top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • Seramik, Heykel Sergisi

    SERAP AKSOY / "Toprak Su Ateş" * Seramik & Heykel Sergisi Açılış:17 Ocak 2017 Salı Saat:19.00 Sergi Süresi: 17 Ocak- 2 Şubat 2017 Yer: Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Küratör: Mehmet Lütfi ŞEN “Toprak Su Ateş” İnsanlığın ulaşabildiğimiz tarihine eşlik eden bir sanat var; seramik. Nerede bir hayat izi mevcutsa, orada pişirilmiş toprağın o medeniyeti algılamamızı sağlayan kalıntıları da var. Bu bulgular bize seramik tarihinin neredeyse insanlık tarihine eşitlendiğini gösteriyor. Farklı coğrafyalardaki dünya müzeleri, erken dönemlerin neredeyse yegâne plastik değeri pişirilmiş toprak formlarla dolu. Kahire Müzesi’nde 5 bin yıl önce mimarların bina maketlerini seramikten yaptığını görmekten tutun da, kadim Yunan’a, Mezopotamya’ya ve tabi Hitit, Urartu, Asur, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı medeniyetlerine beşiklik etmiş Anadolu’muza, seramik sanatının hayranlık uyandıran şaheserleriyle birlikte yaşıyoruz. Günümüz seramik sanatçılarının karşısında insanlık tarihine eş bir birikim var. Bu kadim hafıza, bir tarafıyla imkânları artırırken değer taraftan da yaratıcılık anlamında zorluyor günümüz sanatçılarını. Burada tarih boyunca zirve eserler ortaya koymuş bir sanat var. Günümüz sanatçısının, bu gelenekten yararlanmak, onunla hesaplaşmak ve ona yeni değerlerle eklemlenerek varlık kazanması gerekiyor. Seramik sanatçısının mücadele etmesi gereken bir başka yön, hemen hemen her sanatta olduğu gibi pişirilmiş toprağa gündelik ihtiyaçlarda kullanımından soyutlama çabası. Elbette modern dönemdeki her sanat gibi toprağın şekillendirilip form kazanması, sırlanması insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak amacına matuf bir zanaattı. Seramiğin bu yanı günümüzde endüstriyel üretimle karşılanıyor. Burada sanatçıya düşen, seramiği kadim geleneğin imkânlarıyla yeniden yaratırken, geçmişten gelen işlevsel olma önyargısını sanatsal tatla, estetik hazla değiştirmenin yollarını bulmak. Buluştuğumuz “Toprak Su Ateş” projesi, sanatçı dostum Serap Aksoy’un Tatbiki Güzel Sanatlar’daki akademi yıllarından bugüne, seramik sanatıyla yoğrulmuş uzun zamanın bir nevi küçük bir retrospektif seçkisinden oluşuyor. Tam da bir üstteki paragrafın kuramsal teması olan büyük bir azmi ve mücadeleyi barındırıyor uhdesinde. “Toprak Su Ateş”, heykeller, panolar, katalogda görebileceğimiz 50 m², 100 m²lik büyük çalışmalar, ilhamını Anadolu medeniyetlerinden almış çağdaş eserlerin seçkisini barındırıyor bünyesinde. Proje kapsamında Serap Aksoy’un bütün bir sanat geçmişine yolculuklar yaptık. Bu bir ömürlük birikimin farklı dönem ve farklı serilerini kendi içinde değerlendirerek yol aldık. Umarım bu proje, uzun süre sanat eserleri içinde sürdürdüğümüz hazırladığımızın yorucu ve güzel enerjisinin sizlere ulaşmasına aracılık eder. Ben bu kapsamda seramik, resim, müzik gibi birçok sanat alanında yoğun çalışmalara imza atan çok yönlü sanatçı Serap Aksoy’a, hazırlık sürecinde projeye ayırdığı kıymetli zamanlar için içtenlikle teşekkür ediyorum. Yine kritik yazısını kaleme alan proje hazırlığında büyük emekleri olan Sayın Kazım İşgüven’e, projenin sizlere ulaşmasının bütün imkânlarını sağlayan Zeytinburnu Belediye Başkanı Sayın Murat Aydın’a ve emeği geçen bütün dostlarıma şükranlarımı sunuyorum. Mehmet Lütfi Şen Serap AKSOY Adana`nın Ceyhan kazasında doğan Serap Aksoy 1977 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden mezun oldu. 1976 yılında 13. Antalya Film ve Sanat Festivali Fotoğraf Yarışmasında Altın Portakal ödülü aldı. Katıldığı yarışmalarda çeşitli ödüller kazandı. 1978 yılında kendi adını taşıyan "Serap Seramik Atölyesi"ni kurdu. Serap Aksoy’un özgün eserleri cami mihraplarını, bina ve villa cephelerini, havuz kenarlarını, otel lobi ve duvarlarını süslemektedir. Eserlerin büyük bir bölümü 40-50 m2 yekpare panolar halinde duvarlara monte edilmiştir. Antik tarzda masklar, totemler, tabaklar, idoller de çalışmaları arasında yer almaktadır. Serap Aksoy, Anadolu medeniyetlerini irdelemiş, kendi özgün yorumunu katarak yeni formlar üretmiştir. Ayrıca Anadolu motifleriyle yoğurduğu eserlerine Anadolu ezgilerini katarak türkülerle bütünleşmiş, görsel sanatlarla işitsel sanatları iç içe geçirmiştir. Sanatçı tuval üzerine akrilik tablolar, seramik ve bronz heykel çalışmalarına devam etmektedir. Seramikleri türkülerle seslendirmeyi düşlemiştir ve ünlü ozanımız Aşık Veysel`in "Benim Sadık Yarim Kara Topraktır" parçasıyla özdeşleşmiştir. Ayrıca THM ve TSM çalışmaları yapmakta olup konserlerde solo almaktadır. Sanatçının, yurt içi ve yurt dışında birçok önemli koleksiyonlarda eserleri bulunmaktadır. * BU DUYURU Güneş ÜlkesiNİN KÜLTÜR SANATA KATKI AMACIYLA KARŞILIKSIZ OLARAK YAPTIĞI BİR TANITIM ÇALIŞMASIDIR. ticari beklentisi olmayan çalışmalarınızla siz de katılabilirsiniz.

  • Resim Sergisi

    “ZİHNİN NE RENK?” Muhammed Yalçın Sergi | Exhibition 21-28 Ocak 2017 www.tosca.com.tr Art Brut (Ham Sanat) akımının önemli temsilcilerinden Ressam Muhammed Yalçın herkesi sınırların ötesinde bir sergiye çağırıyor! Art Brut yani Ham Sanat’ın Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden olan zihinsel engelli Ressam Muhammed Yalçın’ın kendi öz kaynaklarından çekip çıkardığı, şekillerin renklerle uyumunu anlatan 21 Ocak 2017 tarihinde değerli misafirlerin katılımı ile ilk kez Tosca Art&Design’da sergilenecek. Muhammed Yalçın, ailesiyle yaşadığı evin iç ve dış duvarlarını tuval olarak kullanan zihinsel engelli bir ressam. Evin duvarları Muhammed’in resimleriyle dolduğunda ailesi yeniden boyatıyor ve Muhammed yenilenen duvarlara yeniden çizimler yapıyor. Hayali, herkesin bir gün resimleri ile tanışması olan Muhammed’in sergisinden elde edilecek tüm gelirin kendisine bağışlanacağı bu sergide kalıplara vurulmamış sınır tanımayan çizgilerin renklerle dansına şahit olacağız. Ankara’nın Sosyal Platformu Lavarla’nın sosyal sorumluluk projeleri kapsamında Özgün Baskı ve Tasarım Atölyesi Tosca'nın desteğiyle gerçekleştirdiği sergi bir hafta boyunca ziyaretçilerin beğenisine sunulacak. Sergi Açılış Kokteyli: 21 Ocak 2017, Cumartesi – 14:00 Yer: Tosca Art&Design Adres: Üsküp caddesi (eski çevre sokak) 6a/4 Çankaya www.lavarla.com info@lavarla.com -- Tosca Art&Design Üsküp cad. (eski çevre sokak) 6A/4 Çankaya/ANKARA T: (0312) 465 0548 www.tosca.com.tr facebok.com/ToscaArtDesign

  • resim sergisi

    Resim ve heykel sanatının ustalarına açtığı sergilerin yanı sıra genç sanatçılara desteği ile de otuz yedi yıldır Türk Plastik Sanatı’nın içinde yer alan Galeri Selvin, 22 Haziran - 1 Ağustos tarihleri arasında farklı kuşaklardan sanatçıların eserlerini sanatseverlerle buluşturuyor. Galeri Selvin Nişantaşı adresinde, 21 Haziran - 1 Ağustos tarihleri arasında Hakan Cingöz, Huri Kiriş, Yonca Saraçoğlu ve Selim Büyükgüner eserlerinin Işık Gençoğlu küratörlüğünde biraraya geldiği "Sessizlikte Bir Gün II" isimli resim ve heykel sergisi ile yaz sezonuna merhaba diyor. Atölye 20 sanatçılarından Sevgi Karay ve Pembe Tüzüner'in metal heykelleri, yeni genç yeteneklerden Mert Ergün'ün de mermer yontu heykelinin yer aldığı sergide ayrıca dünyaca ünlü sanatçılar Pablo Picasso'nun çini mürekkep eseri, Henri Matisse, Jean François Millet, Juan Gris'in de orjinal kağıt üzeri desen işleri yer alıyor. "Sessizlikte Bir Gün II" isimli resim ve heykel sergisi 22 Haziran - 1 Ağustos tarihleri arasında Galeri Selvin'in Nişantaşı adresinde görülebilir. Galeri Selvin Abdi İpekçi Caddesi No:38 D:3 Nişantaşı İstanbul Tel: 212.263 74 81 selvincg@gmail.com www.galeriselvin.com

  • Pablo Picasso

    Resme olduğu kadar hayata ve kadınlara tutkunluğuyla da ünlü, Ressam Pablo Picasso, 25 Ekim 1881 yılında, İspanya’nın Malaga kentinde dünyaya gelir. Resim yeteneğini aldığı babası bir resim öğretmeni ve fessam olan José Ruiz Blasco, annesi ise, soyadını aldığı Maria Picasso’dur. Baba mesleğine duyduğu ilgiyle ve babasının teşvikiyle küçük yaşta resme başlayan Picasso, 1891’de La Coruna’da Güzel Sanatlar Okuluna devam eder. Daha sonraları gittiği Madrit’te akademik çevrelerden aldığı eğitimlerle kısa zamanda kendi tarzını yaratır. Barcelona kabarelerinin insancıl ve öncü yaşamı gelişimine büyük katkıda bulunur. Eserleri İspanyol bir dergi olan Juventut'ta yayınlanır. Sanat başkenti Paris’e ilk gidişi, 1900 yılının Eylül ayına rastlar, kısa bir süre ressam arkadaşı Nöftnel’in atölyesinde kalarak Madrit’e geri döner. Soler’le birlikte “Arte Joven” dergisini yayınlarlar. Paris’e tekrar gidişinde, oradaki sanat çevresinin içine girmeyi başaran Picasso özellikle Coquiot ve Mark Jacop’la arkadaşlık kurar; bir iki sene içinde atölyesi, gelişen ve büyüyen sanatkarların buluşma merkezine dönüşür. Picasso ilk dönem yapıtlarında sıradan insanların, sirk palyaçolarının, akrobatlarının resimlerini yapar. Şehir hayatından çok sirk dünyası ile ilgilenen Picasso’nun bu dönemi; Mavi Dönem diye adlandırılır. Bu yıllarda sirk dünyasının hüzünlü yüzünü daha çok resmeden Picasso’nun bu döneminin “mavi” ismiyle nitelendirilmesinin sebebi, mavi rengin hüznü temsil etmesi kadar, sanatçının eserlerinde tek renk olarak maviyi ve tonlarını kullanmasından da kaynaklanır. Bu huzurlu ortam içinde sanatçı zamanla resimlerinde MAVİ dönemden PEMBE döneme geçer. 1905 yılında Fernande Oliver’e bağlanır. Barcelona, Gosol ve Lerida’ya yaptığı yolculukla, eski İspanyol heykel sanatını keşfederek, heykeltıraşlığa büyük ilgi duyar. Aynı tarihlerde Matisse’le tanışarak, onun öncülüğünde, ilkel Afrika sanatının çekiciliğine kapılır. 1906’da Braque ve Derain’le tanışınca birlikte kübizm öncesi bir çalışmaya girişirler. Picasso 1907'den 1914'e kadar kübist olarak adlandırılan tarzda tablolar yapar. Kübist tabloların genel özelliği, geometri ve geometrik şekillerin kullanılmasıdır. Resmedilen nesneler geometrik formlar oluşturacak şekilde basitleştirilir yahut geometrik şekillere bölünür. Kübizmin bir diğer özelliği de uzaydaki üç boyutlu bir cismi iki boyutlu yüzeye aktarma çabasıdır. Bu amaçla Picasso, şekilleri yanal yüzeylerine bölüştürüp her birini iki boyutlu yüzeyde göstermeye çalışır. Yine bu nedenden portrelerindeki insanların hem profili hem de önden görünüşü görülmektedir. 1909 yazını, Horta de San Juan’da geçirerek kübist peyzajlar çizer, bunları Vollard’da sergiler. Eserleri kısa sürede kübizmin odak noktasını oluşturur. Fernand Oliver’den ayrıldıktan sonra, birçok tablolarına da modellik eden Marcelle Humbert (Eva) ile arkadaşlık eder. 1912-14 yıllarında, kübist tabloları Fransa ve dışında büyük ün kazanınca Münich, Berlin ve Köln’deki enternasyonal sergilerde yer alır. 1914 Savaşına katılmayarak Paris’te kaldığında yalnız ve acı bir dönem geçirir. 1915’te Eva’yı kaybeder. 1917’de Jean Cocteau’nun baskılı ısrarlarına dayanamayarak, Parade Balesi’nin dekorlarının yapmak üzere İtalya’ya gider. Gezinin en önemli yanlarından biri; orada, 1918 yılının Temmuz’unda evleneceği, balerin Olga Koklova’yı tanıması, diğeri ise klasik sanatın derin ve çarpıcı yönünü keşfetmesi olur. Picasso artık çalışmalarını iki ayrı köprü üzerinde yürütmeye başlar: Gerçekçi bir tutumu yeğleyen “Klasizm” ile mantıksal öğelere yönelen “Kübizm”. 1923 yılında uzun süredir terk ettiği heykel çalışmalarına yeniden döner. 1935’te, kendisine Maria adlı bir kız doğuran Marie-Therese Walter’e bağlanır. Olga Koklova’dan da on dört yıl önce, Paul adlı bir oğlu olmuştur. Picasso ikinci eşi olan Olga Kokhlova ve oğlunun birçok portresini yapmıştır. 1936’da, İspanyol İç Savaşı’nın patlaması üzerine, Cumhuriyetçilerin tarafını tutarak, Prado’nun Müdürlüğüne atanır. Bu eylemini Guernica adlı ünlü tablosunda, somut olarak belgeler. En tanınmış eseri olan bu tabloda, Alman hava kuvvetlerinin Guernica kasabasını bombalamasını anlatır. 1937'de yapılan ve Picasso'nun savaşa ve Guernica'nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti anlatan bu resim şu anda Madrid'de Reina Sofía Müzesinde bulunmaktadır. Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını verir. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmaktadır. 1945’ten sonra özellikle Paris’te yaşamaya başlar ve Dora Maar’la dostluk kurar. 1907’de Fransa’da çizdiği, bir genelevdeki beş hayat kadınını gösteren “Avignonlu Kadınlar” Kübizm akımının en önemli örneklerinden biridir. Picasso, üyesi olduğu Komünist Parti tarafından Paris’te düzenlenecek Barış Kongresi için bir afiş yapması istendiğinde, bugün barışın simgesi olan güvercin resmini yapar. Ressamın 1949 yılında yaptığı bu çalışma Avrupa’nın bütün kentlerinin duvarlarını kaplar ve barışla ilgili değişmez sembollerden biri olur. Picasso’nun en üstün yönü, sade fakat sonsuz özlemleri, hep duygu ve stilin doruğunda gerçekleştirebilmesidir. Yaşama tutkusu, duygusal gerilimi. Picasso’yla beraber, resim sanatına ilk defa, sadece "gerçek" ve onun tutkuları değil, gerçeği kapsamaya yarayacak mantıksal ögeler de girmiştir. Bu yüzden gerçekle, çizilen arasında, görünüş benzerliğinin, onun için, hiç önemi yoktur. "Nedenleri ve izlenimleri" aramak için doğanın derinliğine yönelmesi gereksizdir. İçindeki duygusal atılımlar, izlenimlerini yorumlamaya yeterli olmaktadır. Picasso aramaz, bulur. Picasso görmez, düşünür. Kullandığı renkler parlak, yüzeyler geniştir. Şekiller ağır kontürlerle sınırlanmış, fırça darbeleriyle «noktalama» stiline yönelen, gerilimli bir teknik uygulanmıştır. Giderek renkler tek ve yetkili bir maviye dönüşmüş, hüzünlü ve karanlık tonlarda, içli bir durgunluk yansımıştır. İnsancıl konularda, fakir, yaşlı çalgıcılar, körler, kimsesiz zavallı çiftler, ütücüler ortaya çıkmaktadır. Picasso, yaşantısının son senelerine dek aynı gençlik gücüne, aynı tazeliğe, aynı arayış gerilimine ve aynı sıcak tutkuya sahip olabilmiş ender sanatçılardandır.

  • İzmir İstanbul Rum Şarkıları

    Nâzım Hikmet Kültür Merkezi - İzmir Yeni Etkinlik İzmir ve İstanbul Rum Şarkıları Etkinlik Zamanı: 23 Kasım 2018 20:30 Etkinlik Bilgisi: Aile kökenleri İzmir ve Midilli adasına uzanan, Atina’da doğan, İlhan Şeşen’in ‘Rüzgâr’ şarkısı ile yakından tanıdığımız Vassiliki uzun yıllardır İstanbul'da sürdürdüğü faaliyetine gelenekselden popüler müziğe uzanan bir çeşitlilik içinde Türk ve Yunan müzisyenlerle devam ediyor. Ud ve kanun üstadı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan arkadaşlarının eşliğinde geleneksel Rum ezgilerini iki dilli, Türkçe ve Rumca ifadelerle harmanlayarak eski İstanbul ve İzmir'in sandukasından çıkarıp günümüze taşıyor. Yunan yorumcu ve şarkı sözü yazarı Vasiliki artık rastlanması zor ama kültürümüz içinden çok tanıdık ve bildik bir sahne tecrübesi ve eğlence vaat ediyor. Vokal Vassiliki Papageorgiou

  • DUYURU-1

    Nâzım Hikmet Kültür Merkezi - İzmir Yeni Etkinlik Benden Selam Söyle Anadolu’ya Etkinlik Zamanı: 21 Kasım 2018 20:30 Etkinlik Bilgisi: Benden Selam Söyle Anadolu'ya, Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'daki Rum köylüleriyle Türkler arasında yaşanan tarihsel bir dramı anlatıyor. "Bir daha geri gelmemek üzere çökmüş bir âlemi gözlerinizin önünde canlandırmak amacıyla yaptım bu işi. Yaşlılar unutmasın; ve gençler, bütün olup biteni çırılçıplak bir şekilde görsün, öğrensin" diyen Sotiriyu, Manoli Aksiyotis adlı bir Rum köylüsünün gerçek yaşamından anıları kaleme almıştır. Yunanistan’da 50 baskı yapan, dünyada 10 dile çevrilen, 70'li yıllarda Türkiye'de en çok okunan romanlardan biri olan 1909 Aydın-Şirince doğumlu Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu'ya (Özgün adıyla ‘Kanlı Topraklar’ -Matomena Homata-) romanı, Haluk Işık tarafından oyunlaştırıldı.

  • canlanan tablolar

    Bursa'da fotoğraf sanatçısı Neslihan Sağır ilginç bir projeye imza atıyor. Ünlü tabloların mekanlarını buluyor, mankenlerden yararlanarak resimleri birebir canlandırıyor ve fotoğraflıyor. Fotoğraflarını Panorama 1326 Bursa Fetih Müzesi'nde sergileyen Çetin, projesini yurt dışına taşımak ve buna ilişkin bir kısa film çekmek istiyor. Neslihan Sağır Çetin, 2016 yılında Yeşil Cami'yi gezerken, Osman Hamdi Bey'in "Kaplumbağa Terbiyecisi" adlı resmini Yeşil Cami'de yaptığını öğrendiğini söyledi. Bundan geç haberdar olmasından yola çıkarak resimlerin yapıldığı yerlerde modellerle fotoğraf çekmeyi planladığını belirten Çetin, "Daha sonra Bursa'da yapılan birkaç resimle daha karşılaştım ve bu resimlerin de fotoğraflarını çekmek istedim. Her bir resim için kostümler dikildi, hazırlıklar yapıldı." dedi. Çetin, 2017'de başladığı çekimleri bitirerek hazırladığı seçkiyi Bursalı sanatseverlerin beğenisine sunduğunu anlattı. Bir resmin hazırlığının 2-3 ay sürdüğünü aktaran Çetin, şöyle konuştu: "Bazen sadece kostümler değil, o resimdeki Kur'an muhafazası da dikildi, rahle gibi eşyalar marangoza yaptırıldı. Teber, silah, kilim gibi materyaller antikacılardan bulundu. Hepsinin bir araya getirilmesi uzun zaman aldı. Böylelikle resimlerin içeriğini tamamlayıp fotoğraf çekimi yaptık. Bazen mevsimin gelmesini, kar yağmasını, bazen de uygun ışığı bekledik. Güzel bir süreç oldu. Tabloların içinden modellerimle beraber geçtim." Proje ismi: Resm-i Mekân Proje Yazarı ve Fotoğraf Sanatçısı: Neslihan Sağır Çetin Proje Konusu: Osmanlı Dönemi'nin en tanınmış yerli ve yabancı ressamlarına ait tabloların aynısı resmedildiği mekanda aynı kostüm ve materyaller ile modelli canlandırma yapılarak birebir fotoğrafları çekildi. Türkiye'de bir ilk olan bu projenin yapımı 2017-1019 yılları arasında 3 yıllık bir süreçte tamamlandı. Profesyonel Tiyatro Sanatçılarının modellik yapması ile gerçekleştirildi. Tabloların içerisinde görünen; kostümlerin aynısı terzilerde diktirildi. Kuran muhafazası, rahle, sehba gibi materyaller marangozlarda hazırlandı ve kilim, silah, buhurdan, teber gibi materyallarde antikacılardan sağlanarak tabloların aynısı resmedildiği mekanda modeller ile birebir canlandırılarak fotoğraflandı. Projenin Amacı: Osmanlı Döneminde yerli ve yabancı ressamların resmettiği mekanların gerçek olduğunu ve bu mekanların hala Bursa'da var olduğunu ortaya çıkarıp yurt içi ve yurt dışında tanıtımını yaparak mekanların bilinirliğini sağlamak. Tablolardaki mekanları tanıtırken eş zamanlı olarak eserlerde ve mekanlarda görünen Osmanlı’ya ait mimari, çini, ahşap oyma, kündekari, hat sanatı, metal işleme, cam işleme, sedef kakma, el dokuma, mermer oyma, giyim kültürü, musiki sanatı, gibi sanatlar ile Osmanlı kültürünü tanıtmak. Ressamlar; Osman Hamdi Bey Sir Frederic Leighton (İngiliz Ressam) Jean Leon Gerome (Fransız Ressam) John Frederick Lewis (İngiliz Ressam) Rudolf Ernst (Avusturyalı Ressam) Stanislaus Chelebowski (Polonyalı Ressam) Sir Frederic Leighton (İngiltereli Ressam) İbrahim Çallı Ali Avni Celebi Mehmet Ali Laga Namık İsmail’e ait olan 40 adet ünlü tablonun canladırılması Neslihan Sağır Çetin: 1984 Yılında Bursa’da doğan Neslihan Sağır,, 2005’te Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi/ Fotoğrafçılık bölümünden mezun oldu. Bursa’da pazarlama iletişimi sektöründe hizmet veren bir Reklam Ajansında Studyo Sorumlusu olarak profesyonel fotoğrafçılık yaptı. New York’ta Westchester Community College’de İngilizce eğitimi aldı. Ve diğertaraftan Newyork’un en büyük fotoğrafçılık okulu olan International Centerof Photography (ICP)’de fotoğrafçılık üzerine eğitimler aldı ve studyo çekimlerinde asistanlık yaptı. Aynı zamanda Moda Fotoğrafçılığı ile ilgilendi. NewYork, California, Chicago,Florida, Massachusetts, Washington DC, New Jersey, gibi eyaletlerde sokakları fotoğrafladı. Afrika,Bosna-Hersek,İstanbul ve Bursa’da çekilen sinema filmleri ve kısafilmlerde Set Fotoğrafçılığı yaptı.Halen moda,mekan-ürün tanıtımı gibi çekimler yapmaktadır. Aynı zamanda gezgin olan NeslihanSağır Çetin Rusya,Paris,Belçika gibi ülkelerdede gezi fotografları çekmiştir. BursaTayyare Kültür Merkezi ve Konak Kültür Evi’nde kişisel sergilerini açmış ve birçok karma sergiye katılmıştır. Yurtiçi ve yurtdışında serbest fotoğrafçı olarak 2005‘den beri hizmetveren NeslihanSağır, Lise ve Üniversitelerde Fotoğrafçılık üzerine seminerler vermekte,workshoplar yapmaktadır. Aynı zamanda resim çizmekte ve çeşitli konular üzerine denemeler yazmaktadır.

  • Bir Gün Bir Yerde

    Gözleri bilgisayara bakmaktan kan çanağına dönmüş bir halde hâlâ bir şeyler yazıp çiziyordu. Aslında işi ilk zamanlar o kadar zor değildi. Teknolojiyle birlikte işler kolaylaşıyormuş gibi görünse de daha da zorlaşmış, gün içinde nefes alamayacak duruma gelmişti. Oturduğu, tüm gününü geçirdiği oda ise gittikçe daralmaya başlamıştı. Sanki duvarlar, dosyalar üstüne geliyordu. Önceleri, neredeyse yirmi yıl öncesine kadar her şeyi dosyalarda tutuyorlardı ama o zamanlar nüfusta bu kadar fazla değildi, suç oranı da. Şimdi ise sağdakinin yapacak hiçbir işi yokken soldaki durmadan çalışıyordu. Denge denen şey uzun süredir ayarını yitirmişti. Bembeyaz kıyafetlerinin içinde oturmuş hem bunları düşünüyor hem de bilgisayarın başında notlar alıp duruyordu. Bu nasıl bir şeydi, tüm uzuvlarıyla bir işi yapmak ne kadar yorucuydu. Emekliliğini düşündü, düşüncesi dudaklarında gülümsemeye döndü. Ne emekliliği? Ne yaparsa yapsın bu işi sonsuza kadar sürdürmek zorundaydı. Tüm bu düşüncelerinin arasında sağdakinden mesaj geldi. “Sana bir havadisim var! Bugün iki üç tane işlem yaptım, biliyor musun son iki aydır ilk defa bugün kayıt defterine işlem girildi. Sıkılmaya başlamıştım artık. Tüm gün bilgisayarda okey oyna, taş çal. O olmazsa fal bak, bir de oyun göndermişler “FarmVillage” diye onunla oyalanayım diyorum ama olmuyor işte. Sıkıntıdan patlayacağım artık. Facebook arkadaşlarımın sayısı da seksen bine çıkmış. Neyse neyse … Sen neler yapıyorsun diye sormayacağım, mutlaka işin başından aşkındır. Bir ara sana yardıma geleyim diyorum ama fırsat bulamıyorum. İyilikle kal. Hafız. ” Hafız’ın maillerinden nefret ediyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Onun amiriydi. Bu sefer sinirini bozacak fazla bir şey yazmamıştı. Onun da bugün işi vardı ve bu da demekti ki kendisi biraz daha az işlem yapacaktı. Mesaja cevap yazıp işine geri döndü. Kayıtları alırken başvurduğu Kâtip Defteri’nde, hangi suçun hangi seviyede olduğu yazılıydı. Bu durmadan yenileniyordu. Eskiden sadece hırsızlık, tecavüz, haksız kazanç, yalancılık gibi basit suçlar varken şimdilerde suçlarında kategorisi artmış ona göre de Kâtip Defteri’nde yeni bir sütun açılmıştı. Şöyle bir gözden geçirdi, son elli yıl içinde suç türü ve sayısında artış olmuştu. Mesela, rüşvet yemek ki bunu hırsızlıkla aynı yere koyamıyorlardı. İkisi de farklıydı. Tecavüz olayları artık yaş sınırını düşürmüştü. Eskiden genç kızlara tecavüz edilirken şimdilerde sıfır altı yaş ya da elli beş altmış yaş arası tecavüz olayları başlamıştı ki, bunların da yeri ve suç oranı farklıydı. Genç kızlar karşı cinsi kandırıp onların kanına girebiliyorlar ve bu da erkeğin tahrik edildiğini devreye sokuyordu ki cezası az oluyordu. Ama küçüklere ve yaşlılara tecavüzde tahrik olayı yoktu. Bu zanlının gerçekten suç işlediğini gösteriyordu. Bundan gayri bir de yalancı din tacirleri peydah olmuştu ki, suçları büyüktü. Daha bir sürü buna benzer suçların yanlarında farklı dereceleri ve puanları vardı. Bunlara göre listeleri oluşturmak ise gittikçe zorlaşmaya başlamıştı. Kâtip, bu son gelişmeleri şöyle bir taradıktan sonra tekrar dosyasını açıp işlemelerini yapmaya devam etti. Böyle saatlerce çalıştı. Aslında gündüzden çok geceleri daha yoğun oluyordu, bu yüzden de akşamüzeri biraz dinlenmeye ihtiyaç duyuyordu. Tam bilgisayarın Kâtibi Risale programını otomatiğe geçirecekti ki bu sefer de Şeytan’ın mesajının geldiğini gördü. Mesajı açarken sinirleri ayağa kalkmıştı. Bu olmasa benim işim bu kadar çok olmaz diye dertlendi. Onsuz bir hayatın ne kadar harika olacağını düşünmeden edemedi. En azından kendi için daha az iş olacağından belki başka görevler alırdı, böylece yaşadığı dönem renklenirdi. Şeytan’ın mesajını açtı. “Merhaba. Ne zamandır işlerim harika gidiyor. Senin nasıl olduğunu merak ettim. Benim işlerim güzel gidince senin işlerinin yoğunlaştığını biliyorum. Bu yüzden de sana kolay gelsin demek istedim. Bir de şunu söyleyeyim; ihtiyacın olursa yardıma geleyim. Ne de olsa ben senden önce yapılan suçları ve hataları biliyorum. Bu aralar yeni bir program üzerinde çalışıyorum. Ben suçu yarattığım ve insanoğlu o suçu işlemeye niyetlendiği ya da ilk adımı attığı zaman senin kayıtlarındaki kişinin hanesine hemen otomatik olarak işlenecek. Ne dersin? İkimiz kafa kafaya verip biraz geliştirebiliriz belki de. Senden haber bekliyorum, Kâtip. Bu programı dışarı yaptırmaya kalksak inanılmaz paralar dönüyor. Ben bile hayret ediyorum bu insanoğlu beni de geçti artık. Saygıyla… Şeytan.” Kâtip okuduklarına hem sinirlenmiş hem de içten içe gülmüştü. Bu Şeytan durmadan mail atıyor, olmadı facebooktan yazılar gönderiyordu. Ne sinir bozucu şeydi. Kendisiyle sohbet etmeye çalışıyordu. Oysa Şeytan’ın Azazil olduğu cennetteki günleri olsa hiç tereddütsüz sohbetine katılırdı. Ama Cebrail’in dediği gibi artık Allah’ın gözünden düşen Azazil, Şeytan olmuş ve onunla konuşmaları, bir araya gelmeleri yasaklanmıştı. Kâtip, cevap yazmadan bilgisayarı kapattı ve odanın köşesindeki kanepesine yerleşti. Bir süre gözlerini yumup sessizliğin içine gömülmeden önce de her zaman yaptığı gibi düşüncelerini imbikten geçirdi. Melek ellerini başına doğru götürdü, tacının parlak taşlarını hissetmeye çalıştı. Sonra yavaşça kanatlarına okşadı. Aslında çok yaşlanmıştı ama yüzü hala güzel, kanatları bembeyaz ve parlaktı, yüzünde hiçbir kırışıklık yoktu, elbisesinde de. Oysa yıllardır o kadar çok yorulmuştu ki. Ruhu mu; ruhu çok yaşlıydı ama onu da sadece kendisi biliyordu. Bir o yana bir bu yana uçup insanoğlunun bütün dileklerini yerine getirmeye uğraşıyordu. Kimi çocukların saf istekleri, kimi genç kızların beyaz atlı prensi, kimilerinin araba ve ev hayali ya da sınav telaşında ki öğrencilerin sınıf geçme hayalleri, hep bunlara o yetişiyor, elinden geldiğince onların isteklerini yapıyordu. Bir de bunların arasında o hınzır Şeytan’la mücadele ediyordu. Çoğu zaman insanları Şeytan kandırır böyle olunca da meleğe yapacak bir şey kalmazdı. Elindeki sihirli değneğiyle bir onu yok edebilmeyi başaramıyordu. Aslında bunu gerçekten isteyip istemediğini de tam olarak bilmiyordu. Şeytan hayatın tuzuydu, melek de tadı olduğuna göre, nasıl olur da bu tuzu tatmadan tadı keşfedebilirdi insanoğlu? İşte bunca iş, güç arasında hayallerini, isteklerini, duygularını yaşayamayan melek artık bu işi bırakması gerektiğini çok yorulduğunu düşünüyordu. Şeytan’ın işi kolaydı. O her şeyi yaptırabiliyordu. Yasaklar koymuyor, sonuna kadar suçun da, kötülüğün de tadını çıkartıyor, eline geçirdiği insanoğluna da bunları kolaylıkla yaptırabiliyordu. Melek’in işinin de böyle kolay bir yanı olmalıydı. Devir artık değişmişti, teknoloji çok ilerlemiş, her şeyin kolayı bulunmuştu. Niye bu işlerin de daha kolay bir yolu yoktu? Aslında Şeytan’la bu işi aralarında mı halletmeliydiler acaba? Hani bir e-mail atsa Şeytan’a ve artık emekliye ayrılmaları gerektiğini, dostça yaşayabileceklerini ve insanların da işlerini artık tek başlarına yapmaları gerektiğini mi söyleseydi. Ne iyi olurdu. Belki Şeytan devreden çıkınca meleke de yapacak bir iş kalmaz böylece o da rahat bir nefes alırdı. Aman ya neler düşünüyordu. Kendi inansa da buna, Şeytan kabul edecek miydi bu teklifi acaba? Şeytan yine bir şeytanlık yapar ve işlerine devam ederdi. Bu düşünceler kafasında dolaşırken yatağına uzanan melek yavaşça yastığın ve yorganın büyüsüne kapıldı, ağır ağır gözleri kapandı. O da ne Şeytan karşısında duruyordu! Bu görüşmeler pek sık olmadığı için hayrete düştü. Her defasından farklı olarak şeytanın yüzünde o alaycı gülümsemeden eser yoktu. Üzgündü, hatta ağladı ağlayacaktı. Melek içinden, eh işte galiba Şeytan’ın da işi düştü bana diye geçirdi. Yumuşak ve sevecen bir edayla eğildi: -Mutsuz gibisin. Bir derdin mi var? Söylersen çözüm bulabilirim, dedi. Şeytan o küstah, alaycı ve kötülük dolu bakışlarını bir kenara bırakmış. Ağlak bir ses tonuyla: -Ey melek bu dünyada benim işim bitti artık, kimsenin bana ihtiyacı kalmadı, dedi. Melek ilk önce Şeytan’ın ne demek istediğini anlamadı. -Neden diye sordu. Sana herkesin her zaman ihtiyacı olur. Sen benim diğer yarımsın ve senle ben ikimiz hayatın aynasıyız. Hiçbir zaman senden vazgeçemezler, dedi. Şeytan ağlayarak konuşmaya devam etti. -Bilmiyorsun, bilmiyorsun işte. Şu bilgisayarlar ve internet var ya? İşte onlar beni alt ettiler. Artık dünya üstündeki insanların Şeytan’a ihtiyacı kalmadı. Melek suskun biraz da meraklı gözlerle Şeytan’a bakıyordu. Şeytan devam etti. -Evet o bilgisayarlar, internet işte onlar bitirdi beni, yok etti dedi. Melek heyecanla sordu? -Nereden çıkardın bunu, dedi. -Biliyorum, çünkü onlar bilgisayarlarının bir düğmesine basıp günahların en büyüğünü işleyebiliyor. Bir eve gizlice girebiliyor, dolaşabiliyor, insanların hayatlarını seyredebiliyor, her an ne yaptıklarını izleyip hatta yorumlar bile yapabiliyor. Ya da isteyebilecekleri türden bir kadın yaratıp, o kadınla her türlü fantezi yaşayabiliyorlar ve isterlerse arkasından da bir cinayet işleyip huzurla bilgisayarı kapatabiliyorlar. İnternete girip bir sürü yalanlarla karşısındakini kandırıp onun hayalleriyle oynayabiliyorlar. Canı sıkılınca bir şehri yok edip sonra tekrar yaratabiliyorlar.. İşte bunların hepsini o bilgisayar denen makine, internet ile yapabiliyorlar. Hem de kendini ve çevresini rahatsız etmeden, yormadan sadece kendini tatmin ederek ve kötülüğün gizemini içlerine sindirerek. Melek güldü. -Bu çok iyi olmuş. Zaten senin varlığın insanlar için iyi olmuyordu. Bırak da böyle mutlu olsunlar ve Şeytan’a uymasınlar, dedi. Şeytan ağlayarak konuşmaya devam etti. -Ama artık sana da ihtiyaçları kalmadı. Onlar senden istediklerine de o bilgisayarlarla ulaşabiliyorlar. Büyük bir ev mi hayal ediyorlar. Karşılarında, güzel bir kadın mı hayal ediyorlar! İşte onlarla birlikte. Sınavlarında başarılı mı olmak istiyorlar işte bilgiler bilgisayarda. Evlenmek mi istiyorlar bilgisayardan kendilerine uygun eş adaylarının arasından seçiyorlar. Artık araba da istemiyorlar, çünkü evden hiç çıkmıyorlar ki, ne yapsınlar arabayı. Melek bunları duyunca içi burkuldu. -Hayır dedi, hayır böyle olmamalı, böyle olamaz. Bu insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaket.. Melek bu bağırma ile yataktan fırladı. Gördüğü bir kâbustu, hem de ne kâbus. Yüzündeki terleri sildi, yavaş ve korkarak tacına dokundu sonra yavaşça kanatlarını okşadı. Evet, hepsi yerindeydi ve o bir melekti. İşi ne kadar zor olursa olsun, ruhu ne kadar yorulmuş ve yaşlanmış olursa olsun o bu dünya için var olmalıydı. İnsanoğlu için tek ümit kaynağı o ve Şeytan’dı. İkisi birden bu insanlara ruhlarını kaybetmemeyi, yaşamayı, ümidi, sevmeyi ve nefret etmeyi, kazanmayı ve kaybetmeyi, gülmeyi ve ağlamayı anlatmalıydılar. Bıkmadan yorulmadan sonsuza kadar devam etmeliydiler. Kâtip gözlerini açtığında ne olduğunu anlayamamıştı. Rüya içinde rüya mı görmüştü? Kendisi insanların inandığı solda bulunan ve günahları yazan melek miydi, yoksa güzellikleri yaratan, dilekleri olur eden melek mi? Ne olduğunu kendi de unuttu bir an. Bu nasıl bir çelişkiydi. Yine de kalkmalı işinin başına dönmeliydi. Neredeyse, daha önceki günlere göre iki saat fazla uyumuştu. Yani toplam iki saat kırk beş dakika. Acaba birileri fark etmiş miydi bu kadar uzun uyuduğunu? Kendine gelmeye çalışırken bilgisayarın acı çığlığını duydu. Katip Risale’si devreden çıkalı çok olmuştu ve suçları ikaz ediyordu. Binlerce suç oluşmuştu ekranda. Ne yapacağını bilmeden bilgisayarın başına gitti. Ne olacak sanki dedi. Bu kadar yorulmanın ne anlamı var. Şeytanın teklifini kabul et ve şu programı devreye sok. Hemen maillerini girdi ve şeytana mesaj çekti. “Haklısın. Ben de bu programın olmasını istiyorum. Biz yapamazsak bile parası neyse verelim, yapsınlar. Bıktım artık bu insanoğlundan. Ama tek bir şartla bunların hiç birinden Yüce ilahın haberi olmasın, tamam mı? İyi çalışmalar. Katip… ” Şeytan böyle bir mesajın geleceğini biliyordu aslında. Tek kendi tarafına çekemediği melek kalmıştı, o da şimdi kendi yanında yer almıştı. Mesajı okuduktan sonra zafer çığlığı attı. “Teknoloji, sen ne büyük bir nimetsin!” * maviADA 2012 BAHAR SAYISI

  • İşte Gidiyorum

    işte gidiyorum bir şey demeden arkamı dönmeden şikayet etmeden hiç bir şey almadan bir şey vermeden yol ayrılmış görmeden gidiyorum ne küslük var ne pişmanlık kalbimde yürüyorum sanki senin yanında sesin uzaklaşır her bir adımda ayak izim kalmadan gidiyorum gerdiğin tel kalbimde kırılmadı gönül kuşu şarkıdan yorulmadı bana kimse sen gibi sarılmadı ışığımız sönmeden gidiyorum. Hüzünlü hayatı ve duruşuyla bir şarkıcıdan öte bir efsaneye dönen Kazım Koyuncu'yu da merak ediyorsanız tıklayın

  • Aşk Nöbeti

    İnsanlar cehenneminde Mümkün müdür Sonsuz aşk nöbetleri Denedim bilmiyorum Burda ölü yok Burda kimse yok Bir şapka asılı Çivit mavisi solmuş duvarda Bir zamanlar Acı sularından içip de denizlerin Kendine bile ağlayamadığın Zavallı gözyaşı satıcısı Kurt kapanına tutulmuş rüzgarların Mümkün müdür sonsuz ölüm Hüzünsüz intihar Denemedim biliyorum Kalbinde dünyalar kırılmış Ağır hastaydın Meyve suyunu ben içtim Kolonyayla sildim yüzünü * Bahri Çokkardeş / KimseSİZ'e katkıda bulunan ama iyi tanımadıklarımdan biriydi Bahri Çokkardeş. Şiirlerini birileri getirirdi dergiye, kendisinin çekindiğini söylerdiler. Anlam veremezdim. Sanıyorum ilk dergi sayfalarında gözükmesi de KimseSİZ'de olmuştu. Her sayıda dergileri alıyor, bazen hepsini satıp parasını gönderiyordu. Bazense dergiler de, kendisi de ortadan yok oluyordu. Neden sonra istediği bir okula yakını olan bir çocuğun kaydı için yardıma gereksinmesi olmuş, bulamayınca arkadaş da bana alıp getirmişti. O zaman tanıdım Bahri'yi... Neden gelmekten çekindiğini de anladım. Bizi fazla seçkinci diye anlattıklarını ima etmişti. Bahri hayata kırgın ve tavırlı gibiydi ve belki caydırıcı bir savunma olsun diyeydi ama sanırım herkese belli ediyordu bunu. Bursa'nın arka semtlerinden birinde oturduğunu , çocuğun mahalledekine değil de iyi bir okula gitmesini istediğini anlatmıştı. Rastlantı istediği okulun müdürü edebiyata ilgili biriydi. Telefonla Bahri'nin işini hallettik. O kırgın, külhanbeyi tavırlı, sorun olmaya adaymış gibi duran şairin duygulu mutluluğu görmeye değerdi. 1954'te Bosna'da doğduğunu, ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç edip Bursa'ya yerleştiğini, Bursa Ticaret Lisesi'nin son sınıfındayken eğitimini yarım bıraktığını anlatmıştı. Gecenin Kalbinde Unutulmuş Şiirler diye bir şiir kitabı olduğunu, başına iskelet maskesi geçirip sokaklarda, Koza Han'da sattığını söylemişti. Farklı bir insandı. Belki tam şair... Sonra KimseSİZ'i kapattık. Karşılaştığımızda aşırı saygılıydı, dergiyi kapatmamızdan duyduğu üzüntüyü sahici bir dille seslendiriyordu. Öteki dergilere gönder, demiştim. Elini sallamıştı, onlar bize bakmaz demişti. Doğru, yerelde her yerde olduğu gibi bir seçkincilik vardı. Bahri de bundan sonra sınıf atlayacak, adabı muaşeret kurslarına gidecek değildi hoş. İlk kez dergiyi kapadığıma üzülmüştüm. Kıt olanaklarından artırıp dergiye katkıda bulunan ama iyi şiirler de yazan başta Yüksel Akyüz, Bahri Çokkardeşler gibi birkaç kişinin yapıtlarını DAMAR ve Aykırı Sanat'a göndermiştim. hemen yayınlamışlardı. Bana gelen dergileri onlara vermek için telefon ettiğimde, ummadığım buyurgan ve kural koyucu formatta bir sesle Tahtakale'de metruk bir binanın üçüncü katına gelmemi söyleyeceklerdi. Gitmemeyi, dergileri yırtıp atmayı düşünmedim değil ama huyum kurusun... Karanlık, esrarlı, garip bir odada dumanaltı olmuş oturuyorlardı birkaç kişiyle, bulmuş dergilerini vermiştim. Kalabalıktılar ve kendi bahçelerinin gücünü hissediyorlardı. Bana dergi boyunca göstermek zorunda kaldıkları saygıdan yorulmuş olmalıydılar ki teşekkür yerine başımdaki şapkaya bakıp "Şapkan bile bizden değil," diyecekti. Bahri artık kurulmuş yay gibiydi. Gemileri yakmış, ÖTEKİLERE savaş açmıştı. Onlara yaptığım jesti sanırım anlamamışlardı ya da ifade edememişlerdi, bilmiyorum. Bu ilk karşılaştığım değildi, dergide yer almak için melek görünümünde gelen, ama ilk yazısı yer aldıktan sonra şeytanlaşan o kadar çok insan gördüm ki, ama dergilerini almak için bile aşağıya inmeyişlerini, sergilenen beklemediğim nezaketsiz tavrı affetmemiş, bir daha sokakta bile karşılaşsak selam vermemiştim. Onları anlasam da hoşgörecek olgunluğum yoktu. İtiraf edeyim ki bana köle ruhunu anımsatan, İsa'yı çarmıha kadar götüren o olgunluğa ulaşmayı hiçbir zaman da istemezdim. Benim olgunluğum, tepkisiz kalmaktır en çok. Onu da anlayana denk gelmedim ya henüz... Derslerimi iyi almış olmalıyım ki yeni dönemde kapıları açmadığım için gelmeseler de yine de Bahri de, Yüksel Akyüz de başladığım maviADA'ya şiir göndermeyi sürdürdüler. Bazılarını yayınladım. Sonra Bahri'den ses çıkmaz oldu. Öğrendim, sonunda sınıf atlamaya karar vermiş, bizden de seçkinci olduklarını iddia ettiği, ki doğruydu bu, yerel dergilerden birine yazmaya başlamıştı. Herhalde dergiler de nihayet değerini anlamış ona da yer vermeye başlamıştı ya da satacağı dergileri ciddiye almışlardı. Sessizlik İzleri diye bir kitabı daha çıktığını daha önceden duymuştum. 2009 Güzünde de aramızdan ayrıldı. -Bahri Çokkardeş, sağdan oturan ilk kişi. 2003'te KimseSİZ dergisinin bürosunda- / ÖNEMLİ:Görünen, Sözcü gazetesinden tut, İnternet'teki bütün kitap satanlarda Bahri Çokkardeş'in kitapları var. Maşallah diyeceğim ama kuşkuluyum. Ne bitmez kitapmış bu? Umarım Bahri Çokkardeş'in ölümünden yararlanmak söz konusu değildir ve kazanımlarından Çokkardeş'in ailesini de unutmuyordur, yayınevi... ŞENOL YAZICI * Ocak 2003, KİMSE-SİZ DERGİSİNİN BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN*.

  • Benim canım canım Balıkçı’m.

    (son mektup) İstanbul, 13 Temmuz 1973 Şadan’ın düğününe gelemedim, o sırada seni de göremedim. Ama şimdi evdeymişsin, telefonla da konuşmak olmaz, sevmezsin, bari birkaç satır yazayım diyorum. Mavi kâğıt üstüne de olsun, öylesini daha çok seversin, sen canım canım mavi ustam! Epey zahmetin var diye biliyorum, ama sen zahmetin var mı yok mu diye bilmezsin bile, kendi mavi düşüncelerin, insanca güzelim fikirlerinle, kafanda gür biten çiçeklerinle baş başasın. Eh, çiçek ve bitki dediğin de insanın kafasında olmalı. Senin kafandan fışkıran gibisini de ben görmedim. Merhaba can, merhaba! Biz bu ayın 25’inde Mavi Yolculuğa çıkmak üzere İzmir’ den geçeceğiz. Bir yirmi kişi kadar grup topladım, hepsi gencecik, kimi eski Mavi Yolcu, kimi ilk defa geliyor. Eh, başlarına geçip bir şeyler göstermeye çalışacağım. Asıl çıkış noktamız Marmaris, ama ben gemiye Bodrum’dan bineceğim. Birkaç gün önce gideyim de Müntekim’i biraz göreyim diyorum. Sonra Antalya’ya kadar Lykia kıyılarını gezeceğiz. Bu defa önceden çok hazırlıklı olalım dedim ve bir sürü güzel harita ve kitap buldum, her Mavi Yolcuya bir şehrin sorumluluğunu verdim — hoş her şeyi ben önceden yazdım ya ona göre her sorumlu kılavuz görevini görebilecek. Epey çalıştım. Şimdi de o meşhur Fellows var ya, Xanthos’u soyup soğana çeviren, onun ilk yolculuğunun güncesini çeviriyorum. Ne yapmışsa Xanthos’a ikinci gelişinde yapmış, yani anıtları söküp götürmüş, onun kitabını bir türlü elde edemedim. Adı Discoveries in Lykia. Bakalım, Güngör Dilmen’ in bir arkadaşı Londra’dan gelecek yolculuğa, ondan istedim kitabı, belki bulur getirir. Dönüşte bir kitap olsun istiyorum, oraları daha pek yazılmadı Türkçe olarak, üstelik de bakir orman gibi bir şey. Ne tuhaf Türkiye kıyılarında böyle kimsenin bilmediği yerler kalması bu çağda! Ama sen olmasaydın, Gökova da öyle kalmaz mıydı? Hoş, kalmadı da ne oldu, turistlere açtığın Bodrum’u merak ediyorum. Bir çeşit Saint-Tropez olmuş. Ama gene de bizim Bodrum’dur ya, sabahın beşinde denizin sütlimanlığını bir sen bilirsin, bir de ben. Tuhaftır, ama ötekiler, Sabah bile ilgilenmezdi Bodrum’un kıyı sabahıyla. Hatırlar mısın, beni ilk oraya götürdüğün gecenin ertesi sabahı, o harup kokan handa uyanmış bakmıştım ki sen yoksun, sonra pencereden aşağı uzanmış, seni elinde bir dizi balıkla gelir görmüştüm, dimdik, çevrende MERHABA CEVAT BEY’ler çakıyordu. «Nasılsınız, Cevat Bey?» deyince de sen nasıl olduğunu söylemeyi beceremezsin. «Nasıl olacağım, iyiyim herhalde,» dersin. Bilgi benim Mavi Yolcüluk’un ikinci baskısını yaptı, kitap elime yeni geçti, sana bir tane postalayacağım. Kapağı hoş oldu, o da benim çektiğim bir dia, içinde de bir Bedri Rahmi’nin sizin 1946 yolculuğunuzda Paluko’dan yaptığı bir desen, bir de benim o meşhur Çakır Ayşe fotoğrafım var, ama o kadar iyi değil, bir az silik. Göreceksin. Eh. başka bir şey pek yok, iş bol bol, oraya buraya koşuşma. İstanbul bildiğin gibi tatsız, daha yaz bile gelmedi adamakıllı. Deniz ise sokaklar kadar pis. Girmek değil, yakından bile bakılmaz. Şadan Marmaris’ten bir kart yazmış. Ne seviniyorum o çocuğun mutluluğuna! Sen ona kitabında bir şeyler yazmışsın, olduğu gibi bana kopya edip gönderdi. Talihimiz oldu bu gençle, böylesi temiz ve hakikatli az bulunur. Canım canım, Sina da ordaymış, en başta oğullarına benden sevgiler söyle, onları çok seversin ya, eh ya onlar da seni! İsmet ve Aliye’yi ve bütün çocukları candan öperim. 25’inde uçaktan inince doğru Ismet’e gelirim, olur mu? Şadan orada olmayacak, ama baldızı Necla herhalde beni alır, size getirir. Merhaba, canım canım canım, yakında gelir öperim seni. Azra’n

  • Ay Vurunca Yüzüme

    Bu böyle bir şiir işte Ay girince geceye Bu şiirde bakır yeşil Çuha, delik deşik lekeli masalarda İhtiyarlar en kimsesiz ihtiyar Kahveler nargilesiz Bu şiirde çatanalar denizsiz Çocukların gözü pamuk helvacılarda Kadınların kocaları haylidir işsiz Badem çiçekleri kırağı pası Bahar ayaksız elsiz Sıkıyönetim gecesinde bir yüzün kalmış Çırılçıplak Kimliksiz Bu şiirde aşk Yüzümde unuttuğun utanmasız bakışın Mor kumlarda çürümüş deniz kabuğu İkindi güzlerine düşürdüğün bir tarih Bu böyle bir şiir işte Ay vurunca yüzüme

  • Sıcak Şarap Sever misiniz?

    Sizi bilmem ama ben bayıldım dogrusu. Bunun için, Taksim’ de ki ara sokaklardan biri olan “Fransız Sokagı” nı önerebilirim. Ya da eski adıyla “Cezayir Sokagı”... Öncelikle, Taksim’ in o kendine has güzelliklerini ve de özelliklerini hatırlamak gerekir. Oraya her gidişimde heyecanlanırım. İstanbul’un özgün bir yeri olduğunu düşünürüm hep. İstiklal Caddesindeki tramvaya bindiğimde eskiyi nasıl da özlediğimi hissederim. Gözlerimin önüne feraceli, küçük şemsiyeli kadınlar, fesli ve ince bıyıklı erkekler gelir. Kalabalıkta yürümenin mücadelesi bile güzel burada. Siz de, bu insan seline karışarak, bir rüya alemine sürükleniyorsunuz. Biraz ileride, işte “İnci” Pastanesi. Enfes tatta ki profterölü ile ünlü, eskilerin hemen anımsayabileceği nostaljik bir yerdir orası... İstiklal Caddesindeki o tadı siz de bilirsiniz. Sağlı sollu, rengarenk sinema afişleri dikkatinizi çeker. Birbirine karışan müzik sesleri ile sarhoş olursunuz adeta. Parke taşlara takılmadan hızlı yürümek imkansızdır neredeyse. Bu arada ben de, hiçbir şeyi kaçırmamak için nereye bakacağımı şaşırıyorum. Alışveriş edenlere takılıyorum bir an, dükkanlar tıklım tıklım. Caddede her milletten insanı görmek mümkün. İşte şimdi de “Çiçek Pasajı” nın önündeyiz. Kokoreç, midye tava ve bira keyfi... Galatasaray Lisesinin hemen yanından kıvrıldığınızda muhteşem bir görüntü sizi bekliyor. Önce dar bir sokaktan, sonra da, ışıkları ile göz kamaştıran geniş merdivenli bir yoldan aşağıya doğru iniyoruz. Her iki yandaki, ahşap, oymalı, büyük saksılar dikkat çekiyor. İçlerinde ki siklamenler nasıl da diri ve güzeller. İrili ufaklı beyaz heykelcikler buraya bambaşka bir hava katmış. Şık kafelerin önünden geçiyoruz. Tabelalarında ki yemek menülerine takılıyorum. Bize oldukça yabancı gelen yemek adlarını okuduğumuzda gülüşüyoruz. En tanıdık geleni, “Makarna, kurbağa bacağı, çorbalar ve şarap”... İşte burası, son zamanların popüler yerlerinden biri olan “Fransız Sokağı”... Çevreden yayılan, 70’li, 80’li yılların dinlemeye doyamadığımız şarkılarını dinlerken hala kulaklarımda olduklarını hissediyorum. Edith Piaf, Luis Armstrong, Elvis, Beatles ve “Let it be”, sonra Enrico Macias... Bir zamanların “Gal Kaplanı” Tom Jones... Akşam olmak üzere. Ortalık loş ama insanların yüzleri seçilebiliyor. Tahta masalardan birine oturuyoruz. Sandalyeleri bir zamanlar evlerimizde olanlardan. Ahşap ve küçük. Minderleri ile tenteler aynı desen, çubuklu ve beyaz renkli. Üzerimizde kocaman bir şemsiye var. Sonrasında, içinde karanfil ve tarçın, kenarında ise bir portakal dilimi ile ahşap kadehlerde sunulan sıcak şarabın aroması... Daha ilk yudumda içime bir sıcaklık yayılıyor, gecenin serinliği yerini hoş bir ılıklığa bırakıyor. Derken hafif bir çisenti dekoru tamamlıyor. Timur Selçuk ve “İspanyol Meyhanesi...“ Tahta masamızda bir şişe şarap, gecelerden bir gece bezginiyiz, üstelik adamakıllı sarhoşuz, ellerin ellerimde”... Kulaklarımda sesi, dudaklarımdan dökülen nameleri... Gecenin nasıl ilerlediğini anlamıyorsunuz. Sohbeti bırakıp gitmek işinize gelmiyor. Yarın ki iş gününü düşünmek bir yana, eve dönmeyi bile istemiyorsunuz. Kafanız iyi ve mutlusunuz. İstanbul’da farklı ve hoş bir gece daha yaşandı, ne yazık, bitmek üzere. İsterseniz bu hoşlukları hep yaşayabilirsiniz. Yeter ki yaşama zevkimizi hiç kaybetmeyelim... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN * *

  • PRAG

    Prag deyince, ne bir deli baharda tankların altında ezilmeye koşan yurtsever gençler gelir ilk aklıma; ne hiç bozulmadan günümüze taşınmış Romaneks , Gotik, Rönesans, Barok ve Art Nove tarzı yapıları bir arada barındıran en az üç yüz yıllık kent dokusu; ne içinde nazlı kuğuların salınarak gezindiği Vitava nehri ve üzerinde, opera da içinde olmak üzere her türlü sanat etkinliğinin yapıldığı ünlü Charles köprüsü; ne Vitava'nın hemen kıyısındaki Çeklerin sembolü görkemli ulusal tiyatro binası; ne kente gelen yabancıların saat başı etrafında toplandığı büyük saat kulesinin bulunduğu eski kasaba meydanı ve din reformcusu Jan Hus'un anıtı; ne duyarlı Çek halkının özgürlük ve demokrasi adına zaman zaman bir araya gelip gösteriler yaptığı Venceslas alanı; ne de her biri oya gibi bezeli yapılarla örülü eski kente yukarıdan bakan eski Krallık Sarayı ve St. Vitus Katedrali, Kafka'nın tüberküloz olduğu dönemde günlerini geçirdiği, duvarlarına notlar düştüğü mini minnacık evi; dünyanın en eski, en hüzünlü Yahudi Mezarlığı...geliyor aklıma. Prag deyince, yiyecek ve giyecek satılan dükkanlardan daha çok, daha büyük kitabevleri, onların kasaları önünde uzayan kuyruklar, sepetlerle alınan, metroda, otobüste, duraklarda okunan kitaplar, kitaplar, kitaplar... gelip yerleşiyor belleğimin ilk karesine. Ekonomisi henüz iyi olmayan, çalışanların aldığı ücretin salt yiyecek, ısınma, aydınlanma ve kira giderlerine ancak yetiştiği Çek Cumhuriyetinde insanlar ne yapıp edip kitap tüketiyorlar. Devletin bu tüketime katkısı çok. Bizim ülkemizdeki yemek tarifi ekli bir gazete ederine denk gelen bir tutarla yeni çıkan orta kalınlıktaki bir yerli romanı , haftalık dedikodu dergileri ederine liste başı yabancı bir kitabın çevirisini alıp okuma şansına sahipler. Piyasaya sürülen bir kitabın fiyatı zamanla orantılı artmıyor bizdeki gibi,tersine düşüyor. Yani bir yıl önce çıkan bir kitabı defter fiyatına alabiliyor Çek halkı. En şık merkezi bir semtte de, işçi sınıfının yaşadığı kenar semtlerde de, diğer tüketim maddelerinde olduğu gibi, fiyat aynı. Üstelik her yıl yüzde seksenlere varan indirimler yapılıyor kitapevlerinde. Çek halkı bir yemek öğününü tek bir meyva ya da sandviçle geçiştirebiliyor, ama yeni çıkan bir kitabı okuma, yeni sahnelenen bir tiyatro oyununu izleme, müzik dinletilerini, sanatçıların etkinliklerini izleme alışkanlıklarından vazgeçmiyor. Bunun için de ülkelerindeki gerçek değerlere sahip çıkıyor, kültür miraslarına, gözleri gibi bakıyorlar. Öyle olmasaydı, Avrupa'nın en eski kent dokusuna sahip başkenti olma ayrıcalığını koruyabilirler miydi, yıllardır? * KimseSİZ Dergisi, Kasım 2002 ,Sayı 1 * Dergiyi görmek,tümünü okumak için TIKLAYIN

  • Yalnızlık Treni

    Kendinle baş başa ve bîçare kalmaktır yalnızlığın tanımı kimilerine göre. Kimilerine göreyse o en kalabalık, iğne atsan düşmeyecek caddelerdedir asıl yalnızlık. Ama yapılan hiçbir yorum yalnızlığın açıklaması olamaz. Ben öğrendim yalnızlığın ne demek olduğunu. Trende… Saat 03.30. Annem iteleyerek uyandırmaya çalışıyordu en huzurlu olduğum anda. Rüyamın en güzel noktasındaydım. Uyandığımda o kadar gergindim ki keşke dedim keşke uyanmasaydım. Öyle mutluydum ki onlarla ve öyle huzur vericiydi ki misk kokuları. Cennet bahçesinde hissediyorum her uyuduğumda. Uyandığımdaysa Hades’ le kol kola yaşam mücadelesi. Babamsa kahvaltı ediyordu ve yolda yememiz için birkaç sandviç hazırlıyordu; o kadar kötü kokuyordu ki o sandviçler, midem yükseliyordu yemedim yiyemedim. Yine o ağrı o şişkinlik hissi midemde ve özlemlerim vardı… Ardımda kalan insanlar vardı. Ben burada olmamalıydım ben, ben değilim. O sandviç ah ne çok şey anlatıyor. Kötülüğü, acıyı ve ıstırabı simgeliyordu o sabah bakakalmışım o iğrenç gözüken sandviçlere. Annem seslendi, oyalanıyorsun, geç kalıyoruz diye. Bense sanki yola çıkacak olan ben değilmişim gibi yavaşça ama sert bir şekilde dizlerimi yere serdim çantamın önüne içine baktım ve yine o rüyalarımdaki bebeği gördüm arkamda kalan o saf yüreğin gülümseyişiydi o. Ama öyle bir güç verdi ki.. İrkildim ve toparlandım arkada kalanlar için. Yavaş yavaş bir o kadar bıkkın ve yorgun hazırladım çantamı ve ağır adımlarla anne ve babamın o telâşları içinde sıyrıldım aralarından ve banyoya girdim: Ayna vardı her zamanki yerinde, bakakaldım çökmüş avurtlarım, morarmış gözlerim ve kızaran göz beyazıma ve tabiki küçülen gözbebeklerime, ümidi her geçen gün azalan bakışlarıma. Sanırım çözümü yoktu. Annem habire kapıyı zorluyor geç kaldıklarını söylüyordu tren gelmek üzereydi. Ama evimiz yakındı değil mi? Keşke dedim keşke uzak olsaydı da yürüseydim yürüseydim tek başıma; ayaklarım şişseydi ama bu acıyı çekmeseydim. Çıktım banyodan bir ruh gibi sakin, sessiz, sinik ve huzursuzdum tek kelime bile etmemiştim ne o sabah ne de son beş aydır. Sustum, susturuldum, yittim yitirildim. Botlarımı giydim ayağa kalkarken o kadar zorlandım ki sanki ölüme beş kala bir çocuktum. Annem elimdeki anahtarı çekti gözlerinin içine baktım. Neden anne diye haykırıyordu gözbebeklerim. O farkındaydı ama bakıyordu görmüyordu ya da görmezden geliyordu ıstırabımı, yasımı. Yardımcı olmuyordu hiç kimse herkes uzaktı; sanki hiç insan olmamış gibiydiler. Sonra annem her zamanki gibi önde babam arkada ve en arkada ben yola düştük. Yürüdük ve gelmiştik işte tramvay geldi elimden geldiğince uzakta durdum ne kadar uzak olursam o kadar mutlu olacaktım. İndik. İşte gardaydık. Trenler ardı ardına sıralanıp duruyordu ama bizim tren bir türlü gelmek bilmiyordu. Öyle yorgundum ki. Şefkate o kadar ihtiyacım vardı ki. Dizlerim kırıktı kalbim kırıktı gönlümse çoktan yok olmuştu. Tren göründü; uzaktan ışıkları o kadar keskin ve acımasızdı ki sanki tren de düşmandı bana. O da istemiyordu beni burada, içinde. Tren durdu herkes tıklım tıkış dolmaya başladı. Ezildim aralarında annem ve baba arkalarına bile bakmadan kendilerine yer bakmaya başlamışlardı bile ama ben hala dışarıdaydım. Öyle bir yel esti ki sert, vahşi ve bana yapayalnız olduğumu hissettirdi; nefesimi çektim, kalbimi tutarak ve trene bindim annem ve babamı zorlukla buldum ve yanlarına oturdum. Ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. O iğrenç sandviçleri çıkarıp yemeye başladılar iştahla; bense Dünya’nın Yedi Harikası adlı kitabımı okumaya çalışıyordum ama pencereye vuran ağaç dalları ve yaprakları okutmuyordu bir türlü. Tren hızlandıkça kalp atışlarım daha bir yükseldi ve hızlandı boğazımda düğüm düğüm bir tükürük beni öldürmek için elinden geleni yapıyordu. Gözbebeklerimin suyu beni aşağılamak için akmaya çalışıyordu. Dışarıyı izledim küçük küçük kimsesiz görünen evlerin önünden hızla geçiyordu. Acaba o evin içindeki oyuncak bebek beni anımsadı mı diye düşündüm ve mırıldandım. Annem sandviçin birini elimde verdi ve yememi emretti biliyordum yiyemeyeceğimi ama yaşamak zorundaydım ardımdakiler, geçmişimdekiler için. Zorlukla ısırdım ama yutamadım; anne şefkati ve baba sevgisi eksikti çünkü ama acılığı ve zalimliği fazla kaçmıştı. Zorla yiyordum kusacakken ayağa kalktım ve hava alacağımı söyledim. Çıktım vagondan. Ağır ağır ilerlemeye başladım. İçim huzurla doldu nedeni açık değil mi? Dünya ne garip değil mi !? Zaman ne acımasız! Neden benim bu trende olan kişi ya da neden bu acılar benimle karşılaştı? Öyle dualar ettim ki ruhum özgürleşsin diye. Her bir vagonun önünden geçerken ne düşündüm anımsayamadım ama bugün çözüyorum tek tek şifresini her bir vagonun yani her bir hayatın. Geçtiğim ilk vagonda gördüğümü unutamıyorum yaşlı bir adam ve çocuk… Çocuk bir o kadar muhtaç ve kimsesiz gibi gözlerinin içine bakıyor adamın ve küçücük ellerini uzatıyor ve gülümsüyor. Ne acı değil mi? Acı neresinde bu manzaranın öyle mi? Tam merkezinde Durakladım bu manzaradan sonra ve ikinci vagondaydım karıkoca vardı el ele uyuyakalmışlar ama bir sevgi yansıması var vücutlarının her bir uzvunda. Ayakları bile yan yana denk gelmiş sevgilerinin bir simgesi gibi. Fark ettim ki; ruhlarıymış canlı olan bedenleri buz gibi. Üçüncü vagonun önünde cama dokundum ve parmaklarımı bastırdım, düşündüm “neredeyim ben ?” dedi kendi kendime iç görü dünyama seslendim ama sadece seslendim cevap yoktu ki zaten cevap olsaydı orda olmayacaktım burada olacaktım şu anda. İçerde hiç kimse yoktu bomboştu. Dördüncü aşamadayım. Son adım kendi vagonum; kendi dönencem; yine dönüp dolaşıyorum ama hep çıkmazdayım. Konuşmaya karar verdim heyecanlandım içeri girdim sustum sustum sonra hıçkıra hıçkıra bağırdım bağırdım bağırdım neden dedim neden bana bunu yaptınız dedim üzüldüm kırıldım çöktüm duymadılar tuttum onu kollarından annemi tuttum ve sarstım sarstım bunu yapmamalıydın dedim diz çöktüm ne olur gözyaşlarımı sil cevap ver ihtiyacım var dedim tek cevabı vardı gülümsedi ama bana değil döndü ve babama gülümsedi. Meğer ben de yokmuşum… 29.05.2012 maviADA SAYI:27 GÜZ 2012 * Okumak için TIKLA

  • Çöp Kamyonu Kanunu

    “Bir gün bir taksiye atladım ve havaalanından hareket ettik. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önümüze çıktı. Taksi şoförü sert bir şekilde frene bastı, kaydı ve diğer arabaya çarpmaktan milim farkla kurtuldu. Diğer arabanın sürücüsü camdan başını çıkartıp bağırmaya ve küfretmeye başladı. Taksi şoförü ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı… Ve gerçekten çok arkadaşçaydı. Sordum, ‘Neden bunu yaptınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastaneye gönderecekti.’ Taksi şoförü bana, şimdi ‘Çöp Kamyonu Kanunu’ dediğim şeyi öğretti. Şoför pek çok insanın çöp kamyonu gibi olduğunu açıkladı. ‘Her tarafta çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlık, öfke ve hayal kırıklığı dolular. Çöpleri biriktikçe onu bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar ve bazen sizin üzerinize bırakabilirler. Kişisel almayın. Sadece gülümseyin. Onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp iş yerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın.’ İşin ana fikri şu ki; başarılı insanlar çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler. Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla; ‘Size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için dua edin.” * Aydın BOYSAN Türk mimar ve gazeteci 17 Haziran 1921 yılında doğan mimar ve gazeteci Aydın Boysan 5 Ocak 2018 günü aramızdan ayrılmıştır. Birçok mimari eserin yanında, 61 yaşında başladığı gazeteciliğinde 41 de kitap yazan Boysan bir süre de Hürriyet ve Akşam gazetelerinde köşe yazarlığı yapmıştır. Bu yazı sohbetleriyle ve yazılarıyla çok sevilen Aydın Boysan “LEKE BIRAKAN GÖLGELER” adlı kitabından alınmıştır.

  • KENDİME MEKTUP

    Sıla SÖNMEZ * Seni yenilmiş ilan ediyorum sevgili kendim. Kurallara, problemlere, karmaşıklığa yenilmiş. Hani böyle her şeyin birbirine karıştığı, karmaşanın hakimiyetindeki çekmeceler olur ya aradığını bulamazsın... işte seni o çekmece ilan ediyorum. Defalarca kez düzenliyorum ancak sonun hep aynı, dağılmaktan alıkoyamıyorum seni. Bıkınca bıraktım artık toplamayı, o yüzden yalpalayarak yürüyorsun bu yolları. Seni sevgi ilan ediyorum sevgili kendim. Çünkü en az bir sevgi kadar özlem duyuyorum sana. Bekliyorum, bekliyorum... kendine uğramanı bekliyorum ama uğramıyorsun. Ne kadar beklersem bekleyeyim gelmiyorsun. Tıpkı barış gibi, tıpkı sevgi gibi. Bence sen yorgun olmalısın sevgili kendim. Dünyayla bu kadar empati kurmaktan yorulmadın mı? Hayalsiz yaşamaktan yorulmadın mı? Kapanmayan ve açılmayan kapılardan, bitmeyen düşüncelerden, tükenmeyen kelimelerden, beklemekten, yaşamak yerine izlemekten... tüm bunlardan bıkmadın mı? Elbette yoruldun sevgili kendim. Sana bir haberim var, önemli bir haber. Bazıları senin yerinde olmak istiyormuş. Halbuki ben bile tanıyamazken onlar nereden tanıyorlar seni? Sevgili kendim, biz böyle arkası boş cümlelerden çokça tüketmeyelim olur mu? Seni güçlü ilan ediyorum sevgili kendim. Tüm bu yazılanlara karşın yine de ayakta durduğun için. Nereye gittiğini bilmediğin bir yolda yine de yürümeye çalıştığın için. Seni seviyorum sevgili kendim, duymaya en çok ihtiyaç duyduğun şey bu olduğu için.

  • Salkımsöğüt

    Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! Birden bire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından yaralı bir atlı yuvarlandı atından! Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! Nal sesleri sönüyor perde perde, atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat... Atları rüzgâr... Atları... At... Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! Akar suyun sesi dindi. Gölgeler gölgelendi renkler silindi. Siyah örtüler indi mavi gözlerine, sarktı salkımsöğütler sarı saçlarının üzerine! Ağlama salkımsöğüt, ağlama, Kara suyun aynasında el bağlama! el bağlama! ağlama! (1928) Ekleyen: Nurten B. AKSOY

  • AYKIRIYIM

    Fuat ÖZGEN * Aykırıyım Düzene uymam Düzen kurmam Burnumun dikine gider Tek başıma yürür Sürüye karışmam. Aykırıyım Geleni ağırlamam Gideni uğurlamam Güçlüye aldırmaz Varlıya kuyruk sallamaz Eleştiriye aldırmam. Aykırıyım Öndeyim Özgünüm Özgürüm Bireyim Kuralı takmam. Aykırıyım Önde gider Ön alırım Sıraya girmem Yol açarım Yoldaş olmam.

  • Paul Verlaine'e

    Londra, Cuma öğleden sonra 4 Temmuz 1873 Paul Verlaine Dön, dön artık, biricik dost, dön. Artık iyi ve kibar olacağıma söz veriyorum. Sana karşı soğuk davranmam inatla sürdürdüğüm bir şakaydı; bin pişmanım şimdi buna. Geri dönersen unutulup gider. Bu şakaya inanmış olman ne acı! İki gündür durmadan ağlıyorum. Geri dön. Biraz yüreklilik göster, sevgili dostum. Henüz hiçbir şey yitirilmiş değil; yapacağın şey yalnızca bir dönüş yolculuğu. Burada yine yüreklilikle, sabırla yaşarız. Yalvarıyorum sana. Hem daha çok senin iyiliğine olacak bu. Geri dön, bütün eşyanı yerli yerinde bulacaksın. Umarım ki tartışmamızda ciddi bir neden olmadığını sen de anlamışsındır şimdi artık. Ne korkunç andı o! Peki ama, gemiyi terk etmeni işaret ettiğimde sen niye gelmedin? Bu noktaya varmak için mi iki yıl birlikte yaşadık? Ne yapacaksın şimdi? Buraya gelmek istemiyorsan, senin bulunduğun yere geleyim mi? Evet, haksız olan benim. Beni unutmayacaksın, değil mi? Hayır, unutamazsın sen beni. Ben seni hep yüreğimde taşıyorum. Dostunu yanıtsız bırakma: birlikte yaşayamayacak mıyız artık? Biraz yürekli ol. Hemen yaz bana. Daha uzun süre kalamayacağım burada. Yüreğinin sesinden başka şey dinleme. Yanına geleyim mi? Hemen bildir bana. Tüm yaşam boyu sana bağlı kalacağım. Hemen yanıtla beni. Burada en çok pazartesi akşamına dek kalacağım. Üzerimde henüz bir peni bile yok; elimdeki tüm parayı postaya veremem. Kitaplarını ve müsveddelerini Vermersch'e bıraktım. Seni bir daha göremezsem, ya denizci olacağım ya asker. Arthur Rimbaud

bottom of page