top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • A R K A D A Ş Z . Ö Z G E R Ş İ İ R Ö D Ü L Ü 2 0 2 2

    B a s ı n B ü l t e n i Ö l ü m ü n ü n 49 . y ı l d ö n ü m ü n d e A R K A D A Ş Z . Ö Z G E R Ş İ İ R Ö D Ü L Ü 2 0 2 2 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nün yirmi yedincisi veriliyor. Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2022. Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon, email ve özgeçmişlerini de içeren dosyayı; a)Pdf formatında olmak kaydıyla mayisyayin@yahoo.com.tr adresine maille, ya da b)Altı adet çoğaltılmış olarak Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor. Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2022 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitap halinde yayımlayacaklarını açıkladılar. Özger’in ölümünün 49. yıldönümünde, 08 Mayıs 2022 tarihinde verilecek Ödülün seçici kurulu Sina Akyol, Orhan Alkaya, Gökhan Arslan, Suat Çelebi ve Mustafa Torun‘dan oluşuyor. Ayrıntılı bilgi : 0.232.348 71 91 www.mayisyayinlari.com Ölümünün 49. Yıldönümünde ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ 2022 1996’dan beri düzenlenen ve bugüne kadar Gazanfer Eryüksel-Yücelay Sal (1996), Zeynep Köylü-Hüseyin Peker (1997), Serap Erdoğan-Hüseyin Köse (1998), Kuvvet Yurdakul (1999), Sadık Yaşar (2000), Mehmet Kâzım-Bâki Asiltürk (2001, Bir Şiiri İnceleme), Bahtiyar Kaymak (2002), Nesrin Kültür Kiraz (2003), Ertuğrul Deveci (2004), Cuma Duymaz-Sinan Oruçoğlu (2005), Hayriye Ersöz (2006), Ersun Çıplak (2007, Bir Şiiri İnceleme), Halil İbrahim Özbay (2008) Nurullah Kuzu (2009), Gökhan Arslan (2010), Murat Acar (2012), Şerif Mehmet Uğurlu (2013, Bir Şiiri İnceleme), İrfan Çinar (2014), Monica Papi (2015), Meryem Coşkunca (2016), Narin Yükler-Fatih Kök (2017), Zeliha Cenkci (2018), Kaan Tanyeri-Rojhat Turgut (2019, Bir Şiiri İnceleme), Beste Naz Karaca (2020), Mustafa Torun’a (2021) verilen Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nün 2022 programı aşağıda belirtilmiştir. Ödüle aday olma koşulları Ödüle, bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış kişiler aday olabilecektir. Dosyaların kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır nitelikteki şiirlerden oluşması gerekir. Seçici kurul; birincilik, ikincilik, üçüncülük gibi değerlendirmeler yapmayacak; tek bir Ödül verecektir. (Ödül birden fazla dosya arasında paylaştırılabilir. Jüri Özel Ödülü verilebilir.) Ödüle aday olmak isteyenler, özgeçmişlerini de içeren dosyayı, adres, email ve telefon numaralarını da belirterek, a)Pdf formatında olmak kaydıyla mayisyayin@yahoo.com.tr adresine maille, ya da b)Altı adet çoğaltılmış olarak Mayıs Yayınları’ nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No:36/20, Manavkuyu, Bayraklı-İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, kargo ya da taahhütlü posta ile gönderecek ya da elden teslim edeceklerdir. Ödül için gönderilen dosyalar iade edilmez. Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2022’dir. Ödül, Arkadaş Z. Özger’in ölümünün 49. yıldönümünde, 08 Mayıs 2022 Pazar günü düzenlenecek bir törenle verilecektir. Seçici kurulca Ödüle değer görülen yapıtın yazarı, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü 2022 Diploması ve Plaketi ile onurlandırılacak; ayrıca dosya kapsamındaki şiirler, Mayıs Yayınları Şiir Dizisi’nden, yıl içinde ve telif karşılığı ödenerek kitap halinde yayımlanacaktır. Seçici kurul (abc sırasıyla) Sina Akyol, Orhan Alkaya, Gökhan Arslan, Suat Çelebi, Mustafa Torun.

  • Yaşamak

    Sınırı belli belirsiz bir çizgi üzerinde yürüyerek geçiyor ömrümüz. Bir tarafta yaşam var, diğer tarafta ölüm. Ölüm hiç birimizin çözemeyeceği bir iplikten ibaret bu yüzden yaşam hakkında konuşalım. Gariptir yaşam. Griliklerle doludur, hiçbir zaman siyah ya da beyaz olmaz. Bazen onlarca acının arasına serpiştirilmiş birkaç mutluluk, bazen ise bitmesini istemeyeceğimiz bir rüya… Yaşam nasıl tanımlanırsa tanımlansın içini doldurmamız gereken bir olgu. Hayatın kalemi kimi zaman mutluluk, kimi zaman hüzün, kimi zaman da hataları yazmalı. Hepimiz hiç olarak doğarız ancak bazı insanlar hiç gibi yaşayıp hiç gibi ölmek konusunda neden bu kadar istekliler? Halbuki hayat dolu dolu yaşamayı gerektirecek kadar kısa. Burada hayatı doldurmaktan kastım iyi bir meslek sahibi olup bir sürü başarıya imza atmak değil. Hayatınızı doldurmak için sadece hissetmeyi öğrenin. Elinize bir kitap, karşınıza bir insan aldığınızda onun acılarını duymaya çalışın. Her gün yanından geçtiğiniz ağaçlara başınızın üstünde duran masmavi sonsuzluğa bakın. Saçlarınızın arasında gezen rüzgarı, okuduğunuz şiirleri, yaşadığınızı hissedin. Sarılın, ağlayın, gülün, anlatın, dinleyin ve en önemlisi de hata yapın. Çünkü bir gün her şey gittiğinde geriye sadece hatıralar kalır ve birçok şeyin aksine anılar eskimez. Sadece zamanı gelince tekrar hissedilmek üzere kalbimizin bir rafına kaldırılırlar.

  • Tutkal

    doğuştan mavi değilmiş gözlerim büyüyünce de mavileşmedi tenimin annemin dayak yemiş Kürt rengini Çerkez beyazlığıyla yıkayıp dursa da babam soluğum gecekondu kokar kurtulamadım nereye gitsem tutkal çocukluğum yalınayak bu yüzden iridir ayaklarım elin topuyla oynadım donum düşerdi koşarken otuz beş yıl sonra benden umudunu kesmiş karım yumuk yumuk bile bakamıyor kelimden yansıyan güneşle kamaşıyor gözleri nedense çocuklar pespembe gülüyor karşılaştığımda moruklar da çocuklar gibi dişlerini göstere göstere seksenimde bir devrim bekliyorum kırışıklarım düzelecek ikide bir düşüyorum ya, o kalkacak eklem ağrılarım dizkapaklarım filan bunca yıl sonra öğrendim umudu tutkal yapmayı * Nihat Ziyalan - Eve Götür Beni Nehir adlı kitabından (Ve Yayınevi - 2018)

  • TÜRKİYE’NİN DÜZENİ

    Özer Ozankaya’ya göre “Nüfusun büyük kısmı çok düşük bir gelir düzeyinde yaşayan, okuma yazma yeteneğine sahip bulunmayan bir ülkede çok partili parlamenter düzeni tutarlı olarak uygulamak hemen hemen imkânsızdır; çünkü partiler parlamento gibi demokratik usullerin görüntüsü altında, gerçekte feodal nitelikte otokrasi yolları işlemeye devam etmektedir. Çok partili parlamenter düzen, bu feodal otokrasi kalıntılarıyla savaşmak bir yana, onları örtülü olarak yaşatmaya bile yarayabilmektedir.” Köyde Toplumsal Yapı ve Siyasal Kültür adlı doçentlik çalışmasından alıntı yapıyor. Türkiye’de tutucular koalisyonu egemenlik kurmuştur halkın üstünde. Geniş ticari örgütü ve küçük iş sahiplerini de desteğine alıp toplumsal temelini sağlamlaştırmıştır. Küçük burjuvazi şahsi menfaatlerini ön planda tutmaktadır. Seçim araştırmaları orta sınıfın menfaatleri nedeniyle statükonun devamını alt ve üst gruba kıyasla daha çok istemekte, kırsal bölgelerde ise ağa, bey ve şeyhler seçmenleri etkilemekte, kitleleri yönlendirmektedir: “Köylüyü her yönden tam bir çember içinde tutan bu güçler kitle oyunu istedikleri yönde kullanabilmektedirler.” Bütün partiler ailelerin nüfusundan, ırk ve mezhep ayrımlarından yararlanmaya çalışmaktadır. Büyük toprak sahipleri milletvekili adayı gösterilmektedir (DP halka dayandığını ilan etmekle birlikte devletçiliğe ve toprak reformuna karşıdır ). Kompradorlarla ağalar halkın eğitimini yaygınlaştırmak amacıyla kurulan köy enstitülerinden rahatsızlık duymuşlardır. Toplumsal hareketlere (grev, toprak reformu istekleri vs.) AP ile de bürokratik sertlik gösterilmiştir. Mübeccel Kıray bir incelemesinde Türkiye’de köyün 3 gelişme aşaması olduğunu ifade eder: 1. tip köy, tutucu partilerin oy deposudur. Çünkü köyün ilişkilerini geleneksel bir lider etkilemektedir. Herkes aynı miktarda toprak sahibidir. 2.tip tam kapitalist olmayan köyde bir iki büyük toprak sahibi egemendir. Tutuculuk sürüyor. 3.tip köyde, kapitalist ilişkiler gelişmiş, köylü işçi haline gelmiş, egemen güçlere karşı çıkma bilinci ortaya çıkacak şartlar gelişiyor. Ancak örgütlenme düzeyleri gelişmemiş. İlerici partilerin çabalarını bu tip köylerde yoğunlaştırması gerekir. 4.tip köy gelişmiş, köylü-aracı ilişkisiyle... Tüccarın zengin ve nüfuzlu olanları hayatlarıyla gelirlerine etkisi büyük. Eski düzende ağanın görevini tüccar-esnaf yüklenmiştir. Kasaba ve şehirlerdeki kahvelerde köylü üzerinde nüfuz kuruyor. Kapitalist-kentleşmiş düzende güvenlik sağlayıcı kurumlar gelişmediğinden bağımlılık ilişkisi sürüyor. Türkiye köylüsünü bağımlı kılan zincirin ucu aracı-tefeci aracılığıyla (güvenlik mekanizması sağlayan yüzünden) kentte de kompradorlarla uzamaktadır. “Din sömürücülüğü tutucu güçler elinde küçümsenmeyecek bir kozdur.” “…sayıları belki de 100 bini aşan din adamlarının aktif desteği ve propagandasıyla durumlarını kuvvetlendirmektedir. Bu inançladır ki… din sömürücülüğü teşvik görmektedir. “ Köylülerin ufak, dağınık, içe kapalı halde yaşamaları tutucu güçlerin etkisinde kalmalarını kolaylaştırmaktadır. Tutucu koalisyonu köylü üzerinde kurdukları denetleme gücü sayesinde oyları istediği gibi yönlendirmekte, oy toplamaktadır. Amerikalı bir araştırmacının (F.N. Frey) devlet kaynaklarından yararlanarak yaptığı araştırmanın sonucu ilginç: “1962 köy anketi sonuçlarına göre, köylerde erkeklerden yüzde 18’i ve kadınların yüzde 49’u bir siyasi partinin adını dahi söyleyemeyecek durumdadır.” 1961 seçimlerinde AP’nin kazandığı köylerde bile bu partinin adını bilenlerin oranı sadece yüzde 45’tir. Konuşulmayan Gerçekler… Halkın bilinçlenmesini önleyen kuvvetler sayesinde AP defalarca seçim kazanmıştır (seçmenlerle sandık arasına giren “gizli kuvvetler”, muhafazakâr kuvvetler, bazı gruplar, tarikatlar, imam hatipler vs.). Güney Amerika ile Türkiye arasında benzerlikler olsa da orada kentleşme, okur-yazarlık ve milli gelir fazladır. İşçi sendikaları güçlü, sol partilerin faaliyetleri daha serbesttir. Prof. Jacques Lambert, Latin Amerika adlı araştırmasında toplumsal ilerlemeyi geciktirici 2 önemli etken gösteriyor: Asiquisme (Ağalık düzeni) ve Latifundios (Büyük arazi mülkiyeti). Serbest seçimlerin tutucu güçler yararına işlemesine neden olup, politik sistemin ve demokrasinin değişimine engel olmakta. Maurice Duverger, az gelişmiş ülkelerde batılı politik kurumların tutucu güçleri daha da güçlendirdiğini ileri sürer. Duverger’e göre, eski feodal sistem demokratik usullerle maskelenmekteydi. Solun tabanı 1980 sonrası hızla erimiştir (Tutucu ANAP’ın politikaları da etkili oldu). Prof. Nermin Abadan’a göre, gecekondu sakinleri mensup oldukları il ve ilçelerin eğilimine göre oy vermektedir. Irk, mezhep burada rol oynamaktadır. Yeni durumda daha iyi oldukları ve yüzde 95 oranında geri dönmeyi düşünmedikleri halde. (Amerikalı araştırmacı C.W.M. Hart) İşçiler, ilerici ve devrimci bir potansiyel taşırlar. Durumlarını diğer sınıflarla, özellikle burjuvaziyle kıyasladıklarından siyasal bilinçleri artmıştır. Ancak siyasal iktidarlar 1950’den bu yana devlet kuruluşlarında mirasyedi politikası uygulayıp işçi sınıfını sistemden yana çekmeyi devlet kurumlarında yer vererek başarmıştır. İlerici sendikal hareket İstanbul’da tutucu güçlere karşı cephe kurabilmiştir: Derby, Singer, Kavel olaylarıyla… 1970’lerden sonraki solun sandıktaki kitlesel başarısı bundandır. 1973 seçimlerinde CHP’nin oyu yüzde 33’e çıkmıştı (Ecevit’in Kıbrıs olaylarındaki rolü, milli kahraman kimliği kazanması, tutucu güçleri yatıştırıcı politikaları, “Toprak işleyenin su kullananın”, haşhaş, ABD çıkışları vs.). “CHP’nin düzen değişikliği programı tutucu güçlerin ekonomik iktidarını değiştirmeye yönelmiş bir program değildir.” “Halk sektörü yoluyla kapitalizmi yaygınlaştırmayı öngörmektedir.” Örgütlü-bilinçli halk desteği olmadıkça bağımsızlık, demokrasi, özgürlük ve kalkınma sağlanamaz. Bu yollar açık olmadıkça iktidar ve politik sistem meşru sayılamaz. Devrimci bir parti ve örgütlenmiş halk güçleri söz konusu olmadıkça politik sistemin başarılı olma şansı yoktur. “Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda hızla kalkınması ve çağdaş uygarlık düzeyine bir an önce ulaşması için tek çare olarak gördüğümüz ‘milli devrimci kalkınma yolu’ Kemalist tezin temele indirilmesinden ve böylece Atatürk devrimlerinin devam ettirilmesinden başka bir şey değildir.” (Türkiye’nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi, 2001) Doğan Avcıoğlu: Bursa’da doğdu. 1961 Anayasası’nın hazırlanmasında katkısı oldu. M. Soysal, C.R. Eyüboğlu’yla 1961-67 arası Yön dergisini çıkararak 60’ların siyasal düşünce ortamında etkin rol aldı. Ekonomik bağımsızlığı ve Kemalist sosyalizmi savundu. 12 Mart’ta orduyu isyana teşvik suçlamasıyla (C. Madanoğlu’yla) yargılanıp beraat etmiştir. 4 Kasım 1983’te öldü. 1968’de yayınlanan kitabında (Türkiye’nin Düzeni) sosyalist ekonomiyi savundu. Tamer UYSAL

  • SEVGİ

    Kendi gölgesinden çıkmayan insan, kendi gövdesinin çapı kadar çevresine ışık verir. Dünyayı ancak o kadar aydınlatabilir. Güneş olmak için yüreğini ortaya koymak gerekir. Onun içindir ki denizde sürüklenen bir kum tanesi her gün dalgalarla boğuşken yorgun düşse de her gün bir yana savrulsa da özgürdür. Kırlarda yetişen papatya, dağ başlarında püfür püfür esen rüzgârda salınırken, saksıdaki orkide hafif bir rüzgârda solar, güneşte rengi kararır. Bahçede öten serçe özgürce başkasına muhtaç olmadan yemini kendisi bulurken, kafesteki tutsak kanarya başkasının kendisine su ve yem vermesi ile yaşar. Kanarya tutsak olduğu için sahibini sever, oysa maviliklerde özgürce uçan, serçe her sabah kendi isteği ile penceremizi şenlendirir. İnsan toplumu sevmeden, başka insanların acılarına duyarlı olmadan, bir tek insanı sevebilir mi? Sadece bir tek kişiyi sevip topluma duyarsız kalmak sevgi midir? Yoksa bencillik midir? İnsan yalnız olduğu için mi sever birisini? Yoksa sevdiği için mi yalnız kalır? Oysa sevgi sevdiğinin gözlerinde, bir tebessümünde dünyayı kucaklamak değil midir? Bir insanda dünyayı sevmeliyim ben. Doğan güneşi, kuşları, maviyi, denizi, doğayı, insanı ama en çok özgürlüğü dünyayı sevmeliyim. Ben sevdiğim insanla özgür olmalıyım tutsaklığım sadece sevgi dolu yüreği olmalı. (Semihat Karadağlı) 16.09.2019 İzmir

  • İSKELEDEKİ KIZLAR

    O düz yazıyı bir çırpıda yazar, yeni doğan anlamlar katardı. Abartı sayılmazdı bu: Yazdıklarından şiir, şiirden ne kadar okusanız doyup kanamayacağınız insan yapardı. Yüreği dolu dolu...Hüznü deşse kalemi, bentlerinden oluk oluk yaşam taşar, paçalarından gürül gürül umut akardı. Vakitli vakitsiz çiçek açar, gece gündüz bahar kokardı, damağındaysa dört mevsim kiraz tadı. Mektupları da vardı onun, ilk zamanlar sözünü açtığı, okumamın kısmet olmadığı. Kim bilir onlar ne güzeldi, hiç öğrenemeyecektim ne acı. Çünkü o bana hiç mektup yollamamıştı. Kahverengiydi gözleri. İnadına bir parantez açar, kah mavi akardı bakışları, kah yeşillenirdi çalkalanışı. Ya saçları! An gelir buğday sarısını andırır arkaya atardı, an gelir kuzguni olur durulmasıyla açtığı parantezi kapatırdı...İnkar edemem, aslında dünden yarına gün batımıydı o saçların zamanı. Çığ düşüren bir uğultu, içimde dönüp duran anlam kargaşası aşktı. Gidenim, gelmeyenim, denize gönderdiğim...İskelede her gün gözlediğim adam; tuzlu sularına kırmızı karanfiller bıraktığım uzak deniz kaptanı, bense kralın kızı: Sophie. Biz masaldık, aramızdaki mesafe Kaf Dağı... ***Tablolardan esinlenerek yazdığım öykülerden biriydi okuduğunuz. Tablo, Edvard MUNCH'un İskeledeki Kızlar isimli yapıtı. 12 Aralık 1863 yılında Norveç'te doğan, ekspresyonist (Dışavurumcu) ressam Edvard MUNC''un en bilinen eseri Çığlık. Sanat yaşamında ürettiği eserlerin kaynağını ruhsal ve duygusal konular oluşturmuştur. Sanatçı eserlerinde, dışavurumcu diğer ressamlar gibi acıyı ve melankoliyi işlemiş, bunu yaparken de uyum ve güzellik arayışında olmamıştır. Uyum ve güzellik üzerine yoğunlaşmanın gerçekçi ve doğru olmadığını savunmuştur. Yaşam sürecinde ruhunda oluşan derin yaralar, Edvard MUNCH’un resimlerinin temel izleğini oluşturduğu bilinmektedir. Defalarca kötü eleştirilerle karşılaşmış olsa da, sanat yaşamında tavrından ödün vermediği bilinen Edvard MUNCH, 23 Ocak 1944 yılında, yani seksen yaşında Norveç'in Oslo kentinde yaşama veda etmiştir. #zeliş Biyografik bilgilere erişimde leblebitozu'ndan yararlanılmıştır.

  • KÖR GECEDİR YAŞANAN

    Üşüyen bir kuşun kalbiydi haykırdığım Anlamadın demiyorum Yüreklere vurulmuş bir mühür Bin yılı var Yerleşmiş bir susku Anlatamadığım Uzun ve yorucu bir yolculuksa da Güzel bir düştün Durmadan Sarıldıkça kanadığım Bomba sesleriyle uyandırıldığımda Yılları Yaşanmayanları toplamış Bırakıp gidiyordu kız kulesi Dertse dert benim Karıncaların kırılan omurgasıydı Bir türlü saramadığım Oysa konuşsan Kaburgandan itibaren Saltanat Yedi kat göğünle Mor kadifeden Saraydın Taşınla toprağınla Ve pula dönmüş sarı liranla Yıldızları geçkin Kör En uzun gecedir yaşanan Anlayamadığım #zeliş

  • HADİ UYAN

    Hadi uyan, Gün ışığı çilemeye başladı başucunda Denizler bir mavilik edindi günden Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu Bu türküyü dinlemeyecek misin? Hadi uyan Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine Yoksul olsan da uyan Garip olsan da uyan Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için Madem ki iyisin, iyiyi yaşatmak için Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için Hadi uyan Denizi dinle, yaşamak desin Toprağı dinle, barışmak desin Göğü dinle, sevişmek desin Bir plak konmuş gibi gramofona İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü Uyan diyor uyansana Hadi uyan Sevdiğim uyan Ne olur uyan ! Metin Eloğlu Foto: Nurten B. AKSOY

  • İnsan Olun Yavrularım

    Ana karıncayla baba karınca, yavru karıncalan çevrelerine toplamışlar, onlara karıncalık dersi veriyorlardı. Baba karınca, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta karınca olmaya çalışın! Hiçbir zaman karıncalıktan ayrılmayın. Yavrular, - Nasıl karınca olalım? Karıncalığın yolları nelerdir?.. diye sordular. Baba karınca, - Kendinize bizi örnek alın, dedi. Biz ne yapıyorsak, sizler de onu yapın! Yavru karıncalar, baba karıncayla ana karıncaya baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Yazdan yiyeceklerini toplayıp toprak altına yığdılar. Kışın uyudular. Zamanı gelince yumurtladılar. Baba karıncayla ana karınca, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba karınca onlara, - Yavrularım! dedi. Ben artık ölüyorum. Hepinizden memnunum. Hepiniz karınca oldunuz. Hiçbiriniz karıncalıktan ayrılmadınız. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun. * * * Baba balıkla ana balık, yavru balıkları çevrelerine toplamışlar, onlara balıklık dersi veriyorlardı. Baba balık, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta balık olmaya çalışın! Hiçbir zaman balıklıktan ayrılmayın. Yavrular, - Nasıl balık olalım? Balık olmanın yollan nelerdir?.. diye sordular. Baba balık, - Bizi örnek alın, dedi. Anneniz ve ben nasıl yapıyorsak siz de öyle yapın! Yavru balıklar, ana balıkla baba balığa baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Denizde yüzdüler. Kendilerinden küçükleri yuttular, kendilerinden büyüklere yutuldular. Yumurtalar yapıp ürediler. Baba balıkla ana balık çocuklarını çevrelerine topladılar. Baba balık onlara, - Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Biz de rahat rahat ölebiliriz! Hepinizden memnunum. Hepiniz balık oldunuz. Hiçbiriniz balıklıktan ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun. Yavru balıklar, - Biz çok bişey yapmadık, dediler, siz ne yaptınızsa biz de öyle yaptık... * * * Baba ördekle ana ördek, yavru ördekleri çevrelerine toplamışlar, onlara ördeklik dersi veriyorlardı. Baba ördek dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta ördek olmaya çalışın. Hiçbir zaman ördeklikten ayrılmayın. Yavrular, - Ne yapalım da ördek olalım? Ördek olmanın yolları nelerdir?.. diye sordular. Baba ördek, - Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın! Yavru ördekler, ana ördekle baba ördeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Vak vak diye sesler çıkardılar. Suda yüzdüler, karada yürüdüler. Çiftleştiler. Yumurtladılar, kuluçkaya yattılar, yavru çıkardılar. Baba ördekle ana ördek çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba ördek onlara, - Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Hepiniz iyi birer ördek oldunuz. Hiçbiriniz ördeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun. Yavru ördekler, - Biz bişey yapmadık ki, dediler. Size 'baktık, siz ne yapıyorsanız, biz de onu yaptık... * * * Baba köpekle ana köpek, yavru köpekleri çevrelerine toplamışlar, onlara köpeklik dersi veriyorlardı. Baba köpek, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta köpek olmaya çalışın. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmayın. Yavrular: - Ne yapalım da köpek olalım? Köpek olmanın yolları nelerdir?.. diye sordular. Baba köpek, - Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de onu yapın! Yavru köpekler, baba köpekle ana köpeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Havladılar. Bekçilik ettiler. Sadık oldular. Çiftleştiler ve yavruladılar. Baba köpekle ana köpek, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba köpek onlara, - Yavrularım, dedi. Siz artık yetiştiniz. Hepiniz iyi birer köpek oldunuz. Biz de ölüyoruz. Hepinizden memnunuz. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun. * * * Sığır, manda, hamsi, balina, deve, fil, yılan, koyun, yeryüzünde ne kadar baba hayvan ve ana hayvan varsa, yavrularına kendileri gibi olmaları, bunun için de kendileri ne yapıyorlarsa öyle yapmalarını söylediler. Yavru hayvanlar da baba hayvanla ana hayvana bakıp onların yolundan gittiler, sonunda iyi birer hayvan oldular. Baba hayvanla ana hayvan da ölürken, yavrularına memnunluklarını söylediler, haklarını helal ettiler. * * * Baba insanla ana insan, çocuklarını çevrelerine toplamışlar, onlara insanlık dersi veriyorlardı. Baba insan, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta insan olmaya çalışın, hiçbir zaman insanlıktan ayrılmayın. Çocuklar, - Ne yapalım da insan olalım? İnsanlığın, insan olmanın yollan nelerdir?.. diye sordular. Baba insan, - Çok kolay, dedi. Kendinize bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın! Çocuklar, baba insanla ana insana baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Hepsi de tıpkı tıpkısına babalarına benzediler. Baba insanla ana insan çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba insan onlara, - Yazıklar olsun! diye bağırdı. Hiçbiriniz bizim istediğimiz gibi yetişmediniz. Hiçbiriniz insan olmadınız. Hepiniz de insanlıktan uzaksınız. İnsanlıktan ayrıldınız. Artık ölüyoruz. Yazık oldu emeklerimize, boşa gitti. Bütün hakkımız haram olsun, Allah hepinizi kahretsin. Çocuklar şaşırdılar, - Peki ama, bize neden beddua ediyorsunuz? dediler. Biz yanlış birşey mi yaptık yoksa... Size baktık, sizi örnek aldık. Siz ne yaptınızsa, biz de onu yaptık... Aziz Nesin/Memleketin birinde /Sahife:84-88) Doğum tarihi: 20 Aralık 1915, Heybeliada Ölüm tarihi ve yeri: 6 Temmuz 1995, Çeşme * Derleyen: Semihat Karadağlı

  • Bonbon Dede

    Pişmesi uzun sürecek yemekler için maltızlar yanardı. Tavşankanı dem alması beklenen çayların hazırlığı yapılırken, henüz kora dönmemiş maltızlardan çıkan dumanla, mahalle afyon çekmiş gibi olurdu. “- Kangal sakızları var! Bonbon şekerleri geldi. Leblebi, çekirdek var!” Havayı bıçak gibi ikiye bölen bu sesle, sokağın başında, eskimiş takım elbisesi, fötr şapkası, koluna taktığı meşin siyah çantası ile görünen tonton ihtiyarı, çocuklar, kuyruk ve burunlarını havaya dikip, sabırsız yalanan, minik kediler gibi beklerdi. Çantasıyla, bir satıcıdan daha çok, seyahatlerden, hediyelerle eve dönüyormuş izlenimi veren ihtiyarın, çay bardağı ölçüsüyle sattığı, leblebi ve çekirdeklerden almak uğruna, beş on kuruş için annelerinin eteğine yapışıp sızlanan çocuklar, Bonbon Dede adını takmışlardı ona. İhtiyar, belli etmese de, haftanın belli günleri geldiği mahallede, çocuklardan gördüğü yakınlıkta, hasretini çektiği çocuklarının kokusunu buluyor, onlara derin hislerle bağlanıyordu. Bu yüzden, hiçbir çocuğu evine eli boş göndermek istemezdi. Oluru olsa hepsine bedava dağıtacaktı çantasındakileri. Ceketini çekiştirip, bana da!.. bana da!.. diyerek sıralanan çocukların arasından, kenara büzülmüş, mahcup kara gözleriyle diğer çocukları imrenerek izleyen küçük kıza takıldı gözü, ihtiyarın. Kendi kızı, Zeynep’ine benzetti. Öyle içten, öyle sıcak baktı ki, küçük cesaretlerdi. Diğer çocukların arasından süzülüp, iki belik saçlarından yolarak çıkardığı Arap başlı bir çift lastik tokayı dedeye uzatarak: -Bunlara bonbon şeker olur mu? Kara Kız’ın başını sevgiyle okşadı. Tokalarını kendi elleriyle, beliklerine takarak: -Senin adın ne küçük? -Selvi -Selvi... Selvi gibi uzun olsun, boyunda, yaşında, emi? Diyerek çantasından çıkardığı şekerleri uzattı ihtiyar. -Hangisinden istersin şekerlerin? -Hani böyle renk renk… -Al bakalım, hangisini istersen. Daha ne isteyebilirdi hayattan. Bir sürü çocuğu olmuştu, üç beş şeker ve leblebi sayesinde. Ne zamandır yalnız yaşıyordu. İyi ki bu fikir gelmişti aklına, yaşamını doldurmuştu. Yoksa bir başına mutsuz tamamlayacaktı kalan ömrünü. Gözleri Selvi’nin elindeki mavi şekere daldı. Şekerin içinden kendi dünyasının tozlu köşelerine ulaştı, hiç unutamadığı geçmişi, çocuklarını, kızı Zeynep’i anımsadı. Kendi torunları da olmuş muydu acaba? Neredeydiler şimdi? Başka evlerde mutlu olur mu çocuklar? Kim bilir, ne çok kızıyorlardı ona? İçindeki ince sızı, yüreğini dağlayarak, burnunu sızlattı. Gözleri ıslandı. Karısı genç yaşta öldükten sonra çocuklarının her biri bir tarafa dağılmış toparlayamamıştı bir daha. İş yok, güç yok. Üç çocuğa günlük işlerde çalışarak nasıl bakardı? Çaresiz yetimhaneye bırakmıştı. İlk zamanlar görmeye gidiyordu. Sonra bir şeyler götürememenin, yetememenin ezikliğiyle gidemez olmuştu. Bir daha görmemek koşuluyla, evlat edinilmelerine karşı koyamadı. İmzayı atarken ölüp ölüp dirilmişti. Yıllarca her çocuk sesinde kendi çocuklarını aradı durdu. Belli ki yara henüz kapanmamıştı, hiç kapanmayacaktı. Boynu bükük, hüzünlü bakan her çocuk biraz daha kaşıdı üzerini. Kaç gece: “- Baba! Baba! Ne getirdin bize?” diyen çocuklarının sesleriyle uyandı düşlerinden. Sonda yaşama dönme gayreti ona bu işi buldurmuştu. Ardından bu gönül yolunu… Yitip gitmeden, borcuydu. Çocuklarına götürmeyi isteyip de götüremediği çerezleri, başka çocukları mutlu etmek için taşıyacak, onların gözlerindeki mutlu bakışlarla huzura erecekti. Sokak sokak dolaşıp, onları sevindirmek için, en kuytu köşedeki çocukları bile bu yüzden arayıp bulacaktı. Para kazanmak düşüncesi yoktu. Bir ekmek, biraz peynir, zeytin alsın yeterdi. Belediyenin kurban bayramı için yaptırdığı küçük barakanın dört yanını naylon torbalarla sarmıştı, soğuktu ama işini görüyordu. Sattıklarından elinde, yenisini alacak kadar bir şey kalsın yeterdi. Büyük, küçük mahallenin sevgili bonbon dedesi olmuştu. Özellikle kara kız, Selvi’nin… Bonbon şekeri verip, başını okşadığı o günden beri bir başka ısınmıştı ihtiyara. - Kenger sakızları var!.. Bonbon şekerleri, leblebi, çekirdek… Var! Selvi sesi duyar duymaz kapının önünde aldı soluğu, bütün çocuklardan evvel koştu yanına. Bu kez şeker değildi derdi. Küçük elleriyle yeleğinin cebinden çıkardığı buruşuk siyah beyaz fotoğrafı dedeye uzatarak: -Bak, bunlar benim annemle babam. Ninem verdi. İhtiyar, zeytin gözleriyle kendisine sevgiyle bakan Selvi’nin elinden resmi alarak baktı. Bir düğün fotoğrafıydı gördüğü. Bıçkın delikanlının yanında, telli duvaklı, öyle gözleri yok çeker gibi duran gelin kızı Zeynep’inin ta kendisiydi. Kaşının üzerindeki belirgin siyah beninden tanımıştı onu. Kalbi duracaktı heyecandan. Daraldı daraldı… Yüreğini yüklenen sesiyle: -Neredeler şimdi? -Ninem, onların cennette olduklarını söyledi! Sol tarafına sanki bir bıçak girip çıktı. Sapsarı kesilmişti rengi ihtiyarın. Titreyen buruşuk çilli ellerini göğsüne bastırdı. Bir şey söylemeden arkasını dönerek, ağır ağır ilerlerken öteki eliyle yaşlı gözlerini siliyordu. Beklentisine umduğu gibi yanıt alamayan küçük Selvi’nin dudakları büzülmüştü. Düşen fotoğrafı yerden alarak, küskün, aceleyle eve koştu.

  • MANŞETTEN VERİLSİN

    an gelir zaman anlamını yitirir değiştiği gibi dönüşür her şey toprak ısınmadıysa el ayak çözülmez mevsim aynı söylenen söz uymaz ritme otlardaki hışırtı sıkıcı kör dövüşü ertesi her sevişme kısır döngü üzere her ölüm vakitsiz gökyüzü kara çarşaf peçesi gerilmişse gözlere yolunu şaşıran azgın nehir ve sorun yaptığımız ölü taklidi vakitsizlik değil failimiz gigabyte/ı düşük dahili belleğimizdir ki basiretsizliğimiz manşetten verilsin çarşaf çarşaf örtülsün üzerimize öldüm ölüyorum derken oracıkta bir bakış fırlatmalı ufuk çizgisine parlayan son yıldızın suç ortaklığına kızılın karanlığa çentik attığı o son kimse/Siz' liğe can çekişme anı ve imkansızsa da dokunmalı yırtmalı başka bir şey değil namluya sürülü isyan yine akıl tutulmasında bilinç düzeyine güneşe sıvanan gecedir gece #zeliş

  • Düşününce

    *Yazmanın İyisi Yazmak salt bir yetenek, dünyaya ben de varım demek, peygamberlik rütbesine erişmek değil. Yazmak, sadece ötekine bir şeyler öğretmeye çalışmak, ben neymişim, siz kimsiniz, bakın bildiklerime de değildir. O en çok yazana yönelik iyi bir öğretmendir. Kuşkusuz bunun da derecesi olmalı; iyi bir yazarsanız… ne kadar yazarsanız... En çok şiir yazanlar dikkat etmeli: İyi her yazı bir anlamsal ya da temasal bütünlük taşır, ister şiir, ister deneme, ister mektup. Bu bütünlüğü yitiren, neresinden kesersen kes canlanacak bir solucana dönmüş yazı, ürettiği ses ve söz cümbüşü ne olursa olsun yarım, dahası başarısızdır. Yaratıcı yazında yalınlık bir gönül almadır; iyi bir edebi yapıtı sıradanlıktan kurtaran çok katmanlı olmasıdır. Edebi yapıtların öteki anlatılardan ayrıldığı temel nokta da budur. Bu sihirli gücü ona yükleyen de imgeler ve söz sanatlarıdır. Bildiğimiz benzetmeler, ad aktarmaları, eğretilemeler anlamı yükseltir. Bu nedenle içinde bir kurgu olsa bile düz bir olaymış gibi anlatılamaz. Bu yüzden onlar anlattıklarından daha çok hissettirdikleriyle değerli ve güzeldirler. Bu nedenle her okur tarafından ayrı ayrı ve her defasında da başka tat alınarak, durmadan çoğalarak okunurlar. Bu özellikleri yüklenmiş bir yazı da kolayına yalın olamaz. Kuşkusuz, Türk Edebiyatını Suriyeli göçmenlere anlatmıyorsanız . O da edebi eser olmayacaktır zaten. *Yazar Yazar, paylaşılan söz, bir tür tanrı kelamı olmayı başarırsa evrenseldir. O zaman bir yazar, en niteliklisi bile bir yere kadar nesnel olan, bir insanın yaratımı, ancak birilerini ötekileştirerek var olabilen bir dogmatiğin adamı nasıl olur ki? Oysa o ancak evrensel değerler ve insandan yana sisteme muhalif ütopyalar üretirse büyür, sıra insanlığını aşar. Yoksa iyi eğitilmiş, ağzı laf yapan, tahtını gösterişle dolduran, konum sahibi, hatta zengin, yani hayatı da kotarmış onca insan varken, rasyonel yaşama tutunmayı bile başaramadığından kaybolmuş, salt düşünsel uzam ve estetikte mükemmeli bulabilen yazara ne gerek kalır? Ondan görülmeyeni göstermesi, beyaz ile zencinin bir arada yaşayabileceği bir düzeni tasarlaması ve önermesi beklenir, süren haksızlıkların en azından bir bölümüyle göbek bağı olan düzenleri, inançları alkışlaması değil. Kişi bir doktrinin mabedinde söz sahibiyse ve birilerini ötekileştirmenin türküsünü söyleyebiliyorsa hala, iyi borazan olur ama yazar değil. *Hayat Herkesin kör olduğu yerde, kurnaz ve kötü niyetli değilseniz, açık tek gözünüz, sahip olduğunuz bilgi ve erdem en büyük düşmanınız olur. Kimsenin kendinden uzuna tahammülü yoktur. Ancak filozoflar öteki güzeli takdir eder, ülkemizde de filozofumsu çok, ama gerçek filozof azdır. İyi ki de azdır, tarih göstermiştir ki karşıtında çok acımasız olabilen filozofların hiçbiri takdir ettiğini sevmez. *Aşk Dostunuz, arkadaşınız, aşkınız yoksa güzel yanını da görün; ihanete de uğramayacaksınız demektir. İhanetten söz etmek için birinin önce size yakın ve dost olması gerekir, siz anlatın ya da o öğrensin, sırlarınızı ve zayıflıklarınızı, kuşkunuz olmasın onları kullanacaktır. Eşyanın özüne aykırıdır, çatışma olduğunda ötekini kendinden çok düşünmek. Sadece düşünür gibi yapmak vardır. Bu beklenti güzeldir, ama oluruna çok inanmak yıkımı getirir. Brütüs’u başkası değil, Roma’nın en akıllı yöneticisi Sezar yaratmıştır. Ama Neron’un öyle bir sıkıntısı olduğunu sanmıyorum. Kendini sağlama almaya çalışan akıl mı en büyük düşmanımız yoksa? Aşk bir muhtaçlıktır, bu nedenle kaçınılmaz biçimde biter ve düşmanını yaratır. Böyle olunca bir yanın üzülmesi beklenendir, bazen nöbetleşe ya da aynı anda… İki tarafın da mutlu ayrıldığı bir ilişki aşk değildir zaten. Ama bu gerçeği bilmeniz hiçbir şey değiştirmez. Mademki insansınız, en büyük düşmanınızı yaratmaya mecbursunuz demektir; seveceksiniz. Gensel, bedensel ve ruhsal, hatta sosyolojik vazgeçilmezler sizi sevmeye mecbur edecektir ve siz de dünyanın en eski destanını yeniden hatta ilk kez yazdığınızı sanacaksınız. Aklınız çoğaldıkça aşkınız azalır. Oysa aynı aşk kadim ve ilkel bir içgüdünün yine en ilkel biçimde akıl yoluyla meşrulaştırılması, yüceleştirilmesidir. Yani öğretilmiş bir durumdur aslında aşk. Ne artı bir güçtür, ne insanın ermiş hali… Hissettiğiniz hal var ya, görkemli bir destan filmin orta yerine kurulmuş büyük kahramanın aynaya bakarkenki ruh hali… Seçilmiş sizsinizdir, bir size özgüdür bu saltanat… sanırsınız. Sokaktaki sütçü beygirinin bile kendine özgü ne büyük aşkların kahramanı olduğunu düşünemez hale gelirsiniz, o hal… İşte ona ölmeden önceki kanatlanma hali denebilir. Büyü tamamlanmış, kuluçka süresi bitmiştir. Bir şey olacaktır, belki sizin için iyi, ama aşkınız için kötü… Çünkü görmeye başlayacaksınız bu noktadan sonra. Görmek de insanı akıllı yapar. Aşk da akılla ilişkili mi? Değildir. Akıl, aşk devreye girince, olanaksız olsa da, onu tıpkı yeni arabanız, soğanın cücüğü, tamamlanmış bir yan gibi bir zenginlik olarak dağarcığına ekleyip hayatı kotarmayı sürdürmektir. Öyledir de aşk söz konusu olunca sentesini yitirmeyen kişi bu dünyaya gelmemiştir. Dünyayı titreten adamlara bakın, akıl küpü kadınlara ya da… İşe aşk karışınca… İnsan savunduğudur. Ve savunma çok düşünmeye gelmez. Düşününce görürsünüz, görürseniz inancınız azalır, azalırsa savunmanız biter. Savunma biterse aşkınız da tükenir. Yani olsa da olur olmasa da… Bu ruh hali iyidir, yaşam zevksiz bir saman çiğnemeye döner, ama güzel yanı da vardır, ne ateşe atılırsınız ne de ata yem olursunuz. Aşkın aydınlığa tahammülü yoktur ya da aydınlıkta da güzel duracak aşka… Nasıl ki suyu mikroskopla inceleyip içebilmek cesaret ister, mutfağı görüp de yemeği yemek de… Aşkın hasını isteyen de karanlığı sevmeli… AŞK zaten yaratılışın genlerimize kazıdığı en güçlüsünden hayvansal basit bir gereksinme olmasının yanında, ruhuna uyacak KİMSE arayışı değil midir? Biri bedensel biri ruhsal bu iki vazgeçilmez, o sıradan ilkel içgüdüyü, evrenin en büyük, en güçlü uğruna ölümlere gidilen ve de hoş görülen, saygı duyulan, adına destanlar yazılan sevimli mi sevimli AŞKI yaratmaz mı? *Sınıf HAYAT her durumda bir sınıflar toplamıdır. Orda tembeller, ötede kırmızı kurdeleli çalışkanlar, beride kısa çöpler, yanda şişman balıklar... Kısa çöp, ister emekle kazansın ister rastlantı, ister gaspla uzun çöpten hep alacaklıdır. Asla ona tahammül edemeyecek, belki de tüm ömrünü onu da kısaltmaya adayacaktır. Büyük balık da daha büyük bir balığa yem olmadan yiyebileceği küçük balığı arayacaktır. Ülkenin açmazlarının nedenini Tanzimat’tan bu yana halk sevgisiyle, halk dalkavukluğunu birbirine karıştıran, bir şeyler bilen ama kendini hesaplarından azat edemeyen ilerici aydın modellerinin ben de varım, ben de düşündüm gösterilerinde… girişimlerinde aramak gerekli. Yoksa tam karşıtlarında değil. Cumhuriyeti de onlar yormuştur, ilerici yapılanmaları da… Yoksa genel anlamıyla halk, alternatif düşünce tarzı üretmekte ve ülküsel örgütlenmekte her zaman sıkıntı yaşadığından ve düzenli bellek kaydı kullanmadığından anlamasa da çağdaş ve gerekli olarak savunulanın peşine gitmeye hazırdır, bir öğrendi mi de sürdürmeye… Yeter ki kafası karıştırılmasın. Öyle olmasa her müdahaleci iktidara göre yelken açar, edinmek için ömrünü harcadığı bütün alışkanlıklarına bu kadar kolay sil baştan diyebilir mi? *Siyaset Siyaset, eylemine taraftar kazanmak, anlayışını geniş kitlelere yaymak için sanatın kabul gören güzel kılıfını kullanmayı elbette düşünecektir. Gorki’nin devlet buyruğuyla oluşturduğu edebiyat ya da Tanzimat Döneminin gerçekte olmayan edebiyatı bu bağlamda örnek olarak düşünülebilir. Bir kuram olarak döneminde alkışlanacak ve paylaşılacak bir doğrunun aracı olması değildir kötü olan. Taraftarsak hoşumuza gitse de Adorna’nın da, Sartre’nin dediği gibi siyasal yanlışları içeren biçimler ebedi olan sanatı bozacaktır. İnsanın temel özelliği "ötekine" benzemeyişi, "tektip" olamayışıdır. Gerçekte, pragmatik, özgür ve tümüyle kendine özgü insan düşüncesinin ve hayal gücünün bir “büyük biraderce” yönetimi demektir sanata giydirilecek ideoloji. Bütün siyasetleri üreten insansa eğer, ancak donanımlı ve özgür düşünebilen insanın koşullarına göre sağlıklı yeni siyasetler üreteceğini biliyorsak; kuşkusuz uzun sürse de bir gün bitecek bir siyasete insanı koşullandıracak bir sanata, özgür düşünmeyi ve hayal gücünü kurban etmek… yeniden düşünülmesi gereken bir eylem değil mi? Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar bir siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezber bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir.

  • Bugün Cumartesi

    Bütün bakışlarım geri geldi Resimler üst üste Buraya nasıl geldim Bu kıyı, bu rıhtım Bu olumsuz düşünce Yine o vapurun güvertesindeyim Haydarpaşa'dan bindim Günlerden cumartesi, Karaköy'de ineceğim İçimde bahar gibi bir su sesi Ben bu sesi ne yapacağım şimdi Seni özleyeceğim sevgilim Önce gözlerimiz bulacak birbirini Sonra kirpiklerimin titremesi Terlemesi ellerimizin Ben bu elleri ne yapacağım şimdi Bu bakışı, bu kıyıyı, bu maviyi Kötü çözüldü içimde karıncalar Sana bakarken İstanbul Bu Sarayburnu'nu ne yapacağım şimdi Sümüklü bir çocuk gibi içini çeken Eline çiçekli bir mendil mi versem Yaşam dalgaların sesi Uzaklarda, kendini sonsuzlukla sınayan Bir Kızkulesi Kirpiklerim titremeyecek artık Sana bakarken özlemeyeceğim Cumartesi günlerini desem de Bir kuş konacak kirpiğime Sana getirecek beni

  • Öğretmenlik

    Öğretmenlik, çok önemli bir meslektir. Hem insan yetiştirir hem de tüm mesleklerin elemanlarını. Yetiştirmeye alınan bu insanlar deneme tahtası değildir. Yapılan yanlışların bedeli ağır olur. Öğretmenlik, zevklidir, eğlencelidir, hoştur, onur ve gurur vericidir. Ama zordur. Zamanla, mekanla sınırlı değildir. Bilgi ister, beceri ister, fedakârlık ister, emek ister, sabır ister. Pek çok öğretmen, bunlardan yıllarını vermişler, emekliler de dahil, görevini doğru yaptığını, iyi öğrenciler yetiştirdiğini düşünür. Ancak çoğu ne yaptığının ayırdında değildir. Çünkü eğitimleri, anlayışları, kavrayışları yeterli değildir. Öğretmenlik sevgi ve bilgi işidir. Öğretmen mesleğini, öğrencisini sevmelidir. Sevgisiz yapılan işten verim, sonuç alınmaz. Yaptığı işte attığı, atacağı her adımı hesaplayarak, planlayarak, bilerek atmalı, sonuçları değerlendirmeli, gerekliyse, değişikliklere gitmelidir. Öğretmen kendi branşının gerektirdikleri yanında psikoloji, sosyoloji, pedagoji, felsefe ve mantık eğitimi almış olmalı; öğrencinin tensel ve tinsel gelişim aşamalarını, gereksinimlerini, davranışlarının nedenlerini bilmelidir. Öğrencinin ailesini, arkadaşlarını, sosyal çevresini araştırmalıdır. Öğretmen bilgiyle donanmanın yanında eğitme, öğretme becerisine de sahip olmalıdır. Bu da öğretmenin iyi seçilmesine, yetiştirilmesine, olanak ve kaynakların yeterli olmasına bağlıdır. Öğretmene yapılan yatırımın dönüşü çok kârlı olacaktır. Öğretmen özgür düşünceye sahip olmalı ve Atatürk'ün belirttiği gibi “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmelidir. Devlet, öğretmenin işini rahatça yapması için olanaklar sağlanmalı; öğretmenin elini kolunu bağlamamalı, kanunları, yönetmelikleri bu yönde düzenlemelidir. Öğretmene ve eğitime yapılan yatırımın geleceğe yatırım olduğu unutulmamalıdır.

  • Rüzgar Bizi Götürecek

    Benim küçük gecemde Rüzgar ağaçların yaprağına son kez süre tanıyor Benim küçük gecemde viran olmanın korkusu var Kulak ver Karanlığın esintisini duyuyor musun? Ben garipçe şu talihime bakıyorum, ümitsizliğe alıştım Kulak ver Karanlığın esintisini duyuyor musun? Gecede, şu an bir şey geçiyor Ay kızıl ve karmaşık Ve her an düşme korkusu yaşanan bu damda Bulutlar yaslı kalabalıklar gibi Sanki yağmurun yağacağı anı bekliyor Bir tek an Ondan sonra hiç Bu pencerenin arkasında gece titriyor Ve yeryüzü Geri kalıyor dönüşünden Bu pencerenin arkasında bir bilinmeyen Beni ve seni bekliyor Ey baştan ayağa yeşil olan sen Ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim aşık ellerime bırak Ve dudaklarını, sıcak bir his gibi senden benim aşık dudaklarımın okşayışlarına teslim et Rüzgar bizi kendisiyle götürecek Rüzgar bizi kendisiyle götürecek

  • İNSAN OLMADAN ÖĞRETMEN OLUNMAZ

    (İz Bırakanlar) Öğretmen figürü, insan hayatının en etkili meslek gruplarındandır. Olumlu - olumsuz hâlâ unutamadığımız öğretmenlerimiz vardır. “İyi öğretmen - kötü öğretmen olur,” mu diye sorsak, bu soruya en çok öğretmenler karşı çıkar, diye düşünüyorum; “olmaz öyle şey derler!” “Öğretmenin iyisi kötüsü olmaz, öğretmen öğretmendir!” genellikle böyle söylerler, diye düşünüyorum. Hakikaten öğretmen, öğretmen midir, iyisi kötüsü olmaz mı? Her şeyin, her insanın iyisi kötüsü oluyor da öğretmenin iyisi kötüsü neden olmuyor, öğretmenlik tanrı mesleğidir denir ya o nedenle midir acaba? Bütün dinler, tek tanrılı, çok tanrılı iyiliği öğütler, dinin iyisi kötüsü olmayacağı gibi, öğretmenin de iyisi kötüsü olmaz, öyle mi? Buna dair örneklemeler vererek azıcık polemik yapalım. Ve örneklemelerim, canlı, hayatın tam içinden, duyumdan değil; yaşanmışlıktan olsun! Bu denemeyi okuyan sevgili okur, şimdi biraz dur, gözlerini kapat, geriye yaslan; dünden bugüne öğretmenlerini gözünün önüne getir. Ve şimdi cevap ver “iyisi, kötüsü,” var mı, yok mu? … Benim çok sevdiğim, hayatıma dokunan öğretmenlerim oldu, En başta şunu belirtmem lazım: Öğretmenlerin çoğu önde oturan, kendine yakın olan öğrencilerle daha çok ilgilenir. Bir kere bu tespiti yapalım. Bence bu, büyük bir yanlıştır. Öğretmen yetiştiren kurumlar, insan psikolojilerini iyi analiz etmeli, öğretmen adayları iyi yetiştirilmeli, uzun staj dönemleri olmalıdır. Adı “milli” olan eğitim bakanlığı, detaylı testler sonucu öğretmen adaylarını belirlemeli, bu güzide mesleğe hiçbir şekilde siyaseti sokmamalı, insanları ayrımsız sevenleri "öğretmen olabilir," icazeti vererek öğretmen olmasının yolunu açmalı; öyle her önüne gelenden öğretmen olmaz. Güzellikten başlayayım: Ortaokuldaki Fen Bilgisi Öğretmenim Birsen Gür. Onunla okulumuzla evim arasındaki yol boyu sohbetlerimiz, ona bilmeceler sormam, onun gülümseyerek verdiği cevaplar. Hele bir de “yakacağınız var mı, yoksa Hilmi’ye söyleyeyim size yakacak temin etsin,” demesini; sonra evine çağırıp çayın yanında bisküvi ikram etmesini ve bisküviyi çaya batıra batıra yemem… Hiç unutamıyorum. Vefat ettiyse toprağı incitmesin canım öğretmenimi, yıldızlar yoldaşı olsun; orada da iyilik meleği olarak devam ediyordur öğretmenliğine… Lisede okuduğum yıllar, zor yıllardı. Üstüne üstlük şehirde okumak başlı başına sıkıntı idi. Evde aş ekmek yok, karşısında ısınacağım tenekeden bir soba bile yok, hoş olsa ne olacak ki içinde yakacağın odun nerede? Bunun yanında hayatımı zorlaştıran okuldan soğutan öğretmenlerim oldu. Mesela adı lazım değil sınav kâğıdımı sınıfa getirip yorum sorularına verdiğim yanıtları, “yalan, tıraş, hadi canım…” deyip kişiliğime yönelik saldırılarda bulunması... Hatırladıkça, çıldırıyorum. Neden öyle davranıyor, çünkü sınıfta muhalif düşünceli yalnızca ben vardım. Yalnızca bu mu, bir sürü, dersime girenleri özenle seçmişler sanki: Mesela R. Mesela G. mesela C. gibi… Hâlâ nefretle andığım, unutamadığım, unutmayacağım öğretmenlerim oldu. Son sınıfta okuyordum, dersime giren bir öğretmen kendi gibi düşünen öğrencileri organize ederek saldırtmıştı. Bu kumpas sonucu 27 Nisan’da mecburi tasdikname ile okuldan uzaklaştırdılar beni. O yıllarda okullar 19 Mayıs’tan sonra tatile giriyordu. Şimdi bile aklıma geldi mi, öfkem yanardağ olup patlıyor. Onların öğretmen olarak aldıkları maaşlar zehirle zıkkım olsun! O disiplin kurulu üyelerinin birkaçı talimatla karar alan sözüm ona eğitimcilerdi. Kırk dört yıl oldu, hatırladığım kadarıyla kurul üyeleri ne doğru dürüst bir inceleme, ne doğru dürüst bir soruşturma yapmışlardı. Bugün yaşını başını almış emekli bir eğitimci olarak, bunu böyle değerlendiriyorum. O eğitimcilerin(!) adlarını anmayacağım, sadece adlarının ilk harflerini yazıp geçiyorum. Hem adlarını yazarak yazımın değerini düşürmek istemem. Yazık, onlar adına da üzülmüyor değilim, anılarımda kötü birer öğretmen olarak kaldılar… “Seni Allah çıkardı karşıma,” derler ya, tam da öyle oldu. Hiç görmediğim, adını bile duymadığım bir öğretmen benimle birlikte iki arkadaşımın daha okuldan uzaklaştırıldığını duymuş, bizi arıyor: İsmail Hakkı Topkaya, o, umutsuzluğumuzu umuduma çeviren, geleceğimize kurulan tuzağı, insan sevgisi, cumhuriyet sevdasıyla aşıp tepeden tırnağa umuda çevirendir… Dünyanın güzellikleri ona gitsin, sağlık ve esenlik içinde bir yaşam sürsün. Eli öpülesi öğretmenler sınıfında, ellerinden öperim öğretmenim! Eğitim nedir, eğitim bireyin hayatına dokunmaktır, onu olumlu yönde etkileyerek hayata hazırlamaktır. İsmail Hakkı öğretmenimin eğitimciliği, okulun baş muavinine, bazı disiplin kurulu üyelerine ve “okul müdürü” diye bir sıfatı olan, liyakatsiz ve kimi çevrelere diyet borcu olan ve onun gereği olarak öğrencilerinin harcanmasına vesile olan bu müdüre bir derstir. İki cihanda tek tanrılı, çok tanrılı bütün dinlerin bedduaları, bu G’ye, bu C’ye, bu R’ye gitsin! Eğitim Enstitüsündeki Batı Edebiyatı Öğretmenim Sabit Hoca. Ah Sabit Hoca… Sadece benim değil, bütün öğretmen adaylarının ideal öğretmen profili: Bilgi, beceri, sınıf hâkimiyeti, konu hâkimiyeti, iletişim, entelektüellik… O yıllar öğrenci olaylarının, siyasal olayların zirve yaptığı yıllardı. Sabit Hoca çok sevilen bir eğitimciydi, iyi bir liderdi, Türkçe bölümünü çok iyi yönetiyordu. Fakat öte yandan onu sevmeyen, her yaptığına muhalefet eden başka bir grup vardı. Dumanlı bir Bursa sabahında okul yolunda feci bir haberle yıkıldık: Kimimiz ağlıyor, kimimiz öfkeyle sloganlar atıyorduk. “Sabit Hoca’nın evine bomba koymuşlar,” dediler. Sabit Hoca ağır yaralanmış, yoğun bakıma kaldırılmış; durumu kıritikmiş dediler. Çok şükür eşinin durumu iyiymiş. Sabit Hoca, iyileşse bile yürüyemeyecekmiş dediler. Sabit Hoca yaşasa bile onun çok sevdiği Türkiye’nin yüz akı aydınlarından Server Tanilli gibi tekerlekli sandalyeye mahkûm olacakmış, dediler! Sabit Hocam, senin gibi bir öğretmen olmak istediğim yiğit insan, rol modelim, ilk gözlüğüm bile senin gözlüğün gibi siyah çerçeveliydi. Sabit Hocam yenilir mi; kolay teslim olur mu, yendi umutsuzluğu, iyileşti, hepimize umut oldu; yürüdü, kaldığı yerden devam etti. … 2010 Referandumu için yoğun bir propaganda çalışmasının yapıldığı günlerdi. Siyasi iktidar anayasanın bazı maddelerini, anayasa mahkemesinin yapısını değiştirmek istiyordu. İşte tam da o günlerde Sabit Hoca, Konak Belediyesinin düzenlediği şiir etkinliğinin katılımcılarındandı. Eğitim Enstitüsünden arkadaşım Ertekin’le dinlemeye gitmiştik. Yaklaşık Otuz beş yıldır görmediğimiz idol öğretmenimizi, bir öğretmen olarak dinleyecektik. Etkinlik sonrası Sabit Hoca ile uzun uzun sohbet ettik... Ettik etmesine de… Aaaa o ne, Sabit Hoca Referandumun ateşli savunucusu olmuş, yani Sabit Hoca “yetmez ama evetçi,” olmuş. Yani cehenneme giden yolun taşlarını döşüyor. Olamaz… Ama öyle, Sabit Hoca, referandumu o kadar ateşli savunuyor ki anlatmak imkânsız. Diyordu ki: “Bunlar aslında bu değişikliği çok istemiyorlar, anayasa değişikliğini pimi çekilen bir bomba gibi kucaklarında buldular, bakın arkadaşlar, 12 Eylülcüler yargılanacak, bunu unutmayın, ülkeye demokrasi gelecek, Türkiye’ye ileri demokrasi gelecek!” … İdol öğretmenim Sabit Hocam, şimdi nasılsınız, iyi misiniz, Türkiye’ye tam demokrasi, ileri demokrasi geldi mi? O gün yaşadığım hayal kırıklığını hiç unutamıyorum, sevgili öğretmenim gibi birçok aydın(!) ülkenin ileri demokrasiye kavuşmasında kolaylaştırıcı olmuşlardı. Kolaylaştırıcı, yumuşatıcı ve paydaş! “Ah Sabit Hocam ah, o günden beri yaşadığım hayal kırıklığı hâlâ yüreğimi kanatıyor! … Bir öğretmen önce insan olmalı, sonra öğretmen. İnsan olmadan öğretmen olunmadığı gibi hiçbir şey de olunmaz. Bütün meslek grupları için önce insan olmak lazım. Başta da dediğim gibi tanrının bile kıskandığı bu kutsal mesleğin erbapları, sevmeyi bilmeli. Ama nasıl bir sevgi? Dil, din, mezhep, ırk ayrımı yapmayan Yunusça bir sevgi… Görev yaptığım 37 yılda daha iyi, daha iyi, daha daha iyi bir öğretmen olabilmek için gayret ettim. Yaptıklarımı hiçbir zaman yeterli görmedim, daha iyi olabilmek için hep sorguladım kendimi. İnsanım ya “beşer şaşar” eğer olmuşsa bir hatam, bir yanlışım sevgili öğrencilerimin hoş görüsüne sığınırım. Onlar affedicidir, bilirler ki öğretmenleri bilerek bir yanlış yapmaz. Çünkü onlar Yunusça bir sevgiyi hep hayatlarının mihenk taşı yapmışlardır.

  • ACILARLA SORULARLA

    İşte yine kapıldım O can sıkıntısına; içimde bir tozlu Sarnıç boşluğu, Gitmekle kalmak Arasında kararsız Yürüdüm kederle Dağlara doğru. Yüzlerce soru Vardı aklımda, Kulaklarımda Bir garip uğultu Ölümü kullanamazdım; Bir yerlerde Bilmediğim birilerine Belki ayıp olurdu. Belki de hiç Ummadığım Sevgisi tarazlı biri; Koparıp bana ilişik Umudunu Bir kitabın arasında Yamyassı Kuruturdu Bir gazetenin Ölüm ilanlarında Okuyup adımı, Öfkeye dönüştürürdü Sandık kokulu Hüznünü Ve ölümü inatla, Yok yere savunurdu. Ben bunca yıl Bunca insan tanıdım Yüreği zehir dolu; Yine de insanlardan Kesmedim umudu. İnsan dedim Yekindim; Paylaştım varı yoğu. Ben neden Dudaklarının arasında İğneler tutan Bir terzi suskunluğunu Prova ediyorum Şimdi bu yol boyu Kederle yürürken Dağlara doğru? Neden kedi seven Bir insan Olduğumu Biliyorum da Kedisiz ve sevgisiz Getiriyorum Yaşadığım günlerin Yaprak döken sonunu? Cevapsız sorunun Boynu büküktür, Hemen anlar Yetim olduğunu. Ben neden hala Duyuyorum avucumda Bir çocuk elinin Sızlayan boşluğunu? Hipodromda yatıp Kalkan bir adamın Ölü bulunduğunu Yazdı gazeteler Geçenlerde Haber olarak. Tokatlıymış Ya da Çorumlu. Bıraktığı nottan Öğrenilmiş Son isteğinin Ölürse terminale Götürülmek olduğu. Hipodromda yatıp Kalkan bir adam Kimin umuru! Acılarla sorularla Tiftikledim Bunca insanın Mutsuzluğunu. Düşündüm kendi sonumu. Hayrettir; İçim içime Nasıl da sığıyordu! Oysa ben kaç yıldır Kaç acı eskittim, Unuttum Kaç ölüm gördüğümü. Bir omzumun Alçaklığı ondandır; Taşıdım kaç kişinin Kanayan tabutunu. Yıllar önce Ölümü seçen sevgilim Bunca sevgisizlik içinde İyi biliyordu Yetmeyeceğini İki kişinin birbirine. Bu yüzden döşeğinde Ölümle buluştu. Gömdük onu geçiştirip Polis sorgusunu. Onunla birlikte Neleri gömdük; Bir akşam içkisinin Coşkusunu, Sevincimizi gömdük Kürek dolusu. Yüzlerce soru Vardı aklımda, Kulaklarımda Bir garip uğultu Ölümü kullanamazdım; Bir yerlerde Birilerine Mutlaka ayıp olurdu. Dostlardan uzakta Bir bozgun akşamında Gerisin geri Dönerken kasabaya; Baktım gökyüzü Birden yıldızla doldu. Akşamın serinliği Alnıma vuruyordu... Metin Altıok ( 1941 - 1993 ) Bir Acıya Kiracı / S. 188-193

  • BİR ŞİİR EMEKÇİSİ "ŞÜKRAN KURDAKUL "

    (23 Mart 1927, İstanbul - 15 Aralık 2004 ) Ağıt Değil Gücünüz varsa sizin Sözcüğü tutuklayın. Öğrenci, kitap, türkçe En güzel kavramı dilimin Özgürlüğü tutuklayın. Ben ki düşünüyorum Var olduğumdan beri Silahlar bana dönük Savaşlar sizin için Gücünüz varsa artık Usumu tutuklayın. Açtı kendini, bir bayrak gibi işte Ölümün üzerinde Hasan Tahsin... Bu silah başka silah Bu ölüm başka ölüm Gücünüz varsa sizin Ölümü tutuklayın. * 23 Mart 1927 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir. İzmir Karşıyaka Lisesi'nde öğrenim gördüğü sırada 1946 yılında Türk Ceza Yasası'nın 142. maddesine istinaden komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 4,5 ay süreyle tutuklanmış ve tutuklu kaldığı gerekçesiyle okuldan atılmıştır. Bir süre İzmir Belediyesi’nde daktilograf olarak çalıştıktan sonra askerlik dönüşü İstanbul’a taşınmış, 1953'te Ziraat Bankası Bahçekapı şubesinde banka memurluğu yaparken bir kez daha komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. 1955 yılında beraat ettikten sonra bir süre Tan Gazetesi, Yeni Gazete ve Varlık Yayınevi'nde düzeltmenlik yapmıştır. * Yağmurda Yağmurda parkta oturulmuyor, İstasyon çok hüzünlü; Acaba nasıl geçirmeliyim, Bu koskoca günü? Kitaplar koltuğumda ıslandı, Sigaram söndü sudan, Belki methiyeler yazdığım için, Çok iyilik gördük bulutlardan. Dudaklarımda dostlardan şiirler, Şimdi haykırarak da okusam kimse duymaz; Şehir acınacak halde, Boşalmış bütün caddeler. Hayatımı sürükleyen ayaklarım, Suları kabul ederek neredeyse; ağaçlar benimle alay etmeye başladı, Sokakta kalmadı kimse... * 1958-1962 yılları arasında Rüknettin Resuloğlu'nun sahibi olduğu ve 1957'de yayım hayatına başlayan Yelken dergisini yönetmiş; 15 Mayıs 1962 - 1 Mart 1964 tarihleri arasında yayımlanan Ataç (30 sayı) ve 1 Mart 1964 - 15 Mayıs 1966 tarihlerinde varlığını sürdüren Eylem (34 sayı) dergilerini çıkarmıştır. * Emeğin Öyküsü Kitaplar ellerimde öykülendi Düşlerim vurdu şiirler denizine Eski ezgilerle coşkulanan Sesimdir, çağları delip geldi. En güzelle en yaşayan Gözlerimden aldı rengini Meriç köprülerinde Alın terim karıştı suya Santim santim ellerimde büyüdü Süleymaniye ve Aya Sofiya. Kaç iklimin toprağı bağrına bastı beni Ustalığıma kefil olur tarihler, Kaç dönem içimde savaş verdi. Utkularım çağımın türküsünü söyler, O türküler tezgahında dönüyor şimdi. * 1958 yılında Ataç Yayınevi’ni kurmuş ve yönetmiştir. Yaşamı boyunca birçok dergi ve gazetede yazıları yayınlanmıştır. Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazıları yazmıştır. * Sevgi Ormanı Bu sevgi ormanında Ağaçlar gözlerimin içine güldüler Soluğumda yeşiller çiçeklendi. Bunca yıl özümsediğim güzel şeyler Kirlenmiş suları arıttı denizlerimde Garipliğimin gökyüzüne yeni maviler geldi. Ve acıdan çatlayan damarlarıma inat Yeni soluk yatakları yarattı yüreğimde Sevecenliğin yarattığı hayat. Bendim Dalgalanmış deniz bendim kendi içimde Sonra yorgun düşmüş denizlere dönüşen Ormandım, Ağaçlarım düş ağaçlarından sıktı. Tan yeriydim Göğsüm bağrım payını aldı güneşten Yanım yörem aydınlığa çıktı. Gece de bendim Uzak uzak yıldızları getiren Su da bendim tarlanızda Elinizin altında kitaptım Penceredeydim odanızda Kurşun geçmez dizeler çiçeği Özgürlüğüm benim Canımın saksılarında büyüdü Ayıplara gömülen çağınızda * 1969 yılında parti faaliyetlerine son vererek edebiyat çalışmalarına ağırlık vermiştir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası kapatılan PEN Yazarlar Derneği’ni aralarında Yaşar Kemal’in de bulunduğu arkadaşları ile birlikte 1988 yılında başlattıkları çalışmalar ile 1989 yılında tekrar faaliyete geçirmişler ve derneğin kurucu yönetim kurulu arasında yer almış, 1991-1997 yılları arasında genel başkanlığı yapmıştır. Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı yöneticiliği, 1995’ten itibaren Özerk Sanat Konseyi ile Ulusal Sanat Kurulu’nun da kuruculuğu ve ilk başkanlığını yapmıştır. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yönetim kurulunda görev almıştır. 12 Eylül döneminde Türkiye Yazarlar Sendikası davasında yargılanan Kurdakul beraat etmiştir. * KARANLIKTA AYDINLIK DÜŞÜNCELER Bu uzun kaybolmalar gecesinde Sen varsın, ben varım, özlemin var; Bir deniz kenarı düşüncesinde hürriyetin Belki sessiz bir duygulanma içindesin Gökyüzünde ağan bulutlara Baktıkça bakmak gelir gözlerinden Bir çimenli toprak parçası, bir demet çiçek Özlemekten daha özlenesi bir duyguyu Senden alır, bana verir. ... Ben akşamları bilirim, yanında olacağım Sana mektuplar gibi sevinç getireceğim Nice hıyanet köşesi var yaşadığın yerlerin, Olabilir, yalnızlığın içinde Bir içlenmedir başlarsa içim götürmez. Bir servi gölgesi gibi pencerenden giren Söz dinlemez akşamlar bilirim ben. Belki bu akşamlar en cömert kapılarını açar Seni acı bir çaresizlik içinde bırakmak için Bir hürriyet kaygısı, kaybolmaktan ağır, Bir yalnızlık yenilgiden fena Bir düşüş ki yakın bildiğin ne varsa cümlesinden Tek gülümser dal bile kalmaz Tutunacak sana. Ben akşamları bilirim yanında olacağım Bir yaşayıp bir unuttuğun ne varsa Yeniden başlaman için bende Pencerende ışık, bahçende bulut gibi Karanlıkta aydınlık düşünceler içinde Kaybolmuş bir dünyaya bırakmayacağım seni. * Şiir yazmaya çok erken yaşta başlayan şairin ilk şiirleri 15 yaşındayken Yedigün dergisinde, Faruk Nafiz Çamlıbel’in yönettiği genç şairler köşesinde ve Yarım Ay, Fikirler dergilerinde yayınlanmıştır. 16 yaşında bir lise öğrencisiyken Tomurcuk adlı ilk şiir kitabı yayınlanmış, çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan şiir, yazı ve öyküleriyle adını duyurmuştur. Kurdakul toplumcu gerçekçi edebiyatın önde gelen temsilcilerinden biri olmuştur. * Yorgun Yürek Bir solukta yaşadım ve tükettim tümünü Bir solukta gördüm elli üç yılda gördüğümü... Sonunda yorgun yürek 'duy..' dedi işte, Sessiz sedasız gidilecek günü. * 15 Aralık 2004 yılında hayatını kaybeden şair 1982 Nevzat Üstün Şiir Ödülü, (Bir Yürekten Bir Yaşamdan ile) , 1998 - Filistin Yazarlar Birliği Banş Ödülü , 1999 - Makedonya Yazarlar Birliği Edebiyat Yasası Ödülü, 2000 yılında Tüyap 19. Kitap Fuarı Onur Yazarı , 2002 - PEN Yazarlar Derneği Dünya Şiir Günü "2002 Şiir Büyük Ödülü" sahibidir. * “Biz ki acılar döneminden Ellerimizi kirletmeden geçtik Direncim senin olsun Sevgim senin olsun...” * Şiirle anlatamadığı temaları öykülerde işler. Toplumdaki adaletsizlik ve yargının sorunları, hapislikler, Kurtuluş Savaşının insanları, beyaz yakalılar dediği kafa emekçileri onun öykülerinde işlediği konulardır. * ÜLKESİ AĞIDİSTAN Uykulardan sıçradığım her gece Kuşku, doğasına yürüdü gerçeğimin. Ya senin gözlerindeki ışık sönmüşse, Ya damarlarımdaki kan donmuşsa benim Ya da yangın sonrası bir orman Gibi ıssız ve hüznüne alışık... Ölümün rengine sözcükler arıyorsa şimdi Ülkesi ağıdistana dönmüş bir ozan * Öner Yağcı “Yetmiş beş yıldır “ Sevmekten ve sormaktan korkmayan” bir edebiyatçı kimliğiyle “Acılar döneminden ellerini kirletmeden geçen”; 1998 Filistin Yazarlar Birliği Banş Ödülü ve şiire katkıları için 1999 Makedonya Yazarlar Birliği Edebiyat Yasası Ödülü sahibi Şükran Kurdakul, bu savaşımın tüketemediği bir usta, bir aydınlık simgesidir.” Şeklinde tanımlar kendisini. * Abdülkadir Bulut “ Acılar Dönemi “ başlık yazısının bir kısmında “Paul Eluard'ın ilginç bir sözü vardır ozanlık üstüne: "Ozan esinlenenden çok, esinleyen kişidir” der. Söz irdelendiğinde, yoklandığında bir gerçeği iyice ortaya çıkarır, o da, etkenlik. Ama bu durum orantılı bir etkenliktir. Öte yandan ozanlar aslında ve temelde esinlenen ve sonra esinleyen kişilerdir. Bu gelişim süreci doğrultusunda bakmak gerekli ozanlara, onların ürünlerine.. Şükran Kurdakul'un Acılar Dönemi adlı yapıtındaki şiirleri, bundan önceki şiirlerinden ayrı olarak, hep esinleyen bir konum alıyorlar. Bu durum onun, Acılar Dönemi'nden çok esinleyen dönemi oluyor. Her ne kadar, anılarını kaynak seçmişse de şiirlerine, kaynağı ne olursa olsun, şiirlerindeki işlev genel anlamda bu görüşümüzü doğruluyor.” Şeklinde anlatır şairi. * Asım Bezirci, Şükran Kurdakul hakkında: “Giderayak’taki durgunluğun yerini hareketlilik almıştır. Eylemsizliğin ve umarsızlığın yarattığı üzünç kavganın getirdiği sevince dönüşmüştür. Onunla birlikte anlatım da değişmiştir: Canlı, duru, sarsıcı bir özelliğe kavuşmuştur. Bunun için müzikten ve belâgattan yararlanılmış, eski şiirin imkânları denenmiştir. Çokluk düşünce duygunun, akıl hayalin üstüne çıkmıştır. Bu yüzden bazı parçalar kurulaşmış, derinlikten uzaklaşmış, hatta nutka kaçmıştır. Fakat özün doğurduğu dirilik ile biçimin ulaştığı yetkinlik bu kusurları çoğun gölgelemiş, mısraları alımlı kılmıştır” değerlendirmesini yapmıştır. * Benden Sor Bunca acının çiçeği içimde büyüdü Maphushane saksılarındaki baharı benden sor... Kulak ver gecenin sessizliğinde ağan sese, Ölümcünün böldüğü uykuları benden sor. Silahlar doğanın yüreğini arıyor durmadan, Bu kan kokusunun ürettiği soruları benden sor... Gördük ki, türkülerin sonu yok dilimizde, Kopup geldikleri dağları benden sor. Anısına saygıyla… Semihat Karadağlı Kaynak: 1)- Pen Yazarlar Derneği 2)- Türkiye Yazarlar Derneği 3)- Wikipedia 4)- Öner Yağcı/ Cumhuriyet Kitap, 6-14 Nisan 2002, Sayı 633, S.14-15 5)- Abdülkadir Bulut - Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi -Temmuz 1978, C: XXXVIII, S: 322, S. 247-248 6)- Bilgiustam internet gazetesi “Şükran Kurdakul Kimdir?” Canan Yıldırım 7)- Bir Yürekten Bir Yaşamdan/Şükran Kurdakul 8)- Büyük Türk Şiiri Antolojisi 2 9)- 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi 10)- Çeşitli Gazete haberleri.

  • FİDANLAR

    Ömürlerinin baharında Henüz yeni filizlenmişti, Taze kır çiçekleri Umut, sevgi saçmışlardı. Bizim gencecik fidanlarımızdı. Ne istediniz de kıydınız, Özgürce yaşamak varken Nedir bu kin ve öfke. Onlar bizim fidanlarımız. Doğaya, insana ve sevgiye muhtaç. Şiir her türlü duyguların tercümanıdır tıpkı müzik gibi. Toplumsal olaylara da duyarlıdır. Yaşanan herşeyin edebiyata ve sanata yansımasıdır. Bu şiiri yazmak istememin amacı bir türlü dinmeyen ve toplumun yarası olan Kadına yönelik şiddete karşı olan tepkimi dile getirmek içindir. Ne yazık ki toplumumuz Kadınları yok saymaktadır ve buna artık dur demek lazım. İnsan, Kadına ne kadar çok değer verirse o kadar gelişir. Bizde Kadınların yaşadığı her türlü duygularını şiirlere yansıtmalıyız.

  • ALMANYA’YA GÖÇÜN 60. YILI

    Türkiye-Almanya İş Gücü Anlaşması 30 Ekim 1961 tarihinde imzalanmıştı. 30 Ekim 2021 tarihi itibariyle bu süreç 60. yılını tamamladı. Bugün Almanya'da yaklaşık 3 milyon Türkiye kökenlinin yaşadığı tahmin ediliyor. Federal Almanya İstatistik Dairesi'nin verilerine göre: “2020'de Almanya'da toplam bir milyon 461 bin 910 Türk vatandaşı yaşıyor.” Ancak Alman vatandaşlığına geçen ya da 2000 yılından sonra doğup Alman vatandaşı olarak kaydedilen Türkiye kökenliler bu istatistikte yer almıyor. Türkiye ve Uyum Araştırmaları Merkezi Vakfı'nın verilerine göre ise: ”Almanya'da 2,8 milyon Türkiye kökenli yaşıyor.” Yukardaki açıklamalara kayıt dışı kalanları da eklediğimizde Almanya’da Türkiye kökenlilerin sayısı 3 milyonu bulabilir. Bu 3 milyon nüfusun yarıya yakını da Alman vatandaşlığına geçtiği bilinmektedir. Bugün dördüncü kuşak Türkiye kökenliler Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşamaktadır. Bir yıl çalışır yurda tekrar dönerim, diye düşünen, ancak çok büyük çoğunluğu dönemeyenlerin yaşadıkları serüven kitaplara sığmayacak derecededir. Bu kuşağın yaşadığı sıkıntılar birçok şarkı-türküye, romana, filme ve belgesele konu olmuştur. Olmaya da devam edeceği görülmektedir. Ruhi Su’nun o meşhur türkündeki sözler özellikle birinci kuşağın çıkmazlarını ve sızılarını yansıtmaktadır: “Almanya acı vatan/ adama hiç gülmeyi/ nedendir bilemedim/ bazıları gelmeyi” Birinci kuşağın dönme hayali aile birleşim yasasından yararlanarak Türkiye’deki eşlerini, çocuklarının bir kısmını ya da hepsini Almanya’ya getirmekle son bulmuş oldu. Yurt, vatan sadece toprak değil, kokusunu her an hissettiğin eşin, evlatların ve yakın akrabalarındır da. Onlar da ‘gurbeteyse’ sıla vatan olmayacak mıydı? Tam olmasa da hem oralı hem buralı olmanın beklenmeyenleri ile dolu uzun bir hayat. Hayallerin bulanıklaştığı, cesaretin yerini korku ve kaygıların aldığı perişan bir yaşam maalesef ilk kuşak göçmen işçilerimizin çoğunluğunun ‘kaderi ‘oldu. Nazım’ın şiiri ne de güzel anlatır onları da: “ Onlar ki toprakta karınca, suda balık Havada kuş kadar çokturlar Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar Kahreden ve yaratan ki onlardır Destanımızda yalnız onların maceraları vardır” İki yurt arasında kalan özellikle birinci kuşaktakiler ayakta durabildikleri sürece kışları Almanya’da yazları Türkiye’de oldular. Bu hayatın onları mutlu ettiği iddia edilemez. Mutsuzluklarına ise hiç dokunmamak daha iyidir. Bu kuşağın ana mutsuzluğunun esas müsebbipleri ise onları göçe mecbur kılan ülkedeki ekonomi politikalar ve uygulayıcıları ile gittikleri ülkenin yine göçmenlere yönelik ekonomik ve sosyal politika uygulamalarıdır. Gönderen onları salt döviz makinası, çağırıp çalıştıran da salt meta üreten birer araç olarak görmüştür. Eşit İnsan olduklarını düşünmek hep uzak olmuştur muktedirlere… İkinci, üçüncü ve dördüncü kuşak ise birinci kuşağa göre daha farklı yaşantı içindeler. Kendilerini her geçen gün daha da Almanyalı görmeye başlıyorlar. Türkiye bunlar için tatile gitmek ve varsa gayrı menkulleri kontrol edip, geri dönmek anlamına geliyor. Bu kuşaklar birincilere hiç tanınmayan olanaklara da sahiptirler. Dil biliyorlar, meslek eğitimi yapabiliyorlar, sayısı çok olmasa da yükseköğrenim görüyorlar, kendi adlarına işyerleri açabiliyorlar. Dahası vatandaşlığa geçeneler seçme-seçilme hakkından yararlanıp aktif politikaya atılıyor ve ülke yönetiminde söz sahibi olabiliyor. Üçüncü ve şuan son kuşak olan dördüncü kuşakta baskın kültür, tam anlamıyla olmasa da doğdukları ve yaşadıkları ülkenin/toplumun kültürü olmaya başlamıştır. Ülkemizde son yıllarda yaşamakta olduğumuz sosyoekonomik koşullar, adaletsizlik, ötekileştirme, işsizlik ve özgürlüklerin sınırlanması gibi çok canlı sorundan dolayı çok ciddi bir beyin göçüyle karşı karşıyayız. Ve çok dikkat çekicidir; okullu kesimlerde bir an önce Almanca öğrenme isteği aşırı derecede artmıştır. İnsanca çalışma ve yaşama hakkı için yurtdışına gitmek isteyenlerin sayısı çok hızlı artmaktadır. Neredeyse ilkokul öğrencileri bile başka ülkede yaşamayı hayal etmeye başlamıştır. Çağımız insanlarının en önem verdiği aidiyeti ‘adalet ve liyakat’ olmaktadır. Bu anlamda Almanya’daki göçmen kitlemize taze kan akışı olması muhtemeldir. Kısa zamanda genel anlamda iyileşme garantileri görülmezse özellikle Almanya’ya yeni göçlerin önü alınamayacaktır. Almanya merkezli, öncekilerine göre farklı özellikli Türkiyeli göçün yoğunluğu gidilen topluma her anlamda önemli katkıları olacaktır. Bu sürecin sonucunda kazanan ve kaybedeni tarih yazacaktır …

bottom of page