top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

NADİR GEZER ile BİRLİKTE...

Güncelleme tarihi: 8 Şub 2021




Bornova’da yaşarken de aynı duyguya kapılırdım. Yine de orada mandalina bahçeleri vardı, hiç görmeyeni oyalayacak, burada o da yok.


Yeni oluşan bütün yerleşimler gibi dışardan bakılınca aydınlık, ferah, modern görünümü, geniş yolları, çok katlı, çoğu bahçeler içinde yeni yapım apartmanlarıyla çekici bir semttir Bursa Nilüfer. Ne var ki bu tip yerlerin doğasında olan, kolay tanımlayamadığınız tam bir şehir olamama hali burda da var.

Daha çok zaman gerekli, hissedersiniz.

Geniş caddelerde, bahçelerin içinde devasa binaların arasında, tek bir insana rastlamadan dolaşırken bazen bir bakkal dükkânı ya da bir kahve serap gelir size, bu yönlü öylesine yoksuldur.

Sonra beklenmedik bir yerde, bir köşeyi dönünce ya da “AVM-İLERDE” yazılarını takip ederken birden, takım elbisenle kravatın nerede dedirtecek bir resmiyet ve gösterişte dev bir AVM’yle karşılaşırsın. Nerden geldiği bilinmez karınca gibi insan kaynar.


Sanki insan çok fazla hesaba katılmamıştır. Eski daracık sokaklı, çöpleri toplanmayan, minik dükkânlı, fareleri adam boyu, ne ararsan bulacağın yoku olmayan bin yıllık şehrini, parkı, otoparkı olmasa da özlersin.


Burası da öyle…

Bornova’da hiç olmazsa bir teselli gibi duran mandalina, portakal bahçeleri vardı, burada o da yok.


Özensiz bir düşünceyle çok katlı pasajın üstüne kondurdukları Bursa Nilüfer Yılmaz Akkılıç Kitaplığı, metroya, ana yollara uzak, etkinlik için sapa ve pek bilinmeyendi. Adını afişlerden çok duyduğum, ama gözümde alıştığım kütüphaneler gibi canlandırdığım, ne var ki benzetemediğim yeri, beklenmedik bir yerde zor buldum. Bir pasajdı ya da bir çarşıydı kütüphane… Yılmaz Akkılıç onca kitabın yanında, bir de daire bağışlamış, adına kitaplık için… Belediye de, şimdiki değerine bakmayın, düne kadar kimsenin dönüp bakmadığı, boş tarlalarda bu çok katlı binanın ara katını ancak bulmuş.


Farkındayım, benimki de kusurcu tavrı.

İyi de çok konuda ulusal hatta uluslararası ödül alan ilklere imza atan Nilüfer Belediyesi engellinin, yaşlının, çocuğun... kolayca ulaşabileceği, yararlanabileceği örnek bir kütüphane yapamaz mıydı? Yoksa kitap AB nin ödüllendirdiği alanlardan değil mi?

Hayır, Nilüfer belediyesinin olanaklarını da bilince bu kütüphane kullanılmasın diye yapılmış ya da pentatlon'dan sağ kalan kullanır diye,.. mazereti yok...


Bir de üst katlarda arayacaktım.


Pasajın giriş katı, kafeler, merdivenler şenlikti … Ama üst katlarda ıssızlıktan korkardın.

Bu emeği kaç kişi verir? Kültür sanat etkinliklerinin gördüğü ilgi de malum? Kaç kişi gelir? Nadir Gezer de ince, narin… düş kırıklığı şimdi.


Zarfına bakınca atmayı düşündüğüm kitaplık içine bakınca sevimlileşti. Gerçek bir kitaplıktı burası, en güzel yanı boy boy, hemen hepsinden, oku beni diyen çizgi romanları olmasıydı bence.


Küçük okuma salonu da böyle zamanlarda etkinlik salonuna dönüşüyor.


Elli altmış kişilik salon doluydu. İzleyiciler erkenden gelmiş, bekliyordu.


Çok geçmedi Nadir Gezer, yürümekte güçlük çeken ama onu yalnız bırakmayan eşi Ayten hanımla geldi, yerine oturdu.


Hiç yaşlanmamıştı… İlk gördüğüm zamanki gibi.


Sahi söz etmedim değil mi? Nadir Gezer, aramızdaki onca yaş farkına karşın bir devir yol arkadaşımdır.

50'li yaşlarının başında ilk kitabı çıkmış, ama şimdi 30'a yakın kitabı olan köy enstitülü ağabeyimiz, maviADA dergisinin basılı olarak var olduğu 14 yılında da eksik olmayan nadir insanlardan biri...


İkibinli yılların başında, yani tam dergiciliğe soyunmuşken, yani edebiyatın pazarına düşmüş, edebiyatın yazmaktan farklı öteki yüzüyle yeni tanışmış, epey kanamış, bundan sonrası herhalde kıyamet gayri diyerek, pes edip ilk dergi KimseSİZ'İ kapamıştım ki denk gelmiştim ona.


İlim irfan sahibi, hikmetinden sual olunmaz derviş ve bilgeler yatağı saydığım sanatçıların, adları ve egoları konuysa nasıl keskin bir kılıca dönebildiklerini görmüş, ürpermiştim. Halim oydu.


Oysa o onlara hiç benzemiyordu. Yumuşak, çelebi tavırlı, düzgün, ama kendine özgü doğruları olan ve konu ilkeleriyse ateş parçasına dönen olgun bir beyefendi, ipekten bir adam... Ne kitabıydı konu, ne yazdıkları. Sıcak bir insan yüzüyle gülümsemişti.

Herhalde , onu geçkin kitabı olan bir edebiyatçı bu denli alçak gönüllü olmaz, diyerek ona alıcı gözle bakmamıştım, kimse de anlatmamıştı.


2005’te dersimizi almamış olmalıyız ki yeni dergi maviADA’yı planlarken ortak bir dostla konuğu olmuştuk yalnız yaşadığı evinde. Bizi, hiç de bir bekârın kasvetli ve acıma uyandıran ortamına benzemeyen, aydınlık, tertemiz salonunda çayla bisküviyle ağırlamıştı.


Ondan sonra her arenada birlikteydik.


Çok etkinlikte birlikte konuşmacıydık, maviADA boyunca.

maviADA’nın çıkış etkinliğinde 2006’da bulabildiğimiz tek salon olarak bize katlanan bir kafede “Küreselleşen Dünya” konusunu, birbirine sarılmış oturan, bunlar da kim, der gibi bakan kafe müşterisi gençlere aşkla anlatmıştık. Olsun onlar da ve sağ olsun, Zeki Baştürk’le Muhsine Arda da olmasa hepten kimsesiz kalacaktık. Ne çok sigara içmiştik beklenmedik bir heyecan yaşayan, aramıza konuşmacı olarak kattığımız yenilerden bulaşan panikle. Sonra namımız yürümüş, belediyenin tahsis ettiği tıklım tıklım salonlara konuşmuştuk, ama bu kez tütün yasaktı. En son GEZER’in isteğiyle maviADA ve Yeni Kuşak Köy Enstitüler adına 2010’da Tüyap'ta düzenlediğim programda ülkenin dört yanından gelen Köy Enstitülüleriyle kabul günü yapmıştık, böreksiz çaysız, ama incirli. "Köy Enstitüleri Anadolu Edebiyatı ve Nadir Gezer..." diyerek. 2010'un Martında...


2006'da maviADA Kültür Sanat Evini açtığımızda gelip de hayırlı olsun, bir şey almak nezakettir diyen iki yazan çizenden biriydi; öteki de Muhsine Arda.


O zamanlar hepimiz gençtik.


Birileri anlatırken imrenirdim, şimdi farkında değiliz ama bir şehrin kronolojik tarihinin parçası olmak da buymuş demek ki… Şenol’dan önce, Şenol’dan sonra diye… Egoyu okşayan bir yanı var, 90 yaşıma gelince Bursa benim de değerimi anlar, heykelimi diker, bari gençlik pozum olsa… gözüm açık gitmem. Yok o kadar nankör olmamalı, çok önce “Bursa’nın Değerleri” diye bir sergi yapmışlar, büyük boy portremi Deli Ayten’le Zeki Müren arasına koymuşlardı. İlerde daha iyisi de olur. Hele dolacak havuzları olanlar bir doysun…


Duyan da derdim sanacak… Politika mı yapıyorsun ki sandalye garantisi beklentin olsun.


Şimdi… masada fıldır fıldır dönen gözleriyle, gülümseyen bir yüzle izleyicilerine bakan Nadir Gezer’de de öyle bir dertli hal görmüyorum... Ben köylüydüm diyor, hayvan güderdim, doğal olarak da kitaplarımda köyümü anlatır. Sahicilik büyük bir erdem. Ben yaşlanmaya dönmüşüm, 1930 doğumlu Nadir Gezer’se, en sahici halinde doksanına merdiven dayamış ama safi enerji tıpkı Bob Daylan’ın dediği gibi sonsuza değin genç.


Bu nasıl performanssa?

Hiç yorulmuyor. Yine onun gibi köy enstitülü olan, bir ara maviADA'da da yazan eşi Ayten Gezer, aynı kuşaktan köy enstitülü maviADA'da yazılarını okuduğumuz Lemanser Sükan yanı başında ve daha birkaç arkadaşı da destek için gelmiş... Anlattığı olayları örnekliyorlar. Ne güzel…


Merakla salona bakıyorum daha kimler var tanıdık diye?

Bursa’nın yazan çizenlerinin büyük bölümü dergiden bir nedenle geçmişlerdir. Bir kısmı dostlukla bir kısmı komşu esnaf halinde düşmanlıkla, ama geçmişti, tanırdım. Nadir Gezer o insanlar için de önemliydi...

Yeni başlayanlar için aynı fotoğraf karesinde yer almanın referans olduğu saygın adlardan biriydi Nadir Bey. Çoğu da bu alçakgönüllü yazarla ya söyleşi ya haber ya bilmem ne diyerek adını andırmıştı, en az bir kez. Ama ne yazık ki, görünen bu akşam çok işleri vardı o nedenle gelememişlerdi.

Ne var ki arkadaşları Köy Enstitülüler ilerleyen yaşlarına, sağlık sorunlarına aldırmadan ordaydılar. Kendilerine görev düştüğü anda da yerlerini alıyorlardı. Bir de öğrencileri...


Köy Enstitüsünde ne içirdiler bu insanlara merak ediyorum, bizler ölmeye yatmışken onlar yaşamın tozunu attırıyordu.


Program yöneticisi Nadir Gezer’i övgü dolu sözlerle tanıtıyor.


Her yerde hep yapılan bu. Sanki yerinde değil ve gereksiz bu konuya çok da oturmayan övgüler diye geliyor aklıma… Bir de beklentiyi büyütüyor, az sonra Gezer'in şapkasından tavşan çıkarmasını bekleyen biri çıkabilir. Oysa konumuz bir aziz değil, bir yazar...

Davet edildiğim kimi yerlerde program sunucularının benzerlerini yapmalarına engel olmak için önceden onlarla iletişim kurmaya çalışırdım. Beylik, emanet sözlerle beni övme, diye… Hak ettiğim bir övgü varsa yapıtlarımdan örnekleyerek yap… Şahsımı tuvalete bile gitmeyen aziz yerine koyma, ben de insanlığın her hali var; beni başlamadan bitirirsin…


Doğru düşünüyormuşum. Şimdi bir izleyici olarak bakarken Nadir Gezer’i gölgelediğini düşünüyorum, o haksız; haksız da değil, şu anki işle ve konumla ilgisiz kalan övgülerin…


Ne var ki Nadir Hoca gülüyor. Ben bunları hak etmiş miyim diyor, dinlerken başka birinden söz ettiğinizi sandım diyor, moderatöre. Sonra da biz Nazmi’yle çok sevişiriz, bu çalışmayı planlarken çok emek verdi, diye yumuşatıyor eleştirisini.

Büyüyor Nadir Hoca… Kim ne derse desin, edep ve empati büyük bir incelik.


Ben yazmayı tutkuyla sevdim, dedi ilk sözlerinde. Bu tutkuda düş kırıklığı da yaşamadım, bu yaşta beni buraya büyük bir heycanla getiren değerli olmaz mı?


Benzerini İzmir’de bir üniversite etkinliğinde söylemiştim de yazma heveslilerinin motivasyonunu bozdum diye bir yuhalanmadığım kalmıştı.

Ben romanlarımı ders kitaplarımın arasına gizleyerek okurdum, suçmuş gibi, ayıpmış gibi… Hala çok yerde öyle bakıldığına eminim; devlet erkanının sanata, kitaba, yazara, şaire, şiire... bakışını özetleyen ne hikmetler dinledik, daha dün. Özetle bu ülkede para, ün, güç ve iktidar için yazmak akıl işi değil, hele gençler için. Ama bir yanı var ki değer: Yazmanın insanı şöhret yapması ya da para pul beklentisi başka bir hayal… ki tüccarlık gerektirir, zor ve kirli yanıdır. Ama yaşamı zenginleştiren, anlamlı kılan, size ayakta kalma moral ve isteği veren olumlu bir uğraş olmasının yanında, sizi güzel şeylerle uğraşan benzerlerinizle bir araya getiren sosyal bir yana da sahiptir yazıyla, sanatla uğraşmak. Üstüne üstlük sadece başlamanız, ilgilenmeniz bile buna yetecektir… Ve en güzel yanı yazarın yaşı yoktur, demiştim, yazar olmak isteyen gençlere. Bankaların on kefille bile kredi vermediği aksakallı bir ihtiyarken bile yazında sanatta dünyanın en büyüğü olabilirsiniz.

Sadece bilgisayarın başına dolap beygiri gibi bağlamayın kendinizi, dışarıda da çok da fena sayılmayan bir hayat var... ve hayatın pardonu yok...


90 yaşına merdiven dayamış Nadir Hoca da aynını diyor, kısaca da olsa. Ben yazmayı sevdim diyor, çok sevdim. Fakir Baykurt bir öykümü Türk Dili Dergisinde açıklayan bir notla yayınladığında havalara uçmuştum. Niye mi sevdim, hayatımı anlamlı kılacağını biliyordum, diye anlatıyor.

Bir ergen kadar heyecanlı, anlatıyor. Öyle sevdim yazmayı, diyor. Hala aynı ilgiyle tutkuyla deli gibi çalışırım, sabahlara kadar. Yemeyi içmeyi unuturum.

Ön sırada oturan aynı zamanda Köy Enstitüsünden arkadaşı eşi, söz istiyor.

“Ben bunun canlı tanığıyım,” Sonra da açıklıyor: “ Karşınızda ayağa kalkmadan konuştuğum için beni bağışlayın, ayaklarım rahatsız. Evet, ben tanığıyım, kahvaltıyı hazırladığımda onu çalışır bulurum, çağırmasam aklına gelmez.” Özür belirtmesi ne güzel; ben buna nezaket demiyorum, akıl ve empati diyorum. Toplumun nabzını tutmak yani…


Nadir hoca nasıl heyecanlı, ama düzgün konuşuyor. Moderatörün sorularını beklemeden anlatıyor: Sözlüklerle çalışırım diyor, çalıştığım her yerde farklı farklı birkaç sözlük bulundururum.


Yapıtlarının çoğunu biliyorum. Temaları kırsal kesimden, İnegöllü Nadir Hoca’nın Eymir köyünden, çevresinden, bildik insanlarından seçilmiştir. En iyi bildiklerim onlardı diyor, dünyam oydu. Bir de köy Enstitüsü…


Nadir Gezer, ilkokulu bitirdikten sonra çok istese de okula gidememiş, okul yok ki gitsin. 17 yaşına geldiğinde mucize gibi imdadına yetişmiş Arifiye Köy Enstitüsü. Bitirmiş orayı, sonra da...

Bir askerlik anısının bir ömrü doldurduğunu düşünürsek elbet Köy Enstitüleri gibi kendi kulvarında yüzyılın devrimi olan bir olayın tanığı, yaşayanı olmak birkaç ömür ister anlatmak için.

Hepsi aynı büyük heyecanla anlatır Köy Enstitülülerin. Ne var ki bu heyecan ve coşku, o büyük zafere tanıklığın onuru Nadir Gezer’de bir yazar diliyle başka bir biçim alıyor. Yaşanmış, bir mucizeyi başarmış ama elden kaçırılmış, ne kaçırması bizzat kurucularının emrivaki kararlarıyla ellerinden alınmış o masal devri, bu küçük dev adamın ağzından Tonguç’uyla, Hasan Ali Yücel’iyle, Mahmut Makal, Fakir Baykurtlarıyla canlanıp resmigeçit yapıyor.


Asla bu ülke köy enstitüleri düzeyinde bir proje ne üretebildi ne de başarabildi, diyor, birkaç kez. Bugünkü eğitim sisteminin bir facia olduğunu, tek çözümün yeniden köy enstitüleri olduğunu söylemesini fazla iddialı buluyor, anlayamıyorum. Eğitim sistemi öyle evet, ama çözüm köy enstitüleri olur mu? Şimdi ne yapılsa bu sistemle bütünleşebilir o okullar? Gülüyorum düşündüğüme. İmam Hatip Köy Enstitüleri, Köy Enstitüleri Teknik liseleri, Köy Enstitüleri Sağlık Lisesi…gibi mi? Ki o zamanki Köy Enstitüleri aslında olanaksızlık nedeniyle bunu da yapıyordu, yani bugünkü çok amaçlı liselere benziyordu. Mezunların bazıları öğretmen olurken, bazıları sağlıkçı ya da ziraatçı oluyordu, ama köyler için.


Politik öyküsü yani açanı da kapatanı da aynı iktidar, çünkü başka parti yoktu, devrin CHP’si olması ne var ki alınan bu kararın uygulamasının yani son mezunlarının DP dönemine denk gelmesi nedeniyle oluşturulan hikayeler bir yana, enstitülerin trajik hatta acımasız yanı buydu aslında. Köyden aldığı çocukları gene köylerde okutup bitirince gene köylere, hem de kentteki meslektaşından daha az bir maaşla ebedi mahkum eden bir düzeneği vardı. Yani orayı bitiren köy çocukları mesleğinin sonuna değin köy öğretmeni kalacaktı. Ne var ki öte yandan Enstitülerin ancak tarlada bağda ırgat olacak, erkeninden evlenecek, hiçbir sosyal güvencesi olmadan anlamayacağı bir hayatı farkına varmadan tüketecek binlerce köy çocuğunu bir masal ülkesine taşıdığı da tartışılmaz gerçek...


Nadir Gezer bitirmiş Arifiye Köy Enstitüsünü… ve kalkıp Gazi Eğitim Enstitüsünün İngilizce bölümüne girmiş, İngilizce öğretmeni olmuş.


Benim bir arızalı yanım var.

Nedim Gürsel’in bir söyleşisine gitmiştim. Keyifle dinlemiştim onu, iki saat boyunca. Nasıl dinlemem, Paris benim idolümdü, ömrünce orda yaşayan bu adam ne derse desin bana güzel gelirdi. Her yazdığı kitap yüzünden devletle başı derde girdiğini anlatmıştı yazar, sonra da yurt dışına gitmişti. Ben onu kaçtı diye alıyordum, devletin şerrinden bıkıp. Biraz kendi hayal gücüm, biraz da onun bizzat modaya sığınmalı anlatış şeklinden Che Guvera’ya ya da Deniz Gezmiş’e bakar gibi bakıyordum ki birden ayıkmıştım; Nedim Gürsel’in her yazdığı kadın erkek ilişkileri yani aganigi naganigi üzerine sayılırsa o yönlü cesurca, erotik hatta daha ilerisi yazılardı. Tarzı oydu. Ama buna hiç değinmiyor, anlatış şeklinden moda bir nedenle düşüncelerinin iktidara ters düşmesi gibi bir izlenim veriyordu, yani siyasal…

Gerçi biz Filistin'e kaçmayı düşlerdik, bu Paris'e kaçmış,ilginç ama... Olsun aklını gösterir, ne işi vardı orda, Paris dururken?


Ben de iki saat vatan millet uğruna ömrünü harcayan bu adama saygıyla bakıyordum ki bir yanlış anlamam olduğunu geç de olsa fark ettim. İki saat konuştunuz, güzel de konuştunuz, demiştim parmak kaldırıp, devletle de hep başınız derde girmiş… Ama ne yazdıklarınızda ne de şu söylediklerinizde ülke sorunlarına değinen tek bir cümle duyamadım. Sahi devletle sorununuz neden oldu, sizi neden sevmedi, diye sormuştum damara damara bastığımı hissederek. Nedim Gürsel, patavatsızlığa şaşırmış, yanıt arıyordu ki yanıtı gene ben vermiştim. Küçükleri muzır neşriyattan koruma kanunundan galiba di’mi?… diye…

İşte öyle bir arızam var.


Sonuçta ben de herkes gibiyim, yani Türk işi, ne yani benden Amerikan vari bir siyasi üslup mu bekliyordunuz; Japonya’ya atom bombası mı düştü, aaa, biz de duyduk, kim yaptı acaba?

Bazen kendi yaptığım ya da söylediğimdeki çelişkiyi, sorunu göremiyor olabilirim ama başkasındakini hiç kaçırmam. Allahtan bazen... Not alıyorum, soracağım: Mademki köy enstitülerini ve misyonunu bu kadar sevdiniz, neden o misyonun gereği köy öğretmenliğine gitmediniz, neden bırakıp İngilizce öğretmenliği okumaya kalktınız? Soru sorulma hakkı verilince mutlaka soracağım.

Elbette farkındayım, Nadir Gezer o dönemin sınıf atlatma baş aracı okumayı sevmiş, bunlardan eline geçirebildiği Köy Enstitülerini de… Yoksa bir arkaik devri 20.yy da inatla yaşayan o dönem köylerini değil. Farkında olmak başka, hoş görmek başka…hatta sevmek de bambaşka.


Nadir Gezer, edebiyat konusundaki düşüncelerini örnekliyor. Dergimiz maviADA’dan, yer alan bir söyleşisinden söz ediyor. Şimdi öyle kadirşinas geliyor bana ki… Bir de beni görse de söz etse, Bursa'ya verdiğim emekleri anlatsa yok mu, herhalde ölsem gam yemem. Ah Nadir Gezer sen ne sevimli cansın.


Kuşkusuz eski yol arkadaşıma böyle soru, hele burda soramam, soranı da döverim, artık.


Nadir Gezer ara vermeden anlatırken ispermeçet mumu gibi işlevsizleşen program yöneticisi bunalıyor; “Benim soracaklarımı da yanıtladınız ama zamanımız kalmadı, kitaplardan söz etsek…” dese de Nadir Hoca bildiği türkü de inat, anlatıyor.

Sonra İngiltere’ye gönderdi devlet, dil için. İki yıl kaldım. Dönüşte bildiğiniz gibi birkaç yerde öğretmenlik yaptım sonra da Anadolu Lisesi’ne müdür oldum.

Dönem Ecevit dönemi. Devrin seçkin okullarından Anadolu Lisesi müdürlüğü güzel güzel giderken, uyumlu Nadir Gezer, farkında olmadan kentlilerle karşı karşıya kalır. Kalmak önemli değil, bu hemşerilerin hemen hepsi kentin ileri gelen, zenginleri, bürokratlarıdır. Okulu kazanamayan çocuklarını paraya kıyıp bir özel okula kayıt ettiriyorlar, yarıyılda da getirip Nadir Gezer’e dayatıyorlar, al bunu diye… İyi de okulun bir kapasitesi var, hakkı olan çocuklar açıkta kalıyor, kim dinler? Nadir Gezer’de de serde köy enstitülük var, öte yandan yazarlık ruh hali. Dikleniyor, olmaz diyor, başa çıkamayınca da çekip istifa ediyor.


GEZER’in hayatı roman… Ne var ki sonuçta bu bir edebi etkinlik, saati var, zamanı var, moderatör sıkıştırıyor, moderatör deyip duruyorum ya ne bu? Yönetici değil mi? Böyle zor ve yabancı bir sözcüğü aydınlık yüzlü bir belediye afiş afiş neden yazar, duyurur. Neyse ne, işte o : kitaplara gelsek artık, diyor. Gelemiyorlar bir türlü.


Zaman aşmış gitmiş, program da şaşırmış.


Sonunda kitaplar birkaç cümleyle geçiştiriliyor, mecburen. Sorulara geçiliyor, ardından kitap imzaya…

Nadir Gezer bitmeyen enerjisiyle her kitap imzaladığı kişiyi kalkıp tokalaşarak, nezaketle uğurluyor.


Berrak bir zihin, bir buçuk saati aşan süreçte sunucuya bile gerek bırakmayan bir enerji, kitap imzalatan her insana ayağa kalkan saygı... Şaşırıyorsunuz, hala böyle güzel insanlar varmış.


Yok, bu reçeteyi istemeli...


Nadir Gezer, o köy enstitüsünde ne içmişseniz biz de isteriz. Bakarsın diriliriz, üstümüzdeki bu ölü toprağı kalkar.

*

*



65 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
1/706
bottom of page