top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Gündüzünü Kaybeden Kuş

    Martılardan bahsediyorum. Onları sayısız çığrış ve çırpınışlarıyla kıyılarda görür, duyar ve görmesini de severiz. Fakat bildiğimiz o martılardan çok daha büyük ve kanatları çok daha uzun bir açık deniz martısı vardır. Onlara Güney Akdeniz'de "Miho" derler. İşte onlardan söz etmek istiyorum. Sanki kuş değildir de, kanatlanış bir köpük parçası -ne bileyim- bir ıssızlık parçasıdır. Denizin o hırlayan uçurumları, tepetakla dönmüş Niyagara çavlanı gibi havaya yükselirken, onlara gün göründü demektir. İşte o zaman fırtınayı da,kara bulutları da ta aşağılarda bırakırlar. İnsanın hayalini bile korkutan, çıldırtacak yüksekliklere çıkarlar. Göklerin koynunda küçücük mavi bir nokta olurlar. O nokta, çıkar çıkmaz da maviliklerde erir ve garip kuş, maviler çölünde, sessizlik içinde yapayalnız. Fırtınasız, açık havada başka bir dünyadan geliyormuş gibi, ara sıra uzun bir çağırış duyulur gibi olur. İnsan, "Acaba gök mavileri mi dile geldi?" diye dört yana bakınır durur. Oysa öten, denizin kartalıdır. Bu fırtnalar imparatorunun hızı kasırgayı aşar. Rakibi ancak şimşektir. Denizin ve sonsuzlukların bu kayıtsız seyircisi, karaların kartalı ve akbabası gib yırtıcı gagalı ve pençeli değildir. Enginin bu kuşu, en yükseklerde uçan bir ak bulut hayatını yaşar. Hacı Süleyman, şafaktan beri elde çifte, önde köpek, kıyı kıyı taban tepiyordu. Tanyeri uyanırken, keklikler derelerden, yamaçlardan cak cak cak cak cak cak... ederek, yeni doğan günü bütün kuşlar, böcekler, çalılar, dağlar, taşlar ve denizlerle esenliyorlardı. Ne bir kuş, ne de bir böcek olan Goethe'nin bile ölürken ve kapkara sonrasızlığa göçerken son çağırışı "Işık! Işık! Işık!" değil miydi? Çiçek, balık, kuş, insan hepsinin aradığı ışık işte ağarmaktaydı. Keklikler hamamböceği, solucan, akrep, tespihböceği değillerdi ki karanlıkları arasınlar. Onlar güneşle ve güneşten yaşıyorlardı. Zavallılar o ışığı sesleriyle, şarkılarıyla içlerinin ışığından gelme, ışıklarıyla esenliyorlardı. Günün ışığı keklik için güvenlik demekti. Hem kendisi, hem de palazları için karanlıklardan gelen korkuların sonu idi bu. Artık çalılıkların en kuytu ve gizli boşlukları bile aydınlanıyordu. Bütün ana keklikler yuvalarının kenarına oturmuşlar, "Merhaba!" diyerek gevezelik ediyor ve "Bir karanlık gece daha atlattık," diye birbirlerini kutluyorlardı. Hacı Süleyman yürüye yürüye dik bir kayalığın dibine vardı. Her yan keklik ötüşü kesilmişti. Gelgelelim binlerce kekliğin bir taneciği bile ortada yoktu. Hacı Süleyman köpeğine kızdı, "Senin burnun mu yok ne? A it oğlu it!" diye çıkışarak köpeğe bir tekme attı. Köpek kuyruğunu ardına kıstı ve beş on adım öteye kaçtı. Hacı Süleyman'ın gözlerini kan bürümüştü. Bu keklik bolluğundan üç dört çift olsun vuramasın ha? Elinden gelseydi çifteyi güneşe tutup, öldürücülük tutkusunu doyurmak için ateş edecek ve güneşi kör edecekti. Tam o sırada önünde yürüyen uyuz köpek yarı havlayış, yarı uluyuştan ibaret bir ses çıkardı. Aynı zamanda da Hacı Süleyman, başının üzerinde, yükseklerde bir kanat hışırtısı duydu. Yüksek bir kayanın tepesinde yumurtlayan bir miho kanada kalkmıştı. Hacı Süleyman birdenbire çiftesini havaya dikti ve çiftenin iki gözünü birden ateşledi. Miho kanatlarını topladı, avına saldıran bir şahin gibi, aşağıya doğru düştü. Havaya, yolunan bir sürü tüy uçtu. Kuş sendeledi, dengesini buldu. Ve bir fişek gibi dosdoğru yükseklere fırladı. Ardı sıra bıraktığı tüyler döne döne yere indi. Yandan gelen saçmaların biri, kuşun bir gözünden öteki gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. Kuş artık korkunç ve garip bir karanlıkta uçuyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden beş saat uçtu. Doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. Fakat göğü bulamıyordu. Biliyordu: Yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın üzerindeydi. Yavruları yiyeceksizlikten ne haldeydiler acaba? Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya, göklere baka mı kalacaklardı? Kuş olanca gücünü yeni baştan kanatlarına verdi. Herhalde bu karanlıkları aşacak ve karanlıklardan ötelere yayılan mavilere ulaşıp dalacaktı. Böylelikle dört beş saat daha uçtu. Artık gece olmuştu. Miho hâlâ gündüzü arıyor, ama bulamıyordu. Kanatları ağırlaşıyordu. Kanatlarıyla aydınlığa varamayacağını anladı. İşte o zaman masum sesiyle mavi yükseklikleri yaratmaya kalkıştı. Türkü söyledi. Türküsüyle ve içinin ateşiyle zindan kesilen evreni, apaydın edecek olan güneşi yaratmaya çabalıyordu. Fakat artık bitkindi. Gecenin karanlığında sesi sendeliyordu. Engin üzerliklerin bu tenha uçucusu, karaya ancak yavrularıyla bağlıydı. Yavrularının yuvasını, bağrından yolduğu tüylerle döşemişti. Son bir defa, karanlıkta iki ayaklı birer pamuk yumağına benzeyen sarı gagalı yavrularını çağırdı. Sesi kısıldı. Gırtlağından garip gürültüler çıkararak ve tekerlenerek çırpına çırpına denize düştü. Ertesi günü, ıssız denizlerde bir beyaz tüy yüzüyordu ancak.

  • GİZEM ve GERÇEK

    Gizemli gerçekliğinde Dipten gelen dalgalar Bulutsu buğusunda Muamma okyanuslar Yıldızların yolculuğunda Kehanet kuyularında Kahinler sır verir Krallar karşısında Kim bilir Değişmezin Ve değişimin Sırrını Mutlak irade Muğlak irade Gizemli gerçeklik... Adil BAŞOĞUL...

  • Şehirler Sultanı Edirne

    “Öğrenmek istiyorsan seyahat etmelisin.” diyen Mark Twain’i haklı çıkarmak için yurtiçi gezilere çıkmışımda haberim yokmuş. Gezgin öğretmenler olarak yağmurlarıyla ve soğuğuyla ünlü şehrimiz Edirne’ye, soğuklarının yanında sıcağının da yaman olduğu için baharda gitmeye karar verdik. Okulların açıldığı ilk hafta, İğneada Longoz ormanları, Dupsina Mağarası ve Pehlivanlar Şehri Edirne gezisinin planını yaptık. Trakya’da gezilecek yerler arasında en popüler yerlerden biri olan İğneada’ya İzmir’den akşam saat sekizde yola çıkıp, on iki saat sonra sabah ulaştık. İzmir'in doğum gününde yurdumuzun başka bir şehrinde Trakya'nın İncisi İğneada'daydık. İĞNEADA öyle şipşirin sokaklarında kaybolmayı hayal edeceğiniz veya harika butik otellerinde kalabileceğiniz bir yer değil. Halk arasındaki adıyla subasar ormanları Karadeniz kıyısında, Yıldız Dağları'nın eteğindeki Kırklareli'nin Demirköy ilçesine bağlı doğa harikası olan görülmesi gereken bir yer. İğneada yolunun, baharda kanolalar, yazın ay çiçek tarlaları, sonbaharda rengarenk, kışın da bembeyaz karlar altında görsel şölen sunan cennetten bir köşe olarak biliniyor. Sonbaharın ilk günlerinde gitmemize rağmen yeşilin her tonu ve heybetli çeşit çeşit ağaçları görünce biz de büyüleniyoruz. Ağaçların arasında eşimle el ele yürürken habersiz fotoğrafımızı çekilmesine mutlu oluyoruz. Kurumuş sarı yaprakları havaya atarken, anlık kareyi yakalayabilmek için grubun en sonuna kalınca herkesi gülümsetiyorum. ’’İğneada Longoz Ormanları'nda bilim insanları birçok çalışma yapmış. Yaptıkları çalışmalar sonucunda, buranın farklı karakterlere sahip üç adet ormandan oluştuğunu belirlemişler. Bu üç farklı orman alanı sınırları içerisinde ev sahipliği yaptığı göllerin adlarıyla da isimlendirilmiş. Bu isimler; Saka Gölü Longozu, Mert Gölü Longozu ve Erikli Gölü Longozu şeklindedir. Bu orman öylesine zengin bir ekosisteme sahiptir ki içerisinde sadece bu bölgede yetişen ve nadir görülen 17 bitki türüne de ev sahipliği yapmaktadır. İğneada Longoz Ormanları yaklaşık 2 bin 511 dönümlük bir alanı kaplamaktadır. Bu büyüklüğüyle İğneada Avrupa'nın ve Türkiye'nin en büyük longoz (subasar) ormanı olarak kayıtlara geçmiştir. Doğa tutkunlarının rahatça kamp yapabileceği yerlerden biridir. Kamp için de genellikle Mert Gölü tercih edilmektedir.’’ diye anlatan rehberi dinleyerek yürürken, ciğerlerimize dolan bol oksijenden bahar sarhoşu oluyoruz. Otobüse binip Trakya'nın incisi: DUPNİSA MAĞARASI’na doğru yola çıkıyoruz. Trakya'nın turizme açık tek mağarasına görsel bir şölen sunar gibi Istıranca dağlarını seyrederek ulaştık. Dupsina Mağara’sı 2003’te hizmete açılan, Demirköy ilçesine bağlı Sarpdere köyünde bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İl Özel İdaresinin çalışmalarıyla düzenlenerek İkinci jeolojik zamana ait mermerler içinde. Birbirine bağlı iki kat ve üç bölümden oluşan mağara, ziyaretçilerin beğenisini topluyor. On altı türden yaklaşık altmış bin yarasaya ev sahipliği yapan, her mevsim ziyaretçilerinin ilgisini çeken, milyon yıllık geçmişe sahip görülmeye değer, ender yerler arasında. Turistik gezintiye açık bu mağarayı biz de ziyaret ettik. Sulu ve kuru bölümlerden oluşan mağaranın toplam uzunluğu 3200 metreymiş. Mağara harika bir ışıklandırma sistemine sahip. Tüm bölge beyaz ve sarı karışımında! Su yolları ise mağaraya birçok sarkıt oluşturuyor. Sarkıtların oluşma sebebi sadece su yolları değil. Burada yaşanan jeolojik olayların arkasından farklı farklı figürler meydana gelmiş. Mağara içinde öncelikle düz bir yoldan ilerliyorsunuz. Daha sonra, yukarı bölümlere tırmanmak için uzun merdivenler bulunuyor. Tıpkı korku filmlerini andırmakta! Görülmeye değer, harika bir yer. Soğuk ve aynı zamanda nemli bir havası mevcut. Basıncın arttığını üzerinizde hissedebilirsiniz. Mağarayı ziyaret etmeye giderken, üzerinize kalın bir şeyler giymeyi unutmayın. ''Gezeceğim'' diye hasta olmayın. Burada düşme ya da yaralanma gibi bir durum yaşamamak için de yürüme panellerinden sakın dışarıya çıkmayın. Mağaradan sonra tekrar otobüse binip yola koyulurken yokuş çıkma anında aracımızdan sesler gelmeye başlıyor ve duruyor. İşte o anda, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri geliyor aklıma: ’’Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu, Nazar mı değdi göklerden, ne? Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez, Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur’’ ’’Gezi güzel başladı, devamı nasıl gelecek acaba ’’diye söylenerek otobüsten iniyoruz. Köyün çay bahçesine girip, ne olacağını beklemeye başlıyoruz. Kahvemi yudumlarken bir dostumun *Kul düşünür, kader gülermiş. sözünü hatırlıyor, gülümsüyorum. Bir iki saat sabırlı bekleyişin sonunda, aracın tamir edildiğini öğrenen gezi grubu, düğüne giden araca biner gibi neşeyle koltuklarda yerini alıyor. Gurbetten baba evine ziyarete gelmişçesine otele güvenle giriyoruz. Yemeğin ardından hemen uyuma alışkanlığımız olmasa da yorgunluktan kendimizden geçiyoruz... Sabah, herkesin yüzü gülüyor. İnsanın karnı tok, sırtı pek olunca yüzüne de mutluluk yansıyor. Aramızda bulunan Edebiyat öğretmeni arkadaşlarla otobüsün içinde sohbet ederken Edirne için yazılmış şiirleri soruyorum. Sultan Ahmet Kasidesi -Nef’î ‘nin yazdığı 1.Beyit var diyerek okuyorlar. Edirne şehri mi bu yâ gülşen-i Me'vâ mıdır? Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i alâ mıdır? Günümüz Türkçesi: Burası Edirne şehri mi yoksa Me'vâ cennetinin gül bahçesi midir? Orada padişahın sarayı cennet-i alâ mıdır? Derken Sultan ve Pehlivanlar şehri EDİRNE’ye giriyoruz. Hem Bulgaristan’a hem Yunanistan’a sınırı olan Serhat Şehri; Edirne için Bursa‘nın oğlu İstanbul‘un ise babası deniyor. Bursa’dan sonra Osmanlı’nın 88 yıl başkenti oluyor. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile başkentlik görevini İstanbul’a devrediyor. Osmanlı’nın başkentlerinden biri olmasından ötürü çok ciddi bir tarihi envantere sahip. Tarih boyunca dünya üzerinde en çok meydan savaşı yapılan şehir olması da ayırt edici özelliğinden biri. Türkiye'nin gerçekten "Avrupalı" belki de tek kentinde diğer illerimizde yaşanan "asayiş" sıkıntıları burada göremedik. Gezimiz sonbahar yerine ilkbaharda olsaymış; Edirne Festivallerini denk gelmiş olacaktık. Tarihi Kırkpınar Güreşleri Kakava Hıdırellez Şenlikleri her yıl 5-6 Mayıs tarihlerinde kutlanıyormuş. Konserler, müzik eğlenceleri, dans gösterileri, yarışmalar Edirne Saraçlar Caddesi'nde, diğer etkinlikler ise Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nin de düzenlendiği Er Meydanı alanında oluyormuş. Bereketi arttıracak dostluğu ve neşeyi paylaştıracak Kakava Ateşi'nin yanması ve pilav ikramını kaçırdığımız için üzülüyoruz. Baharla birlikte doğanın uyanışını selamlama ve kişisel arınma hedefli "Bahara Giriş" ritüeli ise 6 Mayıs sabahı saat 06.00'da, Tunca Nehri kıyısında gerçekleştiğini de rehberden öğrenmiş oluyoruz. Senelerce Osmanlı İmparatorluğu'na başkentlik yapmış, zamanında Avrupa'nın en büyük şehirlerinden biri olan Edirne'nin sokaklarında ve tarihi çarşısında gezmeye başlıyoruz. Her yeri tarih kokan Edirne'nin sokaklarının mistik havası bizi büyülüyor. Etrafta amcaların sevimli sözlerine de şahit oluyoruz. Tost alırken konuşmalarına kulak misafiri olduğumuzda -Benim kızan evde bekler be yaaa. -şiiişş yarım ekmeee kaça kıstiriisin? Sözünü duyunca, Edirne'de olduğumuza seviniyoruz. Hoşumuza gidiyor. Edirne tarih boyunca farklı dinlere mensup halkların, asırlarca hoşgörü ile yaşadığı bir kent. Müslümanlar gibi, Hıristiyanlar ve Museviler de kendi dini ihtiyaçlarına dair yapılar inşa etmiş, bu yapıların bir kısmı çeşitli yapı kayıpları ve restorasyonlarla günümüze ulaşmayı başarmış. Avrupa’nın en büyük, dünyanınsa üçüncü büyük sinagogu olan Edirne Büyük Sinagogu bu yapılardan en görkemlisi. Edirne Büyük Sinagogu, şehirde yeterli cemaati bulunmadığı için İstanbul gibi büyük şehirlerden gelenlerce özel günlerde ibadet için kullanılıyor. Halkın ziyaretine de açık olan sinagog zaman zaman kültür-sanat aktivitelerine ev sahipliği yapıyor. Üç Şerefeli Camii yapımına II. Murat zamanında 1437’de başlanmış ve inşaatı yaklaşık 10 yıl sürmüş. Camii’nin mimarı, Mimar Müslihiddin (Felçli Mimar). Bu camii Osmanlı’nın o zamanki klasik mimarisinden çok farklı bir mimariye sahip. Üç Şerefeli Camii, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde de yer alan tarihimizin önemli eserlerinden. Beyazıt Külliyesi ve Sağlık Müzesi Trakya Üniversitesi Sultan II.Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Osmanlı darüşşifalarını günümüzde gerçek anlamda yaşatan tek müze olarak darüşşifaların tıp tarihimizdeki önemine ışık tutuyor.1997 yılında açılan müzeye 2008 yılında eklenen Tıp medresesi bölümü müzeyi daha önemli bir noktaya taşımış. Bu çalışma ile 15.yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı mankenlerle canlandırılmış ve dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri vurgulanmış. Müze bu anlamda ziyaretçilerini tıp eğitiminin tarihinde bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Geçmişte akıl hastalarının müzik ile tedavisinin canlandırılışı özellikle dikkat çekiyor. Edirne’deki II Beyazıt Külliyesi de Osmanlı’da müzikle tedavi yapılan en önemli şifahanelerden biri imiş. İnsan o dönemdeki gelişmiş tedavi sistemlerine hayran olmaktan kendini alamıyor. Selimiye Camii Sanki şehir onu merkez alarak kucaklamış gibiydi... Minareler ise şehri savunan muhafızlar gibi dimdik göğe uzanıyor. Çinilerinde 101 çeşit lale işlemesi bulunan Selimiye Cami’nde bir de ters lale figürü bulunuyor. Sırrı ve hikayesi tam çözülemeyen ters lale figürü için bir çok efsane dillendiriliyor. Mimar Sinan’ın ölen torunu Fatma için yaptığı veya Lale yetiştiren Cami arsasının sahibinin çıkardığı zorluklara karşı yapıldığı da söyleniyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve dahi mimarlarından Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii Osmanlı ve Türk sanatının hatta dünya mimarlık tarihinin baş yapıtlarından biri. Avlusundan tutun da içerisindeki çinilere kadar, atmosferi ve yapısı oldukça büyüleyici. Caminin mimarisinde oldukça farklı mesajlar da gizliymiş. Tek kubbeli olan cami de Allah'ın birliği simgelenirken, pencerelerin beş kademeli oluşu İslam'ın beş şartını, dört olan vaaz kürsüleri de İslam'da yer alan dört farklı mezhebi simgeliyormuş. Selimiye Camii ve Külliyesi’nin UNESCO Dünya Miras Listesi’nde de bulunuyor. Hem Edirne’nin hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun simgesi olan cami kent merkezinde yer alıyor. 1568-1575 yılları arasında Sultan II.Selim’in emriyle yaptırılan Selimiye Camii çok uzaklardan bile görülebilen dört minaresi ile göze çarpıyor. Çok ince sanatsal bir mimarlık ile tasarlanan cami içindeki ses akustik özellikleri ile de dikkat çekiyor. Ahşap kısımları ceviz ağacı ve üzerindeki işlemeler tam bir şaheser. Kurulduğu yerin seçimi Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da gösteriyor. Selimiye’nin içi dış görselinden de daha büyüleyici bir etkiye sahip. Karaağaç İstasyonu Karaağaç kasabasında bulunan tren istasyonu, II. Abdülhamit zamanında yaptırılmış. Meşrutiyetin ilk yıllarında inşa edilen istasyon 1971 yılında terk edilmiş Trakya Üniversitesi önderliğinde orijinaline benzer şekilde restore edilen Karaağaç Tren İstasyonu, 1998 yılından günümüze kadar Rektörlük Binası olarak hizmet sunmaya devam ediyor. Şu anda Trakya Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi olarak hizmet veriyor. Kampüsün bahçesinde, eski günlerin anısına bir kara tren bulunuyor. Ziyarete açık olan istasyondaki tren ve raylar arasında gezmek ve fotoğraflamak büyük küçük herkesin oldukça ilgisini çekiyor. Ben hiç durur muyum Kara trene, tombiş oluşuma bakmadan, bir çırpıda tırmandım, fotoğrafımı da çekildim. Kampüs bahçesinde bir de Cumhuriyet’imizin 75. yılında yapılan Lozan Anıtı bulunuyor. Anıt, üç vatan toprağını simgeleyen birbirinden bağımsız üç sütun, üzerinde birlik ve beraberliği simgeleyen bir çember ve onu üzerinde bir elinde barışı simgeleyen bir güvercin ile diğer elinde Lozan Antlaşmasını simgeleyen belgeyi tutan bir genç kızdan oluşuyor. Görmekten keyif alıyoruz. Devamlı yürüyüş yapınca, karnımız da acıkınca hızlanarak, Edirne merkeze dönüyoruz. Aklımızda meşhur yaprak ciğer var. Aramızda ciğer sevmeyenler bile tadını merak ettiklerinden ille de yiyeceğiz diyorlar. Edirne Tava Ciğeri: Elbette Edirne'nin neyi meşhur sorusunun karşılığı. Edirne yaprak ciğeri olarak da biliniyor. Yanında gelen acı sosu, baharatlar ve soğan piyaz ile yenmesi makulmüş. Edirne'de tava ciğeri nerede yenir diye fazla araştırmaya gerek yok. Konum belli. En ünlüsü ve turistik olanı Aydın Tava Ciğer, önünde her zaman sıra var. İkinci en ünlü kabul edilen ise Ciğerci Niyazi Usta, bol porsiyonu ve servisiyle oldukça tatmin edici. Son olarak ise Ciğerci Kazım varmış. Biz Niyazi ustayı tercih ettik. Grubumuz kalabalık olmasına rağmen aynı anda gelen ciğer tava inanılmaz güzeldi. Parmaklarımızı yalaya yalaya bir hal olduk. Aynı masayı paylaştığımız arkadaşlarımızla kanka olduğumuz için bunu sorun eden olmadı. Bir porsiyon daha söyleyerek gözümüzle karnımızı aynı anda doyurduk. Kahvemizi Meriç Nehri kıyısında köprünün bitiminde yer alan çay bahçelerinden birinde içiyoruz. Her kış haberlerde Bulgarlar baraj kapaklarını açtı, Meriç Nehri taştı, sular köprü hizasına ulaştı, denilen köprünün adı; Meriç Köprüsü. Meriç Nehri üzerinde Karaağaç ile Edirne arasındaki bağlantıyı sağlayan tarihi önemi yüksek köprülerden biri. 12 kemerli sütunu, ortasında bir yazıt köşkü bulunan bu köprü Edirne Karaağaç yolu üzerinde bulunan Edirne’nin sembollerinden biri. Akşam vakitleri köprüye çıktığınızda güneşi nehirden batırma şansını yakalıyoruz. Köprünün ortasındaki oturulacak alan da padişahın gün batımını izlemesi için yapılmış. Kendimizi bir an padişah konumunda hissediyoruz. Şehrin diğer bir önemli köprüsü ise 1488 yılında II. Beyazıt tarafından Mimar Hayrettin’e yaptırılmış olan II. Beyazıt Köprüsü‘dür. Tunca Nehri üzerinde yer almaktadır, 80 metre uzunluğundaki köprünün 7 ayağı vardır. Tatlıcı Keçecizade Kavala ve Badem Ezmesi muhteşemdi...Edirne'de tatlıcı ve pastanelerin başında gelen Keçecizade yol üstü duraklarının da meşhur ürün tedarikçilerinden. Narlı lokum Hürrem, kare kesilmiş Kavala kurabiyesi, Antepfıstıklı kallavi, pehlivanlara güç veren 41 çeşit baharattan yapılmış deva-i misk helvası yöreye özgü tatlılardan bazıları. Yağsız, unsuz ve tuzsuz bir kurabiye olan kallavi, Antepfıstığı, bal, safran ve şekerden yapılıyor. Oldukça lezzetli. Tadımlık diye açtıkları paketin bitmesi kaç dakika kaç saniye kaç salise sürdü bilemiyorum. Tadına doyamayınca eşe dosta aldığımız kavala kurabiyeleri ile otobüsün bagajı kurabiye kutularıyla doldu. Edirne'den Ne Alınır? Diye araştırıp geldiğimiz için eli boş da dönmeyelim dedik. Edirne'de Tarihi Ali Paşa Kapalı Çarşısı, alışveriş için en uygun yerlerden. Burada her türlü aromada ve şekilde misk sabunları vardı. Selimiye Arastası'ndan misk sabunlardan bol bol aldık. Peynir tatlısından, badem ezmesine, peynir şekerine kadar pek çok farklı lezzeti tanıma fırsatı yakaladık. Çarşıda ve mağazalarda el yapımı ürünler, süs eşyaları, hediyelik eşyalar ve takılar ya da Edirne'ye özgü figürler de vardı. Kıyafet, tekstil ürünleri, işlemeli dantel örtülerden kızlarıma hatıra iki tepsi örtüsü alıp çantama attım. Hediyelik eşyalar alırken aynalı süpürgeler gördük. Bunun şöyle bir hikayesi varmış. Eskiden bir hanede evlenecek çağda gelinlik kız olduğu zaman bu aynalı süpürgelerin büyüğünü hanenin kapısına asarlarmış, aynalı süpürgenin gelinlik kızın çeyizinde bulunması ise saflığın ve temizliğin simgesi anlamına geliyormuş. Hatıra olarak alan arkadaşlarımız oldu. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının ilk durağı Edirne. Açık hava müzesi görünümünde, yeşillikler içinde cennet gibi bir şehir. İzmir’in kardeş kenti ilan ettim kendimce Edirne'yi... Keşanlıların "Edirneliyim" dememesini de Karşıyakalıların "İzmirliyim" dememesine benzettim. Gezdiğim, gördüğüm her ülke, her şehir, yeni şeyler öğretti. Sağlığım ve olanaklarım el verdiğince gezmeye devam. Biz bitti demeden bitmez bu geziler.

  • KIŞ KÜSKÜNÜ BAHAR

    Genelde başlangıçları severim, değişimi yaşamak isterim doludizgin… Bahar ve yazı severim, başlangıçları severim bitene üzülmeden. Umuda tutunarak hayatın acımasızlığına ve çaresizliğine umut bağlamak isterim “He şey çok güzel olacak” diyerek… Şaşkınlığım iyice artıyor, henüz şubat baharın geldiğine iyice inanmışken bademle, kardelen kara, ayaza, borana dayanır mı? Camdan çiçek oldu dallar, askıda kaldı sular, karın gizeminde dallar beyaz cennet buz tutarken yıldızlar. Yalancı bahar mı? Bunca olumsuzluklar, yenilgiler, anlaşmazlıkların nedenini anlamakta zorluk çektiğimiz kavgalar siyaset, militan, yandaş sözcükleri kışın ayazından daha çok etkilerken, baharın gelişine tutunmak isterim, dallara bahar durduğunda, umutlar ufukta belirdiğinde esen meltemi yüzümde hissettiğimde anlamaya çalışırım ben. Doğayı yavaş yavaş yok edişimizi, onun verdiği tepkiyi, çatlayan toprağı, boşalan barajları, yok olan tarımı yalancı bahara mı borçluyuz, cahilce taraf olmaya mı? Koca bir zaman dilimi savaşmak ve var olanı korumakla geçiyor. Haksızlıklar, yok oluşlar, yalanlar, direnişler ve çareler içinde çaresizliklerle geçti, geleceği bitire bitire. Hayallerimizden vaz geçtikçe gelecek bahara yaza sığınıyorum umutsuzca umuda sığınarak! İçimde büyüyen okyanus tüm haksızlık ve çaresizlikleri keder ve acıları boğacak. Yine baharlar gelecek yine çiçekler açacak, umut ederek yaza kavuşacak. Bu kaçıncı kuşak, yok edilmek istenen ve harcanan kırılan fidanlar içime süzülen yaşlar. Yalancı mı baharlar? İçimi acıtırken koskoca bir şaşkınlıkla izliyorum çözümsüz çözümleri, sorunları, sorumsuzlukları, sistem ve iflas etmişliğin dik duruş çabalarının, yalancı baharını! Zamanı çiğniyoruz geviş getirircesine, yenilgilere doymadan yeniliyoruz yeniden yeniden ve doyamadık baharlara. KARDELEN Vurdumduymaz kara bir kış yitik şehirler gibi, Kış yorgunu avare bulutlar Güneşin kapısı kapalı kış uykusuna yatmış Her fırtına bir kar tanesi sağanak sağanak boşalır göklerden Rüzgarın ıslığıyla dağılır dört bir yana Soluk kesici, buğulu, gizemli baş döndürücü Sessizlik… Karanlık… Umursamazlık. Sabret, Sabır; Ayazı yok edecek Dayan! Zemheriyi bitirecek, zulmü yok edecek Diren! Kış bahçelerinde ışığa, güneşe, maviye, umuda gidiş… Özgürce yaşamak yeniden yeniden. Güneşe uzanacak en sert toprağı delerek tüm gücüyle Ayaza karlı gecelere zemheriye… Direnecek! Azimle sabret kışın zulmüne yasaklara… Diren! Özgürlüğün kanatları kırılsa da çıkacaksın bir gün Güneşin yedi rengine aydınlığa doğru Küsme toprağa Sabret! Her şeyin bir sonu vardır, bitecek bu kara kış Zemheri bitecek, zulüm bitecek. Ezber bozan güzelliğin narin bedenin bahara erecek Sabret! Bir başlangıcın müjdesinde, kardelen bahara erecek Erecek bahara özgürce, müjdeyi verecek sabret kardelen Sabret! 14-02-2021 Nebahat POŞLUK

  • Bir Veda Havası

    I Bir bukle hüznü Taşıdın dudağının serinliğinde Yazlık sinemaydı avuntumuz Işığın usulca süzülüşünü andırırdı Sana bakmak duvarların ardından En güzeliydi gizemin Körpe gülüşler de kirlendi Gitmelerin tenhasında vakitsiz Bir türkü söyle bana Kuş kadar ürkekti Aklının dokusu, dayanamam Bir tutma kendini kuşkuyla II Sancısı esir alınmış bir sevda Düşkününün vakarıyla sessiz Kapındayım işte Yarım bir mektubun bıraktığı Kokuydu soluğun Sağdıcımdı yalnızlık bu macerada Yurtsuz bırakılmıştı En aşina olduğumuz kuzey rüzgârı Çocukların üşüyen oyunları Hangi dağın ardı bilinebilirdi Bir varmış bir yokmuş kadar Hayranım bu sevda sıtmasına şimdi III Hani olur ya bazen Yarım değer güneş yüreğe Söz geçmez olur onca dizeye Atlası çıkar mı sözlerin Düğümlenen bir yürekten Dilimin kınındayım Kıyıda bir kenti böler gözlerim Giyotin gibi, yoksul Giderim * maviADA 2013 Güz sayısı

  • SİSTEN SONRA

    ne kadar uyudunuzsa karalardan uyanın aklarla evler sokaklar Mustafa Kemal'lerle kalkın bir çelenk örün başınıza mutluluklardan davranın avlularla ağaçlarla meydanlara davullar zurnalarla koşun çekin bayramlıklarınızı sıkıntılardan Türkiye geçmiş değil gelecektir ışıklarla sabahlarla dostluklarla koç yiğitler sıra sıra kılıçlardan çıkın dağlara bayraklarla ne kadar bunaldınızsa dumanlardan uyanın fırlayın sularla topraklarla kuşlarla günaydın hepinize Türk Ordusu'ndan toplanın alanlara marşlarla özgürlük Mustafa Kemal'li bir çiçektir kalkın umutlarla sevgilerle selamlarla

  • Şeker Kutusu

    İndir!" dedi, "Ne kadar kutun varsa indir!" Şekerci kalfası, üzeri çiçekli, içi dışı kadifeli, iç kapağı­nın ortası aynalı, pırıl pırıl selefonlu, ne kadar kutu varsa, serdi tezgâhın üstüne. Ali Yılmaz, iç kapağı aynalı kutuyu kestirmişti gözüne: "Ne kadar şeker alır bu kutu?" diye sordu. "Bir kilo alır! Karışık mı yapalım?" "Karışık... Biraz çikolatalı, biraz badem ezmeli... Altı­na da bir sıra lokum, fıstıklısından! Anlıyorsun ya! Temiz bir şey olsun!" Şekerci, yirmi yaşındaki bir delikanlının böyle bir ku­tuyu kime göndereceğini kestirmişti çoktan. Ali Yılmaz: "İki kat kâğıda sarın kutuyu!" dedi, "Şıklığı dışarıdan belli olmasın!" Bu, biraz da onun sıkılganlığını gösteriyordu. Şekerci isteğinden daha güzelini yaptı. Sardı, sarmaladı, sırmalı iplerin düğümlendiği yere de firmanın yaldızlı etiketini ya­pıştırdı. İki kat kâğıda sardıktan sonra: "Buyrun!" dedi, "Kime verirsen ver, mahcup olmazsın! Haydi güle güle!.." Gitti, karşıdaki koltuk meyhanesinden, ayak üstü iki tek votka çekti. Duvardaki aynada kravatının üçgenini denkleştirdi. Lacivert çizgili ceketinin üst cebindeki men­dili yeniden katladı, koydu yerine. İki votka adamakıllı artırmıştı cesaretini. Çiçekçinin önünden geçerken, birden daldı içeri: "Karanfil!" dedi, "On tane kadar, kırmızı karanfil... Bir sıra da kenarlarına beyazlarından!" Çiçekçi, karanfilleri jelatin kâğıdına sardı güzelce, tu­tuşturdu eline. Hiç düşünmemişti çiçekleri nasıl götürece­ğini. Utanırdı böyle şeylerden. Bir Bayram gazetesi aldı, koydu çiçekleri arasına. İki kadeh votka daha çekmesi ge­rekirdi, kapıyı çalabilmesi için. Meyhane şuracıktaydı, ayak üstünde yapındırdı. Artık nereye olsa gidebilirdi. Dokundu Sevgi'nin kapısındaki zile... Ev, tıklım tıklım misafirdi, bir yılgınlık çöktü içine. Elindekileri kapıdan verip gitse, ne iyi olurdu! İster istemez girdi içeri, merdi­venleri çıktı. Çiçekleri uzattı nişanlısına. Çiçekler, şeker kutusundan daha çok ilgilendirmişti Sevgi'yi. Kutu, çifter çifter sarılı olduğu için, ne biçimi belli oluyordu, ne için­deki aynası: "Hele kâğıtları bir sıyırsın!" diye düşündü, "Bayılır o zaman!" Tam yirmi lira yalnız kutusuna vermişti. Lâcivert ka­dife kapağın içinde, yürek biçimi pırıl pırıl bir ayna var­dı ki, hangi kız görse ağzının suyu akardı. Hele bir açsın kutuyu! Büyüklerin elini öptü sıradan. Geriye kalanlarla toka-laştı. Sevgi'nin uzattığı şekere, parmakları titreyerek uza­nırken, keskin bir arpej kokusu, fırıl fırıl döndürmüştü başını. Çok oturmadı, kapıdan çıkarken rahat bir soluk almıştı. Ne olursa olsun, büyük bir yük kalkmıştı üzerin­den. Onun için bayramın ödevi bitmiş, bayramın kendisi başlamıştı. İki kadeh rakıyla bir açış yapmalıydı. Tuttu, Karanfilli Meyhane'nin yolunu! Sevgi, her bayram Melâhat Hanım'ın elini öpmeden yapamazdı. Taa okul sıralarında alıştırmıştı onu. Her bay­ram, okulu bitirdiği halde, onun yumuk yumuk ellerim öpmedi mi, kendisini okul yüzü görmemiş bir mahalle kı­zı sayardı. Elini yüzünü yıkadı, taradı saçlarını... "Anneciğim!" dedi, "Gidiyorum Melâhat Hanım'a. Para ver de, bir kutu yaptırayım!" Bayramlaşmak güzeldi ya, işin bu masraflı yanı hoşu­na gitmiyordu annesinin: "Ne parası!" dedi, "Al götür şu kutuyu!" Öyle ya!.. Şeker, her yerde aynı şekerdi. Ne farkı vardı kutuların birbirinden! "Olur mu anneciğim!" diyecek oldu Sevgi... "Hadiii!" dedi annesi, "Çok konuşma! Al götür, para­yı sokaktan toplamıyoruz!" İster istemez, şeker kutusunu sıkıştırdı koltuğunun al­tına. Tütüncüden bir Bayram gazetesi aldı, sardı sarmala­dı. Tam kapısının önünde yakaladı Melâhat Hanım'ı. "Ooo!.. Sen misin Sevgiciğim?" dedi, "Tanıyamayacaktım az daha. Büyümüşsün maşallah, koskocaman bir kız olmuşsun!.." Sevgi, eski öğretmeninin elini öperken, o da yanakla­rından öptü. Düşünceli kızdı Sevgi: "Herhalde bir yere gidiyorsunuz!" dedi, "Başka bir gün rahatsız ederim sizi!" Kutuyu, üzerindeki gazeteyle birlikte, uzattı Melâhat Hanım'a: "Buyrun efendim!" Üstelemedi Melâhat Hanım: "Mersi!" dedi, "Beklerim kızım, başka bir gün!" Müfettiş Cemal Beyler'e gidiyordu. Ankara'dan her bayram üç beş günlüğüne gelirdi annesine. Terfi senesiydi Melâhat Hanım'ın, bu bayram mutlaka görmesi gerekirdi müfettişi. "Hazır şeker de geldi işte!" dedi, "Şekercinin önünde kuyruğa girmektense..." Cemal Bey, güler yüzle karşıladı Melâhat Hanım'ı: "İyi oldu geldiniz!" dedi, "Bu yıl yeniden iki Kız Sanat Enstitüsü açılacak. Bunların başına bilgili, tecrübeli yö­netmenler gerekiyor!" İçi cız etmişti Melâhat Hanım'ın, okuldan da, arkadaş­larından da çok memnundu. Kendini toparlayarak: "Evet Müfettiş Bey!" dedi, "Düşündüm ki, bu yeni okullara sizden daha elverişlisini bulmak çok zor! Yönet­men kolayına yetişmiyor memlekette... Sizin 'terfi' yalnız Melâhat Hanım!" "Siz bilirsiniz!" demekten başka çare bulamadı. Biraz daha ileri giderek: "Efendim!" dedi, "Gösterdiğiniz güvene çok teşekkür­ler. Size karşı mahcup olmamaya çalışacağım..." Daha ne konuşacaktı ki, kalktı ayağa: "Hay Allah!" dedi içinden, "Kendi ayağımızla tutul­duk!" Başı önüne düşüvermişti. Cemal Bey'in annesi Hadiye Hanım, öğretmenlere el öptürmeye bayılırdı. Hele öpen, böyle bir Müdire Hanım olursa... Gururla uzattı elini. Bir müfettiş anası olmanın tadını çıkarmıştı. Hemen Melâhat Hanım'ın peşinden: "Cemalciğim!" dedi, "Ben çıkıyorum, bizim Naciye Abla'ya kadar bir uzanayım!" "Benden de selâmlar." Giydi mantosunu. Üvey ablasıydı Naciye Hanım, hemen arka sokakta otururdu. Tam kapıdan çıkarken uzandı, masanın üstün­de duran kutuyu aldı eline, Melâhat Hanım'ın getirdiği kutuyu... "Gitmişken..." dedi, "Şunu da götüreyim bari!" Ablasını, açık pencerenin önünde yakaladı, çıktı merdi­venleri, elini öptü. Oğlu Şenol'u sordu, çok severdi Şenol'u-Bunu Naciye Hanım da bilirdi. Yapma bir üzüntüyle: "Çıktı sabahtan!" dedi, "Çok üzüyor beni! Top... Top... Bayram demez, seyran demez, top, top, top!" "Oynayabiliyor mu bari?" "Yakında aylığa geçireceklermiş. Aklım ermiyor hiç top oynayana aylık verirler mi?" O da bilmiyordu; ama avutmak için: "Neden vermesinler!" dedi, "Bu kadar insan, para ve­rip onları seyrediyor. Geceleri bile top meydanlarına ko­şuşuyorlar!" Böyle demesi, bir bakıma gerekliydi de... Çıkarıp, bir yüz kâğıt bırakması gerekecekti sonra! Başka ne konuşa­caktı, kalktı birden. Yürüdü merdivenlere doğru... Şeker kutusu geride, masanın üstünde kalmıştı: "Hoşçakal, bize de buyur!" demeyi de unutmadı. Şenol, yorgun argın gelmişti antrenmandan, pestili çık­mıştı. Masanın üstünde şeker kutusunu görünce: "Nerden bu?" dedi, "Kim getirdi?" "Teyzen!" Kutuyu aldı eline, evirdi çevirdi... Tak tak vurdu kapa­ğına: "Kıyak kutu!" dedi, "Bizim başkana götüreceğim bu­nu!" "Ne başkanı?" "Kulüp başkanı! Diyeceğim ki, 'Reis Bey, bıktım bu amatörlükten! Geçir artık kadroya da, beş on kuruş uçlanalım!'... Haa, ne dersin? Anne be, dünkü çocuklar pro­fesyonel oldu, biz bayram demez, seyran demez ağzımızı poyraza açıp koşuyoruz!" "Aklım ermez benim, ne yaparsan yap! Götüreceksen, al götür kutuyu!.." Giyindi, çıktı. Başkanları, sayılı bir belediye meclisi üyesiydi. Hani şu, kimseye hayrı dokunmayan meclis üye­lerinden! Kutuyu bıraktı büfenin üstüne, elini öptü. "Sen hiç merak etme!" dedi, "Gördüm geçen gün oyu­nunu! Yakında gireceksin kadroya! Antrenmanların, sa­kın bırakma peşini!" Böyle, kimlere neler vaad etmemişti ki... Adamakla mal mı tükenirdi? Çok oturmadı Şenol, saygılı çocuktu. Genç futbolcu çıkar çıkmaz, belediye meclisi üyesinin kızı Sevim, yapıştı kutuya: "Babacığım!" dedi, "Bunu halama götüreceğim ben!" "Kime götürürsen götür!" Sürdü, sürüştürdü Sevim, bayramlıklarını giydi, atladı bir dolmuşa. Yüreği küt küt ata ata çıktı merdivenleri. "Ya Ali Ağabey evde değilsee..." diye düşünüyordu. Dokundu parmağının ucuyla zile. Kapıyı halası açmıştı. Saygıyla öptü elini. Yakışıklı evlat doğuran ananın eli, iş­te böyle öpülürdü. Kutuyu, utana sıkıla koydu masanın üstüne: "Halacığım!" dedi, "Nerde Ali Ağabeyim?" Halası da domuzun domuzuydu. Kızın yüreğine indir­mek için: "Ali mi?" dedi, "Nişanlısına kadar gitti!" Daha fazla oturup da ne yapacaktı Sevim? Kim bilir oradan çıkınca hangi meyhaneye gidecekti! Tadı kaçmıştı ko­nuşmanın. Bir biçimine getirdi, gene öptü elini, girdi yola. Gece yarısına doğru, Ali Yılmaz, bulut gibi eve döndü. Annesi her zamanki gibi uyumamıştı gene: "Nerde kaldın, merak ettim!" diye çıktı karşısına. "Bayram değil mi? Biraz oturduk arkadaşlarla!" Yalnız oturmamıştı, oturup içmişti de... İlk defa hak verdi annesi. Ali Yılmaz ceketini çıkarırken, masadaki şe­ker kutusuna gözü ilişti: "Kim geldi?" diye sordu, "Kimden bu kutu?" "Sevim'den ha!" dedi, "Güzel kız olmuş, geçen gün gördüm de..." "Bırak onları! Kaç yıldır kapımızın ipini çekmiyorlar­dı!" Ali, asıldığı gibi kopardı, kutunun ipini, kâğıdını sıyır­dı. Bir kat... Bir kat daha!.. "Amma da sıkı sarmışlar haaa!" diye söylendi. Açtı kapağını, içinden okkalı bir badem ezmesi seçer­ken kendini görür gibi olmuştu. "Bu ne!" dedi, "Ayna var kapağında!" Annesi de görmüştü kutuyu: "Aman!.." dedi, "Ne güzel, ne sevimli kutu bu!.. Ni­şanlıya getirilmiş gibi!" "Sen, benim aldığım kutuyu görecektin ki... Aklın du­rurdu! Bunlar paralarına kıyıp şeker mi alabilirler be!" İçinden bir badem ezmesi daha seçti, attı ağzına. Bir de annesine uzattı: "Ye!" dedi, "Üvey de olsa kardeşinin yolladığı şeker!.. Kendi malın gibi ye!"

  • DEFNELER ÖLMEZ

    Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil. Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza Düşlerimde hep uzak denizler... Kıyılar... Gidemem, bağlıyım toprağıma. Dalımla yaprağımla, ben Bir savaş simgesiyim oysa İnsan kardeşlerimin gözünde! Utkular düşleyen başlar için Bir çelenk! Savaşlar, soykırımlar gördük, İskenderler, Sezarlar, Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar... Gittiler, yıkılıp birer birer, Biz kaldık. En kıraç topraklarda tutunduk, Biz defneler. Dal kırılır, yaprak dökülür Ölür mü acılara katlanmasını bilenler, Direnenler tüm kırımlara karşı... Ölmez sevgiden yana olanlar Defneler ölmez! Rıfat ILGAZ

  • Ustaların Düşü

    Bunca yakın bir zamanın böylesine birden unutulması garip değil mi? Ne Hıristaki Paşa'nın gülleri kaldı ne de cızırtılı plaklardaki tangolar. Tanrının ayaklarını boyamak için yapılmışa benzeyen, melek tasvirleriyle süslü büyük boya sandıkları akıntıya kapılıp gitti. Salacak meyhanelerinin mermer masalarına konan beyaz martılar bile şimdi sepya fotoğraf kağıtları gibi uçları yanmış kanatlarıyla ağır ağır siliniyorlar gökyüzünden. Kovadaki sudan gülümseyen bulut yok. Ahşap evlerin yerinde bir avuç kül ve İstanbul, kıyıları kazınan Haliç'in dibine gömülüyor. Bir avuç altın ve suların gizlediği bir balçık yığını. Sonra onu da kazıyacaklar ve bu gizemli kent Ankara'ya benzeyecek. Küçükçekmece yakınlarında, Marmara denizinin yaladığı Arnavut Çiftliği'ndeki küçük, eski evlerin birinin avlusunda Vecihi Usta'nın tek pervaneli uçak enkazına bakarak düşünüyorum. Sadık, Selahattin, Vecihi ve Mahmut Ustaları ben bile ne çabuk unuttum? Hava hafifçe bulutlu, denizde kayık görünmüyor. Gübre, biçilmiş ot ve olgun incir kokusu. Hafif bir esinti bin dokuz yüz kırk modeli uçağın parçalanmış brandalarını sallıyor. Lastikleri çıkarılmış, pervanesi kırık, kuyruk kanatçıklarından ikisi yok. Çevresinde tavuklar dolaşıyor ve arada sırada başlarını çevirip yıllardır uçmayan bu garip kuşa bakıyorlar. Uzanıp bana bir Bitlis sigarası veren Doğulu yeni kiracı, ''Nedir bu tayyare anlamadık'' diyor, ''Askeriye gelip alacak, müzeye koyacak dediler biz de dokunmadık işte...'' Gene de hoşuma gidiyor, Mahallede yalnızca onun evinin avlusunda dört kişilik bir uçak var. Ustaların ve kentin çılgın yıllarında hiçbir şey bu kadar çabuk unutulmazdı. Hapishanelerde yalnızca bir iki şair ve romancı vardı, hem acılarını hem de yazdıklarını herkes bilirdi. Herkes tanırdı semtlerin güzellerini, kabadayılarını, yeni çıkan şarkıları herkes birden mırıldanırdı. Büyük aşk öyküleri dilden dile dolaşır, moda dergileri olmadığı halde terziler görünmez ipliklerin ağıyla haberleşip pantolon paçalarını genişletir, daraltırlardı. İkinci Dünya Savaşı sonrasıydı. Her birinin yaşamı şaşırtıcı bir İstanbul öyküsü olan ustaların altın yılları. Bu öyküler, elbette bir ''günlük düş''ün satırlarına sığmaz. Belki bir gün bir çalışkan romancı çıkar, yazar onların da romanını. Oradaki şiiri yakalayabilir mi bilemem. Ben bu yazıyı, henüz doldurulmamış sayfalara derkenar olarak yazıyorum. Her usta için birkaç satır. Bin dokuz yüz kırklarda hepsi de gençtiler. Vecihi Usta, Kurtuluş Savaşı'nda ölmüş bir albayın oğluydu. Üsküdarlı. Askerliği sırasında İngiltere'de bir uçak fabrikasında bir yıl eğitim görmüştü. Savaş yıllarında sınırlarımıza sığınmış bir Romen avcı uçağını hurda olarak almış, bir yıl uğraşarak uçurmayı başarmıştı. Yakışıklı, mavi gözlü bir adamdı. Şişli güzellerinden birine aşıktı. Uçağıyla her gün sevgilisinin evinin üstünden geçer, ona el sallardı. Sonraki yıllarda genç pilotların, sevgililerinin damlarının üstünden uçup fiyaka yapmaları modasını ilk başlatan odur. Şişli güzeli bir gün başkasıyla evlenip gitti. Karayağız bir devdi Mahmut Usta. Bakırköylü. Oto tamirinde üstüne yoktu. O zamanki adıyla Miltiyadi'den bir Rum kızını sevdi. Şasisi Ford, motoru Cadillac, kaportası Mercedes bir araba ile dolaştırdı sevgilisini. Ailesi kızı eve kapadı, o da intihar etti. Mahmut usta çapkınlığı elden bırakmadı ama hiç de evlenmedi. Selahattin Usta ise neşeli bir adamdı. Aslında Mostarlı idi ama Beşiktaş'ta doğmuştu. Usta bir sinema makinistiydi. Adapazarı'nda ilk sinemayı ''Selahattin Sabri Sineması'' adıyla açan odur. Anası onu, iki örgülü, sarışın ve sessiz bir Çerkez kızıyla evlendirdi. Çocukları olmadı ve sinema rekabetten battı. Selahattin Usta yeniden İstanbul'a geldi. Yılda bir iki gider, görürdü sessiz karısını. Vecihi Usta'yla birlikte bit pazarında buldukları, savaş uçaklarında mermi izlerini kaydetmeye özgü, saniyede dört yüz kare çeken bir kamerayla arada sırada film çekerdi. Tek başına seyretmek için. Sadık Usta, Karadenizli mazbut bir tekne ustasıydı. Ayvansaray'da, üstünden büyük gemilerin burunları geçen gölgeli bir sokakta, yıllarca kırlangıçlar, martılar, yelkovan kuşları gibi tekneler yaptı. Çocuğu yoktu ama tombul, sevimli bir karısı vardı. Balat'tan Fatih'e çıkan sokaklardan birinde, eski, ahşap bir evde otururlardı. Kumruyla evlenmiş bir atmacaya benzerdi Sadık Usta. Geçenlerde uçup bilinmez bir yere gitti. Yalnız adamlardı ama keyifli ve kafa dengiydiler. Vecihi Usta tangoları severdi, iyi sirtaki yapardı Mahmut Usta. Selahattin Usta, Greta Garbo'ya tutkundu, Sadık Usta ise Hamiyet'e. Ama dördü de bahar dalı gibi açılmış salata tabaklarına, buzlu rakılara, koyu muhabbetlere bayılırlardı. İyi söverler, bir çağlayan gibi gülerlerdi. Beyoğlu'nun, anason kokulu Rum meyhanelerinden birinde tanıştılar. Sonra hiç ayrılmadılar. Masanın üstünde, meze tabaklarının yanında nedense hep bir tutam politika olurdu. Elli öncesinde demokrattılar. Mitinglere, gösterilere, uçaklar, arabalar, teknelerle katılırlardı. Ülkede ve yeryüzünde olup biten hiçbir şey yabancı değildi onlara. Savaş taktiklerini bir kez de kendileri yaparlar, teknik buluşları bir de kendi atölyelerinde bulurlar, filmleri kendileri bir kez daha çekerlerdi. Masalarından çiçek eksik olmazdı. Sonra 6-7 Eylül geldi. Beyoğlu'nun Rum meyhaneleri, kapılarını, arabesk birahaneler türeyinceye kadar birer ikişer kapadılar. Bindiler uçaklara, arabalara, teknelere, başka yerler aradılar. Mahmut Usta'nın altmışlı yıllarda delikanlı yüreği durunca, Vecihi Usta, bu olayı Salacak Meyhanelerinde anmayı önerdi. Salacak'tan günbatımını izlediler bir kaç yaz boyu. Sonra o güzelim kıyılara borular döşenince barınamadılar. Onların, kafa dinleyecek, muhabbeti koyulaştıracak bir tutam maydanoza iki güzel laf katacak bir köşe bulabilmek için verdikleri inanılmaz savaşımı iyi bilirim. Çünkü o yıllarda tanıdım hepsini. Neşeli yüzlerindeki hüzün, uzaktan ufacık görünen küçük bir yağmur bulutu gölgesiydi. Belki dikkat etsem Vecihi Bey'in İngiliz yıllarından kalma prensdögal giysisindeki o umutsuz değişimi görebilirdim. O da ölünce, uçağa doluşup uzak kasabalara gitme şansını yitirdiler. Selahattin ustayla Sadık usta, Balat meyhanelerinde karar kıldılar. Ne de olsa şu İstanbul'da hala gizli kalmış bir iki sokak, paylaşılacak bir iki dal dostluk vardı. Selahattin Usta'nın, karanlık bir sinema salonunda birden ölümü de kırmadı Sadık Ustayı. Kolay kırılmayacak kadar sertti. Ama bir gün Haliç'i de kazmaya başladılar. O da bindi bir kırlangıç tekneye, çekip bilinmez bir denize gitti. Şimdi arada sırada, böyle kalkıp Küçükçekmece yakınlarında, bir adakağacına gider gibi, branda bezleri parçalanıp uçuşan eski uçağın yanına gidiyorum. Sonra dolaşıyorum saatlerce ıssız kıyılarda. Deniz, unutuşa baş kaldıran her ateşe iyi gelir, biliyorum.

  • İşitilmeyen

    Yuvarlanarak geçtim buradan: görmediniz. Güneş bile yumdu gözlerini kapattı kulaklarını işitmedi sözlerimi. Yaralanarak geçtim buradan: sağaltmadınız. Gök bile örtündü bulutlarını sakladı yıldızlarını dinlemedi umutlarımı. Yok olarak geçtim buradan: yaşatmadınız. Ölüm bile çekti aldı anlarını tuttu attı anılarımı dindirmedi acılarımı. Oruç Aruoba

  • GÜN SONU KONUŞMASI

    Nurullah Ataç'a Ağaçların evlerin üstünde başım Aydınlık içinde Kuşlar ötüşerek geçiyor civarımdan Akşam oluyor uykudan kolay Oktay diye sesleniyor Gökyüzündeki küçük yıldız Sizler de akrabasınız Benden neden kaçarsınız Kurtlar sincap tilki Ağaç konuşuyor Ben ağacım bilgim de ona göre Rüzgârlı havalarda konuşabilirim Bilmem gurbet sıla farkı Ayaklarım olmadığından Köklerim toprakla kardeş Zamana alışık yapraklarım Acımaz kırsanız dallarımı Korkmuyorum sizler gibi ölümden Çünkü toprağa karışınca Tekrar ağaç olmanın çaresini bilirim Ben konuşuyorum Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime Diyorum ki işin acele Bir gün ne el kalacak tutmak için Ne yürümek için bacak Ne bulutların seyri Ne de bir hatıra dünyamızdan Çünkü hatıralar kuşlar gibi Dal ister konacak Bir gün yaslanmak istesen pencereye Diz çökmek istesen nafile İş işten geçmiş olacak Kuş konuşuyor Elinde tuttuğun elma Mesafe kanadımın altında Sen kahvede oturursun Ben ağacın dalında Netice Benzemezler insan dostlarıma Ağaçlar gölgesini esirgemez Güneş köpeğimden daha sadık Dizlerime sıçrar ellerimi ısırır Karşılık beklemeden Hele kuşlar Avcılara bile kin beslemezler

  • Zincir

    İşsiz, güçsüz kaldığım gurbet ellerinde köşe pencerem, kendimce Abdülhak Hâmid’in “Kürsü-i temaşa *”sı yerine geçerdi. Yabancı memleketlerde bir kasabaya sokulup uzun süre yaşamaktaki ezginliğin ne olduğunu bilir misiniz? Beş, on gün çarşı sokak gezdikten sonra, tanıdık yüz, alışabileceğiniz yer bulamamaktan bezer, odanıza girer, yalnızlığın içine sinersiniz. Çam dallarında sallanan bir tırtıl torbası gibi kafanızın içi, durmadan, gece gündüz kıvrılıp bükülen soğuk uyarımlı düşüncelerle dolu, kımıltılı, ağır, yüklüdür. Can sıkıntısının bir sesi vardır; bunu ancak, böyle bir zamanda, o gurbet odasında duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların sürekli çıkardığı kemirici, işleyici ses… Birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız. Eğer iradesiz bir adamsanız az zamanda çürüyüp çökmeniz pek olağandır. Ben çökmemek için köşe penceresinden ayrılmazdım; köşe penceresinden dünyayı seyrederdim. Köşe penceresinden dünyayı seyretmek insana abartılı bir fikir gibi görünür. Bir pencere, sonunda bir sokağı, birkaç sokağı görebilir. Bir sokak ise dünyanın kaç milyarda biridir? Fakat böyle düşünmemeli: Büyük Okyanus’tan aldığınız bir bardak su, o geniş denizin trilyonda biri değildir; ama bütün o ulu denizde bulunan elemanların bu minimini kadehte tam bir bileşimi vardır. Hatta kadehe de gerek yok… Bir damlası bile deniz üzerine bize bilimsel bir düşünce vermeye yetişir, Başka yönden düşünülürse, Okyanus’u bir bardak veya kaşık içinde daha güvenli, daha gerçek olarak görebiliriz: Azı ve ufağı incelemek elbette çoğu ve büyüğü tetkikten kolaydır; kolay ve doğrudur. Köşe penceresini, işte, ben bu bakımdan insan çevresinin bir damlası üstüne çevrilmiş bir mikroskop camı sayarım. Baktığınızı sanki büyütür. Gözlem evleri nasıl göklere ve yıldızlara bakmak için havaya uzanmış birer bilim gözü ise, köşe pencereleri de yeri ve yerde yaşayanları seyre yarar, yere eğilmiş birer deney gözlüğüdür. Onun içindir ki, penceremden sokağa kendimize bakmayı, göğe dalıp kalmaya yeğlerim. Bu ilkel teleskopun önüne geçip insanlarla hayvanları inceleme, en hoşlandığım eğlencelerin başında gelir. Karşıdaki komşum, yabancı subayın Buldok cinsi bir köpeği vardı. İri kafalı, koca enseli, iki dişi daima meydanda, yanakları kof ve sarkık, burnu çökük, ters bir köpek… Bana Buldok suratı; bütün dişleri söküldükten sonra acemi bir dişçiye tam takım diş yaptırıp da çene kemikleri çökerek yüzü tanınmayacak şekle giren eski somurtkan memur tiplerini hatırlatır. Buldok, değişiklik olsun diye, sanki asıl yüzüne korkunç, tasalı, kötümser bir karnaval maskesi geçirmiş bir köpektir. Dikkat ederim, bu iğreti kara suratı düşürmemek ister gibi boynunu dimdik tutar. Komşunun Buldok’u suratına, gördüğüm maskelerin en sertini, en titizini, gösterişlisini asmıştı. Dünyaya parçalanıp yok edilecek gereksiz, zararlı, iğrenç bir şeymiş gibi kin ile anarşist gözü ile bakıyordu. Günde iki kere, Senegalli iri yarı, ürkütücü bir er —kardif kömüründen yaratılmış, et ve kasları ziftle yoğrulmuş bu ilginç kişi— onu zincirinden sıkı sıkı tutup hava aldırmaya çalışıyordu. Fakat ne zorlukla… 0 köpek, koskoca, kapkara adamı, san. ki, iri şilepleri çekip götüren römorkörler gibi sürüklüyordu. Hayvan, her an soluk soluğa, kulaklar dimdik, gözler fırıl fıs rıl ve yüzü öfkesinden karmakarışık, bumburuşuk!.. Zincirden boşanıverse, kuşkusuz, önüne insan ve hayvan ne gelirse, neresi gelirse, hemen mengene gibi tuttuğunu bırakmaz, sert, yaylı çenesinde parçalandığını, koptuğunu göreceğiz. Hele bir kedi, bir köpek geçmiyor mu, “Juju” hırsından boğuluyor. Ne havlamalar, ne ulumalar, ne inlemeler!. Zavallı Senegalli, bir türlü söyleyemediği “j”leri değiştirerek: — Susu! Susu! diye ne kadar bağırsa, hatta belindeki kayışla vursa boş… Juju kıyamet koparıyor, hırlıyor, eşiniyor, atılıyor, tutulmaz bir duruma geliyor. O zaman, ister istemez, çeke çeke, koparır gibi yeniden eve sokuyorlar. Balkondan uzanan penyuvarlı ve dağınık saçlı bir Frenk karısı, ıslak köpek tüyü gibi koktuğu aldanışı veren etekleri havalanarak ilgileniyor: — Juju! Juju! Şeri. . . Ve sokağın dinginliği de geri geliyor. Kendi kendime soruyorum: — Bir gün, zinciri kopuverince ne olacak? Acaba ne kıyametler kopacak? Sonunda, bir gün, bu korktuğum, beklediğim, merak ettiğim olay gerçekleşti; Juju’nun zinciri, zencinin elinde kaldı. Köpek mancınıktan kurtulan bir taş gibi fırlamış, bir an içinde gözden kaybolmuştu. Arkasından yetişemediler, gittikçe uzaklaşan ve sokaklar arasında gittikçe sönerek yankılanan havlamalar, o kadar! “Buldok” kasabayı altüst etmeye gitmişti; kim bilir ne facialar işitecektik? Hâlbuki öyle olmadı: İki gün sonra Juju’yu zincirinde çok durgun gördüm. Demek ki dönmüş veya bulunmuştu ve kuşkusuz ki daha azılı yerli köpeklere rastlamış, el sillesini tatmış, yersiz, yurtsuz kalmış, hanyayı Konya’yı öğrenmiş, açlığı denemiş, Senegalli bekçisini Penyuvarlı gözcüsünü arkasında bulamayınca bütün azgınlığım, kaba sığmayan öfkesini bırakmış, sünepeleşmişti. Hava almaya çıkardıkları zaman, artık özgürlük eskisi kadar ona çekici görünmüyordu; zinciri dayanılmaz bir yük gelmiyordu. Hatta, daha sonraları, askerin yanında bağsız dolaşmaya koyuldu; ayakları dibinde zincirsiz ve uslu yürüyor, dünyaya filozof gözüyle, öfkeyle değil, düşünceli bakıyordu. Bu gözler, anlamaya başladığı dünyayı artık tartıyordu. O eski korkunç yaratık, zinciri çıkınca, basbayağı bir köpek olmuştu. Önceleri yanına yaklaşamayan mahalle çocukları etrafını sarıyorlar: — Susu! Susu! diye alay ediyorlardı. Aldırmıyordu bile… Çünkü bütün gösterişini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı zincire borçlu idi. İnanıyorum ki Juju’nun tasalı gözlerinden ara sıra, uzak, şanlı bir hatıra gibi bu zincir geçiyor, köpek, zincirini arıyordu… Halep, 1935 REFİK HALİT KARAY

  • Gözyaşı

    Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki: "Dilin Anadoluluya benzemiyor. Rumelili misin sen?" "Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm." Anlıyor ki önceleri sarışın imiş, mavi gözlü imiş. Şimdi saçlar küçük aktar dükkanı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı, zamanında, onun ağız tadını kaçıracak. İçinden: "Bir başkasını bulunca savarım!" Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor. Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda… Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi atla koşuyor, kaçıyor. Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek! Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı…Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duruyor." Uyuma Ali, diyor, uyuma!" Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:" Uyuma Ali, diyor, uyuma!" Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor:" Uyuma Emine’m, diyor uyuma!" Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince:" Uyu ciğerim, diyor, uyu Osman’ım! At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları olasılığı çoğalıyor. Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir. İçindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak. Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felâket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor. Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek gerekir. Hangisini? Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek…Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor. Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duymayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor. Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, üzengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber… Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor. Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür. Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme! Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya, sürekli, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felâketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor: "Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali! "Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ: "Kalk Ali, kurtulduk Ali. "Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor. Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcek kabuğu gözlerini işaret etti: -Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden gözlerimden yaş gelmiyor...

  • Teşekkürler; Birlikte Başardık!

    Sayenizde sitemizin sayfalarını ziyaret eden sayısı bir yılda 10.000'e ulaştı. Sürekli desteğiniz için teşekkür ederiz. maviADA'nın önceki sayfasını bir sanal müze olarak kurmuştuk, üç yıl da oldurduğumuz o sayfayı, basılı maviADA'nın 14 yıllık bütün tarihini yansıtan bir müze olarak gezilmeye hazır, öylece bıraktık. Her ne kadar gelin bizimle demişsek de 5000 takipçimizin de büyük bölümü orda kaldı. Kullandığımız bu sayfayı 29 Kasım 2017'de alan satın alarak Aralık ayında kurduk. Yeniden, sıfırdan sosyal ağlar oluşturduk, sizler katıldınız. Bütün takipçilerimiz önceki sayfada kaldığından çok da umutlu değildik. İnternet dergileri yaygınlaşıyordu ama biz dahil kimseye basılı kağıt kadar sevimli gelmiyordu. Sapla samanın birbirine karıştığı, çoğu niteliksiz yazıların muhteşem bir teknoloji sihirbazlığıyla gösterişli şovlar yaptığı ya da siyasete taraf olarak reytinge oynandığı bu ortamda çoğu ağırbaşlı, tarafsız yazar ve yazılarımızla biz ne yapacaktık? Samanlıkta bir iğne... Ne var ki öyle olmadı. Sayenizde başardık. Bir yılda sayfalarımızı ziyaret eden sayısı 10.000'e ulaştı. Teşekkür ederiz. Artık bir ADAmız var. ...ve burası bizden çok sizin yeriniz... Ne zaman anlatmak, paylaşmak isterseniz biz burada olacağız. Unutmamalı, basılı dergimizin en çok abonesi olduğu zaman 400'dü, üç ayda 400 kişi yazınızı görürse çok ama çok şanslı bir dergide yazıyorsunuz demektir. Dergilerin kaderidir, ortalama 100 abonesi olan kendini iyi sayar. Oysa bizi şimdi üç ayda 3500 kişi ziyaret ediyor. Günde 100 kişi... Ne diyorduk basılı maviADA'da? "Güneşe kadar..." Şimdi çıtayı yükselttik, sonsuza kadar. Mantığı da yok değil hani: İNTERNET'TE HİÇBİR ŞEY KAYBOLMAZ... Bizi mutlandırdınız, sizin de CEMREniz güzel olsun... Güzel şeyler yaşayın, yaşayın ki anlatacak, paylaşacak birikiminiz olsun. Sonra gelin paylaşalım... ---- not: yılbaşında paylaştığımız durum raporu aşağıda benzer yazılardadır.

  • DEVLERİN AŞKI

    Halikarnas Balıkçısı Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı ile Azra Erhat ( eski Yunan ve Roma dilleri uzmanı, filolog, arkeolog, düşün yazarı, çevirmen, doçent) tanıştıkları günlerden itibaren balıkçı’nın ölümüne kadar, tam 15 yıl mektuplaştılar, buluştular. Bu mektuplar öyle onlarca, yüzlerce değildir…Binlerce ve binlercedir…Birbirlerine bazen günde iki-üç mektup yolladılar. Böyle mektuplara A1-A2,B1-B2-B3 sıra işaretleri koydular. Azra Erhat bu mektuplardan sadece çok küçük bir bölümünü yayınladı. Bu yayınladığı mektupların içine, aşk ve hasret dolu satırları da ekledi. Üstelik o Koca Balıkçı, Azra'sının bu mektupları ölümünden sonra yayınlayacağını biliyordu. Hatta bu yönde teşvik etti biricik Azrasını…Yani bir anlamda bu aşkın, Devlerin Aşkı’nın bilinmesi Balıkçı Baba’nın vasiyeti idi. Sevgili anamız Azra Erhat da bu insanüstü aşkı, vefa, saygı, hayranlık, şevkat dolu aşkı saklamadı…Bilinsin istedi o yayınladığı mektuplarla. Tabi ki bu Devlerin Aşkı’nı anlatmak çok zor. Bu aşk üzerine birkaç kitap yazılabilir. Bu satırlara sığdırmak zor. Yapabileceğim tek şey, birbirlerine ölürcesine, yaşarcasına aşık, bu iki kültür dehası insanın mektuplarından ve anlatılanlardan çok kısa bazı bölümleri, bu satırlara almaktan ibaret olacaktır. Devlerin Aşkı, onları bilenler sevenler tarafından hatırlansın, aydınlansın ve hatta güzel insanlar tarafından örnek alınsın istiyorum. Aşk ve sevda, gerçek sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörü ile birleşirse bu delicesine tutkunun nelere kadir olacağı anlaşılsın istiyorum. Nasıl tanıştılar, önce münakaşa edip sonra nasıl sevdalandılar birbirlerine,aradaki 23 yaş farka rağmen bu aşk nasıl başladı…Önce ona bir bakalım. Azra Erhat’ın kaleminden 1957 yılının ilk aylarıydı…Habire çalşıyordum. Homeros ve İlyada’yı Türk okuruna anlatayım diye. Çevirimizi Hasan Ali Yücel istiyordu. Bu akşam Füreyya, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve ben Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Tepebaşı’nda bir lokantaya yemeğe gittik. Halikarnas Balıkçısını biliyordum elbet…Ama ne yalan söyleyeyim, bana epey yabancı gelmişti o koca adam. Karşısında tuhaf bir çekingenlik duyuyor, onunla konuşabilmek şöyle dursun, ona varlığımı bile duyuramayacağımdan emin, büzülmüş oturuyor, hiç lafa karışmıyordum. Birden, Sabahattin benim İlyada’yı çevirdiğimi attı ortaya. Bir şey demeye kalmadı, Balıkçı bana şöyle bir baktı ve Homeros ve İlyada üstüne bir nutuk çekmeye başladı. Önce dinledim. Ama açıldıkça açıldı. Hiç bir yerden duymadığım, okumadığım öyle aykırı şeyler söylemeye başladı ki burnuma biber sokulmuş gibi oldum. Neler neler uydurup, savuruyordu…Yok İlyada, Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İyonyalı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, (Antik) Yunanistan bunu kıskanmış. Efendim tam 60 metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kısaltmış, kimi yerleri değiştirmiş ve İlyada’nın şurasına burasına sonradan uydurma parçalar eklemiş. (Antik) Atina zorbası Peisistratos bir komisyon toplayarak yaptırmış bu işi ve böylece koca İlyada’yı altüst edip mahvetmişler. Yani elimizdeki İlyada metni bu mahvedilen metindir, çevirmeye değmez, demeye getiriyordu. Benim akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı, bilgilerimi topa tutmuş, hepsini bir sırça saray gibi yakmaya çalışıyordu.Hem nereden geliyordu bu bilgiler, bu olmayacak savlar. Niye bu şiddet, ne oluyorduk? Kılıcını çekmiş tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri ve ben de onlardandım ve alınıyordum. Eh dayanılır mı…Öfkeyle karşı koymaya uğraştım ama ne mümkün. Balıkçı fitili almış gidiyordu. Beceriksizce ileri sürdüğüm fikirlere kulak bile vermiyordu. Ben saçmaladığından emindim yani bu tutuma öyle içerlemiştim ki açıkça hakaret edecektim neredeyse. Kendimden geçmişim… Çok ağır sözler de söyledim herhalde ki öbür arkadaşlar rahatsız oldular. Sabahattin Eyüboğlu ve Fikret Adil konuyu değiştirdi. Ancak ben gecenin sonuna dek tir tir titredim sinirimden.Gece bitince kalktık.Tam ayrılıyorduk derken,Balıkçı gülerek elimi sıktı.”Ben bunları yazar gönderirim” dedi.Ne yazıp ne göndereceğini düşünmedim bile.Bu denli bilim dışı bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden. Sonradan Halikarnas Balıkçısı’nı yıpratmak için bir sürü dedikodu yaptığımı da anımsarım o geceki konuşma üzerine. Derken zaman geçti, unuttum her şeyi. Bir akşamüstü eve geldim.Apartman kapısından içeri girdim ki yerde bir şey gördüm.Ama nasıl bir şey! Kundakta ki bir bebek gibi geldi bana. Eğildim baktım, büyükçe bir paket. Üzerinde kocaman harflerle adım yazılı,çevresi pullarla donatılmış. Express,özel ulak yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış.Hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde. Evde paltomu bile çıkartmadan koştum,makasla kestim paketin iplerini.Açtım baktım ki tomar tomar yazı…(El yazısı)…Renk renk kurşun kalemle yazılmış sayfalar dolusu yazı. Deli olacaktım 180 sayfa…”9 Şubat 1957 tarihinden sonra merhaba” diye yazıyor,sonra da hemen İlyada bahsine giriyordu.Kendi söylediklerini kurşun kalemle yazmış, alıntıların İngiliz bilim adamları tarafından yazılanlarını kırmızı (ve İngilizce),Fransız bilim adamlarınca yazılanları yeşil kalemle (Fransızca) yazmıştı.Yani İlyada konusunda sadece kendi görüşlerini değil birçok batılı bilim adamının da savlarını iletiyordu bana. Şaşkına dönmüştüm.O yazdıklarını,o gün ya da ondan sonraki günlerde nasıl okudum,bilemiyorum…Yazılanların içeriğinden çok özü etkilemişti beni.Demek yanılmıştım.Safsata ve palavra sandığım Balıkçı’nın lokantadaki o sözleri,demek derin bir bilgi ürünüymüş.Öyle bir bilgi ve araştırma sonucu ki cılız değil,hiç kalıyordu benim bunca uğraşlarım,çabalarım. Utandım,çok utandım ama utancım olumludur benim.Hemen kararımı verdim. Evet,aldanmıştım.Aldandığımı bildirmek ve hatamın karşılığını ödemek boynumun borcuydu ama nasıl? Bana verilene eşdeğer bir özveriyle. Çalıştığım yerden izin aldım ve Balıkçı’ya bir telgraf çekerek yanına geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşırmış olmalı. Halikarnas Balıkçısı İzmir’de kaldığım iki gün boyunca beni gezmeye götürdü.O ilk defa gördüğüm (antik) yapıtları,tarihi eserleri,konuşuyor,anlatıyordu.Ege’yi ve düşlerimde dahi göremeyeceğim bir sürü canlı ve büyüleyici yerlere götürüp,gösterip anlatıyordu. Balıkçı, o aşındırdığı toprakların üzerine sapasağlam basıyor,bir heykel gibi dikiliyor. Başı,saçları ve dev sesi doğanın devinimine karışarak dalga dalga yükseliyordu. Uzak geçmişle geleceği bir renk cümbüşü içinde tarıyor, tarıyordu. Ben ise, aklıkla, mavilik içinde kendimden geçmiş yüzüyor gibiydim.Yaşamaya yeniden uyanmış gibiydim.Boyutlarını sezinleyemediğim bir merak,bir heyecan sarıyordu içimi. *** Halikarnas Balıkçısı ölümüne değin 15 yıl boyunca Azra Erhat’a bilim, kültür,aşk ve sevgiyle dopdolu ne kadar mektup yazdı? Azra Erhat,Balıkçı’nın ölümünden sonra bunları saymak istemiş, sayamamış. ”Bazı mektuplar dört okul defteri kadardı” diyor Azra Ana. Binlerce,gönüllerce… Mektuplaştığı yıllarda Azra Erhat, büyük bir sandık almıştı Kapalıçarşı’dan fakat bir yılda doluvermişti sandık. “Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir yazar, böyle bir tür meydana getirememiştir. Alçak gönüllü, insan ayartıcısı, koca Balıkçı…İnsan sevgisini de, doğa sevgisini de ondan öğrendim ben. Ağabeyimin son demlerine kadar Halikarnas Balıkçısı, gereken ilaçları sağlamak için neler neler yapmıştır anlatamam. O büyük adamın, yalnız dostlarına değil, kim olursa olsun, acı çeken, derde düşen insana destek olmak için göze almadığı hiçbir şey yoktu. Kendisi için hiçbir şey istemezdi…” Bu çizgide, Koca Balıkçı’nın tatlı, acı bir anısını anlatayım. İzmir Hatay’daki evinin istimlak edilmesi lazım gelmiş. Zamanın İzmir Belediye Başkanı Dr.Selahattin Akçiçek,” Balıkçı değerli bir yazarımızdır, fazla geliri de yoktur. Onun istimlakına fazlaca para verelim” demiş. Bunu duyan Balıkçı kızmış. Durur mu? Gitmiş belediyeyi basmış ve başkana,”Siz ne hakla bana fazla para veriyorsunuz” diye bağırıvermiş. Son Bin Fenin Alimi olmasını konuşmayalım. O’nun doğa aşkını konuşalım, bir iki satırcık. O İzmir’den Antalya’ya kadar, başta Bodrum ve Marmaris olmak üzere binlerce ağaç yetiştirdi. Ama nasıl? Kimseden bir lira almadan. O’na “Alikarnıaç” dedikleri yıllarda, balıkçılık yaptı, balık tutup sattı. Kontraplaklar üzerine yaptığı yağlıboya resimleri Bodrum meydanda 5 liradan sattı. Bu paralar ile yurt dışından ağaç ve çiçek tohumları getirtti. Ağaçlarına gübre bulmak için de kimseye minnet etmedi. Sırtına bir küfe aldı, eline de bir kürek…Yollar, sokaklar boyu kilometrelerce yürüyerek, yerlerden koyun, keçi, öküz, deve dışkısı topladı, ağaçları için…İzmir Kültürpark’taki palmiyeleri ve tüm ağaçları yine o dikmiş ve yetiştirmiştir. *** Evet dostlar, Devlerin Aşkı dedik, o iki kültür abidesi insanın aşklarına. Bu aşkı görüntülemek için mektuplarıyla devam edelim. Azra’dan Balıkçı’ya 7 Haziran 1957 tarihli mektubundan birkaç satır… “O mektubun beni altüst etti. Yapma böyle Balıkçı. Sonra nasıl toplarım kendimi ben? Sonra neler oluyor sana, erken doğmuş olmak, aşıksın diye gülünç olmaklar da ne demek? Bunları beni eğlendirmek, güldürmek için mi yazıyorsun? Bak sana söyleyeyim, bizim sevgimizin yalnız güzel, pırıl pırıl tarafı var. Dünyada böyle bir şey binde bir olur, o da senin ve benim gibi seçkin insanlarda ve ancak çok yaşadıktan, çok çektikten sonra olabilir. O kör düğümler, al kanlar ne? Balıkçım, seninle benim aramda yaş maş diye bir mesele olur mu? Yahu bunları çoktan aşmış insanlar değil miyiz biz? Öyle olunca da duygularımızın fışkırmasını durdurur muyuz? Öpmek ve ne geliyorsa içimizden onu yapar, onu yazarız. Dünyaya ilan ederiz ve bu güzeldir, anlamayan aptaldır…Aptallarla vakit geçiremeyiz biz. Bana yazdığın o en güzel cümleleri inkar etmen, onlar için af dilemen, beni öyle yaraladı ki, sorma gitsin. Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun,’la personne’ diyosun. Hayranım olmaya kalkışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, kendi vücudunun bir parçası saysana. Ne diye ayırıyorsun beni senden…Ellerini öperken ben,bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken hep ellerine bakıyorum. Hem söyledim sana, ellerini çok beğendiğimi.’Sensuellement’ öpüyorum onları. Burada olsan da öpeceğim, ne yapayım öpmek istiyorsa canım. Ben senin gibi arzumu gülünç olmak korkusuyla gizleyecek değilim…Her arzumu iftihar ede ede açığa vururum. Nasıl kızıyorum sana bunları yazarken Balıkçı. Gene dudağım tik yapmaya başladı. Ne olur, eskisi gibi birbirimize her duyduğumuzu içimizden geldiği gibi yazalım. *** Şimdi de hemen hemen aynı günlerde Balıkçı’dan Azra’ya giden bir mektuptan birkaç satır okuyalım: Merhaba Azra,merhaba, Buradaki adam, “Yazılarınızı hemen yarın getirmeye başlayınız” dedi. “Yok olmaz!” dedim.”Ben aşığım,ilk önce (aşkıma) mektup; sonra da yazıları yazar getiririm.” Azra rica ederim,boktan bir ‘honnetete’ yaparak yazmama mani olma.Böyle alev gibi harlarken sana doğru,üzerime soğuk soğuk sular dökme. Şu ömrümün sonunda iki paralık keyfim var. Seni seviyorum,bırak aklıma geleni o halimle anlatayım yahu. *** Azra Ana’nın Balıkçı Baba’ya, hem Balıkçısına hem de Gökova’ya duyduğu hasretler adına yazdığı bir mektuptan birkaç satır okuyalım. Canım canım canım.Balıkçım merhaba, Balıkçım ne olur,bana bunu kesin olarak bildir.Sabahattin (Eyüboğlu) Bodrum’a gelip de kayıkla sen gidemezsin (Gökova’ya) deyince,her şeyden vazgeçtim…Ama Balıkçım gene de bir çare bulacak diyordum bu yaz beraber olmamız,denize açılmamız için.Ne güzel buldun! Gidelim dersen hemen gelirim.Olmazsa üzülmem,rahat ol Balıkçım.Bu işlerde Azra’nın erkek tarafını unutma.Benim başka bir isteğim yok ki seni görmekten,seninle olmaktan gayrı. *** Zaman zaman tarifsiz kederler içindedir Balıkçı.Zaten tüm hayatı maddi ve manevi ızdıraplarla doludur Halikarnas Balıkçısı’nın.Böyle zamanlarında yine tek desteği ve tesellisi biricik Azra'sıdır. Canım canım canım,güzel meleğim merhaba.Denizde boğulmakta olana bir cankurtaran simidi atarlar.Sen bu dakikalarda osun ve hemen,hemen lazımsın.Çünkü pek müteessirim yani yüreğim duruverir.Ben dayanırım a canım amma belki beynim,yüreğim dayanmaz.Amma içim yanmaktadır.Kendime sana böyle açıkladığıma eyi mi ettim bilmem.Üzülme,ne de olsa ben seni (yakında) göreceğim.O zaman bir şeyim kalmaz.Seni olduğun gibi gönlüme aldım.Sende bütün insaniyeti seviyorum.Sen dünyanın bana verdiği mükafatsın.Sen artık bana,ben doğdum doğalı yanımda idin kanaatı geldi. *** Azra Erhat,Halikarnas Balıkçısı’nın o kendi dev, yüreği yufka o koca Balıkçı’nın,gerçek bir hayat arkadaşıdır.O’na nasıl moral verdiğine kısaca bir bakalım isterseniz. Canım Canım Balıkçım, A canım canım,sen kendini hep benim koruyucu kanadım altında bil. Ben senin içinde oldum mu,benim gücüm kuvvetim de sende olur,sağlığım da… “Ne ukala Azra” diyeceksin.Ne dersen de,vız gelir bana.Ben yanılmam,bendeki aşk yanılmaz. Ben ana olmadım bu güne dek ama o analık gücü her kadının içinde yatar.Şimdi olacağım,eh olunca da bakalım çocuğumu elimden alabilirler mi? Bir ana sahiptir çocuğuna.Dünya alem nerden bilsin ki,sen benim çocuğumsun.Söz sahibi etmezler beni.Bir edecek varsa,o da sensin canım canım. “Azra Ana” diyorum ya,bu yüzden…Ama bu karşılıksız değildir.Birbirlerinin mutluluğu için ruh birliği etmiştir onlar.Tek vücut olmuşlardır. Merhaba Azra,merhaba canım canım.Seni üzgün bildiğim için çok göreceğim geliyor.Sana yazıyla değil sesimle,”Üzülme Azra” demek istiyorum.Bugün postaya verdiğim mektubu sen yarın Büyükada’da alırsın.Şimdi ben yarına kadar üzülür dururum.Öğleye doğru,”Hah! Azram mektubu almıştır diye rahat ederim çünkü mektup mu yahu benim sana yazdığım? Gönlümün parçaları onlar.Yaran varsa o parçaları üzerine sar. Seni nasıl öperim bilsen.Merhaba canım,canım,canım. *** Fakat bu derece kesif bir aşk ve bağlılık can acıtır bazen.Deli Yürek Halikarnas Balıkçısı,hayat arkadaşından sayfalar dolusu mektup beklerken,bir gün sadece yarım sayfa ve üstelik daktilo ile yazılmış bir mektup gelir.Balıkçı üzüntüler içinde mektubu aynen geri gönderir ve İzmir’den kaçarak bilinmeyen bir yere gider teessürden. Bunun üzerine Azra Ana’dan gelen mektuba bir göz gezdirelim.Dedik ya “Devlerin Aşkı” diye. Yahu canım canım nerdesin,ne oldu? Deli oldum,ah aklımdan geçenleri bir bilsen.Hasta mısın?Bir felaket mi oldu. Bir haber,neden tek bir telgraf,bir telefon yok?Tanrılar bize küstü mü Balıkçım? Canım canım.Ben sana gene mektup yazayım.Her gün seni bekleyeceğim,gelirsen mutlu olurum,gelmezsen üzülürüm,içimi yerim,ama gene de bir şey değişmez bende. Sen bana gelmezsen,ben sana geleceğim.Sen yazmasan,ben sana yazacağım. “Bir içten söz söylerim anlamazsın” diyorsun.Hangi sözünü anlamadım bu güne değin a Balıkçım.Bir kadın,bir insan,seni benim kadar anladı mı bugüne dek acaba? Hem sen benim dışımda bir insan değilsin artık, aramızdaki konuşma dıştan kesilse bile, ben seninle her zaman, her gün, her an konuşacağım. Üzülürüm senden ses çıkmayınca kahrolurum ama yolumdan şaşmam,bilmiş ol Balıkçım,canım canım. Sen istediğin kadar mutlu adalara kaçıp sessiz kalmaya çalış.Sen ses değilsin benim için,içimdeki iyi şeylerin mayası,canlılığısın. Bugünlerde çektiğim kadar az çektim hayatımda ama zarar yok,gerekmiş demek.Ben gene de Balıkçısını içinde taşıyan,yaşatan Azra olacağım,oldum bile. Seni bir gün bile mektupsuz bırakmak benim karnımda bir sancı,bir burkuntu yapar.Sen benim canım canım değimlisin? O Azra’sını sever,yüreğinde ona yer vermiştir.O Azra’yı da çıkartamazsın yüreğinden taş çatlasa. Gelemeyeceksen ben geleceğim,aramazsan ben arayacağım,dünyada mutlu ya da gayrı mutlu,seni gelip de bulamayacağım oda yoktur. Balıkçım,ben senin kızınım,karından çok kızın…Beni sen yetiştirdin.Sevmesini sen öğrettin bana.Çok çektim son yıllar,kahroldum (seni) sevmekten bir bilsen. Merhaba canım canım canım merhaba…Çok çok öperim…Hem de öyle rujla mujla değil, Balıkçımla dolu olan canımla öperim. Evet dostlar,deniz yürekli dostlar…Devlerin aşkına ait,Balıkçı ölüm döşeğinde iken yazılan son mektupları yazamayacağım.Yüreğim kaldırmıyor.Sadece Azra Erhat’ı,Balıkçının ölümünden sonra,her okuyuşunda ağlatan şu satırları da buraya almak istiyorum. Halikarnas Balıkçısı Cavit Şakir,bu büyük aşkının;Azrasının,kendi ölümünden sonra fazla yaşayamayacağını,bir anlamda yanına geleceğini biliyordu. Bu hissiyatını da şu satırlarla da ifade etmişti Azra'sına. …Haydi yolun açık olsun canım canım.Azram diyorum.Seni at üzerinde görüyorum.Dört nala gidiyorsun.Ağaç,yol,köprü hepsi gürleyerek arkaya uçuyor. Gidiyorsun, gidiyorsun, gözden kayboluyorsun hızından. Bir yere varıyorsun.”Ben geldim!” diyorsun.”Merhaba” diyorum.”Kendine geldin sevgilim!” Eh “hayır gelme” diyebilir miyim? Doluyum Azra,Daha öte söyleyemeyeceğim. *** Azra Erhat ; Balıkçı’nın (sözlü) vasiyetine rağmen o duygu ve sevda dolu mektupları Balıkçısının ölümünden sonra uzun bir süre yayınlamadı.Yapamadı çünkü çok özledi o satırları.Son olarak bu önemli kararı nasıl verebildiğine bir bakalım… “…Üzüm üzüm üzülüyordum.Aşk mektuplarıydı bunlar.Kiminde yirmi otuz sayfa dolusu yalnız benden söz ediyordu Balıkçı.Hem de nasıl bir dille…Kimseye açıklanamayacak,kimseyi ilgilendirmeyecek bir içtenlikle. Ölçü,itidal diye öne sürdüğüm şeyleri bir çöp gibi yığıp atmıştı önüme. Engelleri,kuşkuları şöyle yendim; Aşk mektubu muymuş bunlar,bana mı yazılmışmış…Balıkçının aşkı söz konusu olunca, kim oluyordum ben? O’nun hızı, doğanın bir karıncasına da öyle akardı.Bir yaprağına,bir tohumuna,bir dalgasına öyle gürül gürül,öyle rüzgarlar dolusu uçardı (aşkı). Ben diye bir şey yoktu ortada.Balıkçı vardı.Rahatladım…Balıkçı idi bu kez de yine elimden tutan. O’nun değinmediği bir konu,bilmediği bilim,kullanmadığı dil yoktu. Halikarnas Balıkçısı doğanın kırk bin yılda bir yetiştirdiği, uluslar arası,evrensel değerde bir insandı. Öyle bir insanki, iyiliği, güzelliği ve sevecenliği, Merhabası gibi yürekleri çınlatıp, insanlığı sevgi cümbüşüne çağıran bir ses” *** EKLEYEN: NURDAN B. ALADAĞ Kaynak: İnternet bu yazıdan alıntıdır.

  • BÜTÜN ÖLÜMLER

    Öldüm bütün ölümlerle ben şimdiye dek, Yeniden isterim ölmek bütün ölümleri, Ağacın ölümünü ölmek tahta tahta, Taş taş dağın ölümünü, Toprak ölümünü kumun. Çıtırdayan yaz otlarının ölümünü yaprak yaprak Ve kanlı ve zavallı ölümünü insanoğlunun. Yeniden doğmak isterim bir çiçek biçiminde, Yeniden ağaç olmak, çayır olmak, Balık ve karaca olmak, kuş ve kelebek. Özlem verir bana bütün biçimler Son acıların özlemini verir, İnsan acılarının özlemini verir, Titreyerek gerilmiş yay, Özlemin çılgın yumruğu ey, Ey hayat ey bir gün olur da Birleştirmeye kalkışırsan kutuplarını Yeniden beni uzun uzun Sürersin ölümden doğuma, Acı dolu yollarına yaratmanın, Yaratmanın eşsiz yollarına. 2 Temmuz 1877'de Almanya'da doğan Hermann Hesse, 20. yy. en önemli yazarlarındandır. Eserlerinde odak noktası insandır ve kişilerin özbenliği üzerinde yoğunlaşarak kendi yaşamlarını kurmasının gerekliliğini işlemiştir. Hesse'nin Budizm ve Hümanizme ilgisi en belirgin özelliklerindendir. Öyle ki 1960'lı yıllarda Amerika'da popüler olan Budizm akımı ile ilgili yazıları en çok ilgi gören yazarlardan biri olmuştur. Alman asıllı olmasına karşın Hermann Hesse, 1933 yılında Nazi karşıtı düşünce yapısı gerekçe gösterilerek sürgüne gönderilmiştir. İlk gençlik yıllarından başlayarak zorlu geçen yaşamında eserleriyle yüz milyonlarca okura ulaşan Hermann Hesse, 1946 yılında The Glass Bead Game adlı kitabı ile Nobel Ödülünü almıştır. Savaş karşıtı duruşuyla tanınan yazar, 9 Ağustos 1962 yılında İsviçre'de yaşama veda etmiştir. ESERLERİ Peter Camenzind Çarklar Arasında Gertrud, Rosshalde Knulp, Demian Siddharta Bozkırkurdu Narziss und Goldmund Doğu Yolculuğu Boncuk Oyunu İlk Gençlik Yıllarım Klingsor’un Son Yazı Öldürmeyeceksin! Şeftali Ağacı Kaplıcada Bir Konuk Nürnberg Yolculuğu İnanç Da Sevgi De Aklın Yolunu İzlemez Gençlik Güzel Şey Bir Büyücünün Çocukluğu Küçük Dünyalar Hermann Lauscher Masallar Seçilmiş Şiirler * DERLEME: Zeliha AYDOĞMUŞ

  • Ali Ticarete Atılıyor

    Zeki Sarıhan * -Sabri Sarıhan, dedesinin 70 yıl ince açtığı dükkânı işletiyor.- Nefes darlığı çeken babam, artık taşçı ustalığı yapamadığı, tarım işleri de yapamadığı için, oyalanmak amacıyla dükkâncılık yapmak istemiş. Bir gün çarşıdan geldiğinde heybesinde bazı mallar getirdi. Bunlar, peştamal, yazma, çorap gibi cinsi ve sayısı çok az bazı dükkân malzemesiydi. Bir dükkânı da olmadığından onları mutfağın bir köşesinde sergiledi. 1950’li yılların başlarıydı. Köyümüz için Pazar emri geldi dediler. Önce bir panayır yaptılar, sonra Perşembe günleri, komşu köylerden pazara gelenler oldu. Sergiler açıldı. Pazarın kurulduğu yer, evimizin hemen üst tarafındaki tarla idi. Babamın mısır çitinin önündeki tahtaların üstüne dükkân mallarını dizerek müşteri beklediğini de hatırlıyorum. 1953’te babamın ölümüyle dükkânı 14 yaşındaki ağabeyim devraldı. Evin içindeki ahırın bir bölümünü bölerek, buraya dışarıdan kapı da açarak dükkânı biraz daha ciddi hale getirdiler. Burası ancak bir müşteri seslendiği zaman açılır, sürekli açık olmazdı. Köylüler, fındık, yumurta, fasulye getirir, basma, gaz, tuz, helva, bisküvi, bitkisel yağ, sigara gibi şeyler alırlar, çoğu zaman da paraları olmadığı için borçlarını bir deftere yazdırırlardı. Köyümüze motorlu taşıtların gelebileceği yolu yoktu. Köylülerin imece ile yapmaya çalıştığı yol da ilçeden muhtara gönderilen hatırlı birinin emriyle yarım kaldı. Pazarla birlikte köyün istikbali de söndü. Ağabeyim, basma toplarını iki çuvala sığdırır, eşeğe yükleyerek Çarşamba günleri Kumru’da, Cumartesi günü Korgan’da kurulan pazarlara götürür seri açardı. Onun güneş battıktan sonra gelişini merakla bekler “Kaç liralık alış veriş yaptın?” diye merakla sorardık. Bazen hiç mal satamadan döndüğü olurdu. On yaşlarındaydım. Başka mahallelere alacakları almaya gönderilir, çoğu zaman da eli boş dönerdim. İĞNE İPLİK, KİLİT KİBRİT… Ben de bu ticaretin satıcı olarak içindeydim. Aman zaman uzun bir sepete dükkândan seçtiğim malları dizer, Karadeniz bölgesinin birbirinden uzak evlerini kapısına dayanır, “İğne iplik, kilit kibrit” diye seslenirdim. Genellikle kadınlar yumurta vererek (tanesi 10 kuruştu), ufak tefek şeyler alırlardı. Bunu komşumuz Abdullah Demir’le birlikte yaptığımız da olurdu. Abdullah’ın babası, demirciymiş, gözlerine kıvılcım kaçmış ve kör olmuş. Bu nedenle “Yanık Ali” derlerdi. O da oyalanmak için bir dükkân açmıştı. Ali Emmi, dükkânındaki malların yerini eliyle koymuş gibi bulur, verilen demir ve kâğıt paranın değerini eliyle anlar, üstünü da şaşırmadan verirdi. Abdullah da benim gibi, mallarını bir sepete dizerdik. (O şimdi profesör.) Bir gün başka bir şeye heves ettim: Dükkândan bazı malları ayrı bir rafa koydum ve “Bunları ben satacağım” dedim. Dükkân içinde dükkân! Bu bir süre devam etti. Ağabeyim bunları dükkânın diğer mallarıyla karıştırınca çok canım sıkılmıştı. Bayramlarda bir kutu bisküviyi, incir, helva, lokum gibi bazı tatlı paketlerini terazi ile birlikte omuzlar Cami avlusuna götürürdüm. Bizim köyde bayram namazından sonra cami avlusunda çeşitli şenlikler yapılırdı. Bu arada ben de satışlarımı yapardım. Ticaretin tarihinde herhalde böyle en küçükten başlamak vardır. Ağabeyim askere giderken dükkân malzemelerini bir komşuya sattı. Bu arada belirtmeliyim ki, bizim 30 hanelik mahallemizde dükkâncılık yapmayan ev yok gibidir. Biri bırakmış, diğeri açmıştır. Köy tarihini araştırırken buna 1920’li yılların sonlarında başlandığını ve köydeki tek dükkânın epeyce işlek olduğunu saptamıştım. Mallar hayvan sırtında Fatsa’dan getirilir, çoğu köylünün ürünleriyle değiştirilirmiş. YUMURTANIN KABUĞUNDA MEKTUP… Ağabeyim askerden dönünce dükkânı yeniden açtı. 1960’larda para ekonomisi epey gelişmişti. Bizim dükkânda biriken yumurtalar, ağabeyim tarafından çivi sandıklarına samanların içine yerleştirilir. Eşeğe yüklenerek Fatsa’da tüccara götürülürdü. Bunların İstanbul’a sevk edildiklerini biliyorduk. Ben bembeyaz yumurtaların üzerine kurşun kalemle şöyle yazardım: “Ey bu yumurtayı yiyen vatandaş! Bunlar Fatsa’nın Beyceli köyünden gelmektedir. Afiyet olsun!” İstanbul’a böyle bir hayli mektubum gitti. Ben o zaman bu yumurtaların evlerde tüketildiğini sanırdım. Bunların tatlı işlerinde kullanıldığını nerden bilebilirdim? Ağabeyimin siparişi üzerine Fatsa’dan eşeksırtında mal getirdiğim çok olmuştur. Irmakta suyun kabardığı bir gün, zavallı hayvanla birlikte suya kapıldık. Eyer tersine döndü. Zar zor kendimizi kıyıya attığımızda malların çoğu ıslanmış bulunuyordu! Su, bisküvi kutularının içine bile girmiş, üzerine “Betit Beurre” yazan bisküvilerin bir kısmını hamur haline getirmişti! Ağabeyim, dükkânı 1963’te yapılan yeni evimize geniş bir bölüm ekleyerek orada devam ettirdi. Sonra da oğlu Sabri için yaptırdığı evin alt katına taşıdı. Bu artık köy ölçüsünde bir “Market” halindeydi. Alfabetik bir veresiye defteri de vardı. Bu nedenle bütün köylülerin soyadları ezberimdedir. Ben bu defterlerden köyün ekonomik durumunu çıkarmaya çalışırdım. Ağabeyime ilk defterleri saklayıp saklamadığını sordum. Saklamamıştı! Buna çok üzüldüm. Diğer konularda olduğu gibi bu bana göre sonradan çok işe yarayacak belgeleri yok etmek anlamına gelirdi. 1953 yılıyla 30-40 yıl sonrasının alacak defterlerinden, satın alınan malları, ödeme biçimlerini ve miktarlarını karşılaştırıp yorumlamak ne kadar öğretici olurdu. Ağabeyim öldükten sonra dükkâncılığa büyük oğlu Sabri devam ediyor. Köydeki diğer dükkânla birlikte köylünün hemen her ihtiyacını karşılıyorlar. Tüp, gübre, zirai ilaç, yem de satıyorlar, yüzlerce ton fındık alarak büyük tüccarlara 20-30 tonluk kamyonlarla gönderiyorlar. Fatsa’daki tüccar fiyatlarıyla köydekiler aynı olduğundan köylü malını artık şehre götürme zahmetine de katlanmıyor. Köylüler artık bakkala yumurta da satmıyor, aksine yumurtasını da, ekmeğini de dükkândan alıyor. Bazıları az ilerde çeşme gürül gürül akarken, susuzluğunu da kola ile gideriyor… Beyceli köyünde kapitalizmin gelişme çizgisi budur. Hasbelkader bunda küçücük de olsa benim emeğim var! (3 Ocak 2022)

  • ADA VAPURU YANDAN ÇARKLI

    Şirket-i Hayriye yani hayırlı şirket... 1851 yılında padişah Abdülmecid tarafından Boğaz'da deniz taşımacılığı yapmak için kurulan Osmanlı'nın ilk anonim şirketi. 1944 yılına kadar süregelen şirket, bu yıllarda Devlet Deniz yollarına devredilir... Şirketin ilk vapurları yurt dışından getirilen "yandan çarklı" vapurlardır. Bu arada 1871 senesinde denizcilik tarihine “Dünyanın ilk araba vapuru” olarak adı yazılan; Suhulet (kolaylık) ve Sahilbent'in de Türk mühendisler tarafından yapıldığını söylemeden geçmeyelim Aslında amacım Şirket-i Hayriye'nin tarihçesini anlatmak filan değil tabii ki... Ben size İstanbul'da en sevdiğim toplu taşıma aracı olan vapurları anlatmak istiyorum. Vapurlarla yarım asırdan fazladır tanışırım... İstanbul'a atılan ilk adım ve Haydarpaşa'dan vapurla karşıya geçiş... Hiç deniz görmemiş bir çocuğun, kocaman açtığı gözleriyle biraz da korkarak, bindiği vapurdan etrafı ve martıları seyretmesi... Çocukluğumda vapura ancak senede üç dört kez binerdik, ya Heybeliada'daki amcamları ziyarete giderdik ya da Küçüksu çayırına piknik yapmaya ve sütlü mısır yemeye... Vapurla yaptığım en uzun yolculuk o yıllarda, Sirkeci'den Yalova'ya yaptığımız yolculuklardı. Yazın on, on beş günlüğüne Çınarcık'a giderdik tatil yapmaya, iki saat kadar süren o yolculuk bir masal alemi gibi gelirdi bana. Güvertede simit yiyerek içtiğim çaylar, esen rüzgarla ürpererek mırıldandığım şarkılar ve bitmesini hiç istemediğim o mavi yolculuk, o rüya alemi... Daha o yaşlarda tutkulu bir aşka dönüşmüştü vapur yolculukları benim için... Henüz köprülerin İstanbul'un iki yakasını bir araya getirmediği yıllarda karşıya geçmek, Boğaz'da oturan bir tanıdığa gitmek büyük bir heyecandı bizim için, daha akşamdan hazırlanmaya başlar, en güzel giysilerimizi giyer, süslenir püslenirdik. O yıllarda vapurlarda 'mevkiler' vardı, parası fazla olan ya da sosyetik yolcular 'birinci mevki' ye geçer, hemen özel koltuklara oturup, gazetelerini okumaya başlarlardı, benim de dahil olduğum memurin takımı ise 'ikinci mevkiy'e kurulurduk genellikle. Bir de merdivenle inilen bodrum katı vardı, suyun içinde olduğu için penceresiz, havasız ve loş olurdu bu kat, buraya da ya uyumak isteyenler ya da aşıklar iner otururlardı. Tabii vapurların en ünlü yolcuları seyyar satıcılarıdır; örneğin İstanbullu olup da belgesellere konu olan 'Burhan pazarlama'yı tanımayan yoktur. Elindeki koca çantasıyla binerdi vapura, önce yolculara hal hatır sorar, şakalar yapar ve vapur hareket eder etmez çantasını açıp başlardı konuşmaya..."şu gördüğünüz fener......" ve elindeki bütün malını satardı bir çırpıda. İki üç yıl önce vefat ettiği haberini duyduğumda bir yakınımı kaybetmiş gibi üzülmüştüm. Eskiden de öyleydi, şimdi de vapur yolcuları farklıdır daima; aha sakin, daha kibar ve daha saygılıdır hep. Örneğin metrobüse binerken canavarlaşan insanlar nedense vapura inip binerken pek bir kibar oluyorlar, kim bilir, belki de denizden yayılan sinerji neden oluyordur bu sakinliğe. Son senelerde vapurların bir başka güzelliği de yolculuk sırasında amatör müzisyenlerin bir şeyler çalıp söylemesi ve sonra kibarca para toplamaları, eğer yorgun değilseniz ve iyi müzik yapılıyorsa tadına doyum olmuyor yolculuğun... Şunu anladım ki insan çalışırken pek çok şeyin tadına varamadığı gibi pek çok şeyi de fark edemiyor. Gençken bir mecburiyetten öteye gitmeyen o yolculuklar şimdilerde en büyük zevkim... Kadıköy'den bindiğim bir vapurda martıların çığlıkları eşliğinde yolculuk yapmak, bazen denizde batıp çıkan yunus sürülerini izlemek, turkuvaz renkli dalgaların beyaz köpeklerinde hayallere dalmak, Kızkulesi'ne selam vermek, çayımı yudumlarken gözlerim kapalı İstanbul'u dinlemek ve temâşa etmek son zamanlardaki en büyük zevkim... Ne motorlar ne de deniz otobüsleri benim sevgili vapurlarımın yerini dolduramazlar, eğer keyifli bir deniz yolculuğu yapmak istiyorsanız "şehir hatları" vapurlarından vaz geçmeyiniz derim...

  • KIŞTAN YAZA ROMATİZMAYIZ

    kurt adamlarla tanışmamıştık karnımız lokmalarına bölünmemiş içtiğimiz su boğazımıza takılmıyordu henüz aşklarımız vardı ay büyürken çoğalan kavsız çıngısız ateş basmalarımız el ele yalansız gözler kuytu köşe buluşmalarımız etiketsizdik yürürken çimenler kadar içten gökyüzü kadar doğal tüm kuşları bağrımıza basacak kadar sıfatsız hep gün olur devran döner ya öyle çift virgüllü ayraçlar içine alındı yadsınmaya durdu ırkımız, ahlak ve kutsalımız pantolonlarımız oldu ceplerinde delikler gelenle gideni bir türlü barıştıramadığımız iflah olmaz karanlığımızda dinmeyen sızılarımız ne parada ne aşkta yerden göğe kıştan yaza romatizmayız #zeliş

  • SABIRA YAĞAN

    Sırça köşklerin eğlencesiyken yağmur hiç de eşit yağmıyor hiç de eşit donmuyor bileklerine kadar eller yorgun dizlere kadar delik deşik ayaklar kağıt toplarken zifiri karanlıkta akan damlar altındayken yurtsuzlar ölümüne hızla yarışırken kuryeler ekmek kuyruklarındayken yarı uykulular isyana hala küs binlerce ayak su alıyor betonlara çarpıp suya gömülüyor canlar yaralı ve sesiz miyav çığlıkları sendeleyen sayısız ayaklar bildiğim tüm dilleri unutturuyor öteki sokaklar aymaz bir zül altında ateş altında öteki sokalar kapkara sicim gibi ağır metaller yağıyor saplanıyor toprağın ve sokağın bedenine ve düşe kalka bekliyor tükenen sabır ha düştü düşecek bedenden korku düştü düşecek pas damlayan karanlık dayan! sen yitip gitme şehrin kuytularında

bottom of page