top of page

Arama Sonucu

"" için 3679 öge bulundu

  • Rüştü ONUR

    * NOSTALJİ / Sen aziz şehrim, Uykusuz yaşadığımı bilmelisin. Bütün işçilerin Saçak altında uyuduğu bir saatte, Ben mızıka çalarak geçiyorum sokaktan. Sen aziz şehrim, Ellerim gözlerim kadar benimsin. Ve aziz şehrim, Şu anda seni terk etmem için Her şey tamam. Gemi hazır, yelken fora. Fakat neden, Ölülerim bırakmıyor yakamdan * RÜŞTÜ ONUR * (3 Ağustos 1920, Devrek – 2 Aralık 1942, İstanbul ), Türk şairdir. 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair, kendisi gibi genç yaşta veremden ölen arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte ölümlerinden sonraki yıllarda yayımlanan her şiir antolojisinde kısa yaşam öyküleri ve şiirleriyle “Zonguldaklı şairler” olarak yer almıştır. Muzaffer Tayyip Uslu gibi Behçet Necatigil 'in öğrencisidir. Hayatı Kelebeğin Rüyası adlı filmde beyaz perdeye aktarılmıştır . Yaşamı - Ş.Onur gibi genç yaşta ölen eşi M.SES SİZ'le - 3 Ağustos 1920 tarihinde Devrek ’te dünyaya geldi. Babası bir köy öğretmeni olan Mehmet Emin Onur, annesi Fikriye Hanım’dır [1] Ailenin en büyük çocuğu olan Rüştü Onur’un Hüseyin ve Saffet adında iki erkek kardeşi vardır. İlk öğrenimini 1933’te Devrek’te tamamladıktan sonra Kastamonu ’da başladığı ortaöğrenimini Zonguldak ’ta Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’nde sürdürdü. Vereme yakalandığı için 1938’de öğrenimine bir yıl ara vermek zorunda kaldı; ertesi yıl tekrar okula başlasa da artık okul havasından uzaklaştığı için öğrenimine devam edemedi. Okulu bıraktı ve "Maliye Varidat Memur Muavini" olarak Ereğli Kömür İşletmeleri'nde çalışmaya başladı. Hastalığının şiddetlendiği 1941-1942 yıllarını iş ve hastane arasında geçiren Onur, Zonguldak M. Çelikel Lisesi’nde bir sene öğretmenlik yapan Behçet Necatigil ve yakın arkadaşı şair Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte Zonguldak’ta çıkan dergi ve gazetelerde ve İstanbul’da yayımlanan Değirmen mecmuasında şiir ve yazılar yayımladı. -Rüştü Onur hastalığı nedeniyle yaşamının çok kısa olacağını bilerek yaşadı ve şiirlerine de bu duyguyu yansıttı.- Sağlığı kötüleşince İstanbul’a giderek Heybeliada ’daki Sanatoryumda tedavi gördü. İstanbul-Zonguldak seferlerini yapan Anafartalar Vapuru'nda Mediha Sessiz ile tanıştı. Mediha Sessiz Kandilli Lisesi'ni bitirdiği yıl Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın açtığı memuriyet sınavını kazanarak burada bir süre memurluk yaptı. Karabük'te aniden rahatsızlaşan Sessiz'in hastalığının ne olduğu belirlenemeyince İstanbul'a gitti ve Heybeliada Sanatoryumu'nda tedavi gördü. Taburcu edildi fakat hastalığı iyice arttı. Beşiktaşlı doktor Ahmet bey hastalığının karın zarı iltihabı teşhisi koydu ama iş işten geçmişti. Bu süre içinde Rüştü ile evlenen Mediha Sessiz, çok geçmeden yaşamını yitirdi. Bunun üzerine Rüştü Onur'un da hastalığı arttı ve ağırlaştı. Nitekim Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokak’taki evinde 2 Aralık 1942'de yaşamını yitirdi. Ortaköy Mezarlığı’na defnedildi. Salah Birsel 1956'da şiirlerini ve diğer yazılarını "Rüştü Onur" adlı bir kitapta topladı. Rüştü Onur hastalığı nedeniyle yaşamının çok kısa olacağını bilerek yaşadı ve şiirlerine de bu duyguyu yansıttı. Adı, ölümünden sonra hep kendisi gibi genç yaşta ölen şair arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu ile anıldı. Ölümünden sonra 1983’ten itibaren doğum yeri olan Devrek’te adına Anma Günleri düzenlenmektedir. Elveda adlı şiiri 1985 yılında müzisyen Süreyya Akkaş tarafından bestelendi. Şairin çıkarmayı istediği ama sağlığında gerçekleştiremediği dergi, “Şehir” adı ile 2004 yılından beri aylık olarak Devrek'te şair-yazar İbrahim Tığ tarafından yayınlanmaktadır. Yılmaz Erdoğan'ın 22 Şubat 2013'te vizyona giren Kelebeğin Rüyası adlı filmine arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte konu olmuştur. Söz konusu filmde Onur'u Mert Fırat canlandırmıştır. Şairin adı Bülent Ecevit Üniversitesi'nde yapılan bir çalışma salonuna verilmiştir. Yapıtları Rüştü Onur- (Ölümünden sonra yayınlandı, 1956) Rüştü Onur Hayatı, Yazıları, Şiirleri/ İbrahim Tığ ( 2011) KAYNAK:İNTERNET

  • Konumuz GENCO ERKAL

    Genco ERKAL Eren AYSAN Konuşmaya Genco Abi’yi 83 yaşında mahkemelerde süründürenler kimlerdi, diye mi başlasak? Yıl 1996. Yirmili yaşların başındayım. Behçet Aysan Şiir Ödülü yeni verilmeye başlanmış. O tarihlerde ödül için inanılmaz katkılar sağlayan iki dostum Hakan Dündar ve Akif Yeşilkaya ( Hala Hakan’ın tasarladığı görselleri kullanıyoruz, bunca yıl sonra bile…) o yılki ödülün içeriğinden de sorumlu. Dr. Harun’la birlikte çabalıyorlar. O yıl ödüle Genco Erkal davet edildi. O dönem bir yandan da Simyacı’yı oynuyordu. Muazzam turne trafiğine rağmen geldi. Sahnede Nazım’la başlayan ve babamla biten bir şiir gösterisi sundu. Akşamki bütün konuşmalarımız Sıvas üstüneydi. Ve bir şeyler sanki şekillenmeye başlamıştı onda. Daha sonra Max Frisch’in Saf Adam ve Kundakçılar’ını sahneye koydu ve oynadı. Oyundan sonra, Sivas için bu oyunu oynuyorum ama yetmiyor demişti. Derken Sıvas 93 geldi. O muazzam belgesel oyun. Yıllar sonra geniş kitleler tiyatro sanatı aracılığıyla bu ülkedeki en korkunç katliamın nasıl gelişim gösterdiğini izledi. Niye bunları yazıyorum? Memleketimizin alacalı tarihi Genco Erkal’ın tarihidir. Cumhuriyet sonrası tiyatromuzdan söz açacaksak da onun adını hemen ilk sırada veririz. Sorumlu aydın kimliği ders niteliğindedir. O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, “star sistemine” dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı. Tiyatro için salt oyunculuğun değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (Yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da “Çöl Faresi” oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkalade olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da. Hadi konumuza dönelim: Genco Erkal’a, yüz metrede tiyatro sanatımızın en büyük koşucusuna açılan davadan da söz açmalıyız. Konumuz, onu gözümüzden sakınırken geldiğimiz son nokta… Konumuz, doğadan, yaşamdan, haktan, adaletten yana bir sanatçıya reva görülenler… Konumuz, ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde bir sanatçıya yaşatılanlar… Konumuz büyük. Konumuz geniş. Konumuz acılı. Konumuz hüzünlü. Hoşça kal Genco Abi. Her şey için çok teşekkür ederim." / Eren Aysan * Genco ERKAL' ANLATIYORLAR

  • AİGAİ

    Keçi Ülkesi * Şenol YAZICI - Yunus Emre belediyesi, karşılama evini kurmuş, AİGAİ'nin simgesi, dönemin ana geçim kaynağı ve değerlisi keçileri direklere dikmiş, canlı inekleri de fona yerleştirmiş, yeni arkeolojik buluntuları bekliyor.- Diyojen, Heredot, Hipokrat, Homeros, Pisagor, Thales... gibi isimler ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Günlük hayatın içinde ya da bilimsel konuşmalarda sık kullandığımız bu adlar, günümüzden binlerce yıl önce yaşamış, Dünya bilim sanatına öncülük etmiş Anadolulular. Antik devirde Dorların baskısıyla Anadolu'ya göçen ve tarihin gördüğü en büyük uygarlıklardan birini kurmuş İONS ya da İyonlar onlar.  Yunanistan'dan Anadolu'ya sürgün gelen antik Helenler, Kral Yolu’nun Lidyalıların kontrolünde olmasından dolayı kara ticaretinde etkili olamadılar. İyonyalılar, İlk Çağ’da Akdeniz ve Karadeniz’de koloniler, Ege'de şehir devletleri kurarak ticaret faaliyetleriyle zenginleşecek, deniz ticaretinde etkin olacaklardır. Karadeniz’de Sinop, Samsun ve Trabzon... İyonyalıların kurdukları kolonilerden bazılarıdır. İyonya’da büyük düşünürler ve bilim adam­ları yetişmiştir. Gölgesinden piramitlerin yüksekliğini hesaplayan Thales, yıl ile mev­simlerin uzunluğunu ilk hesaplayan Anaksimandros, tıp mesleğini kuran Hipokrat, bugünküne yakın biçimde atom sözcüğü­nü kullanan Demokritos, ilk astronomlardan sayılan Anaksagoras ve dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyen Pisagor, tarihçi Heredot, yazar-şair Homeros... hepsi İyonyalıdır. -Homeros- İÖ 8. yüzyılın başlarında İyonyalılar, Fenikeliler’le kurdukları yakın ticari ilişkiler so­nunda onlardan yazıyı öğrendiler. Bu dönem­de Eski Yunan topluluklarında birçok alfabe ortaya çıkmıştı. Ama bunlar arasından en yaygın kullanılanı İyon alfabesi olmuş ve Atina bu alfabeyi İÖ 403’te resmen kabul etmiştir. İyonya, Eski Yunan edebiyatının da beşiği olmuştur. Erken dönem İyonya edebiyatın­dan günümüze yalnızca Homeros’un İlyada ile Odysseia’sı kalmıştır. İÖ 7. yüzyıldan başlayarak yaygınlaşan flüt eşliğinde şiir okuma Eski Yunan dünyasına İyonya’dan girmiştir. Teoslu Anakreon ve Şartlı Hipponax, İyonya şiirinin güçlü isimle­ridir. İZMİR, Yeni Şakran'a 22 km, Manisa merkez ilçeye yaklaşık 49 km. uzaklıkta bir GÜN DAĞIndaki antik şehir AİGAİ, Nemrutkale  ismiyle de anılır. Etrafı derin yamaçlarla , ırmaklarla örülü doğal korumalı GÜN DAĞI, içinde 3000 yıllık bir kenti sakladığını düşününce daha gizemli görünüyor. Kuzey girişli kent, sık ağaçlı doruğa boydan boya konuşlanmış. Belki bir Birçok yönüyle benzerlik gösterdiği Pergamon krallığı kadar etkileyici görünüyor. Aigai, Manisa  ilinin Yunusemre ilçesinde Köseler Köyü 'nün 2 km güneyindeki Yunt Dağlarının   yükseltilerinden birisi olan Gün Dağı'nın zirvesinde kurulmuş olan, kısmen ayaktaki harabelerden ibaret bir antik kenttir. Aiolis bölgesinin 12 kenti içinde en sağlam kalmış olanıdır. Denizden 365 metre yüksekliktedir ve çevresi, dağı saran yüksek surlarla çevrilidir. Resim tanıtım afişlerinden alınmıştır.- Aliağa Cezaevinin hemen yanından, göletin kıyısından tırmanan yolla 22 km giderek, 3 köyü aşarak ulaşmak mümkün,   Yol dar olsa da düzgün, asfalt... ÖNEMLİ BİR NOT: Köylerde artık hep aynı manzara; ağlayan okullar, terkedilmiş, öğretmenine, öğrencilerine hasret okullar... Eskiden köy ne kadar geri kalmış olsa da okul ve öğretmen orda şehirden bir im, uygarlığın bir bayrağı gibi dikilirdi. Hala köylerin en güzel binaları onlar, öyle bir enerjileri var. Ne var ki aydınlık yüzlü öğretmenler, umut dolu çocukların şen kahkahaları yok; boş, terk edilmiş... Uygarlık çağdışılığa teslim olmuş gibi geliyor bana . Nasıl bir akıl tutulması öyle; ortaokullarla ilkokulları birleştirip güya imam hatiplerin kaynağını keseceklerdi; köy okullarının kapatılmasının tek gerekçesi buydu, onca maliyet, onca emek boşa gitti, o göl maya tutmadı, birileri de geldi o öyle olmaz, böyle olur asıl dedi, imam hatipler çığ gibi arttı. Sadece ne olduysa sabahın köründe taşımalı eğitimle kilometrelerce giden çocuklara, ışıksız rehbersiz kalan köylere ve kapanan okullar nedeniyle görev alabilecekleri alanlar azalan öğretmenlere oldu. Düşünsenize bu okullar açılsa yeniden kaç kadro daha çıkar genç öğretmenlere. Ama olur mu, özel okullar o zaman "çağdaş köleleri" nerden bulacak? İçim sızlıyor. Sonunda geldik galiba. Yolun bittiği yerde birkaç fıstıkçamının yeraldığı küçük otopark, dağın yamacına kurulu taş bir bina karşılıyor bizi. Örenin girişi taş merdivenli bir yükseltiden başlıyor, kente giden kuzey mezarlığından da geçen yola ulaşıyor. Önüne p ark ettiğimizde erinmeden yerinden çıkı p gelen güleryüzlü görevli, Aigai'nin asıl yerleşiminin dorukta yer aldığını, ücretsiz olduğunu ve saat 17.30'a kadar gezilebileceğini, yollarda sigara içmenin yasak olduğunu, söylüyor bize. Çok soruluyor olmalı ki, bizim de soracağımızdan emin, broşürleri olmadığını, ama yollarda yeterince tanıtım amaçlı levha bulunduğunu ekliyor. Saat 15.00'di, ucu bucağı gözükmeyen dağda, amaç dışı gezini p kaybolmamak, geç kalmamak için belli başlı yerleşimleri gösteren ilk levhanın fotoğrafını çekiyorum. Gerçekten de ören yeri aralıklı olarak dikilen levhalarla dolu ve orman içinde sıkıntı çekmeden örenden örene geçiyorsunuz Dik denilebilecek bayırı tırmanırken ilk ilgimizi çeken, herhalde çamur olmaması ve atların kaymaması için toprak yola döşedikleri düzgün, işlenmiş taşlar oluyor. Bergama'da antik şehirde aynı amaçla yollar taşlanırken mermere itibar edilirken burada dağdan çıkan sıradan taşlar tercih edilmiş. Yol kıyıları da aynı taşlarla dizilmiş, bugün bile değme peyzaj mimarlarını imrendirecek kadar düzgün duvarlarla çevrili. Yol kıyılarında oturma, dinlenme yerleri bile unutulmamış, taştan p lakalardan banklar ya p mışlar. Eğer sevimli arkeologların işgüzarlığı değilse, ki hiç sanmam bir çivi bile çakılamaz bu alanlarda, bu banklar en az 2000 yıllık. Kentliliği sıradan insanlara zenci muamelesi ya p mak, zengin kafelere hizmet gören anlayışa 2000 yıl öncesinden bir zarafet örneği... Giriş yolu aynı zamanda bir mezarlık; kuzey mezarlığı. Ölülerini yanı başlarına gömmeleri bulaşıcı hastalıkları düşününce şaşırtıcı. M.Ö 600'lü yıllarda bile hijyen nedeniyle kurucularının ölülerini bile yakı p  gömme bilincine sahi p  bir uygarlığın, 2-3 bin yıl ölüleriyle beraber yaşamaya kalkması çok mantıklı gelmiyor. Kırık dökük lahitler yolun her iki yanına saçılmış. Aralarında nispeten sağlam kalmış ve gösterişli işlemeleri olan birkaçı levhalarda anlatılıyor. Yükseldikçe yolun iki yanında giderek ağaçlar sıklaşıyor, ormanlaşıyor. Dağın örtüsü meşe ve türevleriyle hayli zengin, ama birkaç yaşlı, genç zeytin ağacı ve zeytin üretimi için çok değerli olduğunu düşündüğüm fazla sayıda delicenin ve o dönemde yağı hayli değerli çitlembik ağaçları yanında, sayısız ahlat, çördük, alıç ağacı da var... Bir yerlerde okumuştum bugün mutfağın vazgeçilmezi olan zeytinyağı, antik dönemde daha çok kandillerde yakıt olarak kullanılıyormuş. Telefonumdan baktığımda, hoş bir tesadüf buradaki buluntulardan söz eden bir haber ve kandil resimleri var: * 2500 YILLIK KANDİLLER "AİGAİ'DE son yapılan kazılarda kentin çöplüğü olarak kullanılan yerde en erkeni 1800 yıllık, en eskisi 2500 yıllık kandiller bulundu. Bu kandillerde kullanılan yakıt ise zeytinyağı. Günümüzde aklımıza gelmez ama Antik dönemde zeytinyağı 2 yerde kullanılıyor. Birincisi kandillerde yakıt olarak aydınlanmada, ikinci olarak da vücudu yağlamak için. Antik kentin arazisi zeytinyağı yetiştiriciliği için uygun ama menengiç (çitlembik) ağacının yağı yemeklerde kullanılıyor. Yakın birçok bölgede menengiç yağı çıkaran atölyeler var. " Bunda doğruluk payı olabilir, yani zeytinin yağını çıkarmak ve onu mutfakta kullanmak sıkıntılı iş olabilir, ama aynı sıkıntı çitlembik yağı içinde geçerli değil mi? Canan Karatay ne der bu işe bilmiyorum ama ben bu konuda başka türlü düşünüyorum. Ben ortaokula gidene kadar mutfakta tereyağı ve kuyruk yağından başka bir şey kullanıldığını görmedim, bilmezdim de; ne sıvı yağlar, ne katı yağ. Hayvancılıktan büyük gelirler sağlayan, keçiyi yararları nedeniyle kutsallaştıran, etinden, sütünden, derisinden yararlanmayı bilen Pergamon'un papirüslerini bile keçilerden üreten AİGAİ'liler, o hayvanın yağından yararlanmayı mı bilmeyecekler. BİR NOT: Güya ciddi bir kaynaktan bir bölümünü yukarıya aldığım yazıda "365 metre yüksekliğindeki GÜN Dağı'nın doruğuna kurulu kentin surları 1500 metre yüksekliğindedir. " diyordu. Dağın yüksekliği 365, surların yüksekliği 1500, kedi ve et hikayesi gibi...nasıl olurdu bu? Kasıtlı değilse bile çok ciddi bir hata. Buluntularla ilgili yazıda da öyle, zeytinyağı kandilde yakıt oldu, o zaman bir alternatif üretecek ya , çitlembik yağı kullanılırdı ... diyor. Düne kadar bu ülkenin her yerinde yenen yağ oymuş gibi. Ben yağ uzmanı değilim ama, hayvancılık yapan ulusların hayvani yağlarla beslendiği kimsenin aklına gelmez mi? Çocukluğumda vita, ayçiçek yağı hiç bilmedim, zeytinyağı arada bir, ama teraeyağı, kuyruk yağı çok iyi bildiğimizdi. Sonuçta arkeolog da değilim. Bir İyonla olan Herodot ya da Homeros'la askerliği de beraber yapmadık; araştırmacıların kaderidir bu, hep bir yerlerden alırlar. Onlar diyormuş gibi gözükür ama işin aslı öyle değil, iyi özümsemişlerdir belki, hepsi o. Bu yazıyı nasıl yazdığımı bir de bana sorun, dünyanın kaynağını karıştırıp, bulduklarımı akla vurarak özetliyorum, yani yaratıcı yazın gibi değil ciddi araştırma yazıları, bunaltıyor. O nedenle de benim yazdığım her şeyi birebir doğru kabul ederseniz en çok AİGAİler kızar, siz de akla vurun. AİGAİLER, 2500 yıl önce yaşamış ama senin benim gibi sonuçta insan. Onun da tarihi aynı senin gibi düşe kalka... ne kadar uygar olurlarsa olsunlar, bir tıkla dünyanın öteki ucundan haber resim alacak elindeki telefon bile yok onlarda hesapla. Acemi nalbant attan eder, cahil imam da dinden; doktorsa hayattan... Bilimsel düşüncenin temeli şüphedir. O konuda kimseye güvenmeyin bana bile, akla vurun iyisi mi? Tırmanırken yolları süpüren genellikle genç insanlar görüyoruz. Bu tam bir süpürme sayılmaz, daha çok tozunu alıyorlar sanki. Ne yaptıklarını merak ediyor, soruyorum. Arkeoloji öğrencisi olduklarını, uygulama yaptıklarını öğreniyorum çocuklardan. Bir öğrenci hanım benim yadırgadığımı fark ediyor, ileride oturan birini işaret ediyor. "Öğretmenimiz o," diyor. Yaklaştığımda yerinden doğrulan genç öğretmen büyük bir nezaketle; "Daha sahada çok yeniler, işe alıştırıyoruz, " diyor. "Zekice, " diye düşünüyorum; öyle ya arkeolog önce tozu, taşı, toprağı sevmeli Çıkış yolunun sonunda, kente girişe yaklaşıldığında Kuzey Hamamı , ağırlığı dengeleyen tonoz ve yan istinat duvarları yer alıyor. Ardından surlardan Agora Caddesine giriş için viraj alan yol. * Orman her zaman verdiğini geri alır derler, terk edildikten sonra en az 1000 yıl geçtiğini düşünürsek, yolun hiçbir yerinde bunca zaman içinde ağaç büyümediğini fark edince o taşların döşenmekle kalmayıp yeraltında birbirine kilitli olduklarını ve bu ustalığın aynı zamanda Pergamon'un Bakırçay'ı gibi bir cansuyuna sahip olmayan Aigai için yağmur sularını tutmak ve yönlendirmek için ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Kale kapısından en uzun ve merkezi cadde olan Agora caddesine giriliyor. Caddenin bir yanında zamanının bir mahallesi, daha doğrusu evlerden geriye kalanlar yer alıyor. ADA 1 Mahallesi adını verdikleri bu semti geçince Kent Meclisi bulunuyor. Cadde Yukarı Agora'ya, yani Kent Meydanı'na kadar uzuyor. Mahallede o dönemin konutlarını, yağmur suyunu tuttukları, deri işlemesi için idrarları depoladıkları sarnıçları görünce, sıfır atık uygulamasını ta o zamandan ya p tıklarını fark ediyor, öngörülerine daha çok saygı duyuyorsunuz. Kaç kişi yaşıyordu acaba bu kentte? Keşke o zamanda düzgün nüfus sayımı ya p ılsaymış, seçimlerin işte yararı. E, yönetenlerin işine yarayanı icat edecekleri gerçeğini unutmamalı. AGORA Caddesinden ayrılan bir yol ayrımı var burda. Kuzey Doğuya dönüyoruz, Demir Kapı ve Doğu Kilisesi yazan levhayı izliyoruz. Yolda yeraltı su yollarını görüyoruz. Demir Kapı, yöre halkının zorluğu nedeniyle benzetmeyle verdiği ad, kente kuzeyden açılan dar ve sağlam girişi anlatıyor. az önce geçtiğimiz Kuzey Hamamının tam üstüne denk geliyor, Kentin yerleştiği platonun doğuya bakan ucuna kentin ilk kuruluşunda, bizans diye bir ülke olmadığından, olmayan, 12,13. yüzyılda yapıldığı anlaşılan bir Bizans kilisesi yer alıyor Kentteki son iskan da bu oluyor. Demir Kapı ve ardındaki sınırlı bir alanda yer alan; 12. ve 13. yüzyıla tarihli küçük geç Bizans  kale-iskanı temsil ediyor. GeçBizans kilisesini geride bırakıp AGORA CADDESİNE dönünce karşınıza kent devletlerinin yönetiminde yürütmeyi temsil eden BOULEUTERİON yani bugünkü MECLİS binası çıkar. Roma döneminin bir ürünü olan bu meclisin hemen altında M.Ö' öncelere tarihlenen bir meclis daha bulunuyor. Duvarları günümüze değin ayakta kalmayı başarmış Agora çok sayıda dükkanı barındırıyordu döneminde. Kot farkı nedeniyle iki ayrı bina olarak inşa edilen agoraların dışarı bakan ön tarafında, düzlenmiş bir platformda, antik dönemde gelişkin bir ekonominin de ölçütü olan MACELLUM pazarı bulunmaktadır. Kentin güneyine yöneliyoruz. Saat bayağı ilerledi, giderek yorulduğumuzu da fark ediyorum, yine de her yeri görmeden dönmeye niyetim yok. Belki onlar da vakti zamanında kenti inşa ederken güneyde yorulmuş ve baştan savma yapmışlardır kim bilir. Ne umut ama... Hiç de öyle olmuyor, Bir tür sp or salonu olan GYMNASHİON-HAMAM hala ayakta, Tiyatro ek binası da öyle... Sadece tepede vadiye hakim bir noktada kurulan ATHENA Tapınağı yerle bir olmuş Bu kadar mezarı, üç agorası, 12000 kişilik tiyatrosu, onca dükkanı olan yerde yaşayan çok da insan olacağı geliyor akla....ADA 1 Mahallesi kadar yüzölçümünde bir başka mahalle daha var, Athena ta pınağ ını geçince, güneyden dönüş yolunda, batı konumunda yer alıyor ve o da ADA 1 adını taşıyor. BİRAZ DA BİLİMSEL Kentin kuruluşuna tam bir tarih verilemese de MÖ 5. yüzyılda yaşayan tarihçi Herodotos , Aigai Kenti'ni Aiollerin kurduğu 12 kent arasında sayar. Yunan kökenli AKALAR, Dorların önünden kaçarak geldikleri Anadolu'da İzmir Körfezi ile Çandarlı Körfezi arasında yer alan ve antik dönemde Aiolis olarak adlandırılan bölgeye yerleşip kentler kurmuşlar ve İzmir Körfezi 'nin güneyine yerleşen İyonlar 'ın aksine iç kısımlarda da Temnos şehir devleti gibi ticaretten çok tarım ve hayvancılığa önem vermişlerdir. Aigai Gün Dağı'nda Aiol topluluğunun bir kolu tarafından bilinmeyen b ir tarihte kurulmuş olmalıdır. Özellikle akropolisi çeviren teras duvarlarında kullanılan teknik, Aigai kentinin MÖ 6. yüzyıldan itibaren güçlü surlarla çevrili olduğunu göstermektedir. 2004 yılından itibaren sürdürülen arkeolojik kazıların sonuçları şimdilik kentin kuruluşunun M.Ö. 8. yüzyılın sonlarından daha erkene gitmediğini gösteriyor. Kentin adı Herodotos 'ta Aigaiai,   Plinius 'da Aegaeae , kentin bastığı sikkelerde ise Aigai  ve Aigaion  olarak geçmektedir. Aigai, "Aygay” şeklinde okunur. Aigai kelimesi, antik Yunancada “αίγα” kelimesinden türetilmiştir ve keçi anlamına gelir. Keçilerin dağ ekonomisinde yerini bilirsiniz, ama keçi adını bayrak gibi kullanmalarının anlamı nedir bilmiyoruz. Çok tanrılı bir dine sahip Aigai bu sevimli oğlağa bir kutsallık mı yüklemiş, yoksa ekonomisindeki yeri nedeniyle şükranlarını mı anlatmış, şu anki bilgilerle yanıtı bilinmiyor. Buluntularda keçi ve oğlak motiflerine rastlansa da bir açıklama yok. Aigai’nin antik adı Aspordenos’dur. Kentin adını anan diğer antik yazarlardan Strabon  (XIII. 3,5), Pseudo Skylax  (98) ve Plinius  ( Naturalis Historia , V.121), bu yerleşimin deniz kıyısında değil, iç kısımda ve dağlık bölgede olduğunu vurgulamaktadır. Antik yazarlar tarafından aktarılan geleneğe ve oluşturdukları kronolojiye gören M.Ö. 1100 yıllarından sonra Yunanistan 'dan gelip kuzeybatı Anadolu  kı yılarına yerleşen Aioller  tarafından kurulan 12 kent arasındadır. Bergamada'ki Pergamon Krallığı 'yla sıkı ilişkileri hatta kader birliği vardır. MÖ 3. yüzyılın başlarına kadar küçük bir kent olan Aigai'nin, benzer mimari tekniklerle dağlara konuşlanmış Pergamon Krallığı 'nın temellerini atan Filetairos 'un büyük yardımları ile yeniden yapılandırıldığı ve bir Helen Kenti kimliğine kavuştuğu düşünülmektedir. Kent; coğrafi yerleşimi, plan, teraslamalar ve diğer birçok ayrıntı göz önüne alındığında Pergamon 'u anımsat ır. Kentin gerçek kuruluş tarihi ancak zaman içinde buluntularla anlaşılacaktır. Aigai'de Roma yönetimi ile ilgili en erken bilgi MÖ 1. yüzyıla aittir. Sezar 'ın güvenilir bir adamı olan Publius Servilius Isauricus , Asya Valisi olarak görev yaptığı sırada (MÖ 48-46) kente ve buradaki Apollon Khresterios Tapınağı ’na önemli yardımlar yapmıştı. Nitekim kentte ele geçen bir heykel kaidesinin üzerindeki yazıttan bu valinin Aigai’da onurlandırıldığı anlaşılmaktadır. M.S. 17 yılında bölgede meydana gelen şiddetli depremin yerle bir ettiği kentler arasında Aigai da vardır. Tacitus (Annales, 47) tarafından da sözü edilen bu depremin yaraları İmparator Tiberius ’un cömert yardımlarıyla sarılmış ve depremden zarar gören kentler şükran ifadesi olarak İtalya’da imparatorun bir heykelini dikmişlerdi. İyonyalılar’da Yazı, Bilim ve Sanat Fenike alfabesini kullanan İyonyalılar, bu alfabenin Yunanistan’a da geçmesini sağlamışlardır. Bu durum Anadolu uygarlıklarının Doğu ve Batı uygarlıkları arasında kültür alışverişini sağlayan bir köprü görevi üstlendiğini göstermektedir. Anadolu medeniyetleri içinde her yönden en ileri olanı iyonyalılardır. Bunda da pozitif bilimlerin gelişmesi etkin olmuştur. İyonya’da pozitif bilimlerin gelişmesinde, Özgür düşüncenin gelişmiş olması Ön Asya’dan gelen ticaret yollarının bitiş noktasında oldukları için yeni gelişmeleri öğrenmeleri Kolonicilik ve deniz ticareti sayesinde dış dünyayı tanımaları  etkili olmuştur. - Sanata ve bilime ayrı bir önem vermişlerdir. Hatta mimariye de "İyon Nizamı"nı getirmişler.  -Çok tanrılı dinleri var. -İlyada ve Odesa bir İyon edebiyatı ürünü. -Bodrum'dan Kaz Dağlarına kadar bir bölgede Efes, Milet, Foça, İzmir, Aigai... gibi 12 kent devleti kurmuşlar. -Hiç başkent edinmemişler, şehir devletlerı kuru p yönetmişler. -İzmir ve Edremit arasında bir zamanlar hüküm sürmüş bir uygarlık İyon uygarlığı. -AİGAİ keçi anlamına gelmektedir, yerleşimde buluntularda keçi yaygın motiflerden. ANTİK devirde Güllük körfezinden Edremit körfezine kadar olan bölgeye İyonya denilirdi. Yunanistan’dan gelen buradaki yerli halkla karışarak, şehir devletleri kurarak yaşadılar. Efes, Milet, İzmir, Foça, Bodrum...gibi şehir devletlerini kuru yönettiler. Denizcilikle zengin olan İyon şehirleri önce Lidyaların, sonra da Perslerin hâkimiyetine girdi. Günümüz buluntuları gösteriyor ki sadece denizcilikte değil, AİGAİ gibi dağlarda kurdukları kentlerde hayvancılıkta, tarımda da çok ilerdeler. SON NOT: Kentin adına son kez M.S. 5. yüzyıla ait Piskoposluk listelerinde ve Hierokles ’in Gezi Rehberi’nde rastlanmaktadır. Tahminlere göre, Aigai, diğer bir dağ kenti olan Temnos  gibi M.S. 7. yüzyıldaki Arap  akınları nedeniyle terkedilmiştir. Kentteki en son iskan ise sadece Demir Kapı ve ardındaki sınırlı bir alanda yer alan; 12. ve 13. yüzyıla tarihli küçük bir geç Bizans  kale-iskanıdır. Bu dönemi ise kentte küçük bir kilise temsil etmektedir. Söz konusu Geç Bizans  iskanı da 14. yüzyılın sonlarında Manisa  ve çevresini ele geçiren Saruhanoğulları  tarafından terke zorlanmıştır.

  • Sonsuza Değin…

    Şenol YAZICI * -Sonsuza değin yaşamak ve hiç yaşlanmak istemiyorsan insanlığa payda olacak güzel bir şey yap- Hayat en çok hüznüyle anlamlıdır, gelir bana. Melankoli değil hüzün… İlk duyumda öyle sansak da, şiddetle, acıyla, korkuyla dolu anlar değildir onlar. Yaşarken mutlu olduğunuz, ama bir nedenle ayrıldığınız, belki hak etmiş, belki etmemiş, ama sonuç olarak elinizden kayıp gitmiş ya da gidecek, kalması olanaksız güzel zamanlardır hüzünlü anlar gerçekte. Hüznü duyumsamak engelleyemediğiniz zamanı daha çok hissetmenizi, beyninizin derinlerine iyice kazınmasını, anı daha çok yaşamınızı da sağlar. Aklınız yarını ya da görülmeyeni; gerçeği görmüştür, yani o paramparça haliniz öngörünüzün boyutudur. Elinizden bir oluktan akar gibi kayıp giden zamanın, bin yıllık ömrünüz, karun kadar zenginliğiniz olsa da artık hiç yaşayamayacağınız, geriye gelmeyecek, belki de gelmemesi gereken son ve tek AN olduğunu en derinden hissetmektir hüzün. Örneğin gösterişli bir yazdan sonra sökün eden sonbahar, örneğin kızınızın düğünü, örneğin istemeden yitirdiğiniz sevgiliyle karşılaşma, örneğin mutlu mutsuz, uzun kısa... bir ömürden sonra yitirdiğiniz sevgili annenizi mezarına koyduğunuz an... Belki de bir dahası olmayanı altın varakla çerçeveletip sonsuza değin yaşatmaktır hüzün. Üzüntülerinize değil, hüzünlerinize iyi sarılın, onlar ömrünüzün, size ne olduğunuzu anımsatacak, böylece dirilmenize katkıda bulunacak andaçları, sizi gülümsetecek ender mavi anlarıdır. O mavi anlar ne kadar çoksa o denli güzel ve hissederek yaşadınız demektir. Öyle yaşamışsanız, kaygınız olmasın ömrünüz de uzun olacaktır. Çünkü hayat toplamda sayıya değil, niteliğe bakar. Derler ki kargalar 300 yıl yaşar, bazı kelebeklerse bir gün... Bakın anılarınızın muhasebesine... Son elli yıldan kavşaklar vardır aklınızda, en çok da keşfetme delisi çocukluğunuz... Uzunluk kısalık değil, hiç yaşlanmamak mı asıl derdiniz? O da kolay. Her öğün kurbağa bacağı, akşamları üç takla ya da diyet filan... Değil elbet, bizim kurbağa çiftliğimiz mi var, daha kolay bir yol olmalı: Bir şey yap, tümüyle kendini insanlığa kurban et demiyorum, sana keyif verecek ama insanlığın yararına da olacak alışkanlıklar geliştir, içinde arayan herkesin kendini bulacağı, ortak payda olacak bir şey olsun... Hiç tasalanma hangi "büyük" konuyu seçsem diye; varolan her ayrıntı sonuçta bir insan hali değil mi? Sonra da en güzelini yap; Julio Iglesias gibi... *** Yıldız dolu lacivert bir gece, hava ıhlamur ve iğde kokusuyla yıkanırken, bir parkta gençlik aşkınızla karşılaşsanız ne yapardınız? Talimliyseniz yapacak çok... Ben hüzünlendim. Genel eğilimin aksine bahara daha çok hüznü yakıştırırım. Talimsizlerdenim ya da bir o derste sınıf geçemedim. Bakmayın siz, hile yapmıştım aslında, ben o dersten hiç geçmek istemedim ki... En bayıldığım haldir o sersemleten hüzün, yüreğimin ve aklımın unuttuğum ne kadar cebi varsa hepsini dolaşırken, hissettiklerimle yarı sarhoş, belki başka bir zaman göstermekten utanacağım, olabilecek en güzel insan halimin uyandığını, gözlerimden bile taştığını düşünürüm... Eminim herkes bilir, aşkın varlığı değil, oluşması, bitişi ve anımsaması güzeldir. Herhalde onu yaşlanmaktan korumaya, genç ve diri tutmaya hiçbir zavallı insanın aklı ve yüreği yetmiyor da ondan diyorum. Benim karşıma çıkan gençlik aşkım, düşündüğünüz gibi değil, bir şarkıcıydı. Karşılaşmamız milyon olasılıktan biri bile değildi, ben onu severken. Şu an bile onu öyle capcanlı etiyle kemiğiyle karşımda gördüğümü düşünmek bir sanrı gibi inanılmaz geliyordu. Oysa çoktandır dünya konserleri bağlamında İstanbul'a gidip geliyormuş. Dünya ne çok değişmişti, biz, yani OYluk ve tüketiciden başka etiketi olmayan geniş kitleler farkına bile varmadan. Ne kıtalar kalmıştı, ne uzak yıldızlar... Küresel burjuva para görmesin, çok gitmez Mars'ta tezgah kurar, ayran satardı yakında. Dünya minnacık bir küreye sığdırılmış ortalama bir köy artık. Kuşkusuz ekonomisiyle, kültürüyle hazır olana; bakmayın bizim hala yumurtamızı dünya sanmamıza, mağaramızın duvarına resimler çizmemize... Bizi de bıraksalar bak neler yapardık... Yapacağın varsa da onlardan icazet alacaksın olunca, ne Şamın şekeri ne Arabın yüzü der olursun. Sebep olan utansın. Bizim kuşağın gençlik idolüydü, kadife sesli, yakışıklı İspanyol şarkıcı... Salt olağanüstü sesiyle değil, Akdeniz’in şanslısına özgü içinden parlayan sağlıklı yakışıklılığıyla, o inanılmaz yaşam öyküsüyle de salt bizim değil tüm dünyanın sevgilisiydi tam adıyla Julio José Iglesias de la Cueva. Julio Iglesias 1943'de Madrid'de doğmuş, şarkıcı, söz yazarıdır. 300 milyondan fazla satan albümleri 14 farklı dile çevrildi. Başarılı müzik kariyeri boyunca 2600'dan fazla platin ve altın plak sahibi oldu. Gençliğinde Real Madrid genç takımında kaleci olarak oynarken 1963 yılında geçirdiği trafik kazası sonrasında doktorlar bir daha yürüyemeyeceğini düşünseler de sağlığına babasının armağanı gitara sarılarak kavuştuğu bilinen efsane... 1971'de Isabel Preysler ile evlenmiş ve Chabeli Iglesias, Julio Iglesias, Jr., Enrique Iglesias, adlarını taşıyan 3 çocuk sahibi olmuş, Enrique şimdi babasının izinden yürüyen şarkıcı olsa gerek. 1979 yılında ayrılıyorlar. 1981 yılında babası Julio Iglesias Puga, Sr Bask teröristleri tarafından kaçırıldı fakat iki hafta sonra canlı olarak bulundu. 2010'da 20 yıl süren ilişkilerinin ardından Miranda Rijnsburger ile evlendi. Çiftin üç oğlu ve ikiz kızları olmuş. İlk olarak Ankara'ya üniversite için geldiğimde, şimdi bir değerli hüzün heykelim olarak aklımın sandığında sakladığım bir arkadaşımın sayesinde tanımıştım onu. Zamanla, herhalde yaşlanmıştır artık, ne işimize yarar ki diye düşündüğümüzden mi ya da artık biz sadakati ezberimizden silmiş, keşfetmenin dayanılmaz hazzıyla başka sevgililer bulmuş olmamızdan mı, yoksa yaşam gailesinin bizi boğmasından mı, Julio Iglesias müzik arşivimizde giderek daha az yer alır olmuştu. Sonra inanılmaz gerçekleşti. Julio'yu hiç aklımda değilken bir bahar akşamı, gökyüzü yıldız yağarken ve hava hanımeli, iğde ve ıhlamur kokularıyla yıkanırken Bursa Kültür Park'ta kollarımın arasında bulacaktım. Herhalde bayılmayayım diye bir de bana şarkı söylüyordu, o Latin yüzünde geniş bir gülümsemeyle... İnanmadınız değil mi? Aradan birkaç yıl geçmiş olsa da ben bile o muhteşem rastlantıya, Tanrı beni bu kadar sevmez diyerek hala inanmazken, doğal sizin haliniz... Ama oydu. Birkaç yüz kişinin ancak yer bulabildiği açık hava konserine ağlamama, sızlamama dayanamayan bir polis ablanın yufka kalbine sığınıp zor girmiştim ve bir saate yakın dinlemiştim. Ne mi hissetmiştim? Çok hüzünlendim. Korkunç keyif alarak hüzünlendim. Gözlerim yaşararak izlediğim Julio'nun sesi yine öyle muhteşem bir bordo kadifeydi. Yanık tenini en iyi gösteren koyu renkleri, siyah ya da lacivertin içine beyaz giyerdi, gene öyleydi. Hala çok yakışıklıydı. Ne var ki ben onu gençken sevmiştim, o hali arıyordum. Başkalarıyla yarışmak ciddi bir sorun değildir, ama kimsenin ölenlerle ve kendi gençliğiyle yarışma şansı yoktur, elbette onun da... Bedeni zamandan nasibini almıştı, neonların loş aydınlığında bile ellerinde ve yüzünde ışığı yutan yaşlanmayı, hareketlerine çöken ağırbaşlılığı görebiliyordum. Tanrının onu muaf tutacağını, zamandan etkilenmeyeceğini düşünüyormuşum demek ki... Bana bütün gençliğimi şarkılarıyla gezdirirken, ne çok şey yaşadığımı düşünüp, henüz hissetmediğim ya da kabule yanaşmadığım yaşlılığın tam kapının önünde, ete kemiğe bürünmüş beni de beklediğini dehşetli bir ayılmayla hissedecektim. Gençlik aşkım son bir iyilik yapmıştı bana. Kapıdan çıkarken, hüznüm dağlar kadar olsa da yaşlanmak bana o denli girilmez bir ülke gibi gelmiyor, tanımlayamasam da bir güzel yanı olduğunu, hayata hakkını verene çok şey kattığını düşünüyordum. Yaşlanmak zor değildi. Dahası beylik deyişle ölümsüzlük de… Kuşkusuz seni uzunyaşar kılacak insanlığa ortak payda olacak bir şey üretmişsen… Julio bunu başarmıştı. Elbette her insan kaçınılmaz bir biçimde yaşlanıyordu, ama kimi insanlar ölüme bile güzel gideceklerdi. Julio onlardan biriydi. Siz karar verin, Julio yaşlanır mı? Bin yaşında olsa bile... Sanmam ki sanatçının yaşı insan yılıyla ölçülsün. * Bahar, 2009

  • GÜÇ

    Mehmet ÇOBAN * Ankara Yenişehir Sağlık Koleji'nde 1972 Nisan ayının ilk günleriydi. Dışarıda ağaçlar ilkbahara hazırlanıyordu. Kuş cıvıltısı, iğde ve gül kokuları; ders aralarında, sınıfı havalandırmak için açılan pencerelerden içeriye doluyor; sanki bahar, hazır olun ben geliyorum, diyordu. Ankara'nın siyasi havası ise kasvetliydi. Bir yıl önce devletin egemen güçleri tarafından; ordu aracılığı ile “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.; buna dur demek gerek” denilerek, Demirel Hükümeti’ne muhtıra verilmişti. Muhtırayı yiyen Demirel şapkasını alıp gitmişti. Yerine başbakan olarak Nihat Erim atanmış, anayasa askıya alınmış, demokrasinin üzerine şal örtülmüştü. Erim Hükümeti; aydınların, yazarların , devrimcilerin, gençlerin üzerine balyoz gibi inmişti. Solcu üniversite gençliğinin bir kısmı, anarşist oldukları gerekçesiyle sıkıştırıldıkları yerlerde infaz edilmiş, çoğu ise tutuklanmıştı. Muhtıranın üzerinden bir yıldan fazla geçmişti. 12 Mart’ın etkileri her yerde hissediliyordu. Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından ölüm cezasına çarptırılan 18 gencin dosyaları, Yargıtay tarafından incelenmiş, 15 kişinin cezaları, ömür boyu hapse çevrilmiş, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam kararlarıysa onanmıştı. Artık bütün dikkatler, bu kararları onaylayıp onaylamama konusunda karar verecek olan TBMM'nin üzerindeydi. Deniz Gezmiş, hapiste; Gazeteci Ergin Konuksever'e yaptığı açıklamada: Türkiye'de faşizm güçlüyse bizi asarlar, diyordu. Sınıfta, Fizik öğretmeni, Suphi Dayıoğlu ders anlatıyordu. Duran bir varlığı hareket ettiren, (sandalyeyi kapıya doğru sürüklüyor, sonra onu çekerek geri getiriyordu) hareket etmekte olan bir varlığı durduran, (her zaman çantasında taşıdığı yuvarlak keçe silgisini yuvarlıyor, silgi yuvarlanırken yakalıyordu) varlıkların yönünü ve doğrultusunu değiştiren, (sandalyeyi ileri doğru iterken birden yönünü sağa ya da sola çeviriyordu) esnek varlıklar üzerinde şekil ve hacim değişikliği yapan, (çantasından bir sünger parçası çıkarıp, buruşturarak avucuna hapsediyordu) sebebe güç denir. Sınıfın büyük çoğunluğu dersi dinliyordu. Ama dersle hiç ilgisi olmayanlar da vardı. Bir arkadaş, defterinin arasına bir çizgi roman koymuş, kendini onun büyüsüne kaptırmıştı. Birden onu fark etti; hemen tepki vermedi, görmezlikten geldi. Kafasında bir plan kurdu. Yüzü tahtaya dönük, geri geri giderken ders anlatmayı sürdürüyordu: "...evet arkadaşlar, toparlarsak; duran bir varlığı hareket ettiren, hareket etmekte olan bir varlığı durduran..." Tam burada, arkadaşın yanına gelmişti. Bir kaplanın avına saldırır gibi üzerine atladı, sürükleyerek tahtanın yanına getirdi. Suratına yumruğu yapıştırdı. Dövmeye devam etse; arkadaşın suratında şekil değişikliği yapacaktı! Durdu. -Söyle bakalım, Deniz Gezmiş senin neyin oluyor? Arkadaş şaşırmıştı. -Hiç bir şeyim olmuyor hocam! -İyi düşün mutlaka bir şeyin oluyordur; akraban, arkadaşın yoldaşın... Onlar da derslerine bakmayıp, olmadık haltlar karıştırdıkları için şimdi bu durumdalar, yalnız aranızda bir fark var, onları tavukla, börekle besliyorlar, sen ise kurtlu zeytinle, taşlı bulgura talim ediyorsun. Bu sırada zil çaldı, fizik dersi sona erdi. Ben bahçeye çıktım. Türkiye'de güçlülerin, güçsüzler üzerindeki etkisi ve yaptırımları devam ediyordu. * 03.02.2023

  • AYVALIK MELEKLERİ

    Şenol YAZICİ * Dinsel bakışa göre, insana dini tebliğ eden p eygamberle yetinmey ip yardımcı olacak roller de düşünmüş Tanrı. MELEKLER bununla görevli. Onları kimi iki omuzda yeralan Kramen Katibin melekleri gibi attığı adımla ilgili uyaran, sonuçları da kaydeden ya da Münker ve Nekir gibi, insanı kıyamete kadar kabirde sorguya çeken melekler görürken bazen Azrail gibi can alıcı, Cebrail gibi vahiyleri getiren, İsrafil gibi Tanrının yardımcıları rolünde de görmek mümkün. "GÖRMEK" deyişi sözün gelimi, dünya kurulduğundan bu yana "sananlar" olsa da melekleri gören olmamış. Her dinde ortak p aydadır melekler. Bazı dinlerde meleklerin p eriler ve cinler gibi küçük ayrıntılarla ilgilenen yardımcıları da olur. Öyle ya, cami duvarına işeyen sarhoşu çarpmak için koca bir melek asli görevinden mi vazgeçsin, ona bir p eri ya da cin yeter.Bu melekler herhalde cinsiyetsizdir, çünkü bu özelliklerinden çok söz edilmez, ne var ki kimi melek ve periler kız kimileri de erkek olarak tasvir edilir. DÜNYA böylece en senkronize bir biçimde ahenkle döner. Yalnız bir melek vardır ki Tanrıyla ya da onun elçisi peygamberlerle bilek güreşine tutuşmuş gibidir. İşi gücü Tanrının emirlerine kafa tutmak olan bu meleğin doğal görevi de insanı yoldan çıkarmak üzerinedir. Ona bir melek bile denmez , onların zıddı gibi tanımlanır.: ŞEYTAN Ayvalık'ta meleklerin adıyla anılan birkaç yer var. Konu melekler olunca ben yazmakta siz de okumakta zorlanacaksınız biliyorum. Ne var ki kolektif insan zekasının bir örneği olan bu oluşumları takdirle karşılayacağınıza da eminim. Belki bakarsınız sizde de yaratıcılığın ampulü yanar. Ezelinden de vardı; Örneğin Taksiyatris kilisesi. Ayvalık merkezde onarılıp ziyarete açılan kilise bu. Koruyucu baş Melekler olan Cebrail ve Mikhail diyeceksiniz, daha doğal ne olabilir? Peki lanetli melek ŞEYTAN'a ne dersiniz? Hani Tanrı'nın lanetlediği, insanları yoldan çıkaran, her kültür ve dinde aşağı yukarı adı başka başka olsa da aynı özellikte tanımlanan, kutsal kitaplardan çok önce de MISIR tanrısı Set zamanından beri var olan İBLİS, ZEBANİ, LUCİFER... gibi adlar alan Cehennemin bekçisi olan ŞEYTAN bu... Ayvalık dünya güzeli, sorunsuz, huzurlu bir tatil beldesi. Genelde zor durumdaki insanın Tanrıyı daha çok andığını düşünürsek hangi bakışla meleklerle uğraştığını anlamak zor. Ayrı bir uzmanlık işi... Ayvalık'ta ŞEYTAN sahiplenme o kadar ki, hiç saklamaya, gizlemeye de çalışmamışlar izlerini, övünçle göstermişler . Kimisi lakap edinmiş, kimisi de işletmenin adını öyle koymuş. Çok da isabet etmiş, örneğin ŞEYTANIN KAHVESİ' anlatılmaya başlandığı zaman bana bir hal oldu... Hadi görelim diye ısrarımı görmeliydiniz. Ne ummuşsam; ŞEYTANı okey başında taş çalarken görecektim sanki. Hele ŞEYTANIN SOFRASI. Öyle tıklım tıklım dolu ki bir arsa fiyatına ancak park edebileceğiniz arabanıza, yer bile bulmak mucize... Demek ki amacına ulaşmış. Bunun araştırması yapılmış mıdır bilmiyorum ama çok yerde melekler yumuşak imgeleriyle, insana yardımcı algılarıyla her yerde sevilen, kanatlı çoğu kız bebekleri gibi tasvir edilip, el üstünde tutulurken, ŞEYTAN lanetli bir günahkar ergin gibi anılmaz bile. En basitinden Melek diye bir insan adı vardır ama ZEBANİ olsa olsa kötü bir insanı tanımlamak için ancak arkasından söylenebilen bir sıfattır olur herhalde. Ayvalık ŞEYTANı sahiplenmiş, en güzel beldesine , ad ünvan ya p mış. Merak ettiğim,  hangi ya da nasıl kültürler ya da nasıl ruh hali melek ya da şeytan logosunu severek kullanır? Ayvalık'ın güzelliğine, esnafın memnuniyetine, zeytinin ve yağının bereketine, sokakların kalabalıklığına bakıp da karar verilebilir mi; iyi durumdakiler mi, kötü durumdakiler mi ŞEYTAN imgesini kullanır? ŞEYTAN SOFRASI - Şeytan Sofrası, Ayvalık ilçe merkezinin 8 km güneyinde, Sarımsaklı yolunda bulunan çevreye hakim bir kayalık tepenin üzerinde yer almakta. Bu güzel yerin "Şeytan" adını ve tepeyi iki ayrı başlıkta değerlendirmek gerekli. Tepe sönmüş bir volkan ağzı olup, Şeytan Sofrası diye anılır. Biraz mantığı tutarsız bir hikaye olsa da bildiğimiz Şeytan'la ilgisi olmayan, belki içerdiği kurnazlık nedeniyle dolaylı bir bağ kurulabilecek masum bir söylence var. " AYAK İZİ" denilen yerse eski bir lav birikintisi kayalardan birinin üstünde yağmur sularının birikip derinleştirdiği bir biçimsiz iz... Ben diyeyim avuç içinden biraz daha büyük bir oyuk, sen de sıcak lava basmış bir dinozor ayağı ya da ŞEYTANIN AYAK İZİ... İşte bu uzgörüş işin rengini değiştirmiş, O kaya bir YATIRa dönmüş. Yakında dünyanın kutsal yerlerinden biri ilan edilip UNOSCO tarafından koruma altına alınırsa şaşırmayalım. Yükseltiden tüm Ayvalık Adaları ve Midilli adası manzarası gözükür. İKİ YANI DA deniz olan lagünün ortasından geçen, çam ağaçları arasından bir volkanik tepeye tırmanan bir yolla gidiliyor ŞEYTAN SOFRASIna. Türkiye’de güneşin batışının en güzel izlenebileceği yerlerden biri olan Şeytan Sofrası, çam ormanları kaplı ada siluetleriyle süslü muhteşem bir manzara ortaya seriyor. İçinde kafe ve lokanta olan Şeytan Sofrası'na günün hemen her saatinde gidilebilse de bu görsel şöleni yakalamak, fotoğraf çekmek ve manzaranın tadını çıkarmak isterseniz güneşin batış saatlerine yakın gitmelisiniz. KUTSALIN OLSUN DA TAŞTAN OLSUN Yirmi, otuz yıl önce de Ayvalık'ın popüler yerlerinden biriydi, ne var ki insanlar gelir, fotoğraf çeker, yemeğini yer çeker giderdi. Kimsenin aklına dualarla çaput bağlamak, dilekte bulunmak gelmezdi. Bugünse bu halde. Herhalde dinimizi yeniden keşfediyor, inançları yeniden yorumluyoruz? Şeytan Sofrası tam bir yatır olmuş. Olmuş da dua edilen kim? Allah adamı çarpmaz mı? Halkın madeni para atarak, çaput bağlayarak, dualarla andığı, Tanrı'nın gözüm görmesin dediği, kovduğu, işi gücü insanın aklını çelmek, kötü yola saptırmak olan, Hava Ana'mızı bile yoldan çıkaran cehennemlik meleğinden, Şeytan'dan söz ediyoruz. İşin komiği gene Tanrı'nın adıyla dilek diliyor yardım bekliyoruz. Hamidiye Camisinin avlusunda yatan gerçek şehide dua eden kimseyi göremezken... Her ilginç yerin bir efsanesi vardır mutlaka. Bunun da kahramanı Penelope... Bu Homeres'un yazdığı İlyada ve Odysseus'daki, Odysseus'ın karısı, kocasını kilim dokuyarak bekleyen Penelope değildir ama. Rivayet odur ki; Ayvalıklı bir Rum kadın Penelope... Kiliseye karşı geliyor. 1500'lü yıllar, Avrupa'da Rönesans bütün hızıyla yükselişte, ama Ayvalık sonuçta bir ön Asya coğrafyası, bu tarafa gelmesi rötarlı olacaktır elbet. Hala yaşanan ortaçağ... Ayvalık’ta ağır bir kuraklık hakim. Sonuçta kıtlık başlıyor. Halk da bunun Kiliseye karşı gelen Penelope yüzünden olduğu düşünüyor, kadını yok etmek için toplanıp ellerinde meşalelerle yaşadığı tepeye yürüyor. Penelope bir ŞEYTANLIK planlıyor, gelenlere çok zengin bir sofra hazırlıyor. Kuraklık ve kıtlık yüzünden uzun zaman aç kalan halk, güzel sofrayı görünce niçin geldiklerini unutup yiyeceklere hücum ediyor tabi. Penelope de bu durumdan yararlanarak kaçıp kurtuluyor. Bu nedenle de buranın adı, Şeytan Sofrası kalmış. Akla yakın, yerin adının gerekçesi olabilir. Şeytan'la ilgili ise Zeus'un da işe karıştığı bir söylence var ki... Her kültürde, her dinde varolan şeytan mitolojide olmaz mı? Yok artık, dersiniz... O nedenle onu da aktarıp bu gece uykularınızı şeytanla doldurmayayım. Avuntum var ama Yahova Şahitlerindeki Şeytan anlayışı şöyleymiş: O YOLDAN ÇIKMAYA MEYLİ OLANIN KULAĞINA FISILDAR. Sizin öyle bir meyliniz yok değil mi? Ortada olan bir gerçek var ama şeytandan ne umulur, ne bulunur bilmem fakat tam bir yatır bura... Çaputlar, paralar, dilekler, dualar... İŞTE ŞEYTANIN AYAK İZİ Şeytan Sofrası'na bu ünü kazandıran ayak izine benzer bu çukur. ...ve madeni paralar Gerçekte bir volkanik tepe burası . Ayak izi sanılan da katılaşıp kaya haline gelen lav birikintilerinin su tutan bölümü... içi madeni para dolu. " AYAK İZİ" denilen yer eski bir lav birikintisi kayalardan birinin üstünde yağmur sularının birikip derinleştirdiği bir biçimsiz iz. Kayanın üstünde ben diyeyim avuç içinden biraz daha büyük bir oyuk, sen de sıcak lava basmış bir dinozor ayağı ya da ŞEYTANIN AYAK İZİ... Sonra da en bilgiç halinizde ...lav sonradan katılaşmış, kaya olmuş, diye anlatırsanız, size inananlar artacaktır. O arada dikkat edin ama, teknoloji şeytanı çocuğun biri çıkıp da "...Ya şeytanın ayağı? iz bırakıyorsa maddi demektir, maddi ise o ısıda erir. Hem şeytansa o kadar akıllı, uyanık... basacak başka yer mi bulamamış, bilmem kaç 1000 santigrat lava basmış..." Hiç takmayın, hatta gürültüye getirin, onun söylediklerinin başkalarınca anlaşılmasına izin vermeyin, siz anlatmayı sürdürün. Yok gene de çocuğa engel olamadınızsa en iyisi tası tarağı toplayın, tüyün; ahali uyandı demektir. İşte bu uzgörüş işin rengini değiştirmiş, O KAYA BİR YATIRA dönmüş. Yakında dünyanın kutsal yerlerinden biri ilan edilip UNOSCO tarafından koruma altına alınırsa şaşırmayalım. Ayvalık'ta Şeytanla anılan, üstüne üstlük iyi anılan birçok yer var. Bunlardan biri de bir kahve... ŞEYTANIN KAHVESİ Namık Hoca beni bilgilendirmek için Ayvalık'ın ilginç yerlerinden söz ediyordu. İlgiyle dinlediğim ŞEYTANIN KAHVESİ'ni öylesine merak ettim ki, hemen gidelim dedim. Ne göreceğimi sanıyorsam... He öyle olmadık şeyler beklerim ama, herhalde şeytanı okey başında oynarken görecek değildim. Daha önce defalarca geçtiğim "Arabacılar Pazarı"ndan geçtik, Çınarlı Caminin yanından, daracık sokaklardan dolaştık, hemen orda sırtı Ayvalık çarşısına dönük köşedeydi. Şimdi anlaşıldı: Olmadık bir yerde namı olmasa kimsenin gelmeyeceği bir köşede... Bir üzüm asmasının sardığı ağacın dalına tutturmuşlar Şeytan'ın temsili heykelini. Heykel de denmez, kukla gibi bir şey... Hiç de etkileyici değil, oysa şeytan mitosu karizmatiklik üzerine kuruludur. Yoksa bu halde Havva Anamızı nasıl yoldan çıkarırdı. KORUK ÜZÜM SUYU da satıyorlar. Çok mayhoş olabileceğini düşündüğüm suyunu içmek istemedim ama arkadaş o kadar övdü ki... İçtiğimde korktuğum gibi olmadı. Bolca şeker atılmıştı içine. Üzüm aromasını yok edecek kadar hem de... Başka türlü de cesaret isterdi onu içmek herhalde. ...ve doğal olarak o kadar da pahalıydı.. Dışarıdan belliydi. Adı gibi ilginç bir yere benziyordu. Arkadaşım bahçede oturmuş, çayımızı söylerken içeriye bakındım. Neler yoktu ki? Plaklar, kasetler, eski film afişleri, kitaplar, eski silahlar, hatıra fotoğraflar, çalgı aletleri, makineler, bin türlü eski eşya... Sanırım bir çoğu sigara yasağından önceden kalmaydı, nikotine boyanmış halleri olduğundan daha eski görünmesine neden oluyordu. Bir kenarda, Recai Şeyhoğlu'nun annesiyle kurduğu kitaplıklara örnek "Rasime Şeyhoğlu Aydınlanma Köşesi" bile vardı. Kahve değil envaı çeşitten koleksiyoner. Dayanamadım, "Bu ilginç adı nerden buldunuz? " diye sordum oğluyla çalışan mekan sahibine. Alışmış, anlatmayı seven bir adam, "150 yıldır lakabımız, dededen toruna..." dedi. Başka bir şehirde görmüştüm. Balkan kökenli bir aile "Tilki"yi soyadı olarak almıştı davayla, gururlanıyordu da. Kültürleri anlamak zor; çoğu yerde birine "arslan" filan diyebilirsin de, "tilki", "şeytan" ya da "köpek" desen hakaret sayar. Oysa Selçuklunun bir veziri var; Sadettin Köpek, Adıyla müsemma; adam yönettiği kavmi yani Türkmenleri kılıçtan geçirsin diye Moğol'dan yardım ister.

  • Dalgalanma

    Fadime Y. KAROĞLU * Nil suyu denizde Yel değse kıyıya vuracak Deniz kuşları dalgalanmada. Postacı izinleri yalnızlığım Boyuna Aynı sokağı dolanmada. Kuğu gibi süzüluyor Sularda biteviye gemiler Dalıyor dalıyorum... Boğazın en derinine Anılar körpe bir dal gibi Zihnimi ırgalıyor. Bedenim kuş hafifliği Yüze vuruyor. Balıkçıyı yormayan Teslimiyetim.

  • Bir Tiyatrodur Hayat

    Fuat ÖZGEN * Bir tiyatrodur yaşam Sahne dünya, oynayan insan Dram olur, trajedi olur, komedi olur Şansa Kimi hayatının oyununu oynar Kimi sıradan figüran Oyuncunun rolünü unuttuğu da olur Yönetmenin oyunu değiştirdiği de İzleyicinin oyuna karıştığı da Dramdan komediye Komediden trajediye kaydığı da Biletsiz izlenir ama Bedel yaşanırken ödenir Yaşam oyunu işte Kimine hay hay Kimine vay vay

  • Geleceğini Geçmişiyle Kuran Varlık: İnsan

    Ibrahim Ortaş * "Primum vivere.. deinde philosophare.."    Yani...  "Önce yaşa.. sonra felsefe yap..." - Felsefeci Prof. Dr. Afşar Timuçin Hocanın anısına- Ç.Ü. Felsefe grubu tarafından düzenli aralıklarla düzenlenen felsefe festivalinin 10 Mayıs 2019’da beni oturumu yönetme/kolaylaştırıcı olarak önerdiler. Festivalin konuşmacı olarak Prof. Dr. Afşar Timuçin hoca davet edilmişti. Hocanın konuşması “Geleceğini Geçmişiyle Kuran Varlık: İnsan” üzerineydi. İlgimi çeken konuşma sırasında aldığım notlar, festivaldeki değerlendirmeler konusunda aldığım notlar ve dağarcığımdaki bilgiler ile harmanlayarak yazdığım aşağıdaki yazıyı paylaşmamıştım. Afşar Timuçin hocanın ölüm haberini bu sabah gazetelerden okudum. Işıklar içinde uyusun. Hepimizin ufkunu açtı. 2019 yılına yazdığım ve paylaşılmamış yazımı hocanın anısına bilginize sunuyorum. Keşke daha önce zaman bulup yayınlasaydım. Bu arada Çukurova Üniversitesi Felsefe gurubu bu konuda önemli bir gelenek başlattı. Devamını dileriz. Kendilerine ve değerli Prof. Dr. Afşar Timuçin hocama saygılarımla     “Geleceğini Geçmişiyle Kuran Varlık: İnsanın Tarihi Yolculuğu Ciddi Bir Öğretidir Homo Habilistan Homo Rudolfensisa , Homo Erektustan Homo Sapiense ve Homo Sapiens Sapiense günümüze kadar geçen yaklaşık 2 milyon yıllık süreçte insan yer yüzeyinin kaderini kendi lehine değiştirdi. İnsanın insan olması süreci son 20-15 bin yıllık süreçte bilerek ve isteyerek doğayı önemli ölçüde anladı ve kısmen de manipüle etti. İnsanın milyonlarca yılda doğadaki evrimi ve alet yapabilme becerisi, düşünmesi (kurgulama), muhakeme etme yeteneğini kazanması ile diğer canlıların bir adım önüne geçti. Zaman içinde teknoloji üretme ve kullanma becerisini artırma gücüne ve oranına bağlı olarak doğayı kontrol altına almaktadır. İnsanın diğer canlılardan önemli farklarının başında ellerini diğerlerinden daha etkin kullanması gösterilebilir. İnsanın temel ihtiyacı olan gıda güvenliğini garanti altına almak için doğadaki besleyici ürünleri ekip dikmeyi el faaliyetleri ile üretmeye başlaması “tarım devriminin başlangıcını oluşturarak. Muhtemelen öğrendiklerini yıldan yıla geliştirerek daha yetenekli bir hale gelmiş olabilir. Hatta öğrendiklerini bir birine aktararak tarım öğretimini de yapmış olabilirler. Ekip dikme işlemi sayesinde gereksinim duyduğu gıdalarını sağladıktan sonara onları muhafaza etmeyi ve uzun sürede korumak içinde doğadan da esinlenerek çanak çömlek yapmayı öğrenmiştir. Doğadan gördüğü öğrendiği malzemeleri taklit ederek birçok malzeme üretmesi ile sürekli gelişen zihinsel yapısı nedeniyle daha çok üretici durumuna da dönüşmüştür. Beyin üzerine yapılan çalışmalar insan beynini özellikle esinlenme, sorgulama ve düşünce faaliyetleri ile birlikte geliştiğini ve diğer insanların önüne geçerek daha rahat bir yaşam sürdürdüğünü göstermektedir. Sanatsal faaliyetler içinde olan duygularını harekete geçirip bir başka enstrüman üzerinden dönüştürenlerin daha yaratıcı oluğunu da gösteriyor. İsmail Hakkı Tonguç “El İşi Dersi” notlarında “uygarlıkların temelde el işi faaliyetlerine” bağlamaktadır der. İnsanın bir diğer önemli özelliği kendi gıdasını üretiyor olmasıdır. Hatta gıda üretme yanında ürünleri farklılaştırıyor da.  Locke (1700) “insan eğitimle insan oldu” der. Eğitimin insan yaptığı en büyük katkısı ise yaşamını ve içinde bulunduğu ortamı sorgulatır ve farkına varıla bilirliği arttırır. Fark etmek, farkın farkına varmak, görmek bir üst bilinç düzeyine erişmeyi sağlar. Belirli coğrafyadaki bazı insanlar 17 yüzyıla geldiğinde suyun buharlaşma gücünü keşfettiği andan itibaren yeni bir evreye geçmiş oldu. Sanayi devrimi süresince edindiği bilgisini arttırarak zamanla yeni teknolojiler geliştirerek Endüstri 4.0 ve 5.0 evresine geçiş ve bugün bizi iletişim teknolojileri çağını başlatmış durumdadır. Bu arada biyoteknoloji, nano teknoloji ve yapay zekâ kullanımı ile teknolojinin en ileri aşamasına kadar ulaşmış durumdayız. Bu arada dünyanın her tarafı uzay teknolojileri sayesinde keşfedilir ve bilinir oldu. Bütün bunların sonunda kişi başına artan enerji kullanım talebi için kullanılan yeraltı fosil kaynakları atmosferde sera gazlarının artması ve bunun sorucunda küresel ısınma gibi bir ciddi sorunla karşı karşıyayız. Küresel iklim değişimleri, kuraklık, su kaynaklarının daralması ile verim kaybının yaşanması, doğanın dengesi bozulmuş estetik değerleri kaybolmuş ve her şey kirlenmiş, ürünlerin kalitesi sorgulanır olmuştur. Alman asıllı Amerikalı gazeteci Henry Louis Mencken der ki “Bugünün problemleri, dünün çözümlerinden kaynaklanıyor” . Günümüzde geçmişe kıyasla insan aktiviteleri ve yönetimlerinden kaynaklanan çok ciddi çevre, ekonomi ve sosyal sorunla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu sorunlar maalesef dün insan tarafından yaratılan çözümlerden kaynaklanmaktadır. 1650 yılına 500 milyon olan nüfusumuz, 1930 yılında 2 milyar, 2021 yılında 7.8 milyara ulaşmıştır. Artan dünya nüfusunun doğa üzerindeki fiziki baskısı ve gıda talebinin giderilmesi için toprak üzerindeki üretim baskısı çevreyi ciddi olarak tehdit etmektedir. Hızla artan nüfus ve mega büyüklükteki kentlerin artması ve bir o kadar da çevre sorunları oluşmaktadır. Mega kentlerde yaşayan milyonlarca insan toplulukları berberinde istenmeyen ölçüde beslenme, barınma, işsizlik, çarpık kentleşme ve diğer sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlar ve sonunda her yönü ile yaşanması zor bir duruma gelindi. Günümüzde dünyanın hemen her köşesinde yaşanan ciddi çevresel, ekonomik, sosyal ve moral sorunlar insanlığı artık yormuş ve sürdürülebilir yaşam taşınamaz oluştur. İnsanlığın binlerce yıllık yaratığı üretim ilişkisi sonucu oluşan sonuç ne yazık ki çok da yaşanabilir dünya bırakmadı. Artan insan nüfusu ve kapitalist üretim ilişkilerinin yaratığı etkilerin doğal sonucu olarak tek tek insanlar ve toplumlar arasındaki ekonomik gelir sosyal gelişim farklılıkları oluştu ve günden güne aralarındaki makasını artık kapılamaz düzeyde iyice açılmıştır. Toplumların eğitimsel, ekonomik, sosyal olarak farklılaşması beraberinden oluşan siyasal sistemlerin toplumun büyük çoğunluğunu kapsamaması beraberinden artan çarpan etkisi ile çok farklı fay hatlarının oluşmasına neden olmaktadır. Dünyanın halen doğal ekosistemlerinde yaşayan ve hiçbir uygarlık geliştirmemiş toplumları var oluğu gibi bazıları uzaya saate 10 binlerce kilometre hızla gidiş geliş yapabilmektedir. Kimi her türlü ekipmanı matematik ve bilgisayar kullanarak yaparken, kimisi daha toplu iğne dahi yapmamaktadır. Dünyanın bu denli uç düzeyde gelişmişliği doğal olarak dengesiz ilişkileri ve sorunlarında oluşmasına da neden olmaktadır. Ancak ne yazık ki bunca soruna rağmen sorunların bilgi ve araştırma sonuçlarına bağlı olarak tartışılması ve insan doğa yararına çözüm üretme ekseninde uzaklaştığımızda bir gerçeklik oluşturmaktadır. Ülkelerin, toplumların ve insanların sorunlarının bilgi ekseninde tartışması ve açıklaması liyakat sahibi felsefi düşünme ve analiz yapma yeteneği ve metodu sahibi insanlar yerine maalesef bugün hemen her konuda yüzeysel fikir sahibi olan insanların doldurduğu sosyal medya ve basında adeta her gün boy gösteriyorlar. Özellikle ülkemizde bu denli ağır sorunların nedenleri ve çözüm önerileri ancak bilgi sahibi kişilerin enine boyuna tartışılması gerekirken, futbol taraftarlığı gibi konular okudukları literatüre bağlı kişiler tarafından adeta sorunlar gerçeklerden kaçırılmaktadır. Prof. Dr. Afşar Timuçin hocanın “Nerede İnsan Varsa Orada Umut Vardır” eserinin konusu olan insan günümüzün bütün maddi ve manevi varlıklarının yaratıcısıdır. İnsan var gördüğü bir karıncayı veya bir bitki parçasını doğanın önemli besin halkası olarak görürü onu korur. İnsan var bu ne işe yarar deyip öldürür. İnsan aklını nasıl kullandığına bağlı olarak yer yüzeyinde güzellikleri ve çirkinlikleri yaratabilmektedir.    Toplumların sahip olduğu alt ve üst yapı arasındaki ilişki ve bunun insana sunacağı yararlar ancak toplumların üzerinde işlev gördüğü tutum ekseninde belirli bir sistematize ile sağlanır. Söz konusu yapının sistematik bir şekilde analiz edilmesi ancak eleştirel ve sorgulayıcı dönüşüm ile yani felsefi yaklaşımla sağlanır.   Ekosistem Bütünlüğünü Görmeden ve Analiz Etmeden Yapılan Bütün Uğraşılar Doğanın Yasalarına Yenik Düşmektedir   Eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşım kişiye kendisini tanıma olanağı sunar ki kişiyi insan yapan unsurda sorgulama ve eleştirel süzgeçten geçmektir. Sokrates'in, "Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değer değildir" ifadesi bunun en güzel anlatımıdır. Günümüzde yaşadığımız birçok olumsuz olay sonucu daha iyi anlaşılıyor. Karadeniz’de para-ranta yenik düşmüş insan ve sistemin derelere doğanın kuralarının dışında ev yapması oluşan bütün gözyaşı ve kayıplar insan aklının basit bir sonucu olup sorgulanmadan işe başlandığı görülüyor. Bölgenin geçmiş iklim verileri, yaşanmış deneyimler ve bilimin öngörüsü dikkate alınmadan derenin içine yapılan yerleşim yerleri ve yollar bir yağışla yerinden kopartılıp denize sürüklendi.    Doğanın Merhameti Yok ve Gözyaşına da Bakmıyor. İnsanın kendisini tanıması ancak felsefe yapmakla yani sorgulama yaparak sağlanır. Antik Yunanlılar “Kendini tanı!” sözünü ilk kullanan ve felsefe yapan topluluk olarak bu ifadeyi tapınaklarının kapısına yazmışlardır. Yunus “kendini bil, sen kendini bilmesen bu nice okumadır” dizelerinde felsefe yamanın ta kendisidir. Bu bağlamda insanın kendisini tanıması ve farkına varması ancak felsefenin metodu olan sorgulama ve eleştirel okuma ve felsefe yardımıyla ulaşabilir. İnsanın geçmişten günümüze arayışı bir şekilde kendini tanıma ve varlığının farkına varma arayışıdır. Bu aydınlanma arayışıdır da. Aslında insan değer canlılardan farklı olarak kendi yaşamını kendisi belirliyor. İnsan kendi kaderini kendisi belirler denilen olgu. Ancak insanın kendi yolunu kendisinin belirlemesi, içinde bulunduğu ortamı ve zamanı analiz etmiş olması, farkındalığının yüksek olması gerekir. Tabii felsefi düşünce becerisine sahip olmasına da bağlı. İsviçreli düşünür Carl Gustav Jung’un (1875-1961) ifadesiyle “Hayatın akıntılarında yüzen hiç kimse dertsiz kalmaz” çıkarımından hareketle insanın yaşam yolculuğunda yolunu kaybetmemesi için önemli araç olarak ufuklar açmaktadır. Afşar Timuçin hoca, “insanı kendisini var eden bir varlık olarak bilinç ile var olmaktadır” diyor. İnsanın bilinç edinmesi ve tarih içinde yaşayarak ve tecrübeyle bilinç oluşturmakta ve kazandığı bilinç ile mutluluk ve erdem sahibi olmaya çabalamaktadır. Bilinç ve erdem bir üst kültürel birikim ile olmaktadır. Sıradan bir insan naif, insancıl ve merhametli olabilir, ancak onu açıklayamaz ve insanlık için önemini tanımlamayabilir. Bilinç yetkin olmayanınca ahlakta sözde kalmaktadır. Toplumun yaşadığı ahlakla ilgili birçok konuda bilinç eksenli ahlak yerine görgü ve kulaktan duyma ahlak anlayışıyla çıkara dayalı bir geçici yapı ortaya çıkmaktadır. Ahlak ve toplumsal normların çalışmamsı beraberinde birçok sorunu da doğurmaktadır. İnsanın kendisini var eden arayışında bilincin önemli bir yeri bulunmaktadır. Günümüzde yaşanan birçok sorunun temelinde bilinç kıtlığı ve yetersizliğinin bulunduğu anlaşılıyor. Bugünkü yetersizliklerin temelinde de kavramların yetirince anlaşılmamış olması ve be bu konuda eğitimimizin yetersizliği görülmektedir. Afşar hoca “kişi kullandığı kelime ve kavramları anlamamışsa bilinç ve yetkin bilinç sahibi de olunmamaktadır” diyor. Biraz yakından bakınca çoğu kişinin ne denli yetersiz olduğu ve çoğunluğunun da okumadığı ve kullandığı kelime sayısının yetersizliği hemen görülmektedir. Yaşanan tecrübeler maalesef birçok konunun ezbere konuşulduğu ve bilgi alındığı gibi analiz edilmeden ve anlaşılmadan karşı tarafa nakledilmektedir. Felsefe anlayışı bu bağlamda kafa ve kavram karışıklığının giderilmesinde önemli zihin açıcı süreçler ortaya koymaktadır.   Kendin Olmak Bedel Ödetiyor İnsanlık geçmişten geleceğe kendi var etmeye çalışırken elbette bedellerde ödemektedir. Ne yazık ki günümüzde hemen her toplumda “kendin olmak”, kendi görüşlerini özgürce savunabilmek, yanlışa yanlış demenin bedeli ağır olmaktadır. İnsan insanı sahip olduğu gücü ile kontrol altına almaya çabalamaktadır. İnsanın insanı köleleştirdiği ve bunu halen farklı bir biçimde sürdürdüğü dünyamızda çok ciddi bedeler ödenmiştir. Aynı şekilde insanın insanca yaşaması için dirençlerde halen devam etmektedir. Bu arayışta kendisinin farkında olan ve yaşamı cesur bir şekilde sorgulayanların ve araştıranların büyük ölçüde başarabildiği, diğerlerinin ise beşeri varlık olarak doğal beslenme ve çoğalama işlevinin görmenin ötesinde çok da geçemedikleri sıkça vurgulanmaktadır.   Dünyanın Sorunları Bilinen Yöntemlerle Çözülemiyor Son 42 yılda ikiye katlanmış dünya nüfusunun aş-iş ve barınma yanında diğer sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak bir öngörü ve planlamada yapılamadığı için sorunlar artık çözülemez ve taşınamaz oldu. İkinci dünya savaşından bu yanan dünyaya askeri, ekonomik ve toplumları kendi içinde kamplaştırarak norm vermeye çalışan ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri bugün kendi sorunlarını da çözemez duruma geldiler. Günüz dünyasında toplumların ağırlaşan sorunlarının çözümünde yeniden felsefeye yönelmemiz, yaşanılabilir bir dünya için felsefe yapmanın kaçınılmaz görülüyor. Mevlana’nın belirtiği gibi “yeni bir şey söylemek” gerekiyor. Yeni bir şey söylemek/söyleyebilmek, sorunları konuşturacak ve arka planını deşifre edecek tartışmaların sağlanması ancak felsefi sorgulama yaklaşımı ile mümkün olacaktır. Üniversitelerin bilimin her alanında yeniden felsefe yaparak sorgulatmayı ve çözüm önerilerini oluşturacak zihinsel süreçleri hareket geçirmesi gerekir. Bu bağlamda Ç.Ü. Felsefe grubu tarafından Mayıs 2019’da düzenlenen felsefe festivalinde konuşmacı olarak davet edilen Prof. Dr. Afşar Timuçin konuşması ve ufuk açıcı soruları çok öğreticiydi. Bu ve bundan önceki felsefi nitelikteki toplantıların kent merkezinde halka açık olarak yapılıyor olması bilginin toplum katında konuşulmasına da kapı aralamıştır. Bu girişim üniversite-toplum buluşması bakımından son derce önemli bir etkinliktir. Toplumsal farkındalığı artırmak için bu tür etkinliklerin devam etmesinde yarar bulunmaktadır.

  • Nevruz

    Şenol YAZICI * -Şiir: Şenol Yazıcı, Uyarlama: maviADA Seslendirme: Şenol Yazıcı- An, o andır; Buz çözüldü çözülecek, Nevruza iki adım var. Düşer göğün mavisine bir ışık, Açılır kör gözü yalnızlığın... Öyle bir kimsesizlik başlar ki bedeninde, Yanarsın ürpererek... Gözlerin... Kundakta cami avlusuna terk edilmiş sokak çocuğu, bir yavru kedi; bir keskin ustura... ve aç... Yol çeker gibi bakar. Uzar sessizlik... Ev, dört duvar, Üstüne gelir, sığmaz olursun. Bildik öyküler anlatmaz seni, Gün batmadan kurşuna dizilmek ister gibisin. Yerde Sümerbank halı, her ilmikte bir roman, Sende hayaller dünya kadar... Gavurun yazığı gelir... İçim gider: Hanımelleri akar, Akar tahta cumbalarından, Şimdi Mayıs, Çingeneler Zamanı; Havada el değmemiş bir cigan, Sarı güle keser ellerin. Yüreğini yüklenmiş bir ses, kan revan; Kendine iyi bak, demelerdedir. Zaman, güllerin katmerlendiği gün; yani bahar... İçin gider. Bu hal, hal değildir bilirim, Çarpacak duvarlar arar gibisin. En dağın doruğunda, tanrıya azıcık var, Rüzgar essin göğüslerinden Ve toprak yalasın sırtını... Dilersin. Bize, sonsuz baharlar gerek, Sen bir dağ ateşisin, bense deniz Eşkıya kesmiş yolu, dağlarım hala kar. Yanarız titreyerek... Uzaklarda o türkü, Bir eski gramofonda, “Hiç kimsenin, yağmurun bile, Böyle küçük elleri yoktur.” çalar. Şenol Yazıcı

  • Yaşar Kemali Anlamak

    28.02.2018 Şenol YAZICI * YAŞAR KEMAL'e salt bir yazar olarak bakansanız, kendi ekolünde sıfırdan başlayarak bir daha rastlanmayacak en yüksek zirveyi oldurmuş bir devdir. Nankörlüğün ve karşı çıkmanın rant getirdiğini gören mezar taşlarına sövmek en büyük kahramanlık ve en tehlikesiz olanı diye düşünenseniz abartılmış, moda siyaset övmüş der, ama her durumda sayfayı kapatırsınız. Başka bir biçimde olan ve başka zirveler oldurmuş ötekiler; Kemal Tahir, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Sait Faik, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk... gibi gururumuz olan sayısız örneklerden biri sayarsınız en çok... Bu kolaydır. Ya da tıpkı Cemal Süreya'nın yıllar önce yaptığı söyleşiyi izlemişseniz, konuk Mehmet Kaplan gibi " Yaşar Kemal romancı değildir," dersiniz, bu ise inanılmaz kolaydır; hatta öyle baktığınızda edebiyatımızdaki onlarca kalemden toplam bir romancı da çıkaramazsınız. İleri sürdüğünüz tezler de uzmanlığınızdan kuşku yaratarak havada kalır. * Mehmet Kaplan söz konusu söyleşide tezini "Çok tekrar yapıyor, kompozisyon yok, gerçek hayatta ağalar bu mudur," gibi edebi eleştirinin dışında örneklerle savunur. Bu romanı da bilmemek demektir, ROMAN her şeyden önce tıpkı BURJUVANIN öteki buluşları gibi kilitlendiği amacına ulaşmak için her türlü malzemeyi ve biçimi kullanmayı hak sayar. Amacımız bu Edebiyatın Vehbi Koç’unu anlamak ve doğru yere oturtmaksa o zaman işimiz zorlaşır. Yukarıda örnek verdiğimiz Edebiyatın yüzakı adların yanında kent soylu olmayan, ortaokul terk, tarzı gerçekte günün moda anlayışlarına hiç uymayan, altyapısı ve izleğiyle hepsinden ayrı, arkaik bir dönemden gelme gibi duran adamın, anadili Kürtçe olduğunu her vesileyle dile getirdiği halde Türkçe'yle bir sihirbaz gibi oynayıp sınırlarına kadar sürüp, burjuvanın araçlarını, romanı kullanarak o mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğini; eğitimli eğitimsiz herkesin bildiği ve paydası olmayı nasıl başardığını anlamak istersek işimiz çok zor; dilbazlığımız, o akrep gibi yakında kendini de sokma olasılığı hayli yüksek kalemimiz, edebiyatın anasını ağlatacak bilgi ve birikimimiz yetmeyecek, 20.yy Türk ve Dünya siyasetini, edebiyat ve roman gerçeğini, bu çağın aynı zamanda insana dayalı efsane, söylence gibi tüm olağanüstülüklerle vedalaşma, hatta son doğal kaynaklardan beslenme çağı olduğu hüznünü işin içine katmak gerekecek. Çünkü bu çağ biterken bunların hepsi ve “o iyi insanlar, güzel” uzay araçlarına “binip gidecekler”… Bir daha dönmemek üzere… Niçin Vehbi Koç dedik denilirse; kendi alanlarında sıfırdan başlayıp emsalsiz bir düzeye ulaşmış bildik örnekler ikisi de ondan… Nasıl ki Kurtuluş Savaşı ve Atatürk mucizesini, o günkü dünya tarihini ve kilit nokta Rus Ekim Devrimi’ni bilmeden anlayamazsınız, Yaşar Kemal’i de dönemin tarihsel, sosyol ekonomik ve elbette edebi koşullarını bilmeden bir yere oturtamazsınız. Ve Nobel’in neden ona değil de onun yanında bir çocuk kalacak, gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla çırağı sayabileceğimiz Orhan Pamuk’a verilişindeki düğümü de çözemez, Nobel’i bizim sık duyduğumuz edebi yarışmalarımız ya da devlet sanatçılığımız gibi bir şey sanır, ancak istediklerine ya da adamı olana veriyorlar dersiniz… Ya inkar etmediği Kürtlüğünden ya evrensel değerleri, mazlum insanları savunmak için size aykırı sözler edişinden ya da dünyayı yutmuş ilminizle harika kitaplar yazdığınız halde hep onun adının anılışından rahatsız, zaten biliyordum, Yaşar Kemal o kadar büyük olsa Nobel verirlerdi der, iddia da eder… sadece komik olursunuz. Komiklik, hatta bu acıklı komiklik başka yerde nedir bilmiyoruz ama bizde Abdülhamit’e Google’ı buldurtmak, 9 yaşında çocuğu evlendirmek, Asr-ı Saadete cep telefonu kullandırmak trajikomik değil, deha sanıldığından ömrünüzü de sanmakla tamamlayabilirsiniz. Tasa edecek bir şey de yoktur; ister bu ülkede ister öteki dünyada bu hale, meczupluğa ya da deliliğe de ceza yoktur, öyle ya sen yaratanın sakat yarattığı bir dehasın aslında, vebal senin olamaz ki… Raporsuz hem de kanaat önderi olmansa… bak o bize özgüdür. Önce Yaşar Kemal'i ortamında bir insan olarak tanımak gerekli. Kim ve ne olursa olsun hiç kimse çocukluğundan soyutlanarak değerlendirilmez. Yaşar Kemal Van'dan, Osmaniye Hemite'ye göçen bir ailenin çocuğu. Cumhuriyet ilan edilmeden hemen önce doğar. O henüz beş yaşındayken babası bir kan davası sonucu gözlerinin önünde öldürülür. Bu olayın etkisiyle uzun süre kekeme kalır. Dokuz yaşındayken de bir kurban kesiminde sağ gözü kazaen sakat kalacaktır. Ortaokul bire kadar okuyacak, sonra terk edip türlü işlerde çalışmaya başlayacaktır. Geldiği ortam bu. Onu yazar yapan ortam da bu. Edebiyatta yazara bakışta yapısalcı bir görüş vardır; yazarın yaptığıyla yazdığı arasındaki uyumu önemser. "…Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun.(…) insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. " 2014’te davetli olduğu, ama sağlık sorunları nedeniyle katılamadığı bir üniversiteye yolladığı mesajda böyle yazıyordu Yaşar Kemal. Yaşamı boyunca bu söylemi değişmedi. 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajda : "Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım..." diyordu. Irgatlıktan, arzuhalciliğe yapmadığı iş kalmamıştı, “Ben de bir emekçiyim, o nedenle yerim onların yanı, ”diye anlatırdı. Birini hedef göstermiyor, birinden nefret edin demiyor, insanları öldürmeyin, savaşmayın, diyor. Onun anladığı siyaset de buydu. Rusya’nın bitmeyen talepleriyle bunalıp Amerika’nın kuyruğuna takıldığımız, ardından Amerika adına komünist avına çıkıp Ortadoğu kazanına odun taşımaya başladığımız günlerde Yaşar Kemal bu görüşleriyle tutuklandı, hapis de yattı. Sat Faik’in dediği gibi; Başında da Kürt’tür sonunda da… Aynı biçimde emanet aldığı, ama yücelttiği, eşsiz bir anlatı örneğine ulaştırdığı Türkçe gibi sonuna kadar Türk’tür de… Ona azınlık edebiyatı yaptı, derseniz cehalet ve küstahlık Yaşar Kemal diyesi nasıl da “tay” gider… Çıkıp geldiği Van’daki insanlarını hiç unutmadı, ama doğup büyüdüğü Hemite’deki Türkmen aşiretinin ona gösterdiği dostluğu yol arkadaşlığını da… Anlatırken hepsinin hikayesini anlattı. 1940’lar da yani 10’lu yaşlarının sonunda Adana’daki bir dergi çevresinde tanıdığı Dino, Ataç, Boratav sol söylemli yazarlarla … ömrünce dost kaldı. Dostu Erdal Öz, “ Yeni bir Yaşar Kemal yaratacağım,” dediği 80’li yıllarda, duyunca dert etti mi bilmiyoruz, ama konu etmedi, ne Orhan Pamuk’a destekten ne de Erdal Öz’e dostluktan vazgeçti. Zülfü Livaneli müziğe mola deyip yazarlığa soyununca yanındaki değişmeyen tek fotoğraf oydu. Belki de, zamanıdır dese de; “paranın tuncu insanın puştu kaldı… ” devri az daha geciksin diye de savaşıyordu. Yılmaz Güney gibi, tek farkı içindeki fırtınaları daha mutedil… Sahici mi sahici, dost canlısı, aldığından fazlasını vermeye çalışan tipik bir Anadolu insanıydı bu yönüyle. Bir tuttu mu pir tutardı. Zor günlerinde ona el veren insanları da böyle kazandı. Yapısalcı görüşün arayıp da bulamadığı adamdı. Önce şiirler yazdı, yerel gazetelerde yayınlattı. Dolaştığı Çukurova köylerinde ağıtlar derledi. 1943'de derlediklerini kitaplaştırdı. Öyküler yazdı, başarılı bulunan "Bebek", "Pis Hikaye" bunlardandır. Kafasının içinde bir hikaye vardı. Bir öyküye sığmayacak bir hikaye. Söylentiye göre öykünün kaynağı yazarın eşkıya olan ve vurulan amcasının oğludur. 1947 yılında bunu öyküleştirerek yazmaya başlayan yazar çeşitli sebeplerle, bana kalırsa öyküye sığmadığını görerek yarım bırakmış ve ... Acaba İnce Mehmet'in provası mıydı? Ona asıl ününü kazandıracak ROMANLARINI yazmasına daha çok vardı. ÖYKÜ, daha başlarken haritası belli, serim düğüm çözüm planlamasında olay kurgusudur. Çok sözü kaldırmaz, dolgu unsuru dediğimiz ayrıntı onu boğar. Ne var ki havasına girerseniz sözünüz tükenmeden bitirebileceğiniz bir türdür de... Günümüz öyküsünde kurgu ve kahramanlara göre anlatı ön plana çıkar. Romana göre kusursuz ve * iyi bir öykünün daha zor olacağını düşünürüm. Roman denilen burjuvanın piyasaya sürdüğü şeytan icadı türse, modern zamanların en gelişkin anlatı türü olma özelliğini taşır. Basitçe ona baştan sona anlatılan ana öyküye bağlı, destekleyen küçük öykülerle beslenen uzun öykü diyebilirsiniz. Onda da tıpkı öyküde olduğu gibi kitabın bütününe yedirilmiş serim, düğüm, çözüm bölümleri vardır. Kurgu, karakterler ve anlatı önemlidir. Öyküden farklı olarak, hatta zorunlu olarak bolca tasvir ve betimlemeyi içinde taşır. Bu özelliğinin bir avantajı da iyi kurgulanmış, okuru bağlayan bir anlatım yeteneği olan yazarların yazdığı ROMAN, kusurlarını daha az gösterir. Kuşkusuz bu teknik bir bakış açısıdır. Piyasanın, okurun, çağın bekledikleri durmadan değişecektir, roman da ona göre yapılanacaktır. Özellikle edebiyat eleştirmenlerinin... demedim, onların beklentileri ayrı bir konudur da ondan... Roman, feodaliteye ve aristokrasiye savaş açan ve galip gelerek dünyayı ideal demokrasi ve özgürlüklerle donatmaya kararlı kent soyluların yani ellerindeki sermayeyle yönetime de ağırlığını koyan burjuvanın bir ürünüdür. Günümüzde bütün sınıfların onu kullanmaları gerçeğini Stendhal’ın “Roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır,” sözünde aramak gerekir. Yani romancı çağının tanığıdır; takipçisi değil, belgeselcisi ya da tarihçisi değil, ama tanığıdır. Kuşkusuz bugünle böylesine meşgul her insan gibi romancı da köklerini geçmişten alıp geleceği de kurma derdinde önermeler getirecektir. Burjuva ürettiği ve iyi sattığı romanı tekdüzeliğe bırakmaz, geliştirir, değiştirir, kılıktan kılığa sokar, değişen insanı ve küreselleşen dünyayı en iyi yansıtacak hale getirir. 18.Yyılın konulu, insan temalı, nesnelerle ilişki kuran romanlarının yerine çağımızda postmodernist romanı dayatır. Tolstoy’un romanlarını bugün yazmaya kalksanız, adınız bu tarzın son büyük örneklerinden Amin Maalouf, Umberto Eco değilse, basacak yayınevi, okuyacak okur bulmakta sıkıntı çekebilirsiniz. Ne var ki öyle bir kitap yani Gülün Adı, Semerkant gibi bir kitap rastlantısal zinciri kırıp eklenirse, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin doruk yaptığı günlerde hafızaları uyandırarak yine de gündem olabilir. Çünkü insanın değişmez yanıdır; acımasız gerçeğe karşı koyabilmek yeteneği biraz da nostaljiden beslenir. Dün iyi zamanlardır. Ne var ki kalıcı moda olmayacaktır. Çünkü burjuva modayı sever ama stokları sevmez, modaları da o yüzden, stokları tüketmek için yaratır. Roman da burjuvanın bir aracıdır sonuçta... Bu böyledir ama tarih sürer, asla geri dönmez ne kadar topallasa da her seferinde birkaç adım ileri gider, Nobel’i, Anadolu’nun efsane ve mitlerini revize ederek bayramlık giysilerle, olağanüstü bir dille anlatan, herkesin gönlünü fethetmiş defalarca konu edilmiş olmasına karşın Yaşar Kemal’e değil, yeni bir çağın ipuçlarını verdiği için her yenilik gibi benimsemekte sıkıntı çektiğimiz postmodernist romanın ipuçlarını taşıyan Orhan Pamuk’a verir, Yaşar Kemal’e de iyi iş çıkardığı için efsane yazar onur ödülünü… Çünkü küresel sermayenin eski malla yeni pazarlar bulma umudu yoktur. Hala var mıdır bilmiyorum, çok eskiden meddahlar, aşıklar köy köy dolaşıp hikaye anlatırlardı. Çoğu kez dinleyici kitlesine göre anlattığını yapılandıran, ona göre yeni ırmaklar açan bu anlatıcılar devrin aranan insanlarıydı. Yaşar Kemal onların arasında büyüdü. Aşık Yaşar olarak Çukurova köylerinde yaptığı ağıt derlemelerini yayınladığı bir kitabı da vardır. Ne var ki devir değişiyordu. Gazete ve radyo geleceğin popüler araçları olacak, kendi kahramanlarını yaratacak gibi duruyordu. Yaşar Kemal, 16 yaşından itibaren şiirle ağıt ve halk söylenceleriyle edebiyata dahil oldu. 23 yaşında Pis Hikayeler’i, 1948’de 25 yaşında Bebek’i yazdı… Dükkancı adlı öykü bundan sonradır. Bu öyküler sonraki romanlarına benzemeyen bir biçeme ve standart, deyim yerindeyse moda öykü diline sahipti, belli ki her yazar gibi kendini arıyordu. Bu şiirler ve derlemeler hatta arayışını sürdüren ama olgun birer ürün gibi de gözüken yazılar önemli olsa da ancak sonradan ortaya çıkacak bir devin yeşerdiği verimli toprağın ipuçlarını gösterdiğinden değerlidir. Dünya savaşı çıktı, bütün dengeler altüst oldu. 1925 anlaşmasıyla karşılıklı güven verdiğimiz Rusya yeni düşmanımız, bilmediğimiz Amerika'da dostumuzdu artık. Bizi kutsal şemsiyesinin altına almış, süt memleketine süt tozu yardımı yapıyordu. Yaşar Kemal de fikir suçundan tutuklandı, hapse girdi. Hapishaneye giren bilir; eğer ki gerçekten suçluluğunuzu biliyorsanız işe yarayabilir, pişman ve nadim olabilirsiniz de… Ne var ki tüm yaptığınız sisteme muhalefet, yani düşünce suçuysa yaşamınız ilahi adaleti aramakla geçebilir. Çıktığında İstanbul’a gitti ve devrin önemli gazetelerinden Cumhuriyet gazetesinin iş için kapısını aşındırmaya başladı. Bir söylentiye göre onu Cumhuriyet gazetesine, ait olduğu partinin başkanı Aybar koymuştu. Ne var ki öteki söylenti daha uygun hikayemize: Kolay değildi Cumhuriyet'e girmek, İstanbul ya da o dünya aynı bugünkü gibiydi, Anadolu ona gulyabani gibi görünürdü. Bu hali perişan Anadolulu ilgi göremedi. Nadir Nadi’yi görmek için günlerce gazetenin önünde bekledi, Sultanahmet’te yattı, oltayla denizden balık tutup karnını doyurdu ve ısrarının sonucunu gördü, sonunda kabul edildi, aldığı avansla ilk iş tabanları açılan ayakkabısını yenilemek olacaktı. Ne dersiniz bu inat ve ısrarı bugün iki şiiri bir dergide yayınlanmış ama gönlüne şair, yazar rütbesi takmış kaç şair, kaç yazar gösterir, kibrini yenip de? ne yani yetenekli insanlar, çıkış kapılarında dergah kapısındaki muride dönerse mi makbul, diyorsanız, konumuz o değil, karıştırmayın. On iki yıl Cumhuriyet’te sahici röportajlar yapar. “Kaçakçılar”ı gerçekleştirmek için onlarla yaşar. Belki onun asıl başlangıcı çok daha önce 1943’te yayınladığı derlemeler, ağıtlar, halk hikayeleriydi. Livaneli anlatır ; Basınköy'deki evinden çıkar, çamurlu vadiden aşağı iner, Menekşe İstasyonundan tıklım tıkış banliyö trenine binerek Sirkeci’ye giderdik. (…) Anadolu’nun her yöresinden adı duyulmadık yerel türkücülerin kasetleri satılırdı orda, biz de bunları alıp dururduk. Sonra evde dinler dinler coşardık. Dengbejler, âşıklar dinlerdik. Dengbejler Kürtçe hikaye anlatıcıları, Meddahlar, aşıklar da Türkçe anlatıcılar. Yaşar Kemal onların arasında büyümüş. Bu sizin de yaptığınızdır, havaya girmek...ya da girdiğiniz havayı sürdürmek... Ben de yazdığımda yol biterse Montaigne okurdum. Siyasi yazılar yazmaya başladığımda Ahmet Kaya dinledim. Bağbozumu’nu yazarken Karadeniz dağlarında gecelediğim olmuştu, şafak nasıl söker, ay nasıl doğar...anlamak için. Atatürk ölünce 1925 anlaşması hala yürürlükte olan Rusya ile yakınlaşacak, bizim de bir milli şefimiz olacak, 1940’da köy enstitüleri kurulacak, savaş yıllarında bile bir toprak reformu yasası çıkarılacak ama ağanın birini o işlere bakan yaparak doğmadan boğacaktık projeyi. Yani epey solcu olacaktık. Ta ki savaşın sonuna ve Dünya Savaşındaki tarafsızlık politikamızdan hoşlanmayan ve 1925 anlaşmasını tek yanlı yok sayan Stalin’in bizden isteklerini duyuncaya kadar. Bu kez çark edecek, Amerika’ya yaslanacak, onun yörüngesinde komünist avına çıkacaktık. Dünya, Amerika’nın da yer aldığı ve önemli rol oynadığı büyük savaş sonrasında Almanları durduran, bu kibirle de yayılmacı bir politika gütmeye başlayan Sovyet Rusya ve savaşa geç dahil olan ama denilebilir ki atom bombasıyla noktayı koyan Amerika’nın soğuk savaşına sahne olacaktı. Öte yandan bütün dünyada gelişen özgürlükçü akımlar ve çok partili düzenin de etkisiyle daha renkli bir basının yanında görece özgür kalemler de edebiyatta görünmeye başlayacaktı. Türkiye katılmadığı savaştan gene de yorgun ve sorunlu çıkmıştı. İnönü ülkeyi savaşa sokmamak ama girilirse önlem olsun diye ekmeği bile karneye bağlamanın, ek vergiler koymanın; bir savaş halinin sıkıntılarını halka yaşatmanın faturasını ağır ödeyecekti. Şaibeli de olsa 46 seçimlerini almışsa da ülke de gelişen tepkinin önüne geçemedi, 50’de iktidarı bıraktı. Savaş nedeniyle altüst olmuş olmuş ekonomi, önce çağın, sonra karaborsa vurgunlarıyla biriken sermayenin, "varlık vergisiyle" yok olan azınlık sermayesinin yerine palazlanan yerlilerin ve katıldığımız Amerika şemsiyesindeki cemiyetlerin de zorlamasıyla feodalitenin cenneti Türkiye sanayi ve tarımda kaçınılmaz biçimde makineleşmeyi artırıp kabuk değiştirmeye başladı. Şehirlere göç arttı, işsiz insanlar ve işçi sınıfı çoğaldı. Kentin varoşları kırsal kesimden gelen uyum sıkıntısı çeken, köyünü özleyen insanlarla dolmaya başladı. Gecekondu kentlerin geleceğini karartmak için emsalsiz bir icattı. Henüz vahşileşmesine vardı ama kapitalizm tüm dünyada olduğu gibi bizde de yükseliyordu. Kuşkusuz Edebiyat da dönemin karmaşasından ve yeniliklerinden payını alacaktı. 1940’larda başlayan garip akımı 50'li yıllarda ardı ardına tepki ya da yandaş akımları yarattı. Sosyal gerçekçiliği olduran, orijinallik diyerek divan edebiyatını da şiire katan Atilla İlhan ve Maviciler, Dadaizm ve İzlenimcilik etkisindeki 2.Yeniciler, Hisar dergisi etrafında örgütlenen Öz Türkçeleşmeye karşı çıkan Hisarcılar, iktidardan aldığı parayla iktidarın ne fikri varsa işte onu yaymaya çalışan uyanık dergiciler, Anadolu’yu yapıtlarına yansıtan Toplumsal Gerçekçiler ve tabi ki bağımsız kalan Dağlarca, Dranas gibi... isimler vardı. Yaşar Kemal 1952'de Tilda'yla evlendi. Bu önemsiz gibi duran olay onun dünya literatüründe anılan bir yazar olmasında bence büyük etken. Sizi bilmezlerse nasıl övecekler.... Tilda çok dil biliyordu ve çok büyük ve diyasporası geniş bir Yahudi aileden geliyordu. Tilda, Paris Yahudi lobisi ile çok güzel bağlar kurmuştu, pek çok kapıyı açmak anlamındadır ve ilk zamanlar çeviri işini de üstleniyordu. Ayrıca bir sekreterin çok ötesinde sanki bir menejer idi; şunu söyleyebilirim, eğer Yaşar çok apolitik ve hep çekingen birisine dönmüş ise, bunda Tilda’nın rolü büyüktür." diye anlatıyor Yalçın Küçük anılarında. Yalçın Küçük'ü kişisel yorumlarında ciddiye almayabilirsiniz, ama Yaşar Kemal'e ivme kazandırdığı, kitaplarının çevrilmesinde büyük katkıları olduğu yadsınmayacak bir gerçek... Sarı Sıcak’ı o yıl çıkardı, sağlam örgüsü olsa da o, ünlü bir yazar olmak için 1955’i bekleyecekti. Daha doğrusu su kımıldamaya, bendini zorlamaya başlamıştı. Sanılanın aksine İnce Memed'in ilk yayımı 1953-54 yıllarında oldu, Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Kitaplaşması 1955'ti... 1954’te tarımda makineleşmeyle ortaya çıkan çok ve nitelikli üretimin oldurduğu yüksek rakamlı kalkınma hızı dibe vuracaktı. Öte yandan sahibi olduğu küçük toprağını ağalara, kiracı, yarıcı ya da işçi olduğu toprakları makinelere kaptıran ve şehre göçen, ancak çok azının düzenli iş bulabildiği gecekondudaki köylü gerçeğinin de kentlerde hissedilmeye başlandığı yıl olacaktı. Kendine yeten ekonomiden serbest ekonomiye geçildiği bu süreç, çok geçmeden acil yardım sinyalleri verecek, ekonominin denetimini ele geçiren yabancı kuruluşlar İMF ve benzerlerinin de dayatmasıyla yapılacak devalüasyon ve artan dış borçlarla her açıdan sonraki on yılların krizine zemin hazırlayacaktı. Ekonomik yönden başlayan sıkıntı ve arka mahalleleri dolduran şehirde umduğunu bulamayan, yine köyden taşıyıp şehirde yaşamaya çalışan mutsuz işçiler ve köylüler kırsalı güzelleyerek özlerken, dönemin pek çok aydını gibi Ecevit de Anadolu’yu bilmeyen Edebiyatçıya sitem etmeye başlayacaktı. Yani ondan sonraki elli yıl söylenecek "hadi gelin köyümüze geri dönelim," türküleri böyle başlayacaktı. TENEKE’yi ve dünya çapında üne kavuşmasını sağlayacak İNCE MEMED adlı kitabını 1955'te yazdı. Bu kitapla birlikte yazdıklarında denediği anlatı biçiminden giderek uzaklaştı, Ağıt derlemeleri sırasında büyük birikim sağladığı, Dede Korkut'tan bu yana yaşayan anlatıcı geleneğine yaklaştı. Denilebilir ki dinleyicisine göre yol alan, kılık değiştiren sözlü hikâye geleneğini, feodaliteyle kanlı bıçaklı bir kesimin, burjuvanın ürettiği romana uygulayarak hem bağımsız ve özgür anlatıcıya ulaştı, hem de kimse farkına varmasa da özgün bir türün başlatıcısı, büyük ustası oldu. Ardılları ve özenenleri olmuşsa bile kimse onun sihrini yakalayamadı. Bu egzotik, doğu kokan, ama kentselliğin verileriyle harmanlanmış yeni biçemde olağanüstü olduğu tartışılmaz anlatı ustalığını da katarak görkemli yapıtlara imza attı. Nasıl ki İnce Memed "mecbur" bir adamdı, Yaşar Kemal'de mucize bir yazardı dersek hiç de abartmış olmayız. Arkaik bir kültür ve donanımla kendisini de hoşgörmeyen Burjuvanın icatlarıyla dünyayı silindir gibi ezip geçtiği bir çağda ara dönemde kalma bahtsızlığını, bahta çevirmeyi bildiği için mucize bir yazardı. Günü yansıtan gerçekçi konulardan daha çok efsane ve söylencelerden köklerini alan, varsıl feodal zenginlerin zulmüne karşı savaşan yoksul ama erdemli, karakteri güçlü insan mitosu sadece Anadolu’ya özgü değildi, insanlıkla yaşıt bir savunma olarak hep ilgi gördü. Yaşar Kemal bunu gördü mü, görmedi mi, bilmiyoruz. ne var ki hepsi başka telden çalan, birbirine karşı, birbirinin yanında ya da devamı bin bir akımın boy gösterdiği, onlarca kent soylu okumuş yazarın ortaya çıkıp orijinal sözler ettiği 1950 yıllarda farkındalık için bir fark gerektiğini herhalde iyi görüyordu. En kestirme yol, bildiğin yoldur, diyerek dengbejlerin, aşıkların, meddahların anlatısına yöneldi. "SÖZ"ün hazine sandığı açıldı. Deniz gibi, okyanus gibi, bir nehir gibi on yıllarca aktı… Bunca zaman nerde sakladığına şaşıracağınız bir Akdeniz köpüre köpüre romanlarda "al gözüm seyreyle" dedi... Teneke’deki, Sarı Sıcak’taki anlatım izleğini terk etti. Daha doğrusu iyi kötü çatışması onlarda da vardı, adalet arayışı da… Ama yaygın anlatım biçiminin yerine en iyi bildiğine döndü… Türkçe o usul usul akan ırmak, bir umman oldu köpürdü dilinde. Romanda hem halk hikâyelerinin temel teknikleri vardı, hem ülkenin son yüzyılı. Onda herkesin hikayesi vardı, savrulup giden zamanın kumlarında eriyen yiğit insanlar, dünya güzeli sevgililer, dedikleri dedik zalim ağalar, onlara başkaldıran yoksul ama yiğit delikanlılar, Çukurova’nın çeltik tarlaları, pamuk ovaları, Hemite’nin, Anavarza’nın efsaneleri, gelmiş geçmiş bütün köylüleri, ırgatları, atları, çiçekleri, börtü böceği… Türkçeyi dünyanın en zengin dili gibi şahlandırarak yarattığı bir kartpostal canlılığında ucu bucağı gözükmeyen bir resmigeçit içindeydi kitap. Bir sayfada bir tüfek yazılmışsa o tüfek başka bir sayfada mutlaka patlamalı diyen burjuva romanına amaçlı amaçsız bunca figür, börtü böcek, insan, efsane, obje, üç sayfa da ancak düşen, düşerken bütün otları, bil cümle yaratığı seyrettiren bir yaprak sığar mı? Belki, ama bir halk hikâyesine sığar da düşer de, kimse de bunda edebi tekniklerin metresiyle kusur aramaz. Esas olan anlatı, yarattığı haz, coşku, sona kalan bildiridir. Bildiri netti; gönüllere su serpen, dağlanan kalpleri durulayan bir sondu: Kötülük kimsenin yanına kalmaz. Kurgu kusursuzdu, elinize alıp da havasına girdiğinizde bitirmeden bırakamazdınız. Anlatı ise Türkçe'nin o güne kadar gördüğü en muhteşem anlatımdı. Ayrıca roman her deneye açık, yeniliğe deli bir sanat dalıyken doğru, zekice bir yaklaşımdı. Başka bir şey vardı; halka hikayesini canlı canlı anlatan aşık, halkın nabzını hesaba katmak zorundaydı. Ağanın gözlerinin içine bakarak anlatırken ağayı devirecek İnce Memed zor doğardı. Ama roman özgürdü, seyirciyi hesaba katmadan ruhu oldurabilirdi. Öyle yaptı. Romanın tipik ve değişmeyen özelliğidir; karekterler okura inandırıcı gelmeliydi. Bu kahramanlar ciddi ciddi bir ruh hastası gibi duruyordu; hadi İnce Memed düşmanı, peki nasıl oluyordu da kimseye tek bir iyilik düşünmeden bir ömrü sürdürüyordu o zengin Abdi Ağa? Ya da İnce Memed hiç mi hata yapmaz, hiç mi nefsine yenilmez, bir karıncayı incitmez, ben burada korktum, baş edemem diyemez...mi? Süpermen de bir insanın uçtuğuna, Frankenstein'de bir ölünün canlandırılıp yaşayan biri gibi her türlü hissiyatla hareket ettiğine, tanrıya bile isyan edip " madem beni sevmeyecektin niye yarattın" dediğine inanıyorsun da bir insanın kırk yıl hiç yamuğu olmayan odunlar toplayıp Taptuk Emre dergahına taşıdığına mı inanmayacaksın? Yaşadığı gerçekten bunalan okur bakalım ne diyecekti? Onca yıllık arayışı iyi meyve vermişti. Sanki ezberindeydi, 500 sayfalık romanı üç ay gibi kısa bir zamanda o kış bitirdi. Roman Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Bana kalsa ezberindeydi. Her bölgede birkaç kişi olan kötü ağalarla geneli kapsayan milyonlarca mağdurun çatışmasını eşsiz bir dille anlatan bu eski hikayenin görkemli yeni anlatısı bunalmış geniş yığınlara bereketli bahar yağmuru gibi geldi. İlki değil, doğmamıştım bile, ama sonrası gelen İnce Memed serisinin gazetede resimlerle tefrika edilen romanlarının devamlarını okuma yazma bilmeyen kişilerin satın aldıkları gazetelerden okumayı yazmayı yeni söken bana okuttuklarını anımsarım. Sahi o güzel temsili resimleri çizen kimdi? Abidin Dino mu? Öylesine bir popülerlik yakaladı. Roman kent soylunun üretimi, şehirli işidir, yazmak da okumak da... Bir eğitim ve alt yapı ister. Yaşar Kemal bu zinciri parçalayan ve herkesin olmayı başaran tek yazardır. Sonra da hep aynı temada yazdı. Kahramanları gerçek insanlara benzemeyen, kusursuz biçimde iyi ya da kötü olan ama insanın hele mağdur ve ezilen insanın yürek şifası diye susayan her insanın, "karıncanın su içtiği" gibi içtiği nehir kitaplar yazdı. Adaleti arayan ve çoğu kazanan ezik insana dayalı yapıtları büyük ilgi gördü. Epik anlatımın bizdeki en güçlü ve başarılı yazarlarından biri oldu. Türkçeyi görsel tablolar yaratmak, şiirsel betimlemeler yapmak için ustaca kullandı. Kuşkusuz salt bize özgü bir hikaye değildi bu. İnsanlığın olduğu her yerde yığınla benzeri vardı ...bu nedenle Yaşar Kemal tüm dünya tarafından sevildi. Ödüller kazandı. Ne var ki Nobel'i alamadı. Onu onun çırağı sayılabilecek Orhan Pamuk'a verdiler. Çünkü Burjuva o ödülü çağdaş biçim kazanmış hatta ötekilere göre yenilenmiş romana veriyordu. Şu söylenebilir, Yaşar KEMAL anlatıda yeni bir şey yapmadı; Dengbejlerin, meddahların, kadim anlatıcıların kavuğunu devraldı. Ne var ki, eski anlatılara olağanüstü görselleri olan tasvir ve betimlemeleri ekleyerek çağdaş bir Dede Korkut olmayı başardı. Özgün anlatımıyla yeri asla doldurulamayacak bir hikaye anlatıcısı ve dil ustası olarak, dünya durdukça da geçmişte bir güzellik arayacak herkesin başvuracağı Türkçe kitaplar bırakarak adını kocaman harflerle yazdırıp gitti. Yeri aydınlık olsun. Keşke bir ardılı olsaydı... *

  • Babalar Ömrün En Büyük Travmasıdır

    Şenol YAZICI * Ortaokuldayım. Meydan Parkı şehrin ortasında bir vaha... Simitçi çok olurdu. Babam havasındaysa simit bile alırdı. Ne zaman simit yesem başım dönerdi, öyle keyifli. Dökülen susamları gazete kağıdının üstünden parmağımla tek tek toplar, tadının tek bir zerresini ziyan etmeden dişlerimin arasında, minicik bir susam değil de koca bir Gümüşhane elmasıymış gibi ısıra ısıra yerdim. Parkın köşesinde bütün sinemalarda oynayan filmlerin afişleri vardı. Babam hep orda otururdu. O, büyük adamlarla hiç ilgimi çekmeyen, bitmeyen muhabbetler yaparken afişleri izler, her yeni asılan filmle bir başka düş dünyasına dalardım. Çay söyledi, ama simitçilere hiç bakmadı babam, anlamadığım terimlerle sağlığından söz ediyordu amcama, kalbiyle ilgili... O anda gördüm afişi; Kara0ğlan... Döşemecide, yorgancıda, fırıncıda çalışan arkadaşlarıma işten çıkınca sinemaların önünde rastlardım. Bayılırdım. Deli oluyordum sinemaya, ama sinema paraydı, zamandı... Bense öğrenci... Kimbilir imrendiğim arkadaşlarımın özgürlüklerine ben ne zaman sahip olacaktım? Bir çizgi romanını okuyabilmiştim Karaoğlan'ın. Bildiğim çizgi romanlardan, Tommiks'ten, Teksas'tan farklıydı ama ç ok hoşuma gitmişti. O filme gitmeliydim. Ama nasıl? Sinema 1,25 kuruştu, benimse harçlığım belli... Defter, kalem, elişi kağıdı... Tabi derslerden fırsat bulursam... Babam beni gösterip "...Bu yılı da atlatabilseydim," dedi. Dört nala Karaoğlan'la birlikte Orta Asya bozkırlarında at koşturan ben, o zaman ortama döndüm. Durumun ciddiyetini kavrayacak olgunluğum yok ama mal bulmuş mağribi gibi durumdan yararlanacak zekam var. " Osman'ın bir boyacı sandığı var," dedim. Ne alaka der gibi baktılar bana. "Her hafta da sinemaya gidiyor, eve ekmek, portakal da getiriyor." "Eee!" Babamın karardığını fark ettim mi ne, gitgide cılızlaşan, soluklaşan bir sesle o keskin virajı aldım: "Hastasın ya baba... Okulu bırakır, bakarım sana." Talimliydim, babamın karşısında ilk yalanım, ilk virajım değildi ya bu. Amcam başımı okşadı. "Bakar bu karaoğlan..." Kendi yalanımdan etkilenmiş, gözlerim dolmuştu; ama babamdan ses çıkmadı. Akşam evde yemek yerken hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yemekten sonra odaya girdi, beni de çağırdı. "Ben seni okutmak için ... sense boyacı sandığı ha..." dedi. Çıktığımda babamdan nefret ediyordum, cezalandırıldığım için değil, adam aklımı okuyordu. Bir daha boyacı sandığını ağzıma almadım. - – 1970, Güz, 13–14 yaşlarındayım...Öğretmen okulu 1.sınıf. Herhâlde babamla tek resmim, Yanımdaki kız da kardeşim..-. Babam dağ gibi adam... Birden eridi, zayıfladı. Sonra hastane... çok yattı. Doktor yapacaktı benden. Büyüklerim kulağımı büktüler; ne olur ne olmaz, kısa yoldan meslek sahibi olmak en güzeliydi. Tek başıma gidip başvurdum, birçok okulun sınavına girdim. Sağlık Meslek Lisesi, Orman Okulu, Ziraat Mektebi... Kazandım hepsini ardı ardına. Bir yanım şaşırmış, kıvançlı, bir yanım hala kuşkulu; herhalde babam gidip konuştu okullarla, tembihledi... Sonunda inanmayı seçtim. Kendimi ilk kez aynada görüyordum. O güne değin her başarım babamın desteğiyle oluyormuş gibi gelirdi. Oysa burnu akan çocukta bir sihir vardı, nerdeyse ben de inanacaktım. O zamanlar, yirmi yıldır moda olan cahil ferasetinden değil okumuş adam bilgeliğinden övgüyle söz edilirdi. İlköğretmen okulunu yeğledim. Okula başlayalı bir yıl olmuştu. Yatılı okul zormuş derler, hiç de değil. Kaloriferli sıcacık binalarda kalıyor, eğitim görüyorduk. Günde üç öğün yemeğimiz çıkıyor, her sonbahar iç çamaşırına değin giysilerimiz veriliyordu. Dersler hiç de zor gelmiyordu. Ömrümde bir arada görmediğim kadar çok kitabı olan kütüphanesinde dünyayı okuyordum. Boş saatlerimiz de vardı, artık harçlığımı daha özenli kullanıyor, haftanın önemli filmlerine bile gidiyordum. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Umut doluydum, yerimi bulmuştum geliyordu bana. Artık bundan ötesi düzlüktü. Sadece rahatça okumayacaktım, saygın bir mesleğim de olacaktı bitince. Böylece diğer kardeşlerimi okutan beni de okutmak için uğraşan, ama ciddî olarak zorlandığını benim bile sezdiğim babamın yükü de azalacaktı. Babamın da sağlığı düzelmişti. Hatta bana projeler yapıyor, yeniden doktor olmamı gündeme getiriyor, izinli gittiğim hafta sonları uzun seanslar boyu beynimi yıkıyordu. Bense ilk kez hayır diyordum. Eski giysilerle, hep bir şeylerimin eksik olduğu öğrencilikten artık bıkmıştım. Yatılı bir okulda okumamın gücüne yaslanıp yüzüne de söyledim, "Ben üniversite okumayacağım," dedim, küstük. Bana bağırıp çağırmadı ama küstük. Birkaç hafta sonu eve gitmedim. Sonra bir gün babamı kapıda nöbetçi kulübesinde buldum. O gün akşama değin dolaştık, birlikte yemek yedik. O disiplin, planlama ustası, hedefe ulaşma azmiyle hem kendini, hem beni yarış atı yapan adam gitmiş, yumuşak başlı, güven ve erinç dağıtan biri gelmişti yerine. Ne üniversiteden, ne doktorluktan söz ettik. İlk kez ondan ayrılmak zor geldi bana, ilk kez insanın babası olması ne güzel, diye düşünmüştüm. Hatta bir ara " tamam baba okuyacağım, " demek bile geçti içimden, ne var ki ondaki bu olağanüstü değişime çok ihtimal veremiyordum. Kendini kandırma, bu geçici bir hal... diyordum bazen. Haftasına varmadı, okul müdürü beni çağırdı. Baban hasta dedi, seni istiyor. O anda içime doğdu: Babam öldü... Başka beni niye çağıracaktı? Kıyametimiz kopmuştu ama farkında değildik. Bu ilkti, sonraki hayatımda, ne zaman boyumdan büyük işlere uzansam, zorda kalsam, ah arkam desem... her seferinde dünyayı tutan çatırtılarla devriliyordu o koca dağ, kimbilir daha ne kadar ölecekti benim için, sonsuz... Cenazesinde bile inanamamıştım. Bu, babamın biz, iki küçük çocuğuna pek yapmadığı bir şakaydı. Bana kalsa kendi çapımda yaptığım her şey benim eserimdi, öyle düşündüm çok zaman. Ben seçilmiş bir çocuktum, girdiğim bütün sınavları kazandım, hiç bütünlemeye kalmadım, bulaştığım her şeyi başardım... diye sanıyordum. Aklıma bile gelmiyordu, okumak nedir ve ne işe yarar... diye bile düşünemeyecek, ağır kitaplar ve o devir düzeneğinin getirdiği hep disiplin ve asık yüzlü okula tahammül bile edemeyecek bir çocukken güneşi nerden bilirdim ki? Boyacı sandığı yaptıracak; para kazanacak, sinemaya da gidecek, rahat edecek olan sümüklü çocuk hiç aklıma gelmez, Oysa şimdi biliyorum ki, bütün bunlar babamın eseriydi gerçekte... Sevgili babam bizden bir şey yaratmak için kendini tüketti. Bizden, üç erkek çocuktan örneği az rastlanır bir proje geliştirdi, bizi iyi kurdu ve yönetti... O olanaksızlıklarda, daha önemlisi okuyanın kâfirleştiğine inanıldığı bir dönem, yaygın yoksulluğun kanıksandığı bir çağ ve coğrafya da üç erkek çocuğunu tek kuruş sabit geliri olmadan kente indirip okutmayı başardı. Bizim kaytarmalarımıza, sapmalarımıza doğru zamanda teşhis koyarak müdahale etti. Bizim kendimizi keşfetmemiz, olan cılız içsel gücümüzden bir şey üretmek, dahası kurbağadan fil yaratmak için ömrünü tüketti. Biz ne kadar fil olduk, o ayrı ve uzun bir hikâyedir. Bana kalsa babamın inandığı uğruna kendini mahveden, idealine kilitli ürkütücü ama adam haline, çırpınmasına ve gayretine karşın, kimseye muhtaç olmadan yaşamak dışında, hiçbir şey olamadık. Olmak neyse işte... Anımsadığım babamın ölümünden sonra mezun olup bir karanlık köyde ilkokul müdürüyken, çocuklarını okula göndermeyen, bana sorunlar üreten köylüye kızıp, ben daha ötesine lâyığım, diyerek bırakıp, hiç güvencesiz üniversiteye gitmiştim, hem de 12 saatlik Sıvas'ın dağyolllarını yürüme aşarak. Belli, babamın donanımı ve aklı yoktu bende ama idealler için kendini mahvetme özelliği vardı. Bence mahvolarak, başkalarına göre kendimi oldurarak çıktım, halkımın dar görüşlülüğünün, devletin karanlık güçlerinin ve siyasî hesaplaşmaların gençleri, dahası tüm halkı birbirine kırdırdığı 12 Eylül Ankara'sındaki üniversitemden ya da benim cehennemimden... Sağ ol baba... Tohumu çatlatacak bir güç gerek, bir travma; seni öldürmeyen her engel sana çok şey katar; çocuğundan bir şey yaratmaya çalışan her baba ister istemez ciddi engeller oluşturur çocuk dünyasında... Sanırım babaların talihi bu; olsan da suçlanırsın, olmasan da... Sen benim değerini çok geç anladığım en güzel travmamsın. İyi ki vardın, iyi ki babamdın. * 19.06.2023

  • AFRODİSYAS

    Bir Tanrı Kent * Afrodisyas son yıllarda çok gündeme gelen bir antik kent. Bir dişi TANRI KENT... Anadolu'da çok sayıda TANRI KENT var; ZEUS, APOLLON gibi ERKEKLERE adanmış...ama DİŞİ çok değil. Afrodisyas iyi bir örnek... Hemen hemen binlerce yıl önceki haliyle, bütün olarak korunmuş kent dokusuyla, etkileyici binalarıyla, dönemin kültürel ve yaşam özelliklerini yansıtan sayısız yazıt ve büyük boy heykelleriyle, gündelik yaşam üniteleriyle hala yaşayan bir yerleşim gibi. Çok zamandır ayakları sandaletli, harmanili ya da yöresel dokumalardan giysileriyle, başları defne dallı imparatorlarıyla Romalılar gezinmese de sokaklarında, adını aldığı tanrıçanın yıldızı bazen sönükleşse de günümüze değin varlığını sürdüren bir bölge. Romalıdan, Bizans'a, Bizans’tan Selçukluya, Selçukludan Osmanlıya hep vardı. Şimdi bile evlerinin bulunduğu yerin altından çıkan hazinelerle şaşkın olsa da sıradan bir Anadolu köyü Geyre olarak yaşadığı gibi... Ne var ki buna karşılık Efes, Bergama, Truva gibi çok bilinen bir yer değil. Bunun nedeni yer aldığı Aydın Karacasu’nun ana yollar üstünde olmayışı… Her ne kadar en çok 40 km'lik bir sapma gerektirse de bir bilinmeyen için hayli yol... Aydın yönünden geliyorsanız Kuyucak’tan saptığınızda 40, Denizli Sarayköy’den güneye inerseniz 45, Akdeniz’den geliyorsanız Tavas’tan sonra kuzey batıya 25 kilometrelik bir yolla varılıyor. Aydın-Denizli sınırındaki Roma yolu üzerinde yer alan Afrodisyas’ın keşfi, yabancılarca ilk bulunup kazılması 19. yüzyılda olsa da bilinmesi 21. yüzyıla kalmış. Oysa Truva daha 19.yüzyılda bulunup talan edilmeye başlanmış bile. Belki bunda Truva'da söylencelerde anlatılan, sonunda gerçekten de bulunan başdöndürücü hazinelerin de etkisi vardır. Dedik ya Afrodisyas büyümüş, küçülmüş, değişmiş ama ciddi bir felaketle birden terk edilmemiştir ki insanlar altın, para bıraksın... Yoksullaşana kadar kalmış, sonra çekip gitmiş. O zamanlarda mermer heykellerin değerini pek bilmiyorduk demek. Elin gavuru hariç... Onlar biliyorlardı ki Selçuk'tan kapıları, Bergama'dan duvarları bile çaldılar. Yol üstünde olanların, hele elin Avrupalısının, Homeros’un destanından hareketle eliyle koymuş gibi hazineler bulduğu Truva’nın başına gelenleri anımsarsak Afrodisyas'ın sapa kalması iyi de olmuş. Aslında çok da gizli, saklı değilmiş kent. Tunç devrinden buluntulara bakılırsa tarihin ilk çağlarından beri Efes, Bergama ve Truva ile birlikte Lelegonpolis, Megapolis, Ninoi gibi başka başka isimlerle de olsa en çok anılan şehirlerden biri olmuş. Efes'te, Bergama'da gördüğümüz heykel, kabartma ve mimarilerin bir çoğunu orda da aynen görürüz. Sanki mimar ve sanatçıları ordan oraya taşınmıştır. Bir tür heykel ve mimari globalizmi... Kente ilk yerleşim Romalılar tarih sahnesinde yokken, 7000 yıl önce, geç neolitik çağlarda başlamış, maden devri boyunca da devam etmiş. Bizanslı tarihçi Stephanus şehrin ilk adının Lelegenpolis olduğunu yazar. Daha sonra Megapolis adını alan kent, Asurluların, başkentleri Ninova’nın yıkılmasından sonra bu bölgeye yerleşmeleri ile Ninoi adını almıştır. Romalıların eline geçince de Afrodisyas... M.Ö 200 filan... Herhalde adını aldığı Aşk Tanrıçası Afrodite’nin gelişi de bu döneme rastlar. M.Ö 12. Yüzyılda yıkılan Truva'yla aynı döneme mi denk geliyor? Çünkü o tarihte Truva'dan oğlu ANİAS'la kaçacak, gidip Romayı kuracak, Roma imparatorlarının da anası olacak... İnanırsan!.. Senin itikatın zayıf, o tarihte Akdeniz havzasında bir inanmayanı bulamazsın, başta imparatorlar, Sezar, Agustus, Cladus...dahil... ve inanmak ciddi bir ihtiyaçtır da... Ne ilgisi var demeyin; yaşam gerçeğinde, hatta bilimde rastlantı olur ama yüzlerce yılda anonim olarak oluşan mitolojide olmasın diye sanki uğraşılır. Sonuçta o anonimdir, yani zamanın ruhunu ve insanın ortak aklını taşır. Yani senin görmediğin çelişkiyi öteki bir başka zamanda ya da coğrafyada düzeltir. Belki bilirsiniz, Afrodit aşk tanrıçasıdır, Afrodisyas'taki erdemli, kat kat giyinik, doğuran ve doyuran ana haline bakmayın, Boticellinin muhteşem tablosundaki gibi çıplaklığı en güzel giysisi olan muhteşem bir dişidir. Hatta o denli masum değil oldukça haşarı bir dişidir. Roma mitolojisindeki karşılığı Venüs olan Afrodit, Tanrılar Tanrısı Zeus ile eşi Dione’nin kızıdır. Söylentilerden ikincisi daha renklidir. Afrodit’in denizin köpüklerinden Kıbrıs'ta doğduğu anlatılır. Zeus’un zorlamasıyla çirkin Tanrı Hepaistos'la yaptığı evliliğe bağlı kalmamış, Ticaret Tanrısı Hermes, Savaş Tanrısı Ares, Bağ ve Şarap Tanrısı Dionisos, Apollon’un oğlu Phaeton, Adonis, Truvalı prens Ankhises gibi tanrılar ve ölümlü kişilerle de sevişir. Kuşkusuz onlardan çocukları da olur, Eros bunlardan biridir, öteki de Aneas... Aphrodit de diğer tanrıçalar gibi zaman zaman kindar, öfkeli ve intikamcıdır. Sevgilisi Ares'le birlikte olduğu için Şafak Tanrıçası Eos'u, sonsuza kadar aşık olup, ıstırap çekmekle cezalandırır. Kendisine tapınmayan Lemnoslu kadınlara öyle kötü bir koku verir ki eşleri bile yanlarına sokulamaz. Üç güzeller yarışmasında, en güzel seçilmesi karşılığında Paris'e verdiği söz, Troya Savaşının çıkmasına yol açar. Derin okuyanlar onun aslında Yunan olmadığını da söyler. Her dünyanın, her çağın bir ana tanrıçası olmuş, Mezopotamya'nın Inanna-Iştar'ı Suriye'de Astarte, Anadolu'da Kybele kılığına bürünür. Neolitik çağda ana tanrıçalık niteliğini azalarak güzellik ve aşk tanrıçası yani Aphrodite ya da Venüs olarak karşımıza çıkar. Her dönemde insan gereksinme duyduğuna, inanmak istediğine inanır, hele inanan kendine övünülecek bir geçmiş yaratan Roma imparatoruysa, sen de tebaası isen sen de inanırsın. Afrodit çoğu aşktır, meşktir gibi gönül işlerine bakar, tarih sahnesine aşk dışında bir eylemle, sahici ama hin bir kadın gibi ilk kez Paris'le birlikte Truva'da çıkar. Kendisini en güzel seçtirmek için, rüşvet olarak evli barklı Yunanlı Helen'i verir Anadolulu Paris'e. Böylece kıtalar savaşının ilkini başlatır ve Truva'nın altıncı katı da tarih sahnesinden çekilir. Ben demiyorum, Homeros İlyada ve Odeisse'de anlatır. İşte Afrodit o arada bile savaş tanrısı Ares'le sevişir, hem de Truva kahramanı Ankhises'le evlidir. Sonra da eşi ve oğlu ANİAS'la, yenilen Truva'dan kaçanlarla önce Trakya'daki ENEZ'i, ardından İtalya'da Roma'yı kurmaya giderler. Burayı İzmirli Homeros anlatmaz. Ondan aşağı yukarı bin yıl sonra Roma'da doğacak olan şair Vergilius anlatır. Bilmeden de Ege'nin öte yakasındaki Babadağı'na sırtını vermiş arkaik kentin yeni adını koyar: Afrodisyas. İşte Aphrodisias bir dişi Tanrı adına adanan kenttir. M.Ö 130'lu yıllarda Bergama kralı III. Attalos ölümünden önce, krallığın topraklarını, tahtını ve tacını vasiyetle Roma İmparatorluğuna bırakır. Bölgede güçlenen Romalılar da bu yerleşime özel önem verirler adını Afrodisyas koyarlar. Ancak tanrıça burada bilinen Aphrodite değildir. Eşi ve oğluyla İtalya’ya geçtikten sonra aldığı adla öyküsü de değişen Boticelli’nin tablosunda Akdeniz’in köpüklerinden doğan VENÜS hiç değildir. Venüs’ün çıplaklığına karşın o giyinik, ilk kez neolitik çağda tanınan doğurgan ve doyuran Ana Tanrıça’dır. Friglerin Anadolu topraklarında benimsenen Kybele’sidir daha çok. Romalılar Afrodisyas'ı makbul ülke sayarlar ve yaparlar da... Şimdi gördüğümüz antik eserlerin çoğu o döneme aittir. İmparatorların bile defalarca gelip gittiği, imtiyazlar verdiği bu kente gösterdiği ilginin altında özel bir neden vardır. Önce Montaigne’nin Denemeler'inde dizeleriyle tanıdığımız Virgilius diye biri vardır. Antik devrin şairi Publius Vergilius Maro... İşte her şey bu şairin başının altından çıkar. Büyük Roma İmparatorluğuna tarih yazmak gibi bir eyleme girişir. İktidara yamalanan her şair gibi o da büyük ününü bu girişimine borçludur aslında, pek de istediği beklediği olmasa da... Vergilius, son demlerinde Roma’nın kökenini Troya’ya bağlayan Aeneas’ı yazar. İÖ. 29’da başlayıp on yılını verdiği, güçlü betimlemelerle işlenmiş bu tamamlanmamış büyük destan, Avrupa’nın epopesi gibidir. Bitmediği için yakılmasını vasiyet eden Vergilius'a ve onu tamamlamaya çalışan hamarat onca şaire karşın İmparator Augustus tarafından yasaklarla korunarak günümüze ulaşmıştır. Kitapta Troyalı Aeneas (Aeneias), annesi Afrodit'le birlikte Troya yıkımından kurtulup İtalya kıyılarına çıkar. Roma şehrini kurar ve onun güçlenmesini sağlayacak sağlam temelleri atar. Bu 12 bölümlük uzun destan şiiri, Homeros'un Odysseia ile İlyada’sını izleyen olayları anlatır, yani devamı gibidir; anası Tanrıça Aphrodite olan Aeneas, Troya kral soyunu Roma imparatorlarına bağlamış olur. Zamanın bütün ulusal kutsallarını içeren eser, Romalılık ruhunu ayakta tutar. Herkese uğruna can verilecek büyük ülküleri gösterir; erdemli, inançlı, saygılı, sorumlu Aeneas tipi; toplumsal ülkülerle insanlık amaçlarına ulaşma çabasının özverili ve olumlu örneği olur. Onu doğuran ve yetiştiren ana da günahları imparator buyruğuyla silinerek kutsallaşır. Ki o zamanın emekleyen ilkel insanında bugün bildiğimiz günah da ya yoktur ya başka bir şeydir. Anasının hatırasını, adını, tapınağını taşıyan bir kente ne yapmaz bir insan, hele bu kendinde tanrısal yetkeler de gören bir imparatorsa... Yine bu sahiplenme nedeniyle Afrodit Roma imparotorlarına yakışır bir erdemli anne imajına yaklaşır, hatta yakışır burda. Romalıların anası AFRODİT'in şehri Afrodisyas o erdemli imparatorların anasının şehri... Devasa binaları, yekpare özgün boyutlu heykelleri ile ne kadar gerçekçiyse, bir o kadar da mitolojik söylenceleriyle fantastik bir kent. Afrodisyas’ın kökleri Truvaya dayanıyor yani mitolojiye. Antik devrin pagan din ve inanışların söylencesi olan Mitolojinin de bir kurgusu, mantığı hatta uluslararası ilişki ve siyaseti var. Ama siz siz olun, mitolojiyi yani yaygın, anonim söylenceyi hafife almayın. Yüzyıllarca Truva, İzmirli hemşerimiz Homeros'un anlattığı diğer olaylar gibi efsanevi, gerçekliği tartışmalı bir şehir ve mittir… Öyküyü anımsarsınız. Mitolojide baş tanrı Zeus, düzenlediği bir toplantıya tanrıçalardan Eris'i davet etmez. Bunun üzerine Eris, toplantıya altın bir elma göndererek, bunun "en güzel tanrıçaya" verilmesini ister. Athena, Hera ve Afrodit altın elmanın kime verilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlığa düşünce Zeus, tanrıçaları Truvalı bir sıradan ölümlüye, Paris'e gönderir ve en güzel tanrıçayı onun seçmesini ister. Paris rüşvet karşılığında altın elmayı Afrodit'e verir. Karşılığında Afrodit, "tüm kadınların en güzeli" olan evli Helen'i, Paris'e aşık eder. İki aşık birlikte Truva'ya kaçarlar. Yunanlılar, Helen'in kocası Menelaus ve kardeşi Miken Kralı Agamemnon önderliğinde Aka ordusunu toplar ve Truva'ya bir sefer düzenler. Truvalılarla uzun ve zorlu bir savaşa girerler. Bilinen tahta at hilesiyle Truvayı yenip yağmalarlar. Mitoloji günümüzden, tek tanrılı dinlerin gözlüğünden bakınca hayatı açıklayamayan ilk insanların uydurması, mantıksız, dayanaksız boş inanışlar ve onların fantastik söylencelerinin bütünü gibi dursa da gerçekte bütün anonim ürünler gibi kendi içinde tek bir eksiği gediği olmayan sağlam ve inandırıcı bir kurguya sahip gerçekçi bir belgesel gibidir. Söz gelimi yüzyıllarca Truva'nın mitolojik bir kent olduğu düşünülürken, bu söylencelere dayanarak 1870 yılında Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından başlatılan kazıların sonucu olarak, bugünkü Çanakkale'nin birkaç kilometre güney batısındaki Hisarlık tepesinde dokuz kere yıkılıp yeniden kurulmuş çok eski bir şehir; Truva bulundu. Her söylentide bir gerçek payı vardır derler ya, aynen öyle... Mitolojileri yabana atmamalı. Yatır ve muska İslamiyet'te yok, ama muskasız ve yatırsız kaç Müslüman var? Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit de Truva savaşlarında taraf olarak yer alır. AİNEİAS da Aphrodite ile Troialı kahramanlardan Ankhises’in oğlu bir savaş kahramanıdır. Troia’nın düşmesi üzerine, düşmanın eline geçmemek için kaçmış, kaçarken yaşlı babasını da sırtında taşımıştır. Afrodisyas'daki yukarıdaki heykelde de çağlar içinde üretilecek tüm çalışmalarda da Aeneas'ın babasını sırtında taşıması vurgulanır. Roma'yı olduran temel değerlere katkısı bir yana, büyüğe saygı gibi önemli bir ihtiyacı savunarak taraftar da toplar. Yani omuzdaki baba devlet destekli örtülü bir erdem öğüdüdür. Roma'ya dikkatle bakarsak, tarihin bildiği en büyük, uzun soluklu imparatorluğun sırrının, gösterişli orduların, çağına göre en mükemmel tekniklerin, gününü aşmış bayındırlık ve mimarinin yanında ayrıntıyı ıskalamayan, insanını önemseyen, önce ruh olduran böylesi ince hesaplanmış eylemlere dayandığını görürüz. Bergama krallığının yarattığı görkemli ülkeyi, sanki saçma gözüken bir biçimde niçin Roma'ya miras bıraktığını da anlarız. Tek başına kaba güçle uygarlık yaratılsaydı, Cengiz Han ve soyu dünyanın en büyük ve kalıcı uygarlığını oldururdu. Vergilius, kitabı oluşturan on iki bölümde, Troialı kahraman Aeneas’ın babasını sırtına alarak, oğlu ve savaştan sağ kurtulanlar ile birlikte kaçtıktan, AİNEİAS’ı (Bugünkü Enez’i), Girit’te Bergama’yı kurup sonra annesi Afrodit (Venüs) ile birlikte türlü maceralar sonrası İtalya’ya gidip Roma’yı kuruşları anlatır. Bu Homeros'un kitabındaki öykünün devamıdır. Roma imparatorları da onun soyundan geldiğine inanırlar, halkı da ikna etmeye çalışırlar. Tanrılarla akrabalığı olduğunu düşünen ve bu tür söylencelerden hoşlanan Roma imparatorları döneminde kent, kutsal yöre olarak önem kazanmış ve Aphrodisias ismini almış, önce köle sonra rahip olan Zeilos’un 1.yy'da yaptığı tapınakla birlikte bu adı 3. Yüzyıla kadar da gösterişle taşımıştır. Kentte kurulan heykel okulu, ürettiği çoğu hala sapasağlam ayakta olan heykeller ve bugüne kalan bütün o gösterişli binalar da bu dönemin eseridir. Roma’nın bölünmesiyle kentin kaderi önce Doğu Roma, yani Bizans’ın eline kaldı. Aphrodisias’da 4. yy'da Hıristiyanlığın yayılmasıyla bir piskoposluk merkezi kurulmuş fakat kökleri çok eskilere dayanan pagan kültürünü yok edememiştir. Bizans, Afrodit’i yani paganizmin kalıntılarını silmeye uğraştı. Afrodit ve Aphrodisias sözcükleri yazıtlardan kazındı. Hatta 7. yy süresince kente “Stravpoli” (Haç Kenti) adı verildi, tapınak ve heykel işlikleri zeytinyağı işleme atölyesi oldu. Fakat Aphrodisias adı yok olmadı. Her şeye rağmen paganizm etkisini sürdürdü. İlk iki Hristiyan azizi burada öldürüldü. Şehir Bizans döneminde asıl bölgeden uzak olsa da Kayra adıyla anıldı. Selçuklu egemenliğine girince Kayra’dan gelen Geyre adını aldı ve bu ad hala kullanılmakta. Afrodisyas’ın talihsizliğinin altında biraz da depremler yatar. Sık sık sarsılan kent, yer değiştiren yeraltı sularının etkisi altında kalır. Zamanla da önemini yitirir. Üzerinde kurulan Osmanlı köyüyle iç içe yüzyıllarca yaşayan bir örene döner. Evlerin avlularında, bahçelerde, yol kıyılarında, evlerin duvarlarında ya da bir kahvede tavla altı masa olarak boy gösteren Afrodisyas kalıntıları çok bir zarar görmeden günümüze gelir. 1950’li yıllarda fotoğrafçı Ara Güler baraj fotoğrafları çekmek için yöreye gider. Kamyon şoförleriyle tartışması sonrası ayrılır ve bölgede kaybolur. Kalacak yer arantısında rastlantıyla Geyre’yi bulur, orada kalır. Dikkatini köylülerin ev eşyası ya da duvar olarak kullandığı antik eserler çeker. Burada çektiği fotoğrafları yurt dışına gönderir, yayınlatır. Sonunda da Arkeolog Kenan Erim’i bulur ve 1961'de kazılar başlar. Afrodisyas, gün ışığına çıkmasına katkıda bulunan Ara Güler ’i hiç unutmaz, fotoğrafları avlu girişinde hala sergilenir. Kenan Erim ’se tüm ömrünü, 1961’den, 1990’a değin kente adar, bütün kenti antik yapılarıyla , yüzlerce heykeliyle açığa çıkarır ve orda ölür ve oraya parça parça oldurup ayağa diktiği belki de dünyanın en gösterişli antik yapısı olan Tetrapylon’un yanına gömülür. Şimdi New York Üniversitesi Arkeologları çalışmaları sürdürüyor. Çevreye saçılmış, öylece duran topraktan başını uzatmış eserlere bakılırsa Afrodit'in daha söyleyecek çok sözü, anlatacak çok gizemli hikayeleri var. * MÜZEDEN * * BAZI YAPILAR: * TETRAPYLON: Afrodisyas'ın en göz alıcı ama döneminde de en işlevsiz anıtıdır. Yüzde 80'i orjinal parçalardır, kalan bölümü ise titizlikle tamamlanmıştır. Yüksek kaideli sütunları ile bu anıt, tapınağa giden gösteri ve şükran alaylarının toplanıp hareket ettiği yerdir. Dörderden 16 sütun üzerindeki kemerler ve özellikle batı alınlığında eşsiz kabartmalar bulunmaktadır. Ayrıca tapınağa bakan kemer üzerinde de sonradan yapıldığı sanılan bir haç işareti vardır. APHRODİTE TAPINAĞI: Yapımı M.Ö. 1. yüzyılda Sezar'ın azatlı kölesi Zailos tarafından gerçekleştirildi. Tapınağın ortasındaki kutsal mekanda Aphrodite’nin bugün müzede sergilenen kült heykeli bulunuyordu. Tapınak M.S 5. yüzyılın sonunda, kentin Hıristiyanlaşması ile büyük bir kiliseye dönüştürülmüştür. MASKLAR: Tiyatro yolunda yüzlerce, türlü ifadelerde, bir tek sesi eksik ya da sesleri zamanın kumlarında yitip gitmiş, günümüze ulaşamamış insan yüzlerinden oluşan bir duvar vardır. STADYUM: Kentin en iyi korunmuş ve en görkemli yapıtıdır. Antik dünyada tek örnek sayılabilecek sağlamlıktadır. Kentin kuzeyinde yer alan stadyum, seyircilerin etkinlikleri rahat izlemesini sağlamak için iki ucu yarım yuvarlak 262 metre boyunda, 59 metre genişliğinde elips biçimli ve 30.000 izleyici kapasitesine sahiptir. Şenlikler, atletizm oyunlarının yanı sıra tiyatro ve müzik yarışmaları da burada yapılıyordu. Sonradan vahşi hayvan ve gladyatör dövüşleri için genişletilmiştir. ODEON: Aphrodite Tapınağı ile agora arasında yer alan odeon, müzik dinlemek için yapılmıştır. Konuşma sanatı ve edebiyat yarışmaları içinde kullanılan yapı ayrıca kentin meclis binası olup, M.S. 2. yy’ da yapılmıştır. Şimdiki oturma sıralarının üst kısmı M.S. 4. yy’daki bir depremle yıkılmıştır. 1000 kişilik kapasitesi olan odeonun, üstü ahşap çatı ve kiremitle örtülüydü. PİSKOPOSLUK SARAYI: Odeonun batı tarafında yer alan yüksek duvarlı yapı, GeçRoma devrinde eyalet valisinin konutu olarak yapılmış, daha sonraki yıllarda da Piskoposluk sarayı olarak kullanılmıştır. Ortadaki avlunun etrafını çeviren sütunların mavi rengi dikkat çekicidir. Üç apsisli binanın içerisinde irili ufaklı bir çok oda vardır. TİBERİUS PORTİKOSU ve HAVUZ: Tiyatronun batısında yer alan ve ortasında büyük bir havuzun yer aldığı geniş alan Tiberius Portikosu olarak anılır. Bu ismin, etrafı yapan imparator Tiberius’a adandığının yazılı olduğu yazıttaki bilgiye göre verilmiştir. Ortasındaki havuz 260 m. uzunluğunda, 25 m. genişliğinde ve 1.20 m. derinliğindedir. Burası spor ve eğitim verilen bir gymnasiumdur. TETRASTOON VE TİYATRO HAMAMI: Akropolisin doğu yamacındaki tiyatronun bitişiğinde, etrafı sütunlarla çevrili kare bir plana sahip olan yapının ortasında yuvarlak planlı bir çeşme yer alır. Taş döşeli döşemenin üzerinde yuvarlak bir güneş saati bulunuyor. Burada bulunan imparator heykellerinin çokluğu nedeniyle buraya imparatorlar salonu denilmiştir. Hemen güneyde tiyatroya yakın olması nedeniyle tiyatro hamamı olarak anılan bölüm bulunuyor. SEBASTEION: Tanrıça Aphrodite ve Roma'nın ilk imparatorları olan Julius Cladiuslere adanmış büyük bir tapınak kompleksidir. Yapı kuzey kapısından başlayan ve tiyatroda sona eren caddenin üzerinde yer almaktadır. Yapımına imparator Tiberius devrinde (M.S.14-37) başlanmış ve Neron devrinde(M.S.54-68) bitirilmiştir. Anıt üç ana yapıdan oluşmaktadır. Yolun her iki yanında üç katlı portikolar vardır. Özgün kabartmaların bulunduğu panolar yer almaktadır. Paganizmden sonra, Sebasteion, bir alış veriş merkezi olmuş, sonra da yıkılmış ve sel sularının getirdiği alüvyonlarla kaplanmış ve üzerlerine Eski Geyre köyünün evleri yapılmıştır. HADRİAN HAMAMI: Roma imparatoru Hadrian’ın Aphrodisias’ı ziyaretinin anısına bu hamam kompleksini yaptırmışlardır. Hamam erkek ve kadınların ayrı ayrı yıkandıkları iki büyük bölümden oluşmaktadır. TİYATRO: Geç Helenistik dönem yapısı olan tiyatro, 10.000 kişilik olup bugün yalnızca 27 sırası ortaya çıkarılmıştır. M.Ö 1. yüzyıla tarihlenen yapı İmparator Sezar ve Augustus’un azatlı kölesi Zailos tarafından yaptırılarak Aphrodite’ye ve halka adanmıştır. Günümüzde sadece 1. katı ayakta kalmış olan sahne binası Anadolu’nun en eski üç katlı sahne binasıdır. Her bir kat ayrı bir mimari tarzda(ion,dor ve korint) yapılmıştır. Tiyatronun ortasındaki yarım yuvarlak orkestra kısmı, imparator Marcus Aurelius (M.S 161-180) zamanında arena haline getirilmiş ve vahşi hayvan, gladyatör dövüşleri yaptırılmıştır. APHRODİTE KÜLTÜ: Tapınağın tam ortasında bulunan Aphrodite kültü, bugün antik şehrin içinde yer alan müzede sergilenmekte olup, müzenin en değerli parçasıdır. TANRIÇA AFRODİT bu kez alışılmış imajından sıyrılmış, anaç, doğuran ve koruyan ana kimliğindedir. HEYKELTRAŞLIK OKULU: Odeon ile Aphrodite Tapınağı arasındaki kısımda yapılan kazılarda çok sayıda bitmemiş heykel kalıntıları ve heykel yapımında kullanılan aletler çıkarılmıştır. Bu nedenle burası, Aphrodisiası’ın heykeltraşlık okulu olarak düşünülmüştür. Okulun temeli olasılıkla Hellenistik dönemin ünlü Bergama heykeltraşlık okulunun kapanmasına rastlar. Genellikle tüm sanatları ve sanatçıları koruyan Bergama Krallığının İÖ 133 yılında III. Attolos tarafından miras olarak Roma’ya bırakılması ile Anadolunun dört bir yanına dağılan yontucuların, önemli bir kısmı da Aphrodisias’a yerleşmiştir. Kentin yakınında bu gün de çalışan mermer ocakları bulunmaktadır. Aphrodisias Heykel Okulu İÖ 1. –İS 6. yüzyıllar arasında üretim yapmış önemli bir atölyedir. Özellikle lahit ve kabartma yapımında ustalaşmış olan Aphrodisias’lı yontucular, bazı eserlerine imza atmışlardır. Bu imzalara pek çok Akdeniz ülkesindeki heykellerde rastlanır. TETRAPYLON Çok işlevli olmayan, gösteriş ve ihtişamı yansıtan bir anıttır. Bu anıtsal kapı İS. 2. Yüzyıla tarihleniyor. Hellence, tetra: dört, pylon: kapı anlamına gelir. Dört tarafındaki dörder sütundan oluştuğu için bu adı almıştır. Yapıda farklı tarzlar bir arada kullanılmıştır. Düz, yivli, spiral yivli sütunların bazısı çift sütundan oluşur. Bazı sütunlar mavi mermerlerden yapılmıştır. Batı alınlıkta kırık alanlık tarzının içerisinde Eros, Nike ve atlardan oluşan av sahneleri yer alır. Doğu alınlık yarım daire şeklindeki kemerden oluşur. İçerisinde Aphrodithe’nin yıldızı Venüs görülür. 16 sütun yeniden dikilmiş ve yapılan onarımlarda gerçeğine olabildiğince sadık kalınmaya çalışılmıştır. Tetrapylon’un hemen doğusunda Aphrodisias mermer ocaklarının beyaz mermerlerinden yapılmış mütevazı bir mezar yer alır. Burada Aphrodisias’ın ortaya çıkarılması ve tanınmasında büyük çaba harcayan Prof. Dr. Kenan T. Erim yatmaktadır. Tetrapylon’un restorasyonu için büyük çaba harcayan Kenan Erim, yapının onarımının bitişi ve zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından açılışından üç hafta sonra vefat etmiştir.. Tetrapylon’un onarımı şimdiye dek Anadolu’da yapılmış en önemli restorasyondur. Antik devirde kullanılmış olan özgün parçaların %80’i kazılarda bulunarak yerlerine konulmuştur. Ayrıca yapının tümü hakkında bir fikir edinilecek biçimde yapılmıştır. Yapının onarımında Avusturyalı mimarlar, Türk arkeologlar ve ustaları görev almışlardır. Tetrapylon’un kolonlarının onarımı ve yeniden inşaatı 1990 yılında tamamlanmıştır. 02.04.2017 / Şenol Yazıcı

  • FATSA, ORDU, TRABZON BULUŞMALARI

    -Trabzon Atatürk Köşkünde- 21. Temmuz. 2024- (Karadeniz İzlenimleri-2) * Zeki Sarıhan * Bir düğün vesilesiyle gittiğim Fatsa’dan ayrılacağım gün için bir buluşma düzenledik. Bir yıl öğretmenlik yapabildiğim eski ortaokul, şimdiki öğretmenevinde saat 11.00’de başlayan sohbetimiz üç saatten fazla sürdü. Çoğu eli kalem tutan arkadaşlar içinde Gargalak dergisi çevresi de vardı. Bu bir araya gelişlerin ileriki tarihlerde de tekrarlanması dileğiyle ayrıldık. Otobüsle Ordu’ya geçtim. Burada da öğretmenevinin bahçesinde gene 10 kişi bir araya geldik. Bir kısmı Akpınar öğretmen okulu mezunu idi. Anıları tazeledik.Buradan Giresun’a geçecektim. Fakat, geleceğimi önceden haber vermediğim arkadaş köyüne gitmiş, bu nedenle Giresun’u atlayarak Trabzon’a gitmeye karar verdim. Burada beni öğretmen Abdülkadir Tiryakioğlu bekliyordu. Onunla birkaç yıl önce telefonla tanışmış, daha sonra birkaç kez haberleşmiştik. Ankara’ya bir gelişinde evimize de uğramıştı. “Çağrıldığın yere gitmeye ar eyleme, çağrılmadığın yere gidip de dar eyleme” derler. Trabzon’a gidiş nedenim Abdülkadir’in beni birkaç kez içten gelen davetiydi. Ordu-Trabzon yolculuğu üç buçuk saati buldu. Abdülkadir beni gece yarısına doğru şehir merkezindeki bir noktada otobüsten aldı. Öğretmenevine götürmesi ricama aldırmayarak evine götürdü. Öğretmenlik yıllarımda uzun süre köyden gelen arkadaşları evimizde konuk ederdik. Bir yere gittiğimiz zaman da meslektaşlarımız tarafından evde konuk edilirdik. Ancak bu gelenek artık epey zayıflamış bulunuyor. Ancak çok yakın akrabalar birbirlerine yatıya gidiyor. Abdülkadir’in dört kat merdivenlerini çıkmakta zorlandığım evine vardığımızda eşi Gönül ve iki erkek evladı bizi bekliyorlardı. Onlarla tanıştık. Gönül, bir şirkette aşçı olarak çalışıyor, her gün araba kullanarak iş yerine gidiyormuş. Çocuklarından birinin tertemiz ve tertipli odasını bana ayırmışlar, banyo yapıp deliksiz bir uykuya daldım. Salon baştan başa camlı raflara sıralanmış kitaplarla dolu. Onunla aramızdaki yakınlığın nedeni böylece anlaşılmış olmalı. Tarih ortak konumuz. ATATÜRK KÖŞKÜ’NDE Ertesi sabah kalktığımda Abdülkadir odaya girdi. Önce ayağımdaki çorapları eliyle çıkararak bana yepyeni bir çorap giydirdi. Sonra kahvaltı mı, çorba mı istediğimi sordu. Fark etmediğini söylediğimde evden çıktık, bir sokak aşağıda semt lokantasında çorba içtik. Trabzonlu Ahmet Özeri arayarak memleketinde olduğumu, nereleri görmemi önerdiğini sordum. Atatürk Müzesi ve iki başka müzeyi önerdi. Abdülkadir bir arkadaşını arayarak benimle tanıştırmak istedi. Çok geçmeden Bülent Hakan Altuncu arabasıyla geldi. Birlikte Atatürk Köşküne çıktık. Daha önce Trabzon’dan ilki 1966 olmak üzere birkaç kez geçtiğim halde bu köşkü görmemiştim. Tanıtım levhasında yazılanlara göre köşk Trabzonlu bir Rum zenginine ait iken Yunanistan’la nüfus değişiminden sonra Belediye’ye geçmiş. Atatürk buraya ilk gelişinde köşkte ağırlanmış ve köşk onun malı olarak tescil edilmiş. 1937’de 154 bin dönümlük mülkünü devlete burada bağışlamış. Bu olayın ayrıntısını okumuş ve “Atatürk’ü en en mutlu günü” başlıklı bir yazı ile paylaşmıştım. Şimdi bir ayrıntı dikkatimi çekti. Yazmadan geçmemek gerekir. Atatürk ölünce köşk, kız kardeşi Makbule’nin malı olmuş ve Belediye köşkü ondan satın almış! Bedava verdiğin malı para vererek geri almak hoş bir şey olmasa gerek… Köşkün yanındaki bir pastanenin bahçesinde oturarak sohbet ettik. Hacı hacıyı Mekke’de, kötü kötüyü dakikada bulur demişler. Abdulkadir gibi Doktor Bülent de geniş ufuklu, sanat ve edebiyat meraklısı biri. Kitapları da varmış. DÜZKÖY YAYLALARINDA Abdulkadir’in arabasını evinin önüne bırakarak Doktorun arabasıyla Trabzon’dan çıktık. İl merkeziyle neredeyse birleşmiş Akçaabat’ın içinden iç bölgeye doğru yükselmeye başladık. Böylece Düzköy ilçesini de görmüş oldum. Burası düz ise inişli-yokuşlu yerlerin nasıl olduğunu hayal edebilirsiniz! Orta ve Batı Karadeniz arazisi, buraların yanında birer ova sayılır. Sahilden 50 km. kadar 1800 metreyi aşkın yükseklikte yaylalara çıktık. Sislerin içinden geçtik. Haçka Yaylasında bir et lokantasına girdik. Kuzu eti olarak önümüze getirilen eti çiğneyemeyerek bıraktık! Yeniden inişe geçtik. Babası buradaki köylerden birinde öğretmenlik yaptığı zamanlarda Bülent Bey, bu köyde büyümüş. Bize şimdi boş ve kısmen harap olmuş evlerini gösterdi. Bir kahveye uğrayıp köylülerle sohbet etti. Gürgendağı Mahallesinde bir eve uğradık. Burada Fatma Pabuşçu ile annelerinin meyve suyu ikramını aldık. Fatma Hanım, köyünü anlatan bir kitap bastırmış, ondan imzalayarak verdi. Daha aşağılarda Çayırbağı Mahallesinin Doğankaya semtinde emeklilerin oturmakta olduğu bir kahveye indik. Burası seçimlerde çoğunlukla CHP’ye oy veren az bulunur Trabzon köylerindenmiş. Bu tutumları Ecevit döneminden kalmaymış. Bu yörede fındık da, çay da yok. Geçimlerini nasıl karşıladıklarını soruyorum. Mısır, patates, fasulye gibi ürünler ancak evin ihtiyaçlarını karşıladığını, köyde her evde en az bir emekli bulunduğunu söylediler. Değişik bir yoldan Akçaabat’a inerken, Çal Köyünde bir mağaranın önünden geçiyoruz. İçinden bir de dere çıkıyor. Bu yeri görmeye gelenleri ağırlamak için yeme-içme tesisleri kurulmuş. Bir hayli otomobil, yol boyunca sıralanmış. TRABZON’UN ZİHNİMDEKİ GÖLGESİ Artık dönüş zamanı. Saat 21.00 için Ankara’ya alınmış biletim var. Trafik yoğunluğundan Akçaabat’a girmekte ve Trabzon içinde yol almakta zorlanıyoruz. Bülent Bey, bizi Abdülkadir’in arabasının yanında bırakıyor. Onunla, Trabzon’un öteki ucunda bulunan otogara 20 dakika önce ulaşıyoruz. Trabzon çok engebeli bir yerde kurulmuş. Üst üste yapılan taraçalar üzerinde çok katlı yeni apartmanlar sıralanıyor. Kentin ucu bucağı görülmüyor. Ben ise bütün gün Trabzon Rum İmparatorluğu, Fatih Sultan Mehmet’in askerleri, Rus işgali, Millî Mücadele’de Trabzon muhalefeti, İskele Kâhyası Yahya belası, Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının katledilmesi, bütün Rum nüfusun yerlerini yurtlarını bırakarak vatanlarını terk etmelerinin zihnimde bıraktığı gölgelerle Trabzon’da bir gün geçirdim. (26 Temmuz 2024) zekisarihan.com

  • GENCO ERKAL

    maviADA * Devrimci sanatın gür sesi büyük usta Genco Erkal vefat etti. 84 yaşında bir p aylaşımından dolayı cumhurbaşkanına hakaretten yargılandı, "suç oluşmadı" denildi. 86 yaşındaydı ve kan kanseri tedavisi görüyordu. O , zaten aşağıdaki "re p likle" "tek hecesiz" veda etmişti. Dağlarca diyesi " Ölmeyen Neye Yarar." Bize, sanat ve kültür dünyasına kattıkları için sonsuz teşekkürlerimizle... Alkışlarla uğurluyoruz... " Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın! Sizi canımda canımın içinde, kavgamı kafamda götürüyorum. Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın... Resimlerdeki kuşlar gibi dizilip üstüne kumsalın, mendil sallamayın bana. İstemez... Tek hecesiz elveda ." * GENCO ERKAL Genco Erkal, 28 Mart 1938'de dünyaya geldi. Eğitim hayatına yatılı olarak Galatasaray Lisesi İlkokulu'nda başladı. Daha sonra Robert Kolej'e gitti ve yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde tamamladı. 1960'larda Muhsin Ertuğrul'dan gelen bir teklif ile profesyonel tiyatroya atıldı. 1965'te Gogol'un "Bir Delinin Hatıra Defteri" adlı öyküsünü tiyatroya uyarladı. Bu, Türkiye'de Batılı bir metne dayalı sahnelenen ilk tek kişilik oyun oldu. Yıllar boyunca üç farklı yorumla sahnelediği eser, onunla özdeşleşti. Tek kişilik oyunların ustası olarak tanındı. Erkal, 1969'da Dostlar Tiyatrosu'nu kurdu. Usta sanatçı, Aziz Nesin'den Haldun Taner'e, Nazım Hikmet'ten Behiç Ak'a ve Yaşar Kemal'e birçok sanatçının eserlerini de sahneye uyarladı. 1982 yılında "At" ve 1983 yılında "Faize Hücum" filmleri ile "en iyi erkek oyuncu" dalında Antalya Film Festivali'nde iki kez Altın Portakal aldı. TRT için Haldun Taner'in ünlü müzikli oyunu Keşanlı Ali Destanı'nı yönetti ve oynadı. 1993-1998 yılları arasında, Paris'te üç Fransızca yapımda sahne aldı. Bunlar Nâzım Hikmet'ten "Sevdalı Bulut", Philippe Minyana'dan "Ou vas-tu Jérémie?" (Nereye gidiyorsun Jérémie?) ve Paulo Coelho'nun ünlü romanından uyarlanan "Simyacı" idi. Genco Erkal hakkında 2016 ve 2020'de yaptığı iki paylaşımdan dolayı "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçundan 1 yıl 2 aydan 4 yıl 8 aya kadar hapis cezası istemiyle bir iddianame hazırlandı. 2022'de görülen davada hakim, "atılı suçun unsurları oluşmadığına" hükmetti ve ünlü sanatçı beraat etti.

  • AFŞAR TİMUÇİN ÖLDÜ

    DENİZİN BEKLEDİĞİ / Afşar TİMUÇİN * Seni sevmek mor denizlerdi biraz Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz   Seni sevmek yaşamın aşılmaz büyüklüğü Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan Ve sığınıp ılık kıyı kentlerinde biraz akşam Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü   Varılırdı daha saydam günlere isteseler İsteseler yalnızlık giremezdi evlere Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler Ve uçacak durmadan adasız denizlere   Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi Sonra yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan Bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan Sana verdim geç diye bütün denizlerimi… *** Afşar TİMUÇİN * (31 Ağustos 1939, Manisa - 26 Temmuz 2024, İstanbul ), Azeri kökenli Türk felsefeci , şair , yazar ve çevirmen . Afşar Timuçin, 1939 yılında Manisa 'nın Akhisar ilçesinde doğdu. Kökenleri Bakü ve Batum 'a dayanan Timuçin, baba tarafından Azeri , anne tarafından ise Gürcü asıllıdır. Yüksek öğrenimine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde başladı. 1967 yılında, eğitimini tamamlamak üzere Kanada 'ya gitti. 1967'de Montreal Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde lisans eğitimini, 1970'te İstanbul Üniversitesi 'nde doktorasını tamamladı. 1968–1970 yılları arasında Fransızca okutmanlığı yaptı. 1974(?)-2002 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversite'sinde dersleri verdi. 1981 yılında doçent, 1992 yılında profesör oldu. Bir süre Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü başkanlığı görevini yürüttü. Kocaeli Üniversitesi'nden 2006 yılında emekliye ayrıldı. Çok sayıda sanat, edebiyat ve felsefe üzerine kitabı olan yazar 26 Temmuz 2024'te İstanbul'da vefat etti. 28 Temmuzda da Zincirlikuyu'ya defnedildi SoL yazarı Asaf Güven Aksel'in Timuçin'in ölümü üzerine " B"Afşar Timuçin metafiziği" başlıklı yazısından bir kesit şöyle: "...Tevellüt meselesi, artık böyle olacak belli ki. Çaresiz. Neredeyse her gün, eksile eksile, yana yana… Ziya Osman Saba der ya, “Ha üç gün önce, ha beş gün sonra… / Bir yaprak dökümüdür dört yandan / Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş / Bir sabah gazeteyi açarsın ki: Ölmüş!” Gazeteden gördüğüne göre, sadece ölüm ayrılığı değil burada konu…. Öğüten, dağıtan dişliler… Neyse. 'HATIRLAYIP İRKİLİYORSUN: O DA ARTIK YOK' Öyle tuhaf ki, bir dostunun kötü haberini alıyorsun, biraz sızın diner umuduyla, bir ortak dostla paylaşmaya, dertleşmeye yelteniyorsun… Ararken tam, hatırlayıp irkiliyorsun ki, o da yok artık… Kalakalıyorsun, kendi içine katmerlenmiş olarak kapanıyorsun… ... "Anmalar, yanmalar, tamam. Şimdi namlu gibi dosdoğru aydınlar, sanatçılar için seferberliğe! Yitenlerin anılarının, emeklerinin yakışığınca yenilenmesi, komünistlerin boynunun borcudur. Hiçbir şey boşuna değildi, yok öyle metafizik… Beyaz haritalara mor kalemle hiç görülmedik yepyeni kentler çizme zamanıdır, yırtılmak için yazılmış güzel şiirler karalamanın! ... "Sonumuz nasıl olacak diye yorma kafanı Umutsuzluk suçunu işlemek bize yasak” Afşar TİMUÇİN *** "ŞİİRİ VE EDEBİYATI AYDINLIK HALE GETİRMEYE ÇALIŞTILAR" Liseden arkadaşı olan Yazar Adnan Özyalçıner şair, romancı ve felsefeci olan arkadaşı Timuçin için, "Dünyaya aydınlığı şiirin getireceğine inanıyordu. Kendisi 1960 kuşağı şairlerindendi. O kuşak ikinci yeni döneminden sonra toplumcu edebiyatı getiren ekiptir. O bakımdan 1960 kuşağı, şiiri insana, doğaya, dünyaya bakışıyla belirlenmiş ve onu değiştirici dönüştürücü bir şiirdir. Afşar da bunu en güzel yapan şairlerden biriydi. O dönemin şairleri hem eylemci hem de edebiyatçıydı. Yani hem hayatı değiştirmek hem şiiri, edebiyatı aydınlık hale getirmek için çalıştılar." diye söyledi. "Böyle Söylenmeli Bizim Türkümüz", "Gece Gelen Eski Dost" ve "Denizli Pencere" gibi öykü, şiir ve roman türünde eserleri bulunan Timuçin, Ataç, Dönem, Milliyet Sanat, Papirüs, Soyut, Yazko, Yelken, Yeni Edebiyat, Yeni Ufuklar ve Varlık dergilerinde yayımlanan şiirleriyle tanınıyordu. Ataköy 5. Kısım Ömer Duruk Cami'nde öğle namazını müteakip kılınan namazın ardından Timuçin'in naaşı, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi.

  • KAYBETME KÜLTÜRÜ

    Uğur ÖZIŞIK* Kartaca'nin efsanevi lideri Anibal'e, maiyetindeki generallerden biri bir gün söyle demiş. "Rakiplerini yeniyorsun ama kazanmayı bilmiyorsun!" Kimse kusura bakmasın, bizim kazanma - kaybetme kültürümüzde kazanmanın sevinci, seviyesizce hırslanışlarla üstünlük taslamak ve bunları argo lisanıyla dillendirmekten öteye gitmiyor. Yalnız bir takımın taraftarlığından bahsetmiyorum; ayni lümpen taraftarlık edebiyatını siyaset forması giymiş adamlar da yapıyor, ötekiler de... Buna gazetecisi, yöneticisi de dahil üstelik. Diyelim rakibini yendin; onu ne kadar aşağılarsan, zaferinin kıymetini azaltmış olursun. Rakibinden saygıyla bahset; onu da onurlandır ki, kazanacağın zaferin bir değeri olsun. Yenmek sportif bir başarının işaretidir; kazanmak ise sportif başarıdan fazlasını ister: Tecrübe, hoşgörü, empati, humor, kültür, uzak görüşlülük ve adamlık... Kötü oynayanlar da bazen galip gelebilir ama kazanmak tesadüflerin eseri değildir. Bir vazo tesadüfen yere düşüp kolayca cam kırıkları haline gelebilir; cam kırıklarının "tesâdüfen" bir araya gelip vazo oluverdiği görülmemiştir. Kaybedenlerin önünde secde ettirmeye zorlayan bir galibiyetin şerefli tarafı yok; mağluba bile onur kazandıran mücadelelerin bir anlamı var. Aslında birlikte haz ve gurur kazanmamız gerekiyor. Birbirimizi ezerek, bitirerek, öteleyerek hareket edince kazanmış olmuyoruz, çok kötü kaybediyoruz. Futbolculara kamyonla para dökenler, taraftarların da eğitimi ve kazanma-kaybetme kültürü edinmesi için de çalışmalar yapmalılar. Yenilgiyi kabullenmek önce biz nerede hata yaptık diye düşünme meselesidir. Yoksa çeşitli anlamsız bahaneler ortaya atarak gerçeklerden uzaklaşmak sorunu çözmez. Hayat her zaman kazanmaya izin vermez; hepimiz irili ufaklı kaybetmelerin izleriyle hayatı yaşamıyor muyuz? Kaybetmenin utanç verici bir hâl olmadığını çocuklarımıza öğretmeliyiz. Yenenle yenilen gerçek yaşamda beraber olmak zorundaysa sporda da siyasette de abartısız davranışlar hayata mana katar. Yazımızı Yunus Emre'nin anlamlı şu dörtlüğüyle bitirelim. Sen sana ne sanırsan Ayruğa da onu san Dört kitabın manası Budur eğer var ise * 26.11.2022

  • Öpücük

    Ressam: Güstav KLİMT -1908, Avusturya * (Almanca, Der Kuss) Avusturyalı Sembolist ressam Gustav Klimt tarafından altın varak , gümüş ve platin içeren bir tuval üzerine yapılmış bir yağlı boya eseridir . 1907 ve 1908 yıllarında, akademisyenlerin “Altın Dönem” dediği dönemde yapılmış ve 1908'de Liebespaar (sevgili) başlığı altında sergilenmiş. Resimde birbirlerini kucaklayan bir çift tasvir ediliyor, vücutları çağdaş Art Nouveau tarzından ve erken Arts and Crafts akımının organik formlarından etkilenen bir tarzda dekore edilmiş ayrıntılı güzel elbiselerle iç içe. Resim şimdi Viyana Belvedere 'deki Avusturya Belverede Galerisi müzesinde bulunmakta ve Viyana Secession 'ın ( Art Nouveau 'nun yerel varyasyonu) ve Klimt'in en popüler eserinin bir şaheseri olarak kabul ediliyor. Arka Plan Aşk, samimiyet ve cinsellik Gustav Klimt'ın eserlerinde yaygın olarak bulunan temalardır. Stoclet Frizi ve Beethoven Frizi , Klimt'in romantik yakınlığa odaklandığı örneklerinden. Her iki eser de Öpücük'ün öncüsü ve kucaklayan bir çiftin yinelenen motifine sahipler. Klimt ve arkadaşı Emilie Flöge 'nin bu çalışmayı modellediği düşünülmekte, ancak bunu kanıtlayacak kanıt veya kayıt yok. Diğerleri kadının 'Kırmızı Hilda' olarak bilinen model olduğunu öne sürüyor; Klimt’in Lady With Hat And Feather Boa, Goldfish ve Danaë ’sindeki modele çok benziyor. Tanıtım Gustav Klimt, altın , düz bir arka plana karşı samimi bir kucaklamada kilitli olan çifti tasvir ediyor. İki figür, kadının açık ayaklarının altında biten çiçekli bir çayır parçasının kenarında yer almakta. Adam geometrik desenler ve ince kıvrımlar ile basılmış bir elbise giyiyor. Kadın çiçekten yapılmış bir taç takarken, o bir sarmaşıklardan yapılmış bir tacı takıyor. Kadını çiçek desenleri ile akan bir elbise içinde görüyoruz. Adamın yüzü izleyicilere gösterilmiyor ve bunun yerine, yüzü kadının yanaklarına bir öpücük kondurmak için aşağı doğru bükülmüş ve elleri kadının yüzünü tutuyor. Kadının ise gözleri kapalı, bir kolu erkeğin boynuna sarılmış, diğeri hafifçe eline dayanıyor ve yüzü adamın öpücüğünü karşılayacak şekilde kalkıyor. Resimdeki desenler Art Nouveau tarzını, Arts and Crafts akımının organik formlarını göstermekte. Aynı zamanda, arka plan Degas ve diğer modernistlerin çalışmalarının iki ve üç boyutluluk arasındaki çatışmasını çağrıştırıyor. Öpücük gibi resimler fin-de-siecle ruhunun görsel tezahürleridir, çünkü zengin ve duyusal görüntülerle taşınan bir çöküşü yakalarlar. Altın varak kullanımı, ortaçağ "altın zemin" resimleri, ışıklı el yazmaları , eski mozaikler ve kıyafetlerdeki spiral desenler Bronz Çağı sanatını ve klasik sanattan önce Batı sanatında görülen dekoratif dalları hatırlatıyor. Adamın başı, resmin basitleştirilmiş kompozisyonunda olduğu gibi, Japon baskılarının etkisini yansıtan geleneksel Batı kanonlarından bir çıkış olan tuvalin tepesine çok yakın bitiyor. Klimt'in altın kullanımı, 1903 yılında İtalya'ya yaptığı bir geziden ilham almış, Ravenna 'yı ziyaret ettiğinde San Vitale Kilisesi 'nde Bizans mozaiklerini görmüş. Klimt için, mozaiklerin düzlüğü ve perspektif ve derinlik eksikliği sadece altın parlaklığını artırmış ve kendi çalışmasında benzeri görülmemiş altın ve gümüş yaprak kullanmaya başlamış. Bu resimde Klimt'in, Apollo'nun Ovid anlatısının başkalaşımından sonra Daphne'yi öptüğü anı temsil ettiği de iddia ediliyor. Karşılama Klimt, bir skandal oluşturan ve hem 'pornografik' hem de 'sapkın aşırılığın' kanıtı olarak eleştirilen üç bölümlü Viyana Tavan  serisinden kısa süre sonra Öpücük’ü yaptı. Eserler, sanatçının sanata anti-otoriter ve anti-popülerist bakışı sayesinde bir deha olarak yeniden şekillendirmişti. "Eğer herkesi yaptıklarınızla ve sanatınızla memnun edemezseniz, birkaç tanesini memnun edin." yazmıştı. Öpücük 1908 yılında Viyana'da Kunstschau'da – Josef Hoffmann, Gustav Klimt, Otto Prutscher, KolomanMoser ve diğerlerinin işbirliğiyle, 1 Haziran - 16 Kasım 1908 tarihleri arasında İmparator Birinci Francis Joseph 'in altmışıncı yıldönümü için Viyana'daki kutlamalara denk gelecek şekilde oluşturulan binada sergilendi. Ancak Öpücük, halka açık bir sergiye konulduğunda Avusturya hükûmeti tarafından coşkuyla alındı ve o sırada hala tamamlanmamıştı.

  • KENAN IŞIK HAYATINI KAYBETTİ

    SON DAKİKA * Beyin kanaması sonucu 10 yıldır komada  olan ünlü oyuncu   Kenan Işık,  76 yaşında yaşamını yitirdi. 'Kim Milyoner Olmak İster'in sevilen, efsane sunucusu Kenan Işık, 2014 yılında spor salonunun saunasında düşerek beyin kanaması geçirmişti. Işık, 10 yıldır   bitkisel hayat taydı. KENAN IŞIK KİMDİR? 1947 yılı Malatya doğumlu olan Kenan Işık, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü mezunuydu. Işık, 1972 yılında Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü sanatçısı olmuştu. Kenan Işık ayrıca, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği yapmıştı. Sanatçı, devam eden kariyeri süresince çok sayıda tiyatro oyunu yazmıştır. Yeni Yüzyıl (1995-1998),Yeni Binyıl (2000) ve Akşam (2000-2002) gazetelerinde çalıştı. Televizyon ekranlarında başrollerini Gülben Ergen ve Haldun Dormen ile paylaştığı Dadı adlı diziyle boy göstermiştir. 2005 yılında Kenan Işık, Erdoğan Aktaş'la tanışıp 4 Nisan 2005 tarihinde Star Haber'i sunmaya başladı. 12 Haziran 2005 tarihinde haberi sunmayı bırakan Kenan Işık, 20 Ağustos 2005 tarihinde Star Haber'i bıraktı ve tekrar oyuncu oldu. Sanatçı ayrıca Türk televizyon programları arasında fenomenler arasına giren Kim 500 Bin İster yarışmasının Osmantan Erkır'ın yönlendirmesiyle sunuculuğunu yapmış, değişen yeni adı ile Kim Milyoner Olmak İster yarışmasının sunuculuğunu yapmaya devam etmiştir. 2010 anayasa değişikliği referandumu'nda 'Evet' oyu vereceğini açıklamıştır. 21 Mart 2014 gününden beri komadaydı. O gün spor sonrasında saunaya giren Işık'ın, sauna sonrasında fenalaşıp dengesini kaybederek kafasını yere çarptığı öğrenildi. Bilinci kapalı hâlde hastaneye kaldırılan ve beyin kanaması geçiren Işık, 10 yıl boyunca komada kaldı. Bir ara tedavi için yurt dışına gittiyse de ciddi bir olumlu sonuç alınamadı. Sanat camiasına, ailesine, sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

  • Öldürme Yaşat

    Yusuf AKSOY * Her ülkenin yazılı olana rağmen kendine özgü yönetim sistemi oluyor. Bizim ülkemizde de yönetimler kendi ihtiyacına uygun davranışlar gösterebiliyor. Ülkemizde gündemin çok hızlı değiştiğinin hepimiz tanığıyız. Bu çok hızlı gündem değişimi çoklu olsa da bir ikisi daha da öne çıkmaktadır. Bu eksende, son bir haftada en öne çıkan günden ise ‘Sokak Hayvanları’ oldu. Hepimizin yakından takip ettiği ve büyük çoğunluğumuzun şok olmuş halde tepki gösterdiği Hayvan Koruma Kanun’undaki  değişiklik ile ilgili yasa teklifi hazırlığıdır. İktidar partisi AKP, sokak hayvanları ile ilgili yeni düzenleme için değişikliğe hazırlanıyor. Ülkemizin çözülmesi gereken birçok sorunu olduğu bilinen bir gerçektir. Bunlardan birisi de şüphesiz ki sokaklarda kendi kaderine terk edilmiş ya da barınaklara hapsedilmiş hayvan sorunudur. Sokaklarda itilip kakılan, dayak atılan, araçların altında ezilen kedi, köpekler. Tamamına yakında hayvanların eziyet, işkence gördüğü ölüm kampı olarak bilinen barınaklar sorunu vicdanları sızlatmaktadır. Sabah gazetesinin Hayvan Koroma Kanunundaki yeni düzenleme taslağı ile ilgili haberi aşağıdaki gibidir: “YENİ YASA TEKLİFİ TASLAĞINDA NELER VAR? *Kontrollü hayvan tanımı kaldırılıyor, yerine sahipli-sahipsiz hayvan tanımı baştan yapılıyor. *Hayvan bakımevleri süreli bir bakımı vurgulayacak şekilde düzenleniyor. *"Güçten düşmüş hayvan", "Ona bakan" ve "Kontrollü hayvan" ifadelerinin kaldırılması. *Denetim yetkisi bakanlıkta olacak bu yetki valiliklere devredilebilecek. *Denetimleri belediye ve zabıta ekipleri yapacak. *Toplatılan sahipsiz hayvanlar bakımevlerinde 1 ay içerisinde sahiplendirilmezse ötenazi uygulanması. *Bir kişi bakım altında köpeğini ihmal ederse hayvana el konulacak ve yeniden hayvan edinmesi yasaklanacak. *Hayvanını sokağa atana verilen ceza 2 bin TL'den 50 bin TL'ye çıkarılacak. TÜMÜNÜ OKUMAK İSTERSENİZ   Herhangi bir eşya ya da çöpmüş gibi -toplatılan sokak hayvanlarının bir ay içerisinde sahibi çıkmazsa- öldürüleceğinden bahseden taslağa karşı başta Barolar Birliği ve Türk Veterinerler Birliği olmak üzere toplumun her kesiminden çok ciddi tepkiler ortaya çıkmıştır. Sokaklarda insanlarla birlikte evcilleşmiş ve insanlara ihtiyacı olan hayvanları öldürmek değil, yaşatmak asli sorumluluk ve görev olmalıdır, diye tavizsiz bir şeklide düşünüyoruz. İnsan olabilmek, kendisi için istediğini diğer canlılar için de isteyebilmekle mümkün olabilir. İçinde yaşadığımız çağın eşit yaşamdan, eşit sevgiden yani adaletten yana olan bilinci ve taraflılığı ile dolu olan toplumları başka canlıları öldürmeye rıza göstermez. Bu biline. Başka ülkelerden kana bulanmış hiçbir örnek bu canların öldürülmesini haklı çıkaramaz. Bu yüzden bu yasa taslağı acilen geri çekilmelidir. Aşağıda toplumun hemen hemen tümünün görüş ve önerilerine denk açıklama yapan Barolar Birliğinin ve Türk Veterinerler Birliğinin konu ile ilgili özet açıklamalarını paylaşıyorum. Ayrıca 12 Aralık 2022 tarihinde hayvan Haklarıyla ilgili maviAda Dergisinde yayınlanan ‘Yaşam Hakkı’ başlıklı yazımı da paylaşıyorum: “Türkiye Barolar Birliği (TBB), AKP’nin “başıboş köpekler” sorununun çözümü için ‘sokak hayvanlarının uyutulması” maddesini de kapsayan yasa değişikliği teklifine tepki göstererek “Belirtilen yöntemleri reddederek katliam ve tecritte ısrarcı olmak, aklı ve vicdanı reddetmektir” dedi. TBB’nin yaptığı yazılı açıklamanın tam metni şöyle: Kamuoyunda bir süredir, tüm sokak hayvanlarının toplanarak önce ilan yoluyla sahiplendirilmeye çalışılacağı, bu süreç sonunda sahiplendirilmeyen sokak hayvanlarının ‘uyutulma’ adı altında öldürülecekleri yönündeki yasal düzenleme için harekete geçildiğine dair haberler paylaşılmaktadır. Bahsi geçen yasa teklifinin meclisten geçmesi halinde ülkemiz tarihinde görülmemiş bir hayvan katliamının yaşanacağı aşikardır.Yüzyıllardır bu toprakların bir parçası olan sokak hayvanlarının; bizler gibi hissedebilen, acı çekebilen ve her fırsatta “can dost” oldukları vurgulanan varlıkların ölüm fermanını vermek yahut onları ölüm kampı barınaklarda tecrit etmek ne kültürel değerlerimizle ne de 20 yıl önce yürürlüğe giren ve 3 yıl önce kapsamlı değişikliğe uğrayan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun sistematiği ile bağdaşabilir. İddia edildiği gibi sokak hayvanları popülasyonu bir problem teşkil ediyorsa bu sorunun çözümü yetkili tüm kurumların eş zamanlı olarak yürüteceği bir kısırlaştırma ve rehabilitasyon seferberliğidir. Bunun için semtlere ve özellikle kırsal bölgelere kısırlaştırma merkezlerinin kurulması gerekli ve yeterlidir. Kısırlaştırma ile birlikte mutlaka uygulanması gerekli bir başka husus da evcil hayvanların üretim ve satışına yasak getirilmesi ve sahiplendiği hayvanı sokağa terk edenlere ağır idari yaptırımlar uygulanmasıdır. İki veya üç yıl süresince uygulanacak bu yöntem ile sokak hayvanlarının üremesinin önüne geçilebilecek ve varlığı iddia edilen sorun büyük ölçüde çözüme ulaşacaktır. Açıklanan yöntemler, alanında uzman veteriner hekimler tarafından da en doğru yol olarak sunulmakta, pek çok bilimsel çalışma ile de desteklenmektedir. Belirtilen yöntemleri reddederek katliam ve tecritte ısrarcı olmak, aklı ve vicdanı reddetmektir. Etik değerlere, toplumsal normlara ve sırf sezgisel olarak dahi fark edebildiğimiz hayvanın yaşam hakkına aykırı olan bu zihniyetin kurumsallaştırılarak yasal zemine taşınması, toplumun vicdanında da kabul görmeyecektir. Sonuç olarak, Türkiye Barolar Birliği olarak yapılması planlanan yasal düzenlemeyi takip ettiğimizi ve bu toprakların bir parçası olan tüm canlıların ‘yaşam hakkı’nın korunması adına her türlü hukuksal mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğimizi kamuoyu ile saygıyla paylaşırız. ( https://sendika.org/2024/05/turkiye-barolar-birliginden-akpnin-hayvan-haklari-yasa-teklifine-tepki-706017 )” “Türk Veteriner Hekimleri Birliği olarak sahipsiz hayvanların itlafına sebep olacak her türlü uygulamanın karşısında olduğumuzu, bu uygulamaların hayvan refahı açısından kabul edilemez olduğunu kamuoyu ile paylaşma zorunluluğu hissediyoruz. Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü (WOAH), evcilleştirilmiş bir tür olan köpeklerin topluma bağımlı olduğunu, sahipsiz oldukları durumlarda dahi sağlık ve refahlarını sağlamanın etik bir sorumluluk olduğunu hatırlatmaktadır. Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü (WOAH) sahipsiz hayvan popülasyonun kontrolünde “yakala, kısırlaştır, aşılat ve yaşadığı bölgeye geri bırak” yaklaşımının sahipsiz hayvanların üremesinin kontrol edilmesine yönelik bir yaklaşım sağladığını ama bununla birlikte daha önce birçok kez meslek örgütü olarak vurguladığımız önlemlerin de birlikte alınması gerektiğini ifade etmektedir. Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve meslek odaları olarak çözüm önerilerimiz; §  Büyükşehir Belediyelerinde Veteriner Halk Sağlığı Daire Başkanlığı ve diğer belediyelerde Veteriner İşleri Müdürlüğü kurulmalıdır. §  Veteriner Halk Sağlığı Daire Başkanlığı ve Veteriner İşleri Müdürlüklerinde nitelikli ve yeterli sayıda personel istihdamı sağlanmalıdır. §  Geçici Bakımevi kapasitesini karşılar sayıda veteriner hekim, hayvan sağlığı yardımcı personeli ve işçi personel bulunmalıdır. Bu konuda standartlar oluşturulmalıdır. Geçici hayvan bakımevinde çalışan yardımcı personeller hijyen, hayvan davranışları, hayvan refahı ve bakımı, hayvanların tutulması ve yakalanması konusunda eğitim almalıdır. §  İhtiyaç duyulan bölgelerde veteriner fakülteleri ve serbest veteriner hekimlerden kısırlaştırma çalışmalarında destek alınmalıdır. §  Sahipli hayvanlar da dahil olmak üzere kontrolsüz üreme ve denetimsiz ticari satışların önüne geçilmeli, üretim yapılacaksa ilgili bakanlığın denetimi ve mutlaka veteriner hekimlerin denetimi ve onayıyla yapılmalıdır. Sahipsiz kedi ve köpeklerin sokaktan sahiplenilmesi özendirilmeli, sahiplenilmesi halinde kimliklendirilmesi ile ilgili zorluklar ortadan kaldırılmalı, her yaştaki hayvan kimliklendirilebilmelidir. §  Çevreye uyum gösteremeyen, yaşlı, zayıf, engelli vb. köpekler ve kediler sahiplendirilinceye kadar veya hayatları boyunca bakımevlerinde kalmalıdır §  Hayvan sahiplenme şartları yeniden düzenlenmelidir. §  Sokağa terkedilen hayvanlara ilişkin hayvan sahiplerine ciddi yaptırımlar uygulanmalıdır §  Önemli bir sokak hayvanı kaynağı olan kırsal yerleşim alanları ile tarım işletmelerindeki hayvanlar denetim altına alınmalıdır §  Ayrıca, sahiplendirmenin özendirilmesi, devletin bu konuda destek vermesi, bireysel sahiplenmenin yanı sıra, ülkemizde bulunan çok sayıda şirketin ve kamu kurumlarının hayvanları sahiplenmesi sağlanmalıdır §  Çözüm için başta meslek örgütleri olmak üzere sivil toplum örgütleri ve diğer gönüllülerden yardım alınmalı, destekleri istismar eden kişi ve kurumlar denetlenmelidir. Son sözümüz şudur ki, bu yasa tasarısı son halini almadan önce, uygarlığın ilk zamanlarından beri birlikte yaşadığımız kedi ve köpekler ile  bütünleşik bir yaşamı en iyi bilen akademik meslek olarak görüşlerimizin alınması gerektiğini kamuoyuna saygı ile duyuruyoruz. Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve Veteriner Hekim Odaları   ( https://tvhb.org.tr/2024/05/24/yasalar-oldurmez-yasatir-meslek-yeminimize-bagli-kalacagiz-yasatacagiz)”   YAŞAM HAKKI Hak kavramı, genelde sadece insan haklarını ifade eden bir kavram olarak gündeme geliyor. Oysaki insan ile beraber tüm canlı türlerinin eşit yaşam hakkı söz konusu olmalıdır. Canlı türleri içinde daha gelişkin yetenekleri olan insan türü (homo sapiens), kendine uygun yaşam koşulları ve alanları oluşturup bunları sürekli geliştirebilirken diğer canlı türlerinin yaşam haklarına müdahale etmeyi de kendine hak sayabilmektedir. Bu asla bir hak değildir ve olması gereken doğal bir durum da değildir. Aksine, diğerinin haklarına saldırıdır. Erdemli insan olabilmek, kendi için hak gördüğünü başkaları ve başka canlı türleri için de hak görebilmektir. İnsan türcülüğü politik bir tercihtir. Türcülüğe karşı türlerin eşitliği savunmak, yeni politik bir tutum almak insan olabilmenin en temel ve en önemli gereklerinden biridir. Bitki türleri kendi doğal ortamında özgürce varlığını sürdürebilmelidir. Doğa hakkı kapsamında yeşil canlı türleri olan ağaçlar, ormanlık alanlar vb. yerler keyfi ve ranta dönük olarak betonlaştırılmamalı, talan edilip yakılmamalıdır. Bitkilerin hayvanlar gibi acı duygularının olmadığı bilinmektedir. Ancak hayvanların insanlar gibi duygularının olduğu, acı ve üzüntü duydukları, sevindikleri, heyecanlandıkları, korktukları  ağladıkları ve hatta küstükleri bile bilinmektedir. Hayvan hakkı, İnsan hakkı kadar değerli ve vazgeçilmezdir. İnsanın doğada varlığı ve sürekliliği diğer canlı türleriyle eşit ve dengeli ilişkiler bütününe bağlıdır. Ancak, gelin görün ki hayatın pratiği çok farklı. Betonlaşan doğal alanlar, yakılan ormanlar, keyfi kesilen ağaçlar oralarda yaşayan hayvanları da tedirgin ve tehdit etmiştir, etmektedir. Yaban dediğimiz, insanın kirli eli değmemiş olduğu doğal alanlarda insan etkinlikleri dolayımı ile yaşama olanakları zorlaşan hayvanlar, doğal olarak insanlarca zapt edilen yerleşim yerlerinin çevresinde yaşamaya başlamışlardır. İnsan egemenliğindeki çevrede ağaçlar, kuşlar, kediler köpekler ve diğer hayvanlar için yaşam eziyetten başka bir şey değildir maalesef. Dünya genelinde hayvanların yaşantısı ve hakları ile ilgili farklı yaklaşım, farklı tutum ve davranışlar mevcuttur. İnsan odaklı medeniyetin görece daha ileri olduğu Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’nın ekonomik olarak gelişip zenginleştiği bölgelerde sokaklarda hayvana rastlayamazsınız. Neden acaba? Sadece insanı temiz tür sayan hastalıklı zihniyet hayvanları zehirleyerek, endüstriyel alanda ham madde olarak ve deney aracı olarak kullanarak soykırım yapmıştır. Günümüzde ise evlerde süs hayvanı olarak karne karşılığında bakılmasına izin veriliyor. Kontrollü üremeye izin verilenler ise deney malzemesi olarak ve kozmetik ve ilaç üretiminde ham madde ihtiyacı için planlanıyor. Kâr amacıyla tüm dünyada aşırı hayvansal gıda üretimi ve tüketimi yapılıyor. Tavuk, civciv ve balık gibi hayvanlara eziyet çektirilen kafesler içinde, zararlı hormon ilaçları verilerek çok hızlı üremeleri ve yumurtlamaları sağlanıyor. Kimyasal döllenmeyle yani bir şekilde istismar yoluyla inekler yavrulatılıyor. Yavrular anne sütünden mahrum bırakılıyor ve kimyasal yoldan beslenmeleri yapılıyor. Çünkü doğal süt bir meta aracıdır; yavrular için değil pazar için toplanmaktadır.   Ülkemizde hayvanların yaşantısına baktığımızda da bir felaket manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz. Doğal yaşam alanlarından insanların yaşadığı çevrelere mahkûm edilen ve insana muhtaç edilen sayısı belirsiz hayvan potansiyeli her gün ölümle yaşam arasında ince bir çizgide, sınırlı, eziyetli bir yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinden bu yana hayvanların dez avantajlı durumu içimizi yakmaktadır. Toplu köpek, at ve eşek katliamları hafızalarımızdan silinmiyor. Yukarda da vurguladığım gibi insanın edimleri sonucu aynı çevresel alanlarda yaşamak zorunda kalan hayvanların büyük çoğunluğu eziyet örüyor. Bu eziyet ve işkence çok yönlü olarak bu canlara karşı uygulanıyor. Devletin sorumluluğunda olan Konya Barınağı’ndaki görüntü hayvan sever tüm toplumları şok etmiştir . Onlarca çalışanın seyrederek suça ortak olduğu ve bir çalışan tarafından kafasına kürekle vurularak öldürülen köpek ülkemizdeki hayvanlara karşı uygulanan resmi ve geleneksel tutumu gözler önüne tekrar sermiştir. Devletin ve yerel yönetimlerin denetimlerindeki barınaklar işkence ve ölüm barınaklarına dönüştürülürse, sokaklardakilerin başına gelecek hallerini bir düşünelim. Dün sokak köpekleri ve kediler sokak ortasında zehirlenerek, vurularak, diri diri gömülerek yok ediliyordu, bugün değişen ne oldu acaba? Aynı katliam ve aynı cinayet yöntemlerine yenileri eklendi: Konya’da ve göremediğimiz başka birçok barınakta köpeklerin kafalarına kürekle vurarak öldürme, kedileri torbalara koyup torbaları hava alamayacak şekilde bağlayıp boğarak öldürme. Bunlar da yetmiyor kepçelerle kocaman çukurlar kazıp topluca gömerek öldürmeler… 2004 yılında çıkan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanlara karşı işlenen suçları kabahatler sucu kapsamında değerlendiriyor. Bu suçlar para cezası yoluyla bir şekilde affediliyor. Hayvanı öldürme, ona şiddet uygulama ve tecavüz etme gibi kabul edilemez suçlara verilen cezalar asla caydırıcı olmuyor. Mevcut yasaya sonradan eklenen sözde tutuklama ve hapis cezaları gibi cezalar var gibi görünse de bunlar para cezası yoluyla ya da iyi hal gereği doğrudan affa dönüşüyor. Hayvanların eşit yaşam hakkı için yapılması gerekenler için şu önerilerde bulunabiliriz: ·       Hayvan haklarını savunan hayvan sever örgütlenmeler ile birlikte kapsamlı yeni bir    Hayvanları Koruma Kanunu acil olarak hazırlanmalıdır. ·     Kanun kapsamında hayvanlara karşı suç işleyenler için kesinlikle caydırıcı ve hiçbir şartta affa uğramayacak ağır cezalar olmalıdır. ·       Hayvanlar barınaklarda değil bulundukları yerlerde yaşayabilmelidir. Bunun için bulundukları yerlerde aşılama gibi koruyucu erken tedavi süreçleri uygulanmalı ve kısırlaştırılmalıdırlar. Bu amaca uygun olarak tüm yerleşim birimlerini kapsayacak acil tedavi, bakım ve rehabilitasyon birimleri ve ihtiyaç bölgelerine de hayvan hastaneleri yapılmalıdır. Bu birimler ciddiyetle denetlenmelidir. ·       İlk ve ortaokullarda zorunlu Doğa ve Hayvan Sevgisi Dersleri konmalıdır. ·    Hayvanların eşit yaşam hakkı için toplumu bilinçlendirici çalışmalar medya ve sosyal medya araçları da dâhil edilerek sürekliği olan planlamalar kapsamında yapılmalıdır. ·     Hayvanların tutsak ve eziyet edilerek kirli paralar kazanıldığı yerler olan sirkler, hayvanat bahçeleri, yunus ve diğer balık türlerinin hapsedildiği akvaryumlar, kafeslerde ölümüne tutulan tavuk işletmeleri kapatılmalıdır. Atların ölümüne yarıştırılmasına derhal son verilmelidir. Köpek, horoz vb. canların kavga yarışları yasaklanmalıdır. ·     Bazı cins tür hayvan çeşitlerinin genetiği ile oynanma pahasına çoğaltılıp ticareti yapılması engellenmelidir. ·     Av cinayettir, yasaklanmalıdır. Av tüfeklerinin ruhsatları iptal edilmeli ve tüfekler toplanıp geri dönüşüme verilmelidir. ·      Savaşlardan ve orman yangınlarından en çok etkilenenlerden biri de hayvanlardır. Bu öngörüyle gerekli tedbirler alınmalıdır. ·     Hayvansal gıdalar yerine bitkisel beslenmenin önemi topluma çok yönlü olarak anlatılıp, benimsetilmelidir. Toplumca ‘dünyanın yalnız bizim olmadığı’   bilincine pratikte de sahip olabildiğimizde erdemli insan olma ve uygarlaşma yolunda önemli bir adım atmış olabileceğiz. Köpeklerin, kedilerin ve bizimle aynı çevrede yaşayan diğer tüm hayvanların evimizin, mahallemizin, semtimizin ve kentimizin sakinleri olduğunu asla unutmayalım. Dostlarımızın toplatılmasına, ölüm barınaklarına kapatılmasına ve öldürülmesine asla izin vermeyelim ...

bottom of page