top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • AŞKARAYAN

    ÖYKÜ * GÜN, kiraz ayının başları olsa da, başka baharlara benzemeyen bir sıcaklıkla cayır cayır yanmış durmuştu. Yaprak, bayılıp dalına serilmeye başlamıştı ki, akşam yetişti. Gökyüzü, parmak parmak renklenip günden geceye dönerken sık ağaçların dibinde, derin vadilerin kuytularındaki nem, buhar olup göğe ağdı. Uçurumlar, derinlerden akan ırmaklar, ağaçlar, yamaçlara kurulu yuvarlanacak gibi duran evler, o sis denizinin altında kaldı. Sisin altı bir gece yarısı karanlığını; üstüyse bulutlara takılıp yansıyan son güneş ışıklarıyla düşsel bir sabah aydınlığını yaşıyordu. Arada bir kuş, karanlıktan ödü kopmuş, ötmeden, sade, bir kanat şakırtısı olup koyu dumanı yarıp çıkıyor, derelerden fırlayan alabalıklar gibi parlayarak göğe yükseliyordu. Bir süre ne yana gideceğini bilmeden havada sallanıyor, sonra da ok gibi ağaçlara uçuyordu. Yükseklerden bakınca vadi, sel yemiş bir ova gibi dümdüzdü. Yükselen birkaç gürgenin salkım saçak uçları ya da diken gibi bir çam tepesi olmasa, aşağıda hiçbir şeyin yaşamadığı sanılırdı. Ancak kulak verilirse, sisin altından, başka bir dünyadan gelen inek böğürtüleri, bir çakala yem olacak tavukları toplamaya çalışan çocukların bağırışları duyuluyordu. Ses ve ışık birden bitti. Gece, itici bir renksizlikle, önce sisin altını kucakladı, sonra kuytulara, dört yana ağmaya başladı. Genç bir kız, elinde bakırı yok olmuş siyah bir güğüm, iki yanını çalıların kapladığı dar toprak yoldan gelip geçti. On beş, on altı yaşlarında ya var ya yoktu, ancak gösterişliydi. Ormanın başına varmadan durdu. Ayaklarının dibinden başlayan, hışırtısı duyulan akşam rüzgârının önünde bir deniz gibi dalgalanan sisi seyretti, uzaklarda kara gemiler gibi pusun üstünde yüzen tepelere, bir tek uçları görünen ağaçlara baktı bir süre. Sonra ardıçların arasından uzayan yolu izleyerek yürüdü. Sık dalların örttüğü yola girince, uyku veren bir çağıltıyla akan suyun sesi duyuldu. Ağaç bir oluktan akan suyun altına güğümü yerleştirdi. Oluktan akan su etrafa dağılıyor, kaba çok azı dökülüyordu. Yandaki tespih çiçeğinin kalın, geniş yapraklarından kopardı, biraz çamur ile birlikte tahta oluğun ağzına yapıştırdı. Suyun bulanıklığının geçmesini bekledi. Sonra güğümü bir iki kez çalkaladı, eski yerine koydu. Geri çekildi. Ağaçlar dört yanı duvar gibi örüyor, dışarıdaki akşam alacası burada koyu bir karanlığa dönüşüyordu. Tedirgin etrafına bakındı. Bir iki kez, varlığını duyurmak ister gibi öksürdü. Suyun ardındaki çam dallarını kaldırdı. Kestanenin dibine baktı. Böğürtlenlerden kalkan bir top ateşböceği parçalanarak dört bir yana dağıldı, yanıp sönmeye başladı. Bir şey arıyor gibiydi. Sonunda vazgeçti. Geldiği yoldan aydınlığa çıktı. Kabın dolmasını orada bekleyecekti. Sis, şimdi rüzgârın önünde yok olmuş, vadi gümüş örtüsünü atmıştı. Metalimsi renklerini yitiren gökyüzü, tepelerin üstünde büyüyen ayın önünde, gittikçe açılan bir su mavisi aydınlığında parlıyordu. Her ne kadar akşam karanlığı çökmüşse de, karşıki köyde odun toplayan Rum gelinin allı beyazlı giysisi seçilebiliyordu. Bir karatavuk öttü. Kuşun sesini andırıyordu, ancak bir insan sesi olduğu belliydi. Yeniden oluğa döndü. Dolup taşan güğümü bir yana çekti. Yüzünü yıkarken boşluğa söylendi. - Sen misin Hüseyin? Çok çirkin ötüyorsun. Çam dalları kıpırdadı. Genç bir erkek sesi: - Senden önce geldim. Merak ettim ne yapacaksın? Nasıl çıktın evden? dedi. - Bütün suları ineklere döktüm. Anneme abdest suyu bile kalmadı. Şimdi söyle, nereden çıkardın bu askerliği? Hüseyin’in sesi sıkıntılıydı: - Ben çıkarmadım, dedi. Eli tutan herkesi askere alacaklarmış. Büyük bir savaş varmış önümüzde. Boş ver bunları şimdi de… - Niyeymiş? Hem senin yaşın tutmuyor ki… - Yaşı tutan mı kaldı? Yemen’de, çöllerde bitirdik askerleri. Şimdi sağlam kimi bulurlarsa… Neyse, gidince unutursun. Refik’in karısına bak, adamın ucu yanmış kâğıdı geldi, ayına varmadı kocaya vardı. Kız hışımla dallara atıldı. Yakaladığı oğlanı çekti. Artık iyice keskinleşen karanlıkta, kızdan bir iki yaş büyük, gözleri ay ışığında parlayan bir yüz belirdi. - Çekme düşeceğim. - Deli, dedi kız bırakırken. Seni ömrümce aradım. Doğruyu bulmak, sevgiyi tanımak kolay mıydı sanıyorsun? Tıpkı bir aşkarayan kuşu gibi. Sana rastlamadan ömrümü tamamlamak vardı, anderhana sanarak bir mora kafulunda dikenlere takılıp ölüp gitmek de... Unutabilir miyim seni? Söylediğinden utanmış önüne bakıyordu. Şimdi düzlüğe sızan ışığın aydınlığında, delikanlının yüzü belirgindi, gülen yüzünü görünce kızdı. - Geri çekil. Şimdi biri görecek, ondan sonra annem… Çocuğun yüzünü çam dallarıyla örtmeye çalıştı. - Kim görecek? Ne olur yanına geleyim? Söylediğin ne güzeldi. Aşkarayan kuşu hangisi? - Orda dur anlatırım. Minik bir kuş var, belki görmüşsündür, gagası kendinden büyük. Her halde büyük serviye yuva yapmış. Her sabah sığıra giderken oradan geçiyorum. Benim gürültümle uyanıyor sanki. Yem aramaya başlıyor, mora, zibilanke, tüm meyveleri dolaşıyor bir bir, sadece kokusuna bakıyor öyle. Hiçbirini de beğenmiyor, sonunda anderhananın yemişlerinde karar kılıyor ve artık gün akşamaca hiç ayrılmıyor oradan. Be kuş, baştan gitsene anderhanaya! Sanki hafızası yok, aşkını deneyerek buluyor her gün, ama her gün. Adı ne bilmem, ama ben ona aşkarayan diyorum. - Allahım neler de bilir! Geliyorum. - Olmaz! Görürler. - Görürler de, senin kendi kendine konuştuğunu duyan ne der? - Ne diyecekler? Gülbeyaz’ı cin çarpmış, der. Zaten pek akıllı değilim ya. Dur bir ses var. Kulak verdiler. Bir atın yumuşak toprakta çıkardığı yeknesak nal sesleriydi. - Muhtar Tufan bu. Bu saatte o gelir. Hadi ben gidiyorum. Yarın akşam burada… Sonuncuyu fısıltıyla söyleyip çamın ardından ayrıldı delikanlı. Kız bir süre otların arasından sürünen bir kirpinin çıkardığı seslerle uzaklaşan sevdiğine kulak verdi. Sonra eğilip güğümü aldı, beline koydu. Kolunu sapından geçirdi. Ağırlığı bel ve koluna dağıttığı için güğümü rahatlıkla taşıyordu. Yola koyuldu. Ağaçların arasından açıklığa vardığında yetişti atlı. Öksürdü, varlığını duyurmak için. Yol veren kızı geçti. Ay ışığı arkasından vuruyor, iri, uzun bedenini daha da gösterişli yapıyordu. - Dayı, bu akşam erkencisin, dedi kız. Sesinde akşamın alacasına karışan bir endişe, yaranma kaygısı vardı. Hüseyin’le konuşmalarını duymuş muydu acaba?. Atlı gülerek yanıtladı. Kız onun gülümsemeden konuştuğunu hiç görmemişti. - Bana boş ver Gülbeyaz. Bu saatte senin ne işin var suda? Mehmet niye gelmiyor? - Mehmet’i bilmez misin? Ne yapayım? - Anladım da yalnız gelme. Ortalığın bin türlü hali var. Eşkıya kaynıyor dağlar. Senin gibi güzel kızı görünce… Gülbeyaz övgüden hoşlansa da utandı. Bu Tufan da hep böyleydi. Hiçbir erkeğin akıl edemeyeceği, kadınların yüreğini kaldıran şeyler söylerdi. Başkalarının, Tufan’ın yaşıtı kadınların anlattıklarını düşündü. Adam, karısı ölüp bir kızıyla kaldığından bu yana, tarlasına, çayırına giren, yakaladığı her kadına sarkıntılık ediyor, hele bir yalnızsa neler yapmıyordu ki? Gerçi kadınlar da ne hikmetse hem hakkında demediğini koymazlar, hem de onun tarlasından, bağından ayrılmazdı ya. Geceyi düşündü, yalnız olduklarını. İçi bir hoş oldu. Kızdı kendine, içindeki tuhaflıktan dolayı. - Aman dayı!.. Konuyu değiştirmeye yöneldi. - Gene geceye kaldın, dedi. Atlı önde, kız arkada yürüyordu. Zaman zaman atın savrulan kuyruğu yüzünü yalıyor, geri çekiliyordu. - Ne yapayım, şehir dünyanın yolu. Her akşam o yolu atın sırtında da olsa kat etmek ölüm. Hele ırmağı bir görsen, sis yüzünden göz gözü görmüyor, öyle duman. At bir yana yuvarlanacak diye ödüm koptu, inip yedeğe aldım. Ee, at da yaşlandı benim gibi. Kız onun gösterişli bedenine yakıştıramadı yaşlılığı. - Olur mu? dedi. Sen daha gençsin. Atlı durdu. Dar yolda kızın yürüyüp yanına gelmesini bekledi. - Sağ ol. Keşke senin kadar genç olsam. Uzanıp başını okşadı. - Dur, bu güzel sözün için sana bir şey vereyim. Eğildi. Atın terkisini karıştırırken destek almak ister gibi kıza dayandı bir eliyle. Kız ürperdi. Rastlantı gibiydi, göğsüne gelmişti el. Uzayan arama sırasında iri parmaklar hafiften ileri geri oynuyor muydu? Ona mı öyle geliyordu, yoksa? Donmuş kalmış, öyle durdu. Çekmedi de kendini. Dahası ağırlığını ele verdi. Bir tedirginlik, rahatsızlık duysa da, öyle bıraktı kendini. Bedeni sıtma yemiş gibi anlamadığı bir biçimde titredi o ara. Adam, neden sonra buldu aradığı şekerleri, uzattı. Huysuzlaşan atı sürdü. Ter içinde kalmıştı kız. Elin çekilmesine üzülmüş müydü? İçinde bir şey, hiç bulamasın şekerleri, daha arasın ister gibiydi. Ya duyumsadığı o suçluluk, utanma neydi? Birkaç adım geri kaldı. Suskun gittiler. Tufan açmasa belki de hiç konuşmazlardı. - Beğenmedin mi? Şekerleri… Gülbeyaz yanıt vermedi. Boğazı düğümlenmişti sanki. Başını salladı. Neden sonra konuşabildi. - Güzeldi! Şekerler… Oysa daha yememişti bile. Evlerine ayrılan yolun ağzına geldiğinde, attan indi adam. Kız, elinde olmadan bir adım geriledi. - Neyse. Anneni çağır da, tuzu vereyim. Kız adamla daha fazla yalnız kalmaktan ürküyor gibiydi. Patikadan ayrılıp evlerine tırmanan dar yolda bir iki adım atıp uzaklaştı. - Sen öylece bırak, ben güğümü koyup gelip alırım. Dayı diyememişti bu kez dili varıp da. Tepede, rüzgârın aralarında ıslıklar çaldığı birkaç servi ve köyün mezarlığı vardı. Az ileride, küçük harmanın bitiminde de evleri. Terkisindeki tuz çuvalını indirdi Tufan. Yükleri aktarıp dengeledi. Yamacı aşmış olan kıza seslendi: - Ablama selam söyle. Yarın gene şehre gideceğim. O zaman da yağı getiririm, merak etmesin. Atın yükü ağırdı bugün. Sen de, her ne istersen de, çekinme olur mu? Kıza öyle geldi ki, son cümleyi bir garip söylemişti. Hayvanı ardına alıp karayemişlerin top top dizildiği yolu izleyerek karanlığa karıştı. Kız onun gittiğine emin olunca olduğu yere çöktü kaldı. Ateş basmış bedenini serin akşam yeline verdi. Sanki el hep oradaydı, bastırıyor ve parmaklar yalnız onun anlayacağı biçimde oynuyor, o da kendini, ne yapacaksa yapsın, der gibi bırakıyordu. Bir yandan suçluluk duyuyor, bir yandan da o dokunuştan çok hoşlandığını algılıyordu. Belki de, gerçekten bilmeden gelmişti adamın eli. Öyle olduğunu düşünmek içindeki utancı, pis bir şeye bulaşmışlık duygusunu yok ediyor, hoşlanmayı arttırıyordu. Bilerek memesinin avuçlandığını düşününce de bir tiksinmeyle sarsılıyordu. Bir anlık da olsa kendini bırakışını anımsıyor, kızıyordu. Nedense, Hüseyin’in görüntüsü, tam karşısına dikilmiş, kaşlarını çatmıştı. - Of anam! diye inledi. Kasıklarındaki yüklenme, ateş artmıştı. İki büklüm oldu. Of anam! Ne yleyim, elimde miydi sanki? Başını kaldırdığında gözleri yaş içindeydi. - Pis Tufan, dedi. Ben, ona dayı diyorum, onun yaptığına bak. Namussuz herif! Suçluyu bulmak rahatlattı onu. Kalktı, güğümü beline vurdu. Boş eliyle tuz çuvalını kaldırmaya uğraştı. Olmadı. Önce güğümü bırakmalıydı. Yürürken, Tufan olmasaydı ne yapacaklarını, düşündü. Şehre git, tuz al, en az üç saatte Ayvasıl’a gel, bilmem kaç kiloluk teneke sırtında. Sonra da gel bu yokuşa vur. Bir yağmura denk gelirsen tuz, tuz suyu olsun. Tufan’a vereceği birkaç kuruşu olmayanlar, zorunlu buna katlanıyordu, ne yapsınlar? Duyuyordu, Tufan, kimisine paraları olmasa da getirirdi. Niye getirirdi acep? Memesini tutmak için mi? Adam, zaman zaman insanın içini gıdıklar gibi konuşurdu doğru, ama ilk kez böyle davranışına denk gelmişti. Belki de rastlantıydı. Gecenin karanlığında sokulmasaydı ona o kadar da. Bir daha üç adımdan fazla yaklaştırır mıydı, onu? Harmandan geçti. Ayın gümüş ışığında ev, karayemiş dallarının altında ürkütücü, ne olduğu anlaşılmayan bir yığın gibi duruyordu. Tam üstündeki her biri hortlamaya hazır bir yığın ölüyü saklayan mezarlar, rüzgârın önünde hareket eden, eğilip kalkan servilerle beraber korkutucu görünüyordu. Gülbeyaz mezarlıktan, ölülerden değil, canlılardan korkulması gerektiğini bilecek kadar yürekliydi, ama yine de ürperdi. “ Babam başka bir yer bulamadı mı, evi yapacak?” diye düşündü. ”Tam mezarlığın dibine, servilerin gölgesine yaptı. Millet cenazesi olunca öteki dünyayı hatırlar, biz Allah’ın her günü. Ne günü, her saat…” Kocaman bir mağara karaltısıyla duran evin bir yerinde bir alev parladı. Kapı açılmış, yer ocağının ateşi dışarı vuruyordu. -Sabire ana! diye bağırdı, karanlıktaki dikdörtgen aydınlığa doğru. Annesi homurtuyla karışık yanıt verdi. Herhalde geç kaldığına kızıyordu. Öfkesini durdurmak için telaşla ekledi. - Tufan tuzu getirmiş. Ben dönüp alacağım. Daha anası yanıt vermeden evdeki parlayan alevin önünden bir gölge fırladı. Genç bir erkek sesi: - Ben alırım, diyerek ondan yana koştu. Gülbeyaz, yanına gelen ay ışığında yüzü Arap gibi kapkara, gözleri inadına çakır çocuğu görmekten hiç memnun olmamış gibi yüzünü buruşturdu. - Nerede? dedi kıza. - Sen bu güğümü al. Ben alırım. Suyu çocuğun önüne bıraktı, çuvalı almak için döndü. Birkaç adım gidince ardına baktı. Çocuk, beline yerleştirmeye çalıştığı koca göğümü nasıl taşıyacağını şaşırıp çarpa çarpa üstünü başını ıslatmıştı. Güldü. - Dökme suyu! Nerelerden getirdim onu biliyor musun? Evin kapısına ulaşıp kapıdan taşan aydınlığı kesinceye kadar izledi onu. Sonra tuzu almak için birkaç adım atmıştı ki, ayağına çarpan sert bir şeye takıldı. İrkildi, geriye sıçradı. Tuz çuvalıydı. Aşağıdaki yolun kıyısına bırakmıştı çuvalı, buraya kim getirmişti? Merak ve korkuyla bakındı, kimseyi göremedi. Sadece ilerde, harmanın sonunda yerde ay ışığı altında bir gölgenin şöyle bir gözüküp yok olduğunu fark etti. Birkaç saniye sonra da kötü bir karatavuk ötüşü taklidi duyuldu. “ Deli! ” dedi içinden. Demek gitmemiş, onu izlemişti. Gülümsedi. Yok, bir de çekip gidecekti. Kız halinde, onun için dağ bayır dolaşacaktı, o ise evine ulaşmasını beklemeden gidecekti, daha neler. Tükürürdü onun erkekliğine. Birden aklına Tufan’ın memesini tuttuğunu görmüş olabileceği geldi. Endişeyle ürperdi. Sonra, o karanlıkta fark edilemeyeceğini düşünüp rahatladı. Tuzu sırtlayıp yürüdü. Nedense, koca çuval şimdi hafif gelmişti ona. Eve geldiğinde annesi aşhaneden elinde bir tencereyle çıkmıştı. Kapıda karşıladı kızını. - Allah razı olsun Tufan’dan, dedi. Tuz gibisi var mı? - Neyin eksikse onun gibisi, dedi. Tufan’ın övülmesine kızmıştı. Kapının ardına bıraktı çuvalı. Ambara kaldırması gerekliydi, ancak gözü kesmedi. Güçlü kuvvetli kızdı, ama gene de nefes nefese kalmıştı. Yerevini içerdeki iki odadan ayıran tahta sete oturdu. Ağrıyan bileklerini, kollarını ovaladı. Pilekinin başında odunları yontmakla uğraşan iki genci gördü. Bağırdı onlara. - Sorarsan erkek olacaksınız. Ne yapıyorsunuz orda? Esmer olanı diğerinden bir iki yaş daha büyük gözüküyordu. - Güğümü aldım ya. - Sana güğümü al, diyen mi, vardı? Ben asıl o yanındakine diyorum. Öteki genç, Gülbeyaz’ın kardeşi Mehmet’ti. Hiç yanıt vermeden işini sürdürüyordu. Onun aldırışsızlığı kızı iyice çileden çıkardı. Fırladı, elindeki tahta parçalarından birini kaptı. Şaşkın şaşkın bakan çocuğun kaçmasına izin vermeden bacaklarına vurmaya başladı. İskemlesinden yere yuvarlanan çocuk, bir ara elindeki tahtayı almayı başardıysa da kaçamadı. Üstüne binen Gülbeyaz, bir eliyle saçlarına yapışmış, bir eliyle tokatlıyordu. Annesi zor ayırdı onları. - Delirdin mi kız? Gülbeyaz, saçı başı darmadağınık, yüzü kıpkırmızı kesilmiş söyleniyordu. - Erkek olacak. Ablası gecenin karanlığında tuz taşıyacak, o burada oynayacak. Hayvan, evlendirsen evlenir. Esmer çocuk, gözlerini açılan yakasına, göğüslerinin belli belirsiz birleşme çizgisine dikmişti. Hemen kapandı. - Ne bakıyorsun? Gitsene evine, evin yok mu senin? Çocuk hiç şaşırmadı, hemen toparlandı. - Ben de gidecektim, dedi. Sesi darılmış gibi değildi. Duvara dayadığı sopasını aldı, kapıya doğru yöneldi. Kadın kızına öfkeli bir bakış fırlatıp koştu ardından. - Dur sana biraz patatesle ekmek vereyim, evde yersin. Sahana doldurduğu patateslerin yanına ateşten yeni çıktığı belli olan mısır ekmeğinden büyükçe bir parça koydu. Gülbeyaz’ın yerde oturan kardeşi Mehmet, arkadaşının gittiğini görünce fırladı peşinden. - Ben de gidecektim, dedi. Gittiler. Anasıyla kız, bir zaman sessiz oturdular tahta sette. Sonra Sabire kalktı. Taş duvara asılı sofrayı indirdi. Patatesleri süzgeçte süzdürüp üstüne koydu. Kocaman ekmeği bölmeden öylece yanına bıraktı. Tahta iskemlelerden birini çekip oturdu. Bir patatesi kabuğundan ayıklayıp tuza banıp yemeğe koyuldu. Öylece oturup tavandaki duman deliğine, oradan gözüken gökyüzüne bakan kızına neden sonra seslendi. - Açlığım yok, dedi kız. - Sana gel, diyorum. Kız daha fazla bekletmedi, kalkıp gitti. Yemeklerini konuşmadan bitirdiler. Anne geriye yaslandı. Zayıf yüzüne yırtıcı bir görünüm veren eğri burnunun tam yan tarafında hiç iyileşmeyen bir yara vardı. - Yaptığın yanlış, dedi. - İyi de anne. Mehmet de erkek gibi davranıp bize yardımcı olmuyor. Benden topu topu iki yaş küçük. Güya büyüyecek de sıkıntılarımız azalacaktı. Annesi, burnundaki yaraya dokundu, belki de böyle kurcaladığı için bir türlü iyileşmiyor yara, diye düşündü kız. - Ona iyi yaptın. Ben, dedim: Git, ablan suda, al gel diye, aldırmadı. Bir garip. Sanki Mustafa’mın oğlu değil. Mıymıntı. Ama çok ezme onu. Karılardan iyice ürkecek. Ben, bir umut, sonunda isyan edip seni ayağının altına alacak, erkekleşecek diye bekliyorum, ama nerde? Benim kötü dediğim başka. Kadın kısmına yaptığın yakışmaz. - Ne yakışır kadın kısmına? Hayvan gibi çalışmak mı? Erkeğin yapacağı işleri yapmak mı? Anası, iyi zamanlarındaki gibi güldü. - O yüzden evlenir kadınlar, zor işler için. Yoksa niye çeksin erkeğin derdini? Sen de… Sözün tamamlanmasını beklemedi kız. Anasının ne diyeceğini biliyordu. Sen de evlen, diyecekti. İsteyenlerden birini al, malı mülkü olan birini… Gönülmüş mönülmüş anlamaz mıydı, anası? Belki o da, Hüseyin’i tanıyıp öğrenmeseydi sevmeyi, öyle bilir, kabullenirdi, ama artık… Sevmek bir kez öğrenildi mi, unutulmazdı. İyi de aşkarayanlar her gün unutuyordu. - Ben yatacağım, dedi. Çok yorgunum. Odanın kapısının eşiğinde öfkesine yenildi. Döndü. - Kiminle evleneyim isterdin anne? Kara domuzla mı? - Nesi var çocuğun? Bir de akrabamız üstüne üstlük. - Akrabaymış. Babam, peygamber emanetlerini beklerken Kabe’de, dindaşımız Araplarca öldürülüp künyesi geldiğinde kimden fayda gördük? Hangi akrabamızdan? Sen anlatırdın, mısırımız tarlada kuruyup gitti de, toplayamadın bizi bırakıp. Gece gelip çaldılar. Urum gelip toplamadı ya. Bu köylüler topladı. Bizim akrabalarımız. Unuttun mu ana? - Dünyanın kaderi bu, düşene vururlar. Düşme sen de. Kadının sesi buğulandı. O günleri hatırlamak rahatsız etmişti onu. Gözleri ıslandı. - Ey gidi ana, dedi kız içini çekerek. Ben yatıyorum. O akraba dedikleri kara domuzdan nefes alamadığını, kenefe bile gidemediğini, sürekli peşinde dolaştığını, orasını burasını mıncıklamaya çalıştığını söyleyecekti. Onunla evlenmeyeceğini, bir sevdiği olduğunu diyecekti, demedi. Kalktı. Soyunup yattı. Bir süre sonra dayanamadı. İçerde oturan annesine seslendi. - Ana! Kalk yatsana. Ateş sönmüştü. Sacayağını üstüne devirdi, Sabire. Evin içi karanlığa kesti iyice. Kapıları kontrol edip kızının yanına gitti. Yere yatağını serdi. Üstüne oturup dua okumaya başladı. Gülbeyaz: - Yatıp uyusana. Belin ağrımıyor mu senin? - Belim biraz daha iyi sanki. Bu Cinci Hoca’nın nefesi dedikleri kadar gibi, iki okudu, ağrılarım bitti. “Nefesi mi, eli mi?”diyecekti, vazgeçti. Hocayı bir kez okurken görmüştü. Ağrıyan yeri açtırıyor. Sözde namahrem diyerek gözlerini yumuyor ama eliyle sıvazlıyordu iyice. Sonra da insanın içini geçirecek bir mırıltıyla bir şeyler okuyordu. - Biraz daha okunsaydın hocaya ya? - Neyle? İki okumaya bir tavuk verdik. Boğazınız olmasa... Gülbeyaz annesinin okunmak için büyük bir istek duyduğunun farkındaydı. Nasıl oluyorsa, Cinci’nin bütün hastaları kadındı. Hepsi de hocanın nefesinden şifa bulduğunu söylüyordu. Bir Duman’ın yaşlı babasına bir yararı olmamıştı. Belindeki geçmeyen ağrı için okunmuştu adam. Cinci, iki metre uzaktan, şöyle yasak savar gibi, eliyle de sıvazlamadan üfleyip geçmişti. Sonra da, çağrıldığında gelmemiş, hep yapması gereken acil işleri olmuştu. Aklına gelenleri, annesine yakıştırmak rahatsız etti onu. Sonra, o da insan, diye geçirdi aklından. - Bizi düşünme o kadar, sen sağlığına bak - Yapabilsem. Ana ol da gör. Ana. Bu sözcük genç kıza sevdiğini, Hüseyin’i anımsattı. Dokunamadığı yüzünü, yapraklar gibi hare hare gözlerini… Demek gidiyorum deyip gitmemiş, dönüp izlemiş, tuzu da oradan oraya taşımıştı. İçi acılandı. Gerçekten askere alırlar mıydı, onu? - Bir olsam, dedi kız. - Ne dedin? dedi, Sabire. - Hiç. Uyuyalım artık. Hüseyin’i cinci yaptı düşünde. Okuyordu. Sadece onu... Sarığını sarmış, kaftanınını giymiş, orman gibi sakallı, tıpkı hoca... Dört yanı kapalı bir odada, Gülbeyaz'ı çırılçıplak soyuyor, gözleri kapalı, ağrıyan göğüslerini okuyup üflüyordu. Daha yeni düşe dalmıştı ki, ter içinde kaldı. Mısırlık yeşil yeşil kokuyordu. Yalınayak girdiği toprak sıcaktı. Ayazın vurduğu çıplak ayaklarını yüzeydeki ince toprakta örttü. Bir yer buldu oturdu. Ay bulutların ardındaydı, ama yağacak gibi de değildi. Ağustosböceklerinin sesi geliyordu. Bu yıl erken başlamışlardı. Sıcağın etkisiydi herhalde. Sıkıldı. Oturduğu yerden kalktı. Mısırları kırmamaya çalışarak, daha yeni biçilmiş buğday tarlasına ulaştı. Başakları yukarı, mezarlığın altındaki harmana taşıyıp yığmışlardı. Salatalıkların keskin çiçek kokusunu duydu. Yaprakları karıştırırken koku daha da arttı. Allah’ın cezası çocuklar bırakmıyordu ki. Güldü, nedense bütün çocuklar, salatalık hırsızlığını severdi. Geçen yıldan kalma çekirdekleri, mısırların arasına ekerek karpuz da yetiştirmişlerdi. Kafa kadar karpuz vermişti her biri. Nasıl bulmuşlarsa, beyaz beyaz karpuzları orada yemişlerdi. Sonunda el yordamıyla küçük bir salatalık buldu. Çiçeği düşmemişti. Minik dikenleri ellerine battı. Eteğine sildi dikenlerini. Bir tane daha bulmak için devam etti aramaya. Yapraklara sürünen birinin hışırtısını duydu. Kim olduğunu bilse de tedirgin olduğu yere çöktü. Mısırlar aralandı. Uzun boylu bir gölge açığa çıkmadan dikilip etrafına bakındı. Seslendi ona: - Hişt! Gölge ona doğru yürüdü. Hüseyin’di. - Orda açıkta kalıyoruz, diye fısıldadı. Böyle gel. Sıcak toprağa çöktüler. Birbirine çok yakınlardı. Dokunmak için aklını atarak, ama dokunmaya korkarak öyle oturdular. - Yeşil ne güzel kokuyor, dedi erkek. - Hele salatalıklar. Bak sana da buldum. Al. Elleri salatalıkları verirken birbirine değdi. Bir sıcak alev yaladı ikisini. Gece kuşlarının, kurbağaların sesi geliyordu. Hüseyin, uyuşan ayağını bir mısır kökünden kurtarmak için uzattı. Dizi Gülbeyaz’ın baldırına geldi. Çekecekti, vazgeçti, kızı bekledi. Kızın baldırında bir kasılma, bir geriye çekilme olmadı. Farkında değilmiş gibi, bırakmıştı dizini. - Çok kalamam, dedi. Annem halamlarda sanıyor, beni. Gittim de bir soluk, sonra buraya geldim. Endişeleniyorum onun için. Sırtı ağrıyor. Bir şey olursa, Allah vermesin, yapayalnız kaldım o zaman… - Ben varım ya, dedi Hüseyin. Biraz döndü kız. Oğlanın bükülü ayağına değdi. - Sen varsın ya. Varsın da, nasıl ortaya çıkacaksın, kapıma nasıl geleceksin? Gülbeyaz, sevdiğinin dizinin hemen yanında olduğunu biliyordu, ama görmüyordu. Nefes aldıkça giysisinin sürtünmesini hissediyordu. Kim demiş insanın iki eli, iki gözü var diye. Dizi, koca bir göz olmuş, o tüy gibi dokunuşu, iğne batırılıyormuş gibi alıyordu. Biraz öne kaysa… Yapamadı. Konuşmaya vurdu. Daha hızlı nefes alıyor, nefesiyle şişirdiği bedeninin Hüseyin’in dizine değeceğini umuyordu. Sesi iyice tuhaflaşmıştı. - Sen istemeye gelmeyecek misin, beni? İstersen o zaman… Daha önce konuşmuş anlaşmışlardı. Hüseyin yaz bitmeden ailesini gönderecekti, harmanları bekliyordu. Harman bitsin, şehre gidip bir iki şey alsın armağan diye, öyle. - Bunu benim kadar kimse isteyemez de, biliyorsun. “Biliyorum da,” diye düşündü kız. “Elimde değil ki, aklım sende. Şimdi dizin onca uzakken bedenim boydan boya göz kesmiş ateşini alıyor. Ne kadar dayanırız böyle? Sonra Tufan belası var, haber salıyor. Ne istersem çeyiz olarak yapacak. Yeter ki ben, he deyim…” -Tufan rahatsız ediyor mu seni? - Haddine mi düşmüş? Neylerim onu, biliyor musun? İyi de ya anası kanarsa altındır, liradır, bilmem nedir? Ne olacak yani, adam dulsa dul, yaşlıysa yaşlı. Yaşlı al da, kıymetin bilinsin kızım, derse. Ama Hüseyin’i tedirgin etmek istemiyordu. Birazcık anlatayım demişti, daha önce. Biraz da kıskandırmak, zorlamak istemişti de, salt öfke kesilmişti erkek. Bir sabah çeşmeden su alırken gelmişti Tufan. Atı yanında yoktu, belli ki onu kolluyordu. Rastlaştıklarında öyle gözlerini dikip bakardı, ama bu kez kalkıp direk yanına gelmişti. Şöyle bir etrafına bakınmış, sokulmuş, sırnaşmıştı. “- Bak,” demişti. Ben bu köyün nesiyim? Muhtarı. En büyüğü. Padişahın fermanı kime gelir? Bana. O zaman ben padişahın adamı mıyım? He. O sıfatla işte bir diyeceğim var.” Adam eskisi gibi değildi. Kendini beğendirmek için parçalanıyordu. “- De,” demişti, saf saf. “- Ben seni Allah’ın emri, peygamberin kavliyle almak isterim. Annenle filan konuşmadan önce senle konuşmak istedim.” Bakakaldı. Adam gözlerini kırpıştırarak hemen burnunun dibinde ona bakıyor, evlenmelerden söz ediyordu. Daha düne kadar önünde saygıda kusur ederim, diye ödünün koptuğu babası yaşındaki adam, ergen bir delikanlıymış gibi yüzünde yılışık bir sırıtma yaranmaya çalışıyor, kırılıp dökülüyordu. Gerçi gururu okşanmıyor değildi, ama gülünç, delice bir şeyler vardı bunda. Sinirleri boşalmış, bir gülme almıştı onu. Tufan da bunu iyiye yormuştu. “- Düşün, ” demişti. “ Seni sultanlar gibi yaşatırım, söz. ” Evde anasına bile anlatamamıştı. Çünkü annesinin aklı, kızının yaşmağı çalılarda kalmadan evlenmesindeydi. Tufan’ı beğeneceği tutardı. Hüseyin’e şöyle bir diyecek olmuştu, Hüseyin delirecekti. Adamı öldürmekten dem vuruyordu. Allah’tan adamın kendisine baktığını söylemişti, sadece. Ya göğsünü, bacağını tuttuğunu deseydi? Hele, bir anlıkta olsa bundan hoşlandığını?.. İnsan ne tuhaftı. Gün olur, bir yılanın sürtünmesinden de zevk alabiliyordu. Hatırladıkları kanını kızıştırdı. Karanlıkta göremediği Hüseyin’e sokuldu. Sıcak nefesi gerdanını yaktı. Dizini şimdi tam olarak hissediyordu. - Tufan beni kaçırsa vurur muydun onu? - Sade onu değil, seni de vururdum. Razı geldiğin için. Yani göğsünü tutmasına razı geldiğini duysa, öldürecekti. Öldürmese bile bir daha bakmayacaktı yüzüne. Çocuğun eli dizinin üstündeydi. Göğüslerinin biri o ele değdi, çekildi hemen. Hüseyin endişeli sordu: - Var mı, öyle bir şey, yoksa? - Denedim seni, dedi. Bakalım sevdiğine sahip çıkıyor musun? Yeniden Hüseyin’in eline değdi göğsünün ucu. Birden titremeye başladı. Yaz sıcağında sıtma yemiş gibi titriyordu. Engellemek istedi, başaramadı. Ne biçim işti bu, insan sevince böyle mi oluyordu? Tufan bir kezinde de fındıklıkta kanaviçe işleyen Gülbeyaz’ın yanına gelip oturmuştu. Gülbeyaz, son gördüğünden bu yana aklını kaçırdığına iyice inandığı adamı tatlı dille ikna etmeyi kuruyordu. Adamın yanına oturmasına ses çıkarmamıştı. Elini dizine koyduğunda irkilmişse de, dayanmış, farkında değilmiş gibi sürdürmüştü işini. O anda Tufan’a bir hal olmuştu. Sıtma nöbetindeymiş gibi zangır zangır titriyordu adam. Kız dizini kurtarıp öfkeyle sormuştu: “- Ne oldu sana, verem mi oldun?” Heyecanlı anlaşılmaz bir sesle homurdanmıştı adam. “- Seni Allah’ın emriyle zevcem yapacağım,” demiş, sarılmaya, öpmeye uğraşmıştı. Kız öfkeden kendini yitirmiş, koca adamı tekmeleyerek devirmişti çimenlere. “- Defol deyyus! ” diye bağırmıştı. Ayağa fırlayıp kafasına vuracak bir şey aramıştı. Adam, kızın eline geçirdiği değnekten daha çok, bağırmasından çekinmiş olmalıydı. Bırakıp giderken söyleniyordu. "- Elletirken iyiydi de, şimdi ne oldu?" Beyninden vurulmuştu, Gülbeyaz. Teslimiyetinin anlaşılıp hatırlatılmasından rahatsız oldu. Ya birine derse?.. Ya Hüseyin duyarsa?.. Elinden gelse, bir daha sözü edilmesin, diye öldürebilirdi Tufan’ı. Tufan’ın o günkü titremesinin anlamını da şimdi çözüyordu. “ Domuz,” dedi içinden. “Demek böyle şeyler hissediyor benim için o pislik. Bir daha görürsem onu peşimde… ” İyi de kendi hoşlanması ne oluyordu? Peki sevmek bu muydu? Sana dokunduğunda titriyorsan seviyorsun demek miydi? Kendisi de, atın yanında, Tufan elini göğsüne dayadığında bir an zangır zangır titremişti. Tamam, hoşuna gitmişti doğru da, Tufan’ı sevmiş miydi? Şimdi niçin iğreniyordu ondan? Yok, bu başka bir şeydi. Sevmek gibi güçlüydü ama sadece bir anlık. Üstüne üstlük geride bir iğrenme, bir suçluluk bırakıyordu. Ne var ki, bazen değişik düşünüyordu. Örneğin, şimdi değil, şimdi Hüseyin’e bu kadar yakınken aklına gelenler farklıydı; onu ısırmak, sıkmak geçiyordu içinden, ama başka zaman ona baktığında, ona dokunduğunda, içinden ağlamaya benzer duygular geçerdi. Dokunduğunda alıp koynunda bir yere sokma arzusu duyardı. Çılgınca onun içinde bir yerlere girmek isterdi. Kimi zaman onun için hiç düşünmeden öleceğini hissederdi. Bazen Hüseyin gözünde azizleşir, bir eksik, çirkin yanını görmesin isterdi. Titremesinden utandı bu kez. Geri çekildi. Hüseyin çekilmesini istemiyordu, ancak bir şey demedi. - Askere falan almazlar değil mi? dedi. - Daha yaşıma var, ama her yer karışık. Dağlar asker kaçağı, Rum, Ermeni çeteleri dolu, diyorlar. Kız kaygıyla sordu: - Buralarda da başlar mı? - Başlamış bile. Hele Rus, Trabzon’u bombaladıktan sonra azmış hepsi. Fandak’ta birinin evini yakmışlar. Kimin yaktığı belli değil, ama belli ki gâvurlar. - O zaman ne olur, seni askere alırlar mı? - Ne bileyim? Kimsenin askere gittiği yok, zaten. Herkes kaçak. Ama yakaladıklarını asıyorlarmış. Oracıkta kurşuna diziyorlarmış. Enver diye biri varmış, Enver Paşa. Büyük bir ordu topluyormuş, Rus’un üstüne gidecek. Askerliğim muhtara bağlı biraz da. Muhtar bildirirse yaşı gelen var, diye, götürürler. Sen bilirsin, istersen ortalık durulana değin bekleyelim. Muhtarın sözü geçince kızın tüyleri diken diken oldu. Tufan, bir bilse, elinde yetki varsa Hüseyin’i divanı harbe verirdi. Gene de çok düşünmedi üstünde. Hüseyin’in dediklerini savsaklama olarak aldı. Kızdı, damarına bastı. -Olur. Anneme de anlat bunu. Tufan isterse verir beni. Hüseyin, öfkeyle kollarına yapıştı kızın. -Bana bak! - Ne bakacağım, ipe un seriyorsun sen. Şimdi daha yakındılar. Kız iyice yaslandı ona. Kendini bıraktı. İnledi. Hüseyin’de beline attı kolunu. Titreyen öteki eliyle göğsünü bulmaya çalışıyordu. Gülbeyaz, Tufan’ın kendi malıymış gibi kolayca bulduğunu anımsadı. Hüseyin’in yavaşlığı, kızın utanması geri gelecek kadar sürdü. Elini tutup durdurdu. -Sakın, dedi fısıltıyla. Evlenmeden olmaz. Arif Reis’in kızı gibi olamam, nikâhsız, kocasız… -Peki, dedi Hüseyin. Söylediği anlaşılmıyordu bile Sabire kara kara düşünüyordu. Bu yıl buğday her zamankinden çoktu. İçinde adam kaybolurdu girse. Başakları taşıyamayan saplar boynunu bükmüştü. Biçerlerdi biçmesine ama dövmek için ya öküz ya da adam gerekliydi. Kimsede öküz yoktu. Bir kış boyu birkaç sığırın yiyeceğinden daha çoğunu yiyen, sadece yazları işe yarayacak bir öküzü saklamak herkesin harcı değildi. Önceki yıllarda buluyorlardı birkaç kişi. Dövenin önüne geçerler, bir iki günde buğdayı sapından ayırırlardı. Bitmeyen savaşlar, erkek bırakmamıştı ki. Gülbeyaz: - Biz yapamaz mıyız? Mehmet de var. - Döveni çekecek güçlü erkekler gerek, ya da öküz. Düşünüp taşındılar. Sonunda Mehmet’i geçen yıl yardıma gelen Ermeni Bedik’in çocuklarına haber vermeye Kalemen köyüne gönderdiler. Kocası sağken Bedik'le iyi arkadaştılar. Baharda yaşlı Bedik bir ağaca asılı bulunmuştu. Şeyini kesip atmışlardı, kim yaptıysa. Yüzü de tanınmayacak haldeydi. Dumanlı havaya biraz daha sis katılmak istenmişti. Dağlarda saklanan asker kaçakları ya da Müslüman çetelerin yaptığı söyleniyordu. Çocuklar bu yüzden kaygılanıp gelmeyebilirlerdi. Mehmet gitti. Çok umutlu değildi, ama geliriz, demişti Bedik’in oğullarından biri: “Başkalarını bilmem ama ben gelirim,” demişti - Bir tarla gördüm, demişti Mehmet. Mandalina, portakal tarlası… Öyle güzel ki aklın durur. Bir kokusu var çiçeklerin, içinde biraz uzun dursan bayılırsın. Anlata anlata bitirememişti. Ertesi gün dağların dorukları ışığa teslim olurken fındıkların içinden bir delikanlı çıktı geldi. Kıvırcık, kuzgun siyah saçlı, uzun burunlu, geniş omuzlu, gösterişli bir gençti. Bir ayağı hafif aksıyordu. Kapının oraya varınca yaklaşmadan seslendi. Gülbeyaz, güneşin önünü kesen gence baktı bir zaman. - Beni tanımadın, dedi delikanlı, değişik bir Türkçe’yle. Ben Bedik’in oğlu Yargo. Kız, geçen yılkı karşılaşmalarında hiç hissetmediği bir çekinme duydu. Yaşmağına sarındı. - Büyümüşsün, dedi, duyulur duyulmaz. - Sen de, dedi genç. Büyümüş ve de gü… Sözünü tamamlamadan yüzünü çevirdi. Güzelleşmişsin, diyeceğini anlamıştı kız. İçi bir hoş oldu. Sözünü tamamlasın isterdi. Gönlü ısınmıştı bu gence. - Anamla Mehmet tarlada. İstersen sen de git. Genç döndü, yürüdü. Kız nedense gitmesini istemedi, biraz daha konuşsun istedi. - Portakal bahçeniz varmış, içine girsen bayılırmışsın kokudan. Durup yanıtladı Yargo, - Var, dedi. Bayılırsın kokudan. Kız, kalbinin hızla çarptığını hissetti, konuyu değiştirtirdi. - Babana rahmet olsun, dedi. Kim yaptıysa Allah’ndan bulsun. Gencin masum gözleri çakmak çakmak yandı. - Sağ ol. Bulsun. Yürüyüp gitti. Akşama değin çalıştı erkekler. Kız da evde onlara yemek pişirdi, taşıdı. Ertesi gün Yargo geldiğinde güğüm belinde sudaydı. Döndüğünde harmandan sesler geliyordu. Yerevine girdiğinde tuhaf bir koku aldı. Hiç rastlamadığı bir koku. Arandı. Bulamadı. Ateşi yakmaya durduğunda tavandan sarkan zincire sarılı yeşil, kalın yapraklı dalları fark etti. Minik beyaz çiçekler vardı dallarda. Birkaç tane de buruşmuş, küçülmüş, özsuyunu yitirmiş, geçen yıldan kalma portakal. Koku ondan geliyordu. Uzandı, çiçeklerden birini kopardı. Ezdi avcunda. Dağlardaki zifin çiçekleri, yayla çayları kadar güzel kokuyordu. Küçük güğümü su doldurdu. Maşrapayı alıp harmana koştu. Annesi, gözleri parlayan, yanakları al al kızına sorar gibi baktı. - Su getirdim, dedi. Yeni aldım oluktan. Altına keskin taşlar çakılı gürgen tahtasından ağır düvenin üstüne annesini oturtmuşlar, buğday demetleri üzerinden sürüklemeye çalışıyordu erkekler. Ter içinde kalmışlardı. Hele Ahmet yetişmeye çalıştığı Yargo’nun yanında ıslak, acınacak bir köpek eniği gibi duruyordu. Gözleri okşanmak ister gibi Gülbeyaz’daydı. Aldırmayıp ilk maşrapayı Yargo’ya uzattı. - Sağ ol, dedi, fısıltıyla. Bir daha ister misin? dedi yüksek sesle. - Yok, dedi Yargo. Sağ ol, sözünün yüklendiği anlamı hissetmiş gibi baktı kıza. Nemli, siyah gözleri buğday başaklarından renk aldı, kahverengi oldu. Maşrapayla güğümü eline tutuşturdu Ahmet’in. - İçin, dedi, ben yemek hazırlayacağım. Eve döndüğünde, yüreği kanatsız kuştu. Her ne kadar, arada bir Hüseyin aklına girip huzursuz etse de, portakal çiçeklerini koparıp göğsüne doldurmaktan geri kalmadı. - Sen akıl etseydin ya salak, dedi öfkeyle. Sonra da Hüseyin’e olan kızgınlığını yersiz buldu. Nereden bulsundu portakalı? Dağ taş çiçek doluyken zifin, gomar çiçeği de mi bulamazdı? Ama o bunların hiçbirini yapmadı. Orman gibi gözlerini açarak öyle baktı durdu sadece. Gerçi, hakkını yememeliydi, öyle baktıkça dünyanın bütün çiçeklerini ona taşıyordu ya, insan gönlü isterdi. Göğsünü kokladı. Portakal çiçeği kokusunu aldı. Hüseyin’le buluştuklarında o kokuyu hemen alacaktı. - Bul, diyecekti. Nerede olduğunu bul. Bu kez bulacaktı. Düşündüğü hoşuna gitti. Tüm bedenini ateş bastı. Yargo’yu sildi aklından. Abdesthaneye girip saçını, boynunu ıslattı. O gece aşhanenin başında oturmuş kuymak yapıyordu. Yorgun erkeklerin, annesi gibi bir an önce yatmayı düşüneceğini umuyordu. Gitmemekte ayak direyen Ahmet’e büyük öfke duyuyordu ya, harmandaki gayretini, ona olan gereksinmelerini de unutmuyordu. Mehmet’in, Ahmet’e, Yargo’yla ilgili anlattıklarını elinden olmadan dikkatle dinledi. Yargo, askerlik çağında olmasına rağmen, babası, ölmeden onun için altmış lira bedel ödeyince askere gitmemişti. Köyün yarısını satın alacak kadar parayı ödemek neyse de, muhtardan bir kâğıt almak gerekmiş, o zor olmuştu. Bedel ödeyen gayrimüslim, yer satmadığını kanıtlamak zorundaydı. Yoksa amele taburlarına gönderilirdi. Muhtar da bir şeyler yemek için işi yokuşa sürmüş, ona da yüklü bir para ödemişlerdi. Kuymaklarını bitiren erkekleri sabırsızlıkla bekledi. - Gidin yatın artık, dedi. Yarın erken kalkacaksınız, benim de daha işim var, hadi. Bulaşıkla, ortalığı toparlamakla uğraştı. Sonra içerdeki Mehmet’in horlamaya başladığını duyup usulca dışarı kaydı. İncirin altından güneye giden daracık yola saptı. Fındıkların arasında yolunu bulmakta zorlanıyordu. Ama Allah’tan ay vardı. Her bir dalı, yaprağı gümüş halelerle çevirip yere süzülüyordu. Fındıklığı geçip mısır tarlasına girdi. Fasulyeliği aştı. Salatalıkların o hoş kokusunu duyunca etrafına bakındı. Hüseyin çoktan gelmiş olmalıydı. Ay, Kot Kaya’dan iki karış yukarıda koşturuyordu. Buluşma zamanıydı. Bir yere saklanmıştır, dedi. Oturdu. Sıcak toprak bedenine iyi geldi. Uzun bir süre bekledi, Hüseyin gelmedi. Öfkeyle, bildiği bütün küfürleri Hüseyin’e sıralayıp eve döndü. Birkaç gün Hüseyin’e küstü, gelip gönlünü almasını bekledi. Ses seda çıkmayınca kaygısı baskın geldi aradı onui. Başına bir şey geldiğinden endişe ediyordu. Muhtar da peşinden ayrılmaz olmuştu. Dağda bayırda ardındaydı. Daha bir yüreklenmişti sanki. Birkaç gün sonra öğrendi, Hüseyin’e ne olduğunu. Sözde yukarı yerliler, köyün yaylalardaki otlaklarına el koymuştu. Çitleri yıkmış, yayla keliflerini yakmışlardı. Köy ihtiyar heyeti oturup karar almıştı. Birkaç silahlı kişi gidip yaylımların başında bekleyecekti. Muhtar da, bekçi Dursun’la birkaç kişiyi ve Hüseyin’i göndermişti. Hop oturup hop kalktı Gülbeyaz. Artık göğsünde toz olmuş portakal çiçeklerini silkelerken sövdü saydı. - Salak, anlamadı, muhtar onu uzaklaştırıp kendi kapacak beni. Aptal! O öfkeyle peşinde dolaşıp duran muhtara varmayı bile kurdu. Sonra adamı orakla tehdit etti subaşında. Gelirsen bir daha öldürürüm dedi ya muhtar bir kadından korkacak gibi değildi. Harman bittikten sonra ırmakta çamaşır yıkıyordu. Ağaçların arasından ayak seslerini duyduğunda orağı elinde ayaktaydı Gülbeyaz. Gelenin muhtar Tufan değil de, Yargo olduğunu görünce rahatladı, gülümsedi. Elinde çiçekli koca bir dal vardı. - Sevdiğini biliyorum. Bunlar mevsim dışı portakal çiçekleri. Bir kıyıda kar altında kaldılar, geç de budanınca, ancak açtılar, meyve de tutmaz artık. Şansına… Sesi tuhaftı. Güneşin yakmasını aşan bir kırmızılık oturmuştu yüzüne. Tedirgindi, kaçacak gibi. Şaşkınlığını attı Gülbeyaz. Fırladı aldı dalı. - Sağ ol, dedi titrek bir sesle. -Ne çok seviyorsun çiçekleri, dedi Yargo. Çiçeklerden daha çok hatırlanmayı, diyemedi. - Ne yapıyorsun onları? İçinden, göğsüme koyuyorum, demek geçti. Deseydi ne olurdu? - Çamaşırlara koyuyorum, sandığa. Tüm oda öyle güzel kokuyor ki. Sizin eviniz kim bilir nasıl güzel kokar? - Hele toplanıp bir odaya yığıldığında, dedi, delikanlı. Sonra yüzündeki kırmızılık daha da artarak mırıldandı. - Dört yan gül suyu gibi kokar, tenin bile… Bir gün gel, Mehmet’i al gel. Görürsün. Daha durmadı Yargo, kaçar gibi yürüdü, ağaçlara karıştı. Gülbeyaz, dur demeye deliydi, ama karnına, kasıklarına yapışan sancıyla gerilmiş oturmak zorunda kaldı. Seslenip durdurmayı bile düşündü. Peşinden koşmayı, fındıkların gür yapraklarının arasında ona yetişmeyi, otların arasında elini alıp göğsüne koymayı, işte portakal çiçekleri, geri al onları, demeyi kurdu. Düşündüğünü yapmak için çabuk çabuk koparıp göğsüne soktu çiçekleri. Gidecekti. Çamaşırları öyle bırakıp birkaç adım attı. Yargo’nun Müslüman olmadığı geldi aklına. Sonra Hüseyin’in rüzgâr altında dalgalanan ormanlar gibi derin gözleri geldi. Yaşadığı her bir yürek kanamasını bir bir yüzüne taşıyan gözleri, bir kırıldı mı kasılan yanak kasları, bir çocuk gibi titreyen dolgun dudakları, yerini bulamayan ama hep arayan elleri geldi. Fındık toplarken saatlerce bir dala asılıp gözleriyle onu arayan o dal gibi delikanlı geldi. Sadece elini tutarak ay ışığında geçirdiği geceler geldi. “- Ne çok etkileniyorsun aydan,” demişti, bir kezinde. “Kadınlar gibi…” Hüseyin yüzüne bakmış, sonra bir çiçek tarlası gibi uzayan gökyüzünü, gümüş bir tepsi gibi dönen ayı, onun ışığında gündüzün yoksul görüntülerini aşıp düşsel bahçelere dönen dünyayı göstermişti. “- Sen hissetmiyor musun? O doğarken dünya çıldırıyor, toprak konuşuyor, ağaçlar hışırdıyor, dört bir yan çalkalanıyor.” Denemişti. Gözlerini yükselen aya dikmiş beklemişti, sanki çok soğuk bir su gibi ışık içine akmış, sırtı binlerce iğne batırılmış gibi ürpermişti. Çamaşırlarına yürüdü yeniden. - Pis kız, dedi. Pis kız başına vurdu. Ya askerde olsaydı sevdiğin ya da Yemen elinde, çalılara mı geçirecektin kendini? Tükürdü sudaki gölgesine. Çamaşırları, portakal dallarını savurdu dört yana. Göğsündeki çiçekleri çıkardı attı. Kenara, salkım salkım meyveye dönmüş moraların yanına çöküp oturdu, burnu aka aka ağlamaya koyuldu. Neden sonra duruldu. Bir kanat hışırtısı duyunca bakındı etrafına. Minik, gri renkli, ince uzun gagalı bir kuş geçti yanından. Kanatlarını o kadar hızlı çırpıyordu ki, görünmüyorlardı. Önce zibilankelerin kırmızı meyvelerini dolaştı. Ardından olgun moraları kokladı tek tek. Ağ gibi örülmüş dikenli dallara takıldı, birkaç tüyü havaya savruldu. Kurtulup bir ardıç ağacının dallarını merakla gezdi, sonra yeniden zibilankelere döndü. Tek bir tane yemeden uçtu durdu. Genç kız heycanla: - Aşkarayan bu, diye fısıldadı. Karmaşasını unutmuş, benzerinin sırrını çözerek kendini anlama umudunda izliyordu. Sonunda kuş, dolaşmaktan vazgeçti. Kanatlarını bir yelpaze gibi çırparak havada asılı durdu. Ardından ırmağın karşı kıyısındaki dağyemişlerinin meyve yüklü dallarına yöneldi. Sonunda yerini bulmuş, bir yığın aşkarayanla birlikte keyifle cıvıldaşıp karnını doyurmaya başlamıştı. " Hepimiz birer aşkarayanız," diye düşündü. "Böyle öğreniyoruz." Hüseyin’le ilk tanışmaları, konuşmaları geldi gözünün önüne. Köy çocuklarıyla birlikte sığıra gidiyorlardı. Sevdaları henüz sözcüklere dökülmemişti, daha gözlerdeydi. Bir yerde karşılaşırsa bakarlardı birbirine, hepsi o. Dar bir yoldan geçerken bilerek çarpmıştı delikanlıya. Onun aldırmazlığını görünce, güya yanındakilere söyler gibi bir türkü tutturmuştu: Ha böyle ağır ağır Gideyiduk yan yana Dirseğimin ucıni Aldırdım koltuğuna Hüseyin, elinde kızılcık sopası, çamın dibinde, hiç unutamadığı bir şaşkınlıkla gözlerini geniş geniş açarak öyle kalakalmıştı. Sonunda şaşkınlığını atmış, türküyle yanıt vermişti: Vurduk dağdan ukarı Çıktık bir oyuncuğa Dedi nenem güvenme Yanındaki gancuğa Kendisini güvenilmez buluyordu demek ki. Yanındaki kız arkadaşı kahkahayı basınca Gülbeyaz, kıpkırmızı kesilip dağ yolunu hızla tırmanmaya koyuldu. Hüseyin devam ediyordu: Sanki çatlayacağum Zaman geçmeyi zaman Uyku almaz gözüme Dayan Hüseyin dayan Denk gelecek bir türkü arıyordu. Kızlar da sıkıştırıyordu, hadi sen de söyle, diye. Ha deyince olsaydı… Sonunda bulup söylemişti: Derenin kıyısında Foli yaparım foli Sevdaluk işlerinin Şalvardan geçer yoli Öyle gelmiş aklına, demişti ya, Hüseyin’in renk değiştiren, şaşıran, öfkelenen, küsen yüzünü görünce denk düşmediğini anlamıştı. Düzeltmek için, hışımla sırtını dönüp sığırının peşine koşan delikanlıya yeni bir türkü yetiştirmişti. Oy sanduğum, sanduğum, Yeşil boya boyandın, Demin türkü söyliydin, Şimdi niye dayandın Hüseyin çok sonradan demişti, neden küstüğünü. Azgın karıların, aklı orasındaki heriflerin işiydi o tip türküler. Sevdalı insanların işi değildi. Gülbeyazı’ın aklı almıyordu bunu: - Sen benim erim olmayacak mısın? Sanıyor musun, bunu baştan kabullenmesem sana türkü atarım? Şimdi anlıyordu, şalvardan başlamak sevda değildi, başka bir şeydi. Muhtarın memesinden başlaması, onun da titremesi gibi. Her canlının ortak paydası o işti, yani hayvan yanı. Kuşkusuz dokunmak herkesin hoşuna giderdi, ama aşkı öğrenen insan, her dokunmadan hoşlanmamayı, kimini reddetmeyi, kimini ise yüreklendirmeyi öğreniyordu. Gerçek sevda, salt bedene duyulan bir ilgi değil; ruhuyla, gözüyle, sözüyle, kokusuyla arkadaşını, ruh ikizini bulmak, seçmek demekti. Şalvarda değil, gözde başlar, sözde sürerdi. Ya diğerleri bedenini kızgın toprak gibi yakan neydi? O iş yoksa sevdada, bu milletin çocukları nasıl oluyordu? Yargo’nun çağrıştırdıkları, kasıklarında yaktığı o müthiş ateş, muhtarın eliyle yapamadığını onun duruşuyla yapması ve hiç de iğrenç gelmemesi neydi? “ Gülbeyaz, bir ufacık, kara cahil köylü kızı hangisini seçecek?” diye ne çok düşünmüştü. Annesine sorsa bilir miydi? O seçerek mi yaşamıştı? Bu dünyada aşkını seçerek yaşayan kaç kişi vardı ki? Kafası derin düşüncelerden karmakarışık olmuştu. Ağrıyan şakaklarını ovaladı. Emin olamadığı bunca şey olmasına şaşıyordu, ama bir şeye emindi, muhtardan iğreniyordu. Tek yanlı bir alma isteğiydi o. Hoşlanmışsa bile, bir anlıktı, içindeki söz geçiremediği bir hayvan hoşlanmıştı, o değil. Bir daha ister mi? İstese aklını atmaz mıydı Tufan? Ya Yargo?.. Kasıklarındaki ateş ona sırat köprüsünü geçirtebilirdi. Yargo’nun o genç, güçlü bedeninin ağırlığıyla ezilmek için her şeyi yapacaktı, nerdeyse. Doğru. Yapsaydı, hiçbir şey yapmadan Hüseyin’ine baktığı gibi, ona da yüreği gözlerinde bakar mıydı, bir daha acep? Sadece o işi istediğinde, bakardı her hal. Bedeni doyduktan sonrası ne olacaktı? Affeder miydi kendini? Bakabilir miydi, Hüseyin’inin yüzüne bir daha? Kollarını iki yandan omuzlarına doladı. Elleriyle sıktı. - Hüseyin’im, dedi. Bir erkeğin ağırlığı ve kokusuyla eziliyormuş gibi sarsıldı. Bedeninde ne kadar kas varsa titredi. İçi çekildi. Sanki içinden bir şeyler eriyip toprağa aktı. Ter içinde: - Allah’ım, diye fısıldadı. Artık seçimi seziyordu. Aşkarayanın niçin o kadar dolaşıp dağçileklerinde karar kıldığını da biliyordu. O iş vardı, şalvarla başlayan her neyse vardı vazgeçilmez biçimde. Vardı ama hayatın, sevdanın kendi değildi, anlatımı değildi, açıklaması değildi. Onun içinde yer alan önemli, ama küçük bir unsurdu, sevdanın ödüllerinden biriydi belki, fakat sevda değildi. Tıpkı yemeğin, yaşamın bir gereksinmesi ve ödülü olması, ancak yaşamın kendi olmaması gibi. Çamaşırları sepete doldurdu, sırtladı. Yanında getirdiği orağını beline soktu. Sık ağaçların bir dam gibi ördüğü yolu aştı. Eve sapan ayrıma geldiğinde muhtarı gördü yolu üstünde. Bir kavlağan ağacının yola uzayan kalın köküne oturmuş, madeni dişini göstererek gülüyordu. İngiliz kumaşından yeni giysiler giymişti. Bolca sürdüğü gülyağı kokusu uzaktan bile alınıyordu. Kızı görünce doğruldu. Ne yapacağına karar veremedi Gülbeyaz. Korktu bir an. Geri dönüp kaçmayı kurdu. Hüseyin’i yaylalara gönderenin o olduğunu düşününce korkusu öfkeye döndü Her şeyi biliyor olmalıydı. Hüseyin dönünce ne yapacaktı? Asker kaçağı olduğunu mu bildirecekti bu kez de? Hüseyin gidecek, bilinmeyen diyarlarda ölecekti. Belki de, yayladan hiç dönemeyecekti. Ürperdi. Boş bulunup göğsüne dokunmasına razı geldi diye, şimdi bu adam, hiç günahsız Hüseyin’i ölümlere sürme hakkını buluyordu kendinde ha. Kahroluyordu, suçlu kendisiydi. Razı gelmeyecekti. Hemen çekecekti kendini. Daha da ileri gidip tükürecekti yüzüne. Yapamamıştı işte. Şimdi Hüseyin’in canı ona bağlıydı. Suçlu kendisiyse, bedeli de kendisi ödemeliydi. - Hayırdır? dedi Gülbeyaz. Sesi sertti. - Hayırdır. Seni bekliyordum. - Nedir derdin benimle? Adam sert çıkışlarına aldırmadı. Yumuşak bir sesle, - Bir derdim yok, dedi. Sevda benimki. Kız evi, naz evidir… Ceplerinde bir şeyler arandı. - Bunlar senin. Sarılı bir yemeni çıkardı. Açtı. Bir bilezik vardı içinde, altın. Bir de ayna ve tarak… - Yakışır, dedim. Anandan istettim seni, he, dedi. Gülbeyaz uzanıp almadı. Tiksinir bir edayla baktı. Muhtarın oturduğu ağaç kökü, bir yerinden altından bir insan geçecek kadar topraktan yükselmişti. Onu işaret etti. - Çocukluğumuzda onun altından sürünerek geçip erkek olmak isterdik. Senin gibi erkek olmakta ne varsa? Sen de sürün geç, karı ol. Ol da, köy bir or..pu görsün, geçsinler üstünden. Hüseyin’i bilerek yaylaya yolladın değil mi? Adamın yüzü allak bullak olmuş, sesi değişmişti, fakat kendini kontrol ediyordu. - He, dedi adam. Sizi görmedim mi sanıyorsun? O sümüklüye mi bırakacağım seni? - Dönecek ordan. O zaman neyleyeceksin? Kurnaz kurnaz güldü, Tufan: - Buluruz bir yol, dedi. Gelemeyeceği bir yer buluruz. Tasa etme. - Tü, yüzüne senin, dedi kız. Döndü yürüdü. Yüzü gözü kıpkırmızıydı. Adamın ayak seslerini duyunca hışımla döndü. - Peşimde gezme, dedi. Peşimde gezme muhtar. Yoksa… - Yoksa? dedi adam alayla. Dar yolda yan yanaydılar. Boğulacak gibiydi kız, çıldıracak gibi. Nasıl yapacağınıı bilemiyordu, ama hemen kurtulmak istiyordu. Çaresizlik ve öfkeyle, sövüp saymak için döndü. Rastlantıyla sırtındaki sepet muhtarın başına hızla çarptı. Adam sendeledi, ırmağa yuvarlanmamak için yandaki ağacın boşluğa sarkan dallarına tutunmaya çalıştı. Tuttuysa da kaydı. Şimdi elleriyle dala asılmış, ayakları ırmağa uzayan boşlukta sallanıyordu. Gülbeyaz, o anda kararını verdi. Belindeki orağı çıkardı. Ağaç köklerini yakalayıp çıkmaya çalışan adamı saçlarından tuttu, başını arkaya yatırdı. Can havliyle kurtulmaya çalıştı adam. Bir elini asıldığı daldan bırakıp kızın bacaklarını yakalamaya çalıştıysa da, yetişemedi. Keskin orağı boğazına iki kez çaldı ardı ardına. Şah damarından fışkıran kan, bir anda Gülbeyaz’ı kırmızıya boyadı. Kafa yarı yarıya ayrılmıştı boyundan. Elleri çözülen adam, tepe takla zibilankelerin, moraların arasında akan ırmağa kadar yuvarlandı. Yapraklar dökülünceye kadar onu orda kimse bulamazdı. Kız bir süre ne yapacağını bilemeden, olanı biteni tam anlayamadan durdu. Neden sonra etrafına bakındı. Kimse yoktu görünürde. Aşağıyı, sık dalların arasından gözükmeyen, ama sesi duyulan ırmağı görmeye çalıştı. - Sana sevdiğime dokunma, demiştim. Ona zarar verdiğim hissini bana vermeyecektin, dedi suya doğru. Arkadaki fındıklığa girdi. Sepeti orada bırakıp ağaçların arasından ırmağın kenarına indi. Yoldan uzak bir yer seçti, soyundu. Bir iç gömleği ve donla kaldı. Kanlı orağını, elini yüzünü, giysilerini, yıkadı. Sıktı. Yeniden giydi üstüne. Sepeti almaya geldiğinde etrafa göz gezdirdi. Yolun kıyısına düşmüş kenarı işli mendili ve altın bileziği gördü. Ayna ve tarak adamla beraber düşmüş olmalıydı. Ayağıyla aşağıya itmeyi düşündü, son anda vazgeçti. Eğilip aldı, kuşağına soktu. Mendili kimse görmemeliydi, yakacaktı, bilezikse nasılsa bir yaraya merhem olurdu. Ardına bakmadan eve gitti. Kapıdan girdiğinde ayakta duramayacak gibiydi. Annesi sepeti almak için uzanınca, - Bırak, diye bağırdı. Bırak, ben indiririm. Setin üzerine bıraktı sırtındakileri. Elleri belinde annesinin karşısına dikildi. Kadın öfkesini yorgunluğuna yordu, alttan aldı. - Ne oldu, güzel kızım? “ Sen nasıl, kart herife he, dersin,” diyecekti, vazgeçti. Artık ne anlamı vardı ki? - Suya düştüm, dedi. Rezil oldum, baksana. Yıkanacağım, çıkın dışarı. Annesiyle Mehmet boyun eğip çıktılar. Yer ateşinin üstünde kaynayan suyu aldı. Yıkandı. Rahatlamıştı. Odasına girip yattı. Yatar yatmaz da uyudu. Kendini gördü. Elinde kelepçe, ayağında zincir hapse giriyordu. Hüseyin’de ona el sallıyordu. Ne hikmetse Yargo da yanındaydı. - Allahaısmarladık. Artık sana kimse dokunamaz. Kendine göre bir kız bulup evlen, beni yok say, dedi Hüseyin’e. Boynuna sarıldı öptü, herkesin içinde. Yargo’ya da sarılmaya kalktı. Korkup geri kaçtı delikanlı. Kaçarken boğazını tutuyordu, belindeki orağa bakıp. - Korkma, dedi. Seninki sevda değildi, ama kendi seçimimdi ve de hiç zorlamadın beni. Öyle güzel geldin ki. Hele portakal çiçeklerin… İyi ki, dokunmadın bana. Dokunsan belki her şey kirlenirdi. Sen gelmesen belki de sevmeyi, ötekilerden ayırt etmeden ölebilirdim. Belki aşkarayan gibi bir mora kafulunda tükenirdi hayatım. Sınanmadan… Birden bitti rüya. Ne kadar uyudu bilmiyordu. Yüzüne çarpan bir şeyle uyandı. Bir süre bir şey göremeden yattığı yerden dışarı baktı. Rüzgârın armudun yaşlı dallarında çıkardığı çatırtıyı duyuyordu. Sonra bir ayak sesi duyar gibi oldu. Yeniden minik bir taş düştü odaya. Yüreği sevinç topu fırladı. - Allah’ım! Hüseyin’im. Armudun dibindeki karartıyı gördü. - Gül, diye fısıldadı karartı. - Can, dedi. Yüreği ağzına gelmişti. Canım! Kapıya koştu. Sonra döndü, setin üstündeki örtüleri karıştırdı karanlıkta. Bulduğu bir iki eski giysiyi, hırkasını, yemenilerini, çoraplarını bohça yaptı. Yastığın içinde artık erimiş portakal çiçeklerini güçlükle buldu. Göğüslerine doldurdu. Kapıyı araladı. Yan odada uyuyan annesine ve kardeşine göz attı aralıktan. Sonra dış kapıyı açtı, karanlığa çıktı. Fındıkların altında buldular birbirlerini. Sarıldılar. Sırtını yumrukladı kız, bir yandan ağlıyordu. - Salak, dedi. Salak mısın? Nasıl o adamın aklıyla gidersin? Gözlerinden öptü delikanlı. Sonra ağzından. ”Bu kez ağzım yerine burnumu öpmedi, ”diye düşündü kız. Portakal çiçeklerine gülümsedi içinden. - Götür beni, dedi. Bunlar beni çalmadan götür. - Kaçacan mı, şimdi mi? Şaşkındı çocuk. - Şimdi ya da … İtti onu, gözlerinin içine bakarken bir ateş parçasıydı. -…Ya da hiçbir zaman. Hüseyin ona, kal, iki ay sonra gel, diyemeyeceğini hemen anladı. - Bohçanı ver. Fındıkların içinde yürüdüler. Gök yıldız doluydu. Ateşböcekleri hiç bu kadar çok olmamıştı. Hüseyinlerin evine ulaşmadan Gülbeyaz, onu durdurup sordu. - Portakal kokusunu duyuyor musun? Hüseyin havayı kokladı. Sonra kızın göğsüne doğru eğildi. - Ben hiç portakal görmedim. Bir çiçek kokuyor ama ne? Sen kokuyorsun değil mi? Kızın yüzünü ay ışığına çevirdi. Yüzü çatıldı. - Kim getirdi portakalı? Kız, kıskanıldığını ve sorgulandığını fark etmenin kıvancıyla onun başını göğsüne bastırdı. - Sen bana yar olacaksın, dedi fısıltıyla. - Nerden anladın? Gülüyordu delikanlı. - Büyükannem derdi, eşini kıskanmayanı vuracaksın, dokuz adım da geri sıçrayacaksın ki, kanı üstünü değip kirletmesin. Hüseyin, kızın yüzünü avuçları arasına aldı. Ay gözlerinde gümüş ışıklarla büyüdü bir an. - Seni sevdiğimi hiç söylemiş miydim? dedi. - Herkesin bir kusuru vardır, dedi kız. Şimdi söyle. Böyle yüzümü avuçların arasına aldın mı, içim bir hoş oluyor. Yürüdüler. Fındıklığı yarılayınca durdurdu Gülbeyaz. - Unuttun. - Neyi? dedi genç. Sonra anımsadı, öpmek için eğildi. -Yok söyle. Gözlerin, sözlerin ve ellerin yerleri başka başka. - Söylerim, dedi Hüseyin. Hele bir gidelim. Gülbeyaz durdu. Kaşlarının altından dimdik baktı. - Şimdi! Ben onu hak ettim. - Seni seviyorum, dedi Hüseyin. - Ben de, dedi Gülbeyaz. Söz bitti, şimdi söz ellerin. Sev beni. Sakın beni utandırma bir daha. Ben senin yanında or..pu olmalıyım. - Ne? dedi Hüseyin. - Büyükannem, derdi. Karının iyisi dışarıda namuslu, sevdiğinin yanında or..pu olandır. - Senin büyük annen de ne kadınmış yahu! - Evet, dedi, ne kadındı. Bana o aşkarayan kuşunu ilk o anlatmıştı. Aslında her insan bir aşk arayandır, derdi. Aramandan da, hatandan da korkma, derdi. - Ne aşkarayanı? Uff! Bırak kuşları şimdi. Erkeğin yüzüne dikkatle baktı. Tanrı tüm erkekleri biraz saf mı yaratmıştı? Belki de sır bundaydı: Hiçbir şey bilmeyen, ama her şeyi bildiğini ve kontrol ettiğini sanan erkeklerdeydi. Elini aldı gencin, açtığı yakasından içeri soktu. - Boş ver. Şimdi sıra ellerin. - Burda mı? Çimenlere çekti onu. - Burda, yarın olmayabilir. Ha dur az. Kuşağından bileziği çıkardı, verdi erkeğine. - Büyükannem verdiydi, bir yaramıza merhem olur, diye aldım. Üç gün sonra Rus’un Hopa’ya girdiği duyulmuştu. Herkes can derdindeydi. Ne Gülbeyaz’ın Hüseyin’e kaçmasına, ne de Tufan’ın ortalarda görünmeyişine yakınları dışında kimse aldırış etmedi. Muhtarın ölüsü neden sonra bulundu ırmakta. Ermeni ya da Rum eşkıyanın işidir, dediler. Kimse, Gülbeyaz’ın durduk yere niçin helva kavurup dağıttığını anlamadı. * AŞKARAYAN - Kitap hakkında AŞKARAYAN Şenol YAZICI ÖYKÜ 2006 ATP YAYINLARI ADA KİTAP İSTANBUL

  • Temize Çekmeli

    Baksan paslı, puslu, Tatsan sazı sazı, Dokunsan lime lime Çürüyüp, kokuşmuş… Karalamaya dönmüş her şeyi Temize çekmeli! Batak, karanlık suların bağrını yarıp, Öbek öbek yayılmış yapraklarına Otursak, Kurbağa misali Kartopu açmış, Güneş tanrısı çiçeklerine değsek Nilüferlerin!..

  • YETMEZLİK

    Sesin yetmiyorsa yanı başına çığlık at, hiç değilse şiddeti sağır etsin kulakları sonra çık git ölüler arasından izlerin silindiği yollar boyunca yollarda sakınola karıncaları ezme balçık kaplı bağsız ayakkabılarla dokunma yurt bilmez hiçbir cana kirden arınmamış titrek ellerle iyisi mi, sen kaç git buralardan sabah akşam arzuların mabedinde gözleri görmez, kulağı duymaz kendine düş olursun uyanamadığın

  • Esaretin Bedeli

    "Ya yaşamak için uğraşacaksın ya da ölmek için; işte budur hayat, çok ciddiye alma..." Filmden Film İzle Esaretin Bedeli - The Shawshank Redemption Genç ve başarılı bir banker olan Andy Dufresne, karısını ve onun sevgilisini öldürmek suçundan ömür boyu hapse mahkum edilir ve Shawshank hapishanesine gönderilir. İşkence, tecavüz, dayak dahil her türlü kötü koşulun hüküm sürdüğü hapishane koşullarında, Andynin hayata bağlı ve her daim iyi bir şeyler bulma çabası içindeki hali, çevresindeki herkesi çok etkileyecektir. Bir süre sonra parmaklıkların arkasında bile özgür bir yaşam olabileceğine bütün mahkumları inandırır. Bu mahkumlardan biri olan Red ve Andy, unutulmaz bir dostluk kurarak hapishaneyi bambaşka bir yer haline getirirler.

  • BİR YILBAŞI GECESİ

    * Cahit KULEBİ / Niye geldin 47 senesi? Sanki geçen yıldan memnun muyduk? Uzak düştük bütün ahbaplardan, Ne ısındık, ne doyduk. Çocuğumun elindeki ekmek Ben laf söyledikçe azaldı, Bu yüzden şiirler ceplerimde Her zaman yarım kaldı. Gün geçtikçe zayıfladı karım, Gün geçtikçe işimden soğudum. Öyle zamanlar oldu ki Yaşadığımı unuttum. Hey sokaklar uçup giden sokaklar Bir zaman bende gezerdim. Çarşı Pazar kalabalık gördüm mü Korsan gibi dalıp girerdim. İnanılmaz genişlikte çayırlar görmüştüm İnanılmaz mavilikte denizler. Kızlar vardı diri, pırıl pırıl Sudan yeni çıkmış balığa benzer. Öyle kadınlar gördüm ki koy başını göğsüne Yaz günlerini yaşa. Hey hovardalık günlerim benim Geri gelmez bir daha. Arkadaşlarım da oldu zaman zaman, Çoğu hergele çıktı. Öylesini gördüm ki bazen Altın gibi çocuktu. Boş ver filan oğlu filan Yılbaşı gecelerinde tasalara boş ver! Bilmez misin rüzgar estikçe Çiçeklerin kokusu uçar gider. Bilmez misin ağaçlar sallandıkça Meyveler dökülür yere, Gün olur yeniden bahar gelir Dünyamız yeşerir birden bire. Hoş geldin yılbaşı gecesi Geçen yıllardan da memnunduk, Gelecek günleri düşündük de Hem ısındık, hem doyduk

  • Gülün Adı

    Gülün Adı, 2016 yılında kaybettiğimiz, İtalyan bilim adamı ve yazar Umberto Eco’nun en ünlü ve ilk kitabıdır. Orta Çağ tarihine ışık tutan eserleriyle adını duyuran Umberto Eco, bu kitabı 1980 yılında yayınladı. Gülün Adı romanının konusu da yine Orta Çağ döneminde yaşanan olaylardan oluşuyor. O dönemin İtalya’sında; tarikatlar arası yarış, cinayet, papa ve imparator arasında yaşanan yetki savaşı kitabın konusunu oluşturuyor. Gülün Adı (The Name of the Rose – 1986) En iyi savaş filmleri arasında yer alan Gülün Adı, 1986 yılında gösterime giren bir film. 7,8 IMDb puanı olan filmin yönetmenliğini Jean-Jacques Annaud yapmıştır. İtalya, Almanya ve Fransa ortak yapımı olan film kitaba olan ilgiyi de artırmayı başardı. Oyuncu kadrosunda ise; Sean Connery, Christian Slater, Michael Lonsdale, Ron Perlman ve Volker Prectel gibi isimler yer alıyor.

  • Forrest Gump

    Winston Groom’un 1986 yılında yayınlanan kitabı Forrest Gump, beyazperdeye aktarılması ile de başarısına başarı katmıştır. Filmi çekilen kitaplar arasında belki de en başarılı olanlardan biri olan Forrest Gump, bir banka oturup anlattıkları ile kalbimizin en derinliklerine dokunmayı başardı. Forrest Gump (1994) Robert Zemeckis tarafından çekilen Forrest Gump, izleyenleri duygu seline boğacak en iyi dram filmlerinden biri. 8,8 IMDb ile başarısını ispatlayan filmde, Tom Hanks‘in de muhteşem oyunculuğunu izliyoruz. 1994 yapımı olan filmde, ana karakter olan Forrest bir banka oturur ve yanına gelen yabancılara hayat hikayesini anlatmaya başlar. Zaman zaman tebessüm etmenizi sağlasa da yoğun melankoli içeren filmi bu zamana kadar izlemediyseniz çok şey kaçırdınız demektir.

  • HİÇ SEVMEDİLER

    Yakıp tüm kimliklerimizi dünyaya bir de salt insan olarak bakmaya karar verdiğimizde, sağ sol, ön arka demeden, o'izm, bu ya da şu'izm ayrımına girmeden yürüdüğümüzde, her şey değişecekti belkide...Belkide her şey iyiye güzele doğru evrilmeye duracaktı böylece. Aslında yapılacak şey, takip edilecek izlek bu kadar açık seçik ortadayken bir türlü yapamadık bunu, yani bir türlü saf halimizle katkısız insan olamadık. Peki neden? Bu soruyu ciddi anlamda soruyorum. Gerçekten nedir bir türlü aramızda pay edemediğimiz, alıp veremediğimiz ne? Tuttuğumuz futbol takımı maçı kaybetse karşı takımın taraftarlarına, oy verdiğimiz parti seçilemese karşı partinin seçmenlerine sözlü ya da fiziksel anlamda saldırır dururuz. Örnekler çoğaltılabilmekle birlikte asıl soru şu; neden? Biz bu şekilde zorbaca olaya yaklaştığımızda ne oluyor, sonuca etki ediyor mu bu tutumumuz? Ya da etki etti diyelim ve sonuç bizim çıkarımıza uyacak şekilde değişti, hayatımıza kattığı nedir, onca kırıp döktüğümüze değer mi gerçekten! Aslında onlar çok uzun zamandan beri kendilerinden başlayarak: HİÇ SEVMEDİLER Bir balığın denize doymazlığı Bebeğin anasının memesine kanmazlığı var serde Yaşam dediğin nedir ki O hep aşkla ilgiliydi Hep içimizde bir yerlerde Doğduğumuzu bilmesinler Öldüğümüzü görmeyecekler Ne gam Onlar dünyayı Onlar insanı Çiçek çiçeğe yaslanmış baharı bilmediler Sincap, kaplumbağa ve tavşanca Omuz omuza ağaçtan ormanları yok onların Kapıları kirli, kapalı ve paslı kilitler Şarkıları da yok Onlar kimseyi nihavent makamında sevmediler #zeliş

  • KAHRAMANLAR

    Toplumlara yön veren kahramanlarıdır. Kahramanından yoksun bir ulusun, istikbali olamaz. Kahramanı olmayan toplumlar, çölde bir damla suya hasret bedeviden farkı yoktur. O kahramanlardır ki içinden çıktığı toplumun, insanlık aleminin istikbalidir. Ya yöneticiler, onların dünyaya bakışı, insanı kucaklayışı, içinden çıktığı topluma ayna tutar, yönetenler toplumsal algının, kültürün ortak iradesidir. Toplum nasılsa yönetenler de öyledir, çünkü genel kabul budur. Yani babamın ifadesiyle “çama çıkan keçinin çama çıkan oğlağı olur!” Ancak bu saptama toplumun geneli böyledir manasına gelmemelidir. İtiraz eden, karşı duran, bildiği itiraz argümanlarını kullanan insanlar pek tabi ki toplum çoğunluğunun genel kabulü içinde değerlendirilemez. Çoğunluğun ruhunda atalet varsa, o toplumu yönetecek olan, ona yön verecek olan elbette biat kültürüdür. Toplumun gücünü bir noktada toplayıp harekete geçiremezseniz, hiçbir zaman gün yüzü göremez, aydınlığa varamazsınız. Sevr ile fiili varlığı sona eren Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden bir doğuşu müjdeleyen, ayağa kaldıran Mustafa Kemal’in ruhundaki “kutsal isyandır.” Toplumu peşinden sürükleyen “kuvva” ruhu, kurtuluşu getirmiştir. Kötülüğe karşı direnmeyen, mevcut otoriteye teslim olan anlayışla hiçbir yere varamazsınız. Mustafa Kemal, idam fermanı boynunda adım adım Anadolu’yu dolaşarak mücadele ruhunu harekete geçirip halkla birlikte işgal kuvvetlerini yurttan kovmuştur... “Bana dokunmuyorlar ya, bana ne” derseniz daha çok beklersiniz. Başkasının yanmasıyla geleceğin aydınlık olacağını düşünmek benciliğin, çapsızlığın dik alasıdır. Hiç değilse, az çok dün ile bugünü karşılaştırabilme yeteneği olsa elimizden nelerin uçup gittiğini görürsünüz. Her şeyin daha iyiye gitmesi diyalektiğin gereğidir; oysa şimdi her şey tersine işliyor, Atatürk’ün arzuladığı, hedef gösterdiği muasır medeniyet içinde yer almak aydınlığa inanan herkesin ortak hedefi olması gerekir. Öyle olmadığı herkesin malumudur. Ortadoğu ülkelerine özenir olduk. Giyimi ile yaşam biçimi ile davranışları ile her gün biraz daha geriye gidiyoruz. Her devirde işbirlikçiler olmuştur, her devirde ihanet içinde olanlar olmuştur, yarın da olacaktır. Yazılarını, kitaplarını okuduklarınız, şarkılarını, türkülerini dinledikleriniz… bir ikbal uğruna, kişiliklerinin bir paspas gibi çiğnenmesinden hiç rahatsızlık duymadılar. Siz onlara bakıp onlar gibi olmaya çalışmayın, onlara özenmeyin. Benim de türkülerini, şarkılarını dinlediğim “sanatçı” demiyorum, şarkıcılar vardı, bir çırpıda silip attım. Böyleleri bilinen düşmandan daha tehlikelidir. Sizler de silin atın, onları dönekliği ile baş başa bırakın, onlar kendi ruhlarının çapsızlığında boğulup gitsinler. Kahramanları olmayan, kahramanlarını yaratmayan toplumlar yüce dağın üstünden doğacak güneşi çok bekleyecektir. Wilhem Tell İsviçre’nin, Che Guvara, Fidel Castro Küba’nın, Nehru, Hindistan’ın… milli kahramanlarıdır. Milletleri yücelten kahramanlarının varlığıdır. Kahramanı olmayan toplumlar nefes alamaz, varlıklarını uzun zaman sürdüremez. Bu kahramanların çevresinde gelişen olaylar, onlara dair anlatılan menkıbeler ulus bilincinin her daim yeşermesini sağlayacaktır. Uluslararası emperyalizm bu kahramanlara fırsat buldukça, yerli hainler eliyle saldırır, onları itibarsızlaştırmak için olmadık yalanlara başvurur. Milli Kahramanımız Mustafa Kemal’e yapılan saldırılar bunu göstermiyor mu? O ülkemizi işgalden kurtarmış, insanımızı kulluktan kurtarıp birey katarına çıkarmıştır. Eskinin köhne yapısından beslenen işbirlikçi bezirgânlar Kurtuluş Savaşı yıllarında işgal kuvvetlerinin paralı askerleri olarak kuvvacılara saldırıp haince tuzaklar kurdular. Bugün yine aynı şekilde bu saldırılar, sistematik bir şekilde devam ediyor. Bunlar artık güçlü bir sermayeye de sahip oldukları için saldırılarını her alanda sürdürüyor. Onların amacı bu halk uyanmasın, aklını kullanmasın, bu halk iyi bir eğitim almasın.istiyorlar. Çünkü onlar bu halkı karanlığın kör kuyularında boğarak, istedikleri gibi at oynatmak istiyor. Bugün acı olan onların yalanlarına kanan sözde çağdaş giyimli insanların olması. Anadolu halkı, Anadolu coğrafyası acının, gözyaşının hep merkezinde olmuş, çok çile çekmiş, anaların gözleri önünde evlatlarına kıyılmış, katledilmiş! Bu toprakların yurtseverleri ihanetten de çok çekmiş, işgal kuvvetleri ile işbirliği içinde olanlar, aynı milliyete sahip insanları – hangi milliyete sahip olursa olsun insana kıymak vahşettir- cayır cayır yakmışlar sonra da alkış tutmuşlar Sivas’ta Madımak’ta olduğu gibi bir de alkış tutmuşlar yakarken! Bizi yüceltecek kahramanlar, bizi ayağa kaldıracak kahramanlar olsun, bu topraklarda yaşayan herkesi kucaklayacak kahramanlarımız olsun, bizi dil, din, ırk, mezhep bakımından ayırmayacak kahramanlarımız olsun. Ya da Mahsuni Usta’nın dediği gibi “sarı saçlım mavi gözlüm bir daha gelsin Samsun’dan!”

  • Türkülerimiz ve Hüzünlü Öyküleri-1

    Türkülerimiz... Buram buram Anadolu kokan, hasret kokan türkülerimiz... İşte içimizi yakan bu türkülerimizden ilk aklımıza gelenleri ve onların hüzünlü öykülerini sizler için derledik. Kırmızı Gül Demet Demet Kırmızı gül demet demet Sevda değil bir alâmet Gitti gelmez o muhannet Şol revanda balam kaldı Kırmızı gül her dem olsa Yaralara merhem olsa Ol tabipten derman gelse Şol revanda balam kaldı Kırmızı gülün hazanı Ağaçlar döker gazeli Kara yağızın güzeli Şol revanda balam kaldı Annesinin tek oğlu Mehmet, Erzurum yöresinde yetiştirdikleri ürünleri, bugünkü Ermenistan’ın başkenti, o dönemler önemli ticaret merkezi olan Revan’a (Erivan) kervan ile götürüp satmaktadır. Karayağız, güçlü kuvvetli Mehmet, annesine her akşam bahçelerinden derlediği gül demetini getirir. ‘Sevgi ve saygı’ ifadesi olan gül demetini anne duvara asıp kurutur, onlara baktıkça oğlunu görür gibi olur. Ancak vebaya yakalanan Mehmet, Revan’da ölür ve bir çalı dibine gömülür. Bir Mehmet değildir ölen, kervanın çoğu da bu amansız hastalıktan kurtulamaz. Ağır ağır Erzurum’a giren kervanı analar, babalar, yavuklular meraklı gözlerle beklemektedir, ama gidenlerin çoğu gelmemiştir. Mehmet’in anası durumu öğrenince, deli olup dağlara düşer, elinde bir demet kırmızı gül, dilinde bu türkü… Ağıtlar yakıp dağlarda gezer durur. ******* Arda Boylarında Kırmızı Erik Arda boylarında kırmızı erik Halime’nin ardında on yedi belik Ah annecim ah annecim yaktın ya beni Bu genç yasta denizlere attın ya beni Alıverin feracemi annecim diksin O gıymatlı İsmail’e kendisi gitsin Uyan uyan İreceb’im senin olayım Ardalar aldı ya nerde bulayım Arda boylarına ben kendim gittim Dalgalar vurdukça can teslim ettim Ah annecim ah annecim yaktın ya beni Bu genç yasta denizlere attın ya beni Bir ömür boyu ayrılmamak üzere birbirlerine söz veren iki nişanlı olan Recep ve Zeynep’in huzurlarını köy ağasının oğlu İsmail bozmaktadır. İsmail de Zeynep’e âşık olmuştur ve ona sahip olabilmek için türlü yollara başvurmaktadır. İsmail zenginliğinin verdiği cesaretle Zeynep’in annesine niyetini açıklar, o da İsmail’in elinde bulundurduğu mal varlığına aldanarak işbirliği yapar onunla. Sevdiğine bir başkasının talip olmasına dayanamayan Recep, öfkeyle ağanın kapısına dayanır. Ancak ağa güçlüdür, kendisine karşı çıkan Recep’i ağır bir şekilde cezalandırır. Uğradığı zulme dayanamayarak dağa kaçan Recep’in yokluğunda, Zeynep’in annesi ve ağanın oğlu Zeynep’i evlilik için ikna etmeye çalışırlar. Recep’in bir başka sevdiğinin olduğu ve ona kaçtığı söylentileri köye yayılır. Ve düğün hazırlıkları başlar. Recep ve can dostu Cemil ise dağda ağanın adamlarıyla mücadele ederler. Ağanın adamlarından kurtulmayı başaran arkadaşlar, bu sefer kendilerine dost gibi yaklaşan düşmanlarla savaşmak zorunda kalırlar. Düğün günü sevdiğini kaçırmaya çalışan Recep, sevdiğine bu dünyada kavuşamaz. Zeynep ve Recep’in dillere destan aşkları da bu türkü ile dilden dile dolaşır. ***** Kara Tren Gecikir Gözüm yolda gönlüm darda Ya kendin gel ya da haber yolla Duyarım yazmışsın iki satır mektup Vermişsin trene halini unutup Kara tren gecikir belki hiç gelmez Dağlarda salınır da derdimi bilmez Dumanın savurur halimi görmez Kan dolar yüreğim gözyaşım dinmez Yara bende derman sende Ya kendin gel ya da bana gel de Duyarım yazmışsın iki satır mektup Vermişsin trene halini unutup Yıl 1915… Osmanlının birçok cephede savaştığı, her türden levazımın gerekli olduğu gibi her şeyden önce savaşacak askerin de gerekli olduğu yıllar. Büyük kayıpların verildiği, gidenlerin geri dönmediği çoğunun akıbetinin bilinemediği günler… İnsanımız istasyonlarda sabahlıyor, ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman. Anaların, bacıların, eşlerin, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz bir bekleyiş sürüyor… Bekledikleri bir defa ölmüş ama her kara tren gelişinde sevenler bir defa daha ölüyor… Yorgun, bitkin ve başı eğik kara tren acı bir çığlık atarak uzaklaşırken kadınların inadına yaşatmaya çalıştıkları ümitleri, o korkunç bekleyişleri de bir ağıta dönüşüyor… ****** Sarı Gelin Erzurum çarşı pazar leylim aman aman İçinde bir kız gezer ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim Erzurum’da bir kuş var leylim aman aman Kanadında gümüş var ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim Elinde divit kalem leylim aman aman Katlime ferman yazar ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim Palandöken güzel dağ leylim aman aman Altı mor sümbüllü bağ ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim Vermem seni ellere leylim aman aman Niceki bu halimse ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim Sarı gelin, eski çağlardan beri Çoruh boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak Beyi’nin sarı saçlı, güzeller güzeli kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı Kıpçak Beyi’nin bu güzel kızına âşık olur ve Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında büyük bir aşk başlar. Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlının ailesi, oğullarının bu kız ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşıktır ama bey de kızını vermez bu delikanlıya… Delikanlı nihayet sarışın güzel kızı kaçırmaya karar verir ve nihayet kaçırır. Kıpçak Beyi’nin adamları iki kaçak aşığın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra aşıkları bulup delikanlıyı öldürürler. ****** Yaslan Be Halil İbrahim Dağda gızıl ot biter, içinde keklik öter Eşkıyadan da beter, uslan be Halil İbrahim Kıvırcık saçlarına, kar düşmüş uçlarına Dağın yamaçlarına yaslan be Halil İbrahim Derede su durulur, daldan köprü kurulur El yerine vurulur, aslan be Halil İbrahim Kıvırcık saçlarına, kar düşmüş uçlarına Dağın yamaçlarına, yaslan be Halil İbrahim Müfreze dağı sarar dağda kaçaklar arar Geçit vermez kayalar, hızlan be Halil İbrahim Kıvırcık saçlarına, kar düşmüş uçlarına Dağın yamaçlarına yaslan be Halil İbrahim Halil İbrahim 1931 doğumlu; Fatsa’da yaşayan, kıvırcık saçlı, şık giyinen, sırım gibi bir delikanlıdır. Saat, gramofon, şemsiye ve (gizlice) tabanca gibi aletlerin tamiriyle uğraşır. Gel zaman git zaman Halil İbrahim komşu köyden Ahmet Ağa’nın kızına aşık olur ve onu kaçırır, evlenirler. Bir müddet sonra Halil İbrahim karısını ve oğlunu köyde bırakıp askere gider. Askerdeyken Ahmet Ağa’nın kendi arazilerini üstüne geçirdiğini, kızı ile torununu da alıp köye götürdüğü haberini alan Halil İbrahim firar eder. Ormana yakın olan evinin yakınında saklanır, bazen de evine gider ama sonunda yakalanır, ceza olarak jandarmalarca telefon direğine bağlanıp dövüldüğü ve bu dayağın onun yaşamını değiştirdiği anlatılır. Cezasını çeken Halil İbrahim askerliğini tamamlayıp döner ama karısı, çocukları elinden alındığı için hayata küsmüştür, hep saklanarak yaşamaya başlar, eşi dostu da kalmamıştır artık. Silahsız gezemez olur ve evinde tamirat işleriyle uğraşmaya devam eder yalnız başına… 12 eylül öncesi Fatsa’da yapılan bir operasyonda Halil İbrahim teröristlerce yakılan evinden kaçar, ormanda saklanır ama jandarmalar tarafından bulunur, hiçbir suçu olmamasına karşın yıllar önce yediği dayağın korkusuyla kaçmaya kalkışır, Hasano deresinin köprüsünü sel almıştır, taşkın dereyi geçer, tam dağlara doğru kaçacakken başından vurulur ve kayalara yaslanır, ölürken bile yere düşmez Halil İbrahim… **** Yemen Türküsü Havada bulut yok bu ne dumandır Mehlede ölüm yok bu ne şivandır Bu Yemen elleri ne de yamandır Ano Yemen’dir gülü çemendir Giden gelmiyor acep nedendir Burası Muş’tur yolu yokuştur Giden gelmiyor acep ne iştir Kışlanın önünde çalınır sazlar Gözlerim ağlıyor yüreğim sızlar Yemen’e gidene ağlıyor kızlar Kışlanın önünde redif sesi var Açın çantasına bakın nesi var Bir çift potin ile bir de fesi var Osmanlı Yemen çöllerinde zorlu bir savaşa tutulmuştur. Divanlar kurulur, savaş ve şartları haftalar boyu tartışılıp durulur. Sonunda Yemen ellerine, vilayetlerden birinde oluşturulacak bir alayla gidilmesinin mümkün olduğuna karar verilir. Düşünülür ki; bir tek vilayetten birlik oluşturulursa, bunlar hep akraba ve hısım olacakları için birbirlerine bağlılık ve dayanışmaları ile savaş alanından kaçmaları söz konusu olmaz. Haberler salınır, Osmanlının dört bir yanından uzun beklemelere karşın istekli çıkmaz bu oluşuma. Aslında istek olmasına olur da Osmanlının istediği gibi olmaz. Değişik vilayetlerden çıkan bu gönüllü sayısı da yeterli olmaz. Bu sırada Muş’tan Bulanık, Malazgirt ve Varto’dan bir ses yükselir Osmanlıya; “hepimiz varız, gönüllüyüz Yemen çöllerine gitmeye” Osmanlıya haber iletilir. Yetkililer bakar sayı yeterli, karar verilir ve Yemen çöllerine Muş’tan oluşturulan bir redif alayı gönderilir. Yemen’e gidilmesine gidilir ama hiçbiri de geri dönemez. İşte bu türkü gidip de gelemeyen o isimsiz kahramanların Muş’ta kalan sevgililerinin sesi, özlemi, elemi ve de acısıdır. ****** Humâ Kuşu Yükseklerden Seslenir Humâ kuşu yükseklerden seslenir Yar koynunda bir çift suna beslenir Sen ağlama kirpiklerin ıslanır Ben ağlim ki belki gönül uslanır Sen bağ ol ki ben bahçende gül olim Layık mıdır yanim yanim kül olim Sen bey olki ben kapında kul olim Koy desinler bu da bunun kuludur Erzurum’un Çiğdemli köyünde yaşayan Mustafa ve Gülbahar’ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Sevda çeken bu gençler ailelerinin rızasıyla evlenirler, fakat beraberlikleri çok sürmez. Seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler; okuyanı, okumayanı tümü askere çağrılmıştır. Vatan borcu namus borcudur. Bu kutsal görevden geri kalmak olur mu? Mustafa sevdasını evde koyarak ayrılır. Bu ayrılık o günlerde ölüme gitmek gibi bir şeydir. Belki de bir daha Gülbahar’ını göremeyecek, “gülüm” diye, doya doya koklayamayacaktır onu. Gülbahar’ın ise iki gözü iki çeşmedir ama elden ne gelir ki? Bağrına taş basarak Mustafa’sını uğurlar askere… Ama ne yazık ki gidiş o gidiştir… Aradan yıllar geçer fakat hiçbir haber gelmez. Öldü mü kaldı mı, kimse bir şey bilmez. Ev halkı artık Mustafa’dan umutlarını kesmiştir ama Gülbahar her sabah kalktığında bahçeye çıkar, yavuklusunun yoluna uzun uzun bakarak geleceği günü bekler. Bekler ama ne gelen vardır ne de bir haber. Gülbahar her geçen gün erimiş, erimiş hatta ağlaya ağlaya göz pınarları da kurumuştur. Gelinlerinin bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir. Kayınbabası Gülbahar’ın her sabah yavuklusunun yolunu gözlemesine, uçan kuşlardan haber istemesine o kadar üzülür ki dayanamaz ve bu ağıtı yakar. Humâ kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Mustafa’yı humâ kuşuna benzetir babası ve humâ kuşunun haberci bir kuş olmasına atfederek başlar söylemeye… ****** Mihriban Sarı saçlarına deli gönlümü Bağlamıştım, çözülmüyor Mihriban Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban Yar deyince kalem elden düşüyor Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor Lambada titreyen alev üşüyor Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban Tabiplerde ilaç yoktur yarama Aşk değince ötesini arama Her nesnenin bir bitimi var ama Aşka hudut çizilmiyor Mihriban 1960 yılında yaşadığı ölümsüz aşkı kelimelerle ebedi kılan Abdurrahim Karakoç’un gerçek adını gizleyip, Mihriban diye seslendiği o güzel Anadolu kızının hikâyesidir bu… Köyde düğün olacaktır, civardan misafirler gelmeye başlar. Genç Abdurrahim düğünde ailesiyle gelen misafir bir genç kız görür, tanışırlar… “Şefkatli, merhametli, muhabbetli, güler yüzlü, yumuşak huylu” manasındaki mihribandır bu. Misafirlikleri ilerledikçe aşk da ilerler. Bir sabah Abdurrahim kalkar ve Mihriban adını koyduğu sevdalısını görmeye gider, gider ki misafirler gitmiştir. Abdurrahim’in dünyası yıkılır, hayat manasızlaşmış, aşk acısı yüreğini yakmıştır. Bu halini gören ailesi kızı bulmak için Maraş’a gider, uzun aramadan sonra kızın ailesini bulur ve kızı isterler. Önce kız küçük derler, bahane bulurlar ama bakarlar ki Abdurrahim’in ailesi ısrarcıdır gerçeği söylerler; kız nişanlıdır… Ailesinin halinden olumsuzluğu sezen Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca; “Bir daha bu evde onun ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek.” der ancak yedi yıl sonra aşk ateşinin sönmediği anlaşılır, eşsiz duygu yoğunluğu olan bu dizelerle aşkın gücünü anlatan şairimiz, Mihriban’dan aldığı “unutmak kolay değil” başlıklı mektup üzerine de şiirin devamını yazar… “Unutmak kolay mı?” deme, Unutursun Mihribanım. Oğlun, kızın olsun hele, Unutursun Mihrabanım ******* Ziya Türküsü Çamlığın başında tüter bir tütün Acı çekmeyenin yüreği bütün Ziya’nın atını pazara tutun Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler At üstünde kuşlar gibi dönen yar Kendi gidip ahbapları kalan yar Uzun olur gemilerin direği Yanık olur anaların yüreği Ne sen gelin oldun ne ben güveği Onun için kapanmıyor gözlerim At üstünde kuşlar gibi dönen yar Kendi gidip ahbapları kalan yar Ham meyvayı kopardılar dalından Beni ayırdılar nazlı yarımdan Eğer yarım tutmaz ise salımdan Onun için açık gider gözlerim At üstünde kuşlar gibi dönen yar Kendi gidip ahbapları kalan yar Ziya yakışıklı bir delikanlıdır. Yozgat’ın Karacalar Köyü’ndendir. Aynı köyden Fikriye adlı kızı sever ve nişanlanırlar. Fikriye’nin babası Karacalar Köyü imamı Ali Hoca’dır. Ali Hoca Kızıltepe Köyü’ne imam olur. Ziya sık sık nişanlısını görmeye at sırtında gider. İki taraf da birbirini oldukça sevmektedir. Ziya bir gün ekin sularken üşütür ve karın ağrısından şikayet eder. Doktora gider ama fayda bulamaz, bir hafta içinde ölür. Bir başka söylentiye göre, Ziya Bey yakışıklı, at düşkünü, çok iyi atan binen, iyi cirit oynayan bir yiğittir. İki köy arasında oynanan ciritte attan düşer orada ölür. Fikriye, nişanlısının ani ölümü karşısında duyduğu acıyı ve kederi şiire döker böylece Ziya Türküsü ortaya çıkar. ******* Hastane Önünde İncir Ağacı Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabib geliyor zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Benden selam söyleyin sevdiğim gıza Başına koysun, karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat’a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemezler. Genç tedavi için İstanbul’da hastaneye yatar, odasının penceresinden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla bu türküyü söyler. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat’a getiremez, İstanbul’da kalır.

  • İyi Düşünün

    Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı? Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz? Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız? Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız? Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç Ve siz onu hiç kokladınız mı? Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı? Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız? Kaç kez gözlerinizden yaş gelene kadar güldünüz? Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl? Çimlere uzandığınız oldu mu? Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç? Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl? Kaç kez kuşlara yem attınız? Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı? Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz? Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı? Kaç kez mektup aldınız bu yıl? Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç? Kimseyle barıştınız mı bu yıl? Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl? İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şey”e bağlı olduğunu Hiç düşündünüz mü bu yıl? Yayılın çimenlerin üzerine. Acele edin. Er ya da geç, Çimenler yayılacak üzerinize... Jacques Prevert Doğum tarihi: 4 Şubat 1900, Neuilly-sur-Seine, Fransa Ölüm tarihi ve yeri: 11 Nisan 1977, Omonville-la-Petite, Fransa Fransız şair ve senarist. Paroles adlı şiir derlemesindeki kelime oyunlarıyla büyük yankı buldu. Toplumsal umut ve aşk üzerine baladlarıyla ve yaptığı resim ve kolaj çalışmalarıyla da bilinir. (Balad, şiirin, müziğe uyarlanmış halidir. Bu müzik türü, tamamen efsaneler hakkında veya önemli olaylar hakkında olabileceği gibi, aşk veya sevgiyi konu alan bir şiir de olabilir) Ekleyen: Semihat Karadağlı

  • Vicdan Cebi

    Bir sevgiydi sakladığım vicdan cebimde Ellerim üşümesin diye değil Korumak için sevgi çiçeğini Üzerine örtmüştüm Susuzluğunu gidermek için Göz pınarlarımla sulamıştım Uyutmak için ninni niyetine Dalgalara isyan Rüzgârın gürültülü sesine inat Neşeli bir türkünün ezgilerinde Islak çalıyordum Yüreğimin nota bilmez sokaklarında Sevgiyi bir zırh gibi giymiştim Şehrin soğuk sokaklarında Düşlerimden çiçekler açıyor Kuşlar ötüyordu Karıncaların gülümsediğini Ağustos böceklerinin çılgınca Dansa kalktığını görmüştüm Hayallerim beni gülümsetiyordu Kuru dallara çiçek giydirip Rengarenk bir dünyada Bahar yapıyordum Gözlerini acayip açıp Hani nerde bunlar dediler Durup hayretle baktım gözlerine Ne yani siz bunları duymuyor Görmüyor musunuz? Onlar benim yüreğimde Hayatın gerçeklerini Düşlerimle boyuyorum gökkuşağına rengarenk .. Olur mu? diyorlar İsterseniz neden olmasın deyip Düş dünyamda hayatın gerçeklerine Bir fırça çekip Gülümsüyorum... (Semihat Karadağlı) 09.07.2019/İzmir

  • GÜNEŞ DOĞUYOR

    Düşünceleri ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad’ın kadınların sorunlarını ele aldığı şiirleri ve fikirleri şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. GÜNEŞ DOĞUYOR Bak nasıl içinde gözlerimin Eriyor damla damla keder Karanlık ve isyancı gölgem nasıl Tutsağı oluyor güneşin Bak Yok oluyor tüm varlığım ve beni İçine alıyor bir kıvılcım Fırlatıyor taa doruklara Bak nasıl Sayısız yıldızla Doluyor gökyüzüm benim Uzaklardan geldin sen ve uzaklardan Ve kokular ve ışıklar ülkesinden Şimdi bir teknedeyim seninle birlikte Fildişi, bulut ve kristal Götür beni ey yüreğimi okşayan umudum Götür şiirlerin ve coşkuların kentine Yıldızlarla dolu bir yol, beni götürdüğün Çıkardığın yer yıldızlardan da yüksek Bak Nasıl yandım ben bu yıldızlarla Ateşli yıldızlarla doldum ağzıma kadar Durgun sularından gecenin saf ve kırmızı balıklar gibi Yıldızlar topladım Eskiden ne kadar uzaktı toprak Gökyüzünün mor köşelerine Yeniden duyuyorum şimdi Senin sesini Karlı kanatlarının sesini meleklerin Bak nerelere ulaştım sonunda ben Samanyoluna, ölümsüzlüğe, bir sonsuzluğa Birlikte çıktığımız doruklarda şimdi Yıka beni dalgaların şarabıyla İpeğine sar beni öpüşlerinin İşte beni yeniden bitmeyen gecelerde Bırakma artık beni Beni yıldızlardan ayırma Bak tam karşımızda gecenin mumu Damla damla nasıl eriyor Nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla Gözlerimin simsiyah kadehi Senin ninnilerini dinlerken Ve bak nasıl Şiirlerimin beşiğine Sen doğuyorsun, güneş doğuyor... Füruğ Ferruhzad (Türkçesi: Onat Kutlar-Celal Hosrovşahi) * 5 Ocak 1935'te Tahran'da dünyaya gelen Furuğ Ferruhzad, mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar okuduktan sonra kız sanat okuluna gider. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrenir. Füruğ, 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şapur ile evlenir. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam eder. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kāmyār dünyaya gelir Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında eşinden ayrılan Füruğ, mahkemenin Kāmyār'ın velayetini babasına vermesinden sonra oğlunu bir daha göremez. Eşinden ayrıldıktan sonra yaşamını yazarlık, gazetelerde editörlük yaparak kazanmaya başlayan Füruğ, İbrahim Gülistan’la tanışır ve sinemacılığa başlar Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yapar. 1962 yılında yaptığı belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filimler Festivalinde birincilik kazanır. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya'da düzenlenen Ober Havzen Film Festivalinde en iyi film ödülünü alır. Düşünceleri ve şiirleriyle İranlı kadınları olduğu kadar, baskıcı rejimlerde yaşayan diğer kadınları da etkileyen Füruğ Ferruhzad’ın kadınların sorunlarını ele aldığı şiirleri ve fikirleri şiddetli tartışmalara neden olur. Kısa süren yaşamı boyunca İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirir. Kadınların daha iyi koşullarda bir yaşama kavuşmasını ve medeni haklar elde etmesini savunur. Şair, Şah Döneminin despotluğuna da karşı çıkar, bazı şiirleri kimi zaman erotik bulunduğu için de sürekli eleştirilere maruz kalır. 13 Şubat 1967'de geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren Ferruhzad ile ilgili, birisi Unesco diğeri Bernardo Bertolicci tarafından olmak üzere1962 yılında iki belgesel film hazırlanır ve yayınlanır. Çağımız İran şiirinin önde gelen kadın yazarlarından olan Furuğ Ferruhzad ilk şiirlerini İlkokulu bitirdiği yıllarda yazar. Gazel türü bu şiirlerin ardından İlk şiir kitabı “Tutsak”, bir yıl sonra da kocası Pervez Şapur’a ithaf ettiği “Duvar” adlı kitapları yayınlanır. "Yeniden Doğuş" adlı kitabıyla şiirinde zirveye ulaşan Ferruhzad’ın şiirleri ölümünden sonra” Soğuk Mevsim” adı altında bir kitapta toplanır. DERLEME: Bengi Su Akarca

  • Zurnanın Zırt Dediği Yer

    Resim: Metin Eloğlu Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış; Ama size kalacak Olur ya, Sultan Süleyman bilememiş işini; Ama siz bileceksiniz. Şöyle sizinle beraber üç beş kişi; Öte yanı kör dövüşü. Bir gün yaşamışsınız, ömrünüze bereket; Akşam olmuş kendiliğinden; Bir konağınız var dayalı döşeli; Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz; Kadehte kuş sütü var, tabakta minare gölgesi... Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene, Eklediniz mi? Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be! Güzeldir tabii... Şimdi bir de bir oda düşünün bakalım; Halı, kilim hak getire. Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin, Otu ocağı bir kalem geçin; beş kişi uzanmış bir sedire, Basıyorlar küfürü; Kime? Ne bileyim ben kime... Bu oda niçin mi yoksul? O beş kişi yoksul da onun için. Bu bayların, bayanların derdi mi ne? Ne olacak, memleketin derdi. Peki ama, çaresi yok mu bu işin? Ha şöyle, Düşünmeye alışın biraz... Metin Eloğlu (1927-1985) ***** Metin Eloğu; Nahide Hanım ve bahçıvan Hasan Efendi’nin oğlu olarak 11 Mart 1927'de doğdu. Bulgurlu ve Kısıklı ilkokullarında ve Üsküdar Sultantepe Ortaokulu'nda okudu. Ortaokuldan mezun olduktan sonra, 1943’te Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'ne girdi. Akademi'de Ş. Toray, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Z. Kocamemi’nin atölyelerinde çalıştı. 1946’da siyasi nedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olay üzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’de Akademi’ye dönüp konuk öğrenci olarak derslere devam ederken askere alındı; disiplinsizliği yüzünden aldığı uzatma cezaları nedeniyle askerliği ancak beş yılda tamamlayabildi. Askerden sonra İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü'ne bağlı Yıldız'daki bir bölümde çalışmaya başladı. Buradaki işinden de kısa bir süre sonra ayrıldı. Yaşamının geri kalanında resimlerinin geliriyle ve süsleme çalışmaları yaparak geçimini sağladı. Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı. 1943’te İzmir’de basılan Kovan adlı dergide de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı" şiirine yer verildi. Ressam olarak lekeci bir anlayışla soyut ve figüratif çalışmalar yaptı. "Genelev", "Çıkmaz Sokak", "Gecekondu Sofrası" gibi büyük kompozisyonlar, İstanbul görünümleri ile yazar ve şair portreleri yaptı. Çok sayıda sergi açtı. 1967’de düzenlenen 1. DYO Resim Sergisi'nde ve 1976’da yapılan İstanbul Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü. Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil, Nil Meteoğlu ve Nil Etemoğlu imzalarını kullandı.[3] 1955-1962 yılları arasında Yeditepe dergisine resim eleştirileri, 1959-1971 arasında Güney dergisine kitap tanıtımları yazdı. 1985'te İstanbul'da öldü.[ Kaynak: Wikipedia Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • Acılı Bir Hayat ve Bir Şahaser Yapıt

    / Sol Ayağım * Otobiyografi türünde olan Sol Ayağım, Christy Brown’un zorluklarla geçen yaşam mücadelesini anlatmaktadır. İrlanda’nın en başarılı yazarlarından biri olan Christy Brown, doğuştan beyin felci geçirmiştir. Tüm hayatını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda kalan Brown, kendi üzerinde kurulan tüm olumsuz düşüncelere rağmen hayata sımsıkı tutunmuş ve ibret alınası yaşam öyküsünü Sol Ayağım ismini verdiği kitabında anlatmıştır. İlk basımı 1954 yılında olan eser, hala en çok okunan ve çok satan kitaplar listesinde yer almaktadır. * Ekleyen: Aycan AYTORE

  • Bülbül Sesi

    İtalya'nın küçük şehirlerinden birinde yakın zamanlara kadar Lizio di Valbono adında bir asilzade yaşıyordu. Bu asilzadenin Caterina isminde çok güzel bir kızı vardı. Asilzade ile karısı, başka çocukları olmadığı için kızlarını çok seviyorlar, bir an bile gözlerinin önünden ayırmak istemiyorlardı. Bütün ümitleri, kızı İtalya'nın en ünlü ailelerinden birinin oğluyla evlendirerek rahat bir hayat yaşamasını sağlamaktı. Gayet şımarık büyümüş olan Caterina günlerden bir gün asil ve zengin ailelerden birinin biricik oğlu Ricciardo ile tanıştı. Kızı görür görmez seven delikanlı eve devamlı gelmeye başladı. İki genç bakışıp iç çekerek bir müddet arkadaşlık ettiler. Nihayet kolladığı fırsatı ele geçiren Ricciardo, tenhada yakaladığı Caterina’ya kendisini deli gibi sevdiğini söyledi. Bu konuda anlatacak birçok şey biriktiğinden söz ederek uygun bir yerde buluşmayı teklif etti. - Rica ederim Caterina, yanlış anlama, dedi, amacım gayet samimidir. Genç kız delikanlının samimiyetinden asla şüphelenmediğini söyledi. - Fakat, dedi, evden yalnız başıma çıkamam. Beni her zaman göz hapsinde tuttuklarını biliyorsun. Tenha bir yerde buluşup seni dinlemeyi ben de isterdim. Çaresini bul. Bana düşen işi becerebilirsem yaparım. Ricciardo biraz düşündükten sonra: - Sıcakların artığını söyleyip yatağını terasa çıkaramaz mısın? diye sordu. - Ne olacak? - Eğer terasta yatmaya başlarsan, ben duvardan aşıp yanına gelirim. - Bizim bahçe duvarları o kadar yüksektir ki... - Sen orasını bana bırak! Ayak sesleri duyulunca aceleyle öpüşüp bir-birilerinden uzaklaştılar. Ertesi gün Caterina annesine yalvarmaya başladı. Mayıs sonuna yaklaşmışlardı. Sıcaklardan şikâyet ederek uyuyamadığını ileri sürdü. Eğer bir sakınca yoksa yatağını terasa çıkarmak istediğini söyledi. Annesi buna biraz şaştı, - Geceleri bana o kadar sıcak gelmiyor, dedi, - Size göre öyledir, ama anneciğim, bana göre değil Malum ya gençler sıcaktan daha çabuk etkilenir. Terasta yatmama izin verin... Yatma zamanı karyolamı oraya çıkarırım. Geceleri bülbül seslerini dinleyerek temiz havada serin serin uyurum. - Bir kere de babana danışalım yavrum! Babası bu teklifi ciddiye almadı, - O yaştaki kızlara bülbül sesi iyi gelmez, diye alay etti, hele ağustos böcekleri ötmeye başlasın da düşünürüz! Fakat Caterina terasta yatıp bülbül dinlemeyi bir kere aklına koymuştu. O kadar rica etti, öyle üzüldü ki annesiyle babası sonunda bu masum arzuya boyun eğmek zorunda kaldılar. Genç kızın cibinliği, karyolası terasa taşındı. Terasta yatma iznini alınca Caterina aralarında kararlaştırdıkları bir işaretle Ricciardo'yu haberdar edecekti. Günlerden beri evin etrafında dolaşan delikanlı beklediği işareti görür görmez sevincinden deliye döndü. Hazırlığı zaten yapmıştı. Gece ilerleyip el ayak çekilince ip merdivenin kancalarını duvarın üstüne takıp, yukarı çıktı. Aynı yoldan bahçeye inerek sevgilisinin yanına geldi. Caterina da uyumamıştı. Heyecan içinde bekliyordu. Delikanlının hazırladığı sözler çabucak bitti. Sevişmek dünyanın bütün güzel ve tatlı sözlerinden daha zevkli olduğu için sevgililer hiç vakit kaybetmediler. Sabaha kadar o derece yorgun düştüler ki gün ağarmadan ayrılmaları gerekirken uyuyakaldılar. Her zaman erken uyanan baba, kızının o geceyi terasta geçirdiğini hatırladı. "Bakalım şu maskara, bülbül sesiyle hakikaten rahat uyumuş mu?" diyerek gürültü etmeden karyolaya yaklaştı. Cibinliği araladı. Gördüğü manzara karşısında aklı başından gitti, dili tutuldu. Kızının yanında bir delikanlı yatıyordu. Baba, yataktaki erkeğin çok asil bir aileye mensup bulunan Ricciardo olduğunu tanıyınca gürültü koparmanın yanlış olacağını düşündü. Gene ayaklarının ucuna basarak eve döndü. Uyuyan karısını dürterek, - Karı kalk! diye homurdandı, kalk da kızının sesini dinlemek istediği bülbül nasıl bir bülbülmüş gör! Uyku sersemliğiyle zıplayıp oturan karısı, - Ne bülbülü? diye sordu. - Ne bülbülü olacak! Kızın bir bülbül yakalamış ki... - Yakalamış mı? Sahi mi söylüyorsun? - Hem nasıl! Gürültü etmezsen gözlerinle görürsün! Kadın da ihtiyatla terasa çıktı. Yakalanan bülbülü gözleriyle gördü. Geri döndü. ' - Nedir bu başımıza gelenler! diye ağlamaya başladı. Kocası, - Ağlamak hiçbir şeyi halletmez, diye çıkıştı, bir kere olan oldu. Sen şunları uyandır da oğlana kızla derhal evlenmesini söyle... Eğer kabul etmezse kendisini ölmüş bilsin! Kafese kendiliğinden giren bülbüllerin cezası ölünceye kadar o kafesten çıkmamaktır. Çapkına anlat ki gösterdiğimiz güveni kötüye kullandı. Kendisine evinin kapılarını açan bir asilzadenin namusunu lekelemeye yeltendi. Eğer namusuma sürdüğü lekeyi temizlemezse onu köpek gibi gebertirim. Kadın kocasının sözlerini müstakbel damadına tekrarladı. Delikanlı başka çare kalmadığını görünce kızla evlenmeyi kabul etti. Büyük bir düğünle evlendiler. Caterina yazın en sıcak gecelerinde bile artık karyolasını terasa taşıma arzusu göstermiyordu. Çünkü artık sevgili bülbülü yanıbaşında ötüyordu, hem de gece gündüz. (Dekameron Öyküleri, Akyüz Yay.)

  • KAYBETMEK

    1 Kalın duvarlarla örülü binanın içindeki kadar kuvvetli olmasa bile dışarıda da sert bir rüzgar hakimdi. Bay Z. bu sert kışta iş bulamamanın yüküyle kapıdan ilk adımını attı. Geçtiğimiz üç ay boyunca ne kadar uğraştıysa da hiçbir yerden geri dönüş alamamıştı. Z. harfi bile alfabede son sıradaydı zaten, kim ona niye ihtiyaç duyacaktı ki! O ihtiyaç duyulacak son kişiydi. Böyle söylediğime bakıp da onu okumamış, cahil bir insan sanmayın sakın. Hatırı sayılır mühendislik bölümlerinden birini bitirmek için yıllarca çalışıp çabalamıştı. Önce istediklerini yapabilmek adına istemediği bir bölümü okumak zorunda olduğunu kavradı, sonra istemediği bir bölüm için günlerce istemediği derslere çalıştı ve en önemlisi de bu uğurda hayalinden vazgeçmek zorunda kaldı: Yazarlık. Evet, her ne kadar okuduğu bölümle bir alâkası olmasa da yazarlık onun için büyük bir tutkuydu. Çiftçilerin biçtiği ilk ekinler kadar değerli, ilk aşklar kadar vazgeçilmezdi. Ama yazar olamazdı. Nasıl olsun? Yazarlık karın doyurmazdı ki! Ne yazık ki toplumlar, yıllarca okumayarak edindikleri yüzeyselliklerini okumamaya devam ederek sürdürmeyi yeğliyorlardı. İşte Bay Z. bu düşüncelerin içindeki bir hayatın ortasında sıkışmış, nefes alıp vererek geçiriyordu günlerini. Rüzgârın yüzünü ilk yalayışıyla soğuğun tüm tenine ulaştığını hissetti. İnce bir paltoyla gezmek ne acıydı. Hem soğuk yüzünden acı çekiyor hem de ruhsal olarak boşuna yaşamış gibi hissediyordu. Okuldan mezun oldu olalı zaten doğru düzgün bir iş bile bulamamıştı şimdi bir de bu psikolojik sıkıntılara ayıracak vakti yoktu. Geçenlerde, denk geldiği bir fabrikaya belki bu defa olur umuduyla gitmişti. Ancak geri dönüş yapılmadığından -anlaşılacağı üzere- yine kabul edilmemişti. Bu olaydan yaklaşık birkaç gün sonra orada görüşmeye gelenlerden tanıştığı ve bakılınca bile meslek tecrübesi olmadığı anlaşılan birinin işe kabul edildiğini ve bu kişinin fabrikadaki üst seviye bir çalışanın tanıdığı olduğunu öğrenmişti. Yüzüne sinir bozucu bir gülümseme yayıldı ve aynen şöyle söyledi: "Zaten hep böyle olur." Onun, tanıştığı kişiden ne eksiği vardı? Üstelik ona kıyasla daha iyi bir üniversiteden mezun olmuştu. Şimdi düşününce... adamın yüzündeki alaycı ifadeyi anlayabilmişti. Zaten sonucu belli olan bir savaşı kazanmak için boşuna ümit beslemişti. Hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış Z. bu kez haklıydı. Dünyanın adaleti paranın ve statünün olduğu yerde biter. Bay Z. bunları iyice idrak etmiş, sindirmiş ve derince kazarak kafasına not düşmüştü. Yoğun düşünceler içindeki Z. nereye yürüdüğünü bile bilmiyordu, hangi sokakta olduğunu ya da buraya nasıl geldiğini. Sadece yürümek istiyordu, yürümek ve uzaklaşmak. Tüm dünyadan, insanlardan, hayallerin getirdiği beklentilerden, yüklerden, sorunlardan... Bay Z.'nin pek arkadaşı yoktu, zaten sakin ve son derece durağan biriydi. Hayatın durgun yaşanınca insana mutluluk bahşedeceğine inananlardandı. Neden böyle olduğuna inandığını kendi de bilmiyordu, sadece... babası eskiden öyle söylerdi. Babası para kazanınca mutlu olacağını da söylerdi ancak onu henüz deneyimleyememişti. Tartışmaların üzerine hışımla çıktığı evine geri dönme vaktinin geldiğini anladığında saat çoktan biri geçmişti. Yaklaşık üç saattir dışarıda yürümüş, bulduğu birkaç banka oturmuş ve düşünmek üzere kalkıp tekrar yürümüştü. Nerede olduğunu anlayamadığı için tam birine soracaktı ki nihayet gözüne hiç de yabancı gelmeyen bir park gördü. Evden bayağı uzaklaşmıştı, hoş zaten dönmek de istemiyordu dönmek için harcayacağı vakit bahane olurdu işte ona. Ancak zaman aktıkça bir şeyler olmak zorundaydı, gelirken yaptığı gibi her sokağı bir bir aşarak geri döndü. Eve girdiğinde Z.'yi sıcak olduğu kadar boğucu bir hava karşıladı. Bir gün onu çok fena hasta edeceğine emin olduğu ince paltosunu astı ve odasına girip kapıyı kapattı. Bu odayı bile sevmiyordu artık. Günlerce kapanıp yazılarını yazdığı, kendini tanıdığı, büyüdüğü bu odayı. Başını yastığa koymasıyla birlikte geçmiş tüm zihnini esir aldı. Özlemişti... Annesinin okuduğu masallarla uyuduğu günleri, sabah yataktan hoplaya zıplaya kalkmayı, koşa koşa babasına sarılmayı özlemişti. Her şeye yabancılaşmadan önceki zamanları... Söz konusu yabancılaşmanın en zoru da insanın kendine yabancılaşmasıydı. Kendini tanıyamamak hiç bilmediğin bir labirentten çıkmak kadar sıkıntılı bir durumdu. Çıkışa ulaşabilmek için birçok yol denersiniz ancak neredeyse hepsi sizin karşınıza koskoca bir duvar çıkarır. Mesafelerin ördüğü bir duvar. Neden bir anda böyle oluverdi, neden bir anda her şeyle ve herkesle arasına mesafe girdi? Gerçi birdenbire olan bir şey de sayılmazdı, yıllar bu büyük duvarı inşa etmişti. “Yaşadıkça kalbimin soğumasının, duygusuzlaşmamın nedeni ne? Bundan mutlu değilsem neden istemsizce yapmaya devam ediyorum, durduramadığım ve her gün içime daha da işleyen bu lanet ne?” diye düşündü. Bu büyümek falan değildi çünkü o davranışların hiçbiri zaten çocukça değildi. Sarılmak mı, sevdiğini söylemek mi, sevmek sevilmek mi çocuksu? Öyleyse bile çocuk olarak kalmalıydı o hâlde. Onu mutlu eden ne ise öyle olmalıydı. Ancak ne yazık ki Bay Z. de bunu başaramayanlardan oluşan o geniş toplumsal kümeye dahildi. Bu yazdıklarına da hep yansırdı. Kendini anlatmaya çalışan bir kalple, belirli sınırlara sokamadığı için anlayamayan beynin arasında sıkışmış cümlelerdi onunkisi. Gerçi artık duygularını yitirmesinden olsa gerek pek fazla yazamıyordu. Hayatını sadece üniversiteyi bitirip iş bulmak için harcamış gibi tükenmiş bir haldeydi. Bunca yüke rağmen yalnızca bir iki iç çekişten sonra derin bir uykuya daldı. Saat yediyi vurduğunda sabah güneşi olanca sıcaklığıyla pencereyi esir almıştı. Birkaç gündür eline almadığı telefonunu aramaya başladı. Yatağının sağındaki iki çekmeceli komodine baktıktan sonra masaya yığılmış kitapların altında buldu. Üç gün önce arkadaşı tarafından gönderilmiş bir mesaj vardı sadece: “Nasılsın?” Y. , Bay Z.’nin en yakın arkadaşıydı. Lisede tanışmışlardı ve o yıllardan beri de hep beraberlerdi. Öyle ki üniversiteyi farklı yerlerde okumak aralarını açmamış aksine birbirleriyle hep iletişimde kalmışlardı. Aslına bakarsanız ikisi çok zıttı. Bay Z. ne kadar durgunsa Y. o kadar enerjik ve hareketliydi. Y.nin sevdikleri bazen Z. için işkence gibi gelirdi. Biri tamamen edebiyattan ibaretken öteki yalnızca edebiyata değil birçok şeye âşıktı, yaşamaya bayılırdı. Ancak ilginçtir ki çok iyi anlaşıyorlardı ve hayat aralarına bazen mesafe soksa bile hep en yakın arkadaş olarak kalmaya devam etmişlerdi. Ve şimdi hayatın aralarına mesafe soktuğu zamanlardan birindeydiler yine. Bay Z. son zamanlarda görüşmeyi reddetmişti çünkü kendini dünyanın en dertli insanı olarak görüp bir de bununla uğraşacak enerjiyi kendinde bulamayacağına inanıyordu. Hayallerinden vazgeçip bin bir zorlukla kazanıp yıllarca ağlaya ağlaya okuduğu üniversiteye boşuna zaman harcadığını kavramak ona çok ağır gelmişti. Yavaş yavaş sığlaşan ve tek bildiği para kazanıp tüketmekten ibaret olan bir toplumun içinde büyümüş Z. nin daha büyük ne derdi olabilirdi ki? Bu yüzden Y.nin tüm isteklerine karşın bir yerde işe girmeden eğlenmemeyi kendine ceza olarak vermiş, buluşmayı ya da birileriyle evden çıkmayı hep reddetmişti. Çıkacaksa bile iş aramaya çıkıyor veya birkaç saatliğine yürüyüp geri dönüyordu. Y. ne kadar isterse istesin arkadaşına bu konuda bir fayda sağlayamamıştı. Çok kez kapısına gelip bekledi ancak Z. kendine kestiği ceza konusunda bayağı kararlıydı. Öyle ki yazmayı bile yasaklamıştı artık. Zaten dört beş yıldır doğru düzgün yazmıyordu ancak artık hiç yazmamaya başlamıştı. Böyle katılaşmış bir kalpten sözcüklerin kâğıda akması nasıl beklenirdi ki zaten? Bay Z. mesajı gördükten yaklaşık beş dakika sonra onu bir daha rahatsız ederse daha büyük bir tartışmaya sebebiyet vereceğini söylemek için Y. yi aramaya karar verdi. İsteksizce telefonun açılmasını beklerken arkadaşına ait olmayan bir erkek sesi duydu. Önce kim olduğunu anlamayıp kimi aradığını kontrol etti. Ardından telefonun diğer ucundan adını söyleyen o garip ses yine duyuldu. Bunun üzerine Bay Z. bu sesin ait olduğu kişinin arkadaşının kardeşi olduğunu anladı ve konuşmaya başladılar. Z. nin ilk işi Y. yi telefona istemek oldu. Ancak tahmin etmediği bir cevapla karşılaştı. “Haberin yok mu?” Z. cevap vermeyince duygusallık akan bir sesle devam etti. “O… öldü.” Z. birkaç dakika boyunca ne olduğunu idrak edemedi ve sustu. Ardından küçük kardeşin ağlayış sesleriyle beraber telefonu kapattı. Elinin iliştiği bir sandalyeyi altına çekip başı ellerinin arasında düşünmeye başladı. Neyden bahsetmişti bu? Ne olmuştu? Ölmek de neydi? Ölmek ne demek? Kalbi bir anda ağırlaşmaya başladı, nefes alması giderek zorlaştı ve içinde bulunduğu bu durumu zihninde durmadan tekrarlayan bir düşman belirdi. “Ölmüş…” Z. daha önce hiçbir yakınını kaybetmemişti ki, nereden bilecekti ölümü? Bu konuda bir çocuk kadar bilgisiz ve savunmazsızdı. Hayat, silahını Bay Z.ye doğrultup tam kalbinden hiç tatmadığı bir acıyla vurmuştu onu. Ölüm… Yıllardır ağırlaşıp duran kalbi en sonunda patlamıştı, şimdi parçalarının ciğerlerine batışını hissedebiliyordu. Her parçası ruhunu kanatıyordu. Onu rahatsız etmemesi için aradığı Y. artık hiçbir zaman bunu yapamayacaktı şimdi mutlu muydu Z.? Şimdi her şey hallolmuş muydu? Konuşabildiği tek insanı da kaybetmişti. Ancak bunca acıya rağmen neden ağlayamıyordu? Uzun zamandır ağlamamıştı evet ama şu anda bile mi ağlamayacaktı? Gözlerini kapatıp sakince doğruldu, derin bir nefes aldı ve oturduğu sandalyeden kalktı... UYANIŞ 2 Y.nin aniden geçirdiği bir kalp kriziyle ölümünün üzerinden üç ay geçmişti. Bay Z. bu süre boyunca derin bir pişmanlık hissiyatıyla pişti. Ve daha önemlisi… Özlemişti. En yakın arkadaşını özlemişti. Konuşmayı defalarca reddettiği ve aylarca oturup bir kere bile dinlemediği en yakın arkadaşını… Beraber geçirdikleri lise günlerini düşündü. Edebiyat dersi için defalarca kez yazı yazıp onu kurtardığı günleri, onun kendisine hiçbir zaman manevi desteğini esirgemeyişini, aralarındaki anlayışı, paylaştıkları simit ayranı özledi. İkisi paralarını biriktirip bir sürü kitap alırlardı. Ve yine harçlıklarını biriktirip Suç ve Ceza’yı alabildikleri gün iki arkadaş birbirine söz vermişti: “Kitap almayı dert etmeyecek kadar paramız olduğu gün büyük bir kütüphane açalım. Çocukların gelip özgürce okuyabildikleri, büyüyebildikleri bir kütüphane.” Ne oldu şimdi o hayallere? Kütüphane açmak için sabırsızlanılan günlerden saygı ve para için köle olunmuş hayatlara… Aniden bastıran yağmur tüm sokakları etkisi altına almışken Bay Z. düşündü, düşündü ve tekrar düşündü. Hayat kısacık bir serüvenden ibaretti. Bu kısa yolculuk hemen bitiveriyordu işte. Tanrı’nın elinde bir silgi, zamanı gelince her şey teker teker siliniyordu. Peki… aslında ölü olan hayatı dolu dolu yaşamış Y. miydi yoksa istediklerini yapmaya cesareti olmayan sıradan bir ormandaki sıradan bir ağaç olan Bay Z. miydi? Y. hiçbir zaman onun kadar zengin olmak ya da rahat etmek ümidiyle bekleyip bugününü de heba etmemişti. Biliyordu, bugün iyi olmayan şeyler yarın hiç iyi olmazdı. Farkındaydı, hayatın kısa olduğunun. Sanki yirmilerinde öleceğini biliyormuş gibi yaşamıştı. Gezmişti, arkadaş edinmişti, âşık olmuştu, eğlenmişti, gülmüştü, ağlamıştı. Yani o aslında yetmişlerinde yitip giden ortalama bir insandan daha çok yaşamıştı. Çünkü hayatının önüne engeller koymadı, duygularından çekinmedi, hayallerinden vazgeçmedi, savaşmaktan hiçbir zaman yılmadı. Belki o yazarlık yaparken -Evet Bay Z.’nin aksine o yazarlıktan vazgeçmemişti- çok para kazanmadı ancak hayatın yaşayıp ölmekten farklı bir boyutu olduğunu kavrayabilmişti, birçoğunun aksine. Bay Z. arkadaşını düşündükçe içindeki hissiyatlar daha ağır gelmeye başladı ve sonunda bu ağır yükten kurtuldu, yağmura gözleriyle eşlik ederek. Evet, ağlayabilmişti sonunda… Sonunda arkadaşının ölümünden üç ay sonra onun için ağlamayı başarmıştı. Hem Y. için hem de kendisi için ağladı. Sabaha kadar orada öylece oturdu ve yıllardır bastırdığı gözyaşlarını o gece döktü. Daha sonra istemsizce gidip kalem ve biraz kâğıt getirdi. Yazmaya başladı, ilk defa bu kadar içinden gelerek yazıyordu, ne hissettiyse yazdı, bitmek bilmeyen bir hevesle doyumsuzca yazdı. Sanki tüm gece yağan yağmur yazılacak yeni kelimeler indirmişti yeryüzüne. Hayatın kısalığını kavrayan Z. okuduğu o iyi mühendislik bölümünde bir işe girmek için aylarca bekleyip sonunda hayali olmayan bir meslekte tükenip gideceğine yazmaya ve bu yazdıklarını yayımlamaya başladı. İnanılır gibi değildi ama yeniden bir yazar gibi yazıyordu tıpkı yıllar önceki gibi. Hayat çok kısaydı ve artık bekleyecek vakit yoktu.

  • Anneme

    Ördüğün kazaklar yerine Doğum günüme iki kala Armağan bırakıp sancılarını Gidecek misin uzaklara? İçimi kanırtır bu gitmeler İslimleri kapkara ağıt kesmiş Doğduğum gün müjde taşıyan tren! Son yolculuğa hazırlanır gibi... Kutlayacaktık doğumumun Kırk yedincisini, Güllerinle. Yedi verenin sarı değil, Kan kırmızısından hem de Gitme!..

  • BENİ GİTTİ SANMAYIN

    İçinde hapsolduğu bedenden kurtulduğunda ruhum, Rüzgarda savrulan şu kanatlarıma bakın! Beni gitti sanmayın, Ben oradayım. İşitebildiğiniz kadar yüksek, Hissedebildiğiniz kadar canlıyım. Şimdi içinde olduğum bu kafes Bir gün toprağa karışınca Beni gitti sanmayın. Ben yeşeren otlarda, Mavi dalgalarda, Aniden çıkan rüzgarda, Bulutların gözyaşlarındayım. Beni gitti sanmayın, Çünkü ben görebildiğiniz her an oradayım. Sıla SÖNMEZ

  • KAR YAĞAR KAR ÜSTÜNE

    Kar yağar kar üstüne Ben masal anlatır, masal dinlerim Kor sobanın başında Keyfime bakmak isterim. Kar yağar kar üstüne Çocuğum, ayaklarım donar Islak çoraplarla lastikler içinde Öğretmenin uzak tuttuğu sobaya bakarım. Kar yağar kar üstüne Yar sevmem yar üstüne Ben kendimi bilir Bir seni severim. Kar yağar kar üstüne Renkler beyazda toplanır Göz alır, göz boyar İnanır gibi yaparım. Kar yağar kar üstüne Üstüne şiir yazmak isterim Soğur, donar dudaklarımda dizeler Dilim buz keser. Kar yağar kar üstüne Dert üstüne dert Bir de sevgisiz kalırsak Vay halimize derim.

bottom of page