top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Sonbahar

    Ayrılık mevsimidir bu aylar… Yazlıkçılar döndüler… Kırlangıçlar Nil deltasına gitti… Bu aylarda renk çiçekten ayrılır… Güneş kumdan… Menekşe kırmızıdan… Bahçeler çocuk seslerinden… Salkım asmadan… Yaprak dalından… Bir boş salıncak, rüzgarla terasta sallanır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Her sene bu aylarda ben “ayrılık” yazımı yazarım… Her cümlenin sonuna noktalar, artı iki damla… Hüzün günleridir… Yaş gözden ayrılır… ★ Küçük köpek kaç gündür arkadaşı çocuğu arıyor kumsalda… Arada bir koşuyor kendi kendine… Koşunca arkadaşı gelecek sanıyor… Nereden bilsin… Bu mevsim ayrılık zamanıdır… ★ Dün gece ilk yağmur yağdı… Çatılarda tıkır tıkır… Küçük gölcükler oluştu sokakta… Kediler saçak altlarına sığındılar… Bu sonbahar yağmurları, sanki doğanın ayrılıklara ağlayışıdır… ★ Yaz aşklarında bu günlerde tenler ayrılır… Ne çok giden olur… Ne çok el sallanır bu mevsimde… O ne çok vedadır… Bu mevsimde ne çok “Beni unutma!..” vardır… ★ Ayrılık mevsimidir bu aylar… Aklında bir hüzzam şarkı… Bir de ayrılıkların sızısı kalır… “Bütün kuşlar vefasız, mevsim artık sonbahar…” BEKİR COŞKUN: 1945-2020 ANISINA SAYGIYLA

  • Eskiden

    Bizler eski Türk filmlerinde ağlayan nesildik. Kimse görmesin diye karanlık sinema salonlarında gözümüzden akan yaşı gizlice silen, mutlu sonlarda yüzü de yüreği de gülenlerdik. Sevginin masumiyetine inananlardık. Galiba biz, sorumlulukları çok fazla olan, masum ve kocaman yürekleri ile hiç büyümeyecek, yüreklerine kötülük uğramayacak, eski zaman çocuklarıydık. Semihat Karadağlı /2015 /İzmir

  • Son İlkbahar

    Gün sona ermeden önce Benim bu arzumu yerine getirmelisin Yalnız bir defa için, Bahar çiçeklerini Beraberce toplamağa gidelim. Senin bahçene İlkbahar ayları Tekrar tekrar gelecekler. Yalnız seninle eğlenmek için Dua ediyorum. .. Günlerim, Boşuna geçip gittiler Onları ihmal ettim. Ansızın bugün İkindi aydınlığında Gözlerimin Seninkilerle buluştukları anda Daha fazla zamanın Olmadığını anladım. Bunun içindir ki Bir hasis gibi Belki de, En son baharımın günlerini Büyük bir sabırsızlıkla Saymaktayım. Ey sevgili! Korkma! Senin çiçekli bahçelerinde Uzun zaman duracak değilim Ve Ne bugünün sonunda Ne de veda anında Ardıma dönüp bakacağım. Onlarda gözyaşı görmeyi bekleyecek Gözlerimi seninkilere çevirip Bakmayacağım Gül sevdiceğim! Tatlı kahkahalarla gül.... Ve sonra Sincabın ardından Onu korkutmak için koş. Kulaklarına Unutulmuş hatıraları Fısıldamayacağım Ve seni Acele yolunda Durdurmayacağım... Rabindranath Tagore; yapıtlarını Bengal dilinde vermiş Hintli şair, yazar, besteci, ressam ve mistik Hindistan’ın önde gelen yaratıcı sanatçılarıdan biri olmuş, Hint kültürünün Batı’ya, Batı Edebiyatının da Hindistan’a tanıtılmasında önemli bir rol oynamış, 1913’te Nobel Edebiyat Ödülü‘nü kazanmıştır. Rabindranath Tagore, Ulu Bilge (Maharişi) Debendranath Tagore’un oğluydu. Şiir yazmaya genç yaşta başladı. 1880’lerdeki bir dizi şarkı kitabının ardından 1890’da daha olgun bir üslubun görüldüğü Manasi’yi yayımladı. En tanınmış şiirlerinden bazılarını içeren bu kitapta, Bengal dilinde daha önce denenmemiş türlerdeki yapıtlarıyla toplumsal ve siyasal konulardaki ilk şiirleri de yer alıyordu. Tagore 1891’de, babasının topraklarını yönetmek için Şileyda ve Seyidpur’a gitti; Şileyda kırlarını ve ileride yapıtlarının temel imgelerinden biri olan Ganj Irmağını çok sevdi. Ayrıca köylüleri yakından tanıma fırsatı buldu; onların geri kalmışlığı ve yoksulluğu sonraki yapıtlarının ana temalarından biri oldu. Basit insanlar ve onların küçük acılarını anlattığı öykülerini sonradan Galpaguççha’da (1912; Bir Demet Öykü) adlı kitapta topladı. Bu arada siyasal ve toplumsal sorunlarla da ilgilendi, ama Hindistan’ın bağımsızlığını hiçbir zaman kendi başına bir amaç olarak görmedi. Bu dönemde yayımladığı yapıtlardan bazıları: Sonar Tari (1893;Altın Tekne), Çitra (1896; Çitra, 1942,l961), Çaitali (1896; Son Hasat), Kalpana (1900; Düşler), Kshanika (1900) ve Naibedya (1901; Adak) ile Lirik oyunları Citrangada (1892) ve Malini’yw (1895). 1902-07 arası Tagore için zor yıllardı; karısını ve iki çocuğunu kaybetti, ama en güzel şiirlerinden bazılarını da bu dönemde yazdı. Ünlü şiir kitabı Gitanjali’nin (1910; Gitanjali-İlahiler, 1941/Gitanjali-Nefesler, 1942) İngilizce çevirisi ona 1913’te Nobel Ödülü’nü kazandırdı. 1915’te kendisine “sir” unvanı verildiyse de, İngilizlerin Hindistan’da giriştiği Amritsar Katliamı’nı protesto etmek için 1919’da unvanı geri verdi. Çok çeşitli alanlarda etkinlik göstermesinin yanısıra Tagore üretken bir yazardı. Yaşamının son 25 yılında 21 kitap yayımladı. Aynı dönemde bir yandan da Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Çin, Japonya, Malaya ve Endonezya’da konferanslar verdi. Şiir ve öyküleri kadar parlak olmamakla birlikte romanlar da yazdı; bunların en tanınmışı Gora‘dır (1907-1910; Gora, 1966, 1992). Tagore bazı yapıtlarının İngilizce çevirilerini kendisi yaptı. Ayrıca yetenekli bir besteciydi. Yetmiş yaşına yaklaşırken resim yapmaya başladı ve yapıtlarıyla Hindistan’ın önde gelen ressamları arasında yer aldı. 1901 ‘de Bolpur yakınlarındaki Şantiniketan’da (Banş Yurdu) Hint ve Batı geleneklerini kaynaştırmayı amaçladığı bir okul kurdu. 1921’de de aynı yerde Visva-Bharati Üniversitesi’ni açtı. Türkçeye Çevrilen Bazı Eserleri: Tagore’un Türkçeye çevrilen çok sayıda yapıtı arasında; Bahçıvan (1938, 1997), Meyva Zamanı (1940), Büyüyen Ay (1941,1958), Avare Kuşlar (1943; 1961), Acıkan Taşlar (1946), Şairin Dini (1999), ilkbahar Devri (1949), Nalaka (1955), Aşka Çağrı (1962, 1995), Milliyetçilik (1999), Öyküler (2000), 101 Şiir (2000) ve Sadhana Yaşamın Kavranışı (2000) sayılabilir.

  • TAŞRADA YAZAR OLMAK

    Benim coğrafyamda ufuklar da yakındır, enginler de… Hayal kurmanıza izin vermez. Burası taşradır, akşam erken iner, erken büyür uykular, erkeninden uyanır, yavaş yaşar ve doğduğunuz koşullardan daha öte bir statüye kolayına eremeden ölürsünüz. Salt siz değil çoğu kez yedi kuşak sülâle… Atası Osmanlı beyliğinde nalbant olup hala nalbant olan çok insan vardır. Bu kural elbet ender de olsa geçmez, yörenin yavaş işleyen saatine ve ihtiyaçlarına göre bir ticarî işe soyunup başaran da çıkar, ender olarak. Onların da çoğu kısa sürede büyük şehirlerden birine kapağı atar. Bu yönüyle baktığınızda herhâlde artık taşralı da sayılmazlar. Burada bir şey olmak mı, hele sanatçı olmak… Güldürmeyin… Çoktandır kendim yazıp kendim okuyordum. Sonunda bir çalışmamla, bir yere(?) başvurmuştum. Hakkımda bir bilgileri yoktu, kadın olarak başvurmama rağmen, yazılarımı da okuyunca, erkek olduğumu takma adla yazdığımı düşünmüşler. Özellikle aşkı tanımlama konusunda bakış açım erkeksiymiş, neyse… Nasıl olduysa beni görüşmeye çağırdılar. Kolay olmayacaktı gitmem, izin, masraf… ama tesadüf aynı gün farklı saatte hipodromda yarışmalarımız vardı, iyi denk geldi, masraftan kurtuldum diye düşündüm, gittim. Bir otele yerleştim. Gece otel odasında uyuyamadım, heyecandan değil. Garip bir bayanla odamı paylaşmak zorunda kaldım, yalnız kalacak yer bulamamıştım, olan yerler de keseme uymamıştı, başa gelen çekilir dedim, artık... Kadının yanında bir torba bira vardı. İçiyor, bitince kutuyu kıvırıp karşımızdaki aynaya atıyor ve durmaksızın, ''Ah Ömer, yaktın beni…'' diye inliyordu. Halimi anlıyorsunuz, dehşet içinde izliyordum. İlerleyen saatlerde, cinsel hayatının her türlü boyutuna kadar uzandı. Anlatmakla yetinmiyordu. Soru sorup cevap bekliyordu, yanıt alamadığında sık sık, uyuma, diyerek ikazda bulunuyordu. Hava aydınlandı ve o hala anlatıyordu. O kadar kötüydüm ki bunalımı atlatmaya çalışana oda arkadaşım, bu Allah'ın bana verdiği en büyük ceza gibi gelmişti. Belli ki Allah hem yarış hem öykülerim hakkında iyi düşünmüyordu. Banyoda, aynadan yansıyan kırmızı bir fonda yeşil ve baygın bakışlarımdan ürktüm. Yetmiyormuş gibi hipodroma vardığımda ansızın bir yağmur indirdi. Kötü bir gün geçiriyordum. Üzerimdeki avcı tipi kalın kaban, kaba saba pantolon, asker botu ve siyah bir bereyle ilerleyen saatlerde ben, acemi bir heykeltıraş elinden çıkmış bir esere benzedim: Çamur deryasında yuvarlanmış bir ayıcık. O halimle otele gittiğimde, görüşmeme, yarım saatten az bir zaman kalmıştı. Eyvah, nasıl yapacaktım? Güçlükle randevu aldığım yayın evine geç kalmak herhalde hiç şık olmayaçaktı, ama bu halde de gidemezdim ya. Yetişebilmek umuduyla resepsiyondan eşyalarımın hala durduğu odanın anahtarını istediğimde, ''Geç kaldınız, eşyanızı alsanız iyi olur, odayı sattık, ” yanıtını aldım. Rica ettim, on dakika, üstümü değişsem... yok, kabul etmediler. Çaresiz o halimle bir taksiye atladım ve gösterişli bir binaya gittim. Yanıma katılan bir görevliyle uzun koridoru adımladım. Girdiğimiz bir kapının ardında, kocaman bir salonda bir sürü şık giyimli bay ve bayan vardı. Açık büfeden bir şeyler atıştırırken kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Beni o salona götüren görevli hakkımdaki her şeyi öğrenebilmek için bir tek silâhını çıkarmadığı kalmıştı, ama kimlik bilgilerim ben olduğumu doğruluyordu. Gene de gönülsüzce beni içeri bırakıp gitti. Salona girdiğimde, bir anda herkesin bakışları bana döndü. Nerdeyse fısıltı sayılabilecek bana çok çirkin gelen bir sesle: ''O yazıları yazan benim, hipodromdan geliyorum da...” dedim. Duydular herhâlde. Beni inceleyen bakışları hiç unutamam; bir hüsran, bir alay, bir küçümseme... Çok havalı bir hanım efendi: ''Bu mu? Onları yazamaz...'' dedi. Hiç hoşlanmadım, bu topuklu ayakkabılarıyla ancak benim boyuma gelen, saçları zaten takma ve botokslu yüzü berbat kadından. Ağzımı açıp , “Sen de kimsin? Haddine mi? Sana dokunmaktan tiksinirim, neme lâzım, her an bir yanın patlar, sonra bir de estetik masrafını istersin…” diyecektim ya bereket bu buluşmayı düzenleyen bey, müdahale etti: “ O benim yazarım. Tavsiyem onu kızdırmayın, dili çok sivridir.” dedi. Bir bey bana soru yöneltti, herhalde halimi de görüp: ''Hanım efendi, bu gün ilimizde hava durumu ne?” ''Siyasi havalarla aynı ve sizin havanızı da dikkate alacak olursak, parçalandı bulutlarım...” diye cevapladım… Beni davet eden bey koluma girip, uzaklaştırdı... Bir ay sonra rövanşa gittiğimde, beni yine tanımadılar. Hem nasıl havalı durdum bir bilseniz, hepsine tepeden baktım, giydiğim topuklu ayakkabılarımla bir seksene ulaştırdığım boyum bunu kolaylıkla başarmama yetti. Gene de yazar olamadan taşrama döndüm. maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • İNSAN KAZANMAK

    İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sorunlarından biri, birlikte uyum içinde çalışabileceği kadroları oluşturmak. Biraz ağırdan almakla birlikte Belediye şirketlerinin müdürleri istifa etti. Daire başkanlarından biri geçmişteki paylaşımlarından ötürü, istifa etmek zorunda kaldı. İmamoğlu, İETT Genel Müdürü ile çalışabileceğini beyan etti ve Belediye’de geçmiş hükümetlerin yaptığının aksine kadrolaşmaya gitmeyeceğini bir kez daha ilan etti. Onun bu uzlaşıcı tutumu partisi içinde itirazlara neden oluyor. Doğru davranış hangisidir? İmamoğlu, geçmiş dönemlerde siyasi tercihleri veya kayırma sonucunda yöneticilik görevlerine getirilmiş olanların işlerine son verip kendi kadrolarlını mı oluşturmalı, yoksa yeni dönemde kendisiyle birlikte çalışmayı kabul edenleri görevinde bırakmalı mı? Bu konuda tek bir formül yoktur. Verilecek kararlarda ihtiyaçlar, çaresizlikler, siyasi dengeler rol oynar. Adam kazanma politikası da devreye girer. FEVZİ ÇAKMAK ÖRNEĞİ Kurtuluş Savaşı yıllarında Fevzi Çakmak’ın Ankara Hükümeti tarafından kabul edilip Milli Müdafaa Vekili yapılması, adam kazanma politikasının en anlamlı örneklerinden biridir. Feyzi Paşa, İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı iken, 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilmiştir. Heyeti Temsiliye Reisi Mutafa Kemal Paşa derhal, Anadolu’nun İstanbul’la bağlantısının kesilmesini emretmiş, Bu büyük kriz anında başvurulacak tek merciinin Heyeti Temsiliye olduğunu ilan etmiştir. Aynı gün (17 Mart) Harbiye Nazırı Feyzi Paşa da orduya yaptığı genelgede İstanbul’un işgal edildiğini bildirerek askeri birliklerden nezaretle yapılacak haberleşmenin açık telgrafla yapılmasını emretmiştir. Çünkü Nezaret İngilizlerin kontrolüne girmiştir. İngilizler Meclisi Mebusanı basıp millici mebusları tutuklamış, Malta’ya sevk etmektedirler. Yurtsever önderlerin birçoğu gizli yollarla Ankara yolunu tutmuşlardır. Bu koşullarda Fevzi Paşa, 19 Mart günü yeni bir emir yayımlayarak İstanbul’un işgalinin Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı olmadığını ileri sürmüş, Kuvayı Milliyeyi “sergerdeler” olarak suçlamıştır. Bununla da kalmayarak Padişah’ın Anadolu’da en yüksek komutanının Bandırma’daki 14. Kolordu Kumandanı Yusuf İzzet Paşa olduğunu, diğer kolordu kumandanlarının emri ondan alacaklarını bildirmiştir. Bu emri Bandırma’ya bir İngiliz torpidosu getirmiş, emir Yusuf İzzet Paşa tarafından da kolordulara bildirilmiştir. Kriz büyümektedir. Nitekim Konya’da 12. Kolordu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay), Yusuf İzzet Paşa’nın emrine girmiştir. (Bu iki komutan zorla Ankara’ya getirtilerek ikna edilecektir.) Fevzi Paşa, orduya “sükûnetinizi muhafaza ediniz” bildirisi yayımlamaya devam etmektedir. Hatta 12 ve 20. Kolordulara İtilaf Devletleri mensuplarına gayet nazik ve konukseverce davranılmasını emretmiştir. İngilizlerin Harbiye Nezaretini denetleyen generalin, “Savaş durumu yaratılması, Türkiye için ağır sonuçlar doğurur” ihtarını eklemeyi ihmal etmemiştir. 2 Nisan’da Salih Paşa Hükümeti, İngilizlerin baskılarına daha fazla dayanamayarak istifa etmiş, üç gün sonra da Damat Ferit Paşa dördüncü defa veziriazam koltuğuna oturtulmuştur. Yeni hükümette Harbiye Nazırı artık Fevzi Paşa değildir. ANKARA YOLUNDA Anadolu’ya geçmekten başka çare bulamayan Fevzi Paşa, 25 Nisan 1920 günü Lefke’de Ali Fuat Paşa’nın karargâhına ulaşmayı başarmıştır. Milli Mücadele Hatıraları kitabında anlattığına göre Ali Fuat Paşa, beklemediği bu ziyaret karşısında yerinden sevinçle fırlamıştır. Fevzi Paşa, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur derler, kavuştuk amma biraz geç oldu” demiştir. Ali Fuat Paşa, Feyzi Paşa’nın geldiğini ve Ankara’ya gitmek istediğini Mustafa Kemal Paşa’ya bildirir. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa’nın geri gönderilmesini ister. Fakat onun bu dar zamanda Kuvayı Milliye Hükümeti için yapacağı hizmetlerin önemli olduğunu anlatan Ali Fuat Paşa’nın ısrarı ile Ankara’ya gönderilmesine izin verir. İki gün sonra (27 Nisan) Fevzi Paşa Ankara’dadır. İstasyonda törenle karşılanır ve doğru Meclis’e götürülerek kürsüye çıkarılır. Fevzi Paşa,“İstanbul’un esaret çevresinden kurtularak Ankara’nın hür havasına girdiğim için hamt ederim. İngilizler bizi birbirimize düşürerek kırdırmak istiyorlar” diye konuşur. Onun gelişi telgrafla bütün yurda duyurulur. Kozan’dan milletvekili yapılır ve 3 Mayıs’ta kurulan ilk Ankara Hükümetinde de Millî Müdafaa Vekili seçilir. Vekiller içinde 118 oyla en yüksek oyu alan dördüncü kişidir. Feyzi Paşa böyle kazanılmıştır. Onun Harbiye Nazırı iken Kuvayı Milliye aleyhindeki tutumu hiçbir zaman yüzüne vurulmamıştır. Nutuk’ta da es geçilmiştir. Herkesin bir kazanılma hikâyesi vardır. İstanbul Belediyesindeki müdürlerin içinde kazanılabilecek olanların bulunması da doğaldır. Bunun yöntemlerinden biri, kendileriyle çalışmaya devam edip uzmanlık ve deneyimlerinden yararlanmak olabilir mi, kim bilir? (12 Ağustos 2019)

  • YALNIZLIĞI KURCALAMAK

    Yalnızlığı kurcalamak yerine onunla dost olmayı öğrenmeliydi insanlar. Şu dünyaya açılan tek pencereden dışarı bakmaya korkanlara pencerenin iki kanadından tutup sonsuzluğu ardına kadar açmak isterdim. Korkmadan bakın ey insanlar !! Sonsuzluk korkulacak bir karanlık değildir. Gün ve gece sonsuzluğu renkleriyle boyarlar. Gözlerinizin ruhunuza aracı olduğunu unutmayın. Yalnızlığı hiç yalnız bırakmamıştı insanlar. Adı yalnız olmasına rağmen kendi başına kalamamıştı. İnsanlar bile fark edememişlerdi yalnızlığın onlara sunulmuş bir dostluk olduğunu. Yıldızlara geceye sessizliğe dalgalara gözyaşlarına hatta ölüme bile yalnızlığı arkadaş etmişlerdi. En iyi dostlarıydı aslında. Kim bilir belki de ab-ı hayattan içmişti yalnızlık. Ah Pera. İsmini bile silip attık lügatimizden. Ne senin isminden ne de sokaklarındaki rugan pabuçların ayak seslerinden eser kaldı. Yaşamın seninle olan bölümüne geç kaldım. Seviyorum bu kenti ben her şeye rağmen. Bir anafor gibi çekiyor içine insanı. Her şeye rağmen de yalnızlık gizli. Kalabalığı sarmalayan da yalnızlık. Sokaklarında homelesslarının yalnızlığıyla benim yalnızlığım arasındaki farka rağmen seviyorum. Doğduğum kenti de severdim her şeye rağmen. Oradaki her şeye rağmen de acılar gizli. Kalabalığa sarılanda acılar. Ve o kentin içinde Pera saklı. Peranın yalnızlığında ise eski yaşanmışlıklar. Yakamozları boğazın sularıyla cilveleştiği o kenti sevmemek mümkün mü? Peri masallarının koynunda uyuyan insanların mağrur kentini.. Kutlu kayanın parçalanması mıydı aynı yerde sabit kalamayışımın nedeni? Ya aynı anda yeryüzünün birçok yerinde olma isteğim. Ya benden önce yaşanmışlıkların sadece kitapların sayfalarında ve insanların sözlerinde kalıp da evrenin boşluğunda kaybolmuş olması. İncitiyor içimi o kahrolasıya yalnızlığın masumiyeti. Güneşin doğduğu yöne doğru uyanmadı insanlar. Ölürlerken de karanlığı dost edindiler. Sonsuzluksa keşfedilmeyi bekledi hep. Eylül 2012, maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Yedi Uyurlar

    Bir gözlemci için en önemli sorun mantık bakımından nerede bulunduğunu bilmektir. Mantık bakımından nerede bulunduğunu kestiremeyen bir gözlemciden gözlemlerini sıraya dizebilmesi, onları gönlünce istif etmesi beklenemez. Ben nerede bulunduğumu bilmiyor, ama hangi dalgaya, hangi rüzgara kapıldığımı sezinliyordum. İsmail'in karısı üzerine yaptığım gözlemin iyi sonuç vermemesi beni adamakıllı şabanlaştırmıştı. Belki de, diyordum, ben gözlemlerimde yanılıyorum. Öyle ya, benim gözlem duyularımda, bal gibi bir bozukluk, bir tutukluk olabilirdi. Bu hiç işime gelmeyen bir şeydi. Gözlem duyularımda bir bozukluk olduğunu kabul etmek şimdiye kadar yaptığım hesapların yeniden başlaması, şimdiye kadar elde ettiğim gözlemlerin yeniden yinelenmesi, gözden geçirilmesi demekti. Bunun için, bundan böyle gözlem yaparken daha dikkatli olmak, gözlemlerimi denetledikten sonra bellek dolaplarıma yerleştirmek kararını verdim. Yanlış gözlem yapmak bana günah işlemişlerin korkusunu veriyor, bir şiire iyi oturmamış bir sözcük gibi ruhumu uzun uzadıya tedirgin ediyordu. Bu yüzden, doğru gözlemlere varabilmek, gözlemlerimde yanılmamak için bütün uyanıklığımı gördüğüm ve duyduğum şeyler üzerinde toplamağa koyuldum. Beri yandan, iyi bir gözlemci olabilmek, gözlem gücümü artırabilmek için boyuna Tanrıya yalvarıyor, Tanrı'nın dileğime kulak kabartması için de, beş vakit namazımdan kalmamaya büyük bir titizlik gösteriyordum. Ben gözlemciliğe, ilk zamanlar, bir vakit geçirme işi olarak bakıyordum. Sonraları bunun, böcek toplama, pul biriktirme gibi yaşamın içinde büyük bir yeri olabileceğini düşündüm. Gözlemler gözlemleri kovaladıkça, bilgimin derinleştiğini, tembellik içgüdümün ortadan silindiğini, dünya ve insanlar üzerine kesin ve açık bir görüşe vardığımı duyuyordum. Gerçi, zaman zaman, bu gözlemler iç duruluğumu altüst ediyor, düşüncelerimi bulandırıyor, beni kızdırıyor, sinirlendiriyor, parçalara bölüyordu ama, sonradan, bu öfkeler, bu köpürmeler çok işime yarıyor, gözlem gücümün kamçılanmasına yol açıyordu. Zamanla, çalışmalarımı iki katına çıkarmamın yerinde olacağını da düşündüm. Bu, biraz da öfkelendiğim kişilerden hınç çıkarmama, kimini bir başka biçimde yatıştırmama yardım edecekti. Hoş, şimdiye kadar bir dakikamı bile boş geçirmemiş, yirmi dört saatte yirmi dört saat gözlem yapmıştım. Bu durumda çalışmamı çoğaltmak, ilk bakışta olanak dışı bir olay niteliğini taşıyordu. Gelgelelim, mantık bakımından, bir işin, iki katına, üç katına, dört katına çıkarılamayacağı düşünülemeyeceğine göre bu işe olmaz gözüyle bakmanın alemi yoktu. Yalnız yirmi dört saatte aralıksız gözlem yapan bir adamın işini iki katına çıkarması ancak yirmi dört saatte kırk sekiz saat gözlem yapmakla sağlanabilirdi. İlkin, bu bana saçma, temelsiz, mayışık bir şey gibi göründü. ma bir işin iki katına çıkarılması olanağının su götürmezliği ve çürütülemezliği karşısında bunu kabullenmekten başka yapacak bir şey olmadığını anladım. Böylece günde yirmi dört saat yerine, kırk sekiz saat, ne diyorum, yetmiş iki saat, doksan altı saat gözlem yapmağa başladım. Bu arada uykularımı da azaltmanın gerekli olduğuna vardım. Nöbetçi olmadığım geceler soğuğa bakmıyor, sabahlara kadar sokaklarda sürtüyor, evlerin içlerini gözetliyordum. Gün ağarırken de, ancak o vakit, yorgun argın odama dönüyor, iki, üç saat ya uyuyor, ya sayıklıyordum. Kendimi uyku halinde görmek de beni duygulandırıyor, meraklandırıyor, uykuda kendi kendimi gözlemlemeğe iteliyordu. Tuhaf değil mi, insanlar, uyku yolculuklarının içinden geçerken çok başkalaşıyorlardı. Gerçi kimilerinin uyku durumları, uyanık durumlarına da benziyordu. Uykuda da gündüzleyin olduğu gibi, bir kenarda duruyormuşcasına yatıyorlar, kıpırdamıyorlar, kıvrılmıyorlar, nefes almıyorlar, titremiyorlar, terlemiyorlar, nasıl yatmışlarsa öylece kalıyorlardı. Kimileri ise, beş dakikada bir, sağa sola dönüyor, homurdanıyor, kasılıyor, pufluyor, inliyor, bacaklarını makaslamasına karyoladan aşırıyorlardı. Yatış biçimleri göz önünde tutulursa, erkeklerle kadınlar arasında çok büyük ayrılıklar görülürdü. Erkekler pijamalara, yorganlara sıkı sıkıya sarmalanırken kadınlar hep bol, geniş, açık seçik gecelikler giyiyorlardı. Kimileri ise, geceliklerini, gömleklerini bile üstlerinden atıyor, uykunun o büyülü ormanına en doğal biçimde dalıyorlardı. Kadınların yatışlarından bir şiir, bir melodi çıkarılabilirdi. Kimileri bir keman gibi ipince uzanıyor, kimileri bir ut, bir cümbüş gibi yatağın ortasına çörekleniyordu. Gerçi bunların içinde bir kontrbası, bir davulu andıranlar da eksik olmuyordu. Bereket kimseler, bir gözlemciyi böylelerini uzun uzadıya gözlemlemeğe zorlamıyordu. Erkeklerse uykularda, çokluk kadınlardan uzaklaşmak istiyorlardı. Bir başlarına kalmak, türkülerini yalnız kendilerine saklamak hevesi onları iyice kavrıyordu. Gelin görün ki, kadınlar erkeklere sokuluyorlar, sürtünüyorlar, tutunuyorlar, onların göğüslerine, koltukaltlarına sığınıyorlardı. Bir şehre, bir köye, uzaktan, topluca bakıldığı vakit, insanların yüz yüze, sırt sırta yattıkları da görülüyordu. Kimi zaman da birbirlerine dikme bir durumda uyuyorlardı. Bu, belki de görünmüyor, ama öyle olduğuna inanılıyordu. Bu durumlarıyla insanlar kavgasız, kinsiz, öfkesizdiler. Uyku insanları boğuşmaktan, didişmekten, birbirlerinin külünü havaya uçurmaktan uzaklaştırıyor, onlara temizlik, lekesizlik, bilgelik, dostluk duygularını aşılıyordu. Ne var ki, insanlar bu durumda çok fazla kalmıyorlar, birdenbire, hiç beklenmedik bir anda uyanıyorlar, uyanmadan önce de her günkü asık suratlılıklarını yeniden elde etmek üzere bir düşler koridorundan geçiyorlardı. İşte o zaman, aşı bozuluyor, kadınların erkeklere sokulması suya düşüyor, kinsizlik, kavgasızlık, öfkesizlik geride, çok geride, Yedi Uyurların Mağarasında, uykuların dokusu içinde kalıyordu. Salâh BİRSEL / Dört Köşeli Üçgen sf. :33-36

  • BEZİRGÂN

    Ben bir gemiciyim ki Uykulu hattıüstüva denizlerini Geniş ananas yaprağı kayıklarımla Dolaşmak emelindeyim Ve bir yağmur duasından sonra Bereket sularına Ulaşmak emelindeyim Ben bir bezirgânım ki Dokunmuş bir metre basmam bile yok Komşulara üzüm için söz verdim Halbuki bahçemde Bir tek asmam bile yok Ve ben güneşli bir şehrin satıcısıyım ki Sayısız hünerlerimi unuttum Ve adımı çağıran müşterileri İşsiz kaldığım zamanki arkadaşlarımla taşa tuttum Salâh BİRSEL Servetifünun 26 Eylül 1940 Sayı : 2301 Kitap : Köçekçeler sf:187

  • Suat Derviş

    Türkiye’nin ilkler listesinin birçoğunun başında adı geçen ama tarihin tozlu sayfalarında unutturulmak istenen, her zaman ezilenden, horlanandan, halktan ve hayatı karartılanlardan yana olan bir Türk kadını Suat Derviş… Kadın hakları ve demokrasi alanlarında mücadele etmiş bir aktivist-yazar olan Suat Derviş’i Dünya Emekçi Kadınlar Gününde saygıyla anıyoruz… 1903 yılında İstanbul'un Moda semtinde varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi ona Hatice Suat adını koyar, ancak Suat erkek ismi olduğundan, adı kayıtlara Hatice Saadet olarak geçer. Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu, tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi Abdülmecid’in mabeyincilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Suat, Osmanlı’da Telefon İdaresi'nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan Hamiyet Hanım’ın da kardeşidir. Çocukluk çağında evde özel eğitim görerek Fransızca ve Almanca öğrenen Suat Derviş, eğitimine Kadıköy Numune Rüştiyesinde ve Bilgi Yurdu’nda devam eder. Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duyan Suat Derviş’in Hezeyan başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayınlatır. Bu, onun yayınlanan ilk eseridir. Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: “Yazılarımı kimseye göstermezdim. Nazım, mektepte olduğum saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış.” Bu olaya önce kızan Suat Derviş, sonra içten içe de gurur duyar… "Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / Bir kere eğemedim bu kadının başını" (Nazım Hikmet) Henüz çocuk yaşında olan Suat Derviş edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “Hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi" olarak tanıtılır. Bu yıllarda Nâzım Hikmet ile arkadaşlığının, şairin ona duyduğu tek taraflı bir aşka dönüştüğü iddia edilir. Nazım Hikmet, 1920’de “Gölgesi” adlı şiirini Suat Derviş’e ithafen yazar. Sonradan Nâzım Hikmet’le dostluğunu; “Nâzım Hikmet çocukluk arkadaşımdır. Ailecek görüştüğümüz bu büyük şair, benim Alemdar’da yazmamı sağlayarak bir kapı açmıştır. Benim için yazdığını söylediği şiir ise gurumu okşamanın ötesinde bir şey ifade etmez” diye anlatır İlk romanı olan “Kara Kitap” 1921 yılında basılır. Edebiyat dünyasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanan bu eserinde Suat Derviş, ölüme mahkûm olan güzel ve hassas bir genç kızın son nefesine kadarki yaşama arzusunu belirten iç seslerini ve duygularını anlatır. 1923’de yazdığı “Hiçbiri” romanını, “Ne Ses Ne Bir Nefes (1923), Bir Buhran Gecesi (1924), Fatma'nın Günahı (1924), Gönül Gibi (1928)” ve Latin harfleri ile yazdığı ilk eser olan “Emine” (1931) romanları izler. Romanlarında Osmanlı’nın çöküşünü kadınların yaşamları üzerinden anlatan Suat Derviş’in kitaplarında işlediği ilk konular, saray ve konaklarda yaşayan kadınların keder dolu hayatıyla ilgilidir O, yazdığı bu romanlarında İstanbul’un üst düzey yaşamından kesitler sunar, ilişkileri anlatır, kadının toplumsal konumunu ve özgürlük talebini irdeler. 1925’te ilk hikâyeleri Almancaya çevrilir. Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktadır. 1922'de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul'a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yapar. Bir süre sonra Alemdar’dan ayrılıp İkdam’a geçer ve gazetede bir kadın sayfası hazırlayarak bu konuda öncü olur. 1927’da konservatuvar eğitimi almak için kardeşi Hamiyet Hanım ile birlikte Almanya'ya gider ve Berlin’de Sternisches Konservatuvarında piyano dersleri alır. Bir süre sonra ailesinden habersiz Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesine kaydolur. Faşizmin yükselmesine tanıklık ettiği Almanya’da bir yandan öğrenciliğini sürdürürken bir yandan da gazete ve dergilerde çalışır. Yazıları çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinden siyasi gazetelere kadar pek çok yayın organında yayımlanır. 1932’de babasının ölümü üzerine okulunu bitirmeden yurda döner. Yurda döndükten sonra Bâbıâli’nin başarılı muhabirleri arasına girer; İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da çıkan pek çok gazetede yazıları yayımlanır. Bir yandan da roman tefrika etmeyi sürdürür. ”Onu Bekliyorum (1934), Onları Ben Öldürdüm (1935), Baba Oğul (1936)” romanları çeşitli gazetelerde tefrika edilir. Resimli Ay Dergisinde çalışmaya başlaması ile solcu basın dünyasına adım atar. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken Montreux Konferansı'nı izlemeye gitmesi ona “Yurtdışına giden ilk kadın gazeteci” unvanını getirir. 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar. Bu gazetede çalıştığı dönemde Sovyetler Birliği’ne yaptığı bir gezi, Suat Derviş’in düşünce dünyasını derinden etkiler. Dönüşünde yayımladığı röportaj dizisi, "Kıpkızıl Komünist" olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden olur. Gezinin yapıldığı 1937’de tefrika edilen “Bu Roman Olan Şeylerin Romanı” görüşlerindeki değişimi yansıtır. Gazetelerde Nazizme, Faşizmin yükselişine ve adaletsizliğe karşı yazılar yayımlarken, romanlarında köşklerde yaşanan aşkları, ziyafetleri ve davetleri yazmayı reddeden Suat Derviş, artık toplumcu- gerçekçi bir edebiyat anlayışına yönelir. 1938’de “Bir İstanbul Gecesi” tefrika edilir, 1939’da "Hiç” romanı yayımlanır. Dört kez nikah masasına oturan Suat Derviş’in (Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenli ve Reşat Fuat Baraner) yaşamında bu isimlerin yanı sıra etkili olan bir isim daha vardır ki o da çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’tir. Onun hayatının bütün dönüm noktalarında Nazım Hikmet her zaman yanı başındadır. Suat Derviş’in sol görüşleri, kısa süren ilk üç evliliğinin ardından 1941 yılında Türkiye Komünist Partisi (TKP) genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik ile pekişir. Baraner ve Derviş’i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları "Yeni Edebiyat Dergisi" olur. Çift, Türkiye'de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmi altı sayı yayımlar. Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazar. Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı olur. 1944’te “Zeynep İçin” romanını yazar. Aynı yıl “Biz Üç Kardeşiz, Fosforlu Cevriye, Çılgın Gibi” romanları gazetelerde tefrika edildi. "Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?" adlı incelemesinin 1944’te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “Hatice Saadet Baraner” yerine takma adla yazılar yazmaya başlar. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklanır. Sorgu sırasında çocuğunu düşüren yazar, Reşat Fuat Baraner'i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle yargılanır ve 8 ay tutuklu kalır. Hapisten çıktıktan sonra büyük sıkıntı çeken yazar, geçimini sağlamak için Almanca, İngilizce ve İtalyanca çeviriler ve editörlük yapar. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar. 1947’de "Büyük Ateş”, 1950’de "Yaprak Kıpırdamasın" romanları tefrika edilir. 1951’de tekrar tutuklanan eşinin 1953’de yargılanmaya başlaması üzerine kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşılık ülkeden ayrılarak İsveç'teki ablasının yanına yerleşir. Avrupa’da çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanır kendisini yurtdışında tanıtacak kitaplarını yazmaya başlar. “Zeynep İçin” romanını “Ankara Mahpusu” adıyla yeniden yazar. Romanı, ablası Hamiyet Hanım Fransızcaya çevirir. 1957’de “Le Prisonnier d’Ankara” adıyla yayımlanan eser, on sekiz dile çevrilir ve o kadar beğenilir ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulunur. Daha önce yayınlatamadığı “Çılgın Gibi” eserini Fransızcaya çevirir. Eser, Les Ombres du Yali (Yalının Gölgesi) adıyla 1958’de yayımlanır. Suat Derviş, eşi Reşat Fuat Baraner’in hapisten çıkmasının ardından 1963 yılında Türkiye’ye döner. Bu dönemde takma isimlerle roman ve hikâyeler, çocuk masalları yazar, tercümeler yapar. Fosforlu Cevriye, öğrenci ayaklanmaları ve sert isyanların zirveye ulaştığı 1968'de May Yayıncılık tarafından Ankara Mahpusu ile birlikte yayımlanır. Yazarın “En çok sevdiğim eserim” dediği Fosforlu Cevriye romanı, Türk edebiyatında bir sokak kadınının hayatını konu edinen ilk eserlerdendir. Suat Derviş, bu romanında insan sevgisinin toplum dışına itilmiş bir fahişeyi nasıl değiştirdiğini başarıyla anlatır. 1968 yılında eşini, 1970 yılında ise ablasını kaybetmesi onu derinden etkiler. İki gözünde de ciddi sağlık sorunları çıkana kadar yazmaya devam eder. Moskova’da geçirdiği ameliyat sonrası gözlerinden birinin belli oranda düzelmesinin ardından arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği'nin kuruluşunda görev alır. Derneğin kapatılması üzerine yeniden yazarlığa ağırlık verir. Sürekli göz altında tutulan Şişli’deki evini devrimci gençlere açıp onları gizler. 1971’de evi basılır, birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklanır. Ertesi yıl Fosforlu Cevriye’yi Gülriz Sururi için senaryoya dönüştürdükten kısa süre sonra şeker hastalığının vücudunda yarattığı tahribat sonucu hastaneye kaldırılır ve 23 Temmuz 1972'de yaşama veda eder. Suat Derviş gazete röportajları, hikâye, masal ve fıkralardan başka, neredeyse 30 yılda 30 kitap yayımlayan üretken ve mücadeleci bir kadındır... “Kıpkızıl bir komünist” diye yaftalanmasına rağmen o, sadece “Başı eğilmez” değil, aynı zamanda kafa tutan bir kadın olarak, fikirlerinden hiç taviz vermeden yaşama tutunmaya çalışır. Kendisinden daha ünlü olan eseri Fosforlu Cevriye filme çekileceğinde hızla senaryosunu bitirir ve teslim eder. Çünkü kocasının ölümünden sonra da geçim derdi devam etmektedir. 4 Eylül 1968’de bir film şirketi sahibine yazdığı bir pusulayla Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan 150 lirayı ister: “Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim. Fakat 20 gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var.” Suat Derviş, yüreği kırık ve parasızdır, ama asla pes etmemiştir… Ruhu şâd olsun… Kaynak: https://odatv.com/fosforlu-cevriyeyi-yazan-suat-dervisi-bilir-misiniz-2808161200.html

  • maviADA'dan Yeni Yıl Armağanı

    İki çizgi roman birden TEKS / YOK EDİCİLER VE TEKS / 809 NOLU TREN

  • maviADA'dan Yeni Yıl Armağanı

    İki çizgi roman birden / TEKS / CHEYENNELER VE TEKS / TUZAK

  • ŞİDDET ve KADIN

    “Gerekenden fazlasına erkekler tamah ederek ve çıldırarak hevesten sopayı silahı yakıştırdılar ellerine her biri yarış atıydı tarihin kim önde gidecek, kim ipi göğüsleyen tadına bakarak koca memelerle dolgun kalçaların kulağa gümüş küpe, gerdana altın ihanet, yitirme korkusu, yenilgi patlar tokat, iner tekme bedene kocaman gözlerle bakar korku kapatılmış evlerin penceresinden ”…Korkunun Fotoğrafları-A.K.) Şiddet: Sahip olunan fiziksel, ekonomik, cinsel gücün; yaralama ve öldürme amacıyla başka insana, bir gruba, topluma; tehdit ve söz yoluyla ya da bizzat saldırarak uygulanmasıdır. İlk insanda direk fizikî güç olarak karşımıza çıkan şiddet, modern çağa gelinceye değin çeşitlenmiş, bireyi hırpalamayı sürdürmüştür. Bugün şiddeti uygulamalara göre:1-Fiziksel Şiddet,2-Duygusal şiddet,3-Ekonomik şiddet,4-Cinsel şiddet, 5-Tehdit, 6- Çocuğu kullanma, 7-Sindirme, etkisizleştirme… sınıflandırabiliriz. Fiziksel şiddet herkesin bildiği her yerde rastlanan bir olgudur. Yalnızca kadınlara değil, özellikle toplumların en zayıf halkasını oluşturan yaşlılar ve çocuklar da bundan payını alır. Bunun kökleri çok eskilere dayanır. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi, cinsel istismarı, meta olarak alınıp satılması, çeyiz, başlık parası, namus, töre, evlilik ritüelleri adı altında kadının bir önceki evresi olan ‘kızlık dönemi’ şiddete açık alanlar olarak karşımıza çıkar. Çocuklukta fazlalık ve kurtulunması gereken bir canlı (boğaz, ekmek tüketicisi), gençlikte namus tehditçisi sayılan kız çocukları için söylenenler bitip tükenmez. “Kızın var mı derdin var, kızını dövmeyen dizini döver, kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır, kızın gözü bağlıyken evlendir ki başın ağrımasın” bunlardan bazıları. Olgunlukta şeytan ve günahkâr sayılan kadın için: “Kadın deniz gibidir güvenmek olmaz ha, karın güzelse hep bir gözün açık uyu, karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme, dayakla uslansın ki başka yere bakmasın, erkeğine itaat eden kadın cennetliktir. Kadın çizmeye benzer erkek ayağa, kadının içi kirlenince temizlenmez ama ayak yıkanınca tertemiz olur…”söylenen sözlerdir. Yaşlılıkta işe yaramaz yani atıl olarak görünen bu ‘dişil cins’ gençliğe göre namus ve aldatma konularında artık aklandığı için ve de ‘analık’ kavramıyla kutsallığa yakınlaşsa da, üretimden düştüğü hatta tümüyle tüketici olduğu için şiddet uygulamalarından biraz uzaklaşır. Ancak yine de parası ve cinselliği nedeniyle tümüyle ölümlerden, dayaklardan kurtulamaz. Görüldüğü gibi; insanı tamlayan, insan soyunun etkin üreticisi ve eğiticisi olan dişi cinsin tüm yaşam evreleri, sistemlerin ve erkek egemenliğinin kuralları ve yasaları gereği şiddet için hazırdır. Duygusal şiddet; erkeğinden sevgi, saygı, şefkat ve güven bekleyen kadının tam tersi durumlarla karşılaşmasıdır. Doğadaki tüm dişiler için ‘yuva’ önemli bir kavramdır. İnsan soyunun sağlıklı ya da hastalıklı sürmesi de bu kavramla sıkı sıkıya ilintilidir. Doğal yapısı gereği; kurduğu yuvada güvenlik ve sevgi içinde doğurmak ve doğurduğunu büyütmek isteyen kadın için onaylanmak, özel olduğunu duyumsamak ve yaptıklarının beğenilmesi önemli ve yaşamı yürütücü etkenlerdir. Bunun tam tersi ise, yani aşağılanma, alay sanma, önemsenmeme, saygısız niteleme ve davranışlar, ihanet ve yok sayma, küfür ve aşağılayıcı sözler, bağırtı ve kinayeli sindirme taktikleri kadının doğal yapılanmasını alt üst eder, yuva kavramı ve duygulanmalarını yok eder, çocukların sağlıksız büyütülmelerini getirir. Günümüzde çağdaşlık adına! Dayak atamayan erkeklerin sıkça başvurduğu bu durum; insan benliğini sıfırlayan, özgüveni ve bireysel kimliği yok eden bir şiddet türüdür. Lâkap takmalar, yemeklerin başına dökülmesi, evlerin dağıtılarak pis havasının verilmesi, alaysı seslenme ve mimikler bu guruba girer. Fiziksel şiddetin açıkça ve sıkça uygulandığı toplumlarda, duygusal şiddet incelemeleri çok yapılmaz, nedenlerine değinilmez, eşler arasındaki bir tür ikili iletişim daha doğrusu iletişimsizlik olan bu durumlar başkalarına ‘özel’ başlığı altında anlatılmaz. “Eşim beni dövdü” diyen kadına acımayla bakılırken; aynı acıyı yaratan “Eşim bana kurbağa dedi” ifadesine gülünür ve kadın bu nedenle tepki gösteriyorsa bağışlanmaz…”Döver de söver de” sözünün çok hafifidir alaysama. Duyguların ve duygusal gereksinimlerin; karşı cins tarafından sürekli istismar edilmesi, yaptırım ve tehdit olarak ortaya çıkması her gün dayak yemek kadar yaralayıcı bir durumdur. Cinsel şiddet tarih boyunca binlerce örnekle karşımıza çıkar. Tarih boyunca kadın taciz ve tecavüz karşısında ‘ağızsız-dilsiz’ durmak zorunda kalmıştır. Çünkü gerek tek tanrılı dinler, gerek ekonomik ve sosyolojik yapılar kadını suçlu bulmuşlardır. “Dişi it kuyruk sallamazsa erkek it gitmez, kadından olmazsa erkek cesaret etmez, kadın gel demiştir…” ifadeleri erkeği haklı çıkarırken, kadın da ‘tarihin suçlusu’ olarak hakkını aramamış, hatta en yakınlarına bile söyleyememiştir. Bir şiirimde “Savaşlar vahşetini önce kadınlarda sınar” derken evrensel bir acıya değinmek istemiştim. Geçmişten günümüze savaşlar ölümden çok başka ölümler getirmiştir insanlık onuruna. Hiçbir savaş yoktur ki yenilen ülkenin kadınına tecavüz edilmeden sonuçlansın. Kin ve nefretin aktığı tek yer kadın bedeni olmuştur çağlar boyu. Tehdit, Sindirme, çocukları kullanma kadın üzerindeki şiddetin öteki türlerini oluşturur ama tümünü oluşturan nedenlerin başında ekonomik şiddet gelmektedir. Çünkü şiddetin başlama noktası da sürme ve gelişme noktası da tarihten günümüze ekonomidir. İlk insandan günümüze bir yolculuk yapacak olursak; anaerkil dönemde kutsal kadının, çoban kabilelerin oluşmaya başlamasıyla birlikte; değişime uğradığını, gücünü yitirmeye başladığını görürüz. Doğurganlığı ile kutsallaşarak ilaheliğe yükselen, tanrıça olan, barış içinde doğayı keşfederek ve ona zarar vermeden kullanan kadınlar şiddeti tanımaz bile. Onların tek sorunu soyun devamı, doyumu ve yeniden üremesidir. Doğadaki her şey kadar çocukları da kutsaldır, yaşamaya hakkı vardır. Anaerkil dönemlere ait yazıtlarda idam cezalarına rastlanmaz. Hatta Sümerler’de; suç işleyen insan anasından özürlü doğmuştur. Yeni bir eğitim ve yapılanmayla düzelsin diye, ana rahmi olarak düşünülen, karanlık bir yere kapatılarak (hapishane), rahibeler tarafından eğitime tabi tutulurdu. Binanın penceresinin ve ışık sızdıran bir yanının olmayışı, oradaki kişinin, kadın tarafından ziyaret edilerek eğitiliyor, doyuruluyor olması, direk ‘ana ve cenin’ imgesini işaret ediyordu. Suçlunun serbest kalması ise ‘özürlü doğanın’ yeniden sağlıklı oluşu anlamına geliyordu. Bu toplumlarda en büyük suç cana zarar vermek ve cana kıymaktı. İlk kadınlar hayvanları evcilleştirerek, bitkileri, etleri, yiyecekleri saklama metotları üreterek, örtünmek ve ısınmak için dokumayı bulurken; yani doğayı yaşam için kullanışlı ve yararlı hale getirirken; doğadaki tek bir ağacın, kuşun bile zarar görmemesi için çaba harcar, onları hayranlık ve tapınma duygularıyla korurlardı. Orta Asya Türklerindeki yaşam ritüelleri, Şamanizm, Kızılderili, Aztek ve Eskimo geleneklerinin çoğu bu dönemlerden gelen inançsal ve felsefik göstergelerdir. Örneğin; bizdeki tasavvuf düşüncesinin ve şiirinin benzerlerini okyanus ötesi Pasifik adalarında bulmak, insanlığın doğruyu ve güzeli her yerde eş veya ayrı zamanlarda bulduğunun, aradığının göstergesidir. İnsanlığın ilk yıllarında ‘öldürme eylemi’ yalnızca avlanmak, yalnızca doymak için hayvanlara uygulanan bir yöntemdi. Hayvanlar evcilleştirilip, av sahalarının genişlemesiyle birlikte; paylaşım alanlarının kavgası da başladı. Daha çok hayvan daha çok et, süt, deri demekti. Zenginlik ve rahatlığın çekiciliği belki de bu dönemde başladı. Sürüler arttıkça onların beslenmesini fiziksel olarak kadınlara göre daha dayanıklı olan kabile erkekleri üstlendi. İlkel tarım alanlarının ve otlakların korunma gerekliliği, ilk askeri birlikleri oluşturdu. Ateşin ve silahın bulunmasıyla tümüyle doğaya etkin olan insanda erklik dengesi değişti. Çiftçi, çoban ve asker olan erkek ekonomik gücü eline aldı. Kadın artık içerdeydi. Obanın, sitenin, çadırın, çardağın içinde. Sitelerin oluşması, toprağa yerleşmeyle birlikte; kadın soyun sürdürücüsü, evin bekçisi, üretimin denetçisi konumuna geldi… Ekonomik ve sosyal gücünü kaybeden kadınlar yetkiyi erkeklere bıraktı ve “parayı veren düdüğü çalar” sözü uygulanmaya başladı. Dışarıda güçlenen erkek, içerideki kadınlardan da ailedeki yaşlı bireylerden de övgüler aldı, öz güveni arttı, giderek kahramanlaşmaya başladı. Erkeğin bulunduğu birimde koruyucu ve doyurucu güç edinmesi, kız çocuklarını işe yaramaz kılarken; oğulların, erkek çocukların değerini artırdı. Erkeğin aile ya da obayı yönlendirir güce erişmesiyle soy ve kan kavramını da belirlemesini getirdi. Çocukların velayeti babaya geçerken, analar yalnızca doğurucu duruma indirgendi. Kız doğurduğu zaman aşağılanma, erkek doğurduğu zaman ödüllendirme o günlerden kaldı. Üretimin artmasıyla birlikte siteler arası mal takasının başlaması; giderek paranın bulunması erkeği ticarete, sonra da kapitale ulaştırdı. Bir zamanların ilahesi olan kadınlar; artık birer meta olmaya, köle tüccarları tarafından alınıp satılmaya başlandılar. Ucuz cinsellik, ucuz emek derebeylerinin, ağaların, sultanların saraylarında kadını en aşağı konumlara çekti. Evlerde, varlıklı ailelerin yaşamlarında ise ‘ana’ kavramıyla saygı gördü. ‘Çocukların hatırına’ varlığına katlanılan bir cins durumuna getirdi. Tek tanrılı dinlerin emir ve ayetleri gereği çoğu yerde erkeğe çok kadın (doyurmak ve korumak adına) öngörülürken; kadının erkeğe itaatsizliğine karşı da ağır cezalar verildi. Bu durum kimi yerde evden, çocuklarından uzaklaştırılıp, ‘düşük kadın’ nitelemesiyle sokağa atmak olurken; kimi yerde ölümle, kimi yerde diri diri gömülüp taşlanarak öldürmeye kadar vardı. Yine inançların körüklemesiyle cadı veya büyücü sıfatlarıyla alanlarda yakıldı, öldürmek için peşlerine atlılar salındı. Ortaçağ Avrupa’sındaki atasözü: “Bir kadın evinden dışarıya üç kez çıkmalıdır. Vaftiz için, evlilik için, mezara gitmek için” kadının tutsak yaşamını bu sözlerle özetlerken; başka bir söyleyiş de: “Kadın, kedi ve baca evi hiç terk edemez” şeklindedir. “Adem ile Havva” anlatısıyla tüm dinler, kadını suçlu ve korkulacak yaratık olarak gösterirken, İslamiyet duruma daha demokratik bakmış, suçu hem erkeğe hem kadına yükleyerek eşitlemiştir. Ancak tüm dinlerde erkek kadını cezalandırıp dövebilir. İslamiyet. “Ey insanlar Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz, sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Hanımları üzmeyin, onlar Allahü Teâlâ’nın size emanetidir, yediğinden yedir, giydiğinden giydir, cennet anaların ayağı altındadır” dese de; gerektiğinde “kadını hafifçe dövme” izni verir. Bunun nedeni, kadını erkeğe göre çirkin olan davranışlarından vazgeçirmektir. Dövülmekten hoşlanan (mazoşist) kadınları dövmekse; onların ruh sağlığı için gerekli görülmektedir. Eski Yahudi toplumları kızları hizmetçi sayar, utancından dolayı babasının onu satmasını haklı kabul ederdi. Kızlar ancak babanın hiç çocuğu yoksa miras alabilir; her Yahudi sabah duasında: “Ezeli İlahımız, kâinatın kralı beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun” derdi. Hıristiyanlıkta kadın, şeytanca kötülüklere kapı açar, erkeği yasak ağaca götürür, onun ahlakını bozar. Aziz Saint Paul: “Her erkeğin başı İsa, her kadının başı erkektir. İsa’nın başı Tanrıdır. Erkek Tanrının şanı ve çehresidir, kadın da erkeğin şanıdır. Çünkü erkek kadına bağlı değildir, kadın erkeğe bağlıdır, kadın erkek için doğmuştur,” der. Örneklerde de görüldüğü gibi inanışların hemen hemen tümünde erkek, tanrısal güce eş bir güce sahiptir, kadın ona boyun eğmek, itaat etmek durumundadır. Çağlar boyu bu öğretilerle büyütülen erkeğin şiddet kullanma hakkı sorgulanmadan günümüze kadar gelmiştir. Erkeğe bağlı kalması, onun sözünden çıkmaması emredilen kadının; bu koşullarda “Kocamdır, babamdır, ağabeyimdir, amcamdır. Döver de söver de” demekten başka yolu kalmamıştır. Bu emirlerin toplum etiği olması, töre durumlarına gelmesi ise ‘şiddeti daimi ve meşru ‘ kılan olgular yapar. Bugün kadının zamanları ve kemikleşmiş emirleri aşarak ekonomik, psikolojik, eğitimsel olgularla bile özgürleşebilmesi, kimlik ve kişiliğini koruyabilmesi tek başına zor gözükmektedir. “Analık” kavramı kadına kutsallık ve saygınlık kazandırırken; çoğu kez de onun ayak bağı oldu, erkeğin boyunduruğuna baş eğmesine neden oldu. Erkeğin çocukları kullanarak; baskı yoluyla kadını evlilik içinde tuttuğu, çocuklarını göstermemekle, almakla tehdit ettiği, annelerine karşı kışkırttığı, hatta dövdürdüğü, öldürttüğü bilinen gerçeklerdir. Aile içi taciz ve tecavüz olayları bile, çocukların duymaması adına yüzyıllarca saklanan bir olgudur. Tarihin her döneminde ‘analık’ kavramı kadını, babalarının şiddetine baş eğdirmiştir. Kadını doğurduğundan ayrı ele almak eksik bir yaklaşımdır. Çünkü analık olgusunda hem kadın, hem çocuğu birlikte anılır, yaşam koşulları birlikte hazırlanır. ‘Baba’ olaylara daha dışardan ve acımasız bakabilir. Kadını zorlayabilmek için (ki bunun örnekleri hayvanlar aleminde bile çok. Dişi ve erkek aslan hikayeleri) gerekirse çocuklarını harcar. Dişi cinsin hayatının üç evresi de lanetlemelerle doludur. Kız doğduğu zaman : “ kız yerine taş doğuraydım, kızın varsa derdin var, bir boğaz daha geldi, kıza emek çekme ele gidecek, kız evi ölü evi, kızını dövmeyen dizini döver…” dinilirken; kadınlıkta: “ ‘kadın denize benzer, güven olmaz’, ‘karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme’, kadın çizme erkek ayaktır, ayak yıkanır çizme kiriyle kalır’, ‘kadın erkeğin elinin kiridir’…”sözleri kullanılır. Yaşlı ve atıl duruma gelince: “moruk, yaşlı cadı, eski minder…” sıfatlarıyla aşağılanır. Yaşamı kadınlar üretip güzelleştirdiği halde; doğumundan ölümüne dek aşağılanmaktan, şiddetten ve horlanmaktan kurtulamaz. Genel bir sıralamayla bakacak olursak; ilk insanda şiddetin olmadığını, insan öldürmenin suç sayıldığını, avlanmanın bile zorunluluk olduğunu biliyoruz. Paranın bulunuşuyla birlikte, bir cinsin yavaş yavaş gücü eline aldığını ve güçsüzü hırpaladığını görüyoruz. Ekonomik gücü destekleyen inanç sistemleri de kadına fazla hak tanımıyor. Kilise ve şeriat yasaları; kadını evden dışarı çıkarmayan, erkeğe itaati emreden, her yaptığını ayıp, yasak, günah üçlemesiyle sınırlayan yönlendirmelerle dolu. Para kazanma koşulları elinden alınmış, çalışması babanın, ağabeyinin, kocanın iznine bağlı, eğitim olanakları olmayan, bilisiz ve yetenekleri körelmiş bir cinse; çağlar boyunca “sen zayıfsın, yapamazsın, eksik eteksin, erkek kadar güçlü değilsin, erkekten korkulur..” telkinleri yapılmışsa, o bireyde özgüven kalır mı? Kader, denilen kavram genlerinde taşıdığı korkaklıktan, sindirilmişlikten başka nedir? Yapılan bir araştırmada %56 kadın; şiddeti kadınların davet ettiğini söylüyor ve erkeği haklı gösteriyor. Kadın istemese erkek gelmez, kuyruğunu salladığı için erkek gider, öyle giyindiği için, böyle davrandığı için… gibi nedenlerle kendi cinslerini suçluyorlar. Peki bu kadınlar mazoşist, erkekler sadist mi? Evet, kadın kabullendiği 2.kimlik haliyle olaylara bakarken; erkeğin üstünlüğünü, kendisinin aşağı cinsten olduğunu zaten çoktan kabullenmiş. Üstün cinsin her türlü davranış özgürlüğü olduğunu söylüyor. Onun sınırlarını zorlayan kadın ise bu gurubun görüşlerine göre; şiddeti hak ediyor. Bu yaklaşımla töre olaylarına bakacak olursak; ailenin emirlerine karşı geldiği için cezalandırılması gereken kızının, öldürülmesine emir verenlerden birisi de annesidir… Yani erkek şiddeti kadınlar tarafından desteklenmiyor olsa; belki bu boyuta gelmeyebilirdi. Ayrıca bugün dünyada seks pazarı önemli bir pazar. Seks köleleri ise, çoğunlukla kadınlar tarafından bu tuzağa çekiliyor. Gelişmemiş ülkelerde kadının yaşamını nasıl yürüteceğini töreler, gelenekler, inançlar yönlendiriyormuş gibi gösterilirken; aslında altta yatan gerçeğin para olduğu unutulmamalıdır. Evlilik, çeyiz, başlık parası gibi şeyler, töre örtüsü altında, şiddet olarak kadına dönmektedir. Kapitalist ülkelerde ise kadın tam anlamıyla metadır. Araba onun imgesiyle satılır, fabrika onun düşleriyle üretir. Paranın geldiği noktada ‘kadın’ en çok alınıp, satılan, bu arada da şiddetin yakınında duran insandır. Şiddetin daha çok toplumsal değerlerin değiştiği, altüst olduğu dönemlerde sıklaştığı gözlemlenmiştir. Ülkemizdeki göç olgusu, ekonomik ve siyasal dengesizlikler, etik değerlerin hızlı değişimi, “ötekileşme” nin artması şiddeti tırmandırmış, yasalar da yetersiz kalınca güç gösterisi artmıştır. Ekonomik sistemin çürüttüğü, küçülttüğü ‘erkek egosu’ rahatlayıp, yüceleceği yer olarak kadını seçmekte, onu ‘hiç etmek’le var olacağını duyumsatmaktadır. Bu hastalıklı yapılanmada sosyoekonomik, psikolojik bir çok neden olduğu gibi; tarihin ona bahşettiği “Sen erkeksin, güçlüsün, zâdesin, kralsın” sıfatlarının yüreklendirmesini de unutmamak gerekir. Çünkü kadında boyun eğmeyi gerektiren zamanlar arası öğreti, erkek için de geçerlidir. Onu da güçlüsün, gücünü göster’e yönlendirmektedir. Şiddetin kaynağını salt eğitime ya da ekonomiye bağlamak eksik olur. Yapılan araştırmalarda şiddet uygulayan erkeklerin çoğunun yüksek lisans mezunu oldukları görülmüştür. Ayrıca varlıklı erkeklerin yoksullara göre daha fazla şiddete eğilimli olduğu söylenebilir. Paradan alınan güce, erkeklik misyonu da eklenince şiddet kaçınılmaz gözükmektedir. Bugün geldiğimiz noktada hem toplumda, hem aile içinde fiziksel ve duygusal şiddet artarken medyanın etkilerini, eğitim kurumlarının eksikliğini göz ardı edemeyiz. Öldürülmüş bir kadının çırılçıplak cesedinin gösterimi, hastalıklı dünyalarda şiddet duygusunu kamçılarken; okullarda yeterince sanat eğitimlerinin verilmeyişi, ezbersiz-yaşama dönük bilgilendirmelerin eksikliği, şiddete zemin hazırlayan olgulardır. Yeniden tarihe dönecek olursak; eski Roma’da koca karısını dövebilir, boşayabilir; eğer zina işlemiş, kötü yola düşmüşse öldürebilirdi. 1700’lü yıllarda İngiltere yasaları da kocaya doğrudan karısını cezalandırma hakkı tanımıştı.19.YY’da ABD’de de aynı uygulama vardı. 1960 yılına kadar tüm dünya kadına şiddeti doğal saydı. 1970’lerde artan kadın hareketleriyle bu konuya dikkat çekildi ve günümüze kadar da tepkiler yeni düzenlemeler, yasal değişikliklerle geldi. Atatürk kadınlara özgürlük yollarını açarken, onları cariye, halayık, odalık olmaktan da kurtarmayı amaçlamıştı. Haklarını koruyabilmeleri için seçme-seçilme olanağını verdi, medenî kanunla konumunu yasallaştırdı, çocuklarını da kendisini de koruma haklarına kavuşmasını istedi. Ne yazık ki ‘Türkiyeli Kadınlar’ bu haklar için büyük savaşımlar vermedikleri için, sunulan hakların yeterince bilincinde olmadıkları için; Atatürk’ün çabası yerini bulamadı, kadının köleliği, erkeğe bağımlı yaşayışı çalışsa da, okusa da, meslek ve para sahibi olsa da bitmedi… Üniversiteli eşler bile, erkek kimi ve neyi seçerse onu seçiyor, erkeğin yörüngesinde onun belirlediği alan içinde yaşıyor. Bu kabullenişi bilen erkek; ister seviyor, isterse dayak atıyor. Bir de işin içine patalojik olgular olarak; kıskançlık, geriye çekme, alaysama, lâkap takma, aldatma eğilimleri, duygusal işkenceler girince kadının çıkmazları artıyor. Şiddet konusu aile içi, aile dışı iki insan arasında olabildiği gibi insanın doğaya, hayvanlara zarar verişine, tarihi zedeleyişine kadar varabilir. Orman yangınları da, ülkeden heykel kaçırma da birer şiddettir. Ama insanın insana kastı, daha dorusu tarihsel içerikli kadına şiddet konusu; bugün acil önlem alınması gereken bir durumdur. Kadınla erkek arasındaki bu savaşımdan en çok yarayı çocuklar almaktadır. Çocuk ruhlarını zedelemiş, yaralamış toplumlar ise geleceklerini kuramazlar... Böyle bakıldığında sorun yalnızca bir cinsin hırpalanması değil, ülkelerin geleceğinin yara almasıdır. Ruh ve beden sağlığı yerinde olan anneler, sağlıklı çocuklar yetiştirebilir ancak. * maviADA 28. Sayı KIŞ 2013 DOSYA: 1."Hiçbir Yere Yolculuk" 2.Toplumcu Edebiyat

  • Zorlu Bir Çatışma

    1861 sonbaharında bir gece, bir adam. Batı Virginia’daki bir ormanın göbeğinde tek başına oturuyordu. O bölge, kıtadaki en balta girmemiş ormanlardan biriydi -Cheat Dağı bölgesi. Gerçi civarda insan kıtlığı yoktu; adamın oturduğu yerin bir buçuk kilometre ötesinde bütün bir Federal tugayın, şimdi sessizliğe boğulmuş kampı duruyordu. Yakınlarda bir yerde de, belki daha da yakında, sayıları bilinmeyen düşman güçleri vardı. İşte, bu sayılarıyla konumlarına dair şüphelerdi adamın o ıssız noktadaki varlığının sebebi. Federal bir piyade alayında genç bir subaydı ve görevi, kampta uyuyan silah arkadaşlarını olabilecek herhangi bir sürprize karşı kollamaktı. İleri karakol muhafızlığı yapan bir müfrezenin komutasındaydı. Adamlarını, tam gece çökerken, şimdi oturduğu yerin birkaç yüz metre ilerisine, zeminin şekline göre düzensiz bir hat boyunca konumlandırmıştı. Bu hat, kayalar ve defne öbekleri arasından geçip orman boyunca ilerliyor, askerler on beş yirmi arşınlık aralıklarla gizleniyor ve mutlak bir sessizlik içinde ihtiyatı elden hiç bırakmamaları komutuna uyuyorlardı. Dört saat içinde bir şey olmazsa, görevlerini sol arkalarında, biraz geride, yüzbaşının sorumluluğunda dinlenen yeni bir müfrezeye devredeceklerdi. Bizim söz ettiğimiz genç subay, eğer kendisine bir şey sorulması gerekirse ya da varlığına ön cephede ihtiyaç duyulursa nerede bulunabileceğini, adamlarını konumlandırmadan önce her iki çavuşuna birden söylemişti. Oldukça sessiz bir noktaydı burası; çavuşların, hattın birkaç adım gerisinde, loş ayışığının altında, sinsice ileriye doğru uzanan iki koluna konumlandıkları eski bir orman yolunun çatallandığı nokta. Eğer ani bir düşman saldırısına maruz kalırlarsa, silahlarını ateşledikten sonra siper değiştirmeleri beklenen askerler bu yollara çıkacak ve yolları doğal olarak, kesişme noktalarına kadar takip ederken birleşip düzene girebileceklerdi. Bu konumlandırma düzenini yapan kişi kendi çapında bir stratejisttir; eğer Napolyon, Waterloo’da bu kadar zekîce planlar yapmış olsaydı, o ünlü savaşı kazanır ve iktidardan o ünlü savaşı kazandıktan sonra indirilirdi. Teğmen Brainerd Byring, genç ve hemcinslerini öldürmekte nispeten deneyimsiz olmasına rağmen cesur ve becerikli bir subaydı. Savaşın ilk günlerinde orduya asker olarak yazılmış, askeri hiçbir bilgisi olmamasına rağmen, eğitimi ve umut vaat eden davranışlarından dolayı bölüğünün birinci çavuşu yapılmış ve yüzbaşısını bir Konfederasyon kurşunuyla kaybetme talihini yaşamıştı; bu olayın ardından yapılan terfilerde yeni bir görev almıştı. Birçok çatışmada bulunmuş, Philippi’de, Rich Dağı’nda, Carrick Kalesi’nde ve Greenbrier’de üstlerinin dikkatini çeken bir yiğitlikle çarpışmıştı. Savaşın kıran kıranalığı bir sorun değildi onun için. Ancak gayrıtabi bir şekilde büzülmediklerinde gayrıtabi bir şekilde şişen kaskatı vücutları, boş gözleri ve kilden suratlarıyla cesetler, tahammül edilmez derecede kanına dokunuyordu. Onlara karşı, hepimizin hissettiği fiziksel ve ruhsal tiksintiden de öte, nedensiz bir antipati besliyordu. Duyduğu bu antipatinin son derece keskin olan duyarlılığından, bu iğrenç şeylerin hakaret niteliği taşıdıktan güçlü estetik duygusundan kaynaklandığına hiç şüphe yok… Sebebi ne olursa olsun, ölü bir bedene, içinde içerlemeyi de barındıran bir kinle bakmadan edemiyordu. Başkalarının ölümün getirdiği şeref diye saygı duydukları şey onun için bir anlam taşımıyordu; aklına bile getirmek istemiyordu bunu. Ölüm, nefret edilesi bir şeydi. Ölüm, pitoresk bir şey değildi, müşfik ya da hüzün verici bir yanı yoktu; kendini her dışa vuruşu ya da ortaya koyuşu iğrenç olan kasvetli bir şeydi. Aslında Teğmen Byring, herkesin sandığından çok daha cesur bir adamdı, çünkü hiç kimse, teğmenin yüzleşmeye her daim hazır olduğu şeye karşı duyduğu korkuyu bilmiyordu. Adamlarını yerleştirip çavuşlarına gerekli talimatları verdikten ve görev noktasına gittikten sonra bir kütüğün üstüne oturup, bütün duyuları tetikte nöbetini tutmaya başladı. Daha rahat etmek için kılıcını astığı kemeri gevşetti ve ağır revolverini kılıfından çıkarıp arkasındaki kütüğün üzerine yerleştirdi. İleriden gelebilecek tehditkâr sesleri; bir çığlık, bir silah sesi ya da önemli bir haber vermeye gelen bir çavuşunun ayak seslerini duyabilmek için kulaklarını çevredeki seslere dikkat kesmekten, bu konu üzerinde düşünmeye fırsat bulamamıştı, ama aslına bakılırsa kendini çok rahat hissediyordu. Tepeden ay ışığı, kesişen dallara çarpıp toprağa damlayarak defne öbeklerinin arasında beyaz göletler oluşturan ince kırık bir dere gibi, engin ve görünmez okyanusundan, oraya buraya akıyordu. Ama bu akıntılar sayıca azdılar ve tek yapabildikleri, hayal gücünün tehditkâr ve tekinsiz ya da sadece grotesk acayip biçimlerle kolaylıkla doldurduğu karanlığı daha da vurgulamaktı. Gecenin ve ıssızlığın uğursuz komploları ile engin ormanın kalbindeki sessizliğe aşina olan insana, en sıradan ve tanıdık nesnelerin bile nasıl farklı karakterlere büründüklerini, bunun nasıl apayrı bir dünya olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Ağaçlar başka türlü toplaşırlar ve sanki korku içindeymişçesine birbirlerine sokulurlar. Sessizlik bile gündüzden farklıdır. Zar zor duyulan fısıltılarla doludur -insanı afallatan fısıltılar, uzun zaman önce ölmüş hayaletlerin fısıltıları. Başka koşullar altında asla duyamayacağınız canlı sesleri de vardır: Tuhaf gece kuşlarının müzikleri, sinsi düşmanlarıyla ani karşılaşan ya da rüyalarında yaşadıklarını gören küçük hayvanların haykırışları, bir orman faresinin sıçraması mı yoksa bir panterin ayak sesi mi olduğu belli olmayan yaprak hışırtıları. O dalı kıran neydi öyle? Ya da bir sürü dolusu kuşu panik içinde cıvıldatan? Geceleri, adı konulamayan sesler duyulur, içeriksiz formlar, kıpırdadıkları görülmeyen nesnelerin yerlerindeki değişimler, hiçbir şeyin yer değiştirdiğinin görülemediği hareketler görülür. Ah, ah; gün ışığıyla, havagazı ışıklarının aydınlattığı dünyanın çocukları, içinde yaşadığınız dünyayla ilgili o kadar az şey biliyorsunuz ki! Yakın çevresinde, gözlerini dört açmış silahlı arkadaşlarıyla sarılı Byring, kendini yapayalnız hissetti. Zaman ve mekânın hüzünlü ve gizemli ruhuna teslim olup, gecenin görüp duyulabilen taraflarıyla arasındaki bağın doğasını unutmuştu. Orman sınırsızdı; insanlar ve onların yerleşim alanları yoktu etrafta. Evren biçimsiz ve boş, tam bir tarih öncesi karanlıkların gizemine sahipti, kendisi de evrenin ebedi sırrını sorgulayan yegâne ahmaktı. Bu ruh halinin doğurduğu düşüncelere dalmışken, zaman, azap içinde, farkına varmadan geçip gitti. O sırada ağaç gövdelerinin aralarına ender de olsa vuran beyaz ışık benekleri, şekil ve yer değiştirmişlerdi. Yakınlarda bir yerde, yolun hemen oradaki bir benekte daha önce hiç fark etmediği bir nesneye takıldı gözü. Tam önündeydi; daha önce orada, olmadığına yemin edebilirdi. Kısmen gölgelerle kaplı da olsa, bunun bir insan silueti olduğunu görebiliyordu. İçgüdüsel olarak, kılıcının asılı olduğu kemerin tokasını düzeltip, tabancasını eline aldı, savaş dünyasına geri dönüş yapmıştı, mesleği öldürmekti. Siluet hareket etmedi. Byring, silahını eline alıp ayağa kalkarak ona yaklaştı. Siluet, üst kısmı gölgelerin arasında sırtüstü yatıyordu, ama teğmen tepesinde dikilip, onun yüzüne baktığında, bir ceset olduğunu gördü. Ürpererek, mide bulantısı ve tiksinti içinde oradan uzaklaşıp kütüğün üstündeki yerine döndü ve askeri sağduyuya boş vererek bir kibrit çakıp sigarasını yaktı. Alevin sönmesini izleyen ani karanlıkta gevşediğini hissetti; midesini kaldıran o şeyi artık göremiyordu. Yine de, o siluet, artan bir açık seçildikle tekrar ortaya çıkana dek gözlerini o yönden ayırmadı. Ceset sanki bir parça daha yakına gelmişti. “Lanet olsun!” diye mırıldandı, “istediği ne?” Bu cesedin bir ruhtan başka bir isteği, ihtiyacı varmış gibi görünüyordu. Byring, gözlerini başka yöne çevirip bir şarkı tutturdu, ama bir notanın ortasında şarkıyı kesip ölü bedene baktı. Bundan daha sessiz bir komşu bulunması mümkün değilse de, rahatsız oluyordu. İlk defa hissettiği belirsiz, tarif edilmesi mümkün olmayan bir duygunun da farkındaydı. Korku değildi bu, daha çok doğaüstü bir şeylere dair bir histi; hiç inanmazdı öyle şeylere. “Bu kalıtımsal bir şey,” dedi kendi kendine. “Herhalde bin yıl, belki on bin yıl gerekecek insanlığın bu duygudan kurtulması için. Nerede, ne zaman ortaya çıktı? Büyük ihtimalle çok önceleri, insan ırkının beşiği dediğimiz Orta Asya’nın bozkırlarında. Bize, batıl inanç olarak miras kalan şey, barbar atalarımız için mantıklı bir inanç olmalıydı. Ölü bir bedeni, bazı garip, kötü güçlerle dolu olan ve herhalde bu güçleri kullanmak için irade ve amaca sahip tehdit dolu bir şey olarak düşünürken, kendilerini, tahmin bile edemeyeceğimiz türden gerçeklerle haklı çıkarıyorlardı kuşkusuz. Sanırım, bizim dinimiz nasıl ruhun ölümsüzlüğünü öğretiyorsa, onların keşişlerinin de temel doktrinlerden biri olarak bunu sebatla öğrettikleri berbat bir dinleri vardı. Ari ırk, yavaş yavaş Kafkasların geçitlerine varıp geçerek bütün Avrupa’ya yayıldığında, yeni yaşam koşulları, yeni dinlerin formüle edilmesiyle sonuçlanmış olmalıydı. Ölü bedenlerin art niyetli olduğuna ilişkin eski inanç, artık bir amentü olmaktan çıkmış ve hatta gelenek ve göreneklerin arasından bile silinmişti, ama arkasında kuşaktan kuşağa geçen, en az kanımızla kemiklerimiz kadar parçamız olan, kalıtımsal bir korku bırakmıştı.” Byring, birbirlerini izleyen düşüncelerini takip ederken, onlara sebep olan şeyi unutmuştu. Gözleri yeniden cesede takıldı. Gölge artık üzerinden tamamen çekilmişti. Ay ışığının altında keskin hatlı profili, havaya kalkık çeneyi, kısacası betinin benzinin atmış olduğunu gördü. Kıyafeti griydi; bir Konfederasyon askerinin üniforması gibiydi. Ceketiyle yeleğinin düğmeleri açılıp iki yanına düşerek beyaz gömleğini gözler önüne sermişti. Göğsü anormal bir biçimde çıkıktı ancak karnı içeri göçmüş ve alt kaburgaların bittiği yerde keskin bir çıkıntı oluşturmuştu. Kolları boylu boyunca uzanmış, sol dizi yukarıya kalkmıştı. Bütün bu duruşu, Byring’i dehşet verici şeylere dair bir ders niteliğiyle etkiledi. “Hadi oradan!” diye haykırdı; “sivilken aktörmüş belli ki, nasıl öleceğini biliyordu işte.” Gözlerini kaçırıp, cepheye çıkan yollardan birine azimle dikti ve felsefî beyin fırtınasına kaldığı yerden devam etti. “Belki de Orta Asyalı atalarımızın, ölenleri gömme alışkanlıkları yoktu. Eğer öyleyse, bir tehdit unsuru olan ve kötülük saçan ölülere karşı duydukları korkuyu anlamak kolay. Veba kaynağıydılar çünkü. Çocuklara, onların bulundukları yerlerin yakınına gitmemeleri, eğer yanlışlıkla bir cesedin yanına giderlerse hemen kaçmaları öğretiliyordu. Aslında, sanırım ben de bu adamdan uzaklaşsam iyi ederim.” Tam öyle yapmak için ayağa kalkmak üzereydi ki, cephedeki adamlarıyla nöbeti devralacak olan gerideki subaya, her daim o noktada bulunabileceğini söylediğini hatırladı. Bu bir gurur meselesiydi aynı zamanda. Eğer görev yerini terk etseydi, herkes cesetten korktuğunu düşünecekti. O, bir korkak değildi ve kimsenin alaylarına katlanmak istemiyordu. Bu yüzden tekrar yerine oturdu ve cesaretini kanıtlamak için cesede korkusuzca baktı. Daha önce fark ettiği, cesedin defne öbeğinin dibinde yatan elini zar zor da olsa görebildi. Elinin konumunda bir değişiklik olmaması, neden olduğunu dillendiremese de ona belli bir huzur veren bir gerçekti. Gözlerini başka yöne çevirmedi; çünkü görmek istemediğimiz şeyler merak uyandırırlar, hatta bazen karşı konulmazdırlar. Gözlerini elleriyle kapayıp parmaklarının arasından bakan kadınlara akıl fikir dilemek gerekir. Byring, aniden sağ elinde bir acı hissetti. Gözlerini, düşmanın üzerinden çekip eline baktı. Çekmiş olduğu kılıcının kabzasını o kadar sert kavramıştı ki canı yanıyordu. Ayrıca, kaslarını kasıp ileri doğru eğilmiş olduğunu da gördü; hasmının gırtlağına atılmaya hazır bir gladyatör gibi çömelmişti. Dişleri sıkılmıştı, nefes alış verişleri kesik kesikti. Bu mesele de kısa sürede çözüldü ve kasları gevşeyip derin bir nefes alırken olayın gülünçlüğünü ta içinde, derinlerde hissetti. Bu, onu kahkahalara boğdu. Yüce Tanrım! Bu ses de neydi böyle? İnsani bir neşeyi alaya alırcasına çıkartılan şeytani kıkırdama hangi tedbirsiz iblise aitti? Ayağa fırlayıp, bunun aslında kendi kahkahası olduğunun farkına varmaksızın çevresine bakındı. Artık, bir korkak olduğuna dair korkunç gerçeği kendinden daha fazla saklayamayacaktı; iliklerine kadar korkuyordu! O noktadan hemen kaçardı ya, bacakları verilen emri reddediyordu; dizlerinin bağı çözülünce, şiddetle titreyerek tekrar kütüğün üzerine oturdu. Suratı sırılsıklamdı, bütün vücudu soğuk terlerle ıslanıyordu. Yardım çığlığı atabilecek halde bile değildi. Arkasında, sanki vahşi bir hayvana ait bir ayağın sinsice yere basışını açık ve net duydu, ama omzundan arkaya doğru bakmaya cesaret edemedi. Ruhu olmayan bir canlı, ruhu olmayan bu ölü adamla güç birliği mi yapmıştı yoksa? Bu bir hayvan mıydı? Ah, bundan bir emin olabilseydi! Ama iradesinin hiçbir çabası artık gözlerini ölü adamın suratından ayırmasını sağlayamazdı. Tekrar etmek isterim ki. Teğmen Byring cesur ve zeki bir adamdı, ama bundan ne çıkar? Bir insan, tek başına, gecenin ıssızlığının, sessizliğin ve ölülerin yaptıklarıyla, bu kadar korkunç büyüklükte bir ittifakla başa çıkabilir mi; özellikle de beynini istila eden sayısız atası, ruhunun kulağına korkakça tavsiyelerini bağırıp, yüreğinde hüzünlü ağıtlar yakarak kanını dondurup onu savunmasız bir halde bırakırken. Şansı çok azdı; cesaret, bu kadar zorlu sınavlardan geçirilmek için yaratılmamıştır. Bu adamı hükmü altına alan tek bir inanç vardı; ceset kıpırdamıştı. Işık demetinin ucuna daha yakın duruyordu şimdi, buna şüphe yoktu. Kollarını da hareket ettirmiş olmalıydı, çünkü şimdi kollarının ikisi birden gölgedeydi! Soğuk bir hava dalgası Byring’in yüzüne tokat gibi çarptı; tepesindeki ağaçların dalları sallanıp inlediler. Koyu bir gölge, ölünün suratından çekilerek ışığın vurmasına izin verdi ve sonra geri dönüp, onu tekrar kısmen karanlığa gömdü. Bu korkunç şeyin hareket ettiği açıktı! Tam o sırada tek bir çığlık ileri karakol hattı boyunca çınladı; ölümlü bir insanın kulağının duyup duyabileceğinden daha yalnız, daha yüksek, ancak daha uzaktan gelen bir çığlık! O çığlık, efsunlanmış adamın üzerindeki büyüyü kaldırdı; sessizlikle ıssızlığı yarıp elini kolunu bağlayan Orta Asyalı istilacıları dağıtarak, adamın içindeki modern erkekliği ortaya çıkardı. Avının üstüne çöken kocaman bir kuşunkine benzeyen bir haykırışla, savaşmaya hazır yüreğiyle ileri atıldı! Artık cepheden arka arkaya silah sesleri geliyordu. Haykırışlar ve kargaşa, toynak vuruşları ve rastgele bağrışmalar vardı. Arkalarında kalan kamptan, borazan sesleriyle davulların homurtuları duyuluyordu. Kaçarlarken arkalarına rastgele ateş açan Federallerin ileri karakol muhafızları, yolun her iki yanından, çalılıkları iterek birden dışarı çıktılar. Yollardan kendilerine söylendiği gibi geri dönmekte olan grup; elli atlı yanlarından kılıçlarını vahşice savurarak geçince, kendilerini çalılıklara zor attılar. Tam sürat ilerleyen bu kudurmuş atlılar, Byring’in oturduğu yeri ezip geçtiler ve yolun bir köşesini dönüp haykırarak, silahlarını ateşleyerek ortadan kayboldular. Bir an sonra, tek tük silah seslerinin izlediği düzinelerce tüfek gümbürdemesi duyuldu; yedek muhafız hattıyla karşılaşmışlardı; eyerlerin kimisi boş, çoğunun atı deliye dönmüş, kurşun isabet almış, acıyla burnundan soluyup ileri geri atılır bir halde, tam bir kargaşa içinde gerisin geri döndüler. Her şey sonlanmıştı artık; “bir ileri karakol vakası.” Hat, dinlenmiş askerlerle yeniden kuruldu, yoklama yapıldı, etrafa dağılanlar toplandı. Federallerin komutanı, personelinin bir kısmına darmadağınık kıyafetiyle boy gösterip, son derece bilge ve uykulu bir halde birkaç soru sordu. Bir saat boyunca silah başı yaptıktan sonra tugay kampı “bir iki dua edip” yatmaya gitti. Ertesi sabah, erkenden, başlarında bir yüzbaşı ile bir cerrah eşliğinde bir bitkinler takımı, ölülerle yaralıları bulmak için bölgeyi araştırdılar. Yolun çatallaştığı yerin bir tarafında yan yana yatan iki ceset buldular; biri Federal bir subayın, diğeriyse bir Konfederasyon erine aitti. Subay, kalbine saplanan bir kılıç darbesiyle ölmüştü, ama belli ki düşmanında da beş ölümcül yara açmadan ölmemişti. Ölü subay, kendisini öldüren silah hâlâ göğsüne saplı, bir kan gölünün ortasında yüzükoyun yatıyordu. Adamı sırtüstü yatırdılar ve cerrah silahı vücudundan çıkardı. “Tanrım!” dedi yüzbaşı, “bu Byring!” Sonra diğerine bakıp ekledi: “Zorlu bir çatışma olmuş.” Cerrah kılıcı inceliyordu. Bu, tıpkı yüzbaşınınki gibi Federalist piyade alayının mensubu olmuş ve ön cephede görevlendirilen subayların taşıdığı bir kılıçtı. Aslında bu, Byring’in kendi kılıcıydı. Keşfedilen tek diğer silah, ölü subayın kemerine takılı olan dolu tabancaydı. Cerrah, kılıcı yere bırakıp diğer cesedin yanına gitti. Dehşet verici derecede yaralanıp bıçaklanmıştı, ama ortalıkta kan yoktu. Sol ayağı eline alıp bacağı düzleştirmeye çalıştı. Bu çaba neticesinde ceset yerinden oynadı. Ölüler kımıldatılmaktan hoşlanmazlar, kesif, mide bulandırıcı bir kokuyla itiraz etti kımıldatılmaya. Yattığı yerde, budalaca bir hareketlilik içinde birkaç larva bulunuyordu. Cerrah yüzbaşıya, yüzbaşı cerraha bakakaldı.

  • ALTIN BEYİNLİ ADAM

    -Eğlenceli hikâyeler isteyen bayana- Mektubunuzu okurken, madam, vicdan azabı duyar gibi oldum. Hikâyelerimin hep böyle kasvetli şeyler olmasından ötürü kendi kendime içerledim. Ve bugün size neşeli, hem de çılgınca neşeli bir masal anlatmayı aklıma koydum. Öyle ya canım, ne diye kederli olacakmışım! Paris'in sislerinden bin fersah uzakta, misket şarabıyla dümbelekler ülkesinde, günlük güneşlik bir tepenin üzerinde yaşıyorum. Değirmenimin etrafında güneşle müzikten başka bir şey yok. İskete kuşlarından orkestralarım, su çulluklarından bandolarım var. Sabah oldu mu, kurli kuşları ‘kurlu kurlu' diye öterler, öğleyin, sıra ağustosböceklerinindir. Sonra, fifre çalan çobanlar mı istersiniz, yoksa bağlardan kahkahaları gelen esmer güzelleri mi?.. Doğrusu burası, kara düşüncelere dalınacak yer değil. Hanımlara asıl tozpembe şiirler ile sepet sepet sevda hikâyeleri göndermeliydim. Ama olmuyor! Hâlâ Paris'ten kurtulamadım. Her gün, çamlarımın arasında bulunduğum zamanlar bile, Paris'in dert çirkefinden kendimi koruyamıyorum. Hatta şu satırları yazdığım anda bile, zavallı Charles Barbara'nın sefalet içinde öldüğünü haber aldım. Bütün değirmen, matem içinde... Kurli kuşlarıyla ağustosböceklerine Allahaısmarladık!.. Neşeli şeyler düşünecek halim yok... İşte madam, bundan ötürü, size yazmayı tasarladığım o güzelim sevda hikâyesi yerine, yine acıklı bir masal göndereceğim. * Bir varmış bir yokmuş, altın beyinli bir adam varmış. Evet, öyle madam, hem de som altından bir beyin. Dünyaya geldiği zaman başı o kadar ağır, kafatası o kadar kocamanmış ki, hekimler, bu çocuk yaşamaz, demişler. Demişler ama çocuk yaşamış, güneşte boy atan güzel bir zeytin fidanı gibi gelişmiş. Yalnız kocaman kafası, hep ağır basarmış. Yürürken sağa sola toslaması pek acınacak şeymiş... Sık sık düşermiş de. Bir gün sahanlıktan yuvarlanmış ve alnı mermer bir basamağa çarpınca, kafatası, bir maden külçesi gibi, tınnn! etmiş, öldü sanmışlar. Ama çocuğu yerden kaldırdıkları zaman, kumral saçlarında donmuş iki üç altın damlasıyla hafif bir yaradan başka bir şey bulamamışlar. İşte, anasıyla babası, oğullarının altından bir beyni olduğunu böylece anlamışlar. Bu iş o kadar gizli tutulmuş ki, zavallı çocuk bile işin farkına varamamış; vakit vakit, komşu çocuklarıyla kapı önünde oynamasına neden izin verilmediğini sorarmış; annesi de ona: - Sonra seni çalarlar, elmasım! diye yanıt verirmiş. Çocukcağız, çalınmaktan pek korkarmış, hiç ağzını açmadan, yalnız başına oynamaya gidermiş, bir odadan öbür odaya, tıpış tıpış, dolaşır dururmuş... Ancak on sekizine basınca anası babası, kendisine kaderin bahşettiği o olağanüstü nimeti anlatmışlar; bu yaşa kadar besleyip büyütmelerine karşılık, altınından birazcık istemişler. Çocuk hiç duraksamamış, hemen o anda, nasıl, neyle, beyninden ceviz büyüklüğünde bir altın külçesi kopararak, böbürlene böbürlene, annesinin ayakları altına atıvermiş... Sonra kafasında taşıdığı bu zenginlikten, gözü kamaşmış, binbir istekle deliye dönmüş, kendi gücünden mest, baba evinden ayrılmış ve diyar diyar dolaşarak hâzinesini harcamaya başlamış. Hadsiz hesapsız altın harcayarak sürdüğü şahane hayata bakılırsa, beyni bitip tükenmeyecekmiş gibi gelirmiş... Ama beyin tükenmekteymiş, beyin tükendikçe de gözlerinin feri sönmekte, yanakları çukur çukur olmaktaymış. Nihayet günün birinde, çılgın bir hovardalığın sabahında, zavallı genç, ziyafetin döküntüleri ve sararıp solan avizeler arasında yapayalnız kalınca, altın külçesinde açtığı kocaman gediği görüp ürkmüş, artık uslu oturmak zamanının geldiğini anlamış. O andan itibaren, yeni bir hayata başlamış. Altın beyinli adam, artık dokunmak istemediği bu uğursuz zenginliği unutmaya çalışarak, şeytana uymaktan korkan bir cimri gibi vesveseli, yapayalnız, bir köşeye çekilip yaşamış... Ne çare ki, sırrını öğrenmiş olan bir dostu, yalnızlığında da peşini bırakmamış. Bir gece zavallı adam, müthiş bir baş ağrısıyla sıçrayarak uyanmış, şaşkın şaşkın doğrulmuş ve ay ışığında, arkadaşını, paltosunun altında bir şeyler gizleyerek kaçarken görmüş... Demek beyninden bir parça daha çalmışlar.. Bundan bir süre sonra altın beyinli adam âşık olmuş ve bu sefer büsbütün hapı yutmuş... Bütün kalbiyle sarışın bir kadını sevmiş, o da onu seviyormuş ama süsü, tüylü şapkaları, o güzelim püsküllü potinleri daha çok severmiş. Bu yarı bebek, yarı kuş, miniminnacık hatunun ellerinde altının eriyip gitmesi hatun için bir zevkmiş. Türlü türlü hevesleri varmış, adam da hiçbir zaman 'Olmaz!' diyemezmiş; hatta kendisini üzmemek için, zenginliğinin o hazin sırrını sonuna kadar gizlemiş. Kadın ona: - Biz çok zenginiz, değil mi? diye sorunca, zavallı adam: - Elbette çok zenginiz! dermiş. Sonra da, kafatasını masum masum kemiren bu minik kuşuna sevgiyle gülümsermiş. Ama bazan korkar, hasis davranmak istermiş. Ne var ki, tam o sırada kadıncağız, kırıtarak kendisine yaklaşır ve: - Kocacığım, dermiş, bu kadar zenginsin, bana pahalı bir şeyler alsana!.. Adam da ona pahalı bir şeyler alırmış. Böylece iki yıl sürmüş bu, nihayet bir sabah kadıncağız, nedeni bilinmeden, kuş gibi ölüp gidivermiş... Hazine de suyunu çekmek üzereymiş. Zavallı adam, ne kalmışsa onunla sevgili karısına mükemmel bir cenaze töreni düzenlemiş. Çanlar çalınmış, cenaze arabası siyahlara bürünmüş, atlar süslenmiş, kara kadifelere gözyaşı gibi gümüşten süsler asılmış. Adamcağız, ne yapıldıysa, az görmüş. Altına artık kim bakar ki! Kiliseye vermiş, cenazeyi götürenlere vermiş, çelenk satanlara vermiş; hiç pazarlık etmeden, her isteyene vermiş... Öyle ki, mezarlıktan dönüşte, bu olağanüstü beyin hemen hemen boşalmış, kafatasının dibinde birkaç zerre altın kalmış sadece. O zaman, kendisini sarhoş gibi ellerini uzatarak, yalpa vura vura, sokaklarda dolaşır görmüşler. Akşam olup da mağaza vitrinleri aydınlanınca, top top kumaşlarla türlü türlü süslerin ışıklar içinde pırıl pırıl yandığı bir camekânın önünde durmuş. Kenarlarında kuğu tüyleri bulunan mavi satenden bir çift kadın ayakkabısına hayran hayran bakakalmış. Kendi kendine ‘Bunlar, bizimkinin hoşuna gider!’ diyerek gülümsemiş. Karıcığının öldüğünü unutarak, ayakkabıları satın almak için mağazaya dalmış. Satıcı kadın, dükkânın arka tarafındayken, müthiş bir çığlık duymuş ve hemen koşmuş. Bir de ne görsün? Bir adam, ayakta, tezgâha dayanmış, ıstırap içinde, alıklaşmış bir tavırla kendisine bakıyor. Bir eliyle kuğu tüylü mavi ayakkabıları yakalamış, kan içinde olan öbür eliyle de, tırnaklarının ucuna yapışmış birkaç altın zerresini uzatıp duruyor. İşte, madam, altın beyinli adam masalı. Peri masallarına benzemesine rağmen bu masal, başından sonuna kadar gerçeğe uygundur... Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkûm öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarını bile, öz cevherlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. Bu, onlar için her günkü bir acıdır. Sonra bir gün, acı çekmekten bıkıp usanınca da... * Değirmenimden Mektuplar Kitabindan Çev: Sabri Esat Siyavuşgil / Değirmenimden Mektuplar, Fransız yazar Alphonse Daudet'in ilk baskısı 1869 yılında yapılan eseridir. Fransız taşrasında bir değirmende yazılan, her birine bir öykü yerleştirilmiş anı-mektuplardan oluşur.

  • ÖYKÜNÜN SAVAŞI

    Öykü ve savaş... Bu iki sözcük, birbiriyle ilişkilendirildiğinde, insanın yaşam ve diğer insan karşısındaki duruşunu aydınlatan anlamlar yağar başımızdan. Savaşın anıştırdığı, savaşın konu, içerik, biçem olduğu öyküyle, "bir insanı sevmekle başlar her şey" diyen öykünün savaşsız, sevgiye dayalı bir dünya için verdiği savaş, bu anlamların iki ucunda dururlar. Öyküyle savaş, bunun içindir ki hem iki düşman, hem dayanılmaz bir çekicilikle birbirini çağıran iki kavram olurlar. Savaş, belki de güçlü duygularından ve arayışından ötürü, en metafizik hayvan olan insanın, yetisini kullanarak kendi yok oluşuna giden yolu buluşudur. Savaşın tek nedeni vardır bu anlamda; aklın kimi etkinliklerini yalnızca kendince ve kendi kitlesince kullanan insanın, yine kendine ait acıma, adalet, paylaşma, yardımlaşma duygularını hiç olmamış sayabilecek bir koşullanmaya varmasıyla, düşüncenin kendini yok sayacak bir düşünceye dönüşmesi... Düşüncenin kendini yok sayması, insanı çıplak bir nesneden, yalınkat bir nesnellikten öte tanımaması ile olasıdır. İnsan, kendini bir nesneden ibaret sandığı anda savaşa itirazı kalmamıştır! İnsan beyninin bir edimi sayabileceğimiz düşünce, kendine bir düşünce ürünü olarak dayatılmış ve inanması istenilmiş "savaş" ve tanımadığı bir insanı öldürme kararına ulaştığındaysa, insan, kendi beyninin karanlık, ya da az aydınlatılmış labirentlerine dolaşırken hayvanın gerisinde bir yerlere düşmüş olur... Hem de en hayvancıl düşüncesizlikten bile ötede saldırganlıklar taşıyan ve ölümü, yaşamın sonunu çağıran bir metafiziği kendi için kabul edilebilir bulur. Savaşı duygudan çok akla, öyküyü akıldan çok duyguya yakın buluruz ama aklı duygudan, duyguyu da akıldan soyutlayıp yalnız birinin egemen olmasını istemenin anlamı var mıdır? Ya da böyle bir şey olası mıdır? Öykü, insanın kendini, içinde yaşadığı toplumun koşullarını, tarih içinde yapılanmış geleneklerini, coğrafyayı, genlerinde taşıdığı kalıtımı yazınla insana sunarken aklı da kullanır elbet. İnsanın aklı sarsan duygulanışını, etkilenimini, sarsılışını aklın ürünü dili ve yazıyı kullanarak dizeler. Öyküyle ağlar insan, kimi zaman gülse de çoğunluk ağlanasıdır öykü... Savaş bu yanıyla öyküye yakın gibi durur bir yandan da... Savaşın öyküsü, savaşsız bir dünya için savaş veren öykünün kullanırken gözyaşı döktüğü türüdür. Öyküye de yakışanı acı ve gözyaşı değil midir? Savaşın öyküsü acıdır, savaşın öyküsü en ağır hüzünlerdir, kasvettir, umutsuzluktur. Savaş, en dolaysızca yaşamın sonu demek olan ölümdür. İnsan için anlamın bitişidir. Sayılamayacak kadar çok anlamsızlığı, ya da anlamın yok oluşunu insanı yaralayan bir anlam olarak sunar savaşın öyküsü... Savaşla öykü arasındaki ilişkiyi, bu iki kavramdan öykünün öne çıktığı, yaşamın anlam olarak ele alındığı öykünün savaşıyla kurduğumuzda, savaşın ve savaşı yaratan insanın acımasızlığına, en insancım karşı çıkışın dil dizilimini de başarmış oluruz. Yaşama, zaman karşısında çaresiz kalmış insanın, dişiyle tırnağıyla var olma çabasına saygı duyan, yaşamı duygularıyla, sevgileriyle, coşkularıyla seven insan, savaşın öyküsünde değil de öykünün savaşında yer tuttuğunda türünün yanındadır. Savaşın acısını, yıkımını yazmama anlamında değildir savaşın öyküsüne karşı çıkışımız, bu yazılmadan elbet öykünün savaşının bir kanadı eksik kalacaktır; belki de en büyük acıları anlattığı için engüzel kanadı... 1871 Paris Komünü yenilgisi sonrası "Hayat yaşamıyor" diyen Rimbaud, "İçinde mutsuzluk bulunmayan herhangi bir güzellik tanımıyorum" diyen Boudelaire, acının sanat üreticiliği üzerindeki itisini örneklerler, acı, şiirin de öykünün de balıdır neredeyse. Ancak bu tadın ardında olduğundan savaşmıyor insanlık. İnsan, kendini duygusuz bir nesneye dönüştürebilen arsız bir canlı olduğu için aynı savaşta, savaş acısıyla buluşuyor. Babam, Törekul Aytmatov, Bilmiyorum nerede gömülüsün, Bunu sana sunuyorum. Annem, Nahime Aytmatova, Biz dört kardeşi sen yetiştirdin, Bunu sana sunuyorum Toprak Ana'ya böyle başlıyor Cengiz Aytmatov. Savaş ve Öykü kavramları bir araya gelince ortaokul yıllarında okuduğum ve okudukça ağladığım bu uzun öyküyü anıyorum. Çocukluktan ilkgençliğe geçiş yıllarımdı... Kendime anlatamadığımı anımsıyorum savaşı. Aytmatov, ben okurunun göz yaşlarını okşarca yazmıştı uzun öyküsünü. Savaş nedeniyle kocasını, üç oğlunu, savaş sürecinin sonunda da çok sevdiği güzel gelini Alime'yi yitiren Ana, tarlasına, toprağına, savaşı torununa anlatmanın, olanları ona tüm gerçekliğiyle açmanın zorluğundan yakınmaktadır. Savaşın çocuktaki anlamı kocaman bir anlamsızlıktır, savaş çocuklara anlatılamaz. Çünkü çocuklar içimizde yaşamayı sürdüren asıl ve asil insanlardır. İnsan metafiziği içindeki çocuğu öldürebildiğinde ancak, başka bir insanın ölüm kararına, savaş ânına varabilir. İçimizde düş görme yetisini ve insancıllığını taptaze yaşatabilen çocuğu var edebildiğimiz ölçüdeyse, insan kalmayı sürdürebiliriz. Başka bir deyişle, her savaş kararı, yalnızca milyonlarca çocuğun bombardımanlardan, açlıktan, hastalıktan ölmeleriyle sonuçlanmaz, aynı zamanda savaş kararı alan ve savaşan yetişkin insanların içindeki çocukları da öldürür. Toprak Ana'da, öykü kahramanı anayla gelin Alime arasındaki ilişki, savaşla sevgi arasındaki çatışmanın ve savaşın sevgiye olan açlığı nasıl kanattığının en güzel örneğidir. Gelin Alime, süreç içinde tüm oğulların yerini alabilen güçlü bir sevgi simgesi olabilmiştir ana için. Bu sevgiyi yapılandıran yaşamın kendisinden çok öykünün gücüdür. Yazıya düşmemiş hiçbir anlatı bu sevginin anlamını açıklayamaz. "68 Kuşağı"ndan birisiyim ben. Tıp Fakültesi'ne 1968'de başladım. Bu ülkenin birçok karmaşasına, altüstlüğüne en sıcak saflarda tanıklık ettim. Derneklerde, örgütlerde, dergilerde görevler aldım. Kimilerince militan bile sayılırdım. Yargılandım, kem gözlerce izlendim, fişlendim, sorgulandım, gülünç kovuşturmalara uğradım, başarılı bir öğrenci olduğum halde bursumu kesti bakanlık... Beni aykırı bulan, dışlamaya çalışan sistemin birçok çarkı içinde, sistemin insanca işleyebilmesi için ben çabaladıkça, hatta, zaman zaman bir okulun okul, bir hastanenin hastane, bir yolun yol, bir mahallenin, bir apartmanın insanın topluca yaşadığı bir mekân olabilmesi için uğraştıkça, kendimi sistemin belki de uzun ömürlü olmasına hizmet eder buldukça, başkalarının hep tehdit ettiği, gözdağı verdiği, işaretle aşağılamaya çalıştığı bir simge oldum, bana benzeyen diğer başka birçok insan gibi. Ama ömrümün hiçbir döneminde beni işaret eden parmaklar kadar insan düşmanı olamadım! Onlar, kendi iktidar zorbalıklarına kılıf olsun diye kendi hazırladıkları yazılı hukuku önce hep kendileri çiğnediler... Ömrümce kimseye kurşun sıkmadım, taş atmadım, bir grupla kavga etmek için elime sopa almadım. Birey olarak kendime ya da herhangi bir insana yönelmiş bireysel ve haksız bir öfke olmadıkça da kimseye el kaldırmadım, bir fiske bile vurmadım. Kavgalarımın nedeni hep kendime açıklayabileceğim bireycil ve haksız saldırılara karşı kendimi savunmak oldu. Savaşın en anlamsız gelen yanı, temsil ve kitle ruh yapılanışı içinde tanımadığın insanı kendine düşman bilmendir. Bu belki de, Schopenhauer'a, "İnsanoğlu dışında hiçbir varlık, kendi varoluşu ya da genellikle varoluş karşısında hayrete düşmez. İnsanoğlu, metafizik bir hayvandır" dedirten önemli insan davranışlarından biridir tanımadığı birini öldürme kararı! Böylesi güçlü bir metafiziği vardır insan ruhunun. Savaşta iki cephede karşı karşıya gelmiş iki insanın öyküsü, dünyanın en gerilimli, en ironik, en dramatik öyküsüdür. Karşısında, kendi çektiklerini çeken, yan yana gelindiğinde birbirlerine inanılmadık ölçüde benzeyecek, öyküleri birbiriyle örtüşecek iki insandan herbirinin, kendi mutsuzluğunun kaynağı olarak karşıdakini görmesi, bu inançla öldürmek için saldırması karşısında söylenebilecek çok şey olduğunu sanmıyorum. Savaşın en acı yüzü burada kendini gösterir. Birbirinin belki de aynı olan iki insanın birbirini yaşamın olumsuzluklarının nedeni olarak görmesi kadar ağlanası bir gerçeklik, böylesi çıldırtan bir metafizik var mıdır yeryüzünde? Toprak Ana'yı okuyan ben Alper çocuk, yaşamının en öfkeli, en çılgın isyanlarla dolu olduğu dönemlerinde bile bir başka insana kötülüğü düşünemediyse, öfkesini kavgaya, hırçınlığa değil de sanatsal üretime yönelttiyse, sevgiyle onarmaya kalkıştıysa kendini, bunda okuduğum o savaş öyküsünün çok büyük bir yeri vardır sanırım. Öyküyle savaş arasındaki bu bağıntıyı kurarken, hep bu gelmeli, bu taşmalı içimizden: Savaşın öyküsünü, gerekçesini kim, nasıl anlatabilir çiçek yüzlü bir çocuğa? Kim bir savaş öyküsü okuyabilir sabahları camının önüne, bahçesindeki bir ağaç dalına konmuş şen bir serçeye? Madem savaş kaçınılmaz, biz de içinde olmalıyız, bir koyup üç almak varmak neden uzak duruyoruz diyor birileri, başka birileri de savaşın getireceği yıkımlara, ölümlere aldırmadan bireysel nesnel çıkarlar için ellerini ovuşturuyorlar büyük bir sabırsızlıkla, ya da küçücük beklentiler için kitlesel kararlar veriyorlar. Savaşın bu kadar yakınındayken, hatta içindeyken bu kadar savaş karşısında tepkisiz kalabilmiş, hatta bir çeşit yansız, yalancı bir görüntüyle savaştan yana olabilmiş bir toplumda yaşıyor olmanın acısını nasıl gidereceğiz? Öykünün savaşında, "bir insanı sevmekle başlamalı her şey" * ÖNEMLİ:KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN**

  • KARINCALAR

    Ali Yaşar KARADENİZ Yaşlı adam, yirmi adım öteden kendisine seslenildiğini duymuşsa da istifini bozmadan, bir taş gibi sessiz oturuşunu sürdürmüştü. Kendi kadar yorgun kasketini yüzüne çekmiş, gözleri görülmüyordu. Sırtını akasyaya dayamış, ömrünün en güzel ve en rahat döşeğini bulmuş gibi kurulmuştu toprağa. Çiçeklerin kokusu ciğerlerine doluyor, arıların vızıltısı, daha önce hiç duymadığı ama hep bildiği bir şarkı olup beynine akıyordu. Burası Kemal ustanın huzur bulduğu tek yerdi. Evinin yüz adım kadar güneyindeki bahçeye gelirken, yaşlı bacakları canlanır, zor hatırladığı delikanlılığından kalma hızlı adımlarla yetişeceği önemli bir iş varmış gibi âdeta koşardı. Zamanının çoğunu geçirdiği köyün en seyranlı yeri olan buradan, aşağılarda kalan, güneydeki ormanın başladığı yere kadar uzanan ekili tarlaları, ötelerden güneşin altında şavkıyan bir gümüş yılan gibi süzülen dereyi, vadilerden yükselen ormanları, karşı köyleri görmek mümkündü. Burası yeryüzünün cennetiydi, öyle bilirdi. Oysa bu köyün dışında, askerlikte gittiği Merzifon’u saymazsak bildiği bir başka yer de yoktu. Bazen evde yapacak bir işi yoksa yaşlı karısı da katılırdı ona. Birlikte sırta oturur, gözlerini ağaçların, tarlaların arasından gelen yola diker, çok önceleri gurbete gitmiş ve şimdi dönen bir yakınlarını beklermiş gibi, ağızlarından kelâm çıkmadan öylece saatlerce oturdukları olurdu. Usta bu koca köyün en yaşlı insanlarından biriydi... Uzun ömrün, yaşlanmanın bedeli ağırdı. Tanrının bağışladığı ömür, yaşamın zorluklarının yanında öteki kulların hoyratça saldırıları, bitmez tükenmez hırsları karşısında daha zamanı gelmeden teslim olur, tükenirdi, ama yaşardı. O emsallerine göre daha güçlü ve şanslı olduğunu düşünürdü. Verdiği yaşam mücadelesini bir savaş ve kendisini de bu savaştan zaferle çıkan komutan olarak görürdü. Ustalık, ona ihtişamından hala bir şey kaybetmemiş olan köyün en güzel taş evlerini yaptığı, bedelini fazlasıyla ödediği bir unvan olarak verilmişti. Öyle ki; istese taştan adam bile yapabilirdi, öyle maharetliydi elleri. Kemal adını ise ona babası takmıştı. Babası, tâ bıyıkları çıkmadığı zamanlardan öldüğü güne kadar Mustafa Kemal Paşa’ya duyduğu hayranlığı hiç yitirmemişti. O, daha evlenmeden, doğacak oğluna Kemal adını vermişti bile. Yedi düveli yenen Sari Paşa’nın köylüyü milletin efendisi olarak adlandırdığı o günden sonra bu topraklarda doğacak kız oğlan her bir çocuğun Kemal olması, kemale ermesi, onun yaşamı boyunca yaptığı en içten duası olmuştu. Olmuştu olmasına da, kader işte, ne doğanlar Kemal olmuş, ne de yaşayanlar kemale ermişti. Babasını, onun söylediklerini anımsayınca içi acılandı. O zamanlar akasya ağacının beş kulaç sağında, şimdi bir eriğin ölmeye yattığı yerde göklere eren bir dut ağacı vardı. Uzun boylu birisinin bile gövdesini saramayacağı kalınlıktaki dut ağacının yıllarca babasına gölge olduğu günler geldi aklına. Babası; kızgın yaz günlerinde hep o ağacın altına çekilir, hemen önünden başlayıp geniş bir alana yayılan tarlalarda yan yana çalışanları seyreder, tarlaların arasından gelen yoldan gelip geçen insanlarla sohbet eder, günü akşam ederdi. Bölge köylerin içerisinde şehre en yakın olanıydı Ocaklı. Bu yüzden herkesin yolu oraya düşerdi. Kalabalık nüfusu ve geniş topraklarıyla bir kasaba görünümündeki bu köyden yukarılarda, tepesinde bir tek çalının bile yaşama şansı bulunmayan Koca Dağın eteğine kadar altı köy daha vardı, önlü arkalı. Bu köylerin hiçbirisinde toprak, Ocaklı köyünde olduğu kadar verimli değildi. Öyle ki bu köyde toprağa düşen her bir tohum zamanı gelince emeksiz fışkırırdı yeryüzüne. Yukarı köylerin kadınlı erkekli insanları, topraktan ve hayvanlarından alabildikleri neyi var ise şehirlilere satabilmek için şafakla düştükleri yoldan ancak öğlene doğru Ocaklıya varırdı. Yağ, peynir, yumurta, lâhana… Herkesin sepeti kendilerinden esirgeyip satmaya götürdükleri öteberiyle dolu olurdu. Çerçiler de ıslak mendillerini çıplak başlarına gölge edip, ellerindeki kantarlarıyla yol kenarlarını çoktan tutarlardı. Şehre gidemeyecek kadar yorgun düşenler beklentilerini karşılamasa bile acil ihtiyaçlarının bir bölümünü alabilecek kadar satış yaparlar, kazandıkları paraları elbiselerinin içinde saklı keselerine muska kutsallığında yerleştirip, sevinçle evlerine geri dönerlerdi. Şehre gidenler ise helva, ekmek dolu sepetleriyle bir gün sonra geri gelecekti… O günden bugüne çok şey değişmişti. Sepetlerin yerini alan arabalar, köye gelirken, önceleri kendilerinin üretip kentliye sattıkları ürünlerle dolu oluyordu, artık. Değişen neyse iş tersine dönmüştü. O yıllarda kentlinin yiyeceğini, karşılığını tam olarak alamazsa bile köylü üretir, satardı. Ya şimdi? Şimdi köylü, kentli gibi birilerinin fabrikalarında ya da merdiven altlarında, topraktan uzak ürettiklerini tüketir hale gelmişti. Beş kulaç öteden babasının varlığını hissetti. Bu hissediş içindeki yangına serin bir rüzgâr gibi geldi. Yüreği ferahladı. Yabancısı olduğu bir gülüş geldi, yüzüne kondu. Erik ağacındaki kuru dal ayrılıp yere düştü. Gülüşü de aldı başını gitti. Bir çocuk telâşı içinde, ağrılarından çoğu gece yatağında kıvrandığı dizlerini karnına çekerken kasketini de geri attı. Yeşil gözleri göründü. O zamanlar babasının buradan gördüğü tütün tarlalarını görebilmek için gözlerini ardına kadar açtı. Açtığı gibi geri yumdu. Bir daha açtı. Yumulu gözlerinin gördüğü bu yeşile kesmiş tarlaları, açıkgözle göremeyişine üzüldü. Koca bir hüzün yüzüne yapıştı. Kemal Usta bahar başlarında başlayıp aylarca devam eden ve bir sonraki bahara babasının getirdiği lavaşa sarılı helva ile mutlu sona eren uzun, bir o kadar da zorlu tütün yolculuğunun her bir evresini, beş vakit namazı bildiği gibi bilirdi. Yıllarca içtiği sudan, yediği ekmeğe kadar her bir şeyine katılan, tütünün damağını yakan o zifir acısını yeniden hissetti. Yanında yöresinde bir tek yaprak tütün yokken tüm canlılığıyla anımsadığı zifir kokusundan mutlu oldu, içini kaplayan sevinci paylaşacak birini aradı, karısının yanında olmadığına üzüldü. Neredeydi acaba? Merak ettiği halde kafasını çevirip de etrafına bakmadı. Elli yıl bir yastığa baş koyduğu karısı Gülsüm ile tütün damlarında başlamıştı sevdalıkları. O zamanlar sevda da başkaydı. Tütün gibi, fındık gibi dirhem dirhem çoğalırdı. Birbirlerinden ayrı zamanlarda tütün yaprağındaki dokunuşlarında tenlerini hisseder, birbirinin hayalinde yarınlarını kurarlardı. Gülsüm’le evlenmesi geldi aklına. İki kez kaçmışlar iki kez de yakalanmışlardı. Gülsüm’ ün babası inat adamdı. Beş yıl direnmişti. Sonunda teliyle duvağıyla koynuna almıştı onu. Elli yıl sonra o gün verdikleri mücadeleden yeniden gururlandı. Şimdiki gençlerin adına aşk dedikleri garip sevdalıklarına alayla güldü. Yerdeki akasya çiçeğini aldı, kokladı. Bu kokuya bayılırdı. Gülsüm de… Çiçeği yeleğinin yaka cebine taktı. Bu güne değin yaşadıklarını film şeridi gibi bir anda gözünün önünden geçirdi. Her şeyin bu kadar hızlı nasıl değişebildiğini düşündü. Cevap bulamadı. Köylü de değişmişti, toprak da sevdalıklar da... Güneş, Koca Dağ’ın üzerinden aşmaktaydı. Akşamın serinliği ağaçların altında daha iyi hissediliyordu. Kemal usta, sırtı ile akasyadan kuvvet alarak ayağa kalktı. Artık eve dönüş vakti gelmişti. Biraz önce, sanki yıllar öncesinde olmuş gibi sisler içinde kalmış kendisine seslenen adamı birden hatırlamıştı. Bakındı, kimseyi göremedi. Tahmin etti: Herhâlde Hüseyin’di. Dünden helva alması için para verdiği Hüseyin. Bu kez daha bir dikkatle arandı. Yirmi adım kadar ötesinde yerde duran sarı saman kâğıdına sarılı paketi gördü. Helvanın anımsadığı tadını damağında hissedince daha bir iştahla paketin yanına gitti. Almak için elini uzattığında, dört bir yandan pakete giren çıkan sürüyle karıncayı fark etti. Bir umutla helvasını kurtarmak için uzandı. O yörede ne kadar karınca varsa helvadan haberli toplanıp gelmişti sanki. Sanki koca paketi sürükleyip yuvalarına götüreceklerdi, vızır vızır kalın kâğıdı delmeye çalışıyorlardı. Almaktan vazgeçti paketi, geri çekilip bir süre hayranlıkla onların mücadelesini izledi. Uzanıp paketi açtı, çocukluğundan beri değişmeyen tek tadı karıncalara terk ederek batan güneşle birlikte evine gitti. * maviADA 29.SAYI YAZ 2012

  • Tarihteki İlk Logo ve Telif Hakkının Sahibi Ressam Albrecht Dürer

    Alman asıllı Albrecht Dürer, Rönesans’ın en büyük temsilcilerinden olup taş-ahşap baskıları, gravürleri, portreleri ve dini içerikli resimlerinin yanı sıra özellikle suluboya ve karakalem tablolarıyla da ünlü bir ressam. Sanat tarihindeki tartışılmaz yerinin yanında, günümüz internet ortamında özellikle “Dua eden eller” olarak bilinen tablosu ve o tablonun dramatik öyküsüyle tanınan sanatçıyı, bu uydurma ama bir o kadar güzel öykünün yanı sıra gerçek yaşam öyküsüyle de tanıyalım. Rivayet edilen yaşam öyküsü On beşinci yüzyılın başlarında, Nürnberg yakınlarında oldukça fakir, on sekiz çocuklu bir ailenin çocuklarından biri olarak dünyaya gelir küçük Albrecht. Böylesi kalabalık bir ailenin reisi olan baba, oldukça mütevazı kazancını çocuklarına yetirmek için günde on sekiz saate yakın çalışır. Gerektiğinde konu komşudan da yardımlar gelir aileye. On sekiz kardeşten ikisi olan Albrecht ve Albert, bu umutsuz durumlarına rağmen, kalplerinde gizliden gizliye bir hayâli büyütürler. Her ikisi de usta bir ressam olmak istemektedir; ama babalarının kendilerini şehirdeki sanat akademisine gönderemeyeceğini de çok iyi bilirler. Günler, geceler süren tartışmalardan sonra iki kardeş ortak bir karar alarak, yazı-tura atmaya karar verirler. Yazı-turada kaybeden, maden ocağında çalışacak, kazandığı ile kazanan kardeşinin sanat akademisindeki masraflarını karşılayacaktır. Kazanan kardeş, dört yıl sonra mezun olduğunda ya resimlerini satarak ya da gerekirse madende çalışarak kardeşini okutacaktır. İki kardeş bir sabah fısıltılı dualar eşliğinde yazı tura atarlar. Oyunu Albrecht kazanır ve Nurnberg’deki sanat akademisine yazılır. Kardeşi Albert ise maden ocağının yolunu tutar. Dört yıl boyunca kardeşine eğitimi için para gönderir. Albrecht’in karakalem ve yağlıboya resimleri akademide hemen herkeste hayranlık uyandırır. Öyle ki daha mezun olmadan hatırı sayılır paralar kazanır. Genç sanatçı mezun olup köyüne döndüğünde, kalabalık ailesi evlerinin verandasında yemektedir. Uzun sohbetlerin ardından, Albrecht ayağa kalkar ve kardeşi Albert’in elinden tutarak kendisine yaptığı eşsiz iyiliği anlatır. Albrecht, kardeşi Albert sayesinde hayallerini gerçekleştirmiştir. Sonra sözlerini şöyle tamamlar: ”Ve şimdi, benim fedakâr kardeşim Albert, sıra senin. Şimdi Nurnberg’e gidip hayallerini gerçekleştirebilirsin. Masraflarını ben karşılayacağım.” Herkesin gözü Albert’e döner. Albert, solgun yüzünü yıkayan gözyaşlarını gizlemeye gerek görmeden, başını “hayır, hayır!” anlamında sallar. Kardeşlerinin, anne babasının yüzlerinde gezdirir gözlerini, yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başlar: “Hayır kardeşim, ben Nurnberg’e gidemem. Benim için artık çok geç, dört yıllık maden işçiliği ellerime neler yapmadı ki! Her parmağım en az bir kere ezilip kırıldı. Son zamanlarda, sağ elimde dayanılmaz romatizma ağrıları da başladı. Bir bardağı bile zor tutuyorum. Nasıl olur da karakalem, yağlıboya çalışırım ki? Parmaklarım fırça tutacak inceliği çoktan kaybetti. Hayır, kardeşim, hayır… benim için artık çok geç.” Albrecht Dürer, kardeşi Albert’in kendisi için gösterdiği fedakarlığı resmetmeye niyetlenir. Kardeşinin maden ocağında çalışmaktan eğri büğrü olmuş parmaklarını ve kırış kırış avuçlarını bütün detaylarıyla çizer. Resimde Albert’in ince parmakları göğe doğru yönelmiştir. Avuçların içi sanki gökten bir yağmur bekliyormuşçasına açıktır. Dürer, bu çalışmasına basitçe “Eller” adını verir. Fakat insanlar, böylesine açık avuçlara ve göğe yönelmiş parmaklara her kalbin içini ısıtan bir sırrı doldururlar. Bu buruk konuşmanın üzerinden 450 yıl gibi uzun bir süre geçer. Bugüne kadar Albrecht Dürer’in yüzlerce portresinin yanı sıra karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri dünyanın sayılı müzelerinin duvarlarını süsler. Fakat bunlar içinde hiçbiri Albrecht Dürer’in o günkü yemekten sonra yaptığı karakalem çalışması kadar ünlü olmaz. Bugün yeryüzünde birçok çalışma masasının üzerini süsleyen, birçok duvarda asılı duran bu resim Dürer’le eşleştirilir, hatta yaratıcısından daha çok bilinir olur. Albrecht Dürer ’in Gerçek Yaşam Öyküsü Dürer’in babası, 1455’te Macaristan’dan gelerek Nürnberg’e yerleşen bir kuyumcudur. 1471 yılında bu şehirde dünyaya gelen Albrecht Dürer, çocukluğunu babasının kuyumcu dükkânında çalışarak geçirir. 13 yaşındayken kendi portresini, 14 yaşındayken “Madonna ve Müzik Melekleri” portresini yaparak erken gelişen resim yeteneğini kanıtlar. 1486’da babasının girişimiyle ressam ve ağaç baskı ustası Michael Wolgemut’un atölyesinde çırak olarak çalışmaya başlar. 1489’da işinden ayrılarak seyahat etmeye başlayan Dürer, 1490’da ilk yağlıboya tablosu olan babasının portresini tamamlar. 1492 yılında Basel’de tahta baskı atölyesinde çalışır. Nürnberg’e dönünce Agnes Frey’le evlenir ve bir yıl sonra İtalya’ya gider. Yola çıkmadan önce yaptığı eserler arasında öğretmeni Wolgemut’un portresi ile kendisinin nişan portresi de vardır. Daha İtalya’ya gitmeden Mantegna’nın bakır üzerine yaptığı gravürleri görür ve İtalyan sanatının etkisinde kalır. İlk suluboya peyzajlarını yolculuk sırasında çizer. 1496 yıllarında bakır üzerine yaptığı gravürlerle ustalığa erişir. İkinci kez gittiği İtalya’da iki yıl kalan ve orada Giovanni Bellini ile tanışan Dürer, ondan çok etkilenir. Dönüşünde matematik, geometri, Latince ve edebiyat gibi konularda bilgisini arttırmıştır. 1512’de Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Maximilian’ın himayesinde saray ressamı olarak çalışmaya başlar ve bu görevini Maximilian’ın ölümünden sonra V. Karl döneminde de sürdürür. Sarayda çeşitli dekorasyon uygulamaları yapar. 1513-1514 yıllarında bakır oymabaskılarının en ünlüleri olan “Şövalye, Ölüm ve Şeytan, Aziz Hieronymus Çalışma Odasında ve Melankoli 1” adlı eserlerini yaratır. 1515 yılında Yüksek Rönesans döneminin ünlü ressamı Raffaello ile Dürer çalışmalarını birbirlerine göndermeye başlarlar. Sarayda çalıştığı yıllarda İmparator Maximilian’ın iki portresini (1519) ve “Lucretia” (1518) gibi ünlü resimlerini yapar. Bu arada gezilere de çıkar. 1518 yazında Augsburg’a gider ve orada Reform hareketinin öncüsü Martin Luther’le tanışır. Sonraki yıllarında Luther’in sadık bir izleyicisi olur. 1520 Temmuz’unda eşiyle birlikte Felemenk’te geziye çıkan Dürer, Alman sanatının önde gelen isimlerinden Matthias Grünewald’a bazı oyma baskılarını armağan eder. Felemenk resim okulunun ustalarıyla tanışır ve 1521 yılında ziyaret ettiği Brugge ve Gent’de 15.yüzyılın Flaman ustalarının yapıtlarını görür. Aynı yıl eşiyle birlikte Nürnberg’e döner. Sağlığı bozulmaya başlayan sanatçı son senelerini kuramsal ve bilimsel yazılarla kitap resimlerine ayırır. 1528’de ardında pek çok eser bırakarak 57 yaşında doğduğu şehir Nürnberg’de yaşama veda eder. Tarihteki İlk Logo ve Telif Hakkı “Dürer, sanatından para kazanmak, daha çok resim yapmak istediği için farklı baskı teknikleri dener ve bu uğurda Avrupa’da şehir şehir gezerek resimlerini pazarlamaktan çekinmez. Dürer’in resimleri sanatseverlerce çok ilgi görür, sadece kiliseleri ve asillerin evlerini değil, orta sınıftan resmi seven insanların duvarlarını da süsler. Durum böyle olunca da resimleri taklit edilir. Bunu önlemek adına pek çok tablosunun hemen altında görülen, adının baş harfleri A ve D’yi imza olarak kullanan ressam taklitçilerden yine de kurtulamaz. 1512’de Roma imparatoru I. Maximillian yeteneğini fark edip onu koruması altına alınca bu ilişkiden faydalanan Dürer, imparatorun emri ile resimlerinin imtiyaz hakkını alır. Bu, belki de tarihte telif hakkının ilk kazanılmasıdır.

  • Çok Sevgili Bay S. Freud

    Freud ve Einstein arasındaki ünlü mektuplardan bir bölüm; / “Çok sevgili Bay Freud, Gerçeği bulma özlemi sizde başka bütün özlemleri nasıl bastırıyor, şaşılacak şey. Savaş ve yok etme güdülerinin insan ruhunda sevgi ve yaşama gücü ile nasıl iç içe girmiş olduğunu su götürmez bir açıklıkla ortaya koyuyorsunuz. Ama, inandırıcı açıklamalarınızdan bir de şu büyük amaca ulaşma özlemi çıkıyor ortaya: İnsanın iç ve dış bütün savaşlardan kurtulması. Bu büyük özlemde, çağlarının ve uluslarının üstüne çıkan, düşünce ve ahlâk alanında birer yol gösterici olarak saygı gören bütün büyük insanlar birleşir. İsa’dan Goethe’den Kant’a kadar hepsinde bu kurtuluş özlemi vardır. Her ne kadar insanlar arasındaki ilişkileri düzenleme istekleri pek gerçekleşmiş değilse de, yalnız bu türlü insanların bütün dünyaca birer önder sayılmış olmaları anlamlı bir gerçek değil mi? Şuna inanıyorum ki, çalışmalarıyla yol göstericilik yapan üstün insanlar – dar bir alanda da olsa – aynı ülküyü büyük ölçüde paylaşmaktadırlar. Ne var ki, politik gelişim üzerinde pek etkileri olmuyor. Ulusların kaderini çizen bu alan hemen hemen kaçınılmazca dizginsiz ve sorumsuz politika adamlarına bırakılmış görünüyor. Politik önderler ve yönetimler yerlerini ya zorbalığa, ya da yığınların oyuna borçludurlar. Ulusların düşünce ve ahlâkça yüksek bölüklerinin temsilcisi sayılamazlar. Ama, seçkin aydınlar, bugün halkların tarihi üzerinde doğrudan doğruya hiçbir etkide bulunamıyor; oraya buraya dağılmış bulunmaları günün sorunlarının çözümlenmesine doğrudan doğruya katılmalarına engel oluyor. Yaptıkları ve yarattıklarıyla yetilerini ve iyi niyetlerini göstermiş olanların kendiliklerinden bir araya gelmesi, dünyaya bir değişiklik getiremez mi dersiniz? Üyeleri birbirleriyle sürekli düşünce alışverişi içinde bulunacak olan bu uluslararası birleşme, tutumlarını basında ortaya koyarak, imzalarının sorumluluğunu yüklenerek, politik sorunların çözümü üzerinde önemli ve uyarıcı bir etki sağlayabilir. Bilim akademilerinde de rastlanan insan yaradılışının eksikliklerinden doğan sakıncalar burada da görülecektir şüphesiz. Ama, yine de öyle bir çabaya girişmek yerinde olmaz mı? Doğrusu ben, böyle bir işe girişmeyi büyük bir ödev sayıyorum. Böyle bir yüksek aydın topluluğu kurulunca, sistemli olarak dinsel kurumları da savaşa karşı harekete geçirmeye çalışmalıdır. İyi niyetleri bugün acı bir boyun eğme ile felce uğrayan bir kişiye içten destek olurdu. Düşünce ürünleriyle yüksek bir saygınlığa ulaşmış olan kişilerin kurduğu böylesi bir topluluk, Milletler Cemiyetinin güçleri için değerli bir dayanak olacaktır. Bu düşüncelerimi, dünyada herkesten çok size sunuyorum, çünkü, siz isteklere herkesten daha az kapılırsınız ve sizin yargınız ciddiliği en ağır basan bir sorumluluk duygusuna dayanmaktadır.” Albert Einstein

  • Yalnızca Kanatlarına Güven

    aşkımız bir gün uçup giderse aramızdan sevgilim sırt çantalı bir duman gibi bir melekle çarpışan kelebeğin kanadından dökülen toz bir çağlayanda sürüklenen bir dal parçası gibi istemediğimiz yerlere giderse aşkımız sevgilim yalnızca kanatlarına güven kendi yarattığımız boşluğun ucunda sıkı sıkı tuttuğumuz bir kapı koludur yaşam ve aşk, en derin kuyumuza düşen keman yürüdüğümüz yollar daralırken çökerken altımızdaki merdivenler sevgilim yalnızca kanatlarına güven sevdalılar bilir bir kuş yağmurudur ilkbahar sevmeyi beceremeyenlerin koyduğu yasaklar çözülüp gider çocuk gölgelerinde yazın ve ağzımızın içinde dağılır aşk sapsarı bir şeker gibi erirken sonbahar bitmeyen bir kıştan söz açılırsa sevgilim sevgilim yalnızca kanatlarına güven elimi uzattığımda sana gemileri göstermek için dümende kan kokusuyla bayılmış bir kaptan ateşin yüreğine sürüklenen bir ülke ufukta ve çekirge sürüleri yolcu bavullarından çıkan sevgilim dökülürken tüyleri savaş uçaklarına çarpan güvercinlerin her gün değişen atlasların içinde tara saçlarını ve yalnızca kanatlarına güven götürürlerse bir gün beni ellerim iplerle bağlı şiirlerimin bilmediği yerlere ve hiç kimsenin alnımdan fırlayacak göçmen bir kuş gibi dur dünyanın paslanmış sırtında ve bensizliğe havalanırken korkma sevgilim sevgilim yalnızca kanatlarına güven / Akgün AKOVA: 1962 yılında Sakarya'ya bağlı Akyazı ilçesinde dünyaya geldi. Gebze Lisesi'nin ardından Hacettepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünü ve İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü'nü bitirdi. 1984 yılında ilk şiiri Milliyet Sanat dergisinde yayınlandı. İlk şiir kitabı olan Sansürttürme Şair Abüüü 1991 yılında yayımlandı. Şaire 1993 yılında Truva Şiir Ödülü, 2003 yılında ise Dionysos Şiir Ödülü verildi. Akova, denemelerinin yer aldığı Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü isimli kitabıyla ise 1998 yılında Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü'ne layık görüldü.Kadir Has Üniversitesi ve Akademi İstanbul gibi eğitim kurumlarında "yaratıcılık" dersleri de veren şair ayrıca TRT ve Açık Radyo'da sunuculuk, metin ve program yazarlığı da yaptı. Voyager, Skylife, National Geographic gibi dergilerde gezi yazıları da yayınlanan Akova 1998-2006 yılları arasında Voyager dergisinde seyahat editörü olarak da çalıştı.

  • O Erken Ölmüşler

    Hem artık bizi ne yapsınlar O erken ölmüşler Yavaşça yeryüzünden kesilir insan Ana memesinden kesilir gibi R.M.Rilke Sapık…geçir kazığını boynundan aşağı yumak yumak Sallansın aynalara bakan sima …yansın iniltilere boğularak Ayaklarıma sürülsün kan damlaları Söylenmeyecek dudağa bulaşan bu intihâl Öğretilmemiş sorularla açılacak kapısı odamın Karanlığı gören penceremde nergisler ve tufan Ayaklarına zincir takılmış çocuklar Kesip eskiyen bileklerini ülkelerine yolculukta Durup önünde rüzgârın Susacaklar… “O erken ölmüşler” ölüyorlar ve ölüyorlar fısfıslanıyor karartısı suların Yola serilen kar çalınıyor alnıma uykuyla Yüzüne kan bulaşan çocuklar Bırakıp ellerindeki kitapları nehre ulaşacaklar Aralanmasını bekleyip gözlerinin Duracaklar… Marş mevsimine salıncak kuruldu, bildirildi kuşlara bildiri Baldırımdan yırtılan kaslar topuğa kadar varınca bildim ben de Sütünde buhran taşıdığını atların! * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN

bottom of page