top of page

Arama Sonucu

"" için 3687 öge bulundu

  • TÜRANLATI

    Seçkin yazarların yazdığı SOHBETLER, FIKRALAR, MAKALELER, MEKTUPLAR... gibi kolaylıkla bir türe dahil edilemeyen örneklerin yanında yaygın olmayan ama edebiyatta önemli bir yeri bulunan yazılar; TÜRANLATI örnekleri, TÜRANLATI yazılarının inceliklerini, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... TÜRANLATI sayfamızı görmenizi öneririz.

  • GEZİ

    Seçkin yazarların yazdığı GEZİ... gezi örnekleri, Gezi yazılarının inceliklerini, özelliklerini bulacağınız, sayısız örnek okuyabileceğiniz... GEZİ sayfamızı görmenizi öneririz.

  • Damarımda Aşk

    Aşk panzehirim, yaşam iksirim. Kadın damarımda kan, Kalbimse yaprak Bedenim ağaç. Bu kısır bir döngü Bedenim ağaç, Kalbimse yaprak. Kadın damarımda kan, Aşk panzehirim, yaşam iksirim.

  • Bizden Sonra Doğanlara /

    I Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım! Ahmaktır hilesiz söz. Düz bir alın Vurdumduymazlığa işaret. Gülen Kötü haberi almamış henüz. Nasıl bir çağdır bu, Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı Birçok alçaklığa suskun kalışı içerdiğinden. Yolu kaygısızca karşı karşıya geçen Ulaşılmazdır artık herhalde Zorda kalan arkadaşları için. Doğrudur: geçimimi sağlamaktayım hala Fakat inanın: bu sadece bir tesadüftür. Yaptıklarım Arasında hiçbir şey hak vermiyor karnımı doyurmaya. Tesadüfen ayaktayım. ( Şansım ters giderse mahvoldum.) Diyorlar ki: ye ve iç sen! Sevin, neyin varsa! Fakat nasıl yiyip içeyim ki, yediğim Bir açın ellerinden kaptığım lokmaysa, bir Susuzun sorduğu bardak suysa içtiğim? Ve yine de yiyip içiyorum ben! Ben de bir bilge olmak isterdim. Yazıyor eski kitaplar bilgelik nedir: Dünya kavgalarına uzak durmak ve o kısa zamanı Korkusuz geçirmek Şiddete başvurmadan hem Kötülüğe iyilikle karşılık vermek Düşlerini gerçekleştirmek değil, unutmak Bilgelik olarak kabul ediliyor. Tüm bunları yapamıyorum: Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım! II Kargaşalık döneminde geldim şehirlere Açlığın hüküm sürdüğünde. Girdim insanlar arasına isyan döneminde Ve öfkelendim onlarla birlikte. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. Savaşlar ortasında yedim ekmeğimi Katiller arasında yattım uykuya Özensiz yaklaştım aşka Ve doğayı sabırsızlıkla izledim. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. Yollar bataklığa gidiyordu zamanımda. Cellada bildiriyordu beni konuştuğum dil. Çok değildi yapabileceklerim. Fakat iktidardakiler daha Güvende hissediyorlardı kendilerini bensiz, ümit ediyordum. Böyle geçti zamanım Yeryüzünde verilmiş bana. III Battığımız dalgalardan Yükselecek olan sizler Zaaflarımızdan söz ederken Unutmayın Karanlık çağı da Sizlerin kurtulmuş olduğu. Yürüdük ya, pabuçlardan çok ülke değiştirerek Sınıf savaşlarının ortasında, çaresiz Haksızlığın olup öfkenin olmadığı yerde. Biliyoruz halbuki: Aşağılıklara duyulan nefret de Bozar şeklini yüzün. Kısar sesi haksızlık karşısındaki Öfke de. Ah, güleryüzlülüğe Ortam hazırlamak istemiş bizler Güleryüzlü olamadık kendimiz. Sizler fakat, geldiğinde vakit İnsan insanın yardımcısı olduğu Zaman. Hatırlayın Hoşgörüyle bizi. #CumartesiŞiirleri #BertoltBrecht #ŞİİR

  • RÜZGAR ULUYOR

    hangi dikene düşse yolum giden kırlangıçlardan hasretten söz açıyor zemheri en uzun gece dört kollu teslimiyet bu çatısı yok rüzgar uğulduyor yeniden doğmak karşılığı gül renginden sıcak nefesinden geçiyor Kleopatra'dan beri çölde serap her satırı inci mercan geçmiş kirpiklerden düşler perdesi gözlerden sıyrılıyor öfkeli kendince haklı bir çıkış kavağa çıkmadıkça balık vakit koyusundan üç çeyrek doğuruyor volkandan sızan lavın soğuması taşları zift karası hala sıcak döşek küllere yol göründü etler liğme liğme edilirken dağlar değil bakışlar soğuk yüreklerde rüzgar uluyor #zeliş

  • YARA DA BİZDE , BIÇAK DA...

    70 li yılların kanlı olaylarını neyin başlattığını bilen var mıdır? Taylan Özgür'ün öldürülüşü mü, yoksa Demokrat Parti'nin VATAN CEPHESİ gafleti mi? Yoksa 47li yılarda başlayan Marşall Yardımı'nın dayattığı Komünist avcılığının bir sonucu mu? Ya da Deniz Gezmişlerin asılması mı? Ya da Cumhuriyetin kuruluşunda konulan yapıtaşlarının birinin uyumsuzluğu mu? Dünya genelinde artan gençlik hareketleri mi? Bütün bu gerekçeleri kendi lehine formüle edip fırsatı değerlendiren iç karanlık güçlerin bir kanlı tezgahı mı? Yüzlerce gerekçe ürütebilir, ama şudur diyemezsiniz. Genel anlamda yorumlar yapılsa, daha birçok neden üretilse de tetikleyen ilk nedeni belirleyebileni görmedim, olmaz da... Sosyal olayların, toplumsal patlamaların çoğu kez kökü, çok derinlere uzanan, kolayına saptanamayan birden çok nedeni vardır. Kartopu gibi gelişir, büyür, o büyüklükte, neden artık rivayete döner. Ne var ki, toplum sağduyusunu bir kez kaybederse bedelini herkes öder...İktidarı da halkı da... Galibi olmayan bir kaostur bu. Gezi Parkı Direnişi eylemi, Başbakan'ın alışılmış otoriter tavrının aksine sağduyuyla başlayan açıklamalarının sonuna eklediği talihsiz "...siz yüz çıkarıyorsanız meydanlara biz bin çıkarırız ..." sözüne rağmen, polisin geri çekilmesi, yetkililerin "orantısız güç" kullanımı gerçeğini kabul etmesi, halkın Taksim alanını doldurmasıyla, hiç zarar görülmemesi zaten mümkün değildi, ama pardonu olmayan ciddi bir yıkım oluşmadan, 21. Yüzyılın Türkiye'sine yakışır bir sonla bitmiş, herkes üzerine düşeni almış gibi görünürken, epeydir süren suskunluğunun verdiği patlamayla hız kazanan, uzun süredir ilk kez duyduğu sesinin büyüsüne, isyanının sihrine kendini kaptırmış halk, henüz duramamış görünüyor; önüne gelenin bir şeyleri protesto ettiği bir sıradanlığa kayarak yer yer hala sürüyor... Korkulan gibi olmasa da zarar ziyan gene var... Polis gazı, copu bıraktı, sokaklarda direnişçi halka yol açıyor, bir polis görev sırasında düşüp ölüyor. Kimi yerlerden de az da olsa çatışma haberleri geliyor, doğru ya da yanlış... Böyle giderse bu direniş yarattığı romantik haklı isyan imajını kirletebilir... Ya da birileri iyi örnek olmasın diye kirletmesini proveke edebilir, görülmüyor mu? Ya da gerçekten birileri var bu işin altında, masumane duyguları ustaca suistimal eden birileri... ... *ARINÇ, özür diledi, *KILIÇDAROĞLU, "Cumhurbaşkanı sağduyunun sesidir,"dedi. Aynı CHP, ateşe gazla gidiyor gözükmemek için KADIKÖY etkinliğini iptal etti... *Taksim Dayanışması Üyeleri hükumetle görüşüyor, taleplerini iletiyor. *Bu konuda tavrı baştan beri çok net anlaşılmayan,olayı okumaya çalıştığı hissi veren MHP lideri BAHÇELİ,şimdi ..."direnişe katılacak milletvekili istifasını verip gitsin," diyor TÜRKÇESİYLE... *BDP, Ertuğrul Kürkçü'nün insani bir heyecanla yüklü, ama kimi noktaları ortama hiç de doğru biçimde denk gelmeyen tehdit vari açıklamasına rağmen, direnişte yer alan ve alkış bulan milletvekili S.S.ÖNDER'le yakaladığı havayı yitirmek istemiyor. * Halk destek vermeyen kimi kuruluşları dolaylı,ama meşru yollarla cezalandırıyor.Şirketlere ait AVMlerden alışveriş etmiyor, bankalarından paralarını çekiyor, işi varsa iptal ediyor. Doğuş Grubuna ait Garanti Bankası'ndan çok sayıda müşteri parasını çekip kartını iptal ediyor. Banka müdürü, olanlardan hislenerek, ben de akşam direnişteydim, diye açıklama yapıyor. *Rize'de ortaya çıkan bir grup DİRENİŞÇİLERe saldırmış. * SAVCILAR toplumsal heyecanla, yasal çerçeveyi bilerek ya da bilmeyerek interneti kullanarak" yönlendirici" nitelikte eyleme destek verenleri İzmir ve kimi yerlerde topluyormuş, gazetelerin yazdığına göre... Her zaman var olan, durumdan yararlanan profesyonel kışkırtıcılar, kuşkusuz ihmal edilmemesi gereken bir ciddi ayrıntı, ama... Bir yandan en üst düzey yetkililer eylemi aklayıp, özür diliyor, bir yandan Türkçesi üç beş yüz sözcüğü geçmeyen gençlerin amacını aşan coşkulu naralarına ceza kesecek yasa maddesi arıyor, çelişki niye? ÜLKE, tarihinde olmayan ya da benim bilmediğim SPONTANE, hem çok ciddi, hem çok güleryüzlü büyük boy bir eylemi olanca nazikliğiyle kazasız belasız götürmeye çalışıyor. Görünen, iktidarı muhalefeti bazen çatlak sesler verse de, vahametin farkında kuyumcu hassasiyetiyle bu nazik durumu bir yere bağlayıp sonlandırma derdinde... Kendiliğinden gelişen "yeter ya" isyanı, bir halk hareketi olduğu,organize ve lideri olmadığı sonlandıralamayışından belli olan "gezi parkı direnişi" başlangıçta olmasa da sonradan geliştirilen tolere ediş, demokrasi bilincimizin gerçekten çok yol kat ettiğinin sahici bir göstergesi, belki de tarihli anıtı ama başıboş nereye ne kadar daha akacak, kimse bilemiyor. Yakın geçmişi yaşamış birçok köşe yazarı, doğabilecek kargaşayı görse de, bu yönüne hiç değinmeden ya sessiz kalıyor ya da korku duvarını aştık, yaşasın gençliğimiz... diye yazıyor. Çok önemli bir toplumsal olayı, iç BARIŞI gerçekleştirmeye çalıştığımız şu günlerde sanki hükümet bile isteye kendini ciddi bir kavşağa soktu. Ya da halkının tepkisizliğine o kadar güveniyordu ki... Ve... * AMERİKA bu hassas yarayı başından beri sevdi, kendini takipçi ilan etti. Saygısını da gösteriyor; "... ulusların kendi işidir, ama olası her sonuca Amerika seyirci kalmaz," diyor, sopasını da sallayarak... Öteki fahri uluslararası takipçileri saymıyoruz. Yetkililer, biz ikinci sınıf demokrasi değiliz, diyebiliyor ancak. Çünkü, bu kez gündemin yeni bir "one minute"e izin vermeyeceğini körler bile görüyor. Yani şöyle ağız tadıyla kendi kendimize kavga etme şansı da yok, birileri burnunu sokmak için fırsat arıyor. YARA AÇIK DURUYOR... KANAMA SÜRERSE...Hangi BAHAR,hangi TAHRİR... Demokrasinin hiç uğramadığı, uluslararası petrol tekellerinin güdümündeki coğrafyalarda despot bir diktatöre karşı yapılan kanlı eylemlerle ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK GELENEĞİ OLAN ülkemizdeki otomatik, haklı, masum bir halk eylemi arasında bir benzerlik kurmak, bu ülkenin 90 yıllık demokrasisine hakarettir her şeyden önce... Teknik sorunları olması, yaşanması da doğaldır, bu direniş ve eylemler bir uyarıdır, itirazlarla düzeltilecektir. Sosyal olaylar alacak davaları gibi kısa sürede karara bağlanmıyor, zaman ve toplumsal bilinçlenme ve olgunlaşan koşullar istiyor. ...Ve DEMOKRATİK DÜZENLERDE itirazını sokaklarda ya da türlü kanallarla ama meşru yollarla seslendirip sonuç alamayan HALK, o iktidara cezasını oy sandığında veriyor. Geçmişte kimi zaman verdiği gibi... YARA HALA AÇIK... Kanamaya ve hiç eksik olmayan öteki hassas organlara sıçramaya hazır... ve birileri mikrop dolu tırnaklarını uzatmış, kaşımak için dört dönüyor, sadece suret i hak kılığında gözükeceği kavşağı arıyor. TIPKI GEÇMİŞTE OLDUĞU GİBİ... Yanlışa, haksızlığa susalım diyen yok, elbette... Patlamaların nedeni çok susmaktır zaten... Ama kediyi köşeye sıkıştırmak da kantarın topuzunu kaçırtır. Hasta da biziz, doktor da... Ne dersiniz, KAŞIYALIM MI?

  • PARKTAYIZ

    değil bir park ormanını yok etmek bir yaprak bile düşmemeli yere değil kuşlar parkta yuvasız kalsın arılar çiçek bulamasın bir tek tüyü kopmasın kuşların bir tek vızıltısı susmasın arıların değil açlıkla terbiye edilsin duvarın dışındakiler bir lokma bile çalınmasın değil şenlik dağılsın el ele şehri saranların halayları dursun vardiyaları durduranlara meydanlar kapansın bilinmeli her sabah aynı sabah olmaz kim erken kalkar belli olmaz belli olmaz halk, ne zaman kendi olur sanılmasın ayinler korku salar gülen yüzlere bir notası bile susmaz oysa ki gökyüzüne söylenen şarkıların ve gün olur şarkılar sarar kimileri uykulardayken kentleri saplanırsa ansızın karanlığın silahından bir tek mermi şehrin kalbine ve barbarlığın şatolarından ölüm yağarsa üstümüze fırtınalar dolar tüm şehirler yıkar, şehri var edenlerin cesareti ağzından salyalar akıtan mabetleri şehir gebe olur kendine ve yeniden doğar ağacıyla ağacın dalı yaprağı olarak kurduyla, kuşuyla börtü böceği ile çocuğuyla çocuğuyla sancılara ortak olan her semtin genciyle yaşlısıyla boyun eğmekle olmaz diyen tarihe selam duranlarla şehirlerin şarkıları yıkar betondan duvarları bostanlar bahçeler yapar yanı başında sofralar kurar herkesin ekmeği bölüştüğü zehirsiz, parasız sofralar ve günebakan dolar gri topraklar bir damla göz yaşı tek başına bir ağacın annenin gözünden boşanan okyanus olur yüklenir o zaman yediden yetmişe isyanı işte, o zaman Park Gezi olur Gezi, umudun koşan adı olur düşenler de kalanlara emanet olur Gezi dara kim düşerse biz varız, diyenlerin yurdudur artık dalıyla, yaprağı ile çiçeğe durmuş her ağaç her kuş, sincaplar her sokak kedisi her sokak köpeği börtü böcekler elinde balonlarla koşan çocuklar ağaç altındaki sevgililer ya da sevgilisini yitirenler amcalar, teyzeler kötülük bilmez herkes Mehmet Abdullah İrfan Selim Ethem Zeynep Medeni Ali İsmail Ahmet Serdar ve Berkin olur gülümserler gülüşleri yarınlara yol olur

  • GEZİ PARKI

    28 Mayıs 2013 GEZİ PARKI Olaylarının Yıldönümü

  • Haram Günler

    Dekameron'un Aşk Hikayeleri -İKİNCİ GÜN X. uncu HİKAYE- -Monakolu korsan Pağanin, Chingia'lı yargıç Rişard'ın karısını kaçırır, Rişard, Paganin'in yerini öğrendikten sonra onun yanına gider, dostluğunu kazanır ve sonra karısını geri vermesini rica eder. Paganin; kadın dönmeyi isterse vereceğini söyler. Kadın kocasına dönmeyi reddeder.- PİSA'da bir yargıç vardı, aklı vücudundan kuvvetli idi. Adı Chingalı Rişard'dı. Kitapların olduğu kadar kadının da hakkından gelebileceğini sanırdı. Büyük servete sahipti, konumuna ve servetine güvenip genç ve güzel bir kadına sahip olmak isterdi. Arzusu gerçekleşti. Lotto, şehrin en güzel kızlarından birisi kızı Bartoleme'yi ona verdi. Yargıç sevinerek evlendi. Gösterişli bir düğün yaptı, ilk gece, güç bela vazifesini yapabildi. Sıskanın biri olduğu için ertesi sabah kuvvetli içki ve şekerlemelerle kendisine gelmeye mecbur olmuştu. Böylece yargıç, cinsi kudretini biraz daha iyi anlamış oluyordu. Mektep çocukları için hazırlanmış bir takvimden karı kocanın yaklaşmasının haram olduğu günleri karısına anlatmaya başladı. Kutsal günler, cumalar, cumartesiler pazarlar, kırk günlük oruç müddeti, aybaşları, ortaları gibi günleri haram olarak anlattı. Ayda ancak bir gün mübah kalıyordu. Kadın, çok akıllı kocasına itiraz etmediyse de durumdan çok şikayetçiydi. Yetmiyor yargıç kadını hep evde oturtuyordu artık. Kendisinin haram dediği günleri başkasının helal demesinden endişeleniyordu. Sıcak mevsimlerde Rişard, güzel karısı ile Nero'daki çiftliğine giderdi. Karısına hoş vakit geçirtmek için balık tuttururdu. Kendisi erkek balıkçılarla, karısı da kadın balıkçılarla ayrı kayıklara binerler, denize açılırlardı. Yine balığa gittikleri bir gün aniden meşhur korsan Monakolu Paganin gemisiyle çıka gelmişti. Korsan, kadınların bindiği kayığa çarptı ve Rişard'ın gözü önünde güzel karısını kaçırdı. Kıskanç, uçan kuştan bile şüphe sezen Rişard'ın kederi büyüktü. Pisa'da karısının kaçırılmasını şikayet etti, fakat karısını kimin ve nereye kaçırdığını öğrenemedi. O arada bekar korsan Paganin, yargıçın karısını çok beğenmiş, hep yanında gezdiriyordu. Ağlayan kadını tatlı tatlı teselli ederek gözyaşlarını durdurdu. Yargıçın haram dediği takvim bilgisine sahip olmadığından kadını gece gündüz memnun ediyor ve ona iyi bakıyordu. Bir zaman sonra Rişard, karısının bulunduğu yeri keşfetti ve onu almak isteğiyle yola çıktı. Fidye olarak ne isterse verecekti. Monako'ya gitmek üzere bir gemiye bindi. Rastlantı ya gemi Paganin'in gemisi çıktı. Karısıyla karşılaştı. Onu tanımazlıktan gelen kadına geri götürmek için geldiğini dese de dinletemedi. Ne var ki kadın hakiminin niyetini Paganin'e anlattı. Ertesi gün Rişard, Paganin'i ziyaret etti. Paganin, bir şey bilmiyormuş gibi, Rişard'ın arzusunu sordu. Rişard, ihtiyatla sözü maksadına getirerek karısını iade etmesini istedi. Paganin, "Sizi tanımaktan memnunum, dedi. İtiraf ederim ki yanımda güzel ve genç bir kadın var, fakat onun sizin mi yoksa başkasının mı karısı olduğunu bilmiyorum. Siz, güvenilir bir adam olduğunuz için onun yanına götüreceğim. Şayet o, sizin kocası olduğunuzu söylerse, size vereceğim, fakat tanımazsa sizin de ısrar etmeniz kibarlığa uymaz. "O, gerçekten karımdır," dedi Rişard, "Beni onun yanına götürürseniz, göreceksiniz ki kocası olduğumu derhal söyleyecektir. "Öyle ise gidelim," diyen Paganin ile eve vardıklarında, kadını çağırttılar. Kadın Rişard'ı her hangi bir erkek gibi karşıladı. Samimi bir karşılama bekleyen hakim, hayret içinde kalmıştı, fakat belki diyordu, onu kaybetme yüzünden oluşan bendeki çöküntü tanımasına oluyor diye düşündü. Onun için, açıklamaya çalıştı: " Yavrum dedi, seni balığa götürme kararım bana pahalıya mal oldu, çünkü seni kaybetmenin doğurduğu ızdırap kadar şiddetlisi olamaz, ama hala beni tanımamazlığa geliyorsun, seni ele geçirmek için her şeyi fedaya hazır olarak gelmiş olan kocanı tanımıyorsun?" Kadın gülerek, "Bana mı söylüyorsunuz efendim, sizi daha önce görmüş olduğumu hiç hatırlamıyorum," dedi. Rişard üzüntüyle, "Lütfen yüzüme iyi bak, istermiş olsan beni derhal hatırlarsın, Chingalı Rişard'ını tanırsın," dedi. " Affedin" dedi kadın, "sizin yüzünüze daha, fazla bakmak münasebet almaz, sizi hiç tanımıyorum dememi yeterli görünüz. Rişard, kadının bu hareketini Paganin'in orada bulunmasına yordu ve ondan kadınla bir odada yalnız konuşmak için izin istedi. Paganin kabul etti, ancak Rişard kadına dokunmayacaktı. Kadınla yandaki odaya geçtiler. Yalnız kaldıklarında Rişard kadına, "Ruhum, tatlı ümidim, seni hayatından fazla seven Rişard'ını tanımıyor musun? Bu mümkün mü? Ben o kadar değiştim mi? Gel sevgilim bana iyi bak," dedi. Kadının yüzü değişti, kesin bir sesle ama gülümseyerek, "Beni, kocam Rişard'ı tanımayacak kadar unutkan sanmayın. Fakat sizin yanınızda iken bana fena muamele ettiniz, siz sandığınız kadar akıllı olsaydınız ateşli bir genç kadının yemek ve giyinmekten başka neye muhtaç olduğunu anlardınız. Buna, ne kadar az önem verdiğinizi siz benden iyi bilirsiniz. Kanunları okumak, size aşkın kanunundan daha cazip gelirdi. Sizi bir hakim gibi değil, takvim uzmanı olarak buldum. O takvimde de haram günlerinden başka boş gün yoktu. Çiftliğinizdeki işçilere, bana tatbik ettiğiniz kadar tatil günü verseydiniz bir başak bile elde edemezdiniz. Burada Allahın bana nasip ettiğini buldum. Bu odada haram günler yoktur, cuma, cumartesi ve pazar tatili de yoktur. Burada günleri çalışmakla geçireceğim, tatil ve haram günleri ihtiyarlığıma bırakıyorum. İlk fırsatta buradan gidin." Rişard'ın ızdırabı sonsuzdu: " Aziz sevgilim," dedi. "Neler söylüyorsun! Kendi şerefine ve ailenin namusuna hiç önem vermiyor musun? Bu adamla gayri meşru yaşamayı meşru kocanla yaşamaya tercih mi ediyorsun? Bu adam, sana doyunca hakaretle seni kapı dışarı edecek, halbuki ben seni daima seveceğim ve öldüğümde de seni evimin hanımı olarak bırakacağım. Bu haram şehvete namusunu feda mı edeceksin? Hayır, fazla düşünme, hemen benimle gel, senin arzularını şimdi anladığım için daha iyi davranırım, sevgilim kararını değiştir, benimle gel. Sen gideli hiç bir zevk tatmadım." Kadın, "Kimse dedi, benim namusumu benim kadar korumasın, ebeveynime itaat için izdivaca razı gelmiştim, o zamanlar benim mutluluğumla ilgilenmediler, şimdi de ilgilenmesinler, üzülmeyin. Doğrusu ben kendimi Paganin'in karısı ve eski Pisa hakiminin metresi olarak sayıyorum, Paganin bütün gece beni kollarıyla öyle sarıyor ki. Kendinizi bundan böyle zorlayacağınızı söylüyorsunuz, ama nasıl, durumunuz ortada? Gidiniz ve hayatınızı sürünüz. İnanın ki Paganin beni bıraksa bile, yine size dönmezdim." Rişard'ın anlamaz halini görünce yüzü sertleşti: "Burada kalmam mukadderdir. Hemen buradan çıkın, yoksa bana tecavüz ediyor," diye bağırırım. Hakim, sonunda kaderini anladı, perişan bir halde odadan çıktı. Pisa'ya döndü, kederinden cinnet getirdi. Rast geldiğine şunu söylüyordu: "Kadınlara asla tatil günlerinden söz etmeyin." Kısa süre sonra da öldü. Paganin, Rişard'ın ölümünü haber alınca kadınla, resmen evlendi ve onunla tatil günü tanımaksızın hoş günler geçirdi.

  • Zühalim, Hayat!

    12 Temmuz 1972 Zuhal'im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hâlâ başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N'olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme. Kendininkine uydur, yakıştır. Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek. Bizim için tek koşul mutluluk olabilir. Hiçbir şey bozamaz birliğimizi. "Üçüz, gözüz biz. " Sen de öyle düşünmüyor musun? Ne tuhaf, son bir iki ayda seni, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. Bunlar aşkın halleri, aşkın zaman zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. Bunu böyle yorumlamak gerekir. Bir de seviyorum seni. Tek dalımsın. Memo'yla birlikte, ama ondan da öncesin. Bunu böylece bilesin. Bilinmelidir bu. Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum. Çay içiyorum. Artık ıhlamur içeceğim. Ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşcül şeydir ıhlamur. Evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. Sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. Gece yatakta Memo'yla hep seni konuştuk. Susunca seni sustuk. Uyuyunca seni uyuduk. Akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin... Memo okuldan dönmüş olsun. Kaçıncı sınıfta olsun? Duygulu bir adamım ben. Bir film görmüştüm eskilerde; bir Fransız filmi; adı: "Jesuis un Sentimental. " O filmdeki adam gibi miyim nedir? Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür. Yalnız seninle güçlüyüm. Sen olmasan bir anlamım olamaz. Sev beni. Yaşayacağız. Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Aşk büyüdü, aşk! Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. Yüzüğünden öperim Cemal SÜREYA

  • Yüreğimdeki Çocuk

    Hayatımın neresine sakladım o minik kızı bilmiyorum ama iyi ki saklamışım diyorum… Ona ne vakit ihtiyacım olsa, annesinin diktiği, iki cepli pembe çiçekli, basma entarisi, kolalı kordelaları ve yüzüne yayılmış çocuk gülümsemesi ile yanımda beliriverir… ‘’İyi ki bir yerlerde onu unutmuşum’’ derim öyle vakitlerde. Zor zamanlarımda hep ona sarılırım çünkü. Açmaza düştüğüm, ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda hep o sarmalar beni… Hatta , geçenlerde, masal bile anlattı günlerce, tıpkı annem gibi… İçimdeki küskün kadını güldürmek ve yüreğindeki saf sevgiyi açığa çıkarmak için az mı çabaladı garibim… O minnacık bedeni ile kucakladı beni. Sevgisiyle sarmaladı. Gözlerimi kurulayıp, o çocuk gülümsememizi yerleştirdi dudaklarıma… Ben düştüğümde onun dizleri kanadı, ama canı ne kadar yanarsa yansın, yine o teselli etti beni karşılıksız ve yapmacıksız sevgisiyle… O minik kız, hep bir yanlarımda gizlenip elimden tutuyordu ona ihtiyacım olduğunda… Biliyordu çünkü benim de saçlarımın okşanmaya ihtiyacı olduğunu. Beni gerçek anlamda tanıyan ve anlayan tek kişiydi. Kimsesiz kaldığım günlerde, gelip karşımdaki koltuğa oturur sadece bana gülümserdi. Yine sırtında sevdiğim pembe çiçekli basma entarisi … Yeniden yeniden umut aşılardı yüreğime. Her düştüğümde elimde o minik kızın elini hissetmesem, bu kadar güçlü olabilirmiydim diye düşünürüm çoğu kez. O içimde sakladığım kızın karşılıksız sevgisi, keşke sevdiklerimde de olsaydı dedim çoğu zaman. Şimdi, yanımda yine o minik kız var. Yine dizleri kanıyor oluk oluk. Ama yine tutmuş ellerimden, beni gezdiriyor karanlık sokaklarda. Bakışıyoruz hınzırca, yerleştiriyoruz dudaklarımıza o en yayvan gülümsememizi. Dönüp bana ‘’ NE OLMUŞ SANKİ, DE Kİ PALYAÇOYUZ’’ diyor…Kahkahalarla gülüyoruz… Karşıyaka / İZMİR

  • maviBULUŞMALAR 1

    SANATIN GEREKLİLİĞİ / maviBULUŞMALAR 1 / 21 Ocak 2020 saat 14.00 Halil İnalcık Kültür Merkezi Kent Konseyi Salonu Gazi Paşa cad. No:23 ( PTT Karşısı) 77200 Yalova / "FRİDA" SANATIN GEREKLİLİĞİ / KONUŞMACILAR: Fadime Yıldırım Karoğlu​ Fuat Özgen​ Nurten Bengi Aksoy Nurdan Baysal Aladağ Muhsine Arda​ / / BU BİR Mavi Ada​ Dergisi ve Yalova Kent Konseyi Kadın Kolları İşbirliğidir. ****

  • “SİZ ONUN KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?"

    MİT'in TAKİBİNDE 50 YIL Türkiye’nin sandığa gidip oy kullanan vatandaşların tercihine göre yönetildiğini sananlar büyük bir aldanış içindedir. Sandıktan çıkarılan iktidar ülke yönetiminde ufak tefek söz sahibi ise de asıl karar sahipleri başkadır ve onları gizli bir anayasası vardır. NATO içinde örgütlenmiş Gladio’yu bile hatırlamak bu gerçeği anlamamıza yeter. Kökü ister dışarıda olsun, ister içeride olsun, devlet işleri gizli anayasa doğrultusunda yönetilir. Öğretmenlikten TRT programcılığına geçen Mehmet Koç anlatmıştı: MİT’ten gelen her atama itirazsız kabul edilmek zorundaydı. MİT’in önüne kanun, tüzük çıkarılamazdı. Bu anlatılması uzun bir konudur, en iyisi, benim gibi iddiasız bir kişinin başına bu gizli örgütün neler açtığını anlatayım Bu benim hikâyem 1960 başlarında Öğretmen Okulu öğrencisi olduğum zaman başlıyor. 6-7 yıl sonra karşılaştığım, o zaman benden birkaç sınıf geride olan Mesut, okulda iken beni takiple görevlendirildiğini söylemişti. Bu görevin kimin tarafından verildiğini sormamıştım. Öğretmenlerimiz ve okul idaresi olamazdı çünkü onlarla zaten her gün birlikteydik. Gözlerinin önündeydik. 1964’te mezun olup Karapınar Akçayazı köyüne vardığımda, muhtarın odasına o gece iki yatak serildi. Bunlardan biri Devlet Demiryollarında çalışan bir işçi olduğu söylendi. Olabilirdi. Fakat ertesi akşam Karapınar’da kaldığım otelde aynı kişi ile iki kişilik odada kalışım da belki bir rastlantıydı. Fakat o yıl ilköğretim müfettişi, neden benim stajyerliğimi kaldırmadı. Başarısız bir öğretmen miydim, yoksa işin içinde başka bir iş mi vardı? O yaz (1965) gittiğim askerlikte 30 Ağustos törenlerinde erler adına konuşma yapmaya gönüllü olmuş ve bu kabul edilmişken neden erler adına konuşma son anda programdan çıkarılmıştı? Bunun da bir açıklaması olmak gerekir. Öğretmenliğimin ikinci yılında Fatsa’da ilköğretim müfettişi benim hakkımda övücü sözler söylemişken somunda o da stajyerliğimi kaldırmamıştı? Ve neden köyde bazı insanlar hakkımda dedikodular çıkararak huzurumu bozmuş, ilçe milli eğitim müdürü okullar arası kültür şenliğinin yönetimini bir emirle üzerimden alarak bir başka öğretmene vermişti? Ve dahası, hakkımda bir soruşturma yapmadan hakkımda Siirt’e sürme kararını almışlardı? Sınavlarını kazandığım için Siirt’e gitmeyip Gazi Eğitim’e gittiğim ilk günlerde bir iş için başmuavinin odasına girdiğimde adımı öğrenince cüzdanının bir gözünde koruduğu bir kâğıda bakıp “Hımmm” demesinin nedeni, adımın ona not ettirildiğini gösteriyordu ve başmuavinin MİT’in elemanı olarak tanınıyordu. Bulgaristan göçmeni iki öğrencinin de sık sık onun odasına girip çıkararak haber taşıdığını biliyorduk. 1968 sonbaharında yaptığımız boykot ve öğrenci derneğinin çalışmalarından ötürü, okul disiplin kurulu (o da bakanlığı tatmin için) hakkımda ihtar gibi bir ceza tayin ederken Bakanlık neden beni okuldan temelli atmıştı? Danıştay kararıyla dönüp okulu bitirdiğim yıl, Cumhuriyet Bayramında yaptığım bir konuşma nedeniyle ta Ankara’dan bir başmüfettiş gelip öğrenci defterlerine kadar didik didik etmiş ve beni bakanlık emrine aldırmıştı? Ve o 1971 yılında, Gazi’deki dermen başkanlığımın üzerinden iki yıl geçtiği halde neden tutuklanarak Dev-Genç davasına dahil edilmiştim? Yargılama aşamasında aynı okuldan yargılanan arkadaşların hepsi teker teker tahliye edildiği halde kimseye fiske vurmamış olan ben sonuna kadar tutuklu kalmış ve grup içinde en ağır cezaya çarptırılmıştım? 1974’te tahliye olup Fatsa Ortaokulunda göreve başladığımın ertesinde durup dururken müdür neden dersime girmiş ve Cahit Sıtkı’nın bir şiirinden soru sorduğum için bana soruşturma açmış, o ders yılının sonunda da Boğazlıyan’a sürülmüştüm? Burada göreve başlayalı birkaç gün olmasına rağmen bir grup gencin, gece evimizin yakınında “Komünistler Moskova’ya diye bağırtılma emrini nereden almış olabilirdi. Oradan eş durumundan nakledildiğimiz İnebolu’da Kastamonu Valisi bir gün aniden dersime giriyor, beni tanımak istiyor ve ertesi gün Valilik emrine alıyordu? Onun üç aylık görevden alma yetki süresi bitince bu kez Bakanlık emrine alınıyordum? 1980’de çıkarmaya başladığımız Öğretmen Dünyası’nın 1982’de yazı işleri müdürlüğünü üstlendiğimde Emniyet, derginin sahibine “Onu yazı işleri müdürlüğünden atacaksın” emrini veriyordu? Bu kanunsuz emre uyulduğu halde bir yıl sonra ikimiz birden neden 1402’lik yasaya göre meslekten temelli çıkarılıyorduk? Daha sonra da uğradığız zulümler var. En sonuncusunu anlatarak bu konuda yargıyı okuyucuya bırakacağım: 1995’te hükümet paralı eğitim ve eğitimde özelleştirme programını yürürlüğe koyacakken, buna karşı başta eğitim kuruluşlarının, ardından 70’in üstünde dernek ve vakıfların oluşturduğu Eğitim Hakkını Savunma Komitesini kurduk ve ben bu platformun başında idim. Yabancı dille eğitime karşı kampanya yürüttüğümüz bir dönemde Ankara Emniyetinden bir birim, komiteyi çökertmek için saldırıya geçti. Dernek ve vakıfların yöneticilerini tek tek sorguya çekerek platform oluşturmanın kanunsuz olduğunu ileri sürdü ve bir takım cezalar kesti. Bu soruşturmanın nedenini İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’a sordurduk. Haberi olmadığı yanıtını verdi. Bizim komitemizi çökerttikten sonra ne oldu dersiniz? Dernekler Yasası’nda yapılan değişiklikler arasında derneklerin kendi aralarında platformlar oluşturabilecekleri de vardı. Biz de boş durmadık, 2003’te Ulusal Eğitim Derneği’ni kurduk. Bu soruşturmalar sırasında polisin bir dernek yöneticilerine söylediği söz amaçlarını ele veriyordu: “Siz Zeki Sarıhan’ın kim olduğunun biliyor musunuz?”

  • Çay Deyince...

    Tarlada YEŞİL, Bakkalda SİYAH, Evde KIRMIZI... Çay; tarlada yeşil, bakkalda siyah, evde kırmızı... Kime sorsanız sanki yüzyıllardır çay içtiğimizi söyler Kadim bir gelenek gibi... Oysa çayın toplasan 150 yıllık bir geçmişi dahi yoktur Türkiye’de. Çocukluğumuzda çay sabah kahvaltılarının demirbaş içeceğiydi. Hoş hala da öyle ya. Kahvaltıda salma çay içilirdi. Yani şeker bardağın içine atılarak çay tatlandırılırdı. Kıtlama çay ise şeker kırıntılarını ağızda tutarak çay içme yöntemidir. Böylece hem şeker az tüketilir, hem de çayın aroması bozulmaz. Doğuda kurulan şeker fabrikalarının (Erzurum-Kars) ürettiği şeker bölge zevkine uygun olarak sert ve küp şeklindeydi. Sonra bu şekerler ŞEKER KIRACAĞI denilen özel penseler ile parçalanır ve şekerliklere konulurdu. Çayın tarihi çok ama çok eski, 5 bin yıllık bir geçmişi var. Çin’de ortaya çıkan çay kültürü önce Hindistan'a, Orta Asya’ya ve İran’a yayılmış oradan da bütün dünyaya... Dolayısıyla Türkler de bölge insanı olarak çay ile çok eskiden tanışmıştır. Semaver çayı, öğleden sonraları özellikle kadınların bahçede yaptıkları keyifli sohbetlerin vazgeçilmezidir. Günümüzde hala semaver çayı, bahçelerde pikniklerde rağbet bulur. Çay bardaklarının zarif ve ince belli olması, çay kaşığı, çay bardağı altlıklarının zarafeti ise bir bütündür. Tabii çayın demlendiği çaydanlığın en makbulü porselen olmasıdır. Sonra çinko ve çelik olanlar tercih edilir. Kişi başına yılda yaklaşık 7 kilo çay tüketimi ile Türkiye bu alanda dünya birincisi. Ne Çin ne İngiltere... Sabah kahvaltısından tutunuz da misafirlikte, piknikte, kahvede, pastanede çay birincil içecektir. Ucuz, lezzetli ve alışkanlıklarımıza uygundur da ondan. Keyif çayı, kahvaltı çayı, eşrefpaşa, kant gibi türleri de vardır. Kadınlar ise açık ve limonlu çayı tercih ederler... Çayın doğal bir bitki olmasının artıları vardır. Birçok derde devadır, ancak yemekten en az iki saat kadar sonra içilirse yararlı olur. Oysa bizde kahvaltıda ve yemeklerden hemen sonra içilir ki bu da yiyeceklerdeki demir elementinin kana karışmasını geciktirir. Yöremizde ıhlamur, tarçın, sarıkök (zerdeçal) papatya, adaçayı…gibi doğal bitki çayları da çok tüketilir. Bu çaylar klasik şekerle değil, nebat (nöbet) şekeri, peynir şekeri gibi daha doğal tatlandırıcılarla özellikle kış mevsiminde içilir. Kök tarçın, zencefil, kekik ve sarıkök karışımı ise bin derde deva bir içecektir. Sağlığınız için, hastalıklardan korunmak ve sağalmak için bu çayı için derim Kıtlama ÇAY içmenin Fetvası Doğuda çay kıtlama olarak içilir. Dedikodulara göre bunun ortaya çıkışı da çok ilginç: Eskiden İran'da çaya tatlandırıcı olarak hurma ve üzüm katılırdı. İngilizler İran'a şeker satmaya kalktıklarında bunu başaramadılar. Sonra İranlı mollalarla irtibat kurdular. Güya İngilizler onların vereceği fetva karşılığında kazancın %10'unu teklif ettiler. İran'da Cuma Namazları o bölgenin en büyük camisinde ve çok kalabalık olarak kılınıyor. Bir cuma namazında . şu hutbe verilir "Siz Allah'ın nimeti olan hurma ve üzümü nasıl olur da çaya katarsınız! Doğrusu çaya şeker katmamaktır!" Bu vaazdan sonra İranlılar çaya şeker katmaya başladılar. Sonuçta İngiliz bu: İşler yoluna girince mollalara verdiği %10 payı satışların iyi gitmediği gerekçesiyle vermemeye başlar. Bunun üzerine mollalar ikinci bir fetva verir bir cuma hutbesi'nde: "Gâvur icadı şekeri çaya katmak caiz değildir!..." Bu fetva üzerine İranlılar evlerindeki şekerleri sokaklara döker... İngiliz firmaları bunun üzerine bakarlar olacağı yok, Mollalarla yeniden masaya otururlar. Fakat Mollalar bu sefer %20 pay ister. İngilizler de çaresiz kabul eder. Mollalar Cuma Hutbesi'nde bu sefer Şöyle fetva verir: "Biz size çaya şeker katmayın dedik ama sokaklara dökün de demedik, şekeri sokağa dökmeyeceksiniz, şekeri çaya batıracak ve böylece gâvur icadı şekere boy abdesti aldıracak ve öyle içeceksiniz!! Gerçek ya da şehir efsanesi; ama güzel hikaye, değil mi? ÇAY, GELİN, KAYNANA, AİLE... Yaşamın vazgeçilmezi olmayı kısa sürede başaran çayın halk arasında kendine özgü hikayeleri, benzetmeleri olmazsa herhalde hiç olmaz. Bir bardak çay deyip geçmeyin, aslında birçok gerçeği gösteren hayatımızdan bir kesittir. Çayın Alt Demliği "KAYNANADIR" Sürekli Kaynar durur. Hatta: Dikkat edilmezse TAŞABİLİR ... Üst demlik "GELİNDİR" Alt demlik kaynadıkça onun da hareketi artar. Ama zamanla da olgunlaşır ve demlenir... “GELİNİN KOCASI” ise bardaktır. Her iki çaydanlıktan da yeterince nasibini alır. Biraz kaynana doldurur onu; biraz da gelin... Bu nedenle de denge unsurudur. Açık ya da demli çayın hoşa gitmemesi bundandır... "ÇOCUKLAR" çayın şekeridir.Tat verir, çok şeker çayın lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlara ise bir tanesi bile fazla gelir... "GÖRÜMCE" ise çay kaşığıdır. Arada bir gelir; karıştırıp gider.... "KAYINPEDERE” gelince o da çay tabağıdır. çayın demine, suyuna karışmaz; bir kenarda lök gibi oturur. Sadece dökülenleri toplar ve çevreye zarar vermesini engeller. Ancak; ara sıra boşaltılması gerekir, yoksa taşıp her şeyi berbat edebilir. "ÇAY SÜZGECİ" Ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış müdahalelerden korur. Delikler büyük olursa çayın tadı kaçar. Suyu ısıtan "ATEŞ" ise HOŞGÖRÜDÜR. O olmadan çay da olmaz...

  • YAŞAYAN MÜZE ve YARATICI DRAMA

    Yazarlarımızdan Akay AKTAŞ'ın kızı Aylay AKTAŞ, BURSA’da Yapılan"YAŞAYAN MÜZE ve YARATICI DRAMA" Etkinliğinde Tebliğde Bulundu. Bursa Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde yapılan Yaşayan Müze ve Yaratıcı Drama Uluslarası Kongresinin KÖY ATÖLYELERİ AYAĞINDA EĞİTİCİ olarak katılan Aylay AKTAŞ, Iğdırlılar'ın Bursa'daki temsilcisi de oldu. Duyduğu gurur ve sevinci samimiyetle sayfasında paylaşıp ilgililere teşekkür eden Aylay AKTAŞ, "Hayat mücadelesinin yorgunluğunda minik bir molaydı Yaşayan Müze konulu kongre... Bu uluslararası kongrenin küçük de olsa parçası olmaktan gurur duydum. Hassasiyetle düşünülmüş Büyükşehir Belediyesinin Bir Etkinlik Bir Çınar jestiyle hayat buldu bu etkinlik. Teşekkür ediyorum ÇDD, teşekkür ediyorum Büyükşehir Belediyesi ve teşekkür ediyorum emeği geçen drama ailesinin her bir üyesine... " diyor sanal sayfasında .

  • SEÇİM ve DEMAGOJİ

    Her doğan günle biraz daha Arsız bir bulanıklıktır şimdi Duru sularımıza yayılıp giden Aydınlığı yenilmiş ülkemde (Ferit Durmuş) Tabiat ana Anadolu’yu renkten renge boyamış: Ege ve Akdeniz’i maviye, Karadeniz ve Marmara’yı yeşile, İç Anadolu’yu sarı’ya Doğu ve G.Doğu’yu kahve rengine. Siyasal haritaları bir yana bırakıp elimize coğrafî (fiziksel) haritayı aldığımızda böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Siz hiç siyasal haritalara bakmayın gene de. Dağların rengi doruklara çıktıkça koyulaşır ve karaya çalar ama siyasetin tablosu doğuda karanlıktır hep. Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ… Dağlar sadece doğu bölgelerinde mi? Anadolu’nun her yanında irili ufaklı dağlar bulunuyor tabi. Ama doğudakiler başka. Yıllar önce okuduğum bir şiir vardır, şiirdeki dizeler hep aklımda. Gazetenin bir okur köşesine gönderilmiş: Bizim dağlar Uludağ’a benzemez Gitar çalamazsın bizim dağlarda Kayak yapamazsın Ve toprağın altındadır evlerimiz Acıdan, Kahırdan Gözyaşından Her gün biraz daha batar derine Ocaklarda tezek yanar ağabey Odun yerine, Sabahları kağnılar ezer uykumuzu Onun bunun toprağına sürgünüz Ne söylesek duyulmaz Ne söylesek yalan Çünkü bizden başka herkes haklıdır Ve bu yüzden yıllar yılı Sesimiz ağzımızda saklıdır (Doğan Ozan) 80’li yıllar içinde yayınlanmış “Uzak Sancı” adını taşıyan bir şiirdi. Beni etkilemişti, o yüzden hiç unutmam. Uludağlı köylüler ise sanki asfaltı ilk kez görmüş gibi. Son 10-15 yıl içinde, “yolumuzu yaptılar” diyerek seçimlerde aynı partiye bütün oylarını vermişlerdi. Bu tarafta böyle ya doğuda durum peki nasıldı?.. Bir dokun bin ah işit… İşyerimden dönüşlerde sohbet için zaman zaman başka araçlara da binerdim. Yine bir gün Bursa’ya dönüşümde işyerimden geçen bir pazarcı arabasına binmiştim. Çocuk Muşluymuş. “Abi” diye başladı: “Bizim orada da ne ekersen olur. Devlet destek verse burada ne işimiz var.” Elma yetiştirmekten söz ediyordu. Velhasıl onun da herkes gibi hayalleri büyüktü… Anadolu “Anatole” dir aslında. Köken olarak (etimolojik) Yunanca bir sözcük. “Doğu” demek. Anatolia "Güneşin doğduğu yer"dir. Bizanslılar ise Constantinopolis’in doğusunda kalan ülkeler için, özellikle Küçük Asya ve Mısır için kullanmış Keser döner sap döner gün gelir hesap döner… 20’den fazla ülkede “Milliyetçilik Kuramları (Theories of Nationalism: A Critical İntrodustution)” milliyetçilik derslerinde temel okuma kitabı olarak kullanılmaktadır. Milliyetçilik Kuramları’na (Umut Özkırımlı) göre milliyetçilik söyleminin 3 temel özelliği vardır: Millet her şeyden önce gelir... Millet kavramı suç sayılabilecek eylem ve davranışlarda bile temel bir meşruiyet kaynağıdır... Dünyayı biz ve onlar olarak ikiye ayırır: Kimlik ve karşı kimlik (öteki). Ötekilere göre üstün tuttuğu tanımı kendinden emin olamadığı için hep ayrı ve canlı tutar... Tarih içinde hiçbir şey durduğu yerde kalmıyordu. Ziya Gökalp’e göre millet, bir taraftan fertleri arasında tearüf (sempati), diğer taraftan fertleriyle başka milletlerin fertleri arasında tenakür (antipati) bulunan bir zümre demekti. (Terbiye ve Milliyet, Muallim Dergisi, 1916) Ötekilik (alterite) günümüzde başka anlamlar ifade ediyor. Taner Timur, “Milliyetçi ideoloji ister istemez etnik ve ırk çağrışımları yapan bir ideolojidir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu özellikleri dolayısıyla Batı’da itibarını kaybetmiş, Yahudi ve göçmen işçi düşmanı aşırı sağ hareketlere özgü bir ideoloji konumuna düşmüştür” diyordu. (Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, 2010, 5.baskı, s. 65) Çoğunlukla din ve milliyet gibi popüler kavramları kullanan demagoji halkın önyargı ve korkularına dayalı yapılan siyaset ve destek arayışıdır. Köleci toplumlara (Eski Yunan ve Roma) dayanan bir sömürge aracıdır. Fikret Kızılok “Süleyman Demirel en büyük demagogtur Türkiye’de” demişti. Bugün yaşasaydı bunu kim için derdi acaba?.. Sınıf ayrımını din-millet sütresiyle ne kadar payandalarsanız payandalayın iflas etmeye mahkumdur. İncir babadan zeytin dededen… Zeytin Arapça bir sözcüktür. Bütün kutsal kitapların da adını andığı bir ağaç. Ölmez ağaç, Tanrı ağacı vs. Zeytin mitolojide de (Eski Yunan ve Mısır) geçer. İspanya’ya zeytin yiyecek maddesi olarak Araplardan, Yunanistan'a ise Anadolu'dan geçmiş: Tanrıça Athena ile denizler tanrısı Poseidon, Atina şehrinin koruyuculuğu için yarışmaya girerler. Şehre en faydalı şeyi getiren kazanmış sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. Athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur. Zeytin dalı barışın simgesidir. Zeytin başka neyi çağrıştırıyor? Zeytinin ya Türkiye’de başına gelenler... Sidal çok bilinen bir Kürtçe isimdir. Ağaç dalı gölgesi anlamına gelir. Mahrumiyet bölgesi tanımı ise genelde doğu ve dağ bölgeleri için söylenir. Yaşamsal olanaklardan yoksunluğu ifade eder. Bunlardan biri de ağaçlardır, zeytin ağacıdır. Ankara’dan Bursa’ya bir yolculuk sırasında yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç "Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim" demişti bana. Zeytinin yetişmesi için Türkiye’de artık denize yakın olmak falan mı gerekiyor. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye ayırmasından 3 bin yıl sonra artık günümüzde iş makineleri, kavi robotlarla büyük barajlar dev gibi dağlar delip koca koca gölekler, göller yaratılıyor. Artık insanlık için hemen hemen her şey mümkün. İklimler, coğrafyalar bile değişebiliyor çünkü. İnsanımıza bu tabloyu reva görenler unutmasınlar ki en güzel türküyü her zaman tabiat ana söyler. Güzel Anadolu’ya da silahların değil barış dallarının gölgesi düşsün! Ağaç deyince bir yandan aklıma hemen Behçet Aysan ve Metin Altıok için kaleme alınmış “Kalem ve Toprak” adlı şiirin o güzel dizeleri de geliyor: Bir kalem dikin toprağıma İki ucu da açılmış sipsivri Bir elime bir gece yapraklarına Bir kalem dikin toprağıma Tam da erken bahar vakti Azar da kök salar belki Elim gece yapraklarına Bir kalem dikin mezarıma Yan yana gelmemiş Sözcükler var daha (Hulki Aktunç)

  • “SENSİN ANARŞİST!”

    Üniversitelerden atılan öğretmenleri polis zoruyla kürsülerinden uzaklaştırmak kolay da onları öğrencilerinin gönüllerinden söküp atmak kolay değil. Birkaç gündür gazetelerde öğrencilerin bu hocalar için düzenledikleri veda törenleri veya bu atılmalar için protesto gösterileri haberleri yer alıyor. Sözcükler, öğretmenlerle öğrencileri arasında kurulan sevginin ve bağlılığın derinliğini anlatmaya yetmez. Nedeni öğrencilerin öğretmenlerine karşı vefa borcudur ve tarihin derinliklerinden beri geçerlidir. Çünkü o öğretmen senin kişilik binana tuğlalar koymuştur. Bunun için değil midir ki, Hazreti Ali’ye atfedilen “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” denmiştir. Öğretmen için ise, öğrencileri evlat gibidir. Bazen evlatlarından da ileridir. Evde çocuklarının yetişmesine gösterdiğinden daha büyük bir özeni öğrencilerinin yetişmesine gösterir. Çünkü bu görev özellikle ona verilmiştir. Biyolojik mirasını nasıl evlatlarıyla sürdürürse kültür ve bilim mirasını da öğrencileriyle sürdürür. Öğrencilerinin başarılarından büyük bir zevk alır. Onlarda kendisini görmek ister. Onlardan ayrıldığında geride bir sürü öksüz-yetim bıraktığı duygusuna kapılır. Bir öğretmenin yaşı gelip emekli olacağı zaman öğretmen arkadaşlarından daha çok öğrencilerinden nasıl ayrılacağının kaygısını duyar. Çocuklar da öğretmenlerini bırakmak istemez. Emekli olmak, bir tercih değil, sanki ölüm gibi doğanın bir yasası olarak algılanır. Biraz öyledir de. Bundan ötürüdür ki, mesleklerini çok seven öğretmenler, yasanın kendilerine verdiği hakkı sonuna kadar kullanarak derslerine girmeye devam ederler. SUDAN ÇIKMIŞ BALIĞA DÖNMEK Öğretmenlik, önemli ve saygın bir meslektir. Bu meslek, onu şevkle yapa öğretmenlere büyük bir doygunluk verir. Meslekten ayrıldıklarında sudan çıkmış balığa dönerler. Okul kapılarından geçerken duyguları kabarır. Düşlerini öğrencileri süsler. Bir öğretmen, kendi isteğiyle başka bir yere atanma veya emekli olma gibi nedenlerle değil de haksız bir cezalandırma olarak kürsüsünden kopartılırsa, yukarıda anlatılan duygulara ek olarak öğrencilerde hak ve adalet duyguları da harekete geçer. “Bütün bunları nerden biliyorsun?” diye sormayacağınıza eminim. Bunlar benim için bir öğrenci olarak da, bir öğretmen olarak da yaşanmış duygulardır. Gençliğimizin o büyük 1968 uyanışında, öğrencisi olduğum Gazi Eğitim Enstitüsü de görkemli binası gibi, halkçı öğrencilerin kalesi haline gelmişti. Özerk okul isteğiyle kendimizi var etmek, bu yolla Türkiye halkının bağımlılıktan ve sömürüden kurtuluşu yolunda büyük halk ırmağına su taşıyan bir dere olmak istiyorduk. Hükümet ise, bu uyanışı nasıl durduracağının hesabını yapıyordu. Gözüne çarpan öğrencileri disiplin kurullarında sorguluyor, onları okuldan temelli uzaklaştırmanın yollarını araştırıyordu. Bir yandan da bazı öğretmenleri okuldan sürerek hem öğretmenlere, hem öğrencilere gözdağı vermek istiyordu. DERSİMİZ DEMOKRASİ 1969 yılının Mart ayı idi. Öğretmenlerimizden ikisinin okuldan uzaklaştırıldığını öğrendik. Bunlardan Türkçe bölümü öğretmenlerinden Muzaffer Gürses, rütbe indirimi gibi bir işlemle Kurtuluş Lisesine, Eğitim Bölümü öğretmenlerinden Doğan Ergun ise Ankara Eğitim Enstitüsüne sürülmüşlerdi. Öyle yapılan haksızlığı kabul ediyormuş gibi sessiz sedasız oturamazdık. Bir plan yaptık: Muzaffer Gürses’i, lisede ders çıkışında bir taksiye atarak “kaçırmak” ve okula getirerek Türkçe bölümünde bir saat ders verdirmek. Birkaç arkadaş liseye gitti. Planlandığı gibi, Gürses’i ders çıkışında hazır bekletilen taksiye davet etti. Hocamız, kendi öğrencilerinin bu davetini kabul etmekte bir tereddüt göstermedi. Fakat nereye gideceklerini bilmiyordu. Taksi Gazi Eğitime gelince durumu anladı. Biz ise onu karşılamaya hazırdık. Gürses’i (fotoğrafta da görüldüğü gibi) ağzımız kulaklarımızda, sevinç içinde karşılayarak yakın zamana kadar ders verdiği sınıfa soktuk. Karatahtada şunlar yazıyordu: “Ders: DEMOKRASİ” Öğretmeni: MUZAFFER GÜRSES” Öğretmenimiz, bir süre bizimle sohbet etti. Sonra istemeyerek arkadaşlarımız onu evine bıraktılar. Tarih 13 Mart 1969’du. Arkadaşlar bana “Sen fazla göz önündesin. Haberin yokmuş gibi geride dur. Biz hocayı alıp gelelim” demişlerdi. Bu nedenle “Ben o olayda yoktum” diye yemin etsem başım ağrımazdı. Ancak daha birçok “suç”un bedeli olarak yaklaşık bir ay sonra ben de temelli okuldan atılacaktım. 1971 Mamak yargılamalarında Gürses’in okula getirilmesi “anarşist” olduğumuzun kanıtlarından biri olarak gösterilecekti. Biz de içimizden: “Hadi ordan! Anarşist sensin… Öğrencisinin öğretmenine bağlılığı neden anarşi oluyormuş?” diyorduk. Bugün teröre destek vermekle suçlanıp kürsüleri gasp edilen hocalarına sahip çıkan gençler gibi…

  • ÇOCUK VAKFI’ndan ANAYASA oylaması İçin Çağrı

    ÇOCUK VAKFI’NDAN ÇAĞRI: ANAYASA’NIN 18 MADDESİ İÇİN 9-17 YAŞ GRUBU ÇOCUKLARIN GÖRÜŞÜ ALINMADAN HALK OYLAMASINDA KARAR VERİLMEMELİDİR… DEVAMI İÇİN RESME TIKLAYINIZ

  • AŞKIM  İSYANIMDIR

    Anlatacağım acıklı hikayenin gerçek bir olaydan çalıntı olduğunu sanmanızı hiç istemem. Bu bir yaşanmış değil, bir “aşk ve isyan” filmi hikayesidir yalnızca. Kentimizin tek yazlık sinemasında, küçücükken, daha düşle gerçeği ayırt edemezken gördüğüm bir filmin hikayesi. Bir uydurmaca, aldatmaca, avuntudur, tüm filmler gibi. (Başka ne olabilir ki?) Ama öyleyse neden “Sultan yaşadı mı? “ diye kendime hala sorarım, pusulasız, yelkensiz, ıssız kıyılara vurduğum, çocukluğumun limanlarına sığındığım fırtınalı günlerimde. Sultan bir kaçış imgesi miydi yoksa, bir tek beyaz perdenin aydınlığında soluklandığımız o durgun yüzlü ama içimizdeki ürpertilerle devinen taşra kentinde? Annemin kucağında uyur kalırdım filmin sonuna doğru Ama bütün filmler beni, yağmurunu bırakıp geçen küçük bir bulut gibi hayatımdan geçip giden sultana götürür, o günlerden bu günlere…Gençliğimi ve ilk tutukluluğumu sürdüğüm (Sonra birkaç kez tutuklandım, cezaevinde sekiz yıl yattım.) o sıcak kıyı kentinde, kararmış tahtadan bir sarayda yaşayan düşten sultanı tüm yaşadıklarıma karşın unutmadım. Sessiz, solgun, küçük kasaba yaşamlarımızda, baş rolü oynadığımız filmlerimizin ve aşklarımızın gözü yaşlı sultanını. Geceleri tavana asılı kandilin solgun ışığında duvarda dans eden gölgeler gibi beni büyüleyen, filmlerden çalıntı düşler kurardım. Büyüyüp gerçeği seçtiğimde düşlerimi gövdeme batan cam kırıkları gibi silkeledim, kendimi kanatarak. Düşlerimden hep korktum sonraları. Ele avuca sığmaz, beni aldatan, kandıran, arkadan vuran, hain düşlerimden. Yüreğimi avucumdaki bir kuş gibi acımasızca sıkıp susturuşum bundandır. Sultan ise. düşlerinden korkacak zamanı hiç bulamadı, kelebek titreyişindeki yaşamında. O aşkla oynadı bile bile ve aşkla sonlandırdı. Rus ruletinde yitiren oydu. Ben kazandım mı? Bu soruyu asla yanıtlayamayacağım. Sultan yitirmişti Rus ruletinde. Yani en tehlikeli oyunda… Aşk da… Aşktan başka Rus ruletine benzeyen, tehlikeli bir oyun var mıdır? Bilemiyorum. Aşk uğruna tacını tahtını yitirdikten sonra göçmenin karısı ona “Senin tacını o filmdeki şoför elinden aldı yavrum,” demiş, o da horlanan sultanlığını kadını bir hafta çıkamamacasına yataklık ederek geri almıştı. Ama o günden sonra zaten herkes onu tahtaları çürümüş sarayında, düşlerindeki sultanlığıyla başbaşa bırakacaktı. Kimse cesaret edemeyecekti, ülkesini sonsuzca yitirmiş düşten bir sultanın çılgınlığa varan utancını paylaşmaya. Geceleri cılız bir ışığın aydınlattığı evinin ulaşılmaz yalnızlığına dokunmak istemeyecekti mahalleli. Ama Arada bir acılı iniltiler, rüzgara kapılır, gecenin sessizliğini ve evlerin açık pencerelerini geçerek insanlığımıza sığınırdı yalvarırcasına. Bir kahkahalar gelirdi çürümüş tahtaların arasından, bir dayanılmaz hıçkırıklar. Daha yürekli olanlar arada onun ve erkek kardeşinin kapatıldığı evin kapısını çalar, yemek götürürlerdi. Ama bu kadardı hepsi. Tümü bir tencere yemekti acınmalarımızın… Hem ne söylesen boşuna… İyileşmezdi ki o gizemli tanrının bir tek meleklerinin kulağına fısıldadığı hastalık.Sultan bu dünyayı daha arsız olanlara bırakıp sonsuza gittikten sonra da evinde geceleri ışıkların yandığını,duyulan kahkahaların ve hıçkırıkların hiç kesilmediğini söyledi kimileri.. Hikayenin acısının sindiği mahallenin onu geri getirmeyecek avuntusu muydu bunlar? Sonra Almancı müteahhit evi aldığında, koskoca bir apartman tümüyle sildiğinde sinemalı yıllarımızın sultanını, duyulmaz oldu kahkahalar da, hıçkırıklar da. O zaman anladım onu unuttuğumuzu… Unutmuş muyduk? O zamanlar unuttuğumuzu sanıyordum. Oysa şimdi her şeyi hatırlıyorum. Filmin başını da elbette. Yolun genişletilip asfaltlanacağı haberi küçücük kente yayıldığında kimileri sevinmiş, kimileri benim gibi durgun yaşamımızı değiştirmeyecek bu haberi umursamamıştı. Sultan’ın sevindiğini, o sıralar beni her gördüğünde ela gözlerinde tuhaf parıltılar, “Mahalleden şenlik geçecek.” demesinden anlıyordum. Sanki yolun, yaşamının kuş kanadındaki mutluluğunun başı ve sonu olacağını sezinlemişti. Orta boylu, incecik, soluk beyaz tenli, koyu sarı saçlı, boyanmadığında, konuşmadığında sıradanlıkta durakalan bir genç kızdı. Filmlerine başladığında herkesi şaşırtırcasına oynak, fıkır fıkırdı ama… Dünyası sözcüklerinde büyür,genişler,beni şaşırtırdı düşleri. Bir keresinde sinemada yan yana düştüğümüzde bana beyaz perdedeki İpek Rüya’yı işaret edip “Ben “o”yum ama kimseye söyleme. Şöhretimden faydalanmak isteyenler çıkabilir.”diye fısıldamış, ben de şakasına gülümsemiştim. Şaka yapmadığını, beyninin düşle gerçeğin gelgitlerinde bocalamaya başladığını anlayamamıştım. Yokuşun başındaki iki katlı, çok eski bir ahşap evde otururlardı. O, annesi, büyük annesi ve küçük erkek kardeşi Yoksulluğun sessiz acısı sinmişti evin kararmış yüzüne. Anne ve babaanne sabahtan akşama dek evin üst kattaki iki penceresinde oturur, yoldan gelip geçene bakarlardı. Küçük kardeş ilk okula giderdi. Öyle güzel, öyle akıllı bir çocuktu ki. Ama önce anneleri, sonra yerinden kalkamayan büyük anne peş peşe ölünce ikisi kalakalmıştı o ürkünç yalnızlıkta. O günlerde pencere önlerinde, ıssız yola dalarak can sıkıntıları büyüttüğümüz yaşamımızın biricik büyüsü, pırıltısı, süsüydü sinemaya gitmek. Sinemanın karanlığında beni bulan aşklar, kaçışlar, yolculuklarla avunurdum, on dört yaşın sonsuz saflığını sürerken. Mahallenin kadınları, kızları toplanıp giderdik sinemaya. Bir tek sultan yapayalnız. Onu almazlardı aralarına Uzak dururlardı ona küçümseyişlerince. Düşlerinin gülünç ulaşılmazlığını mı küçümsüyorlardı, Aynur Ay gibi kabarttığı seyrek sarı saçlarını mı, sinemaya giderken hepimizin uzak durduğu o yoksul evden taşra kızının düşlerini giyinip fırlayışını mı? Son moda giysiler, rugan çizmeler, beyaz uzun pardösü…(O yoksullukta parayı nereden bulurdu bilemem. Ama zengin bir adamın onlara gizlice yardım ettiği söylenirdi.) Dudak ucuyla gülümsetirdi mahalleliyi ne yapsa. Ben sultanı seviyordum, tüm mahalleli filmlere öykündüğü o yaşamda ilan ettiği sultanlığıyla alay etse de…Kimse bilmese de onun bunu bildiğine inanıyorum. O, iyice esmer, saf bakışlı ama adını bilmediğim kamyon şoförü çocuk ta sevmiş olmalı, kim ne derse desin. Ben inanırım aşka. Benim duyduğum kesmişler sultanı. Bir alay dedikodu anlatmışlar adama. Onun da yüreğinde büyüttüğü gülünü hoyratça söküp almışlar, umarsızlığında. Gelmemiş sevgilisinin kaldırımın kıyısında saatlerce beklediği o gece. Yoksa kaçacaklarmış. Sultanın başrolü oynadığı filmin bir hastane odasında çekilen acıklı sonunun başlangıcı oldu bu terk ediliş. Aşkın sonu, onun da sonunun başlangıcı oldu. Bir filmden çalıp yanık bir mendil verdiği gelmemiş buluşmaya, kurtuluşa, özgürlüğe… “Seni almaya geleceğim ve bir daha buralara hiç dönmeyeceğiz.”diyeni... Bir tek bu vaadi duymuş kadınların aşkı ağulu bir şarap gibi içtiğine inanırım ben. Sonu başlatan o geceyi gören tek kişinin Kadri olduğunu söylerler. Birkaç saat yolun kıyısında karanlıkta umutsuz bir bekleyiş gibi elinde küçük çantasıyla oturmuş sultan. Sonra onun gittiğini, hikayeyi, aşkı, umudu ve geleceği alıp gittiğini anlayınca ağlamaya başlamış. Kadri küçük bir çocuğunkini andıran ağlamasına uyandığını ama evden çıkıp yanına gidemediğini, yüreğinin parçalandığını söyler. Sonra, bir ara yerinden kalkmış. Arabaların farlarının önüne atıyormuş kendini. ”Beni de götürün.” diye bağırıyormuş. Arabaların altında kalacakmış neredeyse, Şoförler arkalarına dönüp küfrediyorlarmış. Ama gün doğarken sesi, hıçkırıkları ve umudu tükenmiş. Tüm gidenlerin onu bırakıp gittiğini, bir daha asla geri dönmeyeceklerini anlamış. O zaman durulmuş, kıpırtısız kalmış, büzüldüğü kaldırımın kıyısında. Sonra başını hiç yerden kaldırmadan, adımları toprağa sürünerek yokuşun başındaki evine girmiş. Bir savaştan çıkmış gibiymiş. Saçları sevdiği adama aşk ve nefretle haykıran Nur Aypar’ ınkiler gibi darmadağınıkmış. Ve İpek Rüya gibi gibi yemenisi elinde, omuzları çökmüş, ağır adımlarla yolda bilinmeyenine doğru umutsuzca gidiyor. Ama başka bir erkek, o kahraman erkek eski filmlerle birlikte öldü. Onu kurtaramayacak. Yazgısı o filmdeki kadın gibi mutlu sonla bitmeyecek. Ağlamış mıydık kadının sevdiğini değil, kendisinin seven erkeği seçtiği o filmin sonunda. Düz perçemleri vardı, o esmer, saf bakışlı. deri ceketli kamyon şoförünün, . Hiç te öyle gönül çelecek birisine benzemiyordu ama. Yanık, kara kuru. Şoför gittikten sonra da mahalleli onları konuştu yaz boyunca. Yol yapımı sürüyordu. Damperli kamyonlar çimento, kum, zift taşıyorlardı hızla ilerleyen asfalta durmaksızın, Tangırtılarla, gümbürtülerle yerinden fırlıyordu küçük kent. Çocuklar uykularından sıçrıyordu uzun ikindilerde. Televizyon ülkemize olanca dolandırıcığıyla girmemişti daha. Başka dünyalara, yıldızlara sinemada uzanıyorduk. Mahallede kamyon şoförüyle sultanın dedikodusu almış yürümüştü. Eğlence çıkmıştı, dantellerin inceliğinde tüketilen durgun ikindilere, erken uykulara kapanan akşamlara. Bir umut filminden başka neydi ki, o küçücük durgun taşra kasabasında, bilinmeyeni, yazgımızı bekleyişimiz Başından bakılınca sonu görünürdü. Alevlerde kavrulduğumuz soluksuz yazların ardından kışları üremize çöken gök iyice daraltırdı kaçışlarımızı. Sonra düşler büyütmeye başlardık. Filmler büyütürdük içimizde. Küçük hapıshanemizin duvarlarını yıkıp kaçardık o filmlerle. Firari olurduk Onu ancak tünelin sonunda bekleyen sevdiği kurtarabilirdi. Ben üniversiteyi kazanırsam büyük kente ulaşacak kurtulacaktım. Kaçış planlarımız böyleydi ama filmlerimizin yaşamımız boyunca bizimle birlikte geleceğini henüz bilmiyorduk. Hepimizin aslında birer oyuncu olduğunu. Kimliklerimizi bilmeden sinemadan seçmiştik önce. O “Hıçkırık”ı, ben “Arkadaş”ı çevirmiştim. Sevdayı ve başkaldırıyı seçmiştik başlangıçta …Sonra başkalarını, daha başkalarını. Ama filmlerimizi yaşamaktan, koltukta yalnız başına oturmaktan hiç korkmadık, o karanlıkta bile. Aşktan da korkmadık, ayrılık acılarının bakışlarımızdaki kırık izlerinden de. Beyazperdede son yazdığında filmin erkek kahramanı ortadan yok olmuş, kaçmıştı. Saf bakışlı, perçemli çocuğun evlerimizin önünden gazlayıp geçen aşkı, sevgilisinin başka erkeklerle çıkarılan dedikodularını göğüsleyememişti. Ama film bittiğinde Sultan da ansızın yok olmuştu sinemalarımızdan. Artık bir sinemaya, bir de fotoroman almak için Rafet ablasına giderken çıktığı o evden hiç dışarı çıkmıyordu. Utancı iyice çöken yüzünü saklıyordu hepimizden. Evde saklanarak yok etmeye kararlıydı aşkını, aldatılışını, kendisini… Film bitmişti. Tüm filmler önünde sonunda bitiyordu, ne kadar başa sararsak saralım. Aşkta, sadakat te, öldüren sevdalar da, unutamamaklar da, sinemalar yok olurken hızla yok oluyordu yaşamımızdan. Oysa nasıl sevdalı, aşka sevdalı geçmişti o yıllarımız…Sonra ne olmuştu sevdalarımıza, sinemalarımıza. Sultan asla çıkamayacağı bir hastanede sonunu beklerken, ben çıkabileceğimi sandığım bir cezaevinde, kırlarda rüzgarlara karşı koştuğum, sonsuz caddelerde yağmur altında yürüdüğüm düşler görüyordum filmin sonunda. Fırtınalı bir denizin uğultusunu hala kulaklarımdan silemediğim o ünlü cezaevinde, başka düşlerin ve aşkların cezasını çekerken erkek kardeşimden uzun mektuplar alırdım. Her hafta sayfalarca uzayan özlemi yazardık birbirimize. Kentlerimin, köylerimin, kuşlarımın, odamın,sabahın ve akşamın, yağmur yağdıktan sonra toprağın ve denizin, puslu, ıslak kentlerin, kendimizin kokularını getiren. Dışarıda deli dalgaların zındanımızı yıkıp bizi kurtarmak istercesine duvarlara çarptığı buzlu karayel gecelerinde, battaniyeme sarınır, soluk ışıklarda tadını çıkara çıkara mektubumu okurken sabahlardım.. Beni ve duvarın taşına kazınmış “Memleketim” şiirini alır, demir parmaklıklı küçük pencerelerimize konan ak martılara çevirir, özgürlüğümüze kaçırırdı o mektuplar. Kardeşim bir mektubunda sultanın onmaz hastalığının artık iyice ortaya çıktığını, onun yoldan geçenlere saldırdığını yazmıştı. Sonra epeyce uzun bir süre onunla ilgili bir şey yazmadı. Sultanın sonunu da ancak ben sorduğumda yazabildi. Sultanın isyanı ve öcü korkunç olmuştu. Bir sabah mahalleli arabaların ürkmüş frenleriyle, haykıran kornalarıyla fırlamış yatağından. Sultan yolun ortasında çırılçıplak bir heykel gibi öylece duruyormuş. O adamı beklediği gecedeki gibi yolun ortasında, üstelik bu kez her şeyini yitirmişçesine çırılçıplak. O cümleleri okuduğumda mektubu elimden bıraktım. Ama sultanın tüm örtülerinden, tüm giyinikliğinden, sakladıklarından, kaçaklığından, aşkından ve utancından kurtulup doğduğu andaki kadar özgürleşmesini gözümün önünde canlandırmamı engelleyemedi bu. Onu giydirmeye yetmeye utancım… Çırılçıplak, kemikleri sayılan gövdesi, sarkmış küçük memeleri, çarpık pörsümüş bacakları ve tüm dünyayı arkada bırakıp gökyüzüne, tanrısına, özgürlüğüne yüzünü çevirmiş, kaskatı bir heykel. Tanrının buyruğuna uymadığı için taş kesilmiş insan. Artık hiçbir acıyı duymayan…Bir eli gökyüzüne doğru açılmış, öteki yere toprağa dönmüş. Böyle tasarladım onu. İnsanın acılarının ve kurtuluşunun heykeli. Sultan o günden sonra bir akıl hastanesinde yaşadı, küçük kardeşini dayısı yanına aldı. Ben cezaevindeydim. İkimizde tutukluyduk. Suçumuz aşık olmak ve başkaldırmaktı. Sonra bir kış günü zatürree. Onu tümüyle çekip aldı bu dünyadan, acılarından. O günlerde değilse de sonraları acılarından kurtulduğuna sevindim. Ben cezaevinden çıktığımda pencereleri ak martılı zindanın surlarında dolaştım önce. Sonra onlarla birlikte bir vapura konup düşlerime, filmlerime, kalabalık is kokulu, öfkeli akşamlarıma, kentlerime döndüm yeniden. Kavgama…Ama hala zaman zaman dünya bana dar geldiğinde kaçarım çocukluk düşlerime, eski siyah beyaz filmlerime. O zaman sultan’ın (O görünmez adamın okuttuğu) küçük erkek kardeşine, artık ülkenin ünlü psikiyatristlerinden biri olan akıllı, güzel çocuğa koşarım. Bana önce düşlerimi anlattırır uzun uzun. Yorumlar onları. Sonra ablasının artık küçük kentimizin dağlarında esen rüzgarlar kadar özgür ve mutlu olduğunu söyleyerek avutur beni. * 1 Ocak 2008 maviADA KIŞ SAYISI *

  • SUÇ KANITI OLAN KİTAP

    Hayatı Hakikiye Sahneleri-42 Kimsede alacağı kalmayan Yahudi, eski defterleri karıştırırmış. Ordu polisi, daha 12 Eylül’den önce Fatsa’ya çullanıp halkın nerdeyse yarısını dayaktan geçirip hapishanelere tıktıktan, öğretmenleri kitleler halinde sürdükten sonra yapacak bir iş bulamaz hale gelmişti. O kadar polis işsiz mi kalacaktı? 1986 yılına gelindiğinde eski defterleri karıştırmaya başlamışlar. 27 Şubat 1986 günü yayımlayacağımız iki kitabın kapağını basımevine bırakıp Öğretmen Dünyası’na döndüğümde iki polisin beni beklemekte olduğunu gördüm. Eşim Şenal’ı da çalışmakta olduğu Mimar Kemal Lisesinden alıp yanlarında getirmişlerdi. “Hayrola?” dedim. “Sizi Ordu Emniyeti istiyor? Ankara Emniyet Müdürlüğüne kadar gideceğiz” dediler. Emir demiri keser! Peki gidelim de suçumuz neymiş? “Fatsa Olayları” diye adlandırdıkları, 1977’de Fatsa’da Fikri Sönmez’in Belediye Başkanlığını kazanmasıyla hükümetin yüreğini hoplatan süreçte suçlu gördükleri pek çok kişiyi içeri almışlardı. Amasya ve Erzincan cezaevlerinde tutuyorlardı. Hükümet tutuklamalara doymuyor, itirafçılar yaratarak ikinci, üçüncü dalga operasyonları yapıyordu. Sorgulamada âdettir. “Sen devrimciliği kimden öğrendin?” diye sanığı sıkıştırırlar. Fatsalı üçüncü dalga sanıklarından birinden de öğretmenlerinin adını istemişler. O da Ortaokulun eski öğretmenlerinden benim, Şenal’ın, Gülsüm ve Selahattin Özakın’ın adlarını vermiş. Ben 1974-1975 Öğretim yılında Fatsa Ortaokulunda öğretmenlik yapmıştım. 1975 yılı mayısında Yozgat’a sürülmüştüm. Yani Fatsa’dan ayrılalı 11 yıl olmuştu. 1974 yılı sonlarında evlendiğimiz Şenal da eş durumundan Fatsa’ya nakledilmişti. Şenal bir yıl daha Fatsa’da kalmıştı. “Ben Fatsa’dan ayrılalı 11 yıl, Şenal ayrılalı 10 yıl oldu. Bize bir suç yükleyemezler ama zaman aşımı diye bir şey var” dediysek de dinletemedik. Hukuk rafa kaldırılmıştı! Ankara Emniyet Müdürlüğüne götürülürken: “Emniyet’te hâlâ işkence var mı?” diye sordum. Yokmuş, eskiden de yokmuş zaten. Bu konuda bildiklerimiz yanlışmış!.. Böyle dediler… Ankara Emniyetinde nezarethanesinde iki gün “misafir” edildik. 1 Mart günü bizi almaya Ordu’dan bir ekip geldi. Yola çıkmadan önce evimizde bir arama yapacakları haberi bir şekilde öğrenildi. Eve varınca biz “Ne olur ne olmaz” diye kat kat giyindikten başka yanımıza battaniye de alırken polisler kütüphaneyi taramaya başladılar. Ayhan, evdeki kütüphaneden bütün “zararlı” kitapları çuvallara doldurup emin bir yere götürmüş! Polisler kitaplıkta yalnız edebiyat ve eğitimle ilgili kitapları gördüler ve kütüphanemizin bu kadar “temiz” olmasına da şaşırdılar. Tam evden çıkacakken polislerden biri “Şunu alalım!” diyerek “Devrimci Eğitim Şûrası” kitabını raftan çekti. Kitap 1968’de Türkiye Öğretmenler Sendikası tarafından toplanan Devrimci Eğitim Şurası’nın tutanaklarını içeriyordu. Bu Şûranın katılımcıları arasında Ankara Yüksek Okullar Talebe Birliği listesinden benim de adım vardı ama polisler bunu henüz bilmiyorlardı. Otomobille Sungurlu’ya doğru giderken, kitabı karıştırmakta olan komiser, “İşte buldum!” diyerek bir sayfayı gösterdi. Bu, Benim şuraya Fatsa Köycülük Derneği ikinci başkanı olarak imzalayıp gönderdiğim bir mesajdı. Bunda sermayedarların, patronların, işbirlikçilerin bir eğitim sorunu olmadığı, eğitimin bu sınıfların borusunu öttürdüğü, emekçilerin el birliği ile iktidara gelip sınıfsız bir toplum kuracağı, ancak ondan sonra körelmiş zekâlarının fışkıracağı, eşitlik içinde çalışarak Anadolu bozkırını şenlendireceğimiz belirtiliyor “Büyük kurtuluş gününün şafağı atmaktadır!” deniyordu. Okul müdürünün, başyardımcısının ve kâtibinin yalanlarla dolu ifadeleriyle birlikte tek yazılı kanıt sayılan bu kitap suç delili olarak bir ay boyunca bizimle gezdirildi. Ünye Ağır Ceza Mahkemesi tarafından hakkımızda takipsizlik verilince bize iade edildi.

bottom of page