top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Sevgili Abdülhak Şinasi,

    Varşova, 13 Ekim 1926 Sevgili Abdülhak Şinasi, Adresinizi bugün öğrendim ve hemen yazıyorum; birkaç ay önce öğ­renmiş olsaydım ne kadar iyi olurdu. Korkarım ki bu mektuplaşma konusun­da yine beni haksızlıkla suçlandıracaksınız. Siz benim adresimi biliyordu­nuz, niçin iki satırlık bir şey yazmadınız desem, çıkışmamın haklı olduğunu kabul eder misiniz? Her ne ise… Bildiğiniz gibi, dört aydan beri Varşova’dayım. Çok sükûnlu bir hayat geçiriyorum. Çalışma haricinde aralıksız okuyorum. Ede­biyatın sağlam ve gerçek çeşidi olarak nazarımda tarih kaldı. Şiir edebiyat­tan sayılmadığı için onu nadir ve müstakil bir cevher olarak bir tarafa bırakı­yorum. Dediğim gibi, bir hayli eski tarih okudum. Şimdi, bu yaşımda, daha iyi anlıyorum. Diyebilirim ki, vatanda millî kuruluşumuzu, ilk defa iyi anlatım. Etrafımda İstanbul kütüphaneleri bulunmadığıma yanıyorum. İstanbul’da iken vaktimi boşuna geçirdiğimi, az okumuş olduğumu anlıyorum. Okumakta olduğu gibi, yazıda da edebiyat heveskârlığından uzağım. Ben şiirdeki birkaç parçamdan memnunum; fakat okunacak şeyleri oku­makta geciktiğime pişmanım. Henüz vakit var mı diyeceksiniz? Onu pek zannetmiyorum. Girdiğim yaştan iniş aşağı bakmaya başladım. Bizim nesil ihtiyarladı ve ihtiyarlığının pek farkında değildir, ben farkına vardım. Varşova’dan ikinci bir mektubumda bahsedeceğim. Bu ilk mektubum bir giriş olsun. Özlem ve sevgiyle ellerinizi sıkarım aziz ve biricik kardeşim efendim. Yahya Kemal Beyatlı

  • Mihriban

    Sarı saçlarına deli gönlümü Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban! Ayrılıktan zor belleme ölümü Görmeyince sezilmiyor Mihriban! Yâr deyince kalem elden düşüyor Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor Lâmbamda titreyen alev üşüyor Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban! Önce naz sonra söz ve sonra hile Sevilen seveni düşürür dile Seneler asırlar değişse bile Eski töre bozulmuyor Mihriban! Tabiplerde ilaç yoktur yarama Aşk değince ötesini arama Her nesnenin bir bitimi var ama Aşka hudut çizilmiyor Mihriban! Boşa bağlanmamış bülbül gülüne Kar koysan köz olur aşkın külüne Şaştım kara bahtın tahammülüne Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban! Tarife sığmıyor aşkın anlamı Ancak çeken bilir bu derdi, gamı Bir kördüğüm baştan sona tamamı Çözemedim çözülmüyor Mihriban!

  • ÖYLESİNE İŞTE...ÖNEMSİZ..

    Gecenin sessizliğini caddede ağır ağır ilerleyen arabanın uğultulu motoru ve teybinde inleyen şarkının zifir avazı bozdu. Oturduğum koltuktan kalktım.Pencereyi açtım.Nisan serinliği doldu içeri.Cadde boyu uzayan bahçeye zeytin ağaçlarının koyu yeşil karanlığından sıyrılmış bir erguvanın pembe ışığı düşüyor. Koltuğa uzandım.Uykum yok.Kaldığım yerden devam ettim Cronın'ın Şahika isimli romanına. Dr Andrew Manson daha çok kazanma uğruna mesleğinin ilk yıllarındaki ideallerinden hızla uzaklaşırken, onun sınıf atlama çabalarını dehşet ve üzüntüyle izleyen karısı Chiristine ile aralarındaki çatlak giderek büyüyor. Kadının söze dökülmemiş, mutsuzluğu, protestosu Manson'u öfkelendiriyor. Her şeyi var kadının güzel bir evi, arabası, parası.. Öyleyse ne ola ki derdi.. Anlayamıyor. Demlenmiş çayın kokusu geliyor mutfaktan. Kitaba küçük bir mola.. Kalkıp çayımı dolduruyorum. Bardağı sehpanın üzerine bırakıp bir sigara yakacakken üst kattan gelen bir çığlıkla irkiliyorum. Bir süre sessizlik.Sonra yine uzayan başka çığlıklar. Kapılar açılıyor.Göz deliğinden bakıyorum. Apartman koridorunun ışıkları yanıyor. Yan taraftaki daireden o kısa boylu kadın çıkıyor, ardından kocası ve oğlu. Kadın hızlı adımlarla üst kata yürüyor. Kapıyı açıyorum. -Ne olmuş. Adam yanıtlıyor.Işığın altında parlayan saçsız başını kaşıyarak. -Bilmiyoruz. Hanım bakmaya gitti. Kadın iniyor bir süre sonra. Soluğumu akşamdan içtiğim bir kadeh rakının kokusunu gizlemek için tedirgince tutup ''ne olmuş?''diye soruyorum. Kadın alnına düşmüş birkaç saç tutamını baş örtüsünün altına sıkıştırdıktan sonra konuşuyor. -X dairesinde oturan kadın sinir krizi geçiriyor. Zavallı. Gocasıyla arası bozuk.Adam eve gelmiyor.Büyük kızı da gocaya gaştı ya..Allah günah yazmasın ama.. Kocası kaşlarını çatıp işaret parmağını bıyıklarının örttüğü dudağına götürüyor. -Sus ! Dedikodu yapma.Günaha gireceksin. Eve dönüyorum.Odamın duvarına bir ambulansın yanıp sönen ışıkları vuruyor.Sonra susuyor bütün sesler. Koltuğa oturuyorum yeniden. Nedense Behçet Necatigil'in dizeleri geliveriyor aklıma. Evlerde nice nice cinayetler işlendi Ruhu bile duymadı insanların. Niye duysunlar ki,bu görünme ve göstermenin her şeyin önüne geçtiği ,insanın eviyle,arabasıyla,yaptığı tatiliyle, mutluluk pozları vererek iç kanamasını gizlediği kabuk dünyada. Kitaba bakmıyorum bir daha..Hissediyorum ki Chiristine ölecek. Sanki onunla birlikte bütün güzellikler ölecekmiş gibi geliyor bana. Bilgisayarı açıyorum. Face book sayfasında insanlar yeşil noktacık. Ekrandan parlak sözler,mutluluk fotoğrafları, restauranlarda yenilen yemekler;ölümü ve öldürümü kutsayan sloganlar,küfürler akıyor. Kapatıyorum. Caddeden yine o araba geçiyor feryat eden şarkısıyla. Zeytinlerin yeşil karanlığına ışık düşüren erguvan sönmüş. Mavi kapaklı kitap* fısıldıyor duvardaki raftan sözünü kahramanı Mürşit'e vererek. İnsan,insanlık hasta.. Şahika'yı okumayı ertesi güne bırakıyorum..Biliyorum Chiristine ölecek. Dünyadan bir güzellik daha eksilecek. Işığı söndürüp yatağa uzanıyorum.Akif Kurtuluş'un Heyhat'ından bir bölümü dua gibi mırıldanırken uykuya varıyorum . ''heyhat hayatla medet arasındasın yarayla kabuk dertle deva dindi sandığın her sancı peşin sıra gelecek geçti dediğin her acıyı ömrünle sınayacaksın SEN BAŞKASININ YASI OLDUĞUNDA ANCAK , SUSACAK YASIN DA *Ayfer Tunç'un Dünya Ağrısı isimli romanı KİTAP: ŞAHİKA, A.J.CRONİN "Acı olan mutlu olmamak değil, mutlu olabilecekken olamamaktır." diye özetlenebilir kitap. A. J. Cronin " İnsanların gayesi yükselmektir, en yükseklere varabilmektir. Ve işte bu sebepledir ki, her insan Şahika'ya ulaşmak için çırpınır. " der, eserin önsözünde. Kitap da bunu anlatır. İnsanoğlu, erişilmeze ulaşmak ister. Nasıl ki herhangi bir dağın zirvesine tırmanırken efor sarf etmek gerekirse, yükselme gayesiyle de bazen akıntıya karşı kürek sallar insan. Elbette ki zirveye ulaşamadan yarı yolda pes edenlerin var olduğu gibi, en tepeye Şahika'ya varanlar da vardır. Zirve soğuk ve yalnız olsa da... ORAYA ulaşınca mutlu olur mu insan? Yoksa bu yolda çektiği cefa mıdır erişilmesi değerli kılan! Eserin kahramanı Manson sıkıntılarla büyümüş bir kişidir. Genç yaşında ebeveynlerini kaybetmiştir. Bütün imkânsızlıklara rağmen, idealist ve azimlidir. Yöneldiği her alanda bazen zafiyet gösterse de yükselme inancıyla dopdoludur. Meslek sahibi olunca geri ödemek koşuluyla Tıp Okuluna kaydolur. Okulun çalışkan ve başarılı bir öğrencisidir. Sonunda yirmi dört yaşında Penowell Vadisinde asistan doktor olarak görevine başlar. Doktor Manson şimdiki bazı doktorlar gibi, egoist ve bencil mi olur, yoksa mütevazi kimliğinden ödün vermeden başarıya giden yolda hedefine mi ulaşır? Çatışmada burada başlar. ...Ve onu izleyen eşi Christine neler hisseder?

  • Suskun

    Susardın ve kar yağardı Gözlerinde başlardı gece Yarım kalmış kitaplarda biterdi. Alnımızda bilenen kör bir bıçaktı zaman Kırılmış aynalardı Susardın, durmadan susardın Ve kar yağardı Ocak ağaran saçlarımdı Şubat hayırsız bir evlattı, kaçaktı Ve uzaktı yaz, bir anaydı Martın izlerini taşırım bedenimde Aynı masalın ikizleri gibiydi günler Nisan saçlarımda ıslanırdı hep Susardın, durmadan susardın Ve yağmurlar başlardı Çok bekletti bizi, Hiç vaktinde gelmedi mayıs Haziran Aram'dı ya da öyle biriydi Temmuz bir düştü belki Yaraları sarar gibiydi Ağustos yıldızlarla basardı gecemizi Bir gül suçüstü yakalanırdı Eylül bir çocuğun çığlıklarıydı Susardın, durmadan susardın Ve rüzgârlar başlardı Yolunu yitirmiş bir gezgin gibiydi ekim Sürgünlere uğurlardık kendimizi Kalan mı bizdik, giden mi Bilinmezdi Kasım rüzgârda bir yapraktı Ve biraz Itri Kendi sesiyle irkilirdi Aralık günlerin son neferi Soluk bir düş geçse de Hiçbir mevsim gözlerin kadar Acımasız kullanmadı neşteri Susardın ve kar yağardı... / A. Hicri İzgören: 1950 Yılında Siverek'te doğdu. Diyarbakır Eğitim mezunu, halen Diyarbakır'da yaşıyor. 1980 den beri şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanıyor. Yurtiçi ve yurtdışından ödülleri var. Son olarak 'Suç Duyurusu' adlı kitabıyla 1999 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü'nü aldı. *

  • İÇİM ACIYOR BAHÇEYE

    Keşke bir güvercin olsaydım, bu dünya sevmek için çok küçük. Çiçekleri düşünmüyor kimse balıkları düşünmüyor kimse kimse kalbi güneşin altında iltihaplanan hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin ölmekte olduğuna inanmak istemiyor ve bahçenin duygusu sanki kendi yalnızlığında çürümüş soyut bir şeydir evimizin avlusu tenha evimizin avlusu bilinmez bir buluttan yağmur bekleyerek esnemekte ve boştur evimizin havuzu tecrübesiz küçük yıldızlar ağaçların üstünden yere düşüyorlar balık yuvalarının rengi uçmuş pencerelerinin aralığından öksürük sesleri geliyor geceleri evimizin avlusu tenha baba: "benden geçti diyor" diyor "benden geçti unumu eledim eleğimi astım" ve odasında sabahtan gün batımına ya Şehname okuyor ya Nasihü't-Tevarih baba anneye diyor ki: "lanet olsun balığa da kuşa da ben öldükten sonra bahçe ha olmuş ha olmamış neye yarar emeklilik maaşım bana yeter" annenin bütün hayatı cehennem korkusu eşiğine serili bir seccadedir anne her şeyde günahın ayak izlerini arıyor ve bahçeye de bir bitkinin küfrünün bulaştığına inanıyor anne bütün gün dua ediyor anne doğuştan günahkâr ve bütün çiçeklere okuyup üflüyor ve bütün balıklara okuyup üflüyor anne zuhuru bekliyor ve gökten inecek lütfu erkek kardeşim bahçeye kabristan diyor erkek kardeşim otların karışıklığına gülüyor ve suyun hastalıklı derisi altında çürümüş parçacıklara dönüşen balık ölülerini sayıyor erkek kardeşim felsefeye bağımlı bahçenin iyileşmesini, yok edilmesinde görüyor düşünüyor erkek kardeşim sarhoş olup sonra duvara yumruğunu geçiriyor çok dertli, çok yorgun, çok umutsuz olduğunu anlatmaya çalışıyor o umutsuzluğunu da kimliği, takvimi, mendili, çakmağı, tükenmez kalemi gibi çarşı pazar dolaştırıyor ve umutsuzluğu o kadar küçük ki her gece meyhanenin kalabalığında kayboluveriyor çiçeklerin dostu olan ve anne ona vurduğunda yüreğinin yalın sözcüklerini çiçeklerin şefkatli, suskun kalabalığına götüren kız kardeşim zaman zaman balık ailelerini güneşe ve tatlıya davet ederdi onun evi şehrin öteki ucunda o naylon evinde kırmızı naylon balıklarıyla eşinin naylondan aşkının sığınağında ve naylon elma ağaçlarının dalları altında naylon şarkılar söylüyor ve sahici çocuklar doğuruyor bizi her ziyarete gelişinde eteklerinin uçlarına bahçenin fakirliği bulaştığında kolonyayla yıkanıyor bizi her ziyarete gelişinde hamile evimizin avlusu tenha evimizin avlusu tenha bütün gün kapının ardından parçalanma sesleri geliyor ve patlama sesleri komşularımız bahçelerinin her köşesine çiçek yerine şarapnel ve makineli tüfek dikiyor komşularımız fayans havuzlarının üstünü kapatıyorlar ve fayans havuzlar istemeye istemeye gizli barut ambarına dönüşüyor ve mahallemizin çocukları okul çantalarına küçük bombalar dolduruyor evimizin avlusu şaşkın ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum ben bunca elin boşunalığını düşünmekten bunca yüzün yabancılaşmasından korkuyorum ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar yalnızım ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir sanıyorum... sanıyorum... sanıyorum... ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalmakta. Çeviri : Makbule Aras Yeryüzü Ayetleri, S. 95-98 Furuğ Ferruhzad Doğum: 5 Ocak 1935, Tahran, İran Ölüm: 13 Şubat 1967, Darband, Tehran, İran İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam. İran'ın 20. yy'da yetiştirdiği Fars şiirinin en önemli kadın şairlerindendir. Furuğ Ferruhzad. Tahran’da bir albayın kızı olarak 5 Ocak 1935 de doğdu. On altı yaşında İran’ın ünlü simalarından Pevez Şapur ile evlendi. Oğlu Kamiyar,1953’te doğdu. 1954 de eşinden boşanmasının ardından bir daha oğlunu göremedi. Şiirin yanı sıra sinema ve tiyatro ile de ilgilendi. Çeşitli gazetelerde editörlük yaptı. On altı yaşında iken yayınladığı Esir adlı ilk şiir kitabının ardından 1956 da Duvar isimli ikinci şiir kitabını yayınladı. Yirmi iki yaşında yazar ve yönetmen İbrahim Gülüstan’la tanıştı ve sinemaya başladı. Sinemada oyunculuk, senaristlik, kameramanlık, yönetmen yardımcılığı, dublaj, montaj ve yaratıcı film editörlüğü yaptı. 1962 yılında yaptığı bir belgesel filmi o yıl İtalya’da Belgesel Filimler Festivalinde birinciliği elde etti. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi, Almanya’da düzenlenen Ober Havzen Film Festivalinde en iyi film ödülünü aldı. Bu filmin çekimleri için gittiği Tebriz Cüzamlılar Evi’nde tanıdığı küçük Hüseyin’i evlat edindi. 1962 yılında Unesco Ferruhzad hakkında bir belgesel film yayınladı. Aynı yıl Beernardo Bertolicci de İran’a gelerek Ferruhzad’la ilgili bir belgesel yaptı. 1964 yılında şiirinde dönüm noktası sayılan “Yeniden Doğuş” isimli kitabını yayınladı Henüz 33 yaşında iken bir trafik kazasında hayata veda etti. Ölümü ile yarım kalan “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” isimli şiir kitabı 1974’te yayınlandı. * Biyografi kaynak: Wikipedia * Derleme: Semihat Karadağlı

  • Filizler

    İşte biz böyleyiz Özgürlük delisiyiz. Bazen kuşun kanadına tutunup, Çığlık çığlığa kanat çırparız Gökyüzünün sonsuz mavisine. Bazen bir kelebek kanadına takılıp Usul, usul dolaşırız gökyüzünde. Bazen hırçın akan bir nehir gibi çağlarız Ama kin tutmaz bu yüreğimiz. Eşitlik delisiyiz. Kıyamayız kimsenin ezilmesine. Ağlamasın hiç kimse. Çocuklar aç yatmasın döşeklerde. Hele soğuktan ölmesin hiç kimse. Sevgi tohumları ekiyoruz tek tek. Yüreğimizle boyuyoruz dünyayı. Sımsıkı dostluklarla, Kinleri düşmanlıkları yok edip, Karanlıkları aydınlatmak için Mavi masmavi umutlarla, Dünyanın tüm kirlenmişliğine rağmen, İnsanların yüreklerinde çöreklenen, Nefretleri söküp Sevgi tohumları ekiyoruz yerine. Hala çocuk kalan yüreklerimizle. Bıkmadan, dirençle, inançla Sevgiyle… * Semihat Karadağlı

  • Paslı

    çok beklemiş çok eski bir zamandan çıkıp geldim ellerimde pas kokusu elime bir kitap aldım, okudum su içtim yürüdüm yine sana geldim ey.. dedim ey dağlarının heybetinde kendimi yitirdiğim şehir bu sis nasıl kalkar göğünden?

  • Şehir Ören Kadın

    güz ucuna teğelli bir şehir tindeki uslu bir derenin böğrünü deldiği. gecenin ördüğü bir bebek karında, ve kanayan şişler zarında asaletin; söküyor yolları sabırla, dilinde kayıp nefsi şehvetin. göğe söven sarsak şehir, evet... yağmuru yutuyor teninde ipekliler, tezgâhları inadını dokuyor köprüden her an atlayan bir kadının, dereye bakıyor rahmi ölüme kanıyor, kabarıyor suyu şehrin. bir kadın şişi etinde, “Ar”ını ilmekliyor caddeden akan nefesin...

  • Hayır Hayır Hayır

    Hayır hayır hayır hayır Gökyüzünde bir çapak gibi duruyorken güneş Evlerde oturmak bana göre değil Elimde pergeller, gönyeler, iletkiler Bir gülün hacmini ölçmeye kalktım Yanıldığım kesin Yenildiğim belli değil Hayır hayır hayır hayır Bütün şiirlerimi odanın duvarına astım Ağzım kurudu tükürmekten Ömrümü cm2'lere böldüm de bir türlü anılarımı Yazamadım Sarı peruka takmış bir acı Sokaklarda sürtüyor boyuna, barlarda benim adıma beş tek bir duble konuşuyor Ancak ölümle diyor, ancak ölümle sağalır yara Cebimde jeton var, uluslararası Sylvia Plath'ı arıyorum, mezarında buluyorum konyağını yudumlarken Bana daha bir incelmiş, ne bileyim daha bir güzelleşmiş gibi geliyor Thank you very much! diyorum ve jetonumun soluğu tükeniyor Cüzdanımda mor bir biletten başka bir şey yok Gecenin son otobüsü çoktan gitti Durdum ardından baktım Güneşi sabah sabah burnunu karıştırırken yakaladım Ay ağlıyordu ve bilmem kaç milyonuncu kez öldüğünü sanıyordu Parkta çükünden su fışkıran o tuhaf melek heykelinin önünde yüzümü yıkadım Kar yağıyordu usul usul Hayır hayır hayır hayır Paltomun yakasını bir daha kaldırdım, at gözlüğü gibi Yalnızca önümü görmek istiyorum artık Kızılay'dan Ulus'a doğru yürürken yolda Pink Floyd için üç şarkı sözü yazdım Küllerini suyla yoğurup bir hamur yapmak istedimse de boşuna Doymadı karnım Radikal takılıyorum son günlerde Ultra-yalnızlık sokağından geçtiğimden beri Dün annemin aynasına bir boyun bağı astım Ve üstüne yapıştırdım on yıl önceki resmimi Bu kadar bendeki nostalji Hayır hayır hayır hayır İpsizin biriyim, doğru Kendime on iki formalık kara bir defter aldım Oturdum sarı şiirler yazdım Artık bana kim inanır Güneş ve ay yerli yerinde duruyorken Ve ben sonsuza dek kova burcunun çocuğu Sanki bir yağmur yağsa oluklardan gök boşanır Yüzüme öyle dönüp dönüp bakma Bana artık her şey yakışır Terzim dünya çünkü, o ki kimlere neleri yakıştırdı günlerini ölüme teyelledi ölümlerini unutuşa kopçaladı Hayır hayır hayır hayır Duymak istemiyorum artık tek sözcük bile Niye ben, neden, böyle mi olmalıydı Aklımı her hafta temizleyiciye vermek Aç karnına yuvarlamak binlerce birayı Niye ellerim ceplerimde hala Niye bir yumruk durumunda değil Dünyada bir tek insanın bile Kuracağı bir şeyler vardır Hayır yaşam hayır ölüm hayır su hayır toprak Hayır hayır hayır hayır Çok mürekkep yaladım ama tükürüyorum burada hepsini Bütün sözcüklerini Okuduğum kitapların Yazdıklarımınsa arasından bilmem ne kalır Aynalarda her sabah her sabah O cam kırıklarından oluşmuş yüzü görmekten bıktım Hiç değilse el işi kağıtlarım olsaydı İpsiz uçurtmalarım Göğe fırlatılan bir naylon tabak gibiyim Ve kendi kollarıma atılıyorum her keresinde Hayır yalnızlık hayır kimsesizlik hayır sıla hayır gurbet Hayır hayır hayır hayır Gezinip dururum yıllardır Koltuğumun altında Radarlardan kurtulmuş üç beş kitap İyi demlenmemiş bir çay gibi kaldım Kırdım dolduğum tüm fincanları Bana iyilik edenlerin yüzüne tükürdüm Ve sevdim düşmanlarımı (Atılan güller solar, geride hep taşlar kalır) Hayır hayır hayır hayır Ne saptan yanayım şimdi ne de baltadan Kırdığım ceviz sayısı kırkı geçmedi daha Ama hiç değilse az kaldı Hele bir geçsin Olurum iyi bir aile babası Hayır akşam hayır yol hayır otobüs hayır ev Hayır hayır hayır hayır Ölüm ki ancak bir başka ölümle yıkanır Teneşirler bu yüzden hep beyaz kalır Kandan, pıhtılaşmış kandan bir anıt yükseliyor önümde Gece artık bütün günü içeriyor Ve ben umutsuzluk hakkımı elimde tutmak için Bir sürü saçmalık yapıyorum Bay garson, sizden özür diliyorum Demek saat 0.2, demek ki servis çoktan kapandı Bahşişin güneş olsun iyi mi Hayır hayır hayır hayır Toprakta yaralar açıyor her damla yağmur Kovulacak bir kapı daha bulmak için Yangın merdivenlerine tırmanıyorum ben Annem niye böyle uzakta oturuyor Ve otobüsler niye bu kadar erken Geçip gidiyorlar ufkumdan Şoförleri ölü, yolcuları uykusuz Her gece on iki kilometre yürüyorum Köstekli saatimi rehin bıraktığım için Hayır hayır hayır hayır Kardeşler, bu dünya bana göre değil Kötü basılmış bir kitap gibiyim Çamur duygusu veriyorum okuyana Elimde bir gümüş zincir Alnımda bir derin leke Kar mı yağmur mu ne yağdığını bilmediğim bir gecede Ey hayat, seni sevdiğim için özür diliyorum Duruyorum önünde, düğmelerim ilikli, aklımın ipleri çözük Hayır hayır hayır hayır Yazmak umurumda bile değil Okumak da bir rastlantıdır artık Annem üzümlü kek yapıyor mutfağında Karım akvaryumdaki balıklarla oynuyor Okul-aile birliğinden gelen bir yazıyı okuyorum bense Çiçekler bile sulanmaktan bıktılar Ellerim titriyor, neden bilmem Belanı mı arıyorsun be adam! Böyle diyor kimi görsem Ne yapsam yağmurdan kaçırılmış bir şemsiye kadar saçma kalıyorum şu dünyada Bütün insanlar tutuklanır sanıyorum Ellerimi göğsümde kavuştursam Güneşi masturbasyon yaparken yakalıyorum o an Hayır hayır hayır hayır Ey hayat Başımda lacivert berem Önümde konyak durur Beni oğlum, beni oğlum diye Saracaksın ne zaman Radikal bir çiçeğim ancak kendi saksısında açan Annesini seven Oğlunun okul taksitlerini ödemeye hazırlanan Karısını ancak barışırken görebilen Böyleyim, sulak toprakta gövermeyen tek ekin Bilmem bir yerde durur muyum, durulur muyum Alnıma dövülürse kara bir yalnızlık gibi ölüm Arkamdan üç kulfallahi bir enam okunsun Sonra naaşım Tekel kibritiyle yakılsın Nasılsa gözyaşları söndürür Hayır hayır hayır hayır Bırakmayın, beni ölüm götürür... Ahmet ERHAN

  • mavi

    Mavinin her tonu gibi..... SEV. Güzel gizemli.. SEV. Öyle sınırsız... Öyle uçsuz bucaksız... Mavi gibi. Göz ucuyla değil... Yüreğinle derinliğinle... SEV. Kaybetsen de... SEV. Mavinin rehberliğinde. Avcunda yüreğim ..... Çarparken... SEV. Elele kumsalda... Denize koşarken. Gökkuşağının mavisinde.... SEV. Varlığınla ,yokluğunu Yaşatsanda... SEV. Hep gülümseme bırak... Dudağının kenarında. Ne yaşarsan da, yaşatırsa da. SEV. Su gibi,hayat gibi.... Yarın gibi... SEV. Yerini seven çiçek gibi.... Vatan gibi ,ömür gibi.... SEV. Uçuşan bulut gibi.... Özgürlük gibi... SEV.

  • UMUT

    Umutlarım var yarına dair Yine çiçekler açacak katmer katmer Bir kelebek kanadında hayallerim Uçacak diyar diyar. Özlemlerim var dağlar kadar Güneş yüreğime doğacak, Islanacağımız yağmurlar yağacak Emek, ekmek eşit dağılacak Gecelerim var yıldız yıldız, Yarınlara doğacak güneşlerim Hayallerim var... Kuşlar gibi özgür uçacak Hazan rüzgârı esse de buralarda. Yeşil yaprak kızıl gonca olacağım... Yarınlarda Güzel günlerim olacak Gülümseyecek çocuklar Zemheriye bahara. Bitmez susuzluğum Bereketli yağmura Kara doluya. Ay ay, gün gün umuda.

  • GÜNAYDIN ÖMRÜM

    Günaydın ömrüm günaydın.. Sana uyanmak nedir bilir misin? Hayata uyanmak, ılık nefesine uyanmak, umuda uyanmanın öteki adı… Yüreğini okşayan sesinin tanısında, zamanda yolculuk yapmak, kırıp prangalarını kelebekleri özgür bırakmak, cana can katmak, nefese nefes katmak... İşte sana uyanmak Sana şükran borçluyum... Yüreğimi uyandırdın, hissettirdiklerin yaşattıkların, öyle güzel ki… Nasıl da gözüm aç bilsen. Doyumsuzca yaşatacaklarını hayal ediyorum, kimse durduramaz beni, gözlerim kapalı koşacağım ardından güneşim... … Ne var ki… Korkuyorum… korkuyorum İnan kimseden değil, ah bir bilsen kendimden korkuyorum. Bu sabaha uyandıran yaratana ... Bana bu hoşluğu yaşatan sana şükürler olsun. Yalnız kadere sitemim var. Hep geç kalıyor... Geçip geldiğim o karanlıklarda korktuğumda, üşüdüğümde nerdeydin sen?

  • Adı Yaman

    Bölük pörçük uykular, yüreğime dem düşmüş ayaz yemiş bahar gibiyim, kukumav kuşu gibi düşünüyorum dallarıma çekirgeler dadanmış sanki.. Öğretmen olan bilir; rotasyon düştü haneme. Bu eller yaman olur, gün doğar an olur, her gün yeni çiçekler açar sevgiler şenlenir bir yanım hüzün basar ah olur aman olur. Kadim halklar, kadim inançlar geçer bu topraklardan saf saf ve tarih olur bunun adı tarifsiz zaman olur. Bir gün sende geçersin buradan. İşte o an bu şehir yaman olur, bu şehrin adı yaman olur. Bende geçtim bu şehirden adı yaman: ADIYAMAN. Ellerde valizler yüreklerde bolca umut Anadolu’nun tozlu yollarında hayallerime, umutlarıma, yarınlarıma yanımda baş yastığım kucağımda canparem yürüyoruz. Yüreği umut biçenlerdenim ideallerime yürüyorum. Ne yüce gönüllü dedeler tanıdım sorduğum yollarda bastonla bile yürümeye dermanı olmayan bana yol gösteren. Dilimizde bir türkü... "Nemrut'un kızı yandırdı bizi çarptı sillesini felek misali sil yazımı sil kurtar bizi Mevla’m gör bizi...” diye diye ev arıyoruz; gökyüzü çatlamış gözyaşlarını döküyor, saçlarımızdan bereket akıyor yanlış yere park edilen eşyalar sırılsıklam.... Ev bulmak zor çünkü herkes kendilerine göre haneler yapmış. Dört günün sonunda bulduk evimizi. Bizim ev saray yavrusu beş odalı... Cana can katan sarıp sarmalayan abi kardeş komşumuz yani ev sahibimizin yeğenleri şimdilerde çocuklarımın Nazmiye teyzesi ana yarısı ve Aziz amcası, bizlerin de kardeşi oldular. On bir yılda anlar ve anılar biriktirdim, yarınlara tohumlar ektim boy boy renk renk adı hayat ve yaşanmışlık… Kahta Kubilay İlkokulu ikinci yuvam oldu. Oldukça büyük taş bina kalabalık kadro yurdumun her bir köşesinden toplanan çiçekler gibiyiz, sınıflar yetmiş beşer kişi zaman dilimini üçe bölmüşüz sabah altıdan ona kadar benim payıma düşen... Çocuklar meraklı bakışlar çakmak çakmak dilim lal bilmiyorum anadillerini onlar da benimkini... Büyük sınıflardan tercüman çocuklar getiriyorum Türkçe bilen, çoğu zaman vücut diliyle anlaşıyoruz. Hepsini çok seviyorum , ama öyle biri var ki ; sakin, sessiz, gözleri ürkek ve mahzun bakışlı yaşı da arkadaşlarından küçük kendi hallerime benzetiyorum yüreğim burkuluyor derse karşı ilgisini gözlemliyorum… Umutsuzluğa kapılıyorum. Okumaz bu diyorum okumaz... Hayatımın en büyük yanılgısını yaşadım. ilk okumaya geçen o oldu hem de kasımın son haftası... O günden sonra hiç peşin hükümlü olmadım. İlk ve son oldu. İyice tanımadan kimseyi yargılamadım.

  • Umuda Yolculuk

    Aldığım puan çok yüksek, siyasi olayların yoğunluğu nedeniyle aile içi pazarlık ve tek şans bulunduğumuz yerde okuyabilirim. Yetmişli yıllarda genç olmak zor. Mahalle baskısı, aile baskısı. Taraf olmak tabi ki tercih senin, körü körüne değil! Aldığın puana bakılmaz çünkü siyasi kimliğin ön planda. Mülakata çağrılırsın, önceden derlenmiştir hakkındaki bilgiler. Sıra bende, hava sıcak ceketimi çıkarıp vestiyere astım, gömlek ve kot pantolon var üzerimde. Geçtim jürinin karşısına soru bekliyorum. Tek soru: -Yavrum babanın sana ceket alacak parası yok mu? - Var efendim, dışarıda çıkardım. - Çıkabilirsin. Ve çıktım. Pes etmek yok, daha da hırslandım. Tekrar hazırlanıyorum. İçimdeki isyan bitmiyor. Adalet diyorum, düzene isyan ediyorum, hazmedemiyorum ve nihayet haksızlıklar fark ediliyor. Puanlara göre okula kaydımız yapılıyor. Kara bulutlar maviye, beyaza dönüyor. Mezun oldum altı ay tayin bekledim ve nihayet kura çekecektik. Ankara yolcusuyum. Hayatımın akışına nerede devam edeceğim, nerede konaklayacağım, bu yürek kimleri tanıyacak, kimlerin hayatına dokunacak, kimlerle tomurcuk, kimlerle bahar olacak. Sessiz bekleyiş son buldu. Kuralar çekildi, yürek kanatlandı bedenden önce uçtu. Sordum nerede bu yeşil mavinin rengi Fındıkla kirazı dünyaya o ifşa etti İnsanların neşeli hali mest etti Tatlı üslup ile tanıdım GİRESUN seni Ön inceleme için düştük yola. Hasretim denize. Anadolu’da büyüdüm, ben su gurubundan yengeç, huzuru suda bulurum. Deniz, mavi bulutlar, pamuk yığını çevre. Değerli taş misali zümrüt dualar dilde, istiyorum sahilde bir köy. Gerekli görüşmeler yapıldı. Kanatlar kırık dönüş yoluna koyulduk. Yüreğim küskün, hüzün çökmüş bedenime hüsranla dönüyoruz. Yöresel yemekleri tatmadan olmaz dedik. Sahilde denize doğru sal gibi yapılmış bir lokantaya yerleştik. Denizin sonsuzluğunun mavinin tutkunuyum. İyot kokusunu var gücümle çekiyorum, ciğerlerime hapsediyorum. Gönlümdeki hüsranı martıların kanadına bıraktım, koy verdim sonsuzluğa anın tadını çıkarıyorum. Dalmışım uçsuz bucaksız maviliğe. Garsonun şiveli sesi ile irkildim. Siparişler verildi. Martı sesleri denizin hışırtısı ile sanki bir keman dinletisi gibi ruhumu okşuyordu, kanayan yüreğimin yaralarını sararcasına. Nihayet uzaktan garson göründü, elinde büyük bir tabak, içi renk cümbüşü. Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan duman gibi buhar kıvrıla kıvrıla gökyüzüne ulaşmaya çalışıyor. Ben şoklardayım, neyi atladım, turşu istemiştim ama bu sıcak buhar derken sorularla garsonu sıkıştırdım. Turşu kavurmasıymış ve sıcak sunuluyormuş. Damak tadımıza uymadı, umudu pilice bağladık ve siparişlerimiz geldi. Eller biçare, bıçak kesmiyor, dişler işlevinden aciz aç ve bitap kaldık. Ödedik hesabı ama merak yakamı bırakmadı. Çay molasında sordum bir beye, size martı pişirmişler demez mi. Martıya mı yanayım hesaba mı yoksa ilk geldiğim şehirde gördüğüm muameleye mi? karışık duygularla yorgun, mutsuz döndük yuvaya. Geçen zamanda Giresun ili, ilçe ve köyleri hafızama kazındı. Endişe ve heyecanla bekledim. Karahisar kalesi yıkılır gelir Kakülü boynuna dökülür gelir Yayladan gel allı gelin yayladan Kesme ümidin kadir mevladan Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım. Derken Şebinkarahisar adıyla tüm umutlar, hayaller, sevdalar suya düştü. Ben deniz kenarı istiyorum neden dedim neden çok gördünüz. Aldığım yanıt muhteşemdi, memleketime yakınmış ondan. Bence kaderimmiş, gelecek ömrümün haritasının rotasını çiziyormuşum bilmeden. Beni benden çok düşünenlere ufacık bir tebessüm bıraktım gönül kırgınlığıyla. Gitme zamanım geldi. İdeallerim var. Boy boy çocuklarım olacak, onlara sevdalısı olduğum yurdumun her bir köşesini anlatacağım. Bu ülkeyi, emeği geçenleri, Ata'mı, ilkelerini yüreklerine kazıyacağım, yarınlara hazırlayacağım. Benimle kader birliği yapacak öğretmen var mı diye araştırdım. Şanslıyım. Uzaktan tanıdığımız bir ailenin kızı, Aynur, gecelerimin yoldaşı emeğimin paydaşı. Aileler bir araya geldi. Alışverişler yapıldı, eşyalar kamyonete yerleştirildi. Üç araba koyulduk yola, ellerde harita, Sivas, Suşehri derken Şebinkarahisar. Rahşan Ecevit in doğduğu ilçe. Farklı hayaller kurdum kendimce, olmadı. Yurdumun geri kalmış bir köşeymiş burasıda. Hava ne sıcak ne serin. Baharın ucundan yakalamış bulutlar tozunu siliyor yolların. Bülbüller coşmuş. Bu yolun hoş bir yerinde durabilseydik... Ya da yolun ucunu görebilseydik... Duyuldu çocuk sesleri Atları kayalıklardan Köpükten resimler Ağlıyor rüzgar su tutarken buharına Suyun sesi geliyor köyümün Adı gibi güzel, dört bir yanı bahar sarmış, bereket yağmış göklerden, günler öncesinden traktörler toprak yolun karnını yarmış göletler oluşmuş. Gün öfkesinden kızıla çalmış. Menzil gözüküyor ama arabalar çamura saplanmış biçare bekliyoruz. Harita yalan söylemiş, yolu yokmuş adı güzel köyümün. Beklerken dilime bir şarkı takıldı çocukluğumdan; Orda, bir köy var uzakta O köy, bizim köyümüzdür. Tepede hareketlilik hat safhada ama gelen giden yok. Sonradan öğreniyorum bizi jandarma sanmış köy halkı. Yasakları saklıyorlarmış. Uzun bekleyişten sonra, duyuldu traktör sesleri. Bağlandı halatlar, zorla arabalar köye ulaştırıldı. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Muhtar, hanesinin kapıları bize açtı, üç katlı ahşap bina. Alt katta hayvanlar kalıyor, orta kat dört odalı ve çatı katı. Çok şirin, sevdim orayı. Gün doğuşuna bakan yuvarlak penceresi var, en çok da onu sevdim. Yemekler yendi, muhabbet edildi. Bedenler yorgun. Yün yataklar kat kat serildi, özenle. Bana çatı katı düştü. Oda da ağır bir koku, sorgulamaya dermanım yok. Göz kapaklarım istemsiz yer çekimine yenik düşüyor. Bedenim içi boş çuval gibi yatağa düştü, uykuya teslim oldum. Gecenin zaman dilimlerinde uyurgezer gibiyim, birileri gıdıklıyor bedenimi. Elimi atıyorum, avuçlarımda ıslaklık ve rahatsız edici bir koku ama gözümde, ruhumda şarap içmiş gibi sızgın uyanamıyorum, sanki bedenim morgda. Günün ilk ışıkları yuvarlak pencereden içeriye sızıyor. Ağaca verilen can suyu gibi tazeliyor bedenimi. Yataktan doğruluyorum, dışarıya bakıyorum. Olamaz diyorum olamaz. Aman tanrım, bu da ne? Köy tepeye kurulmuş, vadi ayaklarının altında. Genç bir kadının bedeni gibi kıvrıla kıvrıla akan köyümün adı. O ses doğaüstü, ney sesi gibi ruhlara işliyor. Bakirliği ile göz kamaştıran baharın yaban gülleri, selviler, tomur tomur koyunlar yavrularıyla koklaşıyor, uzaktan kavalın sesi yüreklere dokunuyor, kayacıkların arasında pembe sıklamenler aşkın sevdanın narince yüzüne takılıyor, gözlerim tüm kırmızılığıyla sevgiyi haykırıyor gelincik tarlaları. Evler olağan üstü, hepsi ahşaptan. Sağa sola serpiştirilmiş köyde genç erkek yok. İstanbul’a çalışmaya gitmişler, sadece muhtar var. Ah memleket sevdam, köyüm, çağlanayım, yüreğime dokunanım unutturdu bana kokuyu, elimdeki ıslaklığı. Bir an ellerime baktım kızılcık toplamış gibiyim. Geceliğim mavi en sevdiğim tutkum rengim mor tanelere bulanmış. Nedeni tahtakurusu. Koku DDT koymuşlar odanın köşesine mücadele için. Apar topar giyindim, indim aşağıya. Sabredemedim gözüm okulu arıyor. İçime kara bulutlar çöktü, yüreğim yangın yeri. Neden diyorum neden virane gibi bu muhteşem bina, camı, çerçevesi, kapısı yok. Muhtara soruyorum, gönlü kırık biraz da mahcup. -Okulumuz çok güzeldi öğretmen hanım, müdür ve yardımcısı arasında siyasi anlaşmazlıklar vardı. Kolonları kırıp kütüphane yerleştirmek istediler, olmadı. Okul çöktü. Yüreğimi dağladı aldığım yanıt, utandım cahilliğimizden siyasi saplantılarımızdan. Okulun hemen yanında lojman var. İki genç kız kalıyor, öğretmen boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar. Kapıyı açtılar ama yüzümüze bakmıyorlar, bırakmak istemiyorlar. Haklılar. Beş ay emek vermişler. Oturduk sohbet ettik. Gönüllerini kırmadan ikna oldular, biz de evimize yerleştik. Biraz mutlu biraz hüzünlü tonton babaanne bizimle kaldı, kader arkadaşımız oldu. Ailelerimizi yolcu ettik, içimde karmaşık duygular. Gururluyum, onurlu bir mesleğe ilk adımımı atıyorum, ideallerim var. Gidenlerin ardından damlalar kirpiklerde, duygular boğazda yumru oldu yutkunamıyorum. İlk ayrılık, ilk yalnızlık, hüzün sardı dört bir yanı. Okul dedim muhtara okul nerede? Bizi köyün orta yerinde iki odalı küçücük bir eve götürdü. Aynur ile sınıfları paylaştık. Ben bebeleri severim, bir iki üçleri aldım. İlk gün parlayan gözler, gülen yüzler. Saçlar taranmış, örükler yapılmış ama sanki aralarında kar taneleri var. Şaşkın bakıyorum onlara hissettirmeden. Sonradan öğreniyorum adını ‘’yavşak’’ yani bitin yavrusu. Burunlar akıyor olsun ellerin tersi ne güne duruyor. O gözler var ya ömre bedel, insanın içini ısıtıyor. Teneffüsteki halleri beni benden alıyor. Eksik çok, imkanlar yok. Oldum iki kişilik okula müdür. Aynur’u da yardımcı eyledim. Yazdım dilekçeyi. Aradan birkaç gün geçti İlçe Milli Eğitim Müdürü, yardımcısı ve müfettiş geldiler. Muhtarla birlikte karşıladık, tespitler yapıldı. Vedalaşma zamanı müdür muhtara döndü; -Bak muhtar, buraya iti bağlasan durmaz, öğretmenlerimin kıymetini bil dedi. O günden sonra zaman zaman düşünürüm bu sözü. İyi mi dedi? Bize ne demek istedi? Şimdiki aklım olsaydı sorardım kendisine.

  • Yalnızlığım

    Yeni bir eğitim yılına başlıyoruz. Ev arkadaşım evlendi, eş durumundan gitti. Anlayacağınız yalnız kaldım. Yalnız seyahat edilmez! Hep bir korumacılık. Evin büyüğü görevlendirildi, rota sahil güzergahına çizildi. Hani denizin hıçkırığı içimde kaldı ya. Giresun’a kadar huzurlu rahat bir yolculuk yapıldı. İlçeye dağ yolundan gidilecekmiş minibüslerle. Yol çok dar ve stabilize ama dağ yolu muhteşem. Yöresel bir türkü kaset çalarda; Salla mendilini canım Yer yerinden oynasın Karahisar bağları Bastı kara kiraz Çok hoşum gidiyor Güzelin nazı. Eğlenceli bir yolculuk, doğa tüm bakirliğinde. Toprak, su, hava, var oluşun yapı taşları. Var olmak yaşama dair her şey hayatın derinliklerinde, özünde saklı. Orman elvan çiçeklerini serpiştirmiş her bir yanına yeşilin bin bir tonuna, gökyüzünün sessiz maviliğinde gökyüzünü dinlemek, kuş sesleriyle aşkı yaşamak, etrafı saran sarı güller sevginin sıcaklığını fısıldıyor adeta. Doğaya ağaç dikerken insanda dikmeli diyen iç sesime olmaz diye karşılık verdim, kollarımı iki yana açıp haykırmak geldi içimden. Onlar değil mi ki bu güzellikler var gücüyle yok eden. Öyle bir dalmışım ki rüyada masal ülkesinde gibiyim. An da kalmak an’ı yaşamak istiyorum, of of bitmesin yolculuk. Giresun’dan çıktık yola, Selam verip sağa sola, Dereli’nin deresinden, Güzellikler yöresinden, Yeşil çamlar arasından, Dur Oğlunda verdik mola. Yerleştik bir masaya, mangallar yanıyor, bekliyoruz. Dikkatimi çekti, mahsun, garip, çekingen ve ürkek halleri. Ağabeyime döndüm, parası yok galiba çağıralım mı dedim. Ah benim bu hallerim! Hayır, dedi ağbeyim. Beğeni mi, acıma mı, merhamet mi, yoksa o an anlamakta zorluk çektiğim kaderim miydi benim gözüme takılan; Şehitlerden, eğribelden, Yaylalardan esen yelden, Tamzara denen güzelden Karahisar’a gider misin? Yola beş minibüs çıkacaktık. İkisi geride kaldı, gelmeyen yolcuları beklemişler. Yetmişli yılların sonları. Acımasız ,hırçın gençliğin siyasi görüş ayrılığı. Öğretmenlerimin yollarını kesmişler, şiddete maruz bırakıp istifaya zorlanmışlar. Hazan rüzgarları eserken, ürpermesin yürekler sevgisizlikten. Zaman zaman karanlığa baş kaldırmak, huzurun hakim olacağı yarınlara umut bağlamak, memleketin huzurlu kollarında geleceği düşlemek… ‘’Öğretmenin gittiği yer aydınlanacak, uyanacak, cahillikten arınacak. Toplumun düşmanı cehalet, cehaletin düşmanı öğretmendir.’’ Bu sözler Atam boşuna mı söylemiş? Var mı böyle pes etmek. Biz yedi düvele baş kaldırmış bir Ata’nın evlatları değil miyiz? Hani bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum diyen Hz. Ali’yi hiç mi duymamış kalkan eller? Dünyaya diz çöktüren bir ulusun evlatlarıyız. Cehaletle savaşmayı öğretmenler bırakırsa, pes ederse, çağdaş bir devletten ümmet bir devlet yaratılmaz mı? Bugün geldiğimiz noktada taşımalı eğitim adı altında cahilliğe terk edilen, ‘’köylü milletin efendisidir’’ sözü ile Atası tarafından onure edilen köylümüz, çocuklarımız, gençlerimiz... Sizlere ‘’muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızda ki asil kanda mevcuttur’’ dememiş miydi? Pes etmek niye? Yüreğini, bedenini koyacaksın bu vatana, bayrağa. Eğiteceksin, öğreteceksin, geri dönmeyeceksin. Güzel ülkem yüreğimin dinmez sancısı; İnsanları barışıktır, Yurda, bayrağa, vatana, toprağa Aşıktır, örnekte tek ışıktır, Karahisar’a gider misin? Derken geldik , yerleştik otele. Arada bir TÖBDER’e uğruyor birbirimize destek oluyoruz. Stajerlik dosyası hazırlayacakmışız. Birkaç kişi bir araya geldik. Onun dosyası hazırmış ama bana yakın olmak için pembecik bir yalana başvurmuş, yok demiş. Yazıyoruz hep birlikte. Benim aklım dosyada, onun aklı bendeymiş. Bir yıl önceden beni takibe almış. Ben maaşımı alınca yarısını sigaraya yarısını çikolataya yatırıyorum. Deri çizme, çanta, kürk manto, tırnaklar uzun kıpkırmızı, o yılın trendi. Bunu alan yandı demiş, demiş de oldu olanlar. Sigara demişken aklıma bir yaşanmışlığım geldi ona değinmeden geçemeyeceğim. Yanımızda babaanne kalıyordu. Saygıdan onun yanında içmiyoruz. Dışarısı soğuk, odun sobası yakıyoruz. Babaanne yan odada ama arada geliyor, odamız dumanlı olmamalı. Biz nöbetleşe sobanın önüne oturuyor, önündeki küçük kapıdan dumanı içeriye üflüyoruz ama keyif alamıyoruz, birlikte içmeliyiz. Aklıma dahiyane bir fikir geldi, hemen uygulamaya geçtik. Ellerimize birer poşet aldık, dumanı içine üflüyor, dolunca da dışarıya boşaltıyoruz. Çözüm güzel. Yıl sonuna kadar bu şekilde devam etti, eğlenceli de oluyor. Biz bunu çok da sevdik. Yazmaya devam ediyoruz. Akşamları sazlı sözlü eğlencelere katılıyoruz, hep yanıma oturuyor. Ağabeyim beni uyardı. Cevabım: ‘’ yaş tahtaya ayak basmam’’ oldu. Neden mi? ben öğretmenle evlenmem, köy yaşamı bana göre değil, diyordum. Hani ‘’ büyük lokma yut da büyük konuşma’’ demişler ya atalar… Bir ara yalnız kaldık. Parmağımda mavi mine çiçekli yüzük var. Elimi tuttu kelebek mi dedi. Şiddetle eline vurdum, hayır çiçek dedim. Seminerimiz bitti, ağabeyimi yolcu ettim. Küçük bir serçe gibiyim, alıştırılmışım hep birilerine sığınmaya. Gözlerim hüznün damlacıklarını bırakıyor sessiz sessiz, yağmurda ıslanmış kedi yavrusu gibiyim. Yüzümdeki hüznün sebebi yalnızlık. Kapı çalıyor, açıyorum. Her an sarıp sarmalamaya hazır bir can. Gözlerimde hicran, yüreğimde amansız bir sızı. Şaşkın, biçareyim. Sığınılacak bir liman, o kadar şefkatli ki, kafamı omzuna koydu, huşu ile elimi öptü, içime muğlak bıraktı… Zaman geldi köyüme gidiyorum. Aklımda deli düşünceler; yürek sevdi mi, yoksa yalnızlığına yoldaş mı, sığınma içgüdüsü mü, aşk mı, yüreğime eş mi, arkadaş mı, dost mu? Derken köye geldim. Okulu onarıyorlar. Etrafta işçiler. Uykulara keder düştü, gönüller ağlar. Gecelerde yalnızlığıma korku eklendi, yastığımın altına çaresizliğimi koydum, beni nasıl koruyacaksa bir bıçak. Yanımda yatmalarını istediğim öğrenciler gelmiyor. Nedenini sonradan öğreniyorum, saçlarında bit olduğu için utanıyorlarmış. Evde ekmek bitti, komşudan aldım. Hiç bizim ekmeklere benzemiyor, taş ondan yumuşak. Fırın kurusuymuş, yöresel. Damaklarım yara oldu. Sonradan öğrendim, ıslak havluya sarılıp yumuşatılarak yenirmiş. Lojmanın hemen arkası mezarlık, koşullar zorluyor. Gönlüm biçare, kendimce çareler arıyorum. Birden iç sesim buldum buldum diyor Arşimet gibi. Neyi buldu bu yaramaz biliyor musunuz? Köye indim bir eşek buldum, bir de yanıma yoldaş. Valizleri yükledim, ellerde birer sopa köpeklerden korunmak için. Ver elini Uğurca, köyümle arası dört saat. Dörtte neymiş, dere tepe düz, yayla, ova, vadi, sanki asfalt yolda gidiyorum. Kardeşim terhis olmuştu birlikte dönecektik, ilçede beni bekliyordu. Tayin yaptırmak için gidiyordum, gidişim vedasız olsun istemedim. Ona gidişim davetsizdi. Bu kadar karanlığın içinde o, o kadar güzel aydınlıktı. Hoş geldin sol yanım, beyaz güllerden taç yapışsın başına, kudret kalemini çekmişsin kaşına, kandil ışığım olur musun, dedi. Şaşkın bakışlarımın arasında yutkundum, gidiyorum dedim. Aklındaysam unutursun, gönlündeysem unutmazsın dedim ve yola çıktım. Kesin dönmeyecektim geriye. Hani sen planlar yaparken kader arkandan gülermiş ya!…

  • Çiğ Damlası

    2020-06-05 Benim yaptığım plan ve arkamdan gülen kader. Hani demiştim ya aklındaysam unutursun gönlündeysem unutmazsın, gönlündeymişim. Bizimki kısa metrajlı film gibi bir aşk hikayesi kısa ama dikenle gül, güneşle toprak, ateşle su gibi. Bakışları sonsuz kuyu misali o baktıkça içinde ben kayboluyorum, kuyunun dibindeki bir yudum su gibi umuda bağlanıyorum, gülüşler terk ediyor hasreti ağır gözlerde kahır kirpikte damlalar çölde susuz kalmış yürekte kor ateş savaşın ortasında kalmış gibi aşk, bir çiğ damlası tazeliği. Gidişimle bitecekmiş gibi geliyor bakarken kıyamamak mı? Yoksa baktıkça dayanamamak mı? Bu aşk. Aile kararı ya tayin ya istifa gitmeliyim. Köyün çıkışına kadar birlikte yürüdük. Elindeki pilli radyoyu ağacın dalına astı vedalaştık. Yavaş yavaş duyulan bir türkü Yüce dağ başında yanar bir ışkı Düşmüşüm peşine olmuşum aşık A buğday benizli zülfü dolaşık Divitim kalemim yazarım Öyle bir yosmanın gönlü var bende. Dönemedim arkama bakamadım, bu kalbi orda bırakmak istemedim, döner bakarsam onu sevdiğimden emin olamazdım. Acıma duygusu, merhamet olur ve kendi yüreğimden şüphe ederdim, olmazdı. Tepeden aşağıya kardeşimle birlikte iniyoruz hala müziğin sesi geliyor. Yüce dağ başından indiremedim Yönünü yönüme döndüremedim Bir güzelin aklını kandıramadım Divitim kalemim yazarım Öyle bir gavurun gönlü var bende. Ve müziğin sesi duyulmaz oluyor, vadide patika yolda zamana doğru yürüyoruz. Hazan rüzgarı saçımın teline dokunuyor, şimdiden parmağını vuran ayakkabı gibi yüreğim sızlıyor, yokluğu içimde yamalı, yalnızlık sokak lambası gibi gece karanlığı, mecbur sabahlara Eeee aşk yüce aşk. Erosun oklarıyla vurdun, vuruldum ona tutuldum. Yalnızlık çaresizlik değilmiş, son nokta aşkmış işte, onunla doğan bir günmüş zaman, bir gençlik masalı ikimizin arasında gönül bağı. Toplumda yerleşmiş bazı yanlış düşünceler var ya annemde biraz nasiplenmiş işte. Ağabeyim benim yanımdan dönünce beni biraz çekiştirmişler ilgilenen biri var çok düzgün, mert, adam gibi adam ama doğulu demiş, vay ne kıyametler kopmuş tüm doğulular Kürt ilan edilir ya. Kürde kız vermem demiş ve kağıda kaleme sarılmış. Bana gönderilen mektuptan aklımda kalan cümle “Dibi görünmedik kaptan su içilmez“ kor kor alevler yandı içimde. Ben neyin mücadelesini verdim yıllarca, nelere karşı çıktım okul arkadaşlarımla. Söylediğimiz türküler, deniz olup dalga dalga büyüdüğümüz, biz varız hep biriz karşıt değiliz, barışçıl yaşayacağız, onur kırıcı olmayacağız, hangi insan ekmekle onur arasında ekmeği seçer. Bizlerin görevi karşı çıkmak değil bir olmak. Horozlar dünyayı uyandırır, insanları, hayvanları, börtü böceği uyuyanların uyanmasını sağlar, her sabah. Bizlerin de uyanması gerek. Çok kötü günler, en genç zamanlar, bu zalim bu zülüm, sevmek tüm halkı, toplumca sevmeli, bir olmak biz olmak, yakışan bu. Mektubu arabada okuyorum, ağlamak olur mu hiç? Toplum baskısı, bakan sorgulayan gözlere inat bir damla bile bırakmıyorum, içime akıtıyorum isyanımın damlalarını. birazda kardeşimden utanıyorum, kız çocuğu sevdası için ağlar mı hiç? Sevdamın arkasında dimdik duracağım ama olmazlar kağıda sıralanmış bir bir en ağır cümlelerle, hep asi oldum, doğru bildiğimden asla ödün vermedim ama bu başka, benim boyumu çoktan aşıyor. Soru ve cevaplarla bedenim zihnim yoruluyor, dönesim var. Geriye sığınacak, yürek kucaklayacak kollar var ama bende o cesaret nerede? Beni yolcu ettiğinin ertesi gün ilçeye iniyor. Milli Eğitim Müdürüyle görüşüp tayinimi kendi köyüne yaptırıyor, ben mi? Hiçbir şeyden haberim yok. Tabi sonra da ailesini arıyor, adresi veriyor, adresi nereden mi alıyor? Kardeşim Mustafa’dan. Güzel yüreklim, ondan bahsetmeden geçemeyeceğim. Güzel bir aşk hikayesinin orta yerinde bu da ne demeyin çünkü bu aşkın geleceği onun dokunuşlarında hayat bulacak. Kardeşim benden bir yaş küçük, hani hep çocuk gelinlerden bahsedilir ya bu ülkede, çocuk damatlar da var, kaderi büyüklerin elinde olan. Annem tek çocuk, on sekiz yaşında iç güveylik damat alma geleneğiyle evleniyor, dedem de erkek evlat özlemi ve tutkusu soyunun devamı için. “Ülkemin bir başka yarası, sanki zorunluymuş gibi erkek evlat dünyaya gelene kadar kız çocukları evlattan sayılmaz. Tamam, Yeter, Besti adları sıralanır arka arkaya. Sorumlu yine kadın, kumaya bağlanır umutlar. Bu olaya yine kadın müdahale eder.” Annemin ilk bebekleri dünyaya gelir dedelerin adları konur büyükler tarafından. Bir başka esiyor evde rüzgar, her kez çok mutlu. O yıllarda ulaşım eşeklerle yapılıyor, sağlık ocağı yok. Mehmet hastalanıyor ve cennet kuşu oluyor. Bir yıl sonra ben dünyaya geliyorum. Dedem radyoda arkası yarın dinlerken birinin ses tonu ve ismi dikkatini çekiyor ve adımı RÜYAL koyuyor. Dünyaya getirenin evladına isim koyma, onu büyüklerin yanında sevme öpmenin ayıp sayıldığı gelenek ve görenekleri bir türlü aklım almıyor. Kadın neden değersizleştirilir bu kadar? Ben bir yaşına geliyorum ama nüfusa kaydımı yaptıramıyorlar ulaşım nedeniyle. Akraba ve komşular adımı söylemekte zorluk çekiyorlar. Bir gün cami hocası dedemi ziyarete geliyor ve ismimle ilgili sohbet edilirken, hocamızın gençlik sevdası aklına geliyor. Sevdiğine ailesi karşı çıkıyor ve akrabasıyla evlendiriyorlar. Sekiz kızı oluyor, birine bile ismini koymaya müsaade etmiyor eşi. Anneannem Kıymet, dedem Hikmet, hocamız da Nebahat, kağıtlara yazılıyor ve çimenlerin üzerine bırakılıyor bende emekleyerek gidip tombalayı çekmişim. Hoca efendi sevincinden dut ağacına sincap gibi tırmanmış, zaman zaman düşünürüm böyle bir aşkın enerjisi ismimle birlikte benim yüreğime sevgi çağlayanı olarak mı yerleşti? Bir yıl sonra kardeşim Mustafa dünyaya geliyor. Biz merkeze taşınıyoruz, kardeşim dedemde kalıyor. İlkokulu bitiriyor ve dedem oğlumun mürüvvetini göreceğim diye tutturuyor. Annemin engellemeleriyle on dört yaşına kadar bekliyor ve nişanlıyorlar dışarda oyun oynarken. On altı yaşında evleniyor, üç erkek evladı oluyor, askere gidiyor. Askerlik bitince de benim yanıma geliyor, birlikte dönüyoruz memlekete. Bu arada kardeşim rahatsızlanıyor, kan kanseri. Yanıma geldiğinde hastalığın başlangıcıymış, üç yıl süren zorlu bir tedavi süreci, yirmi altı yaşında on yıllık evlilik üç evlat ve ömrünün baharında hayata veda. Emanetler bizde, onlar tabi ki evlatlarımız, öyle özenle büyütüldüler. Ülkemin dinmeyen kanayan kangren olmuş yaraları ve yitip giden hayatlar. Niğde’ye geldiğimin üçüncü günü sabah erkenden zil çaldı, o kadar hastayım ki kalkacak dermanım yok. Üzerimde kloş pazen bir etek fermuarını açmışım bir ucu yerde diğer ucu dizimde, ayağımda babamın çorabı, saçlarım darma dağınık, kapıyı açıyorum karşımda tanımadığım iki kişi, şaşkın bakışlarımın arasında; -Ben arkadaşının babası buda kız kardeşi dedi, dedi de. Bende beyin fırtınası yapıyorum hiç aklıma gelmedi. Tabi ki kız arkadaş düşünüyorum. O yıllarda şimdiki gibi değil erkek arkadaş olmaz, ailede toplumda asla kabul görmez. Ben düşünürken -Öğretmen arkadaşın Muzaffer, demez mi? Kaskatı kesildim, nefes alamıyorum, ayaklarım titriyor. Hastalığımı unuttum. Anneme ne diyeceğim, o mektup da yazılanlar beynimde şimşek gibi çakmaya başladı, annemin sesi duyuldu. Rüzgarla sevişen yaprak gibi titriyorum.

  • Aşk Treni

    Annemin sesi duyuldu. Misafir kapıda bekletilmez, lütfen içeri buyurun. Tanışma sohbet derken konu bana geldi. Annem gönülsüz ama çok uzaklardan gelmişler, rüzgarlardan bile uzak olur mu şans vermemek. -Gelsin, görelim dedi. Koca bir hayat evlilik iki kişinin gönül, yürek işi sevmek, sevilmek, vicdan, merhamet, saygı bunlar ayrılmaz bir bütün birbirimize emanet ediliyoruz. Hayat trenine iki kişinin bindiğini sanıyorsun gerçek öyle değil. Lisedeki öğretmenimin sözleri aklıma geliyor. “Aileler de evleniyor, seçimlerinizi yaparken önce aileyi tanıyın” demişti. İki kişinin bindiği trenin zamanla vagonlarının birer birer dolduğunu görüyorsun. Önce aile bireyleri, yakın akrabalar, dostlar, arkadaşlar derken birde bakıyorsun Yaradan’ın ödülleri geliyor melekler gibi kanatlarını çırparak. Hoşluklar, mutlu anlar, sevgi yumağı oluyorsun. Bu yolculuk aileleri birbirine kaynaştırıyor, biz yapıyor. Gelenek ve görenekler farklı olsa da orta yol bulunuyor. Tren marşandiz değil çünkü daha ağır yükler konmadı. Zamanla lokomotifleri oluşturarak hayat yolunda ilerleyecek ve vagonlar yavaş yavaş dolmaya, dolduğu gibi de boşalmaya başlayacak. Sanma bindiğin kömürle çalışan kara tren değil günler hiçte yavaş geçmiyor hızlı trenle yolculuk ediyorsun sevdiklerin kompartımandan tek tek inmeye başlayınca hayatın gerçekleriyle yüzleşiyorsun. Evlilik ben diye düşünmeyi bırakıp biz olarak hayata bakabilmektir. Eğer sürdüremiyorsan en önemli nedenlerden biri çiftlerin birbirinin özgürlüğünü engellenmesidir. “İki kuşu birbirine bağlarsak dört kanadı olur ama uçamaz “ demiş MEVLANA Nihayet bir sabah kapı çaldı, beklenen damat adayı geldi. Sabahçı kahvesinde beklemiş. Aşkımın canını sıkmışlar, onlar buranın saygın sevilen köklü ailesi, maddi olanakları da çok çok yüksek, yabancıya da kız vermez demişler. Annem kapıyı açıyor, veeee.... Her annenin gönlünde bir damat profili vardır ya dudak bükmüş. O profile hiç uymamış ki arkamdan kuvvetli bir yumruk sırtıma indi. -Bu çirkini nereden buldun, dedi. -Yaaa, güzel demişim. O, benim gönül gözümle gördüğüm iç güzelliğini sonradan gördü ve çok sevdi, şimdi sevmesin. Annem şakayı çok seven, dünya tatlısıydı. Şaka ama biraz da umut ediyor, vazgeçip gider diye şakanın dozunu artırıyor. Kahvaltı hazırlandı, aşkım kahvede söylenenlerden etkilenmiş ürkek, çekingen masanın en ucuna oturmuş, annemin eline fırsat geçiyor durur mu hiç? -Misafirin akıllısı ortaya oturur dedi. Ah canım hiç ses çıkarmadı. Kahvaltı sonrası kardeşim ona lavaboyu gösterdi, traş olmak istemiş. Annem ataklarda; -Ne kadar uğraşırsan uğraş güzelleşemezsin demiş. Annem umut eder, aşkım sabreder. Eş seçerken güçlü olduğuna değil, sizin için ne kadar mücadele edeceğine bakmak lazım. Mücadele, sevgi olduğu sürece devam eder. Akşam aile büyüklerimiz geldi, birbirlerini seviyorlar karar onların demişler. Demişler de annem evlenmeden aynı köye göndermem diye itiraz ediyor. Orta yol bulunuyor, yüzükler takılıyor. Sabah erkenden dini nikahımız oluyor düğün ve nikah için gün alınıyor, zaman yok aile ve akrabalar gelemiyorlar. Bir sorun var aşkım, babam pantolon giyinmeni istemiyor diyor. Yasaklar beni korkutuyor, hemen şimdi bu sorunu çözmeliyim. Sevda küçük kardeş, Kilis öğretmen okulunda okuyor. Ona pantolon giydiriyorum, kızına ses çıkarmıyorsa bana da çıkarmaz diyorum ve sonuç mükemmel. Ama aklımda deli sorular, aileden kimseyi tanımıyorum ve koca bir ömür geçireceğim, her şey çok hızlı gelişiyor. Cezamı ödül mü, daha tanışalı yirmi gün oldu. Evleniyorum, muhteşem bir düğün oldu. Okul arkadaşlarım, akrabalar, biz çok mutluyuz. Nikahımız salonda aynı anda kıyıldı ve yüzükler sağ parmaktan çıkartılıp sol elin yüzük parmağına takıldı, neden sol parmak? Parmaklar arasında sadece sol yüzük parmaktan çıkan bir damar direk kalbe ulaşırmış onun için. Taktım ve tam kırk bir yıl oldu. Aşk, evliliğin şafağıdır. Ben seni, sen beni kucaklamaya ve bu sonbahar aşkı için kayıtsız bir sarhoşluğa, bir yürek olmaya hazırız. Yaşlı çifte sorarlar: -Tam 41 yıl…..Bunca sene, nasıl evli kaldınız? Yaşlı çift cevap verir: -Bizim doğduğumuz zamanlarda bir şey kırıldığında tamir edilirdi çöpe atılmazdı …..o yüzden! Ailemin sürprizi yurt içinde balayı, Evliliğin en önemli günleri “bal“ ve “ay“ kelimeleri ile evliliğin bal gibi tatlı geçen ilk ayı olarak aklımıza gelir. Tarih de balayının evlilik sonrası ilk ayda yapılan tatil olarak bilinmesi de 18.yüzyılın sonlarıdır. İlk balayı, Babilliler ve o zamanki Avrupa ülkelerinde geçiyor. Evlilik merasimi öncesinde ve sonrasında otuz gün boyunca, içine bal karıştırılmış “bal likörü“ diye isimlendirilen şarap içme adeti varmış. Hun İmparatoru Atilla’nın evlilik töreni sırasında içtiği de söylenir. İskandinav kültüründe bambaşka bir versiyonu kullanılmakta. Kız kaçırma adetinden bahsedilir. Kaçırılan gelin, ailesi takibi bırakana ya da gelin, hamile kalana kadar “kaçma” ya da “saklanma” anlamında kullanılır. Günümüzde “en tatlı anlar” dünyanın her yerinde bu duyguları uyandırıyor, keyifle hatırlanmalıdır. Anadolu’da meyve, kuru yemiş, tatlı tabakları, üzüm turşusu (şarap gibi), bal ve pekmez şerbeti bırakılır yeni evlenen çiftlerin odasına. Odaya girmeden önce damadın sol elinin parmakları bala batırılır, kapının üzerindeki duvara sürülür. Bir ömür evlilikleri bal tadında olsun diye. Ülkemizin tarihinde kaliteli bal şerbetleri saray ve zengin sofralarda yer almaktadır. Yolculuk başladı, ilk durak Ankara. Evet, Atamı ziyaret. 29 Ekim Cumhuriyet bayramı ve Kurban bayramı birbirini takip ediyordu. Bundan yararlanarak balayı günlerimizin sonunda yeni ailemi tanımak istedim. Önce Zonguldak, büyük abla ziyaret edildi. İnanmadı evli olduğumuza, aynı odayı paylaşmamıza izin vermiyor. Acıtan sancıtan bakışlar altında evlenme cüzdanıyla sorun çözüldü. Kurucaşile yolundayız, ilk gidiyorum. Önce Bartın’a uğradık, hayalini kurduğum tel kırma sanatının tarihi dokusunu vitrinlerde seyretmeye doyamadım. Ve tekrar yola koyulduk, aman tanrım bu nasıl bir yol? Bir yanımız deniz, uçurum, diğer yanımız dağ, orman. Yol yol değil ki taş kaya. Karşıdan gelen araçlara yol vermezsen geçemezsin. O kadar dar ve tehlikeli, korku tüneline girmiş de çıkmak için can atıyorum sanki. Diğer yanım denizin oynak bir maviye bürünüşünün gizeminde, ormanın neşeli ve şamatalı sesi büyülüyor beni minibüste. Sevdiğimin beline sımsıkı sarılmış, rüya mı hayal mi? Zaman zaman göz kapaklarımı aralıyorum, doğa tutkunuyum. Öylesine alışmış ki benim dışımdaki yolcular, ben sarı sancılarda. Kaptan’ın sesiyle kendime geldim. Mola zamanıymış. Pınarbaşı, billur gibi dağdan gelen suyun rengi, tadı doyumsuz bir aşk gibi, yudum yudum ferahlatıyor içini. Yanında hışımla inen bir maviliğin sesi ruhları okşuyor, saatlerce altında gözleri kapalı durasın geliyor. Bedenindeki heyecanın yangınını söndürmek için en ideal yer diye deli düşüncelere kapılıyorum. Çayımı yudumlarken kaptanın sesiyle kendime geliyorum yola devam ama ben daha çiçek toplayacaktım, şakacı sonbahar çiçeklerinden taç örecektim sevdalı başıma. Daha korkunç bir hal ala ala yola koyulduk. Beklentim var, daha güzel bir yerde mola için hayaller kurmaya başladı bile deli divane gönlüm. Güneşin parlak ışıkları mavilikle dans ediyor. Bir oyuncak gemi yapıp şiir dolu sayfalardan alıp onu ufukta kaybolasım var. Yelkovan akrep öpüştüğü yerde dursun, korku aşka yenilsin. Kışa hazırlanan hazan yapraklarının biraz bronz, biraz alev kırmızısı, düşmüşken yeşilliklerin arasına, işte sonbahar işte sevda işte biraz korku mavi ıslaklığın uçurumunda. Rüyayla gerçeğin arasında hep aşkın tarafında, çok sevmek, yormadan sevmek, sebepsizce sevmek bir kelebek kanadından hafif, örümcek ağından zarif, soğan zarından şeffaf yüreğim aşk için çarparken, ılık nemli bir buğu yüzümü yalıyor. Yeni ailem beni nasıl karşılayacak, içimin gülen yüzü ellerimden tutuyor, gözlerinin derinliğinde tüm kaygılarım bir güvercin güzelliğinde, uçsuz bucaksız maviliklerde yol alıyor. Gülüşüyle güneşi yakanım, feda ediyorum yüreğimi, yüreğine emanet ediyorum. İçimdeki çocuk çılgınlıklar peşinde, dallardan sarkan sarmaşıklar ağaçların gövdelerini öyle bir sarmış ki, aşkın mührünü vururcasına sonbahar yaprakları halay çekiyor, kıpır kıpır kelebekler bir günlük ömrüne inat sevdasının peşinde koşuyor, karınca börtü böcek doğaya toprağa sarılmış. Toprak güneşle cilveleşirken, rüzgarın saydam kanatlarına biniyor. Dağların zirvesindeki bulutlar gibi bir orman, bir deniz, taşlı topraklı yollarda zamana gidiyorum. Yorulmak yok. Yüreğim koş sporcu gibi, güneşi, yıldızları, mavilikleri, umutları, aşkı, sevdayı önüne kat ve koş. Kimi göz ucuyla sever, kimi ben gibi yüreği ile. Hayatı yaşamayı, kendimi ve gözleri gülen adamı sevdiğim gibi. Avcumun içine zamanı koyuyorum, sıkıca hapsediyorum. Anı anda yaşamak istiyorum. Derken Kurucaşile’ye geldik, muhteşem bir karşılama, ailemin ışığı beni bu yolda doğru adım attığıma inandırdı, şiir gibi bir aile. AŞK EN ÇOK BANA YAKIŞTI Bir denizin yakınında yürümek gibidir, Tuzuna değil sadece, mavisine giriyorum denizin. Aşk en çok bana yakıştı. Aşkın yanında tarifsiz sevda sarhoş Aşk en çok bana, sevdaysa ona yakıştı. Küçük kum saati, tanelerini hapsetmişse bir bölümüne, demir alma zamanı gelmiştir artık bu limandan. Ay, yıldız ziyan olmuş, genzimizde göl gözyaşları. Göğsümün sol yarısıyla, yaşayacağımız güzel günlerimizin hayalini kurarak köyümüzün yolundayız. Köyün girişinde okul, köy tepeye kurulmuş. Ulaşmak için hayli tırmanmak lazım. O yörede öğretmen olmak çok zor ve riskli. Halkın uyanmasını istemeyen guruplar okul duvarlarına yazılar yazıyor, gece baskınları, yol kesmeler, tehditler ve eğitim şehitlerimiz. Seksenli yılların başları acılara, zulümlere gebe. Işıklarda uyusunlar, yıldızlar yoldaşları olsun.

  • Zor Yıllar

    Zorlu köy şartları, terör kendini hissettiriyor. Üstelik yeni evliyiz, birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Kapıldık gidiyoruz yani bahtımızın rüzgârına… Köy güzel ama ilçeye çok uzak. Biz köy halkını onlar da bizi sevdiler. Sık sık evlerine davet ediyorlar, gönülleri çok bol ama maddi olanakları kısıtlı, ürettiklerini tüketiyorlar. Artık ekmeği nemli beze sarıp yumuşatmayı öğrendik. Ev davetlerinde yer sofrası kuruyorlar tereyağı bal ve madımak çorbası. Mönü her evde aynı, asla değişmiyor. Annemin anlattığı bir yaşanmışlık geliyor aklıma: İmamların çok az olduğu yıllarda, İmisili adında bir köye ramazan süresince bir imam geliyor. Köyde imamın iftar ve savur yemeklerini sırayla karşılamaya başlıyor. İlk gün köy muhtarı ağırlıyor ve imamın en çok sevdiği yemeği ikram ediyor. Köy halkı da muhtardan öğrendiği imamın en çok sevdiği yemeği ikram ediyor. Nihayet ramazan bitiyor. İmam geri gidecek. Son bir defa daha camide minbere çıkıyor ve bu maniyi söylüyor. “İmisili'ye imam durdum / yenice belamı budum / otuz günde atmış kabak yenir mi? / ya resul Allah.” Madımak çorbası alışık olmadığımız bir tat. Eşim asla yemiyor. Ev sahiplerine ayıp olmasın diye eşimden öneri geldi. Ben çorbayı içiyorum o da tereyağı ve balı yiyor. Birkaç gün idare ettim ama İmisili'nin hocası kadar dayanamadım. Eşime tatlı (!) bir dille anlattım, sorunu çözdüm. Lojman ve okul köye çok uzak, yolu da yok. İlçeyle gerekli görüşmeler yapıldı. Malzemeler hazırlandı. Köy halkının yardımına ihtiyacımız var. Muhtar ve imamın yardımıyla imece usulü yolu yapmaya başladık. Taş taşıyorum. Sesi güzel öğrencilerim türküler söylüyor. Ben de tepsiyle ritim tutuyorum. Yolun yapımını yarıladık. Bir gün uzaklardan bir atlı göründü ve tüm köy halkı atlının peşine takılıp gitti. Ben birkaç öğrenci ve eşim kala kaldık öylece. Sonradan öğreniyoruz, gelen orman memuruymuş. Aklıma o söz geliyor “Az daha okusaydın da orman memuru olsaydın” demek ki böyle durumlar için söylenmiş bu söz. Ahh ülkem ahh bu çıkar, bencillik, menfaat peşinde koşmak ve ülkenin geldiği son nokta günümüzde yaşananlar… Her akşam, mora çalar gökyüzü, her gecenin siyahında duygular yaman olur. Gün umuda ağarır işte sonbahar, işte hazan. Her gün rüya ile gerçek arasında. Erken oluyor akşamlar. Gaz lambası ışığıyla aydınlanırken, gün ışığıyla yaşamaya çalışıyoruz. Erken oluyor sabahlar, horoz sesleriyle uyanıyoruz. Şakalaşan çocukların bakışları arasında sanki cennetten çiçek topluyorum. Hepsini ayrı ayrı kokluyorum. Küçücük yürekler ve o masum yüzleri sevginin coşkusuyla kucaklıyorum. Kim çocuk eğitmeyi hedefliyorsa, çocuklaşmayı da göze almalı. Yerini seven çiçeğin coşkusu gibi olmalı. Heyecanlı, mutlu, rengârenk, saf ve temiz duygularla, çocukça. İki altı yaş arasındaki çocuğun eline bir gül verirseniz, annesine götürür. Yedi on dört arası öğretmenine, on beş otuz beş arası sevgilisine ve eşine verir. Sonrası mı? Kendine saklar. Ondandır çocukları çok sevmem. Çocukta has rahatlık, renklilik, saf ve tertemiz duygular vardır. Beklentisiz sever, ana gibi. Çocuk ruhu her daim mutlu, gülen gözlerler de ışıltı, masumiyet vardır. Büyüklerde öfke vardır, hırs vardır, geçmişin sorunlarının izleri vardır, tabi birde geleceğe dair kaygılar. Sevebilmek yetenek ister. Kişi ancak çocukluk yıllarında sevildiği kadar sevebilir. Lojmanımızın muhteşem bir bahçesi var. Hafta sonlarını orada ve köyü gezerek geçiriyoruz. Orası benim düş bahçem. Sonbaharın sisli, duman gibi hisleri vardır, kap kara bir buluta dönüşen. Böyle renk cümbüşü başka zamanlarda yoktur. Uçuşan yaprakların, bronz kızıllığı, sarının her tonu. Güneşin doğuşu ve batışındaki tanrının sihirli fırçasıyla yapılmış bu tabloyu, seksenlerin şarkıları eşliğinde izliyorum. Aynı şarkıyı defalarca başa sarıp dinliyorum. Artık kiraz ve şeftali yerini çoktan nar ve alıca bıraktı. Alıç ağaçlarının görüntüsü, benim gibi bir hayalperest için, ruhumun derinliklerinde ki çılgınlığı ortaya çıkarmak için yetiyor. Boncuk ağacı gibi, ama seyretmek yetmiyor. Kırmızı, turuncu, sarı renkler dallarda kalmamalı diyorum. İğneye ipliği geçirip ve bu renk cümbüşünden kolye, bileklikler yapıp takıyorum. Görüntüsü kadar tadı da beni benden alıyor. Düş bahçemde gece güne dönerken, kendini düşlerde hissediyorsun, gözlerin dalıyor uzaklara. Rüzgârın ıslığı kavak ağacının dalları arasında bir şarkının melodisini mırıldanırcasına, bazen de şiddetini artırarak yaprakları önüne katıyor gökyüzüne savuruyor. Rüzgârın gücünün karşısında yaprağın çaresizliği; Ömer Bedrettin Uşaklı’nın hicaz makamında bestelediği “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısı gibi... Bir aşka boynumu eğdim dercesine, sallanan yaprak ve dallar gözüme takılıyor. Yaşar Kemal’in dediği gibi “insanın düşleri öldüğü gün ölür”. Düş kurdukça yaşıyorum. Gönlümü rüzgârın sihirli kollarına bırakıyorum. Bir buluttan diğerine atlıyorum. Çocuklar gibi bulutlarla cilveleşiyor, şakalaşıyorum. İçimdeki deli kan harekete geçiyor. Gri bulut kümesinin altında buluyorum kendimi. Cennet davetiyesi gibi, saçlarımdan akan, kuşların kanadına çarpan, ağaçların yapraklarında yaşayan, yağmur damlaları. Toprağın yağmur sonrasındaki o kokuyu uzun uzun içime çekiyorum. Çocukluğuma gidiyorum. Gözlerim buğulanıyor. Kalbim yangın yeri. Sarılmadan, kalp atışını duymadan, ellerinin sıcaklığını hissetmeden. Kokusunu arıyorum uzaklardaki en sevdiğimin. Saksılara çiçek, yüreğime sevgi ektim. Hanım eli, iğde, ıhlamur, yasemin ve hatta lütfen melisada olmalı. Ama bunlar baharın kokusu. Aşk gibi acı acı kokan, görüntüsü ile çocukluğumun on Kasımlarını hatırlatan kasım patları. İşte onları seyre dalıyorum. Beş çayının tadı akşam kahvesindeki muhabbet sırasında omuzuma usulcacık bırakılan hırka. Birde deniz olsa diye sesli düşünüyorum… Gözlerime bak diyen sevgi yüklü sesle kendime geliyorum. Gecenin kör karanlığında yazamadığım şiirlerimi ve okuyamadığım kitaplarımı raflara diziyorum, zamana bırakıyorum. Hayat bir tören alayı resmigeçidi gibi geçer durur gözümün önünden. Kendime söz veriyorum. Huzurlu, ferah, neşe ve anıları biriktireceğim hayat heybemde. Her ay ilçeye toplantıya çağrılıyoruz. Zor koşullarda, çoğunlukla traktör çamurluğunun üstünde bazende yürüyerek. Sonbahar yağmurları toprağı iyice kayganlaştırmış, heyelanlar oluşmuş, dereler taşmış, yolumuz üzerinde çağlayanlar oluşmuş. Tekerlekler suların karnını yararak ilerliyor. Yüksek bir tepedeyiz. Birden traktör tepeden vadiye doğru coşkuyla akan suyun yatağına kaymaya başlıyor. Saniye saniye ölüme sürükleniyoruz. Ben tepeden tarafta oturuyorum. Atlasam kurtulurum, en fazla çamura saplanırım. Ama ömrüne ömrümü kattığım kurtulamaz ki. İç sesim yüreğime olmaz olmaz diye haykırıyor. Sıkıca sarılıyorum beline. Gözlerimi kapatıyorum. O yörenin insanları bunlara çok alışıklarmış ki direksiyonu serbest bıraktı ve dere yatağına yakın yere kadar sürüklendik. O ince çizgi ölümle sevgi arasında yaptığın seçim. Hayatına yeni dahil ettiğin biri için kendinden, hayatından, canından vaz geçmek. Buna sevginin gücü diyorum. Geceyi ilçede geçiriyoruz. Gün ağarırken dönüş yolundayız. Tepeler aşıyoruz, akarsulardan el ele geçiyoruz. Öğleye doğru yağmur çiselemeye başlıyor ve giderek hızını artırıyor. Ellerimizde sopalar iki adım atıyor ayağımıza yapışan çamurları sıyırıyoruz. Kavak yelleri esiyor başımızda. Ağlanacak halimize gülüyoruz. Zaman zaman dereler taşıyor sele kapılma endişesi taşıyoruz. Zor anlar yaşıyoruz hem de çok zor. Terörden ve köpeklerden de korkuyoruz. Bu mücadeleli yolda çizmemin topuklarını çamurda bırakarak ağır aksak ilerliyoruz. Sonbahara yılın son sevgi dolu gülümsemesi diye bakmaya çalışıyoruz. Ama hazan hüzün mevsimi. Sabahın ilk ışıklarıyla yakın köyden gelen haberle yüreklere kor ateşler düşürüyor. Daha dün yol ayrımında vedalaştığımız arkadaşlarımızın yolunu, bir gurup kesmiş ve şehit etmiş. Derinden yaralıyor inançlarım, düşlerim, hayallerim… Nedir bu acımasızlık, onların suçu bu ülkeyi aydınlık yarınlara taşıma çabası mı? Kim öğretti bize bu kadar sevgisizliği, yok etmeyi... TÜM EĞİTİM ŞEHİTLERİMİZİN ANISINA...

  • ÇIĞLIK

    Ayak tabanına gri çakıl taşları dokunuyor. , İyot kokusuyla, yeşil ipeksi yosunların, şeffaf deniz analarının eşlik ettiği su içini okşuyor... Yürüdükçe sanki aynı ayak izlerine basarak düne, geçmişe dönüyor. Mavi bir rüya. Huzur veren sonsuzluk, sakinleştiren, akıl dinlendiren coşkulu bir iç erinciyle birden fazla mutluluk. Uzun uğraşlardan sonra bir çatının bacasına yaptıkları yuvada mutluydular. Dört ay sonra dişi martı yuvaya üç kahverengi, üstün de koyu kahve sık benekli üç yumurta bırakır. Erkek ve dişi martı kuluçka dönemini paylaşırlar. Cırtlak sesleriyle etrafı rahatsız ederek tehlikelere karşı, yumurtalarını ve yuvalarını korurlar. Gün doğuşunun yumuşak ışığının yol yol serpintileri görülürken, işte o an gelmişti. Yuvaya yumurtaları koyduklarının yirmi altıncı günüydü. Üzerileri grimsi hav tüylerle kaplı ikisi dişi biri erkek üç yavru, yumurtaları kırarak yaşama merhaba dediler. Anne martı gururlu ve heyecanlıydı, ilk defa anne oluyordu, kaygılı gözlerle eşine baktı. Baba martı, eşine şefkat, minnet ve sevgiyle bakarken, kanatlarını çırparak sonsuzluğa uçtu. Anneyi bir korku sardı, terk edilmenin korkusuydu bu. Birden hatırladı, hayatları boyunca tek eşle beraber olurlardı. Bunlar tek eşli kuşlardı kumru kuşları gibi. Dişi kuş bunları düşünürken, kanat sesleri duydu, maviliklerde süzülüp gelen babanın ağzında kocaman bir balık vardı, annenin gözleri sevgiyle parladı. Yavruları birlikte beslediler. Artık aradan dört hafta geçmişti, yavrular büyümeye başlamışlardı ve uçmaları gerekiyordu. Genç martı civcivleri, bağımsız yaşam için ihtiyaç duydukları tüm becerileri öğrenecekleri sürülerinde yaşama vakti gelmişti. Bu sürülerde birkaç erkek martı tarafından izleneceklerdi. Anne ve baba martı yavrularını yanlarına çağırdılar, Yavrularım sizler artık büyüdünüz, bizlerin arasında düzeni sağlamak için bir iletişim sistemimiz var. Çeşitli sesler ve kanat çırpışlarıyla birbirimizi uyarırız, yırtıcıları uzak tutmak için iyi çalışan çok güçlü toplumsal yapıya sahibiz. Eğer bir avcıyı gizlice görürsek, birimizin çığlığı yeter. Onu uzaklaştırmak için yüzlercemiz bu ses ve kanat çırpışımızla bir araya geliriz. Güçlü vücudumuz, uzun gagamız ve perdeli ayaklarımızla, karada, havada ve denizde yaşarız. İnsanların artıkları, et yada otla besleniriz. Yavrularım bu anlattıklarım sadece ön bir bilgiydi, sizler yaparak yaşayarak öğreneceksiniz. Genç civcivler heyecanlıydılar ,çığlık atıp kanat çırptılar. Kalın bir sis, kilitli ses, kayıp bir ruh, zaman askıda. Bir tül gibi dağılan sislerin içinden, yırtıcı bir çığlık. Tanrıların elinden güç almak istercesine, özgürlüğe kanat çırpan genç erkek civciv, beyaz kanat, kartalın pençesinde, pamuk yığını gibi sonsuzluk da yükseliyor. Annenin çığlığıyla tüm martılar çığlık çığlık kanat çırparken, kartal neye uğradığını bilmez bir halde pençesindeki genç martıyı bırakarak orayı terk eder. Körfezin yumuşak meltemi, mevsim sonbahar, yapraklar dökülmüş, herkes denizi terk etmiş, çiçekler boynunu bükmüş, saksılar kuru, etrafta derin bir ıssızlık ve terk edilmişlik, geleceği elinden alınmış bir yoksulluk gibi. Sonbaharın hala cömert renkleri etrafta. Geç kalmış bir kış. İskeleye tünemiş siyahın asilliği ve beyazın zarifliği ile sonsuz maviliklerin iki güzel dostu, siyah ve beyazın kardeşliği. Tatlı, şaşkın bakışlarıyla dişi civciv martı, annesine seslendi. -Anneciğim bu kuşlar bize benzemiyor. -Anne martı gülümsedi. Onlar bizlerin arkadaşı, dostu bu maviliklerde kardeşçe yaşarız. Zaman zaman denizde yakaladıkları balıkları onlardan alırız, onlara karabatak denir denize dalar ve balık avlarlar. Derin bir nefes aldı genç civciv martı, kardeşinin olayından sonra çok tedirgindi. Bulutlar firuze maviliğinde, deniz mavi bir atlas yorgan gibi sakin ve dingin, maviliklerin beyaz çığlığı, denizlerin sahipsiz çocukları, balıkçı teknelerinin özel ve gönüllü takipçileri, iç sıkıntısı gibi çığlık çığlık. Gemilerin arkasına takılmış açık denizlere kanat çırpıyorlar. Gemide ki çocuk sabah kahvaltısı simidini onlarla paylaşırken, simit parçacıklarını kapa bilmek için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Çocuğun gözleri buğulandı, keşke çok simit alsaydım diye düşündü. Dev dalgalar, yırtıcı rüzgarla boğuşurken, denizin kuşları özgürlüğe kanat çırpar. İklimler değişir köpük köpük mavinin üzerinde. Küçük çocuk martılar bir sağa bir sola sallanırlar rüzgar ve soğuğa aldırmadan. Bunları seyrederken çocukluğuna bir yolculuk yaptırır en derin anılarda buluşturur seni, leğenin içinde yüzdürmeye çalıştığın, ellerinle yaptığın kağıt kayıklar hatırlarsın ve dudağının kenarında bir tebessüm belirir. Çocuk olmanın tadını çıkarıyorlardı doyasıya, dört yıl sonra yetişkin birer martı olacak ve onlarda anne, baba olacaklar. Gün batımı, cömert renkleri, mavisi kararmaya yüz tutmuş, akşam denizinde dolunayın gümüş rengi bir gündüz aydınlığıyla birbirinin içinde eriyen, yumuşak renkleri ve tonlarını gözlerken yok olanları hemen fark edersin, çığlıklar susar zamanla yarışarak sessizliğe gömülür. Günün yorgunluğu küçük bedenlerini anne ve babasının yanına yosunların arasına bırakır ve uykuya dalar. Küçük martı, çok yorgun ve halsizdir, hiç iştahı yok ve çok mutsuzdur. Uçmak istemesine rağmen kanatları güçsüz, anne ve baba martılar bu duruma çok üzülürler, çok zeki kuşlardır bunlar. Birden akıllarına geçen yıl kaybettikleri arkadaşları gelir, oda aynı olmuştu. İnsanların attıkları plastik parçalarından yutmuş ve vücutları bu plastikleri sindirmeye elverişli olmadığı için sürekli tokluk hissederek açlıktan ölmüştü. Anne çığlık atarak yardım çağırdı. Sahilde yürüyüşe çıkan bir veteriner bu çığlıklara ve baygın yatan çocuk martıya kayıtsız kalamadı. Hemen onu alıp götürdü ve midesindeki plastikleri çıkarttı, sonra getirip maviliklere bıraktı. Tutkuyla, istekle, özgürlük sevdalısı kardeşleriyle birlikte önlerinde on yada on beş yıl daha dikkatli olarak yaşayacaklardı.

  • DOLUNAY

    Baş döndürücü bir akşam karanlığı denize yansıyan gürbüz bir dolunay kırık bir keman gibi durmadan kabaran dalgalar Ay gümüşten sarıya dönerken ne zaman sevsem başım döner bir limon ağacı çiçek açar, çiçek açar içimde zakkumlar gece sarmaşığı gibi yalnızlık sarar dört bir yanım ömür yolunu koşarak geçerken sevmek , bulanık denize dalmak gibi Umutlar gizli duraklarda kederli yokuşlarda çıkmaz sokaklarda gece gün ışığına bırakırken yerini çocuk haylazlığım dünyayı kırpar yıldız yapar maviye boyar gökyüzünü.

bottom of page