİSİ, ÖLÜMSÜZLÜK : ŞİİR Şiir nedir? Aslında bu konudaki düşüncelerimi salt kendim yazmak yerine, şiirle ilgilenen, yazan okuyan kişilere bu soruyu yönelterek, yanıtlarından oluşan bir izdüşümü oluşturmak istemiştim. Şimdilik olmadı, ama zaman içinde böyle bir çalışma yapacağıma dair sözüm olsun...Hatta maviADA Dergisinde böyle bir dosya çalışması bile yapabiliriz ne dersiniz? İlgisi olanların konuya ilişkin düşüncelerini içeren yazılarını mail olarak adamavi@gmail.com adresine bekliyoruz, tabii varsa şiirlerini de... Konumuza dönecek olursak şiir, başlı başına ruhun gizlerini ortaya çıkaran, kah meltem olup tatlı tatlı salınan, kah fırtınalar koparıp ruhlarımızı dalgalandırırken durultabilmek adına bulandıran bir sanattır. Yazan kişinin geçmiş ve bu günkü yaşamdan, sosyal çevresinde iletişim içinde olduğu kimseler aracılığıyla biriktirdiği duygu ve bilgileri, bir ayna gibi yeniden yaşama, çevresindekilere katma şeklidir şiir. Her insanın nasıl ki kendine özgü bir ses tonu varsa, şiir yazan kişinin de kendine özgü, şarkısı diyebileceğimiz kelimeleri ve bunları diziş biçimleri vardır. Şairlerin detone olmaları da olmaz değildir. Ama öyle detone oluşlar vardır ki insana dudak ısırtır...Tüm notalarına doğru basılsa, tam gereken yerde gereken es verilse olmaz Allah olmaz...insanı, Yıldız Tilbe'nin detone söylediği şarkıyı, başkasından dinlersem keyif almıyorum der hale getirir. Ara başlıkta da dile getirdiğim gibi şiirler duygularla, çoğunlukla iç dünyamızda kanayan çaresizlikle ve bu duruma isyanla, gelecekte olması beklenen güzel şeylerle ilgili müziği olan bir dil; ruhun dışa vurumunun, aşkın, ölümsüzlüğün dilidir...imgelerden, kafiye, kıta, uyak ve biçemlerden ve daha pek çok dilin kullanım özelliklerinden yararlanan; yazıyla ama coşkun, yazıyla ama yırtmacının derinliğince (buna bilgi birikimi de diyebilirdik) dikkat çekici bir dildir. Edebiyat bir insana benzetilse, onu oluşturan türleri birer organa, şiir edebiyatın yüreği olabilirdi ancak. Gerek edebiyatın tüm türlerinde yer alabilirliğiyle, gerek insanı insan yapan duyguların en yoğunlaşmış halini içinde barındırışıyla, bu benzetme oldukça yerinde gibi geliyor bana. Şiiri bir sanat dalı olarak görüyorsak, ki öyle; kural tanımazlığını ve özgür ruhluluğunu da kabul etmeye mecburuz demektir. Çünkü şiir de sanat gibi, belki de insanın özgür olabildiği/olması gerektiği nadir yerlerdendir. Şiirin bilgi birikimi, tarihi, felsefesi kesinlikle vardır...Çağıyla uyumlu estetik algısı, okuyana hissettirdiği anlamsızlık ya da anlam kargaşası bile olsa bir duygu dağarcığı olmalıdır. Her şey gibi şiir de değişir, gelişir ve zaman içinde bulunduğu çağın niteliğine, niceliğine göre dönüşür. Aynı şekilde okurların şiir beğenisi için de bu süreç geçerlidir. Yeni bir şiir anlayışından söz edilecekse, ilk ortaya çıktığı aşamada bu değişim ve dönüşümler, ne şiir yazanlar, ne okuyanlar tarafından genellikle kırmızı halı serilerek karşılanmaz. Bu gayet doğaldır. Çünkü insan beğeniler açısından da alışkanlıklarını kolay kıramaz, kimilerinde de bu kırılma hiç gerçekleşmez. Bu tür durumlarda şair, ruhunun kimliğini değiştirerek şiir yazamayacağına, yazsa da anlam kaybına uğrayarak yavan kalacağına göre! Hatta küçük bir ihtimal de olsa, şair yeterince donanımlıysa, yeni bir şiir akımı oluşturma şansını görmezden gelemeyeceğine göre! Tekrar mı, yeni bir yaratı mı? Önce buna karar vermelidir. Yola devam kararı aldığında, nasıl ki şiirlerini yaratmışsa, hele de şiirin bilgi birikimine bakıp tartarak verdiği eserlere güveniyorsa, bu eserleri yılmadan, yayın araçları yoluyla farklı okur kitlelerine ulaştırmalı, yazdığı şiir dilinin beğenisiyle birlikte okur kitlesini de yaratmak için emek harcamalıdır. Buradaki en önemli ayrıntı, şairin yılmadan, şiirin yüzyıllardır biriken şiir bilgisi üzerinde sıkı bir çalışma yapmayı önemsemesinin gerekliliğidir. Doğaldır ki geçmişi bilmeden geleceğe yeni dokunuşlarda bulunmak mümkün değildir, tekrara düşme olasılığı da oldukça yüksektir. Sözün özü şiir her şartta, zaman zaman kendine bile kafa tutmak, yeri geldiğinde sevmek, yanarken ağlamak, göz yaşlarıyla söndürdüğü yangının külleriyle arınmak...yeri geldiğinde küsmek barışmak, çocuk genç yaşlı, kadın erkek; şiir, yanlış gidiyorsa düzene karşı çıkmak, içeriden dışarıya doğru sayıca artmak: Öyle tabii, şiir çok olmaktır! Beyaz bir gül bırakmalı her şiirin dibine ve insanın özünden verilmeli can suyu ki bilinsin; yaşar, dalı, dikeni, çiçeği ve saflığıyla uzanırsa gökyüzüne, olmuş, mayası tutmuştur...değilse, yürekleri sarıp sarmalamıyor, yeri geldiğinde sarsıp kendine getirmiyorsa, yeni yeni insan, doğa, yaşam bilgileri edinip duygu dağarcığında işledikten sonra şiirlerindeki renk(sözcük, imge, vs.) sayısını artırmıyorsa, gidilen yol yol değildir. Bu durumda da durmadan kendini tekrarlaması, verdiği eserler bakımından okurlarına hep aynı şiiri okuyormuş duygusunu yaşatması kaçınılmaz olacaktır. #zeliş

  • Şiirleriyle Behçet Necatigil

    Modern Türk şiirinin önde gelen şairlerinden Behçet Necatigil (Mehmet Behçet Gönül) Herhangi bir edebi akıma katılmamış; bağımsız bir şair ve fikir adamıdır. Şiir dışında, tiyatrodan mitolojiye, sözlük biliminden roman çevirilerine ve radyo oyunlarına kadar edebiyatın birçok alanında eser veren sanatçımızı ölüm yıl dönümünde saygıyla anıyoruz. 16 Nisan 1916’da İstanbul’un Fatih semtindeki bir konakta dünyaya gelir Behçet Necatigil. Babası bir müftü olan Kastamonulu Hacı Mehmet Necati Efendi, annesi Geyveli müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi’nin kızı Bedriye Hanım’dır. Asıl adı Mehmet Behçet Gönül olan şair, 1951 yılında mahkemeye başvurarak resmen Necatigil soyadını alır. Yıldızlarda Uyku Şehre çöken karanlık Sokakta bir adam gördü. Kattı adamı önüne Evine götürdü. Adam dinlendi biraz, Sofraya oturdu. Yemeklerini yediler, Annesi çocuğu yatırdı. Şehre çöken karanlık Her gece başucunda Yalnız korkan çocuğa Masallar anlatırdı. O gece garip bir şey oldu: Karanlık uzandı göğe, Gökten bir yıldız aldı, Odaya getirdi. Boşlukta dönen yıldız Işık ışık bölündü. Renkli maytaplar gibi Çocuğun üstüne döküldü. Çocuk hemen uyudu Uykusunda güldü. Şair Necatigil’in dünyaya geldiği konak 1918’de meydana gelen Büyük Fatih Yangınında yanar ve zaten hasta olan annesinin hastalığı bu travmanın etkisi ile ağırlaşır. Henüz iki yaşında olan Mehmet Behçet o yıl annesini kaybeder. Bir süre anneannesi ile yaşayan Küçük Behçet, 1923’te yeniden evlenen babasının Beşiktaş’taki evinde yaşamaya başlar. Kirli Soru Benim oralarda hiçbir işim yoktu Şeytana uydum, Aç ahtapotlar kaynaşırken dipte Kaypak kalabalıkta sürükleniyordum. İnce yüzünüzde üzgünce bir bakış Birden sizi gördüm, Açtı arı doruklarda bir safran Durdum. İlk sevgili güldü yitik anılardan Mutsuz, yalnız Sessiz kınamanızı, utançlarda küçülmüş Aldım, geri döndüm. Gelsem, Siz yine orada mısınız? İlkokula Beşiktaş’taki bir okulda başlayan Necatigil babasının Kastamonu’ya tayini sonrasında ilk öğrenimini Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebi’nde tamamlar. Kastamonu Lisesi'ne başladıktan bir süre sonra yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle geçirdiği “tüberküloz” nedeniyle öğrenimine ara vermek zorunda kalır. Aile tekrar İstanbul’a dönünce Necatigil de tedavisinin ardından öğrenimine kaldığı yerden devam eder. Nilüfer Ben oraya koymuştum, almışlar, Arasına sıkışık saatlerin. Çıkarır bakardım kimseler yokken; Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar. Kışken ilkyaz, sularımda açardı; Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı? Eski defterlerde sararırmış yaprak. Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar. Bir ışıktı yanardı gecelerde; Akşam, çiçekler uykuya yattı, Sardı karşı kıyıları karanlık- Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar. Hastalığıyla gelen duyarlılık, onda yazma hevesi uyandırmıştır. 1927-1928 yıllarında el yazısı ile haftalık “Küçük Muharrir” adıyla bir dergi çıkarıp hazırladığı on dört sayıyı arkadaşlarına ve aile üyelerine sunar. Kabataş Lisesinde öğrenimine yeniden başladıktan sonra Küçük Muharrir’i yeni harflerle hazırlamaya başlar ve bir yaz boyunca on iki sayı çıkarır. Sevgilerde Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı. Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telâşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vaktiniz olmadı. Bu yıllarda Akşam gazetesinin Çocuk Dünyası sayfasına Küçük Muharrir adıyla fıkralar, şiirler, küçük hikâyeler de yayımlar. Necatigil yazarlık yaşamında önemli bir yer tutan bu deneyimi hiç unutmaz. Edebi metin değerinde yayımlanan ilk şiiri “Gece ve Yas” ise lise yıllarında “Behçet Necati” imzasıyla Varlık dergisinde yayımlanır. 1936’da Kabataş Lisesinin edebiyat bölümünden birincilikle mezun olur. Liseyi bitirdikten sonra Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek öğrenimine devam eder. Bu okulda ders veren Ali Nihat Tarlan ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olunca Divan şiiri ve Tanzimat şiiriyle de tanışır. Öğretmen Okulu yıllarında şair Cahit Külebi en iyi arkadaşıdır. 1940 yılında yüksek öğrenimini tamamlayarak öğretmenliğe başlar Aile Sağ çıkıp günlük savaştan Evin yolunu tutmuşum Yemek yedik, çocuklarım uyudu İniyor üstüme yavaştan Allah’ın bembeyaz bulutu Kederlerimi unutmuşum. Hayatta olduğuma Seviniyorum şimdi Kavuştum çoluk çocuğuma Koltuğuma uzandım, rahatım Kahvem içime sindi Başladı gecelik saltanatım. Edebiyat öğretmeni olarak ilk görev yeri Kars Lisesidir. İklim koşullarına uyum sağlayamayıp hastalanması üzerine 1941 yılında Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’ne tayin olur. Burada kelebek ömürlü iki şair arkadaş Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur ile ortak çalışmalar yapar. Zonguldak’ın gazetelerinden Ocak’ta, Kara Elmas dergisinde ve İstanbul’da çıkan Değirmen adlı dergide bu şairlerle birlikte şiirleri yayımlanır. 1943 yılında İstanbul Pertevniyal Lisesi’ne atanır. Gizli Sevda Hani bir sevgilin vardı Yedi sekiz sene önce, Dün yolda rastladım Sevindi beni görünce. Sokakta ayaküstü Konuştuk ordan burdan. Evlenmiş, çocukları olmuş Bir kız bir de oğlan, Seni sordu. Hiç değişmedi, dedim. Bildiğin gibi… Anlıyordu. Mesutmuş, kocasını seviyormuş. Kendilerininmiş evleri… Bir suçlu gibi ezik, Sana selam söyledi. İki ay sonra askerlik görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrılan şair, iki yıl sonra döndüğünde, mezun olduğu okuluna, Kabataş Erkek Lisesi’ne atanır. Öğretmenlik mesleğinin en uzun dönemini bu okulda geçiren Behçet Necatigil burada Demir Özlü, Hilmi Yavuz gibi yazar ve şairlerin öğretmeni olur. İlk şiir kitabı “Kapalı Çarşı” 1945 yılında yayımlanır. Yaşamı boyunca öğretmenlik ile şairliği bir arada yürütür. Solgun Bir Gül Dokununca Çoklarından düşüyor da bunca Görmüyor gelip geçenler Eğilip alıyorum Solgun bir gül oluyor dokununca. Ya büyük şehirlerin birinde Geziniyor kalabalık duraklarda Ya yurdun uzak bir yerinde Kahve, otel köşesinde Nereye gitse bu akşam vakti Ellerini ceplerine sokuyor Sigaralar, kâğıtlar Arasından kayıyor usulca Eğilip alıyorum, kimse olmuyor Solgun bir gül oluyor dokununca. Ya da yalnız bir kızın Sildiği dudak boyasında Eşiğinde yine yorgun gecenin Başını yastıklara koyunca. Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor En çok güz ayları ve yağmur yağınca Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda. Uzanıp alıyorum kimse olmuyor Solgun bir gül oluyor dokununca. Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda Akşamlara gerili ağlara takılıyor Yaralı hayvanlar gibi soluyor Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor Yollar, ya da anılar boyunca. Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam Solgun bir gül oluyor dokununca… 1948 yılında geçici bir süre Kabataş Lisesinin yanı sıra Sarıyer Ortaokokulu'nda da derslere girer. Bu dönemde, burada tanıştığı meslektaşı Huriye Korkut ile evlenir. Çiftin iki kızları olur. 1945- 1955 yılları arasında “Çevre” (1951), “Evler” (1953), “Eski Toprak” (1956) kitaplarını yayımlayan şairin bu kitaplardaki şiirleri gözlemlerini, deneyimlerini dolaysız anlatan, çağrışımlara dolu kapalı şiirlerdir. Şayet Aşk Ebemkuşakları altında Bilmem dikkat ettin mi Uzakların güzelliği Yaz yağmurundan sonra Şayet aşkın rahmeti Gün olur kesilirse Altın kemerler gibi Hatıralar önümüzde Hadi ver ellerini Ufkumdan esen samyellerine Sabahın serinliği Karışsın ellerine… 1955’te poetikasında değişiklik yaparak öykü unsuru az, çağrışımlara açık şiirlerle dolu kitaplar yazar. Eski Toprak (1956) ile Yeditepe Şiir Armağanını, Yaz Dönümü (1963) adlı kitabı ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, Carl Zuetmayer’den çevirdiği “Kurtlar” adlı şiirle Türk Alman Derneği Çeviri Yarışması birincilik ödülünü alır. Edebiyatçılığının yanında öğretmen kimliği ile de tanınır. 1963 yılında radyo oyunları yazmaya başlar. Türkiye’de radyofonik oyunun bir edebiyat dalı olarak benimsenmesinde oyunları, çevirileri ve uyarlamalarıyla en çok emek verenlerden biri olur ve bu alandaki eserlerini dört ciltte toplar. Rainer Maria Rilke, Miguel De Unamuno, Knut Hamsun, August Strindberg, Thomas Mann, Stefan Zweig gibi pek çok Alman yazar ve şairin kitaplarını Türkçe’ye çevirir. Şiir, radyo oyunu ve çevirilerinin yanı sıra “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” (1960), “Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü” (1979), “100 Soruda Mitologya” (1969) adlı kitapları hazırlar. Bir Kış Akşamı Pencereye kar düşünce Çalar akşam çanı uzun Evi düzen içinde Hazır sofrası çoğunun Gezgin-göçebe kimi de Gelir karanlık yollardan kapıya Toprağın serin özsuyu Açar altın kemer ağacında. Yolcu girer içeri sessiz Eşiği taş yapar acı Duru aydınlıkta, sofrada Ekmek, şarap parıltısı… Edebiyatçılığının yanında öğretmen kimliği ile tanınan Necatigil, 1960 yılından 1972 yılına kadar Çapa Eğitim Enstitüsünde çalışarak bu okuldan emekli olur. Emeklilik günlerini evinde edebiyata yoğunlaşarak, çalışarak geçirir. Kanser teşhisiyle kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde 13 Aralık 1979 tarihinde hayata veda eder. Kitaplarda Ölmek Adı, soyadı Açılır parantez Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti Kapanır, parantez. O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. Ya sayfa altında, ya da az ilerde Eserleri, ne zaman basıldıkları Kısa, uzun bir liste. Kitap adları Can çekişen kuşlar gibi elinizde. Parantezin içindeki çizgi Ne varsa orda Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci Ne varsa orda. O şimdi kitaplarda Bir çizgilik yerde hapis, Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki, Öldürebilirsiniz. Ölümünden sonra ailesi her yıl verilmek üzere Necatigil Şiir Ödülü’nü oluşturmuştur. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun yaşamlarını anlatan 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası adlı filmde Necatigil’in Zonguldak’taki stajyer öğretmenlik günleri canlandırılmıştır. Erdal Öz, Behçet Necatigil’in “Sevgilerde Kendi Seçtiği Şiirleri” kitabının sunu yazısında şöyle diyor: Bayılırdık onun şiir okuyuşuna. Küçük, kısık, adamsendeci bir sesle, sözcükleri ağzının bir kıyısından atar gibi, başını sözcüklerin akışına bırakıp savurarak, dizelerinde yarattığı o bağırmayan, alçakgönüllü, güzel sesi bula bula okurdu şiirlerini. Onun şiirleri hep böyle okunmalı bence. Yazdığı şiirleri en güzel okuyan şairimiz belki de odur. Şiirine bu kadar yakışan bir okuyuşu bulan şairimiz azdır. Necatigil belleğimde, yüreğimde hep sıkılan, çekinen, utanan bir ses olarak kalmıştır şiirleriyle…

  • Gülgün Çako ve "Yürüyen Ağaç"

    Bir ormanın canı sıkılsa, bütün ağaçları, içinde yer alan hayvanları , küçük bitkileriyle başka yerler hayal etse ne olurdu? Canı sıkılmakla kalırlardı diyeceksiniz şimdi... Hiç de öyle olmuyor ama... maviADA'nın şair ve yazarlarından öğretmen olan, çocukları iyi tanıyan Gülgün Çako''nun Yapı Kredi Yayınlarından bir kitabı çıktı. Başka yere taşınmak isteyen bir ormanı anlatıyor, Resimlemesini Dilek Yordam'ın yaptığı kitap, çocuklara güzel hayaller kurdurmayı başarıyor. Okulöncesi ve ilkokul 1 ve 2. sınıf için yazılan kitap Yapı Kredi Yayınlarını satan her yerde...

  • Karantina Güncesinden

    Hadi sorgula! Bütün ezberlerini karalayıp, Sil baştan yazmaya ne dersin? Ne kadar insan kalabildiğini, Muhasebe ederek sorgula! Ucu belli, bucağı belirsiz Zifir zindan tünellere bodoslama. “Anı Yaşa” beylik lafının tam zamanı, Geçmiş keşkeler silsilesi, Geleceği kimse bilmiyor… Onca aç gözlülüğümüzle telaşlı Heybelerimizi doldururken, Tanrı : Dersin tam sırası! Diyordur belki. Dur dinlen, dinle… Kendini!..

  • YİNE de GİTME

    Sessizliğin karnından düşüyorsun ansızın Ya da seken bir kurşunun omzumu sıyırışından Uzun oldu Ölü taklidi yapmaktan vazgeçip Sakalımda üşüyen öpüşlerini anımsamakla başlıyor Gülüşünde kaybolan gözlerini buyur ediyorum tenime Dört bir yanımda yankılanırken sesin Ellerin, çiçeklerin Kokun uzayan saçlarıma karışıyor Suç ortağı oluyor kış geceleriyle Dolunaydan artakalan yakamozlarsa Dudağına diline Her harfin hakkını veriyor nefesin Etimi delip geçiyor Tek korkum Duyulacak diye Hızla çekiyorum içime Söz ettiğim gecenin en karanlık yeri Ilık göğsünde gökyüzünü dişlerken ruhum Kara bulutları aklar buluyorum kendimi Durup dinlenişim Sönen ateşim Kıyıya vuruşum sabah oldu diyedir Yine de gitme #zeliş

  • YABANCI

    Rengi uçmuş saçlarım Feri gitmiş gözlerim Kırış kırış alnım Yüzüm bana yabancı Ağrılarla yönlenen Anlayışıma, düşünceme Kişiliğime uymayan Düşüm bana yabancı Kaçtığımdan kurtarmayan Koştuğumu yakalatmayan İstediğimi yaptırmayan Gücüm bana yabancı Evelenmiş gevelenmiş Yarım yamalaklanmış Anlatmayan beni Sözüm bana yabancı Gönlüm başka iken Bir bildiğim çocukluğumken Ne çabuk, nasıl geldiğim Yaşım bana yabancı Fuat ÖZGEN

  • ÇOCUKLAR

    Balkonlarda çocuklar Kafesteki kuşlar gibi Sokakta görülenlere eyvallah Doğaya hasret. Kapı önlerinde çocuklar Saksıda çiçekler gibi Korkuya dayalı tembihler altında Oyuna hasret. Okul yolunda çocuklar Ağır çantalarıyla kaplumbağalar gibi Sızlayan organlarıyla Sağlığa hasret. Kapalı sınıflarda çocuklar Uslu robotlar gibi Yoğun baskılar altında Özgürlüğe hasret. Akıllı telefonlarla aklı alınan çocuklar Işığa koşan pervaneler gibi Şartlanmışlıklar altında uyuşmuş Uyanmaya hasret. İş yerlerinde çocuklar Mahkumlar gibi Ağır çalışma koşullarında Çocukluğa hasret. Fuat ÖZGEN

  • ÖĞRETMENLİĞİN KİMLİK BUHRANI

    Zeki Sarıhan/ Öğretmenlerin Tanzimat’tan beri asıl görevi cehaletle savaşmaktı. Tevfik Fikret’in kaleme aldığı Darulmuallimîn Marşı’nda bu görev açıkça vurgulanır. Türkiye’nin modernleşmeye şiddetle ihtiyacı vardı ve devlet bu görevi öğretmenlere vermişti. Devletin cehalete prim verdiği dönemlerde de öğretmenler bu görevlerini unutmadılar. Devrimin dünyada yükseldiği dönemlerde bu görevlerine halkçılık mücadelesini de eklediler. 1921’de Türkiye Muallime ve Muallimler Birliğinin muhteşem bildirisinde Türkiye’nin sosyal bir devrime ihtiyacı vurgulanarak öğretmenlerin bunu yapıcısı olduğu dile getiriliyordu. Bu bildiri TBMM’nin tutucu mebusları tarafından itirazlara uğramıştı. Bugünkü iktidarın benzeri iktidarda olsaydı, bu dernekçilerin hepsi KHK ile görevden atılırdı. Yazıya, yeni ortaya çıkmış bir fotoğraf koyuyorum. 15 Temmuz 1921’de toplanan “Maarif Kongresi”ne katılan 180-200 kişiden bir grup görünüyor. Hepsi Osmanlı devletinin okullarında okumuş bu eğitimcilerin aldığı kararlara bakıp 20. Eğitim Kurultayı’nda gericiliği savunan eğitimciler utanmalıdırlar. Diğer meslekler gibi öğretmenlerin arasında da farklı tutumlar hep olagelmiştir. Fakat Türkiye öğretmen kimliğini hele 1960’lardan sonra daima devrimci-sosyalist öğretmenler temsil etmiştir. Öğretmenlerin çıkardığı yayın organlarında öğretmenlere hep Türkiye için aydınlık bir hedefe ulaşma çabası önerilmiştir. Önce Köy Öğretmen Dernekleri, sonra Türkiye Öğretmenler Sendikası, çok geçmeden Türkiye Öğretmenler Dernekleri Federasyonu, İlk-Sen, TÖB-DER, Eğit-Der, 1990’da kurulan Eğitim-İş, Eğit-Sen, öğretmenlerin çoğunluğunu bünyelerinde toplayabiliyor, büyük yürüyüş ve mitingler düzenleyebiliyor, hatta 1920 İstanbul İlkokul öğretmenlerinin yolunu izleyerek boykot ve grevler düzenleyebiliyordu. DURUM NASIL DEĞİŞTİ Günümüzde durum tamamen değişmiştir. İlerici öğretmen azınlığa düşmüş, yıllarca küçük bir azınlığı temsil eden dinci öğretmenler çoğunluğa hükmeder hale gelmiştir. Neden böyle olmuştur? Bunun ilk nedeni, devrim dalgalarının bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de geri çekilmiş olmasıdır. İkincisi ise 2002’den beri kesintisiz iktidarda bulunan AKP hükümetinin uyguladığı partizanlıktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, her yıl Temmuz ayında, sendikaların üye sayılarını Resmî Gazetede ilan ediyor. Bu yılki rakamlara göre, sendikalı öğretmenlerin yalnızca 4.1’i Eğitim-İş üyesidir. Eğitim-Sen, örgütlü öğretmenlerin yalnızca 5.8’ini temsil ediyor. Milliyetçilik ideolojisi üzerine kurulan Türk Eğitim-Sen’in pastadaki payı 17.4’tür ki, Eğitim-İş ve Eğitim-Sen’in toplam üye sayısının iki misline yakın. Öğretmen örgütlenmesi ve mücadelesi tarihinde kıyıda köşede kaşmış, dişe dokunur bir varlık gösterememiş dinci öğretmenlerin başında bulunduğu sendikanın örgütlü öğretmenler içinde temsil ettiği oran ise her üç sendikanın toplamından fazladır. (Yüzde 34.8). Eğitim-Bir Sen üyelerinin içinde farklı görüşten öğretmenlerin de bulunduğu ifade ediliyor. Ancak göreve başlarken okul müdürü tarafından önüne sürülen üyelik formunu doldurmak zorunda kalan veya kendini güvenceye almak için iktidar yanlısı bir sendikaya üye olmak da bir kimlik buhranının kanıtı değil midir? Geçtiğimiz yıllarda kız ve erkek liselerinin ayrılmanı isteyen bu sendika yetkilileri, şimdi Millî Eğitim Bakanlığı ile birlikte eğitimi dincileştirmek için çalışıyor. Son 20. Millî Eğitim Şurası’nda Bakanlıkla anlaşmalı olarak Şûra Genel Kurulu’na getirdikleri ve Şûra bileşimi de buna göre ayarlandığından oy çokluğu ile kabul ettirdikleri bir karara göre, okul öncesi eğitimde din eğitimi zorunlu olacaktır. İlk ve ortaöğretimde zorunlu din dersleri zaten laiklik ilkesine aykırı ve demokrasiye, insan haklarına aykırı iken şimdi buna okul öncesinden başlanmak istemesi rejimin geldiği nokta açısından ibret vericidir. Her ne kadar “şura kararları tavsiye niteliğindedir, Bakanlık istemezse uygulamaz” denilse de konu bir kez gündeme girmiştir ve fırsat yakalandığı anda adım adım hayata geçirileceği açıktır. Bu kararın devletin tepesinden geldiğini, ancak buna Eğitim-Bir Sen’in aracı kılındığına inanmayan var mıdır? Din, toplumların kültür hazinelerini oluşturan öğelerden bir olmasından yararlanan şeriatçı çevreler, devleti dincileştirme kararlarında toplumdan önemli bir itiraz gelmeyeceğini düşünerek bu konudaki uygulamalarını adım adım hayata geçiriyorlar. Nerede duracakları belli değildir. İktidarları devam ettiği sürece durmayacakları da açıktır. İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNE AYKIRI Oysa devlet, din işleri için değil, dünya işleri için çalışmak zorundadır. Din ve devlet işlerinin ayrılmasından beri yüzyıllar geçti. Din artık bireylerin kendi vicdanlarını ilgilendiren bir konudur, devleti ve devlet adamını değil. Toplumdaki din ve mezhep ayrılıklarını bir yana bıraksak bile aynı mezhepten insanların bile inanç kalıpları farklıdır. Zorunlu din dersinde hangisinin anlayışı öğretilecektir? Günlük ve ekonomik hayat dine göre mi düzenlenecektir? Giyim-kuşamda bir dini telkin veya zorlama yapılabilecek midir? Bütün bu çetrefilli işlerin altından kalkabilmek için tutulacak en doğru yol, devletin dini kendi anlayışına göre biçimlendirmeden vazgeçmesi, inanç biçimleri telkin etmekten kaçınması, dini yurttaşların vicdanına bırakması ve buna saygı göstermesidir. “Öğretmen” denebilecek öğretmen bunu kavramış olan eğiticidir. Onun, eline teslim edilmiş bütün çocuklara eşit davranması da ancak bu anlayışla mümkündür. (8 Aralık 2021) zekisarihan.com -15 Temmuz 1921’de toplanan İlk Maarif Kongresine katılanlardan bir grup (Ali Baltacıoğlu arşivinden)

  • FIRDÖNDÜ

    Bahçede bir başıma oturuyordum. İlkbaharın son kırıntıları manzaradan düşen yapraklar gibi yavaş yavaş siliniyordu. Ağaçların renkleri öyle alabildiğine insanı büyüleyen renkler değildi. Yeşil desem, yeşil değil; sarı, mavi desem hiç değil. Doğa bir hoş olmuş. İnsanlar mı başka etmiş, doğa mı insanları bir başka etmiş; inanın bilemiyorum. Peki, kim yanıtını verecek bu sorunun? Her şeyin, ama her şeyin şakuli kaçtı. Masmavi deniz, yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl denizler, süt dök yala sokaklar... Hiçbir şey, hiçbir şey öyle öykülerde, romanlarda, şiirlerde anlatıldığı gibi değil! Şaire ilham veren, yazarı coşturan, doğa yok artık: Mevsimsiz yağan, ya da hiç yağmayan yağmurlar, çıldırmışçasına esen rüzgârlar, nesilleri tükenen kuşlar, böcekler, vahşi hayvanlar... Hiçbir şey bilinen güzelliğinde değil! Meyveler tatsız tuzsuz, saman gibi... Geçen gün pazardan incir aldım. Ama ne incir, yeşil mi yeşil, yeşilliğinden delirmiş; büyüledi beni. “Ver bir kilo,” dedim. Büyük bir iştahla soyarak attım ağzıma: Oyy bu ne böyle, ot mu? Soyduğum incirdi, lâkin... Otun bile acımık bir tadı vardır, bu nasıl bir şey böyle? “Karpuza bak, karpuza! Karpuz bu kardeşim karpuz!” Diyarbakır, Adana, Ödemiş, yok yok, Tekirdağ... Market manav olmuş, market hırdavatçı, market tesisatçı, market elektrikçi, market fırıncı, market balıkçı, market fast food, market k ö m ü r c ü, market her şeyci olmuş. Her şeyci olmuş da hiçbir şeyci olamamış. Uydur kaydır, gaydırı gubbak kalitesiz malların, İran karpuzlarının standı olmuş. Ailecek çoluk çocuk serin serin yeriz diye aldığım karpuz, eve gelinceye kadar kendini bitirmiş, salya sümüğe dönmüş... İkinci Körfez Savaşı’ndan önce ABD, Türkiye’de kimi medya patronlarına, yetmişlerde, seksenlerde kaleminden kan damlayan, attı mı, mangalda kül bırakmayan, o anlı şanlı altmış sekiz kuşağındanım, diye kendine paye çıkaran, köşe sahibi, program sahibi kimi yazarlara, entel dantellere tam üç yüz milyon dolar dağıtmış. Bir yerde okumadım, sokakta konuşuluyor. Peki, televizyonlardan, gazetelerden seslendirmek mümkün müdür, sahi mümkün müdür? Yürek ister, yürek! Derinlerde, derinlerden daha da derinlerde bir güç birden yok ediverir adamı. Bir bezirgân saltanatı kurulmuş, deme gitsin, kimse bu arabanın tekerine çomak sokmaya cesaret edemez. Uğur Mumcu’ya, Bahriye Üçok’a, Ahmet Taner Kışlalı’ya ... daha nicesine ne oldu, katilleri yakalanıp sorgulanabildi mi? Korkmaya başladık, ödü patlıyor insanların, üç kuruşa satıldılar, üç beş kuruşa sattılar, onurlarını. Akılla, bilimle ters düşenler toplum çoğunluğu olup çıktı. Cumhuriyet ruhuna uygun bir toplum yaratamadık, çok yazık! Bir eğitimci olarak görevimi yap(a)mamış sayıyorum. Ya sen arkadaşım, ya sen sevgili meslektaşım, ya sen sevgili yargıcım, ya sen hekimim, ya sen siyasetçim, ya sen dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kuvvacılları bağrından çıkaran sevgili halkım... Sen Aysun, İsmail, Zeki, Mehmet, Zafer, Dilek, Nuray, Emel öğretmen, ya sen tek gamzeli güzeller şahı Mavili, ya sen, sen, sen, sen… Benim bir dilim ekmeğim var, ben bir şeye karışmam, deyip yorganı çektiniz üstünüze. Bekliyorsunuz, “hava taarruzu geçsin de çıkarayım başımı, diyorsunuz!” Yarın geç olacak, yarın çok geç olacak, ayrık otları toprağı öyle bir kaplamış, başka bir ürün elde etmek çok zor, çok! Canım, bir iki duble içmek istedi. Acuru, severim, olmazsa da salatalıkla idare ederim. Bir de imamın bile olmazsa olmaz dediği, kavun, peynir… Sevine sevine, evin yolunu tuttum. Üçer beşer atlayarak çıktım merdivenleri. Evdeki ortam, sevincimi kursağımda koydu. Davetsiz bir misafir, üçlü koltuğa uzanmış, kanaldan kanala geziniyor. Hoş beşten sonra bir iki sayfa bir şeyler okumak için odama geçtim. Fakat okuduklarımın bir tümcesi bile aklıma girmiyor. Anlamayınca geri dönüp tekrar okuyorum; ama boşuna. “Yaşım mı geçiyor yoksa? Bir zaman sonra beyin işlevini yavaş yavaş yitirirmiş! Aman Allah’ım, gerçekten öyle olursa…” Onu düşleye düşleye, yattım. Yatar yatmaz da anamın babam için kullandığı, “yastığı gösteriver, uykuyu havada kapar,” işte ben de aynen öyle uykuyu havada kapmışım ki dalmışım. Uykum verimlidir. Gerçek hayatın yansımalarının ötesinde şeyler görürüm. Tös’leri, Töb-Der’leri kuran bu ülkenin yüz akı eğitim emekçileri nerede? Bugün ters istikamete giden trenlerde yerlerini almışlar çoktan. Döven, hakaret eden, korkuyu derslerinin mihenk taşı yapan, düşünmeyi yasaklayan, Atatürk’ün,” Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacak,” dediği güvendiği, eğitimciler “doğu ekspresinde” birinci mevkide oturuyor. Öğretmen odalarında aydınlığı konuştuğum kimi arkadaşlarımı doğu ekspresinde görünce deli divane oldum. Bir türlü içime sindiremedim. Ama ne çare, gerçek aynen böyle. Dünden dolaba koyduğum salatalıklar kendi kendine büyüyüp hıyara dönmüşler. Öyle bir büyümüşler ki, Bizans sarayının köşe taşı gibi dört köşe. Birini, bin bir güçlükle dolaptan çıkarak, tezgâhın üstüne koydum. Bursa çeliğinden imal edilmiş, İbrahim AYAZ markalı bıçağı elime aldım. “Ya Allah,” diyerek, ortasından ayırdım: Hıyara dönen salatalığın içinden o fırdöndü eski arkadaşlarım çıkmaz mı? Tövbe, bin kere tövbe! Bundan sonra, ne incir, ne karpuz; ne de salatalık alacağım. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok, hiçbir şey eski güzelliğinde değil! Her şey, herkes fırdöndü olmuş, yazık!

  • Suç ve Ceza

    İlkokula giderken, ortaokula başladığımda, ergenliğe girdiğimde hatta şuan bile her okuduğum zaman içim bir buruklaşır gözlerim dolar. Öyle bir kitap ki bu her okuduğum zaman olayların nasıl gelişeceğini bilsem bile aynı etkiyi yaşatan bir kitap bu. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğunu bize bir kez daha kanıtlayan ama aynı şekilde paranın her zaman istenilen sonucu vermediğini gözler önüne sunan bir kitap bu. Para ile oyunlar eğlence merkezleri alabilirsiniz ama arkadaş veya karakter alamazsınız. Aldığınız arkadaş da paranız bittiği an sizi terkeder. Para aynı şekilde vicdanı rahatlatmaz. Raskolnikov sefil bir insan ama kalbi sevgi ve dini inanç ile dolu. Para bulması lazım ve tefeci kadının parası var. Tefeci kadın kötü bir insan ve onu öldürmekte sıkıntı olmayacağını düşünüyor. Aslında düşünüyor sürekli kendi kendisiyle çelişiyor ama en sonunda şeytana uyuyor. O bir mikrop arındırdı dünyadan ama dünyada olan katil sayısının arttırmakla kalmadı aynı şekilde dünyanın güzel bir insan kaybetmesine sebep oldu tefecinin kız kardeşiydi bu. Raskolnikov bu cinayeti işleyemeyeceğini biliyordu ama tefeciyi öldürmeyi kafasına koymuştu. Ne kadar yapmayacağım yapamam dese bile en sonunda o kadını öldürecekti. Ama eğer tefecinin kız kardeşini öldürmek zorunda kalmasaydı belki olaylar böyle gelişmezdi. Kimse bilemez çünkü onun mantalitesi tefeciyi öldürüp dünyadan bir mikrop arındırıp parayı fakirlere dağıtmaktı ama diğer kızı da öldürünce vicdanı yüzünden parayı bile sayamadı. Raskolnikov kötü yola düştüğünü biliyordu ama o yoldan devam etti ilerledi ilerledikçe ilerledi ama vicdanı onu ele verdi. Sonya ise ne kadar kötü bir iş yapıyor bile olsa kötü düşünceye kapılmadan sadece ailesi için çalıştı dini inancından bir an olsun bile vazgeçmedi. Raskolnikov ona hapis hayatında ne kadar kötü davranırsa davransın soğuk davranırsa davransın o umudunu yaşama olan sevgisini kaybetmedi. Ve onun sayesinde Raskolnikov hayata tutundu. Sevgi bu hayatta en önemli şeydir bana göre. Çünkü bir insanın kaybedeceği en son şey işi,arabası,evi değil insanların ona karşı olan sevgisidir. Raskolnikov’un hayata tutunmasında en büyük rolü oynamakla kalmadı, mahkumlara iyi davrandı kendini sevdirdi bir insan eğer sevgiyi de kaybederse o insandan korkun çünkü en tehlikeli kişi kaybedecek bir şeyi olmayan kişidir. Raskolnikov her ne kadar zekice hareket etse bile karşıdakilerle alay da etse bu yükün altında kalamadı. Razuhimi gibi bir arkadaşı olması bile onun hiçbir şey kaybetmediğinin göstergesidir. Son pişmanlık fayda etmez sözü yanlıştır bana göre en azından tamamen doğru değildir. Çünkü bir gün olsun diye dua ettiğimiz uğruna Allaha yalvarıp yakardığımız şey bile bir süre sonra iyiki olmamış dedirtebiliyorsa bazı pişmanlıklarımız aynı şekilde fayda eder. Raskolnikov kendini çok seven bir insan kazandı. Allah inancını kaybetmemişti ama körelmişti onu geri kazandı. Dostunu kazandı. Her işte bir hayır vardır. Her güzel, komik şeyde bir kişinin canı yanar. Ne kadar istense de istenmese de uğruna yapılan her şeyde kötü bir niyeti bile olmamasına rağmen bir kişinin canı yanar. Raskolnikov’un niyeti tefeciyi öldürmekti evet ama bunda olan şey o faizciyi öldürüp insanların sevinmesini ve onun parasıyla kötü yola düşen insanları sevindirmekti burada canı yanan kişi kız kardeşi oldu sonra onun tamamen canı gitti. Sevgi her şeydir. İçinde insan bir şey tutamaz vicdanı elvermez insanın halinden insan anlar eğer Raskolnikov durumu daha tefeciyi öldürmeden Razuhimine açıklasaydı belki bu olaylar olmayacaktı. Bu kitap bir insanın bile hayatını değiştirebilecek ben ne yapıyorum ben neyin içindeyim dedirten ve Allaha; Allahım sana şükürler olsun dedirten bir kitap. Her insanın ölmeden önce okuması gereken ve ders alması gereken bir başyapıt. Yiğit Adem

  • Sevgi

    İnsanlar sevgiyi, sevmeyi unuttular. Sen unutma dedi. Dostoyevski Budala isimli romanında: “ Dünyayı güzellik kurtaracak” , Sait Faik Abasıyanık ise Alemdağ’ında Var Bir Yılan adlı öyküsünde: “ Bir insanı sevmekle başlar her şey” demişti. Sevdikçe çoğalan Çoğaldıkça seven Bir yürekti bizimkisi. Çocukların gülüşünde gülüşü Rüzgârın ıslığında özgürlüğü Yağmurda toprağın bereketini Beyaz papatyanın yaprağında Baharı çoğalttık. Nehirlerin gürül gürül akan seslerinde çağıldadık. Kuşların ötüşünde Sevinçler yarattık, Masmavi gökyüzünde. Bulutlardan sevgi Ay ışığından düşler çizdik. Güneşin terleten sıcağında Alnımızdan damlayan terde Hayatı paylaştık. Hayatın engebeli yollarında Sırt sırta tırmandık. Soğukta üşümedi yüreklerimiz Çünkü sevgi katıp hamuruna emeğimizle ısıttık. Anadolu kokan Türkülerinde Yüreğimizin tınılarını dinledik. Bir zeybeğin heybetinde Gülümseyen Samimi cesur çocuksu Sevgi dolu sımsıcak Yüreklerimizde Tüm dünyayı kucaklayıp Gülümseyen insanlar düşünde Çoğalıp Sımsıkı sarıldık Seviyorum demek Sıradandı bizim için Çünkü biz hamuru Sevgi ile yoğrulmuş Kocaman hayatı, Bir dünyayı paylaştık. Semihat Karadağlı / 18.01.2019 Saat:00.30 İzmir Görsel: "Güzel ve Çirkin/ Jeanne-Marie Leprince de Beaumont " kitabından alınmıştır. Kitabın resimlendirilmesi Illustrator Gabriel Pacheco tarafından yapılmıştır.

  • TARZAN EFSANESİ

    Tarzan Efsanesi, hemen hepimizin yıllar yıllar önce izlediği Edgar Rice Burroughs tarafından yaratılmış hayali karakter Tarzanın öz geçmişine dokunulmadan, ama farklı bir hikayeden yola çıkılarak çekilmiş bir versiyonu. Hasılatı 356 milyon doları aşan film, 1 Temmuz 2016 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nde, 8 Temmuz 2016'da Türkiye'de vizyona girmiştir. Kolonyalizm (sömürgecilik) konu olarak filmin iskeletini oluşturuyor. Filmdeki en belirgin ve göz dolduran özellik görsel efekt zenginliği. Senarist film akışında ara ara geçmişte yaşananların yer aldığı sahnelere yer vermiş, bu yolla izleyicinin dikkatini canlı tutmaya çalıştığı anlaşılıyor. Bu da filmi alışıldık aksiyon filmlerinden ayırmış. Filmin geneline hakim olan aksiyon akışına, kah romantik, kah dramatik anlamlar içeren sahneler eklenerek, izleyende ruhsal iniş çıkışlar yaratmayı amaçlamış. Başta da söylediğim gibi film, kolonyalizm üzerine yapılandırılmış ama buna karşın senaryo akışında, bu insanlık suçunu önlemek için canını ortaya koyan iki oyuncudan birinin Amerika'yı, diğerinin İngiltere'yi ortak payda da buluşarak temsil ediyor oluşu oldukça ilginç. Bunun yanında, tarihin şahitlik ettiği gerçeklere aykırılık oluşturuyor oluşu da gözden kaçmayan diğer bir ayrıntı. Oyunculara ve oyunculuklara geldiğimizde, Alexander Skarsgard Tarzan karakterinin hak ettiği oyunculuğu sergilerken, daha önce oynadığı filmlerde üstlendiği roller bakımından seksapalitesiyle öne çıkmasına alıştığımız Margot Robie (Jane), Tarzan Efsanesi filminde oldukça derli toplu, bulunduğu çevre her neresi olsa koşullarına fazlasıyla uyan, güzel olduğu kadar güçlü bir kadını canlandırıyor. Sanatçı bu film sayesinde oyunculuğuyla ön plana çıkma fırsatını yakalamış gibi görünüyor. Sonuç olarak Tarzan Efsanesi, vasatın üstünde; bir anlamda nostaljik bir film izlemek isteyenler için oldukça iyi bir seçim. Keyifli seyirler! Zeliha AYDOĞMUŞ FİLM KADROSU Oyuncular : Alexander Skarsgård/Tarzan - John Clayton/Christoph Waltz - Yüzbaşı Léon/Rom Samuel L. Jackson - George Washington/Williams - Margot Robbie/Jane Türü: Aksiyon Filmi, dram, melodram, dedektif kurgusu, macera filmi Ülkesi: Kanada, ABD Yönetmenleri: David Nutter, Harry Winer, James Marshall, Peter Ellis, Thomas J. Wright, David Solomon, Perry Lang, Steve Loter, Don MacKinnon Müzik: Jon Ehrlich, Jason Derlatka

  • YAĞMURLARDAN GÜZDÜ SENİNLE

    Bir zaman geliyor O kadim aşkın gölgesine Saklanmayı özlüyorum Bir zaman geliyor Dinlenmeyi ıssız şiirlerin müziğinde Biz önce kadehten Sonra geceden taşardık hep Bir zaman işte bir zaman Yağdı ki ıslandık Halbuki vakit hüzün değil Yalnızca yağmurlardan güzdü seninle Önce gidiş Sonra dönüş Maviden başlardı Damla damla Yeşilden sonra toprak kokusu Ah evet Kahverengiler harabe Oysa herkes ve her şey Tüm acılar Hadi İlk sarılıştan sonra Göçerdi isimsiz bir gezegene #zeliş

  • El Cordobes

    " YASIMI TUTACAKSIN” 7 Aralık 1979 sabahı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesindeyim. İlk dersimiz Prof.Dr.Cavit Orhan TÜTENGİL’in. Hayret o dakik hocamız, ders saati geçtiği halde yok. O kadar alışmıştık ki, ders başlamadan kürsüsünde yerini alırdı. Boş geçen dersin ortalarında acı haber geliyor. O ak saçlı, sorumlu, aydın, emekten yana olduğunu bildiğimiz hocamızı otobüs durağında kurşunlamışlar. Cavit Orhan TÜTENGİL artık yaşamıyor. Tepkimiz üniversitenin dışına taşıyor. Beyazıt’tan Eminönü’ne kadar yürüyüş yapıyoruz. KAHROLSUN FAŞİZM. BİLİME KALKAN ELLER KIRILSIN. Bu olaydan birkaç gün sonra Sahaflar Çarşısı’ndayım. En büyük zevklerimden biri de kitap araştırması yapmaktır. Raflardaki kitapları incelemektir. Bir kitap gözüme ilişiyor. Kapağında Goya’nın bir tablosu var. YASIMI TUTACAKSIN- Payel yayınevi- Gazeteci yazarlar Larry Collins- Dominique Lapierre. Arkasında katledilen eğitmenimiz Cavit Orhan TÜTENGİL’in kitabı öven bir notu da var. Hemen kitabı satın alıyorum. Kitap ünlü matador Manuel Benitez El Cordobes’in hayatını anlatıyor. Bu iki gazeteci yazar El Cordobes’in akrabaları, arkadaşları ile görüşüyorlar. Görüşmeleri teyp kasetlerine alıyorlar. Sonucunda bu kitap ortaya çıkıyor. Ara bölümlerde de El Cordobes’in, İmpulsivo isimli boğa ile yaptığı güreş anlatılıyor. Yıl 1936 İspanya iç savaşı, Manuel Benitez’in doğum tarihi ve çocukluk yılları, Hitler ve Mussolini destekli Faşist lider Franco’nun ilerici ve devrimcilere karşı zaferi ile bitiyor. Picasso’nun Guernica tablosu ve Rodrigo’nun gitar konçertosu bu acıyı anlatır. (Concierto de Aranjuez : Aranjuez İspanya’da bir kasabanın adıdır. İspanya iç savaşında faşistlerce ezilenlerin ağıtıdır. Rodrigo, bunu kaybettiği çocuğu için yazmıştır. Deniz Gezmiş’in idamdan önce son isteklerinden biri bu müziği dinlemek olmuştur.) Ülke kaynaklarının önemli bölümünü elinde bulunduran zengin ve nüfuslu sınıf, ırkçılığı ve dini de istismar ederek zorla iktidarı ele geçirmiştir. Artık yoksul İspanyol gençlere sınıf atlamaları için iki yol kalıyor. Ya papaz ya da matador olmak. Öksüz ablasının bakımını üstlendiği Manuel Benitez matador olmayı seçiyor. Kendi kendini yetiştiriyor. İlk boğa güreşine çıktığında çok yoksul olan ablasına söylediği söz “AĞLAMA ANGELİKA YA SANA BİR EV ALACAĞIM YA DA YASIMI TUTACAKSIN” Bu kitap benim başucu kitaplarımdandır. En çok hediye ettiğim kitaptır.Yürüdüğüm yollarda, doğada, dağların doruklarında, çam kokuları, kuş cıvıltıları arasında aklıma Prof.Dr. Cavit Orhan Tütengil, Deniz Gezmiş geldiğinde kulaklarımda ya Rodrigonun Gitar Konçertosu ya da Dalida’nın o doyumsuz yorumundan El Cordobes çalınır. maviADA 2013 KIŞ SAYISI

  • Çocuğa İnat

    -Beş yaşında Cizre’de araç altında kaybettiğimiz Hakan çocuğa- ah çocuk ah çocuk nereden bilecektin düşlerine bile yasaklandığını sokakların ah çocuk ah Hakan çocuk balonun var mıydı elinde ya da topacın hiç pamuk şekeri yemiş miydin ya elmalı şeker yeşil ya da kıpkırmızı elmadan hep ağular tattırdılar oysa sana ne çok istemişsindir atlıkarıncaya binmeyi top, tüfek sesleri yerine mızıka sesleri altında gökkuşağı renginde uçurtman olmuştur belki duvarda asılı kalan ya da toprak rengi bir topun masa altında sana gülümseyen kahkahaların ne güzel olurdu cizre’nin ötelerine bir avuç nefes bir avuç güneş bir avuç gökyüzü ah çocuk ah çocuk salıncaklarda rüzgarla yakalamaca oynamak varken rüzgar düşü de mi kuracaktın nerden bilecektin yeşili hiç olmamış sokaklarda sinsi tuzaklar kurmuş ölüm makinelerinin beklediğini ah çocuk ah çocuk göğü olmayan bir sonbahar günü hiç oyun oynayamamış bir çocuk oyunun başında mı ölecekti sana söz veriyor tüm çocuklar inadına senin gibi gülecekler inadına el ele tutuşup sokaklara çıkacaklar...

  • Bir Mavi Serencam

    Ankara'da üniversite yıllarımda ilk TDK'nın bürosunda tanıdığım, sonradan öğretmenim de olacak yazar Adnan BİNYAZAR, herhalde yatkınlık görmüş olmalı ki bana yazmamı öğütlediğinde," Benim yapacağım iş değil," demiştim." Herkes dışarda hayatı yaşarken, ben dört duvar arasına kapanıp dışarısını düşleyemem..." Adnan BİNYAZAR beni o zamanlar affetmiş gibi yaptıysa da verdiği onuru taşıyamayan yanıtıma içerlemiş olmalı ki, dünya alem maviADA'da yazdı, o dönüp bakmadı bile, hatta karşılaştığımızda da ilk kez tanışıyormuş gibi davrandı. Ne yapayım, öyle bir yaratılışım var... Haksız mıydım? Ben adrenalin arayan, hayatı tüketmeden ömrü tüketmeyecek gibi duran biriydim. Yazmaksa... Oysa çocukluğumdan beri, dış dünyadan daha çok içimdeki dünyayı tanımaya çalıştığımı, odamda aylarca yalnız, kitap okumakla yetineceğimi, ilgi ve motivasyonum oluşursa Kafdağı'na gidebileceğimi, çevremdeki insanlarda en baştan bir "fevkaladelik" görmezsem, hissetmezsem ya da yakıştıramazsam konuşmayı bile çok sevmediğimi, ama mecbur kalırsam konuşmaya, "yedi düvel"in bile susturamadığını benden başka herkes bilir. Ne yapacaksın, insan arızalarıyla özeldir. Kim derdi ki... Oldu işte... Hayattan sıkıldığım bir zaman aralığında bir kitap yazdım. Onu yazmak için borçla satın aldığım bilgisayarı ve yazıcısını da bir daha yazmayayım diye hemen sattım. Ne var ki kitap biraz ilgi görünce ben aşka geldim, yeni bir bilgisayar, ama bu kez kitabımdan gelen parayla peşin aldım ve iki kitap daha yazdım o yıl... Sonra deprem... Enkazdan çıktım, yıkım günleri; İzmir macerası ve Bursa... Bırak yazmayı düzgün düşünemediğim zamanlar. Ama kitaplarım, beni kışkırtmak için olsa gerek ikinci baskılarını yaptı bu arada... Şans, Bursa'da kentin ileri gelenlerinin bir dergi çıkarmayı tasarlayacakları tuttu. Yabancı oldukları bu alanda bir rehber arıyorlarmış. Beni de yazar sayıyorlar ya... hadi bize yol göster dediler. Biri benden yardım istediğinde ne becerikli ve ne çok şey bildiğimi göstermekten hoşlandığımdan mı yoksa merhametten mi bilmem ama, hiç dayanamam... Yoksa yazmakla dergicilik ne alaka? 2002'de yol göstericilik misyonuma başladım. Toplandık toplandık durduk. Ne var ki bir süre sonra dergiciliğin para ve emek istediğini gören öncüler, teker teker ortadan kaybolmaya başladı, ama yerleri yeni gelenlerle öyle hızlı doluyordu ki ben gerçeğe ayılamadım. ... ve sonunda rehberi olacağım dergi benim derdim oldu. Yani kaza ile... Öğretmendim, yasal yönden sorun olur diye, kitapçı Fehmi ENGİNALP'i sahip olarak gösterdim ve onun tiyatronun arkasındaki dar sokaktaki dükkanın üstünde tutuğumuz büroda KimseSİZ dergisine başladık. 2002 Kasım'ında da ilk sayımız çıktı. Nasıl bir coşku, anlatamam. Kısa sürede daha da kalabalıklaştık. Sadece Bursa'dan yirmiyi geçkin katkı da veren yazarımız oldu, dışardan yazanlar hariç. Hemen hemen Bursa'nın bütün yazanlarının yolu dergiye düştü, ülkenin de pek çoğu... Kimler yoktu ki? İsmet Kemal Karadayı, Yekta Güngör ÖZDEN'in... bizi onurlandırdığını anımsarım. Nadir GEZER, Muhsine ARDA da o günlerde geldiler dergiye. Sosyal yeteneği çok yüksek, yazınsal anlamda da çok şey yapabilecek gibi duran, dergiye kısa sürede katkısı da olan ARDA, dergiyi de ardına alarak kendi adına şiir etkinliği yapacağım diye tutturunca, dergiden kimse itibar etmedi ama şahsen etkinliğine katıldım, keyifle de izledim, ne var ki muhabbete doyamadan yol ayrımına geldik. Birbirimize takdir ve sempatiyle bakardık, ama yıldızlarımız uzun soluklu işbirliklerine izin vermedi, imeceye ve paylaşıma öncelik veren disipline inanıyordum, o ise imeceye ancak kendine fon olursa güzel bakacaktı, Bu nedenle sonraki yıllarda arada bir uğradığı maviADA yolculukları hep kısa sürdü, istenmediğimiz istasyonlarda sonlandı. Nadir GEZER'se derginin bilge ve sevimli amcası olarak ilerleyen yaşına karşın uzun yıllar maviADA'ya dost kaldı. Yazdı, etkinliklerimizin çoğunda konuşmacı oldu. Bazılarıyla da muska yapılmış gibi soğuk ... Benzeri bir çalışmayı yıllardır Bursa'da yapan Ramis DARA'yla kaynaşamadık bir türlü. Önceden merhabamız, dergi sırasında da birkaç kez yan yana gelmişliğimiz olsa da, onun yerleşik dükkanının yanına dağdan gelip de aynı nitelikte dükkan açma cüretimi... çok derin hissettirdi, bir araya gelemedik. O da ne ki? Bazılarında, Bursa'da dergi yapılacaksa biz yaparız... halini de gördüm. Ben kanarya seven şairler dernek başkanıyım, deyip dergide şahsına özgü koltuk isteyenleri de... Hatta güleceksiniz, kantarın topuzunu kaçırıp yeni icat cep telefonunun ardına saklanıp gizli numaralardan tehdit edenleri de... hem de ölümden dem vurararak... Kimin umurunda... Kervan dediğin her havlamaya dursaydı... Dergi kısa sürede çok büyük bir ilgi gördü. Adlarını tek tek sayamayacağımız kadar çok insanın katkısı oldu; Ne çok insan omuz verdi, sayısız. İlk aklıma gelenleri anmalı. İzmir'e ulaşıp yaygınlaşmamızda Niyazi UYAR'ın , Trabzon'da Zekeriya SAKA'nın ve Ayşe SEVİM'in, Hasan GÜLERYÜZ'ün Ankara'da, Yalova'da Fadime Y. KAROĞLU ve Yalova Kitabevi'nin, yeri aydınlık olsun Cemal Süreya'nın eşi Zuhal TEKKANAT'ın İstanbul'da, Bursa'dan Bedriye SÖNMEZ'in emekleri unutulacak gibi değil. Yazarın okur yaratması, kitabının ve kendinin tanınması için meşru ve saygın bir yol olarak dergiciliği bilsem de hiç aklıma gelmezken kaderim olmuştu. Kul düşünür kader güler... Derginin her şeyini sınırlı bilgisayar bilgimle yavaş ama ben yapıyordum. Boş zamanım hiç olmuyordu. Geceler boyu bir yazıyla ya da kapak tasarımıyla uğraşıyor gündüz de okula gidiyordum. Yüzlerce dergiyi aboneye poşetleyip göndermek bile günlerimi alıyordu. Alışmadığım bu mecburi ek mesai ve dergiye maddi katkı da veren ama iş emeğe geldiğinde ortada görünmeyen yazarlardan ve onların bana kapris gibi gözüken beklentilerinden kısa sürede yorulmuştum. O yorgunlukla da her sorunu daha da abartıyordum. Kimse-SİZ dergisine başladığımız günlerde sosyalist, özgürlükçü ve demokrat olduğunu hep söyleyen, kitaplarında Gorki'nin Türkiye versiyonu gibi yazan, 12 Eylül öncesi dilini hala aşamadığından zamane dili geliştiremeyen bir yazarımız, bir yemekte gözyaşlarıyla artık kimsenin kitabını basmadığını, yayınevi bulamadığını söylediğinde üzülerek, gel dergide biraz reklamını yapalım, demiş, bir süre ona yönelik olumlu bir farkındalık oluşturmaya çalışmıştım. Adamın gerektiğinde anam gibi gözyaşı simsarı olduğunu nerden bileyim. Kuruluşuna hiçbir katkısı olmadığı halde derginin popüler yazarı olarak reklamını yaptığım o günlerde aramızdan su sızmıyordu. Ta ki o dönem Trabzon temsilcimiz olan Zekeriya SAKA'nın yazdığı, samimi olmayan Atatürkçülerle ilgili eleştirel bir yazıya dergide yer verinceye kadar... Bana bir şey söylemedi ama bizim çakma Gorki bundan niyeyse rahatsız olmuştu. Oysa fraksiyonu başka olabilirdi ama çağdaş ve demokrat gözüküyordu. Bir otelin konuklarına verdiği yılbaşı yemeğine davetli giden, arka çıktığım bu sosyalist, kadınların olduğu ortamlarda içki içmeden sarhoş ve kahraman, hele bir kadeh almışsa zıvanasız... olma gibi bir meziyeti olan yazarımız, övüngenliği tutup, ben sosyalistim, Atatürk'ün olduğu bir dergide yazmam... gibilerinden veryansın etmişti bize. Hem de derginin temsilcisi olan kimi hanımların yanında yapmıştı bunu. Kulağıma gelince, "bu akılcı(!) eleştirini sokağa değil, bana yapsan yol alırdık, farklılığa tahammülü olmayandan sosyalist mi olur, faşistim de bari" diyerek dergiden çıkarmıştım. Karısı da o anda oradaydı: Bizim Hasan öyledir , diyerek beni yatıştırmaya çalışıyordu. Hala da konuşmam. O zaman fark ettim ki Atatürk'ten aldığı ilham ve cesaretle solcu olan bu tipler, şimdi ona karşıymış tavrıyla başka bir şey yapıyordu: Biz onu da aştık; daha ötesi, evrensel çağdaşız diye böbürleniyorlardı güya. Hadi be... 19 Yaşımda ben de öyleydim; bir güvercin uçurdum ya Musa'da kim, diyordum. Dertlerim yetmiyormuş gibi uçsun diye kanatlarını cilaladığım insanların anlayış çatışmalarını da yaşıyordum. Hiç soluksuz çalıştığım o yıl bana kabus gibi gelmişti, boşluktan canımın sıkıldığı zamanları ve dışarıyı çok özlemiştim. Ne derdim varsa... Dergi bir fırtına kuşuna dönmüşken "pik yaptığı noktada", ikinci yılında Fehmi ENGİNALP'E bıraktım. Benim değildi ki ben kapatacaktım. Fehmi ENGİNALP de herhalde o zaman bir derginin itibar getirmenin yanında emek istediğini de sonunda görmüş olmalı ki, bir zaman bekleyip bıraktı. Beş altı yıl sonra bir dergi çıkarmaya başladığını görünce, keşke KimseSİZ'i sürdürseydi, dergiye olan yoğun ilgi onu uzun süre de taşırdı; derginin sahibi olduğunu o kadar sanmanın ne gereği vardı, benim gibi emektarı olsaydı, onca zaman boşa gitti, diye düşündüğüm olmuştur. ENGİNALP, 1402'lik bir öğretmendi, ama aynı zamanda insan ilişkilerinde doğuştan yetenekli iyi bir esnaftı da. Demek ki fizibilitesi zaman aldı. Bir zaman sonra önce bir dernek kurdu, ardından hala yaşamını sürdüren ÇİNİ KİTAP dergisini yapmaya başladı. Artık bu köyde sınırlı sayıda aynı müşteriye oynayan iki esnaf olmuştuk, merhabamız da kalmadı. Ondan kaçanlar bana geldi, benden kaçanlar ona gitti... Birbirimizden de haberimiz öyle oldu. Ta ki bu yaza değin... İznik Gölü sadece durduk yere boğulanlarıyla ünlü değildir, göl gibi de değil, çürüyen su gibi yalnızlık da kokar. Bir erkek ülkesidir Bursa'nın yanıbaşındaki ovasıyla verimli, dehşetli güzel bu vaha... Erkekler ortalarda dolaşır, yer içer eğlenir, hiç de bağnaz değildir, ama kadınları ortalıkta görülmez. O nedenle küçük bir yer almayı çok düşündüysem de vazgeçmiştim. Kentli bir aile burda yaban kalır geldi bana. Ne var ki bu pandemi yazında öyle olmadı. ENGİNALP büyük incelikle oradaki evine davet etti, gittim. Zarif eşinin demlediği çayı içip, göl kıyısında balık yedik, dergiden, siyasetten, pandemiden konuştuk. Balıktan mı etkilendim, gördüğüm konukseverlikten mi, yoksa gölden mi bilmem ama bu kez göl yalnızlık kokmadı. ENGİNALP sadece esnaflığı değil, empatiyi de iyi bilendir. Geçen sürede ardı ardına kitaplar yazan, yıllardır ÇİNİ KİTAP'ın ağırlıklı yükünü taşıyan ENGİNALP'e baktıkça; "Benim bilmediğim esnaflık Enginalp'se bu anlamda pir, keşke yirmi yıl önce rastlantısal başladığımız işbirliğinin ne değerli fırsat olduğunu görüp birlikte sürdürseydik, neler başarırdık," diye düşündüm. Ortak bir dostumuz , "o da istiyor ama, bu Şenol'u nasıl idare edebiliriz," diye düşünüyor demişti. Oysa sorarsan ben ipekten bir adamdım ama... Belli etmedim ama hüzünlendim de... Sizi bilmem de ben halimi seversem önce hüzünlenirim. Sonra bir yazı istedi benden dergisi için. Önce "o günlere dair çok olumlu şeyler yazamam ," dedim, çok zaman elim varmadı. Sonra "bu yaş coşku çağı değil, hikmet çağı olmalı Şenol, peygamber olamayacaksın belli de kaplumbağa da mı olamayacaksın dedim, yaz ve yüzleş kendinle..." İşte anlattığım onun hikayesi... Kaplumbağa mı? Durun onun da sırası gelecek? Nerede kalmıştık? En son arkadaşın biri bürosunu dergiye karşılıksız vermiş, Güldem ŞAHAN bıraktığımı defalarca söylememe karşın beni motive eder diye düşünerek olsa gerek, katkı payını yatırmıştı derginin hesabına, ama kararımdan dönmedim. Kimse-SİZ dergisini uğradığım hayal kırıklıklarıyla daha yeni kapatmıştım. Yaşadığımdan özetlediğim, gözüme at gözlüğü gibi taktığım bir yargı oluşmuştu bende: Ne yaparsan yap, ister banka soygunu, ister cami, ister devrim… Ama adamla yap, bu sanat dünyasında da büyük sözler etme aşklarına karşılık adam az ya da adamlık başka bir şey... diyordum. En büyük ilgim kitaplara bile soğuk bakıyordum, değil yazmak… Çok da uzak durmuyordum, daha nitelikli, daha profesyonel bir dergi olamaz mıydı? Çalışanı olur, ben sadece aklı ve yazanı olurdum. Böylesi bir kalkışmamız da oldu. O günlerde ilk kullanmıştım o sözü, kime mi? Birlikte İzmir Agora'yı yani Hasan Özkılıç'ı da katarak dev bir dergi yapma projesi geliştirdiğimiz ama ancak birkaç Ankara, İzmir, Bursa... turu yapmakla kaldığımız Damar dergisini yapan Özgen SEÇKİN'e... "derginin adamları" deyişimden, "mafya adamları" gibi bir yorum çıkaran ve seslendiren SEÇKİN, bu yaratıcı gücüyle projeyi de boğazlamıştı. Oysa ben "adam"la çok özel bir şeyi anlatıyordum; onlar derginin yarları olmanın yanında, dünyaya benzer estetik ve çağdaş düşünceyle bakabilen insanlar olmalıydı ki düşündüklerimizi hayata geçerebilelim...Diyordum, ama... Dergiyi bir aile gibi görmeye eğilimliydim. O nedenle dünyanın öteki yanından kalkıp Bursa'ya gelen tek bir şiiri dergide çıkmış kişiyi, hatta yakınlarını bile aileden sayıyor, ilgileniyor, dahası evimde de konuk ettiğim oluyordu. Sonra denk geliyor, onun ülkesine uğrayacağım tutuyordu; bırak benim muhabbetimi, ortaya çıkmayanı da gördüm. Kuşkusuz olumlu çıkan tanımaktan onur ve mutluluk duyduğum insanlarım da vardı, abartmayalım. Yazı bu sonuçta hoşgörün, azıcık germezse okunmaz ki...Karikatür gibi işte, kusura daha çok dalar. Galiba biraz romantik idealisttim. İdealistliğim güzel de alınganlığım ve adalet beklentim kötü. Neysem ne, benim derdim; olduğum ve yaptığım kadar, günahı da benim sevabı da... Bütün bunlar yetmişti işte, koptum. Bir zamandır içinde bulunduğum edebiyat dünyasının bana denk gelen ucubelerinden dolayı büyük bir kopma içinde, hatta istemeyerek ama gitmiştim, o etkinliğe. Böylece de Attila İlhan’ı konuşurken ilk kez canlı dinledim Bursa Tayyare’de. Böylesi de varmış diyerek, beğeniyle izlemiştim. İLHAN, hamamın akustiğine denk düşen tek şarkısıyla almamıştı bu yolu; görünüyordu. Program bitince kalabalığın arasından güçlükle ulaşmıştım ona. “Bir dergi çıkarmak istiyoruz, demiştim, “mavi”yle başlayan. Bize omuz verir misiniz?” O her dem çocuk gözleri gülmüştü, “Delisiniz herhâlde,” demiş, yine de “ olur, “ diye eklemişti. Bir ay önceki ruh halimi ve edebiyat dünyasına koyduğum mesafeyi terk etmiş, istimi almış, dergi hazırlığına geçmiştik bile. Ne var ki mevsim yazdı, arkadaşları ikna ve organize etmem zaman aldı, uygulama güze kaldı ve… tüm enerjimizle dergiye yoğunlaştığımızda duyduk; Attila İlhan artık aramızda değildi. Bozgun gibiydi. Dedim ya motive olmuşsam Kafdağı olsa kaçamaz. Bir kez ayağa kalkmıştık, vazgeçmedim. Öner Yağcı, Burhan Günel’le Bedri Baykam ve Demirtaş Ceyhun’un da aralarında yer aldığı birkaç kişiyle daha konuştum. Görüştüğüm Bedri Baykam, ilk sayımıza katılır gibi yapacak, iletişimimiz sonradan da sürecek, telefon görüşmelerinde yapacaklar planlayacak ama bir yere varamayacaktık birlikte. Bir Anadolu dergisinin dünya çapında bir ressama verecek çok şeyi olmadığını ikimiz de görüyor olmalıydık. Birkaç sayı adı yer aldı künyede, sonra çıkardım. Burhan GÜNEL, kurucu olarak gelmeyi kabul etmiş, ne var ki bir koşul koymuştu: Belki de on yıldır birlikte çalıştığı, iyi arkadaş olduklarını sandığım Aykırı Sanat dergisi yayın yönetmeni Arslan Bayır’ı dergiden çıkarmamı isteyecekti. Arslan Bayır'sa dergi gündeme gelince hiç koşulsuz yazısını göndermiş, temsilci olmayı istemiş, destek vereceğim demişti. Ne kadar verdi, ne yaptı... o ayrı bir konu, ama yıllarca dergisinde yazan, jurisinde yer alan Günel'le arasında birden ortaya çıkan sorun her ne olursa olsun beni ne ilgilendirirdi, çok da nazik olmayan bir dille reddettim. 2002'de Edebiyatçılar Derneği başkanlığı sırasında, seçimlerde telefon ederek yardımımı isteyen böylece tanıştığımız Burhan Günel’le aramız açıldı. Gene de derginin bir sonraki sayısına çıkarmamızı istediği kişiyle ilgili iddiasını açıklayan ve o günlerde çıkan hemen hemen tüm dergilerde yayınlattığını sonradan öğreneceğim bir yazıyla katılmış, ne var ki ona olan sempatim azalmış, elbette iletişimimiz tümden kopmuştu. Kısa süre sonra bir zamanlar çok iyi olduğunu bildiğim, şimdi aralarının kötü olduğunu gördüğüm Öner YAĞCI'nın anlam veremediğim ısrarıyla GÜNEL'i bir etkinliğimize davet etmiş, o da gelmiş, dost olmuştuk yeniden. Dergimize de katılmıştı. Gerçi kendisini aramıza aldırtan Öner Yağcı'yı sık sık dergiden kovmamı istemişti ama çok da gerilmemiştik. Ne var ki gönderdiği bir yazıyı dergide yer kalmadığından sonraki sayıya erteleyince kıyamet kopmuş, internetten topladığı yazar özentisi bir avuç çapulcuyla beni linç etmeye kalkmıştı günlerce. Ölümcül hasta olduğunu o günlerde duymuştum, hakaretlerine yanıt bile veremediğim yazar çok geçmeden de vefat edecekti. Onu kışkırtan etkileri, bu iki yazar arkadaşımızın ne yaptığını elbette bilmiyorum, belki çok haklı bir tavırdı bilemem, ne var ki dürüstlüğü anlatılan GÜNEL'in hoşgörü yönünün cimri, saldırganlaştığında etik tanımaz olduğunu böylece öğrenecektim. Kendisiyle şahsen hiç tanışmadığım ama hakkında salt yazar değil, insan olarak da övücü şeyler duyduğum Demirtaş CEYHUN’la telefon ve mail görüşmelerimiz olumluydu. Dergimize kurucu yazar olarak da katılmıştı. Kısa sürede taşrada yapılabilecek en güçlü dergilerden birini yapmayı başarmıştım; bendeki gururu sormayın. Çok yoruluyordum, hem öğretmenlik, hem derginin bütün tasarım ve yayın işleri, yağan yazılar üzerine editörlük ve yazmaya mecbur olduğum yazılar, söz verdiğimiz etkinlikler, Tüyap hazırlıkları... Sanki beş yüz kişi olması gereken bir fabrikayı ben tek başıma götürüyordum. Farkındaydım, ama mutluydum. Bir hayali gerçeğe çevirmiştim. Edebiyat bir dindi ve ben de onun son misyonerlerinden biriydim. Sorarsan ne kadar da akıllı ve gerçekçiydim. Küreselleşme bela, tekelleşen dünya devleri karşısında sanat, hele yerel edebiyat öldü, diyorduk ama galiba o yıllar dergilerin ya da edebiyatın son altın çağıydı yine de. O zamanlar altmış sayfalık olan dergi büyük bir ilgi görmüş, yazıları ne kadar küçültsek desığdıramaz olmuştuk. Yer alabilmek için çok ünlünün araya adam koyarak yazı gönderdiğini anımsarım. Türkiye bize yetmemiş, uluslararası arenalara da çıkmaya niyetlenmiştik. Hayranlık duyduğum dünyanın yaşayan on büyük yazarından biri olan Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’la, Hazar Şenliklerini yapan o zamanlar Elazığ ve Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi şimdi Ardahan üniversitesi rektörü Prof.Dr. Ramazan KORKMAZ kanalıyla iletişim kurmayı başarmış, kendisinin ve başka uluslararası yazarların da katılacağı hakkında bir dosya hazırlamaya yardım sözü almış, hatta uçak parası bulmayı başarabilirsek Bursa'ya etkinliğe getirmeyi düşünmüştük. Dosyayı yaptık ama AYTMATOV'u getirmeyi beceremedim, Oysa gençliğimin idolü bu dünya devi yazarla aynı salonda konuşmak bile her şeye değerdi, ama olmadı. İzmir'den yazar Mavisel YENER aramış, çocuk edebiyatı alanında bir dosya yapmayı ve kabul edersem bizde de yayınlatmayı düşündüğünü söylemişti. Ülkenin ileri gelen Çocuk Edebiyatçılarının katılacağı bir DOSYA hazırlığına geçmiştik. Yaptık da... O günlerde edebiyata iddialı biçimde başlayan Zülfü LİVANELİ, dönemin popüler yazarı Can DÜNDAR da bizde yazıyordu artık. Size bir sır vereyim mi; bakmayın böbürlenmeme bir dergiyi güzel yapan sizlersiniz, yoksa sahipleri değil; dönemin güçlü kalemleri maviADA'yı sevdi, şans işte... Taşra bir olmazı olur yapacak görünüyordu. Şimdi iş kazanımı elde tutmaya kalmıştı. Çok geçmeden, başarırsak dergiye katkısı olacak, diye düşündüğüm maviADA Kültür Sanat Evini borç harç açmış, kazanacağımız paralarla uçuracağımız bir dergi rüyasındaydım. Şimdilik zarardaydık, durmadan borçlanıyorduk, ama emindik ki, hiçbir şey olmasa bile, bu kadar kültür sanat dostu varken ve herkesin anlatacak 'hayatım bir roman' öyküsü cebinde dolaşırken, kitabını, dergisini bizden alır, batmazdık. Oysa, kısa sürede dükkanda ben, şapkasından tavşan çıkaran, yazın sanat dünyasına dair menkibeler anlatan mahalleye düşmüş yazar, saatlerce gitmek bilmeyen, giderken de tek bir kitap almayı akledemeyen konuklara çaycı olacak, batmanın en güzeliyle huşu içinde batacaktık dokuz ayda, hem de haşlanan kurbağa örneği, hiç anlamadan... Kurbağa çok yedi diye fil olmuyormuş, ancak şişman bir kurbağa oluyormuş. Durmuyorduk, boyumuzun ölçüsünü almaya kararlı birçok etkinlik plânlamıştık. İlk etkinliğimizi Bursa’da bir kafede yapmıştık. Hemen ardından Yalova’da Yalova Kitabevi'nin açılışı için Mustafa Aydın'a söz verdiğim söyleşi için hazırlanmaya başlamıştık, ardından da Tüyap'a katılacaktık. Öner Yağcı, Zeynep Aliye, ben ve Demirtaş Ceyhun konuşmacıydık. Yazarların yol, yemek ve kalırlarsa konaklama giderleri karşılanacaktı, anlaşmıştık. Satılırsa kitapları, parası da kendilerinin olacaktı. Etkinlikten bir gün önce ummadığım bir şey oldu. Geleceğine kesin gözüyle baktığımız, söz veren Demirtaş Ceyhun, beni telefonla aradı ve o zamanlar beni şok eden bir öneri de bulundu: Birkaç yüz kitabını peşin satın almamı istedi, etkinlikte dağıtmak için. Nadir Gezer’in evindeydik konuşma sırasında. Bu anlamda çok deneyli değildim, benim işim yazmak, dergi yapmak, bilemedin sevabına etkinliklerdi. Emeğin karşılığının olması gerektiğine inanıyordum ama, kitabımı satıp parasını elden almak bile bana kutsiyeti bozan bir eylem gibi geliyordu. Hala öyle gelir ya... Şaşırmış, şiddetle tepki vermek istemiştim, ama seksen yaşındaki Nadir Gezer’den ve konuklardan utanmıştım. Sadece “ Kurucusu gözüktüğünüz dergiden, bilerek söz verdiğiniz etkinliğine gelmek için para mı istiyorsunuz, şimdi? Yani aileden...” diyebilmiştim. Ardından da,” Artık sizinle birlikte çalışmam, “ diye de homurdanmıştım. Olayı anlattığım Öner Yağcı, üzerinde durmamamı, bir gün bir etkinliğimize onu da getireceğini söyleyip beni yatıştırmaya çalışmıştı. Dergiden çıkardığım Ceyhun’un bu garipsediğim eylemini anlamaya çalışmak, yerine birini bulmak dışında bir şey düşünecek halim yoktu ama hiç de unutamadım. Ne bekliyordunuz, o kutsal kelamları eden yazarın peygamber olduğunu sandığım zamanlardı. Onun yerine katılmaya istekli olan, ama kalabalık olacağımız düşüncesiyle sıcak bakmadığım Mehmet Güler’i katıp etkinliği tamamladık. Eş dost... ilgi fena değildi, sonradan belediye başkanı olacak birinin uzun ve övücü konuşmasını, arada da gelecekteki seçmenlerine mesaj olsun diye incelikle de olsa, bizi komünistlikle suçlamasını, yazarların sergilenen kitaplarından satın alan olmayışını saymazsan keyifliydi de. Ne var ki benim aklımdan Ceyhun'un o şık bulmadığım isteği hiç çıkmadı. Bir daha da Ceyhun'u arayıp sormadım, dergide de yer vermedim. Üzerinden bunca zaman geçti, iyi tanımasam da, tanıyanların insan yönüne övgüler düzdüğü yazarın bunu niçin yaptığını düşünürüm. Görüp konuşmak, sormak ve anlamak kısmet olmadı. 1934 Adana doğumlu Demirtaş Ceyhun’u 2009 Temmuzunda yitirdik. Sonrası? Sonrası uzun hikaye; gerisini başka bir zaman anlatırız. Bir dem daha da olsa anlatacak hikayemiz kalsın. On sekiz yıl oldu, maviADA hala yolda; ben yaşlanmaya durdum, o yorulmadı. İnternet dergisini sürdürüyor, bazen de basılı dergiler yapıyor, hatta etkinlikler de. Hala insanları var onu ayakta tutan, sevgiyle saygıyla omuz veren, destek olan, o bıraksa bırakmayacak insanları. Şimdi artık biliyoruz ki sanatla uğraşı, öteki yanları bir yana elit bir ilgiyi paylaşmak, hayata birlikte karşı koyacağın benzer insanlarını yaratmaktır da aynı zamanda... Daha hoş ve estetik hangi hobide yanyana gelebilirdik ki, demanssa da iyi gelen okumak ve yazmak dışında? Yakın zamanda biz bunun, yani "olanaksızı iste kendini yarat"ın etkinliğini de yaptık tıklım tıklım dolu bir salonda altı yazarla... Ah pandemi olmasaydı, görecektiniz... Geçmişin kültür sanat ilgisi elbet yok ya da daha popülist bir hal almış. Belki milenyum tam kırılma zamanıydı, ama son yirmi yıl, sadece ülke değil, dünya, insan da çok değişti. Baksanıza Trump gibi bir adam Amerika'ya başkan oldu. Bildik hiçbir değerimiz yok artık. Bundan edebiyat nasipsiz mi kalacaktı? Deneyime ve ustalara saygı duyan, yetişme sabrını ve saygısını taşıyan, bir dergiyi okul gören, imeceyle bir şey yapmaktan mutlu olan... çok insan kalmadı. Bir Hamamda söylediği bir türküyle ertesi sabah şarkıcı olmak kolaylaştı. Şimdi İnternet çağı, yazar olmak, kitap yazmak oyuncak... Bir bakın, düne kadar TV'de yer alanlara, kanaat önderi olarak sunulanlara; tipiyle, duruşuyla, aklıyla, bilgisiyle, konuşmasıyla, zarafetiyle, diplomasıyla, kariyeriyle örnek alınacak model insanlardı hepsi, ya şimdi? Bizim gözlerimiz dünü unutmadan bugünü bir adım daha güzel, daha gelişkin, daha yaşanılır kılanları, kılacakları arıyor. Biraz eskiye çalsalar da... demeyin şimdi. Ona klasik diyorlar, bilmiyor muydunuz? Klasik; yani alışılmış değil, dünü ve bugünü görmüş, ama hala en güzel ve nadide; yani eşsiz... Klasik müzik gibi... Hadi bir tane daha "Ay Işığı Sonatı" yapın bakalım? Bizler onu özlüyoruz. Tek başımıza olmaz ama birlikte yapabiliriz diyoruz. Yapamasak ne gam? O kaplumbağa vardı ya hani az önce sözünü ettiğim, hani Hicaz'a giden, yavaşlığından dem vuran işgüzarlara "gidemesem bu uğurda ölemem mi," diyen, o da bizdendi. Bizim öyle sözlere özgüvenimiz yetmez, daha alçakgönüllüyüz: Hayatı güzelleştirmek için bildiğimiz, öğrenmek için de çok emek verdiğimiz yollardan biri de bu. Sahi siz hayatınızı daha anlamlı ve güzel kılmak için ne yapıyordunuz? İşte ondan maviADA yaşıyor. Bana gelince, marongozun hatası hala maviADA'yı yönetiyorum. Bazen de o beni... Bugün, iyi ki de onca kaçtığım halde dergi beni bırakmadı diyorum; ömrümde yapabildiğim en güzel şeylerden biridir maviADA... Hele şu Pandemi günlerinde... ADA'nın Adamları mı? Keşfetmeden ölebilirdim, benim içimdeki, bir tür Bekçi Murtaza katılığında ve görev aşkında bağnaz misyoneri uyandırdılar ya, hepsi sağ olsun; Ölenlerin yerleri aydınlık , kalanların da ömrü güzel... Sizin de...

  • HAMAZ KARGA

    (simgesel öykü) Çobanaldatan’ın hikâyesini anlatınca Gök, kargaların hücumuna uğramış. Kargaların krallığını çoktan içine sindiren şahin, doğan, kartal… El pençe divan durmuşlar Hamaz Karga’nın karşısında… Yeni Kral *Hamaz Karga’nın krallığı yedi iklim dört köşede saltanat kurmuş! Yedi düvele bayrak açan Yusufçuk, ufalmış, minicik kalmış. Masalların efsanevi kuşu Zümrüdüanka bile şakayık bülbüllerine dönüp Hamaz Karga’nın baş söyleyeni olmuş. Hamaz nereye gitse, o da bir adım arkasından gitmiş. Yaşar Kemal’in Hüt Hüt’ü bile niyaz etmiş Hamaz’a... Hamaz iktidarını perçinlemek için ilkin eski servis elemanlarını tamamını kapı dışarı ederek, başlamış işe… Hamaz: “Her kim olursa olsun, benim krallığıma karşı gelir, hakkımda ileri geri konuşacak olursa, yapacaklarımı biliyorsun, demiş,” Kızlarağası’na. “Biliyorum,”demiş Kızlarağası. “Sana yetki verdim, el verdim. Hemen oracıkta kim varsa, onlardan divan-ı harbi teşkil edip infaz edeceksin!” “Emrin olur baş baş efendim,” demiş Kızlarağası. Ülkenin adı değiştirilmiş: Hamazşahlar… O günden sonra kargalar en kutsal kuş sayılmış. Karga tüyleri yılan derilerine sarılıp nazarlık olarak takılmış; atıkları da hekim kuşlar tarafından hastalara lokman diye önerilmiş. Köşe başları atık satan aktarlarca, nazarlık satan muskacılarca tutulmuş. Suyun başını devler tutunca köşeleri de kuyrukçuları tutmuş… Öte tarafta da Gök’e dair yazılan tüm menkıbeler krallığın en büyük meydanına toplanıp şaşalı törenlerle ateşe verilmiş… Törene katılanlar öyle bir kendilerinden geçmiş, öyle bir kendilerinden geçmiş. Eğlendikçe alkışlamışlar. Alkışladıkça aşka gelmişler. Alkışladıkça baş baş efendilerinin aşkına tüylerini rüzgâra vermişler. Onlar alkışladıkça ağaçlar kurumaya, çiçekler solmaya yüz tutmuş. Onlar alkışladıkça gökyüzü ile birlikte, Gök’te ağlamaya başlamış… Ne yapacağını bilemeyen Gök’ü bir düşüncedir almış. Arpacık kumrusu misali düşünmeye başlamış. Düşündükçe açmaza girmiş, düşündükçe karanlık düşüncelere dalmış… Yukarılardan, ötelerden aldığı feyzler de kifayetsiz kalmış. Gün gün erimiş, gün gün tükenmiş. Bir ayın sonunda kurumuş gazele dönmüş. Deli deli esen bir rüzgâra tutulsa, yok olup gidecek hale gelmiş. Gök, kimselerle konuşmaz, görüşmez olmuş. Yapamamış, sokmuş başını kuma. Lâkin saklanan sadece başı olduğundan öte yanları açıkta kalmış… “Bu kim bilir misin,”demiş Topal Karga. “Kim?” demiş alakabak. “Bu,” demiş, gün doğusuna çödüren,” demiş “Bu kim bilir misin,” demiş Gökçe Karga. “Kim?” demiş sığırcık. “Bu demiş,” lodosa inat uçmaya çalışan,” demiş. “Bu kim bilir misin,” demiş, karayılan. “Kim” demiş Osman’ı çalan saksağan. “Bu demiş: "Engin ovalarda orak biçilmez, Düğünden bayrama güzel seçilmez, Güzel olan güzel(e) fiyat biçilmez," diye nifak sokan demiş. “Bu kim” bilir misin demiş, Kambur Karga. “Kim demiş, serçecik. “Bu demiş: "Ay’a bak yıldıza bak, Suya giden kıza bak, Kız Allah’ın seversen, Dön de biraz bana bak," diye aşk türküleri söyleyen,” demiş. “Bu kim bilir misin,” demiş Hamaz Karga. “Kim” demiş kırlangıç. “Bu demiş, La Fontanine’nin sesi Orhan Veli! Bu demiş, Ezop! Bu demiş, Fakiye Teyran! Bu demiş, Süleyman! Bu demiş, Yunus! Bu demiş, Mevlâna! Bu demiş, Pir Sultan! Bu demiş, Hallac-ı Mansur! Bu demiş, Nesimi! Bu demiş, Kaygusuz! Bu, bu, bu, bu… Bu demiş, Neruda! Bu demiş, Nazım! Bu demiş, Nasrettin! Bu, bu, bu… işte o!” Böyle demiş Hamaz: “Aynen Enel Hak diyen Hallac-ı Mansur gibi dara çekin,” demiş. Aydan arı, günden duru Gök’ü yakalayıp kanadını kolunu kırmışlar, başı kesilmiş kara bir serviye bağlamışlar. Tekmil yaratıklara da “taşlayın,” demişler. Herkes taşlamış. Sonra da Nesimi gibi, yüzmüşler derisini. İbreti âlem için, günlerce günlerce krallığın meydanında bırakmışlar ölüsünü. O günden sonra meyveler, elmalar kuruduğu için Gök’ten hiç üç elma düşmemiş...“ Hamaz: İspiyoncu...

  • Adı Sakine!

    Ankara ayaza kesmiş zemheri! Kime, neye bu isyan? Çatlatmış usunu avaz avaz Getirdiler Gölbaşı’na Üzüm karası Gür saçları belinde. Şırınganın ucunda asılı kalan, Çığlığın aksine Adı Sakine!.. Gökyüzüne bakar, Zümrüt gözleri isyankar Türküler söylerdi… Mezopotamya güzeli. Varsay ki, Gökyüzünün tek sahibi. Karanlığı yırtan kıpkızıl Ay’ı Bana uzatıyor cömertçe. Güler Duman türküleri baş tacı! Güneşi bir tek O’na saklıyor Sakine!..

bottom of page