top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Gönül Ferman Dinler mi Dinlemez mi

    Kaç zamandır sütten ağzının yandığını söyleyenlerin çoğaldığını görüyoruz. Diyorlar ki: "Artık yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdim, artık her önüme gelene âşık olmak istemiyorum. Hayır şaka yapmıyorum, ciddiyim; artık âşık olmayacağım, olursam da seçici davranmaya özen göstereceğim." Bu sözler bir zamanların: "Gönül ferman dinlemez" ifadesiyle ortaya konan düşüncenin geçersizleştiğini anlatmak üzere söylenmiş gibidir. Gönlün ferman dinlemediğine inanıldığı bir dönemde, insanlar yalnız kendi kendilerine söz geçiremediklerine değil, aynı zamanda ferman sahibinin (kralın, padişahın..) de ona söz geçiremeyeceğine inanıyorlardı. Bunun sebebi, gönlün, kişinin iradesiyle değil ve fakat kendi ihtiyarınca davranacağına inanılmış olmasıydı. Gönlün ferman dinlememesi, onun buyruk altına alınamaz oluşuyla ilgiliydi: gönül, o dönemde, başına buyruk sayılıyordu. Gönül sevmesinde ya da sevmemesinde, aslında "kendi iradesine" bile bağımlı görünmüyordu. O, sevmeye yöneldiğinde, bu yönelim onun kendi kararı ve iradesiyle vuku bulmuyordu: gönül, kendisi de bilmeden ve farkına varmadan, adeta kozmik bir iradeye boyun eğmiş olarak sevmeye yöneliyordu. Durum böyle olunca, insanların: "Ben sevmeye ya da sevmemeye karar verdim" diye bir cümle kurmaları saçma görünüyordu İnsanlar severlerse, iradeleri dışında severlerdi. Sevgilinin sevene karşı tavrı bu sevginin yönünü ve yoğunluğunu değiştirmeye güç yetiremezdi: gönül sevdiği sürece severdi, dış etkenler sevgiyi etkilemezdi. Çünkü gönül ferman dinlemezdi. Günümüzdeyse, âşık olma konusunda artık seçici davranmaya kararlı olduğunu söyleyen birisi, gönlüne söz dinletebildiğim iddia ediyor. Acaba gönle, sahiden ferman dinletebilmek mümkün mü? Gönle, "Sev!" deyince onun sevmesi sağlanabilir mi ve "Sevme!" komutu verildiğinde onun bu komuta uyması beklenebilir mi? Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mı­dır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır? Gönlüne söz dinletebileceğini söyleyen birinin bir bildiği olduğunu kabul ederek onun bildiği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırsak, belki bir izah kapısına yol bulabiliriz. Yaklaşık otuz yıl öncesinde: "Ar­tık sevmeyeceğim" diye feryat eden melankolik sesin bize yardımı dokunacağını sanmıyorum. Çünkü o feryat, zahiren öyle söylemek­le birlikte gönlüne ferman dinletmeyi başaramayan bir melankoliği ifade ediyordu. Şimdiyse, böyle konuşanlar, düpedüz ne söylüyorlarsa onu söylüyorlar. Günümüzde: "Artık sevmeyeceğim" diyen birisi, bu suretle kararını ve iradesini beyan etmektedir. Sevmemeye (veya sevmek istiyorsa sevmeye) karar verdiğini bildirmektedir. Böylece, gönlü, onun iradesine boyun eğmektedir. Veya kişi, gönlüne boyun eğdirebilmektedir. Öte yandan insanın davranışlarının, tümüyle onun "bilinci" marifetiyle yönlendirilebilir bir nitelik kazanmıştır, diyebiliriz. Diyebiliriz... Ama acaba insanın fırsatı, insanın ontik yapısı bu iddia­yı doğrular mı? Rasim Özdenören, Aşkın Diyalektiği

  • Sonnet

    Büyü hakkınızı bana daha az kullanınız: Bunu yapmazsanız kaybedersiniz beni. Bilirim tehlikeyi görmek isterim sizi; Sevmeye zorlanmaktan da hoşlanmam yalnız. Ama kuşkumu yersiz, nedensiz sanmayınız; Bir şeyler oluyor içim görür görmez sizi; Güç katlanmak tutan nice şeye esenliğimi; Hem sevgiden de fazla bir şey bu şüphesiz. Yanlış anlamayın: bozgunluğumun şanı. Salt ele vermemektir bunu bilmelisiniz: Bilirim büyülerden sıyrılmak sanatını. Ama ondan kendimi savunamaz olursam Ne yaparım ah, güzel iris, bilir misiniz? Teslim olmaktansa kaçıp kurtulurum. Pierre Corneille Dünya Edebiyatından Aşk Şiirleri Varlık Yayınları / 1968 Çeviren: İlhan Berk (1606 -1684) 17. yüzyıl Fransız edebiyatının ilk büyük klasik tragedya şairi, Fransız tragedyasının kurucusu... Corneille’nin kahramanları tutkularını yenmeyi bilen, iradeli kişilerdir. O insanları oldukları gibi değil, olmaları gerektiği gibi anlatmıştır. İlk oyununu Mélite bir komedi olup ilk olarak 1629 senesinde bir gezici tiyatro kumpanyası tarafından sunulmuştur. Bu eser izleyiciler tarafından beğeni ile karşılandığı için Corneille’nin tiyatro alanında yazacağı eserlerin önü açılmıştır. Yazmaya başladığı seneden itibaren, neredeyse her sene bir oyun üreten Corneille, 1674 yılında son oyunu Suréna'dan sonra sahneyi terk etmiş ve 1 Ekim 1684 tarihinde Paris'teki evinde yaşamını yitirmiştir. En çok ses getiren tragedyaları: LeCid Horace Cinna ESERLERİ Mélite (1629) Clitandre (1630–31) la Veuve (1631) la Galerie du Palais (1631–32) la Place royale (1633–34) l'Illusion comique (1636) Médée (1635) le Cid (1637) Horace (1640) Cinna (1641) Polyeucte (1642) la Mort de Pompée (1643) Le Menteur (1643) Rodogune (1644) Héraclius (1647) Don Sanche d'Aragon (1650) Andromède, (1650) Nicomède, (1651) Pertharite, (1651) l'Imitation de Jésus-Christ (1656) Oedipe (1659) Trois Discours sur le poème dramatique (1660) La Toison d'or (1660) Sertorius (1662) Othon (1664) Agésilas (1666) Attila (1667) Tite et Bérénice (1670) Psyché (Molière ve Philippe Quinault'yla birlikte,1671) Suréna (1674)

  • Şiir Dinletisi

    Eğitim Sen İzmir 5 Nolu şubesinde KOZALAK KÜLTÜR kafede 23 Aralık Perşembe saat 20.00'de şiir dinletisi * Etkinlikte maviADA'nın başarılı şairlerinden Yusuf AKSOY da yer alıyor.

  • AKROSTİŞ AFORİZMA

    YENİ ÇIKTI, AKROSTİŞ AFORİZMA ERGÜL YILMAZ YAYINEVİ: DİONYSOS YAYIN GROUP DAĞITIM TARİHİ: NİSAN 2021 ESER ADI: AKROSTİŞ AFORİZMA ESERİN DİLİ: TÜRKÇE YAZAR: ERGÜL YILMAZ YAYINA HAZIRLAYAN: GİZEM ÖZSEYREK KAPAK TASARIM: ÜMİT VARLIK GENEL KATEGORİSİ: AFORİZMA KAĞIT BİLGİSİ: ENSO CREAMY 70 KAPAK BİLGİSİ: AMERİKAN CİLT BASKI SAYISI: 1 BASKI TARİHİ: NİSAN 2021 SAYFA SAYISI: 87 BARKOD: 978-605-7050496 . “Kitap Açıklaması” Türkiye’de İlk… YENİ ÇIKAN KİTAP TÜRKİYE’DE İLK ( AKROSTİŞ AFORİZMA ) Kitabın adı ve içeriğinden de anlaşılacağı gibi Akrostiş, her dizenin ilk harfi yukarıdan aşağıya doğru okunduğunda ortaya bir söz çıkacak bir biçimde düzenlenmiş manzume, muvaşşah, tevşih biçiminde yazılmış bölüm Aforizma TDK açısından ‘özdeyiş’ ya da ‘özlü söz’ şeklinde ifade edilmektedir. Kim tarafından söylendiği bilinen kısa ve özlü sözler olarak dile getirmek mümkün. Yazar ve Şair Ergül YILMAZ’ın üçüncü Kitabı olan Akrostiş Aforizma, Türkiye’de ilk olan farklı bir Kitap çalışması; Aforizmaları farklı bir bakış açısı ile dile getirmek için ilkleri deneyimlemiş ve Akrostiş formunda Aforizmaları bir kitap altında toplamıştır. Örneğiniz yazının devamında da göreceksiniz. Keyifli okumalar dileriz AFORİZMA Aslında yapayalnızdır insanoğlu, doğarken hatırlamayız ölüm kapımızı çalarken anlarız. Farkımızı belli edemeyişimizdendir, herkes bizi herkes gibi görür. Olmayınca kırılıp dökülürüz, silkindiğimiz vakit oluruz aslında taşlar o zaman yerli yerine oturur. Razıyım artık yapa yalnız o kocaman ıssızlığa. İstikametini kaybedince her yol çıkmaz sokaktır. Zaman zaman, zamana bırakırız her şeyi, zamanı gelmeyen zamanlara mahkûmuz aslında. Menzile varmak için asla pes etmeyiniz, engelleri aşmalısınız, yılmadan yıkılmadan. Amaç yaşamaksa, adam gibi dimdik onurlu yaşamaktır. Yoksa yaşamak değildir o; Amaçsız, yalanca ve kahpece. ERGÜL YILMAZ

  • Keloğlan ile Ağa

    -BİZE GELENLERDEN- * KELOĞLAN ile AĞA * Zeki Sarıhan/ Öğretmen Dünyası Yayını, Ankara Mart 2018, 64 sayfa/ Halk masallarının içinde bir masalın niçin söylendiğini yani mesajını en iyi anlatanlardan biridir Keloğlan. Masaldan daha çok anında dinleyen ufuk açan darbımesele, ana uyan dersler veren, örnekleyen bir rivayete döner. Hemen her öyküde bu uyanık, sevimli, annesinden başka kimsesi olmayan, aynı zamanda çok da yoksul delikanlı ezilen halkın bütün hıncını ezenlerden alır. Ağayı tepeler, padişahı oyuna getirir, bir yolunu bulur, her zor durumdan sıyrılır. Donanımları, çatışma nedenleri ve koşulları değişse de tıpkı günümüzün süper çizgi kahramanları gibi bir devrimcidir o da. Herkesin gönlünde yatan, zayıfın hıncını güçlüden alan anonim kahramanlardan biridir. Ne var ki günümüzde giderek dozu artırılan ya da geçmişin masallarında olağanüstülükleri açıklayan fantastik biri değildir. Sıradan bir halk çocuğudur. Bu yönüyle yazarın kitabında değindiği gibi daha çok öyküye benzer. Ona masal havasını veren küçük unsurlar, döneminde bireyin güç odaklarıyla başa çıkmasının inandırıcılığını da sorgulatmaz. Zeki Sarıhan küçükken kaybettiği babasından dinlediği bir Keloğlan masalını, kendi aynasında harmanlayarak kitaplaştırmış. Ona dünya görüşünü yaşam deneylerini giydirerek hoş bir öykü yaratmış. Üstüne üstlük öyküyle babasının yaşamı, kendi deneyleri ve çevresi arasında bağlantılar kurmuş. Kahramanların izleğinden yürümüş, masalı ortaya çıkaran nedenselliği sorgulamış. Bu başarılı irdeleme ve yazınsal inceleme kitabın önemli bir bölümünü kapsıyor. Ömrünü inandığı bakış açısıyla haksızlıkla mücadeleye adamış, şimdi toplum, sanat ve siyaset üzerine yazılar yazan Zeki Sarıhan, ilk bakışta örneği çok olan basit bir masal gibi duran bir öyküden okunması gereken çok yönlü işe yarayacak ciddi ağırbaşlı, bir kitap üretmiş.

  • PALYAÇO

    Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde kaç kilo çekerdi yalnızlık kaç kere ezildim altında yaz yağmurlarının belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize Kim sevmezdi çiçekleri filan ”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi Bunu palyaço söyledi, palyaço söyledi ben yazdım yazdım, yazmasam ağlayacaktım Herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım sırf bu yüzden mi ağladım alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz Biraz birazdım her şeyden dün biraz sinirlenmiştim mesela yarın bir kadını seveceğim biraz biraz biraz kör oldum bugünlerde Ama rakı kadehlerini boşaltmayın eksilmesin hiçbir şey hiçbir şeyden dahi olsa kalsın biraz Umursamıyorum yılgınlığımı filan çünkü sessizce yaşanmalı her şey bir devrim sessizce olmalı mesela ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun Bir palyaço neden yalan söylesin ki ben palyaço olsaydım söylemezdim marangoz olsaydım da söylemezdim ben insan olsaydım yalan söylemezdim! Hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını kaç kilo çeker ki bir palyaço hem neden yüzüme vuruyorsunuz bir çirkin ördek yavrusu olduğumu Gocunmam ki ben, ben gocunmam bir palyaço ne kadar gocunmazsa o kadar, o kadar gocunmam işte Rakı doldurun! eksilmesin Bitmedi, yazacağım daha yazmazsam ağlayacağım çünkü alçakça olacak biraz Hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik her sokakta biraz daha eksilirdik bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu ”duyamadım”, derdim, “tekrar et!” sessizliğe bürünürdü o vakit her şey sokaklar daha bir puslu palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu ve ben daha bir alçak olurdum ağlardım biraz Hem sen kimsin, çekiştirme diyorum hatta kuyruğuma basma diyorum acıyor, tırmalarım,- diyorum kahrol, kahrol! diyorum Geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda korktum birden, kusacak gibi oldum ”olur öyle” dedi palyaço, ”herkes alçaktır biraz” ”otur ulan!” dedim, bağırdım ona ben bazen bağırırım biraz ”Rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!” ben bazen eksilirim biraz aslında hepimiz eksilirmişiz biraz bunu sonradan öğrendim Ben aslında her şeyi sonradan öğrendim herkes herkesi sonradan öğrenirmiş bunu da sonradan öğrendim Örneğin; Geçen gün bir kadınla seviştim biraz değil çok seviştim Ya işte öyle palyaço diyorum ki, bunu da yeni öğrendim sevişmek de eksilmekmiş biraz Kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan ”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi Bunu palyaço söyledi palyaço söyledi, ben yazdım yazmasam, alçak olacaktım hem ben roman da yazdım biraz Bazen diyorum ki, palyaço, sen olmasan ben ne yaparım alçakça eksilirim belki biraz her yağmur yağışında yerin dibine girerim hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi Biraz biraz anlıyorum ki, yüzler eller, o terli vücutlar filan her şey plastikmiş biraz Haydi sirtaki yapalım palyaço rakı doldur, yine eksildik biraz.

  • ACININ COĞRAFYASI

    Sirk izlenimlerinden seçmen kütüklerinden yüzlerimiz temmuzdan ötürü sallanır ve uzar ve her köşe bir tuzaktır birer darağacıdır her meydan saati öğle vaktini kesinlikle gösteren oysa hep güçlü dağları görmenin zamanıdır çığlığım uzun uzun kalır içimde yani güller giyinmiş bir adam nerde ben nerde rüzgâr bir dirimi dört yöne bölerken tepelerde ve gece duruşmasından yeni çıkmışken sabahın terazisi eksik tartar gölgemi artık öyle açık ki kuşkuya yer yok kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde örneğin çukurova ve mekong köylerinde acıdır ağacın gölgesini yapan bunu herkes bilir kutsal acı besleyen acı sütünü emiyoruz yatıyoruz seninle terli döşeklerde saati seninle kuruyoruz bir çalar saati sen donatıyorsun kalbimizi kalbimiz çoğu zaman yeterli ve ürkek kendi çoğunluğunu kendi üreterek kente kapandık kaldık iki cadde iki alan bir saat mutsuzluk acıya varana kadar artık yeminimiz bir tatar gölgesi gibi öyle bir gölge ki belki çok dardır kısa vakitlerinde aceleci akşamın artık öyle açık ki kuşkuya yer yok acıya hep yer vardır aramızda dört cepli yeleğim aynı kolaylıkla taşır her şeyi bozuk paraları da umutsuzluğu da aynı kolaylıkla tutmuş gibi olurum güneşin yedi renk ayasını biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum ya da üst üste silah atsan kent tepinir belki bütün kuşlar uçar belki değil mutlaka ama bir tanesi mutlaka kalır." Turgut Uyar Turgut Uyar (1927 – 1985) Türk şairidir. Ankara’da doğdu. Bursa Askeri Lisesi’ni bitirdi. Orduya katıldı. 1958 yılında askerlikten ayrılıp SEKA’ya geçti. 1969 yılında emekli olup İstanbul’a yerleşti. 1947 yılında ilk kitabı Yad ile (Yedigün dergisi) edebiyata giren Turgut Uyar, Kaynak, Varlık, Yeditepe, Pazar Postası, Dost, Türk Dili dergilerinde göründü. Eleştirmen Ataç’ın dikkatini çeken Turgut Uyar’ın şiiri, 1955’lerden sonra “İkinci Yeni” akımı doğrultusunda gelişti. 1970’lerde Divan şiiri geleneğini içine sindiren bir şiir çizgisi izledi. Tütünler Islak adlı kitabıyla 1963 Yeditepe Ödülü’nü, Kayayı Delen İncir adlı kitabıyla 1982 Necatigil Ödülü’nü, Büyük Saat adlı toplu şiirleriyle de 1984 Sedat Simavi Ödülü’nü kazandı. ESERLERİ Arz-ı Hal (1949) Türkiyem (1952) Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) Tütünler Islak (1962) Her Pazartesi (1970) Toplandılar (1974) Divan (1970) Kayayı Delen İncir (1982) Dün Yok mu (1984) Toplu Şiirler (1981) Büyük Saat (1984)

  • Kendimle Konuşmalar

    Gökte yıldız, havada ayaz var. Yaşamak yıllarla ölçülür mü? Bir kez daha geçmişi onarabilmek, geleceğimi inşa etmek umuduyla... iki yıl önce yazmaya başladığım ve yarım bıraktığım öykülerime yeniden göz gezdirirken gerçeğin yeniden ayırdına vardım. Aradan geçen bunca zamanda farklı duygularla yürümeye çalıştım. Bir adım at; umutsuzluk. Bir adım daha at; engeller. İçimdeki o çocuğu yitirmemek için güçlü olmalıydım. Geçmişi taşımayı öğrenebilmek, geleceği hissedebilmek korkusu... Nereye kadar? Ben bunları yenebilmeliydim. İmkânsız bir yalnızlıkta kalmam ve kendimi sürekli bir sorgulamanın içinde hissetmem, artarda yanıtsızlıkları doğuruyordu. Yaşamım boyunca umutlarımın tüm boyutlarını,(yaşayamadım) renklerini, seslerini kendime yansıtamadım. Bu olası hayatta beni nelerin beklediğini şimdiden bilebilmem olanaksızdı. Kısacası bundan sonra yapabileceklerimi, çıkacağım yeni hayat yolculuğunda tüm benliğimle yaşamaya kararlıyım. Sürekli olarak ertelemek istediğim bir günüm yok. Acının rengini, kimi duyguları, iyi ya da kötü, üst üste yitirdiklerimi öğrenmeliyim artık. Öyleyse yepyeni umutlarla, olasılıkla ya da içimin suskun sesinde yaşamalıyım. Kuşkusuz önce anımsama, yanılsama, duraksama ve alaylı bir gülüş olacak kuşkusuz, sonra kendimce yol almalıyım. İçimde çok eski bir insan var. Kırık, dökük, çağrışımlar fırtınası var. Sonra bir yenilgiyi bir eksikliği, bir hiçliği bırakmış olduğumu ayrımsıyorum. Ne zamandır korkar oldum kendimden, yaşadığım evden, sokaktan, şehirden... Zorunlu geriye dönmelerden yoruldum. Kendi tarihimde yorgun sözlerden örülmüş duvarları aşabilmeli ya da yıkabilmeliyim. Eski yaşantıma tutsak olmamalı, yeni dingin sabahlarda uyanmalıyım. Şimdi herkesin bir yerlere, bir şekilde savrulduğu bir zamanda yepyeni bir şehirde, bir hayatı yaşamayı başarabilmeliyim. Yorgun umutlarımla, küçük sevinçlerimle bambaşka bir yaşamın yolculuğuna çıkmak artık beni tedirgin etmemeli. Hayallerim, aldanmalarım, geride yitirdiklerim ayaz bir havada kaybolup gittiler. Bu yorgun ve yılgın şehirde anılarımı omuzlarıma yükledim. Umut kırıntılarımdan, yepyeni bir yaşam yaratma adına. Kulağımda geçmişin seslenişleri çınlıyor. Artık geriye dönmek, bakmak ve o sesleri duymak istemiyordum. Sessizliğimle anlamaya çalışıyorum o geçen zamanı... Hüzünlerin battığı, sevinçlerin doğduğu bir gecede gökte yıldız, havada ayaz vardı. İstanbul-Mart 2013 maviADA 24 BAHAR SAYISI İÇİN TIKLAYIN

  • Memur Çocuğu

    Merak, öğrenmekten doğar. Öğrenmek, bilgilenmek için kötü değil. Yalnız kimi büyüklerin bir sorusu, merak konusunu aşmış, ayrımcılık parçalamaya yönelikmiş gibi gelir. Parçayı bütünleştirmek yerine parçalamak, fizik kurallarını hiçe sayaraktan “Memleket Nere?” Benim için yanıt bir çırpıda, pat diye verilecek gibi değil. Düşünmekle birlik karar vermemi gerektirir. Annemin mi, yok o olmaz toplumsal kabullenişe göre babamın. Zaten medeni yasaya göre babam. Ya da doğduğum yeri mi söylesem. Oranın ne annem ne babam ne de dedemle ilgisi var Bir an dedemden kalma kütüğümüzün olduğu benimse hiç görmediğim yer aklıma gelir: Otu çek köküne. Tamam, canım onu söylemek gerekir. Bu seferde doğduğum, çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm, delikanlı olduğum yere haksızlık yapmış gibi olurum. İçim acır. Çünkü hepsi benim memleketim. Bütünün parçaları. Birini diğerinden ayırt edemem ki. Sonunda “Türkiyeliyim,” demeye başlayıncaya kadar kafam çok karıştı çok. Acaba “Dünyalıyım,” deseydim daha mı doğru olurdu? Doğa yasası, bütün parçalardan olur. Cisimler atomlardan. Atom elektron proton… Bir bütünün parçası olmak, kendini her parçasından saymanın kötü yanı olmaz. Birlikten doğan da kuvvettir. Bütünü parçalamağa yönelik sorudan hiç ama hiç hoşlanmadım ama aldı mı beni bir düşünce. Gerçekten ben nereliyim? Çünkü ben bir memur çocuğuyum. Babamın peşinde vatan, bayrağın dalgalandığı yer tanımına uyaraktan ha bire gezdik. Bir uçtan bir uca. Arada merkeze yakın konduğumuz kuzey güney doğrultuda hareketlenmemiz de elbet oldu. Doğduğum yer başka, yürüdüğüm başka. İlk nerede konuştuğumu o hiçbir şeyi unutmaz annem bile düşünmeden bulamaz. O da “acaba sen miydin, yoksa oradaki iki yaş büyüğün ablan mıydı? Yok, ikinizde değil Cemil. Kırk gün gezdirip de düşürmeğe kıyamadığım göbeğimi börtü böcek yemedi ve okul yıkılmadıysa Hakkâri Lisesinin sol böğründe temele yakın taştan kovuğun içinde oluşunu unutmaz. Adımdaki “Doğu” doğduğum yerin genellemesinden. Şemsi Belli'nin “Anayasa” şiirini Yüksekovalı Nezir gibi okurum. “Gara dağda, gar altında ufağ ufağ mezerler Yeddi ceset hetim hetim. Zap Suyunda yüzerler Hökümata arz eylesem azarlar. Ben ketimo. Ben yetimo..“ Okurken içimde bir yerler farklı acır. Yalnız çıkaracağım “g” ne İstanbulluya ne de Konyalınınkine benzer. Genizden öyle getiririm ki duyanın bamteli tir tir titrer. Yomra'da can arkadaşlarım Temel, Tursun Fadime olur da nasıl atma türkü bilmem. “Ağacın tepesini, Telle tutturacağım. O paçi boğazıni; Beşili dolduracağım. Baktim karlı dağlara, Daldı gözlerim daldı. Su verin kova; Ateş bacayı sardı.” Müziğini duymaya göreyim, beni kimseler zapt edemez. Özü insan sevgisi olan garzane, üçayak, ağır güvenk delloyu Tatvanlı Maşallah olur oynarım. Tokat‟ta omlete mucurum, cimriye pıhıl, merdivene badal, hamam havlusuna suluh dendiğini söylesem yalan olmaz. Babam ilk müdürlüğü sırasında oradaydık. Adresimizi unuttuğumu kim söylerse yalan söyler? Meydan Mahallesinde. 1275 Yılında Selçuklulardan Pervane Bey tarafından yaptırılmış - bizim orada olduğumuz süreçte müze olan -Darüşşifa'nın bulunduğu sokakta. Cemil, kitabesini okuduğumda Annem tıpkı oralı gibi: “Ana kız gongu, bu çocuğun elması kızarmış. Vallahi okumayı sökmüş.”diye ne çok sevinmişti. Bildiğim atasözleri Muğla'dan. “Yaz yağmuru yalancı, güz yağmuru dilenci.” “Su alırken çaydan, kız alırken soydan al.” “Karıların dolaşığı, sabaha kalır bulaşığı.” Orhan Veli'den gibi karpuz kabuğuna Gülcemel resmi çizemeyişim İstanbul Türkçesiyle konuşmamı engellemez. Ama ileneceğim zaman Uşak ağzını babamın malı gibi kullanırım. “Naha ayıbını gara topraklar örtsün. Naha ciğerinin bağına pelit közü insin.” “Naha bi gızın köçek bi kızın çiçek olsun.” “Olmalara gomalara erme gara cavur.”Çünkü liseyi orada okudum. Başımda kavak yellerinin en azgını orada esti. Sınıfın paylaşamadığı Nur tenli Nurten… Ne zaman Onu anımsasam çektiğim ah‟tan karşıki dağlar yıkılırdı. Hele toplantılarda Ürgüplü komşumuz carı Haçça teyze gibi konuşmaya başlayayım. Konuştuklarımın yarısını anlamazlar. Ama ortalık kahkahadan yıkılır. “Abari görüyonuz mu, ıccık tandır başında cuğup gitmişim gızz. Bizim aşkarsız Mömet‟i biçikle çebişi tallada otlattığını sanıyordum. Meğersen sokan ayyar bebe beliğinle ferfene oynamağa kalkışmış. Mömed‟in cıdırına basılmaz. Vıttırı vızıh corudsa iyi. Beter çemkirir. Dolaz istiyom, bilik istiyom diye tutturur. Iccık dur hele şu gamgaları toplayım derim...” Memleket dil demektir. Kültür, folklor, şarkı, türkü atasözü, ağıt, kayabaşı, deme, alkış, kargış, mani, bilmece demektir. Bu ortak kültürü en çok memur çocukları alır. Ülke bütünlüğünü soru yoluyla bile parçalanmasına karşı bir memur çocuğu olaraktan onu için Cahit Sıtkı Tarancı‟nın “BİR MEMLEKET İSTERİM” Şiirinde olandan isterim. “Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.”. maviADA Dergisi GÜZ 2013: maviADA 2013 Sanat Ödülleri – DENEME Birincisi

  • GÖZLERDİ

    Gözlerdi, tutuşan dilsiz bir kederle Gözlerdi, gereksiz kılan sözcükleri Gözlerdi, tutkulu, sevecen, kaygılı Gözlerdi, arkadaş, anne, sevgili Gözlerdi, çocuk masumluğunda Ve bir yürek gibi atan Gözlerdi, bakan dünyaya Onu anlamla aydınlatan Gözlerdi, bakışlarıyla kucaklayan Gözlerdi, umutsuzca özlediğim Gözlerdi, şimdi artık olmayan Gözlerdi, sonsuzca yitirdiğim Gözlerdi, çocukluğumun gözleri Şimdi hangi dünyalarda kim bilir Saç örüklerinde bir kızın Belki cam bilyaların peşindedir Ve ilk gençliğimin gözleri Arayışında ilk şiirlerin İlk sevdaların ardında Ve bulutsu düşlerin Gözlerdi, nasıl da inanmak isteyen Yaşamın ölümsüz olduğuna Gözlerdi, usulca sönüp giden Bir ışık gibi karanlıkta Gözlerdi, tutuşan dilsiz bir kederle Gözlerdi, arkadaş, anne, sevgili Gözlerdi, tutkulu, sevecen, kaygılı Gözlerdi, sevdiklerimin gözleri Ataol BEHRAMOĞLU Temmuz 2002 Yeni Aşka Gazel Kitabından sf. : 18-19-20-21

  • Susmak Zamanı / Yazmak Zamanı / Şimdi Gitmek Zamanı

    En güzel anlarda bitiveren hikâyeler vardır. Alıştım zamanla. İlki çok acıtmıştı muhtemelen; anımsayamıyorum şimdi. Duygusu kayboluyor gün geçtikçe içinden yaşanılan her şeyin; bir olay, bir vaka gibi kalıyor insanın aklında. Başka hikâyeler yazılıyor üzerine, başka sonlar, başka hisler alıyor yerini. İnsan yaşadıkça en çok alışmaya alışıyor. Yine de alıp başımı gitmek istiyorum en güzel yerinde hikâyenin, o daha bitmeden. Geride kalmaları sevmiyorum çünkü. Gitmeler daha kolay geliyor, kaçıp gitmeler daha doğru aslında. Yaşamak zamana karşı yarışmak bir nevi. Ancak zaman adaletsiz. Yaşam süresi hiç kimse için eşit değil. Elde kalanı kestirmeye çalışmak, mutlak bir yarından ya da biraz sonradan emin olmak imkânsız. Hatta belki de, onu değerli kılan da her an yitirebilecek duygusuyla yüz yüze olmak. Yine de hayal kuruyoruz, bizim olmayan yarınlar üzerine. Programlıyoruz, erteliyoruz, beklentiler içine giriyoruz… Ve yarın, yaşamakta olduğumuz hikâye en güzel yerinde bitebiliyor. Hayaller önümüzden süpürülüp usulca sağ cebe koyuluyor. Yüzümüze çöken hayal kırıklıklarının izleri belli olmasın diye sol cepten bir maske çıkarılıyor. Çok şey varken hiçbir şey yokmuş gibi davranmanın; konuşmak isterken susmanın, ağlamak isterken gülmenin kural sayıldığı bu oyunu hepimiz biliyoruz. Bundan mütevellit diplomatik bağlar kuruyoruz hayatla. Velhasıl ne kadar organik yaşamak istesek o kadar hormonlu oluyor ilişkilerimiz. Ne vakitti, sabahın akşama vardığı saatler hüzün çökerdi içime. Sanki devamı yokmuşçasına hayatın, acırdım bitmekte olan güne. Ne vakitti her anın, bir mücevherat kıymeti vardı. Umutsuzluk; kışlıkları kaldırıp yazlıkları çıkarmak gibi her defasında yeniden başlamayı gerektirmiyordu. Bulandırmadan yaşıyordum hayatı; yalansız, riyasız… Üzerime yıkılmış gibi gelmiyordu yeni başlayan her gün. Oysa şimdi hayat; ayağıma dar gelen bir ayakkabı gibi sıkıyor, canımı acıtıyor… Kalabalıklar içinde oynanan bu oyunda sahanın dışına atmak istiyorum kendimi arada sırada. Derin bir nefes almak, zamanı durdurmak, mola vermek istiyorum yaşamaya. Kıyıdan konuşmalardan, köşe başı arkadaşlıklarından sıyrılmak, itiş kakışın hükmünü sürdüğü, esir eden bu düzenden çıkmak istiyorum. Hikâyenin en güzel yerinde çekip gidiyorum sonra. Zaman hızla geçiyor; yeni hikâyeler yazılıyor. Ben her defasında giden oluyorum. Ardımda kalan sessizlikte susarak konuşuyorum içimdekileri. Kâğıda düşüyor kaçarken yüreğimden dökülen tüm sözcükler. Susmak zamanı bitip yazmak zamanı geldiğinde bir başka hikâyenin içinde gitmek için beklerken varlığından emin olamadığım yarına üzülüyorum daha bugünden… Ben her zaman giden oluyorum hikâyelerimin en güzel yerinden…

  • Söğüt Susurluk ve Ben

    Sıra peliklerini takınmıştı Yörük kızının Sarkıt sicimli söğütler Gök boncuğu eksikti uçlarında Cemreler aralarken kapıları, çiseleyen damlalar Kayak yapıyorlardı peş peşe doruklardan. Diğer açıdan bakıldığında manzaraya; Vekiliydiler o kızın gözlerine Ağlıyorlardı turna katarı damlalar; Temsilen, Onun yerine, Oysa bir karış boyumla az mı ilerlerdim Akıntının aksine uzanan söğütlerin tepesinden Susurluğun derinine, derinine? Yatay gövdelerin en ucuna giderdim. Gözüme kestirdiğim dallardan faydalanıp; Çökertsem firavunları yerle bir, Bu denli keyiflenirdim Ana dizi miydi be mübarek Eşek farz ederek oturduğun gövde? Yar eli, baba bağrı mıydı a çocuk Gâh tutunduğun gah dayandığın, Gâh yan gelip sırtını yasladığın budak? Korku, Korku nedir tanımazdın o zamanlar Hala uzak… Ayaklarını bandırmış sallarken Boz bulanık milli, soğuk sularda. ‘’ Ak deniz’’ Akdeniz Marşını söylerdin, Gırtlağın yırtılasıya, ünün kısılasıya. ‘’Duyarsa’’ Duyarsa, sığırcık kuşları duyardı O zamanlar sesimi göründüğü kadarıyla.. Değmektense suya sabuna… Değmektense suya sabuna… Havalanıverirlerdi, Sıyrılırlardı bir çırpıda. Baş başa kalırdık dev Susurlukla… Elbette cins, cins mahlûkat da yok değildi orada. Olanlara aldırmaktan ziyade, Pay arayan kendine. Tilkiler, çıyanlar, çakallar da… İşte, onlar gece ile hortlardı İster seyran eder ister cirit atardı. Çümsekli yosunlu kaymak tutan kıyılarında Erişmeye çalıştıkça tek ulaşım aracı sala, Nazire ederdi kurbağalar vırrak, vırrak. Koroyla. Akabinde yeşilli, tabalı… ‘’Körü körüne’’ Körü- körüne Susurluk saflarında olurlardı. Gün be gün mühürlerdim çıplak ayaklarımla Balçıklı engebeli bir yılan yatağını. Sen biliyor muydun doğduğum yer o çocuğun yarınlarını…. Tahmin yapar mıydın, Gelecekten haberdar mıydın? Girdaplar zaten gizlemezlerdi fitil oluşlarını. Tarifsiz haz dolardı içime çalımlarını gördükçe. Ah!.. Bir kapsalar beni anaforlar, Aforoz neymiş, öğretecekler. Bense ancak anlardım akşamın oluşunu Aşkını yitirmiş güneşin yatağına düşmesinden. Daha evvel gelmek için eve; Annemden Bacaklarım belimi döverdi süratten. Umurumda bile olmazdı Kafa tutardım. Kafa tutardım ya Susurluğun o yanına bir başıma; Dünyayı fethetmişim gibi gelirdi bana… ‘’Yarın’’ Yarın yine aynı oyun başlardı; Sil baştan. Ne kadar da yakındı karşı kıyı gözüme. Bir adım… Bir soluk… bir kulaç… O nehri geçmeyi düşlerdim sınırsız. Sürünsem, dilensem, Yeter ki geçsem. Bu kaçıncı nehir ; Bu kaçıncı nehir böyle birbirinden yaman. Dipsiiiz…Tepesiiiz… Farklı cüsselerde betondan. Ve nehrin dalgaları yutuyor yarınları. Susurluk akıyor, akıyor boğazlara; Akıyor yıllar yılı Sırrıyla sırıtarak… maviADA Dergisi GÜZ 2013: derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın

  • AŞK

    Uzun uzun düşündü, neydi aşk? Gözleri denize dalmış, aklı derinlerdeydi. Ne üzerinde uçuşan martıların çığlıklarını duyuyor, ne de sonbahar melteminin etkisiyle dalgalanan denizde oynaşan yakamozları ve ay ışığının suya yansıttığı aksiyle bütünleşmiş manzarayı görüyordu. Uzaklardan gelen bir müzik sesi takıldı kulaklarına. Sonra diline dolandı o şarkı: “Ilıkça bir rüzgâr dokunuyor tenime Yanımda sevgilim bu gece.. “ Uzakta hoş bir müzik yayılıyor göklere Aşkı söylüyor Akdeniz….Yaklaşık 3 yıl önceydi;Aynı şarkı, aynı sahil… Büyülü bir aşktı onlarınki, pek iyi ne olmuştu da büyü bozulmuştu… O hiç bitmez sandığı aşk nereye kaybolmuştu… Bakışları derinlerde, zihni geçmişin muhasebesinde yaşamla ölüm arasında gidip geliyordu… Yorgun bir ses yaklaştı yanına karanlıkta bir gölge gibi. O, o kadar derinlerdeydi ki ne yavaşça yanına sokulan gölgeyi gördü ne de o yorgun sesin selâmını duydu. “Derinler tehlikelidir” dedi yanına izinsizce oturan yabancı. “Ama bazen tekrar yüzeyi görmek için dibe hızla vurmak gerekir, en dibe” diye ekledi gazete kâğıdına sarılmış ucuz şarabından bir yudum alarak. O an sıyrıldı bakışları derinlerin karanlığından, başını çevirecek kadar bile gücü yoktu. Sadece sessizce “Ya tekrar çıkmaya gücüm yoksa,” diyebildi… Sanki dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyordu gözpınarlarında biriken yaşlar… O ilk damladan sonra kapı açılmıştı, kısa zamanda sağanağa dönüştü yaşlar, hıçkırıklar eklendi peşine… Kalbinde kopan fırtına gözlerinden taşıyordu artık… Gök gürültüsüyle yarışıyordu hıçkırıkları… Şarabından bir yudum daha aldı yabancı “ Ağla,” dedi, yorgun sesiyle ağır ağır konuşuyordu. “ Ağla ki içindeki zehir aksın, ağla ki gözyaşları temizlesin ruhunu. Her fırtınanın arkası güneştir. Her yağmurdan sonra gökkuşağı belirir bakmasını bilirsen. Ağla ki ruhunda kopan fırtına dinsin, güneşi doğsun gözlerinin…” Ne kadar zaman ağlamıştı, ne zaman durmuştu gözlerinden akan yaşlar bilmiyordu… Ruhundaki fırtına mı dinmişti, gözyaşları mı bitmişti farkında değildi… “Sevgi biter mi?” diye sordu ağlamaklı sesiyle burnunu çekerek... “Sevgi,” dedi yabancı… “Sevgi nedir ki?” Uzun zamandır kendisine karşı soğuk olduğunu hissediyordu büyük aşkının. İşinin yoğunluğuna, yorgunluğuna bağlıyordu bunu. Henüz kavga bile etmemişken nereden bilebilirdi ki aşkının bir anda karşısına geçip “Ben ayrılmak istiyorum, sevgim bitti, heyecanım kalmadı,” diyeceğini. Hem de ikinci evlilik yıldönümüne üç gün kala… Tek istediği şey ölmekti… Bunun için gelmişti bu sahile. Büyük aşkının başladığı yerde noktalayacaktı hayatını. “Şimdi nerden çıktı bu yabancı,” diye düşündü… Hafifçe başını çevirdi, yabancının hırpanî halini görünce ürktü önce, şarabından O’na da ikram eden yabancının gözlerindeki hüznü görünce korkusu yakınlığa bıraktı yerini. Aynı acıyla yaralanmış iki insanın yakınlığına… “Sevgi insanların beklentilerine göre değişen bencilce bir duygudur,” diye devam etti yabancı… “Nedensiz sevgiler düşlerken her birimiz, aslında içimizde hep beklentiler barındırmaz mı sevgilerimiz? Doğayı güneş pırıl pırıl parlarken, kuşlar cıvıldarken, güneşi doğarken ya da batarken, rüzgârı hafif bir meltem olup saçlarımızı okşarken severiz. Buz gibi bir kış günü mecbur kalmadıkça kim çıkmak ister doğanın koynuna? Ya da kim tepede cayır cayır yakan güneşi seyretmeyi sever? Saçlarını okşayan meltem kasırgaya dönse sevilir mi?” Ağlamaktan kızarmış gözleri ve hıçkırıklarla kesilen sesiyle “Ben onsuz yaşayamam,” dedi. “Hayata onsuz devam edemem.” Şarabından büyükçe bir yudum daha aldı yabancı, “ İlk hisler hep aynıdır,” dedi “Ama hayat güzel, hiç kimse için vazgeçilmeyecek kadar güzel.” “Pek iyi sen neden bu haldesin?” dedi hıçkırıklarına engel olmaya çalışarak. “Sen neden sevdin?” diye karşılık verdi yabancı. “Neden sevmişti?” Hiç düşünmemişti bunu, seviyordu işte hepsi bu. Yine daldı gözleri denizin karanlık sularına… Balyoz etkisi yapmıştı bu soru beyninde… “Neden seviyorum?” diye düşünmeye başladı. İlk aklına gelen şey sevdiği adamın romantik olmasıydı. Sevgi dolu şiirlerini anımsadı dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle. Akşamları eve gelirken getirdiği güllerin kokusunu ne kadar özlediğini fark etti. Ne kadar da güzeldi her şey… Önce şiirler bitmişti, sonra da güllerin arkası kesilmişti. Akşam kapıyı açtığında elini boş görünce hayal kırıklığına uğruyor ve bunu da fazlasıyla belli ediyordu. İkisi de kavgayı sevmezdi ama eskisi kadar mutlu da değillerdi. Bir şeyler eksiliyordu zaman içinde ve bu aralarında duvarlar örüyordu. Birden panikledi, farkında olmadığı değişimin bilincine varmanın paniğiydi bu. Evet sevdiği adam beklentilerine karşılık vermemeye başlamıştı, “Pek iyi ya ben” diye geçirdi içinden, “ben de onun beklentileri dışında mı hareket etmeye başlamıştım.” Bu düşünce aklında ki soru işaretlerini çözmese de savaşma gücü vermişti O’na… Bittiğini sandıkları sevgiyi yeniden diriltecekti. Çünkü anlamıştı ki sevgi emekti, beklentilere cevap vermekti… Beklentilerinin karşılığını görmek sevgiyi de güçlendirirdi… Ani bir hareketle kalktı, gitmeden “Çok teşekkür ederim,” dedi yabancıya… Yeni doğan günün ışıkları yeni başlangıçların müjdecisiydi biliyordu. İçinde yeşeren ümidi büyütmek için evinin yolunu tuttu. maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Sanatta Eskimeyen Şey

    Sanat bahislerinde eskilerle yenilerin mücadelesi hemen hemen insanlık tarihi ile başlayan bir şeydir. Evet, herkes bilir ki eskiden yeni olan şey bugün eskimiştir. Ancak zamanın tahripkâr pençesinin parçalayamadığı bir şey vardır. Onun nasıl doğduğu bile ekseriya müphem kalır. Bu, zaman hudutları içine giremeyecek kadar güzel olan şeydir. Asırlar onun üzerinden karanlık bulutlar hâlinde geçse de onun rengi kararmaz. (…) Zaman mefhumu daha ziyade bizim beynimizin içindedir. Çoğumuz güzeli zamanla ölçmek isteriz. Yine içimizden birçoğu güzelliği kendi gözleriyle değil başkalarının gözlerine inanarak kabul etmek ister. Çünkü (güzel) standart damgası vurulmuş bir şeyi kayıtsızca kabul edivermek onun için kolay ve tehlikesiz olacaktır. Kolektif bir görüş rahatlığı insanı düşündürmekten kurtarır. Bu görüş rahatlığını temin eden göreneklere, modaya uyma neticesinde beğenilen şey acaba hakikî sanat eseri midir? (…) Sanatta birçok içtihatlar, birçok ekoller olabilir. Her değerli içtihadın, kendisine göre bir iddiası olan her ekolün sanat ve edebiyat tarihinde bir yeri vardır. Fakat unutmayalım ki ekoller ekseriya hemen hemen bir kişiye inhisar eder. Bir dahi başlı başına bir ekol yapabilir ve ondan sonra aynı çığırda yürümek isteyenlerin çoğu ancak bir taklitçiden veya ekseriya ‘rate bir mukallid’den başka bir şey olamaz. (…) Öyle dahiler vardır ki onlar bir ekolün hudutları içine bile sığmazlar. Onlar, bir Budha sükûnu ile bize ezelî vecdin nurunu gönderirler. Onlar sanatın nirvanasına eren hakikî Budhalardır. Bu nadir fıtratlar için artık eski ve yeni mefhumları yoktur. Onlar zamanın ve zamanla değişen her şeyin dışında kalırlar. Hiçbir ekole tâbi olmadıkları halde ekollerin kendilerinden doğduğu bir verbe, bir masdardır. (…) Şüphesiz ki bütün ekoller aynı kuvvette değildir. Bütün edebiyat ve sanat ekolleri nihayet unsurları ve üslûpları itibarıyla değişir; kıymetli, hatta kıymetsiz olabilir. Zaman onların elbisesini çürüterek aldığı vakit altından bazen canlı ve icazkâr bir varlık, bazen uslanmış ve boyaları bozulup akmış bir ucube veya buzdan yapılmışsa bir hiç ortaya çıkabilir. (…) Böyle birçok ekoller vahilikleri, sahtelikleri, çürük esaslara dayanmaları dolayısıyla kıymetten düşmüştürler. Bunları diğerleriyle karıştırmamak icap eder. Zaman şeytanı hakikî güzelliği iğva edemez. Onun nisyan cehennemine attığı sahtekârları nüfuz ve dikkati olan gözler çarçabuk ayırt ederler.

  • Edebiyat Dergileri Ne İşe Yarar?

    BU YAZI, GÜNÜMÜZE O KADAR UYGUN Kİ, 19.YÜZYILDA YAŞAYAN FELSEFİK AFORİZMALARIYLA TANIDIĞIMIZ ARTHUR SCHOPENHAUER'E Mİ AİT GERÇEKTEN, EMİN OLAMADIK, BİLEMİYORUZ, AMA İLGİLİSİ İÇİN OKUNMAYA DEĞER, ONA EMİNİZ... * Zamanımızda çalakalem yazmaktan mütevellit oluk oluk mürekkep sarfiyatına ve dolayısıyla gittikçe yükselen beş para etmez süprüntü kitapların seline karşı edebiyat dergileri bir bent, bir set işlevi görmelidir. EDEBİYAT DERGİLERİ NE İŞE YARAR? ARTHUR SCHOPENHAUER Zamanımızda çalakalem yazmaktan mütevellit oluk oluk mürekkep sarfiyatına ve dolayısıyla gittikçe yükselen beş para etmez süprüntü kitapların seline karşı edebiyat dergileri bir bent, bir set işlevi görmelidir. Çünki onların kitapları hatır gönül gözetmeden, doğru ve adil şekilde değerlendirmeleri gerekir, ve [bu sayede] yetersiz yeteneksiz bir yazarın kaleminden çıkma her kitap müsveddesi, [satın almakla] boş bir kafanın boş bir kesenin yardımına koştuğu her çalakalem yazı örneği, dolayısıyla yayınlanmış olan kitapların onda dokuzu acımasızca kırbaçtan [süzgeçten] geçirilmelidir. Böylelikle onlar halkın zamanını çalmak ve parasını aşırmak için yazar ve yayıncının sütre gerisinden el ele verip besledikleri alçak ve haysiyetsiz bir hoşgörüyle bu tür şeyleri cesaretlendirmek yerine yazma hevesini zaptu rapt altına alarak, hilekarlığa ve sahtekarlığa karşı koyarak görevlerini yapacaklardır. KAYNAK: http://www.ozgurpencere.com/icerik/EDEBiYAT_DERGiLERi_NE_iSE_YARARg_Arthur_Schopenhauer/

  • Cupid and Psyche

    Aşk ve Ruh / Heykel / Antonio Canova * (d. 1 Kasım 1757 – ö. 13 Ekim 1822) özellikle nü vücutları nazikçe betimleyen mermer heykelleriyle tanınmış bir İtalyan heykeltraştır. Neoklasik tarzın bir simgesi olan eserleri Barok heykelin teatral aşırılığından sonra klasisizmin saflığına dönüşü yansıtır. Sanatçının en ünlü eserlerinden biri olan Cupid and Psyche mitolojinin heykele yansımış en güzel örneklerinden biridir. Millet kralının en güzel kızı olan ve güzelliği ile Afrodit'i bile kendine siper almayı başarmış bir kadındır. Güzelliği ile ülkedeki hediyeleri ve değerli eşyaları kendine çekmeyi başaran Psyche'nin bu durumu Afrodit'in hoşuna gitmez ve Afrodit, Psyche'yi bir canavara aşık olup ölmesi için Cupid (Eros) ile anlaşır fakat işler hiç de yolunda gitmez. Cupid, Psyche'ye aşık olarak mitolojinin unutulmaz aşkını başlatır. Mitolojide bu kadar yankı bulan bu aşk Antonio için de ilham kaynağı olmuştur.

  • Tutkunun Şairleri

    Arthur Rimbaud'nun “Kâhin’in Mektupları” isimli eserinde henüz 17'sinde edebiyat öğretmeni Georges Izambard’a yazdığı mektuplar yer alır ve orada şair der ki; “Je est un autre”, yani “Ben, bir başkasıdır” dedi. Bu cümle “Ben’im benim tanrımdır” anlamına da gelmektedir. “Kanımı yoğurdum. Görevim beni tanıdı. Mührü bozulmuş bir yüreğe artık sır verilemez” Yukarıda paylaştığım üç cümleyle susan, kısacık hayatında fark yaratan şiirleri ve aykırı bulunan yaşam şekliyle dünyaca üne sahip Fransız şair 'Arthur Rimbaud' 20 Eylül 1854 yılında Charleville’de doğmuştur. Şair sembolizm ve gerçeküstücülüğün en tanınmış isimlerindendir. Jim Morrison, Bob Dylan, Pablo Picasso ve daha pek çok sanatçıya ilham olmuş bir edebiyatçı olan Rimbaud yaşadığı zamanın dini ve ahlaki yapısına uymayan bir yaşam sürmesiyle de dikkat çekmiştir...Bu anlamda kendisi gibi şair olan Paul VERLAİNE ile yaşadıkları, en güzel şiirlerini yazmasına neden olan sıra dışı eşcinsel aşk şairin aykırı yapısını gözler önüne seren en uç örnek olarak verilebilir. Bu denli aykırı bir yaşama aynı nitelikte eserler veren Rimbaud 10 Kasım 1891 yılında 37 yaşında kangrenden ölmüştür. Cehennemde Bir Mevsim Aldanmıyorsam bir zamanlar hayatım, önüne bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların döküldüğü bir şölendi. Bir akşamdı dizimi oturttum Güzelliği-Terslik edecek oldu-İler tutar yerini bırakmadım ben de. Bayrak açtım adalete karşı. Aldım başımı kaçtım. Ey büyücüler, size ey bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet. Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına ne varsa. Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım üzerlerine boğayım diye cümle sevinci. Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken mavzerlerin kabzalarını. Seslendim salgınlara, boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni. Tanrı bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara. Cürmün ayazında kurundum. Hop oturup hop kaldırdım çılgınlığı. Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı. Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak üzereyim; aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim. Hayırmış meğer o anahtarın adı-Anlaşıldı ben bir düşteymişim. 'Sen canavar kalacaksın...' falan filan... atıp tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan. 'Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle bağışlanmaz günahın.' Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir, öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları. Eleştirmenler ve edebiyatçılar Arthur Rimbaud'nun yaşam felsefesi ve buna bağlı olarak eser üretim aşamalarını üç döneme ayırmışlardır; birincisi şiddetin, el değmemiş hayvansı bir erkeğin, zapt edilemeyen kör bir dehanın dönemi...ikincisi simya arayışının, dönüşümün ve tinsel arınmanın dönemi...üçüncüsüyse karamsarlık ve acıyla yoğrulmuş, gizemli, görkemli, yalvaç bir susuş. 1995 yılında Agnieszka Holland tarafından yönetilmiş Rimbaud ve Verlaine’nin hayatından kesitler sunan biyografik türde çekilmiş olan Tutkunun Şairleri (Total Eclipse) filmini izlersek şairin yaşamına daha detaylıca göz atma ve biraz olsun anlama şansını bulabileceğimiz düşüncesindeyim. Verlaine Replik : Böylece edebiyat dünyasına girmiş oldun. Rimbaud Replik : Bu lanet şehrin en güzel yönü, lanet sanatçıları...kahrolası burjuvaziden daha burjuva olmaları. Tutkunun Şairleri (Total Eclipse) Yöneten :Agnieszka Hollanda Yapım : Jean-Pierre Ramsay-Levi Philip Hinchcliffe Victor Glynn Senaryo : Christopher Hampton Oyuncular : Leonardo DiCaprio David Thewlis Romane Bohringer dominique blanc Müzik : Ocak AP Kaczmarek SinematografiYorgos Arvaniti Düzenleme : Isabelle Lorente Dağıtım : İnce Hat Özellikleri Yayın Tarihi : 3 Kasım 1995 (Amerika Birleşik Devletleri) Süre : 111 dakika Filmin Çekildiği Ülkeler : Birleşik Krallık, Fransa, Belçika, İtalya Amerika Birleşik Devletleri Dil : ingilizce Bütçe : 6.780.000 € Gişe : 340.139 ABD doları

  • SEN HASTA OLMA DEMİR

    Salihli Ramiz Turan Stadyumunda sabah sporumu yapar, arkasından kahvaltı ile başlardım güne. Her gün “bugün emekli gibi yapacağım, kahvaltıyı, olabildiğince rahat olacağım,” der, yine de beceremezdim. Yılların alışkanlığı, arkamdan atlılar gelir gibi tez çabuk yaparım kahvaltıyı. Sporu bile uçarcasına yapmanın sebebi nedir bilmiyorum. Spordan eve dönerken bugün acele yok, yavaş yavaş yapacağım kahvaltıyı, bak sözümü dinle, bugün beni dinle diye kendi kendime konuşurum her gün! “Acele etme oğlum, kafanın içinde deli gibi koşturuyorsun, ne diye o atı mahmuzlayıp duruyorsun, yavaş ol, nereye yetişeceksin, artık ders zilleri senin için çalmıyor, “zilli hayat,” yok artık, bundan sonra çalsa çalsa telefonun zili çalar. Kendine bu kadar işkence etme, bu beden, bu beyin senden hesap soracak, haksızlık ediyorsun onlara. Bu koşturmanın bedelini bakalım nasıl ödeyeceksin, bu beden iflas edecek, bu kafa, kafa olmaktan çıkıp “güm” diye gümleyecek; artık bir dur, biraz yavaş ol, anan seni ayakta mı doğurmuş!” Yine bu iç konuşmayla eve geldim. Sakin başladığım kahvaltıyı yine çabucak yapmışım. O hızla kahve yapmaya koyuldum. Kahve makinesini raftan indirdim, çekmeceden kahve kavanozunu çıkardım. Birden telefonun “flu flu,” sesi ürperdim. Nedense bir başka çıkmıştı sesi telefonun! “Allah Allah, bu telefon neden böyle çalıyor, acaba bir şey mi oldu… soruları salise içinde gitti geldi kafamda. Telefonu açtım, karşıdaki ses, alo demeden, “Keyif sende, oh,” dedi. “Ne var, ne oldu, bir şey mi var?” “Keyif sende, oh, oh!” “Ne oldu, bir şey mi oldu?” “Çocuk hasta, bırak başka şeyle uğraşmayı, tez eve gel; çocuğu doktora götüreceğiz, belki İzmir’e…” Demir birkaç gündür rahatsızdı, öksürüyor, burnu akıyordu. Burnu tıkanınca da ağlıyordu. Bir şey mi oldu yavruma, inşallah bir şey yoktur; yavrum benim ağzı var dili yok, şuram ağrıyor, diyemiyor. O anda her şeyi olduğu gibi bırakıp uçarcasına çıktım evden. Arabayı nasıl çalıştırdım, nerden gittim, bilmiyorum. “Yavrum benim, paşam benim!” Çabucak giyindirip üstümüzde ne var yok aldırmadan çıktık yola. Hastane kalabalıktı, çocuk doktorunun randevuları doluymuş. Acilden giriş yapalım dedik. Acilde, hayatından bezmiş, yerinden kalkmaya mecali kalmamış, yaşlıca bir doktor, başını öne eğmiş, telefonu ile oynuyor. Bizi karşılayan hemşireye “acil müdahale etmek lazım, çocuk öksürüyor, öksürürken tıkanıp ağlamaya başlıyor,” dedik. Hemşire durumu doktora iletti, doktor, “çocuk doktoruna götürsünler, doktorun sekreterine durumu anlatsınlar, o aradan alsın,” diye akıl da verdi aklı sıra. Canından bezmiş doktora şöyle bir baktım, “değmez, dedim, bunun koyacağı teşhisten ne olur; koysa bile yanlış teşhis koyar, gidelim çocuk doktoruna,” deyip polikliniğe doğru yürüdük! Çocuk doktorunun sekreteri güleç yüzlü genç bir hemşireydi. İnsan olmanın erdemini yüreğinde taşıdığı gibi yüzüne de yansımıştı. Ne güzel “insan olmaktan vazgeçmemiş,” insanlığın tacını başında taşıyor. Bu taçla, hasta bebelere, hasta yakınlarına, dokunsan ağlayacak annelere sıcak davranıyordu. İnsan olmak çok mu zor, insan olmak işte böyle hemşire hanım gibi gülümsemek, kendini onun yerine koyabilmektir. Herkes insan olabilir mi, nasıl olur? Kimi Yunus gibi, kimi de domuz gibi! İşte böyle, aynen gördüklerimiz gibi; Yunus olmalı, Yunus! Doktor Hanım, Demir’i tepeden tırnağa bir güzel muayene etti. “Bu bebeği hastaneye yatırıp tedavi etmemiz lazım. Bronşları dolmuş, enfeksiyon olabilir, tahlillerden sonra kesin tanıyı koyarız,” dedi. İşte o an, perişan oldu anne: “Nasıl olur, benim yavrum o kadar hasta değil, el kadar çocuk hastanede mi yatar, yavrumun kollarını delik deşik edecekler, kan alacaklar, nasıl dayanırım ben, Demir daha iki aylık nasıl dayanır buna yavrum?” Gözleri iki çeşme ağlarken, diğer yandan da “nasıl dayanır yavrum buna,” deyip ağlıyordu, boyuna. "Ben bunlara emanet etmem çocuğumu, İzmir’deki doktoru arayacağım, durumu ona anlatmam lazım, o ne derse öyle yapacağım!” “Ara ara hemen ara,” dedim. Doktor Mehmet Nisanoğlu, “vakit geçirmeyin, bekliyorum; çabuk gelin,” demiş! İzmir’e doğru sürdüm arabayı. Yıllardan beri İzmir’e gider gelirim, hiç bu kadar hızlı gittiğimi hatırlamıyorum. Arabanın içinde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Arabaya biner binmez müzik açan ben, müzik açmak şöyle dursun, aklıma bile gelmedi. İçeride yol gürültüsünden başka bir şey yoktu. Ankara İzmir Yolu her zaman kalabalık olur. Kamyonlar ah o kamyonlar, bir katar olmuş aralarına hiçbir araç giremeyecek şekilde art arda. Her seferinde onların bu hallerine verip veriştirirdim; fakat bu sefer bir şey diyecek halde değildim. Doktorun muayenesine vardığımızda zaman epey ilerlemişti. Doktor, hemen çocuğu soydu, kalbini, ciğerlerini dinledi. Bu esnada yüzü gidip geliyor, sakin olmaya çalışıyordu. İşine bağlığını, güven veren tavırlarını, liyakatini, ciddiyetini bilmesek, kafayı yerdik! O, ilk yardım araçları ile lazım gelen müdahaleleri yapıyor, küçücük bir çocuğun bu kadar hasta olmasına rağmen Salihli’deki o doktorun ilk müdahaleyi yapmamasına öfkeleniyor, “Allah Allah nasıl müdahale etmez bu arkadaşım,” deyip oradan oraya koştururcasına hareket ediyordu. “Hastaneye yatması lazım, en az beş gün tedavi görmesi lazım. Bu salgını yapan virüs çocuklarda, özellikle bebeklerde üst solunum yollarına saldırıyor. Demir’imizin en az beş gün antibiyotik tedavisi görmesi lazım!” Annenin tekrar iki gözü iki çeşme. Birilerinin onu rahatlatacak şeyler söylemesini bekliyordu. Doktorun yüzüne ağlamaklı bakınca: ”Demir, iyi olacak, onun bünyesi kuvvetli, fakat beş gün antibiyotik tedavisi görmesi lazım, metin olun, böyle yaparsanız, sütünüz kesilir; sonra işimiz daha da zorlaşır, toparlayın kendinizi lütfen!” Mehmet Nisanoğlu, tecrübesini, insan olmanın erdemi ile pekiştirmiş doktor olmadan, insan olmuş. Benim de hayata bakışım böyledir; önce insan olmak lazım. Sonra ne olursan ol, doktor ol, ebe ol, müdür ol, öğretmen ol; ama önce insan ol! “Rahat olun, ben tedavi sürecini yakından takip edeceğim, hastanedeki doktoru ile görüşür, lazım gelen her şeyi yaparım, yeter ki biraz rahat olun, tez çabuk atlatacaktır, Demir!” Paşam hastaneye yattı, elinin üstünden damar yolu açtı hemşire ablaları, işinin ehli olan insanlar güven verir. Hemşire abla bir seferde buldu damar yolunu. Doktorun uygun gördüğü tedaviyi hemen uygulamaya başladılar. Sen hasta olma Paşam, sen hasta olma Demir'im! Bu sırada dışarıda deli deli esen bir rüzgâr Çiğli’de çatıları uçuracak gibi esiyor. Bu rüzgâr kim bilir Bornova’yı ne hale getiriyordur? Bu havada, bu rüzgârda sigara tiryakileri de dışarı çıkıp yaramaz çocuklar gibi bir iki nefes çekip hemen içeri kaçıyor. Birkaç saat sonra ilk bulguları paylaşan Doktor Burcu: “Tahmin ettiğimiz gibi bugünlerde sık gördüğümüz bu enfeksiyon, çok yaygın, özellikle çocukların broşlarına saldırıp akciğer enfeksiyonuna sebep oluyor. Bereket çabuk müdahale ettik, Kısa zamanda üstesinden geleceğimize inanıyorum. Özellikle kandaki oksijen düzeyinin yükselmesi, iyi bir gelişme. Mehmet Bey’in ilk ölçtüğünde 85 olan oran 98 e çıktı; bu çok güzel bir şey! Her şey istediğimiz gibi giderse beş gün sonra taburcu olabiliriz. En az beş gün misafirimizsiniz, belki bir hafta da olabilir; kendinizi buna göre ayarlayın!” Demir Paşa tedaviye çabuk cevap vermiş, kısa zamanda değerleri olumlu yönde değişmişti. Beş gün değil, bir hafta yatmıştı paşamız, hemen her saat ne var yok, ne durumda diye bilgi alış verişinde bulunuyorduk. Her telefonda kah seviniyor, kah içimiz kararıyordu. İki aylık bebek hastanede yatıyordu. İnşallah tez çabuk iyileşecektir. Aziz Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet edin,” sözüne sonuna kadar inanırım. Hiçbir hekim hastasından maddi menfaat temin etmeye çalışmaz. Az sayıdaki şarlatana bakarak akıl ve bilim karşıtlarının yanında yer almamak lazım. Çünkü onlar her zaman aklın, bilimin düşmanıdırlar. Çünkü onlar yaklaşık üç yüz yıl matbaanın bu ülkeye geç gelmesine sebep olmuşlar. Bizim yol göstericimiz her daim akıl ve bilim olmalıdır… Yedi günün sonunda Demir Paşa tam tekmil sağlığına kavuşmuş annesinin kucağında gülücükler dağıtıyor.

  • DÜŞÜNDÜĞÜM YER

    Yeryüzünde bir iklim, Bir yer var ki, sevgilim, Düşündüğüm orası. Bir ayva gibi olgun, Sert ve mayhoş havası, Tam mizacına uygun. Orda hiç işlenmemiş, Bakışla kirlenmemiş, Sâf bir tabiat vardır; Ve mevsim istediğin Gibi, bir sonbahardır, Tâ kıyamete değin. Orda gökler bakırdan, Çadır kurmuş bir kervan Bir bulutlar diyarı. Mat bir gümüştür sular, Şimşekli havaları Sabah akşam buğular. Yaprağı solgun duran Dalları yorgun duran Ağaçlarında hele, Bir yanık bülbül olmuş Geçmişi türkülerle Yâdeder durur her kuş. Orası izin midir, Gölgen mi, aksin midir? Yer, gök, su, kuş ve çiçek O donuk güzellikler, Orda her şey sen demek; O kadar sana benzer. Sevgilim, burdan uzak, Uzaklarda yaşamak, Sevmek ve ölmek için, Açılıp denizlere, Bir gün gitsek mi dersin Sana benzeyen yere. Cahit Sıtkı TARANCI

  • Sevgi Üstüne

    Bütün kitapları yakmalı Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır Kitaplara göre insan Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş Gözleri, yüreği kamaşmış insandır Aptaldır, hastadır, kahramandır Bütün kitapları yakmalı Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır. İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar Bir tek meyve veren dalı keserler İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli Bir tek meyve veren dalı kesmeli İnsan dediğin derya misali Üstünde milyonlarca dalga İçinde kıyametler kopmalı İnsan dediğin derya misali Uçsuz bucaksız olmalı. Gel çıkalım sevgilim gel Gel kurtaralım birler hanesinden Çekelim gidelim bir uçtan uca Açalım yüreğimizin kapılarını sonuna kadar Sevelim sevelim sevelim Sevebileceğimiz kadar Bedri Rahmi EYÜBOĞLU Türk ressam, yazar ve şairdir. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde başlayıp Paris'te sürdürdüğü resim öğreniminin ardından yurda dönmüş ve yaşamı boyunca Güzel Sanatlar Akademisinde ders vermiştir. Doğum tarihi ve yeri: 1911, Türkiye Ölüm tarihi ve yeri: 21 Eylül 1975 (64 yaşında), İstanbul, Türkiye Evliliği: Eren Eyüboğlu Ebeveynleri: Lütfiye Hanım, Mehmet Rahmi Eyüboğlu Derleyen : Zeliha AYDOĞMUŞ Kaynak : Vikipedi, Şiir Sitesi

bottom of page